Günlük Sohbetler

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
19.09,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Sen onları ikaz etsen de, etmesen de birdir; inanmazlar.


Yâsin Sûresi: 10


19.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Her farz namazdan sonra Âyetü'l-Kürsî'yi okuyan kimsenin Cennete girmesi için ölümden başka bir engel yoktur.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3724


19.09.2006




Prens Bismarck: Kur'ân'ın her kelimesinde hikmetler var




Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idâre etmek için taraf-u Lâhûtîden geldiği iddiâ olunan bütün münzel semâvî kitapları tam ve etrâfıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için, hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isâbeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hâne halkının saadetini bile temin edecek mâhiyetten pek uzaktır. Lâkin, Muhammedîlerin Kur’ân’ı bu kayıttan âzâdedir. Ben Kur’ân’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin düşmanları, “Bu kitap Muhammed’in (asm) zâde-i tâbı” olduğıınu iddiâ ediyorlarsa da, en mükemmel, hattâ en mütekâmil bir dimağdan, böyle hârikanın zuhûrunu iddiâ etmek, hakîkatlere göz kapayarak, kin ve garaza âlet olmak mânâsını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmetle kâbil-i telif değildir. Ben, şunu iddiâ ediyorum ki:

Muhammed (a.s.m.) mümtâz bir kuvvettir. Destgâh-ı Kudretin böyle ikinci bir vücûdu imkân sahasına getirmesi ihtimâlden uzaktır. Sana muâsır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed (a.s.m.)! Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitap senin değildir. O Lâhûtîdir. Bu kitabın Lâhûtî olduğunu inkâr etmek, mevzû ilimlerin butlânını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir.


Prens Bismarck (İşârâtü’l-İ’câz, s. 262)


Lügatçe:


muâsır: Çağdaş.

taraf-u Lâhûtî: Allah’ın tarafı.

münzel: İndirilmiş, yukardan aşağıya kısım kısım inmiş olan.

âzâde: Bağlardan kurtulmuş. Serbest. Kayıtsız.

zâde-i tâb: Bir kimsenin kabiliyetinden, tabiatından meydana gelen eseri.

mütekâmil: Mükemmel, olgun.

zuhûr: Ortaya çıkma.

kâbil-i telif: Uzlaştırılması mümkün olan, bağdaştırma.

mümtâz: Seçilmiş.

Destgâh-ı Kudret: Kudret tezgâhı.

muallim: Öğretmen.

nâşir: Neşreden, yayan.

Lâhûtî: İlâhî âleme ait ve alâkalı olan.

butlân: Haksızlık, batıllık.

Bediüzzaman Said NURSİ

19.09.2006




Bediüzzaman’ın Afyon hapsinden tahliyesinin bir gün öncesi



Bediüzzaman Hazretleri, bu tarihte Afyon hapsindedir ve tahliyesinin bir gün öncesidir. Talebelerinden Mustafa Sungur, hatıralarında, o günün heyacanını şöyle anlatır: “Konya’dan gelen Ziya Nur ve bir arkadaşıyla beraber bir gün sonra tahliye olacak olan Üstadımızın eşyalarını eve taşımıştık. O gün Afyon’da çok canlı bir gün geçirdik. Çünkü, Üstadımız hapisten yarın tahliye olacaktı.”

Bediüzzaman Hazretlerinin, kanunsuz bir şekilde talebeleriyle birlikte Afyon hapsine girişi, Tarihçe-i Hayat’ın 470-473. sayfalarında şöyle anlatılır:

“Bediüzzaman, 1944 Denizli Mahkemesinde berâet ettiği halde, Afyon vilâyetine bağlı Emirdağ kazâsında ikamete memur ediliyor. Orada, kendi âhireti ve Risâle-i Nur’la meşgul olurken, 1948 senesinde, gizli din düşmanları, yapılan zulümler az geliyormuş gibi aynı nakarat ile, ‘Gizli cemiyet kuruyor, halkı hükûmet aleyhine çeviriyor, ihtiyarladıkça artan enerjisiyle; kuvvetiyle, rejimi yıkmaya çalışıyor, Mustafa Kemal’e ‘İslâm deccalı, süfyan’ diyor’ gibi bir sürü bahanelerle, elli Risâle-i Nur talebesiyle birlikte Afyon Ağır Ceza Mahkemesine sevk ediliyor ve hapse konuluyor.

“Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, birtek suç delili bulunamıyor. Fakat, ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar, nihayet mahkeme—güyâ kanaat-i vicdâniye ile—Bediüzzaman’a yirmi ay ve müdakkik bir âlime on sekiz ay, yirmi iki kişiye de altışar ay hüküm veriyor; diğerlerini de, ‘Bunlar Bediüzzaman’ı büyük bir mürşid olarak bilmişler ve içlerindeki derûnî boşluğu doldurmak için Risâle-i Nur’u okumuşlar’ diye berâet veriyor; hüküm alanları da, ‘Bediüzzaman’ın kurduğu gizli cemiyete yardım etmişler’ diye cezalandırıyor; hükmü derhal infaz edip, hepsini tevkif ediyorlar.

“Tabiî, mahkûmiyet kararı hemen temyiz ediliyor. Temyiz Mahkemesi kısa bir zamanda tetkikatını bitirerek, ‘Mâdem, Bediüzzaman Said Nursî Denizli Mahkemesinde aynı suçtan berâet etmiş; Denizli Mahkemesinin kararı hatâlı da olsa, temyizin tasdikinden geçen bir dâvâ tekrar taht-ı mahkemeye alınamaz’ diye, verilen mahkûmiyet kararını esastan bozuyor. Bunun üzerine yeniden mahkeme başlıyor. Maznunlardan ne istedikleri soruluyor. O tamamen mâsum olan Nur Talebeleri, Temyiz Mahkemesinin kararına uyulmasını istiyorlar. Afyon Mahkemesi, temyizin kararına uyulup uyulmayacağını uzun uzadıya düşünüyor; nihayet uyulmasına karar veriyor. Sonra da, noksanların ikmâli için çalışmaya başlıyor. Fakat, bu çalışma bir türlü tamamlanmıyor ve mahkeme mütemâdiyen tâlik ediliyor. Bediüzzaman ve talebeleri, hüküm katiyet kesb etmeden verilen ceza müddetini hapishânede geçirdikten sonra tahliye edilmişlerdir...

“Bediüzzaman, yirmi senede olduğu gibi, şu üç dört senede de o kadar emsâlsiz bir işkenceye mâruz kalmıştır ki, tarihte hiçbir ilim adamına bu kadar câniyâne bir sû-i kast yapılmamıştır. Denizli hapsinde bir ayda çektiği sıkıntıyı, Afyon’da bir günde çekmiştir. Kendisine, bütün bütün kanunsuz muâmeleler yapılmıştır. Hapishânede, tam yirmi ay, kışın, çok soğuk olan gayr-i muntazam bir koğuş içinde yalnız bırakılarak, tecrid-i mutlak içinde imhâ olmasına intizar edilmiştir. Kışın en şiddetli günlerinde, hapishâne pencerelerinin iki milim buz tuttuğu zamanlarda zehir verilmiş; ihtiyar, çok hasta haliyle, aylarca ıztırap çektirilmiştir. Mübârek yatağında, bir taraftan bir tarafa dönemeyecek bir hale geldiği zamanlarda bile, hizmetine, bir talebesi olsun müsaade edilmemiştir. O korkunç şerâit altında, kendi kendine ölüp gitmesi beklenmiştir. Hastalığı o kadar şiddetlenmiştir ki; günlerce, birşey yiyememiş ve gıdâsız kalmış ve çok zaif bir vaziyete gelmiştir. Böyle olduğu ve çok sıkı bir tarassud ve tazyikat altında bulundurulduğu halde, Risâle-i Nur’un telifinden geri kalmamış, her hapiste olduğu gibi, burada da gizli olarak eser telif etmiştir. Mahpuslar, gizli gizli Risâle-i Nur’u elleriyle yazıp çoğaltmışlar ve hapishâneden dışarı da çıkararak, neşrini temin etmişlerdir. Bediüzzaman, hapiste olduğu günler dahi Risâle-i Nur’un neşriyatı durmamış, perde altında yüz binlerce nüshaları eski yazı ile neşretmeye—Nur kahramanı Hüsrev gibi—Nur Talebeleri muvaffak olmuşlardır.”


19.09.2006




 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
20,09,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Sen ancak Kur'ân'a uyan ve görmediği halde Rahmân'dan korkan kimseleri ikaz edebilirsin. İşte onları Allah katından bir bağışlanma ve güzel bir mükâfatla müjdele.


Yâsin Sûresi: 11


20.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Geceleyin Bakara Sûresinin son iki âyetini okuyan

kimseye bu yeter.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3725


20.09.2006




Hz. Muhammed (asm) akılları, kalpleri ve ruhları fethetti



Bediüzzaman Said Nursî:


Yüzer feylesof, o zâtın yaptığını yapabilir mi?


Yedinci Reşha


İşte, bak: Şu cezîre-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukùl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.


Sekinzinci Reşha


Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’ edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi—ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor.

İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Cezîretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi?


Sözler, s. 216


***


Prof. Edward Monte:


İslâm, aklî bir dindir


Profesör Edward Monte, “Hıristiyanlığın İntişarı ve Hasmı Olan Müslümanlar” ünvanlı eserinin 17 ve 18’inci sahifelerinde diyor ki:

Rasyonalizm, yani akliye kelimesinin müfâdını ve tarihî ehemmiyetini tevsî edebilirsek, Müslümanlığın aklî bir din olduğunu söyleyebiliriz. Akıl ve mantık mısdâkiyle akâid-i dîniyeyi muhâkeme eden mektep, rasyonalizm kelimesinin İslâmiyete tamamıyla mutâbık olduğunu teslim etmekte tereddüt etmez. Resûl-i Ekrem şuur ve idrâk timsâli olduğu, dimâğının îman ışıkları ve kâmil bir yakîn ile pürnur olduğu muhakkaktır. Resûl-i Ekrem, muâsırlarını aynı heyecanla alevlemiş, bu sıfatlarla teçhiz etmiştir. Hazret-i Muhammed (a.s.m.), başarmak istediği ıslahatı, İlâhî bir vahiy olarak takdim etmiştir. Bu, İlâhî bir vahiydir. Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) dîni ise, akıl kàidelerinin ilhamlarına tamamıyla muvâfıktır. Ehl-i İslâma göre İslâmiyetin esaslarını sükûnetle ve derin bir teemmül ile tetkik ettiğimiz zaman, bunların, Allah’ın birliğine ve Muhammed’in (a.s.m.) risâletine, sonra haşir ve neşre ve îtikàda müntehî olduklarını görürüz. Bizzat dînin esasları müstenid telâkkî olunmakta ve bunlar Kur’ân’ın akîdelerinin hulâsası bulunmaktadır. Kur’ân’ın ifadesindeki sâdelik ve berraklık, Müslümanlığın intişar ve i’tilâsını bilâtevakkuf temâdi ettiren sâik kuvvet olmuştur. Resûl-i İslâm tarafından tebliğ olunan mukaddes tâlimâtın cihanşümûl terakkîsine rağmen Müslümanların ilham kaynağı ve en kuvvetli ilticâgâhı Kur’ân olmuştur. En takdiskâr ve kanaatbahş bir lisânla, başka bir kitâb-ı münzelin tefevvuk edemeyeceği bir ifade ile takrîr eden kitap, Kur’ân’dır. Bu kadar mükemmel ve esrârengîz, her insanın tetkikine bu kadar açık olan bir din, muhakkak insanları kendisine meclûb eden i’câzkâr kudreti hâizdir. Müslümanlığın bu kudreti hâiz olduğunda şüphe yoktur.


İşârâtü’l-İ’câz, s. 271


***


Dr. Maurice:


Bizans’ı batıl itikatlardan İslâm kurtarabilmiştir


Meşhur muharrir, müsteşrik, edebiyat-ı Arabiye mütehassısı ve Kur’an-ı Kerim’in mütercimi Doktor Maurice (Moris) şöyle diyor:

Bizans Hıristiyanlarını içine düştükleri bâtıl îtikadlar girîvesinden ancak Arabistan’ın Hira Dağından yükselen ses kurtarabilmiştir. İlâhî kelimeyi en ulvî makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat, Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dîni tâlim ediyordu.


İşârâtü’l-İ’câz, s. 263


***


Mister Carlyle:


Hz. Muhammed’in tebliği hak ve hakikattir


Kur’ân’ı bir kere dikkatle okursanız, onun husûsiyetlerini izhâra başladığını görürsünüz. Kur’ân’ın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kâbil-i temyizdir. Kur’ân’ın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatime göre, Kur’ân, serâpâ samîmiyet ve hakkâniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) cihâna tebliğ ettiği dâvet hak ve hakîkattir.


İşârâtü’l-İ’câz, s. 265


***


Marmaduke Pickthall:


Mükemmel bir ahlâk mecellesi


Kur’ân’ın telkin ve Hazret-i Muhammed’in tebliğ ettiği esâsâttan mükemmel bir ahlâk mecellesi vücud bulur. Esâsât-ı Kur’âniyenin muhtelif memleketlerde insanlığa ettiği iyiliği ve ettikten sonra da Allah’a takarrüb etmek isteyen insanları Cenâb-ı Hakka rabt ettiğini inkâr etmek mümkün değildir.


İşârâtü’l-İ’câz, s. 266


***


Dr. Johnson:


Bütün dünyanın dinleyebileceği bir ses


Kur’ân şiir midir? Değildir. Fakat, onun şiir olup olmadığını tefrik etmek müşküldür. Kur’ân, şiirden daha yüksek birşeydir. Maamâfih, Kur’ân ne tarihtir, ne tercüme-i hâldir, ne de Îsâ’nın (a.s.) dağda îrâd ettiği mev’ıza gibi bir mecmuâ-i eş’ârdır. Hattâ, Kur’ân, ne Buda’nın telkinâtı gibi bir mâbâde’t-tabiiye yâhut mantık kitabı, ne de Eflâtun’un herkese îrad ettiği nasihatler gibidir. Bu, bir Peygamberin sesidir; öyle bir ses ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi, saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar. Bu sesin tebliğ ettiği din, evvelâ nâşirlerini bulmuş, sonra teceddütperver ve îmar edici bir kuvvet şeklinde tecellî etmiştir. Bu sâyededir ki, Yunanistan ile Asya’nın birleşen ışığı Avrupa’nın zulümatâbâd olan karanlıklarını yarmış ve bu hâdise, Hıristiyanlığın en karanlık devirlerini yaşadığı zaman vuku bulmuştur.


İşârâtü’l-İ’câz, s. 267


***


Dr. City Youngest:


Vahşî kabîleleri medenî bir millet yapmış


Hz. Muhammed’in (a.s.m.) doğruluğu, faaliyeti, hakîkati taharrîde samîmiyeti, sarsılmayan azmi, îmânı, kendisini dinlemek istemeyenlere ezelî hakîkati dinletmek yolundaki sebâtı; bana kalırsa, onun o cesur ve azimkâr Peygamberin hâtem-i risâlet olduğunun en katî ve en emîn delilleridir. Kur’ân, akaid ve ahlâkın insanlara hidâyet ve hayatta muvaffakiyet temin eden esâsâtın mükemmel mecellesidir. Bütün bu esâsâtın üssü’l-esâsı, âlemin bütün mukadderâtını yed-i kudretinde tutan Zât-ı Kibriyâya îmandır...

Mâdem ki Kur’ân’ın birbirine düşman kabîleleri, yekdiğeriyle mücâdele eden unsurları derli toplu bir millet haline getirdiğini, onları eski fikirlerinden daha ileri bir seviyeye yükselttiğini görüyoruz; o halde belâgat-ı Kur’âniyenin mükemmeliyetine hükmetmeliyiz. Çünkü, Kur’ân’ın bu belâgatı vahşî kabîleleri medenî bir millet haline getirmiş; dünyanın eski tarihine yeni bir kuvvet ilâve etmiştir. Zaman ve mekân îtibârıyla birbirinden çok uzak oldukları gibi, fikrî inkişaf îtibarıyla da birbirinden çok farklı insanlara hârikulâde bir hassasiyet ilham eden ve muhâlefeti hayrete ve istihsâna kalbeden Kur’ân, en şâyân-ı hayret eser tanınmaya lâyıktır. Kur’ân, beşerin mukadderâtıyla meşgul âlimler için tetebbua şâyân en fâideli mevzû sayılır.


İşârâtü’l-İ’câz, s. 267-68


***


Papaz Rodwell:


Kur’ân her sitâyişe şayandır


Kur’ân âyetlerini nüzûl tarihine göre tercüme eden ve tertip eden İngiltere’nin en mutaassıp papazlarından Rodwell, şu hakîkatleri îtiraf ediyor:

Kur’ân, Arabistan’ın basit bedevîlerini öyle bir istihâleye uğratmıştır ki, bunların âdetâ meşhur olduklarını zannedersiniz. Hıristiyanların telâkkisine göre Kur’ân’ın nâzil olmuş bir kitap olduğunu söyleyecek olsak bile, Kur’ân, putperestliği imhâ, Allah’ın vahdâniyet akîdesini tesis, cinlere, perilere, taşlara ibâdeti ilgà, çocukları diri diri gömmek gibi vahşî âdetleri izâle, bütün hurâfeleri istisâl, taaddüd-ü zevcâtı tahdit ile, bütün Araplar için İlâhî lütuf ve nîmet olmuştur. Kur’ân, bütün kâinatı yaratan, gizli ve âşikâr herşeyi bilen, kadîr-i mutlak sıfatıyla Zât-ı Kibriyâyı takdîs ve tebcîl ettiğinden, her sitâyişe şâyândır. Kur’ân’ın ifadesi vecîz ve mücmel olmakla beraber, en derin hakîkati, en kuvvetli ve mülhem hikmeti takrir eden elfaz ile söylemiştir. Kur’ân, devamlı memleketler değilse de, muzaffer cumhuriyetler vücuda getirmeye hâdim olacak esasları muhtevî olduğunu ispat etmiştir. Kur’ân’ın esaslarıyladır ki, fakr ve sefâletleri ancak cehâletleriyle kàbil-i kıyas olan, susuz ve çıplak bir yarımadanın sekenesi, yeni bir dînin harâretli ve samîmi sâlikleri olmuşlar, devletler kurmuşlar, şehirler inşâ etmişlerdir. Filhakîka, Müslümanların heybetidir ki, Fesdad, Bağdad, Kurtuba, Delhi bütün Hıristiyan Avrupa’yı titreten bir azamet ve haşmet ihrâz etmişlerdir.


İşârâtü’l-İ’câz, s. 269


***


Fransız müsteşrik Gaston Care:


İslâmiyet yeryüzünden kalksa, barış da kalkar


Fransa’nın en mâruf müsteşriklerinden Gaston Care, 1913 senesinde Figaro Gazetesinde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa, müsâlemetin muhâfazasına imkân olup olmadığı hakkında makaleler silsilesi yazmış ve o zaman bu makaleler Şark gazeteleri tarafından tercüme olunmuştu. Fransız müsteşriki diyor ki:

“Yüz milyonlarca insanın dîni olan Müslümanlık, bütün sâliklerine nazaran, dünyanın kıvâmı olan bir dindir. Bu aklî dînin menbâı ve düsturu olan Kur’ân, cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevîdir; o kadar ki, bu medeniyetin, İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların imtizâcından vücud bulduğunu söyleyebiliriz. Filhakîka bu âlî din, Avrupa’ya, dünyanın îmarkârâne inkişâfı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyetin bu fâikiyetini teslim ederek, ona medyûn olduğumuz şükrânı tanımıyorsak da, hakîkatin bu merkezde olduğunda şek ve şüphe yoktur.”

Fransız muharriri, daha sonra Kur’ân’ın umumî müsâlemeti muhâfaza husûsundaki hizmetini bahis mevzûu ederek diyor ki:

“İslâmiyet yeryüzünden kalkacak ve bu sûretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır, buna imkân yoktur.”


İşârâtü’l-İ’câz, s. 269-70



 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
günün sohbeti 30,10,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Biz peygabere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da. Ona gönderdiğimiz, bir nasihatten ve ap açık bir Kur'ân'dan başkası değildir.


Yâsin Sûresi: 69


30.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Mü'min, insanların malları ve canları konusunda kendisinden emin oldukları kimsedir. Muhâcir de hatâ ve günahlardan uzak duran kimsedir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3770


30.10.2006




İnsanı en yüksek mevkiye çıkaran şükürdür



Evet, rızkın aşka lâyık bir sureti var. O da, şükürle o suret görünür. Yoksa, ehl-i gaflet ve dalâletin rızka aşkları bir hayvanlıktır. Daha buna göre kıyas et ki, ehl-i dalâlet ve gaflet ne derece hasâret ediyorlar.

Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi bir ayna ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mucize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir hâlife-i arz suretinde hâlk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâp eder.

Elhasıl, en âlâ ve en yüksek tarik olan tarik-i ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki, o dört esas şöyle tabir edilmiş:

Der tarik-i acz-mendî lâzım âmed çâr-çiz:

Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz.

(Ey aziz kardeşim! Allah’a karşı acizlik ve ihtiyacını hissetme esasına dayanan bu yolda şu dört şey lâzımdır: Sonsuz acz, sonsuz fakr, sonsuz şevk, sonsuz şükür.)

“Allahım, bizi şükredenlerden eyle—rahmetinle, ey Erhamürrâhimîn.”

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” (Bakara Sûresi, 2:32.)

“Allahım! Şükredenlerin ve hamd edenlerin efendisi olan Efendimiz Muhammed’e ve bütün Âl ve ashabına salât ve selâm et. Âmin.”

“Onların duâları, ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun’ sözleriyle sona erer.” (Yûnus Sûresi, 10:10.)

Mektûbât, s. 351


Lügatçe:


envâ-ı zîhayat: Hayat sahibi çeşitleri.

müddeharât: Biriktirilmiş şeyler, depolananlar.

hâvi: İçine alan.

hâlk: Yaratma.

ahsen-i takvim: En güzel şekil, biçim.

esfel-i sâfilîn: Aşağıların aşağısı.

irtikâp: Kötü bir iş yapma.

tarik-i ubudiyet ve mahbubiyet: Allah’ın sevgisini kazanma ve kulluk yolu.


30.10.2006
 

hamide

Profesör
Katılım
22 Eki 2006
Mesajlar
2,282
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Yaş
34
Konum
gaziantep
Allah razı olsun

fakat bir ricam var bir dahaki

sefer eğer bilinmeyen kelimeleri parantez içinde

yanına yazasanız daha anlaşılır olur

teşekkürler wesselam..
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Allah razı olsun

fakat bir ricam var bir dahaki

sefer eğer bilinmeyen kelimeleri parantez içinde

yanına yazasanız daha anlaşılır olur

teşekkürler wesselam..

Hemen altta olduğu için ve paragraf az olduğu için böyle daha güzel olur bence .Cümlenin ahengi içinde...
İlginiz için Allah razı olsun
 

gumus_Tesbih

Paylaşımcı
Katılım
8 Eki 2006
Mesajlar
382
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
45
Konum
van
Allah razı olsun
gerçekten güzel paylaşımdı.
nur talebesi kardeşiminde dediği gibi cümlenin ahenginin kaybolmaması için alta yazmak hatta yazmamak daha istifade medar oluyor.
zira Risale-i nur ları yazan üstadımız böyle eserleri bize ulaştırdıysa elbette bir bildiği vardır..


teşekkür ederim ...

vesselam
 

mavera27

Üye
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
50
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Rabbim razı olsun kardeş paylaşımlarınızdan dolayı
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
günün sohbeti 31,10,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Kur'ân'ı ona verdik ki, kalbi diri olan akıl ve idrak sahiplerini ikaz etsin ve kâfirlere olan vaadimiz yerini bulsun.


Yâsin Sûresi: 70


31.10.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Mü'min her halükârda hayır üzeredir: O Allah'a hamd ederken ruhu çekilir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3771


31.10.2006




Kendi kabahatini örtmek adına irticâ ithamı



Bidayetlerde herkesten suâl olunduğu gibi, Divân-ı Harpte bana da suâl ettiler: “Sen de şeriatı istemişsin?”

Dedim: Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira Şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.

Hem de dediler: “İttihad-ı Muhammediyeye (asm) dâhil misin?”

Dedim: Maaliftihar! En küçük efrâdındanım. Fakat, benim târif ettiğim vecihle. Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir? Bana gösteriniz.

İşte o nutku şimdi neşrediyorum. Tâ ki, Meşrûtiyeti lekeden ve ehl-i şeriatı me’yusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünundan ve hakikati evham ve şüpheden kurtarayım. İşte başlıyorum:

Dedim: Ey paşalar, zabitler!

Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmâli:

Medâr-ı iftiharım olan mehâsinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl itizar edeyim, mütehayyirim.

Mukaddeme olarak söylüyorum:

Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlûmiyetle ölmek, zâlimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır. Bunu da derim ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatini setr için başkasını irticâ ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler. Şimdiki hafiyeler eskisinden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimad olunur? Adalet onların sözlerine nasıl bina olunur?

Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zirâ insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vahidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir.

Divân-ı Harb-i Örfî, s. 16


Lügatçe:


adalet-i mahz: Tam bir adalet.

itizar: Kusurunu bilerek özür dilemek.

setr: Örtmek, gizlemek.

cerbeze: Demagoji.

efrad-ı kesîre. Pek çok kişi.

tahallül-ü mehasin: Güzellikleri birbirinden ayırmak.

müteferrik: Çeşitli, kısım kısım, başka başka, dağınık.


31.10.2006
 

mhami

Üye
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
134
Tepkime puanı
0
Puanları
0
KARDEŞLER BUNUN DEVAMI YOK MU VEYA NEDEN DEVAMI YOK?
KİŞİSEL GÖRÜŞÜM:BU YAZIYI BEĞENDİM DİKKATLİCE VE BİRÇOK
YERLERDEN ALINTILAR YAPILARAK HAZIRLANMIŞ BU METNİ HAZIRLAYAN
BU KONUYA VAKIF BİRİSİ OLMALI Kİ BİR ÇOK YERDEN ÖRNEK GETİREBİLMİŞ OLSUN ÜSTADIN BÖYLE USTACA HAZIRLANMIŞ GÜNCEL KONULARA
IŞIK TUTAN FİKİRLERİNE İHTİYACIMIZ VAR DEVAMINI BEKLİYORUZ VE'S SELAM TEŞEKKÜRLER M:Hami\ANKARA
 

zelal

Asistan
Katılım
13 Haz 2006
Mesajlar
970
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Allah razı olsun kardeşim diğer sohbetleride vakit buldukça okuyorum Allah ecrini çokca versin inşaallah.
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
01,11,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Görmediler mi: Biz kudretimizle onlar için birer nimet olarak hayvanlar yarattık da, onlara bu sayede sahip olurlar.


Yâsin Sûresi: 71


01.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



İnsanların arasına karışıp da onların sıkıntılarına sabreden mü'min, insanlar arasına karışmayıp sıkıntılarına sabretmeyen mü'minden daha üstündür.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3773


01.11.2006




Dünya sergisi açılmaya başlıyor, dikkat!



Ben hem kendimde, hem bu yakındaki Risâle-i Nur talebelerinde şuhur-u muharremeden sonra bir yorgunluk ve şevkte bir fütur görüyordum. Sebebini vâzıhan bilmiyordum. Şimdi, eskide söylediğim tahminî sebep, hakikat olduğunu gördüm. Şöyle ki:

Nasıl maddî hava fena ise, fena tesir ediyor; manevî hava da bozulsa, herkesin istidadına göre bir sarsıntı verir. Şuhur-u selâse ve muharremede âlem-i İslâmın manevî havası, umum ehl-i imanın ahiret kazancına ve ticaretine ciddi teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı sâfileştiriyor, güzelleştiriyor, müthiş ârızalara ve fırtınalara mukabele ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade eder. Fakat o şuhur-u mübareke gittikten sonra, âdeta o ahiret ticaretinin meşheri ve pazarı değiştiği gibi, dünya sergisi açılmaya başlıyor. Ekser himmetler, bir derece vaziyeti değişiyor. Havayı tesmim eden buharat-ı müzahrefe o manevî havayı bozar. Herkes derecesine göre ondan zedelenir.

Bu havanın zararından kurtulmak çaresi, Risâle-i Nur'un gözüyle bakmak ve ne kadar müşkilât ziyadeleşse, kudsî vazife itibarıyla daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmektir. Çünkü başkaların füturu ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyadeleştirmeye sebeptir. Zira, gidenlerin vazifelerini de bir derece yapmaya kendini mecbur bilir ve bilmelidirler.

Kastamonu Lâhikası, s. 41

***

Bizimle alâkadar bir zat, pek çokların şekvâ ettikleri gibi, eskiden şiddetli bir tarikatta okuduğu evradındaki zevk ve şevkini kaybettiğini ve sıkıntı ve uyku galebe ettiğini müteessifâne şekva etti.

Ona dedik: Maddî hava bozulduğu vakit nasıl ki sıkıntı veriyor; asabî sinelerde inkıbaz hali başlıyor. Öyle de, bazan manevî hava bozuluyor. Hususan maneviyattan yabanîleşmiş bu asırda ve bilhassa hevesat ve müştehiyat-ı nefsaniyeyi taammüm etmiş memleketlerde ve hususan şuhur-u muharreme ve şuhur-u mübarekede manevî havayı tasfiye eden âlem-i İslamın intibah ve teveccüh-ü umumîsi, o mübarek şuhurun gitmesiyle tevakkuf etmesinden fırsat bulup, havayı bozan dalâletlerin tesirleri zamanında ve bilhassa kış tazyikatı altında, bir derece hayat-ı dünyeviye ve hevesat-ı nefsaniyenin tasallutlarının noksaniyetinden, ehl-i İslam ve ehl-i imanda, hayat-ı uhrevîyeye çalışmak iştiyakı, baharın gelmesiyle hayat-ı dünyeviyenin ve hevesat-ı nefsaniyenin inkişafıyla o iştiyak-ı uhreviyeyi gizlemesi ânında elbette böyle kudsî evradlarla zevk, şevk yerinde, esnemek ve fütur gelir.

Fakat, madem "İşlerin en hayırlısı zahmetli olanıdır" (el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1:55.) sırrıyla, meşakkatli, külfetli, zevksiz, sıkıntılı âmâl-i sâliha ve umur-u hayriye daha kıymetli, daha sevaplıdır. O sıkıntıda, o meşakkatteki ziyade sevabı ve makbuliyeti düşünüp, sabır içinde mesrurâne şükretmek gerektir.

Kastamonu Lahikası, s. 97


01.11.2006
 

mhami

Üye
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
134
Tepkime puanı
0
Puanları
0
sohbetler çok iyi olmakla beraber
üstadın dili ağır olmuş biraz
teşekkürlerimi sunarım
biraz daha lügatçenin geliştirilmesini arz ederim. saygılar
 

kadirhzr

Üye
Katılım
1 Kas 2006
Mesajlar
106
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Allah razı olsun hepinizden, üstad insanlara laf söylemesek bizim için daha iyi olur. Bazı kelimelerin günümüz türkçesiyle manasını göremedik, allah razı olsun.
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
03,11,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



O hayvanlarda kendileri için daha nice faydalar vardır, içecekler vardır. Hâlâ şükretmezler mi?

Yâsin Sûresi: 73


03.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Mü'min akıllıdır, basiretlidir ve tedbirlidir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3775


03.11.2006




Nasıl bir cemaatiz?



Afyon Mahkemesi başka yerlerdeki sathî tahkikata binaen bize bir cemiyet-i siyasiye noktasında bakmış. Buna cevabımız:

Evvelâ: Bütün benimle arkadaşlık eden zatların şehadetiyle, on dokuz seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve sormayan ve bu on sene beş aydır Harb-i Umumîden, Alman’ın mağlûbiyetinden ve komünistin dehşetinden başka hiçbir haber almayan ve merak etmeyen ve bilmeyen bir adamın elbette siyasetle hiçbir alâkası yoktur ve siyasî cemiyetlerle hiçbir münasebeti olmaz.

Saniyen: Risale-i Nur’un yüz otuz parçaları meydandadır. İçinde imanî hakikatlerden başka bir hedef, bir maksad-ı dünyevî olmadığını anlayan Eskişehir Mahkemesi, yalnız bir iki risâleden başka ilişmemesi ve Denizli Mahkemesi hiçbirine ilişmemesi ve koca Kastamonu zabıtasının sekiz sene zarfında daimî tarassutla beraber iki hizmetçimden ve yalnız üç adamdan başka bahane ile müttehem hiçbir kimseyi bulmaması kat’î bir hüccettir ki, Risâle-i Nur şakirtleri hiçbir vecihle siyasî cemiyet değiller.

Eğer iddianamedeki cemiyetten maksadı, imanî ve uhrevî bir cemaat ise, ona cevaben deriz ki: Eğer dârülfünun talebelerine ve her nevi esnafa birer cemiyet namı verilse, bize de o neviden bir cemiyet namı verilebilir.

Eğer dinî hissiyatla emniyet-i dahiliyeyi ihlâl edecek bir cemaat namı veriyorsanız, buna mukabil deriz: Yirmi sene zarfında bu fırtınalı halde Nur şakirtleri hiçbir yerde hiçbir vukuatla emniyet-i dahiliyeye ilişmemeleri ve iliştikleri ne hükûmetçe ve ne de mahkemelerce kaydedilmemesi bu ithamı çürütüyor.

Eğer hissiyat-ı diniyeyi kuvvetlendirmesinden istikbalde emniyet-i dahiliyeye zarar verebilir diye bir cemiyet namı verilmişse, buna mukabil deriz:

Evvelen: Başta Diyanet Riyaseti, bütün vâizler aynı hizmeti görüyorlar.

Saniyen: Risâle-i Nur şakirtlerinin değil emniyete ve âsâyişe zarar vermek, belki bütün kuvvet ve kanaatleriyle milleti anarşilikten muhafaza ve emniyet ve âsâyişi temin etmek için çalıştıklarına delil ise, birinci esasta beyan edilmiş.

Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız, evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i münferitten kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhâya vesile olan zındıkaya karşı Risâle-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır.

Şuâlar, s. 318-319


Lügatçe:


idam-ı ebedî: Sonsuz yokluk; ahirete inanmayanların ölümü sonsuz bir yokluk olarak görmesi.

berzahî: Kabir hayatıyla ilgili.

haps-i münferit: Tek başına hapis.

cemiyet-i siyasiye: Siyasî cemiyet, siyasî teşkilat.

maksad-ı dünyevî: Dünyaya ait maksat.

uhrevî: Ahiretle ilgili.

dârülfünun: Üniversite.

emniyet-i dahiliye: İç güvenlik.

hissiyat-ı diniye: Dinî hisler.


03.11.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
05,11,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



İlahlarının onlara bir yardımı dokunmaz; onların kendileri, ilâhlarını koruyan hazır askerlerdir.

Yâsin Sûresi: 75


05.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Ümmetimin bozulduğu bir zamanda benim sünnetime sımsıkı sarılan kimseye bir şehid sevabı vardır.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3778


05.11.2006




Nurcular, mağlup edilemez ve dağıtılamaz



Azîz, sıddîk kardeşlerim,

Ehemmiyetli bir taraftan, ehemmiyetli ve mânidar bir suâl edilmiş. Bana sordular ki: “Siz, cemiyet olmadığınıza üç mahkeme o cihette berâet vermesiyle ve yirmi seneden beri tarassud ve nezâret eden altı vilâyetin o noktadan ilişmemeleriyle tahakkuk ettiği halde; Nurcularda öyle hârika bir alâka var ki, hiçbir cemiyette, hiçbir komitede yoktur. Bu müşkülü halletmenizi isteriz” dediler.

Ben de cevaben dedim ki:

“Evet, Nurcular, cemiyet-memiyet, husûsan siyasî ve dünyevî ve menfì ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite değiller ve olamazlar. Fakat, bu vatanın eski kahramanları kemâl-i sevinçle şehâdet mertebesini kazanmak için ruhlarını fedâ eden milyonlar İslâm fedâilerinin ahfadları, oğulları ve kızları, o fedâilik damarından irsiyet almışlar ki, bu hârika alâkayı gösterip, Denizli Mahkemesinde bu âciz, bîçare kardeşlerine bu gelen cümleyi onlar hesâbına söylettirdiler: ‘Milyonlar kahraman başlar fedâ oldukları bir hakîkate başımız dahi fedâ olsun!’ diye, onlar nâmına söylemiş; mahkemeyi hayret ve takdirle susturmuş. Demek Nurcularda hakîki, hâlis, sırf rızâ-i İlâhî için ve müsbet ve uhrevî fedâiler var ki, mason ve komünist ve ifsad ve zındıka ve ilhad ve taşnak gibi dehşetli komiteler o Nurculara çare bulamayıp, hükûmeti ve adliyeyi aldatarak lâstikli kanunlar ile onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşallah bir halt edemezler. Belki Nurun ve îmânın fedâilerini çoğaltmaya sebebiyet verecekler.”

Tarihçe-i Hayat, s. 518; Şuâlar, s. 447

***

Risâle-i Nur’a karşı gizli düşmanlarımızdan bâzı zındıkların şeytânetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar, inşaallah, bozulacaklar. Onun şâkirtleri, başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmazlar, vazgeçirilmezler, Cenâb-ı Hakkın inâyetiyle mağlûp edilmezler.

Tarihçe-i Hayat, s. 483; Şuâlar, s. 317

***

Risâle-i Nur’a mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlûp edemezsiniz. Mübarezede millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirtlerini dağıtamazsınız. Çünkü, hakikat-i Kur’âniyenin muhafazası yolunda kırk elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdatlarımızın ahfadlarına bu zamanda hakikat-i Kur’âniyenin muhafazası ve âlem-i İslâmın nazarında eskisi gibi dindarâne kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zâhiren çekilseler de, o hâlis şakirtler, ruh u canıyla o hakikate bağlıdırlar. Ve o hakikatin bir aynası olan Risâle-i Nur’u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve âsâyişe zarar vermeyeceklerdir.

Tarihçe-i Hayat, s. 495; Şuâlar, s. 345


05.11.2006
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Allah bu güzel sohbetlerinin devamını nasib eylesin.
 
Üst