Günlük Sohbetler

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
06,11,2006

--------------------------------------------------------------------------------

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Görmedi mi o insan? Biz onu bir damla sudan yarattık da, sonra o Bize ap açık bir düşman kesiliverdi.


Yâsin Sûresi: 77


06.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Ümmetimin ihtilâfı zamanında benim Sünnetime sımsıkı sarılan kimse avucunda ateş parçası tutan kimse gibidir.



Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3779


06.11.2006




Dinsizlik ve terör, maddî kuvvetlerle durmaz



Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da Kur’ân’ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye, siyasî, maddî kuvvetlerle susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’âniyedir.

Emirdağ Lâhikası, s. 297

***

Bu vatan ve İslâmiyetin maslahatı, herşeyden evvel dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem tâcil, hem tasdik ve hem de çabuk mekteplerde tatbik edilmesi elzemdir. Çünkü bu tasdikle Rusya’daki kırk milyona yakın Müslümanı, hem dört yüz milyon âlem-i İslâmın mânevî kuvvetini bir ihtiyat kuvveti olarak bu vatana kazandırmakla beraber, komünistin mânevî tahribatına karşı şimdiye kadar Rusun, Amerika ve İngilize karşı tecavüzünden ziyade bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin muktezası iken, o tecavüzü durduran, şüphesiz hakaik-i Kur’âniye ve imaniyedir. Öyleyse, bu vatanda herşeyden evvel o acip kuvvete karşı hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî yapılması lâzım ve elzemdir.

Çünkü dinsizlik Rusu, şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istilâ ettiği halde, bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-i imaniye ve Kur’âniyedir. Yoksa, Rusların tahribat nevinden mânevî kuvvetlerine karşı adliyenin binden birine maddî ceza vermesiyle; serserilere ve fakirlere, zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehli namusun kızlarını ve ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa’nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı, ancak ve ancak mânevî bombalar lâzım ki, o da hakaik-i Kur’âniye ve imaniye atom bombası olup o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa, adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddî ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilmez.

Onun için, dindar milletvekilleri bu tacili lâzım gelen hakikati tehir etmelerinden, çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi bu defa da küre-i hava şiddetli soğuğu ile buna itiraz ediyor.

İki dehşetli Harb-i Umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’ân’a kılıç çekemez.


Emirdağ Lâhikası, s. 310-11
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
07,11,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Kendi yaratılışını unutup, Bize misâl getirmeye kalktı: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye.


Yâsin Sûresi: 78


07.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Mücahid, Allah yolunda nefsiyle mücadele edendir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3781


07.11.2006




Risâle-i Nur meyve değil, gıda nev'indendir



(14 Şevval 1352, Kanun-ı Sani, 1934)*

Aziz, sıddık, müdakkik âhiret kardeşim ve mütefekkir ve hakikatli arkadaşım Refet Bey,

Evvelâ: Mektubunuzda Risâle-i Nur’un mizanlarını her okudukça daha ziya istifade ettiğinizi yazıyorsunuz. Evet, kardeşim, o risâleler Kur’ân’dan alındığı için kut ve gıda hükmündedir. Hergün ihtiyaç gıdaya hissedildiği gibi, her vakit bu gıdâ-yı ruhânîye ihtiyaç hissedilir. Senin gibi ruhu inkişaf edip kalbi intibaha gelen zatlar okumaktan usanmaz. Bu Kur’ânî risâleler, sair risaleler gibi tefekküh nev’inden değil ki, usanç versin. Belki tegaddîdir.

Saniyen: Gavs-ı Âzam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevî hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususî İsm-i Âzamı, “Yâ Hayy” olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur, Mâruf-u Kerhî denilen bir kutb-u âzam ve Şeyh Hayâtü’l-Harrânî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyne’l-evliya meşhur olmuştur.

Salisen: Tenekeci Mehmed Efendinin hıfz-ı Kur’ân’a çalışmak niyeti çok mübarektir. Cenâb-ı Hak onu muvaffak etsin. Elimizden geldiği kadar duâyla yardım edeceğiz. Kur’ân-ı Azîmüşşânın herbir harfinin ekalli on hasene olmakla beraber, tekerrür ettikçe ve mübarek vakitlere rastgeldikçe ve melek ve sair zîşuur ruhânîler kıraatini dinledikçe, herbir harfi öyle bir çekirdek olur ki, hasenat cihetinden öyle bir mânevî sümbül teşekkül eder ki, o sümbülün taneleri, tekellüm vaktinde ağızdan çıkan bir kelimenin havanın dalgalarının aynalarında temessül eden milyonlarca, o kelime gibi kelimelerin adedine belki müsâvi gelir. Böyle herbir harfi bir hazine-i ebediyenin bir anahtarı olabilir bir kudsî kelâmı kalbinde yazmak, ne kadar mukaddes bir hizmet olduğu âşikârdır. İnşaallah, Bedreddin çoklara bir hüsn-ü misâl olacaktır, daha çoklarını hıfz-ı Kur’ân’a sevk edecektir.

Başta Bedreddin, kayınpederin Hacı İbrahim ve âhiret hemşirem olarak ihvanınızın bayramını terik ve selâm ve duâ ediyorum. Babacan orada ise ona çok selâm ediyorum.

* Re’fet Bey’e vürud tarihidir.

Barla Lâhikası, s. 179-180


Lügatçe:


kut: Yaşatacak gıda, yiyecek.

gıdâ-yı ruhânî: Ruhun gıdası.

tefekküh: Yemiş toplayıp yeme. Meyvelenme, meyveli olma.

tegaddî: Gıdalanma, beslenme.

memat: Ölüm.

Gavs-ı Âzam: En büyük gavs, Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerinin nâmı.

hayat-ı Hızırî: Birinci hayat tabakası olan Hz. Hızır’ın (as) hayatı.

İsm-i Âzam: Esmâ-i Hüsnâ içerisinde mânâ yönünden diğer isimleri de kapsayan en büyük isim.

ehl-i kubur: Kabir ehli.

beyne’l-evliya: Evliya arasında.

hıfz-ı Kur’ân: Kur’ân’ı ezberleme, Kur’ân hafızlığı.

ekall: Az, en az.

tekellüm: Konuşma.


07.11.2006
 

mhami

Üye
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
134
Tepkime puanı
0
Puanları
0
keşke sözlüğü de olsaydı:(
teşekkürler yinede
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
08,11,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa tekrar O diriltecek. O her şeyin yaratılışını hakkıyla bilendir.

Yâsin Sûresi: 79


08.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Karaborsacılık yapan lânetliktir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3783


08.11.2006




Belâların istilâsı, bazı duâların özel vaktidir



Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gàyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.

Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nev'i ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkàt-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def’ olunmazsa, denilmeyecek ki, “Duâ kabul olmadı.” Belki denilecek ki, “Duânın vakti, kazâ olmadı.” Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref’ etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.

Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.

Sözler, s. 287


Lügatçe:


ubûdiyet: İbadet etme, kulluk.

semerât: Semereler, meyveler, neticeler.

uhreviye: Ahirete ait, ahiretle ilgili.

küsûf: Güneş tutulması.

husûf: Ay tutulması.

nikap: Peçe, perde, örtü.

beliyye: Belâ

evkat-ı mahsusa: Hususî, özel vakitler.

kazâ: Hükmün yerine gelmesi.

ref’: Kaldırma, hükümsüz bırakma.

livechillâh: Allah için.


08.11.2006




Sorularla Risale-i Nur



Musibetlerden dolayı insan

Allah’a şikâyette bulunabilir mi?


Musibet ve hastalıklarda insanların şekvâya üç vecihle hakları yoktur.

Birinci Vecih: Cenâb-ı Hak, insana giydirdiği vücut libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder, muhtelif esmâsının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor, ve hâkezâ... “Mülkün mâliki, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.”

İkinci Vecih: Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.

Üçüncü Vecih: Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir. Hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekvâ değil, şükretmek gerektir.

Evet, ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfi. Müsbet kısmı malûmdur. Menfi kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle, musibetzede zaafını ve aczini hissedip, Rabb-i Rahîmine ilticâkârâne teveccüh edip, Onu düşünüp, Ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riyâ giremez, hâlistir.

Lem’alar, s. 15-16


Asıl musibet dine gelen musibettir


Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.

Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir. (...)

Madem Onun rububiyetine razıyız; o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kazâ ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekvâ etmek, bir nevî kaderi tenkittir, rahîmiyetini ithamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti itham eden, rahmetten mahrum kalır.

Lem’alar, s. 18


Güzelden gelen her şey güzeldir


Elhâsıl: Mâdem hayat Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir; hayatın başına gelen her şey hasendir. (...) Sâni-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl, zîhayata göz, kulak, akıl, kalp gibi havâs ve letâif ile murassâ olarak giydirdiği vücud gömleğini Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musîbetler nev'inde olan keyfiyât, bâzı esmâsının ahkâmını göstermek için lemeât-ı hikmet içinde bâzı şuâât-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde latîf güzellikler vardır.

Sözler, s. 435


Lügatçe:


şekvâ: Şikâyet etmek.

şerr-i mahz: Tam bir şer, kötülük.

mahall-i ubudiyet: Kulluk, ibadet yeri.

keffâretü’z-zünub: Günahlara keffaret.

nukuş: Nakışlar.

hasen: Güzel.

lemeât-ı hikmet: Hikmet parıltıları.

şuâât-ı rahmet: Rahmet ışınları.
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
09,11,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratamaz mı? elbette yaratır, O her şeyi yaratan, her şeyi hakkıyla bilendir.


Yâsin Sûresi: 81


09.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kişi kardeşleriyle kuvvetlidir.



Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3784


09.11.2006




Zaman, musibetlerin şeklini değiştirmiş



Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u İlâhîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı sair musibetzedeleri—fakat musibet dine dokunmamak şartıyla—bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini iras etmiyor. Çünkü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsâllerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki, öyleler hakkında o nevî hastalıklar musibet değil, bir nevî nimet-i İlâhiyedir. Çünkü, çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet iras ediyor, fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir nevî ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle, elbette hastalık hâletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.

Hâtime

Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir sûrette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.

Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mahiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisanla değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdat vaziyetini verir. Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını ifa eder.

Lem’alar, 2. Lem’a, s. 19


Lügatçe:


iras: Verme.

merbutiyet: Bağlılık.

çendan: Gerçi.

sefahet: Gayrimeşru eğlenceler.

derc: İçine koyma.

nukuş-u esmâ: Allah’ın isimlerinin nakışları.

halk: Yaratma.

insan-ı ekber: Büyük insan.

âlem-i asgar: Küçük âlem.

nâfi: Faydalı.

âlâm: Elemler.

müheyyiç: Heyecan verici.

tehyiç: Heyecanlandırma.

münderiç: Birşeyin içine konulmuş bulunan.

tazammun: İçine alma.

levh-i misalî: Dünyada yapılanların kaydedildiği, görüntülendiği yer.

mukadderât-ı hayat: Allah’ın takdir ettiği hayat.

kaside-i manzume-i Sübhâniye: Bütün noksanlıklardan münezzeh olan Allah’ın hassas ölçülerle düzenlediği kaside.


09.11.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
10,11,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece "Ol" demektir; o da oluverir.


Yâsin Sûresi: 82


10.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kişi sevdiğiyle beraberdir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3785


10.11.2006




Ahirzaman hadislerinden mesajlar



Birinci Mesele

Rivayette var ki, “Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyanın eli delinecek.”

Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, “Filân adamın eli deliktir.” Yani çok müsriftir.

İşte, “Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tamaı uyandırarak insanların o zayıf damarlarını tutup kendine musahhar eder” diye bu hadîs ihtar ediyor; “İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer” diye haber verir.

İkinci Mesele

Rivayette var ki, “Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında ‘Hâzâ kâfir’ yazılmış bulunur.” (Buhârî, Fiten: 26)

Allahu a’lem bissavab, bunun tevili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes—yalnız istemeyerek—onu giymekle kâfir olmaz.

Şuâlar, s. 502

***

Yedinci Mesele:

Rivayette var ki, “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.”

Ve’l-ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine taraftar eder ve din derslerinden tecerrüt eden maarifi rehber edip tâmimine şiddetle çalışır, demektir. Şuâlar, s. 504

***

Üçüncü hadise: Bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek” (Kenzü’l-Ummal, 11:261, 301) denilmiş.

“Lâ ya’lemü’l-gaybe illallah” (Gaybı ancak Allah bilir) bunun bir tevili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.

Gariptir, hem çok gariptir: Yedi yüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’ân’ın elinde şeref-şiâr, bârika-âsâ bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeâirine karşı istimal etmeye çalışır! Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor diye rivayetlerden anlaşılıyor.

Şuâlar, s. 515


10.11.20
 

karamizi

Üye
Katılım
4 Kas 2006
Mesajlar
34
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
yukarda yazılanlar beni herkesin bildiği bi isme götürüyo ama...
 

melde

helina_roje
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
2,238
Tepkime puanı
24
Puanları
0
Konum
Ankara
Allah razı olsun kardeşim foruma giremediğim zaman en çok bu sohbetlerin devam edip etmediğini merak ediyordum devam ettiğin için teşekkürler Rabbim ecrini kat kat fazla versin
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
13,11,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Biz dünya semâsını yıldızların ziyaretiyle süsledik.


Sâffât Sûresi: 6


13.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kendisine danışılan kişi emin olmalıdır. Danışıldığında kendisi için yapacağını danışana da tavsiye etsin.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3790


13.11.2006




En âlî hukuk, ana baba hakkıdır



Yirmi Birinci Mektub

“Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.”

“Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.’ Sizin içinizde olanı Rabbiniz hakkıyla bilir. Eğer siz salih kimseler olursanız, muhakkak ki O, kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır.” (İsrâ Sûresi, 17:23-25.)

Ey hanesinde ihtiyar bir valide veya pederi veya akrabasından veya iman kardeşlerinden bir amel-mande veya âciz, alîl bir şahıs bulunan gafil! Şu âyet-i kerimeye dikkat et, bak: Nasıl ki bir âyette, beş tabaka ayrı ayrı sûrette ihtiyar valideyne şefkati celb ediyor!

Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyleyse, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılâp etmemiş herbir veled, o muhterem, sadık, fedakâr dostlara hâlisâne hürmet ve samimâne hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmektir. (Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.)

İşte, o mübarek ihtiyarların vücutlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır, bil, ayıl! Evet, hayatını senin hayatına feda edenin zevâl-i hayatını arzu etmek ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!

Mektûbât, s. 250


Lügatçe:


amel-mande: İş yapamaz duruma gelmiş.

zevâl-i hayat: Hayatın son bulması.

valideyn: Ana baba.

kemâl-i lezzet: Tam bir lezzet.

istiskal: Ağır bulup, hoşlanmadığını anlatma.


13.11.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
14,11,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Şimdi sor onlara: Kendilerini mi yaratmak daha zor, yoksa bu yarattıklarımızı mı? Gerçekten Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.


Sâffât Sûresi: 11


14.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların selâmette olduğu kimsedir. Mü'min de canları ve malları konusunda insanların kendisinden emin olduğu kimsedir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3791


14.11.2006




Kur’ân’ın hükümleri, asırlar geçtikçe kuvvetini daha ziyade gösteriyor



Kur'ân'ın şebâbetidir; her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhâfaza ediyor. Evet, Kur'ân, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asırlardaki umum tabakàt-ı beşeriyeye birden hitâb ettiği için, öyle dâimî bir şebâbeti bulunmak lâzımdır. Hem de, öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ, efkârca muhtelif ve istidadca mütebâyin asırlardan her asra göre, güyâ o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.

Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat, Kur'ân'ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyâde kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyâde kendine güvenen ve Kur'ân'ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur'ân'ın "Yâ ehle’l-kitab! Yâ ehle’l-kitab!" hitâb-ı mürşidânesine o kadar muhtaçtır ki, güyâ o hitâb, doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve "Yâ ehle’l-kitab!" (Ey ehl-i kitap!) lâfzı, "Yâ ehle’l-mekteb!" (Ey mektepliler!) mânâsını dahi tazammun eder. Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebâbetiyle, "De ki: Ey kitap ehli olan Hıristiyanlar ve Yahudîler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin. (Âl-i İmrân Sûresi: 64.)" sayhasını âlemin aktârına savuruyor.

Meselâ şahıslar, cemaatler, muârazasından âciz kaldıkları Kur'ân'a karşı, bütün nev-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hâzıra, Kur'ân'a karşı muâraza vaziyetini almıştır. İ'câz-ı Kur'ân'a karşı sihirleriyle muâraza ediyor. Şimdi, şu müthiş yeni muârazacıya karşı, i'câz-ı Kur'ân'ı, "De ki: And olsun, insanlar ve cinler bir araya toplansalar. (İsrâ Sûresi: 88.)" âyetinin dâvâsını ispat etmek için, medeniyetin muâraza sûretiyle vaz' ettiği esâsâtı ve desâtirini esâsât-ı Kur'âniye ile karşılaştıracağız.

Birinci derecede: Birinci Sözden tâ Yirmi Beşinci Söze kadar olan muvâzeneler ve mîzanlar ve o Sözlerin hakikatleri ve başları olan âyetler, iki kere iki dört eder derecesinde medeniyete karşı Kur'ân'ın i'câzını ve galebesini ispat eder.

Sözler, s. 371-372



—Devamı yarın—



Lügatçe:



âsâr: Eserler.

asr-ı hazır: Şimdiki asır.

desâtir: Düsturlar.

efkâr: Fikirler.

hutbe-i ezeliye: Ezelî, başlangıcı olmayan hutbe.

İ'câz-ı Kur'ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği.

istidad: Kabiliyet.

medeniyet-i hâzıra: Şimdiki Batı medeniyeti.

mütebâyin: Zıt.

netice-i efkâr: Fikirlerin neticesi.

râsih: Sağlam.

şebâbet: Gençlik.

tabakàt-ı beşeriye: İnsanlık tabakaları.


14.11.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
16,11,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Bir mucize gördüklerinde de alaya alırlar. Derler ki: "Bu ap açık bir sihirden başka birşey değil."


Sâffât Sûresi: 14-15


16.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Müslümanlar kardeştir. Takva hariç hiçbirinin diğerine üstünlüğü yoktur.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3793


16.11.2006




Terörün yegâne çaresi Risâle-i Nur’da



Hem ehl-i siyasete hiç münasebetimiz olmadığı halde, kat’î bilsinler ki, bu memlekette, bu asırda, milleti anarşilikten, tereddî ve tedennî-i mutlakadan kurtaracak yegâne çaresi, Risâle-i Nur’un esasatıdır.

Kastamonu Lâhikası, s. 99

***

Hem hükümet, bu millet ve vatanın hayat-ı dünyeviyesine ve siyâsiyesine ve uhreviyesine pekçok faydası bulunan bu Kur’ân lemeâtlarına ve Kur’ân dellâlı olan Risâle-i Nur’a, değil ilişmek, belki tamamıyla terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki, geçen dehşetli günahlara keffâret ve gelecek şiddetli belâlara ve anarşîliğe karşı bir set olabilsin.

Sözler, s. 141

***

Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı olmak cihetiyle (...)

Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun. Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı; bu dehşetli asırda, acip inkılâp ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi?

Mektubat, s. 467

***

..anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirtleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor.

Lem’alar, s. 260

***

Risâle-i Nur, beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi, İslâmın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye, bu Kur’ân’ın kanun-u esasîlerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.

Emirdağ Lâhikası, s. 458

***

Beşeriyeti dehşetli sadmelere uğratan, tehdit eden, anarşiliğin, ifsat ve tahribin, yegâne çaresi ancak ve ancak İlâhî, semâvî bir dinin ezelî ve ebedî hakikatleridir, hakikat-i İslâmiyettir. Risale-i Nur, hakikat-i İslâmiye ve Kur’âniyeyi müspet ve müdellel bir şekilde insanlığın nazar-ı tahkikine arz ve ifade etmektedir.

Barla Lâhikası, s. 9


Lügatçe:


tereddi: Gerileme, alçalma.

tedennî-i mutlaka: Mutlak geri kalma, alçalma.


16.11.2006




‘Cehennem de olsa beka’ istemek!




Belirsizlik kadar insan ruhunu sıkan, daraltan birşey olmasa gerek. Onun için ‘En kötü karar, kararsızlıktan iyidir’ denilmiştir. Bu söz bana, inançsız bir insanın ölüm karşısında yaşadığı belirsizlik haliyle ‘Cehenneme girmeye bile razı oluşu’nu hatırlatır. Aynı zamanda Bediüzzaman’ın, insan ruhunun ebediyete olan meftunluğunu, ‘Cehennem de olsa beka isterim’ vurgusuyla dile getirmesinin hiçbir abartı içermediğini de. Şöyle demiştir o:

“Bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: ‘Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?’ Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden ‘Ah!’ çekti. ‘Cehennem de olsa beka isterim’ dedi.”1

Bediüzzaman, bu vurguyu çokça yapar. Onun bu vurgusu, Risâlelerde, sadece küçüklüğüne ait bir hatıra olarak değil, aynı zamanda ‘vicdanî bir hüküm’ olarak da ifade edilmiştir. İşârâtü’l-İ’câz’da şöyle denilir:

“O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun-velev Cehennemde olsun-ademden daha hayırlı olduğu vicdani bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır...”2

Vaktiyle bir internet sitesinde, ateist birinin itiraflarını okumuştum. Şöyle feryad ediyordu:

“Şu an hayatımda yaptıklarım hiçbir işe yaramayacak mı? Sınavdan iyi not almam, sevdiğim kızın gözlerine bakmam, karnımı doyurmam... Bunlar sadece bir hiçten ibaret mi? Yaptığım şeyler öldükten sonra değerini yitirecek mi? E o zaman ben bunları neden yapıyorum? Ne işime yarayacak? Neden şimdi ölmüyorum da illâ güzel şeyleri yaptıktan, o hisleri yaşamak istedikten sonra ölmek zorundayım? Cehenneme gitmeye bile razıyım. Yeter ki şu an düşündüklerim ve yaşadıklarım, yani ruhum, aklım, hiç kaybolmasın, devam etsin.”

“Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır”3 sözünü hatırlatan bu feryadlarla, verilecek ön kötü kararı, yani Cehennemi,—inanmayı da denemediği için—kendince belirsizliğe, yokluğa tercih etmekteydi bu kişi. Vicdanıyla söylediği bir sözdü bu. Bediüzzaman’ın “Vücudun—velev Cehennemde olsun—ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür” sözünü teyid ediyordu bu anlamda. Vicdan ise yalan söylemezdi. Çünkü fıtrattı. Öyleyse, çoğunlukla ölümle burun buruna geldiğinde inançsız insanların sarfettiği bu türden cümleler, samimi itiraflar olmalıydı.

İşte bunlardan biri de seksen üç yıllık ömrünün yetmiş yılını Yugoslav komünizmi uğruna harcayan Tito’dur. Onun da, kaçınılmaz son olan ölümle yüz yüze geldiğinde, yanında bulunan ‘yoldaş’larına dilinden şu itiraflar dökülmüş, ama o ‘en kötü karar’ olarak Cehennemi değil, ‘iyi bir karar’ vererek Cenneti dilemeyi tercih etmişti:

“Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum: Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükâfat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana. Vay, yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar? Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin, bu gidiş nereye? Bunların izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor... İtiraf etmek zorundayım; ben Allah’a, Peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil… Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz…”

Evet, inançsızlık hâlet-i ruhiyesinin insanı içine düşürdüğü hallerdir bunlar. Böyle bir durumda insan, fıtratının sesini dinleyip hakikatı bulamazsa yapabileceği iki şey vardır: Ya vicdanından yükselen hak sese kulağını tıkayarak, dünyanın zevk ü sefasından yararlanmaya bakacak. Bu ise, Bediüzzaman’ın “Vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç âlâm-ı şedideden kurtulmak için, tesellilerle hissini iptal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister” sözlerinde ifade ettiği gibi boş bir teselliden ibarettir. Ya da, daha Cehenneme gitmeden Cehennemden beter bir azabı çekmeye razı olacaktır. Bu durum ise, insanı yer bitirir, yaşadıklarının hiçbir anlamı kalmaz. Bediüzzaman’ın tâbiriyle “Cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azâbı çeker” ve “dünyaya geldiğine bin defa nedamet eder, lânet okur.” İşte böyle bir haldir ki, öldükten sonra dirilişe inanmadığı halde, bir umut eseri olarak “Yok olmaktansa Cehenneme gitmeye razıyım” bile dedirtebilmektedir insana. Ve ne hazindir ki, eğer iman etmezse, anlamsız bulduğu hayatına kendi eliyle son vermeye kadar gidebilir bu durum...



Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 201

2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 81-82

3- Lem'alar, s. 21

İsmail TEZER

16.11.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
17,11,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



"Biz ve gelip geçmiş atalarımız ölüp toprağa karıştıktan ve kemik yığını haline geldikten sonra mı tekrar diriltileceğiz?"


Sâffât Sûresi: 16-17


17.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Karanlık gecelerde camilere gidenler var ya, Allah'ın rahmetine dalanlar onlardır.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3795


17.11.2006




Hangi cür’etle vicdan hürriyetini ihlâl ediyorsunuz?



Bu yakınlarda ehl-i ilhâdın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir sûret aldığından, çok bîçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nev’inden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. “Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?” denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî istibdatla oynayan firavunmeşrep komitenin başlarına derim ki: Ey ehl-i bid’a ve ilhad! Altı suâlime cevap isterim.

Birincisi: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usûlü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usûlle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünkü böyle husûsî ibâdâtta kanun yapılmaz ve kanun olamaz.

İkincisi: Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde, hemen umumiyetle hükümfermâ “hürriyet-i vicdan” düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde, dinsizliği mutaassıbâne kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette—saklı kalmayacak—sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız halde; nasıl yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir sûrette bozmaya çalışıyorsunuz?

Mektûbât, s. 416


Lügatçe:


ehl-i ilhâd: Hak yoldan sapanlar, dinsizler.

istihkar: Hakir görme, küçümseme.

lâdinî: Din dışı, dinle alâkası olmayan.


17.11.2006
 

zelal

Asistan
Katılım
13 Haz 2006
Mesajlar
970
Tepkime puanı
1
Puanları
0
güzel bir sıhbet kısa olmasına çok sevindim bazı yerlerini anlamakta güçlük çeksemde risale-i nur okumayı çok seviyorum Allah razı olsun
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
18,11,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



De ki: “Evet, hem de hor ve hakir olarak diriltileceksiniz. Buna tek bir ses yeter.” Onların da birden gözleri açılıverir.



Sâffât Sûresi: 18-19


18.11.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Musibetler, yüzlerin karardığı Kıyâmet Gününde sahibinin yüzünü ak eder.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3796


18.11.2006




Gençler, ahiret inancını kaybederse...



İnsanların hayat-ı içtimâiyesinin medârı olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyâtlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevâlarını tecavüzâttan ve zulümlerden ve tahribâttan durduran ve hayat-ı içtimâiyenin hüsn-ü cereyânını temin eden, yalnız Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endişesi olmazsa, “Galip olan hükmeder” kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesâtları peşinde bîçare zayıflara, âcizlere dünyayı Cehenneme çevireceklerdi. Ve yüksek insaniyeti, gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi...

Şuâlar, s. 167

***

Nev-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler, hevesatları galeyanda, hissiyata mağlûp, cüretkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse, hayat-ı içtimaiyede, ehl-i namusun malı ve ırzı ve zayıf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için bir mes’ut hanenin saadetini mahveder ve bu gibi, hapiste dört beş sene azap çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. “Gerçi hükümet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâlin melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım” diye, birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar.

Şuâlar, s. 203

***

Eğer, bu hakikat-i haşriyenin neticeleri, insaniyetten çıksa, o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini ispat eder. Beşerin idare ve ahlâk ve içtimâiyâtı ile çok alâkadar olan içtimâiyyun ve siyâsiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın. Gelsinler; bu boşluğu ne ile doldurabilirler? Ve bu derin yaraları ne ile tedâvi edebilirler?

Şuâlar, s. 167


18.11.2006
 
Üst