Günlük Sohbetler

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
08,07,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



De ki: Eğer haktan sapmışsam vebâli banadır. Eğer doğru yolda isem, o da Rabbimin bana vahyi sayesindedir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işitir, her şeye her şeyden yakındır.


Sebe’ Sûresi: 50


07.08.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim ki Allah ve meleklerinden başka kimsenin görmediği tenha bir yerde iki rek’ât namaz kılarsa, Allah onun için Cehennem ateşinden kurtuluş beratı yazar.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3674


07.08.2006




Mü’minin mü’mine duâsı



Birinci Suâliniz: Mü’minin mü’mine en iyi duâsı nasıl olmalıdır?

Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde duâ makbul olur. Şerâit-i kabulün içtimaı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.

Ezcümle, duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir duâ olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duânın ortasında bir duâ makbul olur.

* Hem bizahri’l-gayb, yani gıyaben ona duâ etmek,

* Hem hadiste ve Kur’ân’da gelen me’sur duâlarla duâ etmek; meselâ,

“Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum.” (en-Nevevî, el-Ezkâr, 74; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1: 517.)

“Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azâbından koru.” (Bakara Sûresi, 2: 201.) gibi câmi duâlarla duâ etmek

* Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble duâ etmek,

* Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra,

* Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde,

* Hem Cumada, hususan saat-i icabede,

* Hem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede,

* Hem Ramazan’da, hususan Leyle-i Kadirde duâ etmek, kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyyen me’muldür.

O makbul duânın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, duâ kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.


Mektubat, s. 270


Lügatçe:


şerâit: Şartlar.

me’sur: Tesirli.

mevâki-i mübareke: Mübarek mevkiler.

saat-i icabe: Duânın kabul edildiği insanlarca bilinmeyen Cuma gününde bir vakit.

leyâli-i meşhure: Meşhur geceler.

Bediüzzaman Said NURSİ

07.08.2006
 

züleyha

Üye
Katılım
7 Ağu 2006
Mesajlar
30
Tepkime puanı
0
Puanları
0
çok güzel şahsen bende nur talabesi olmayan çalışan bir insan olarak sizin bu şekilde sohbetlerinizi paylaşmanız çok hoşuma gitti Allah sizden razı olsun
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Allah razı olsun züleyha sormak istediğin paylaşmak istediğin olursa emrine amadeyim
Selametle...
 

züleyha

Üye
Katılım
7 Ağu 2006
Mesajlar
30
Tepkime puanı
0
Puanları
0
NurTalebesi' Alıntı:
Allah razı olsun züleyha sormak istediğin paylaşmak istediğin olursa emrine amadeyim
Selametle...

cümlemizden ecmain bu ince davranışınız için teşekkürler merak ettiğim bir şey olursa soracağım inşAllah

Allah'a emanet olun
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
08,08,2006

İslâm kardeşliği uyanmalı



Rüyanın zeyli

Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.

İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.

İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, “ba’de harabi’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.

İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.

İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.

Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. “Fa’tebirû” (İbret alınız!)

“Zaruret yasakları mübah kıldığı gibi zorlukları da kolaylaştır.” Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiyesiyle câmusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret...

Hem darb-ı mesel olmuş, keçi, kurttan havfı, ıztırar vaktinde mukavemete inkılâp eder; boynuzuyla kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat...

Fıtrî meyelan, mukavemet-sûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa mâruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.

Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi fıtrî bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün burudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir.

Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir.

Birgün olur elbette doğar şems-i hakikat

Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem?


Sünûhat, s. 71-73


Lügatçe:


keffâretü’z-zünub: Günahların keffareti.

kessâretü’z-zünub: Günahların çoğalması.

taarrüf: Tanışma.

tevhid-i efkâr: Fikir ve görüş birliği.

teavün: Yardımlaşma.

teşrik-i mesai: Çalışma ortaklığı, işbirliği yapma.

tazammun: İçine alma.

maslahat-ı vâsia-i içtimaiye: Topluma ait büyük fayda.

Ba’de harabi’l-Basra: Basra yıkıldıktan sonra. Mec. İş işten geçtikten sonra.

şedd-i rahl: Yola çıkma, yolcu olma.

havf: Korku.

mukavemet-sûz: Dayanılmaz.

meyl-i inbisat: Genişleme meyli.

burudet: Soğukluk, soğuk olma.

âlempesent: Âlemce meşhur, dünyaca takdir edilen.

Bediüzzaman Said NURSİ
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
08,08,2006

İslâm kardeşliği uyanmalı



Rüyanın zeyli

Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.

İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.

İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, “ba’de harabi’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.

İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.

İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.

Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. “Fa’tebirû” (İbret alınız!)

“Zaruret yasakları mübah kıldığı gibi zorlukları da kolaylaştır.” Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiyesiyle câmusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret...

Hem darb-ı mesel olmuş, keçi, kurttan havfı, ıztırar vaktinde mukavemete inkılâp eder; boynuzuyla kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat...

Fıtrî meyelan, mukavemet-sûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa mâruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.

Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi fıtrî bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün burudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir.

Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir.

Birgün olur elbette doğar şems-i hakikat

Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem?


Sünûhat, s. 71-73


Lügatçe:


keffâretü’z-zünub: Günahların keffareti.

kessâretü’z-zünub: Günahların çoğalması.

taarrüf: Tanışma.

tevhid-i efkâr: Fikir ve görüş birliği.

teavün: Yardımlaşma.

teşrik-i mesai: Çalışma ortaklığı, işbirliği yapma.

tazammun: İçine alma.

maslahat-ı vâsia-i içtimaiye: Topluma ait büyük fayda.

Ba’de harabi’l-Basra: Basra yıkıldıktan sonra. Mec. İş işten geçtikten sonra.

şedd-i rahl: Yola çıkma, yolcu olma.

havf: Korku.

mukavemet-sûz: Dayanılmaz.

meyl-i inbisat: Genişleme meyli.

burudet: Soğukluk, soğuk olma.

âlempesent: Âlemce meşhur, dünyaca takdir edilen.

Bediüzzaman Said NURSİ
 

melde

helina_roje
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
2,238
Tepkime puanı
24
Puanları
0
Konum
Ankara
ALlah razı olsun kardeşim devamı gelmemiş inşallah ters bir şey yoktur bekliyoruz

selam ve dua ile
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
21,08,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



O Allah ki, rüzgârları gönderir, bulutları harekete geçirir.

Sonra o bulutları ölü bir beldeye sevk eder ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra tekrar diriltiriz.


Fâtır Sûresi: 9


21.08.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim ilim öğrenmeye çalışırsa bu onun geçmiş günahlarına keffaret olur.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3690


21.08.2006




Bediüzzaman’ın savaş ahlâkı -4-



—Dünden devam—


Bediüzzaman’ı üsera kampına götürürler. Burada şu şekilde şayan-ı takdir bir hadise cereyan eder. Şöyle ki:

Birgün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz; kumandan kızar. “Belki tanımamıştır” diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan, tercüman vasıtasıyla der:

“Beni herhalde tanımadılar?”

Bediüzzaman:

“Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.”

Kumandan:

“Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus çarına hakaret ediyorlar.” Bediüzzaman:

“Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman alimiyim. Îmanlı bir kimse, Cenâb-ı Hakkı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem” der.

Bunun üzerine Bediüzzaman dîvan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahîm neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

Fakat Bediüzzaman, “Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir” deyip, kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.

Nihayet îdamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i dîniyesini îfadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek Bediüzzaman’dan özür dileyip, “O hareketinizin mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz” diyerek, verilen îdam hükmünü geri aldırır.

Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır. Bütün hayatını, fisebîlillah Kur’ân’a, İslâmiyete, Sünnet-i Seniyyenin ihyasına hasr ve vakfeden bu fedakâr-ı İslâm, buralarda da katiyen boşdurmaz. İçerisinde bulunduğu muhiti tenvir ve irşad için çalışır. Bu müddet içinde kendisiyle beraber esarette bulunan zabitlere dersler veriyordu. Birgün, doksan zabit arkadaşına ders verdiği sırada, bir Rus kumandanı gelir, “Siyasî ders veriyor” diye, dersine mani olursa da, faaliyetinin dînî, ilmî, içtimaî olduğunu öğrenince serbest bıraktırır.

Nihayet, esaretten firar ile kurtulup, Petersburg ve Varşova’ya gelmeye muvaffak olur. Bilâhare, Viyana tarîkıyla H. 1334 senesinde İstanbul’a teşrif eder.


Tarihçe-i Hayat, s. 103


Lügatçe:


üsera: Esirler.

dîvan-ı harb: Sıkı yönetim mahkemesi.

Bediüzzaman Said NURSİ

21.08.2006


 

Enes

İhvan Forum Üye
Katılım
6 Haz 2006
Mesajlar
14,127
Tepkime puanı
1,243
Puanları
113
Konum
bâbil...
“Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman alimiyim. Îmanlı bir kimse, Cenâb-ı Hakkı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem”

Allahuekber...

Evet! hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir...

Allah razı olsun NurTalebesi kardeşim...
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
22,08,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Kim izzet istiyorsa, bilsin ki bütün izzet Allah'ındır. Güzel sözler Ona yükselir; onu da ihlâs ile yapılan güzel işler yükseltir. Mü'minlere kötülük yapmak için tuzak kuranlara ise şiddetli bir azap vardır. Öylelerinin tuzakları boşa çıkacaktır.


Fâtır Sûresi: 10


22.08.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



İlim öğrenmeye çalışanın rızkına Allah kefil olmuştur.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3691


22.08.2006




Bediüzzaman’ın savaş ahlâk -5-



Bediüzzaman, Kafkas Cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van’a çekildi...

O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib ile, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirini telif ediyordu. Bazan avcı hattında, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman, kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. İşârâtü’l-İ’câz’ın büyük bir kısmı bu vaziyette telif edilmiştir.

Tarihçe-i Hayat, s. 94

***

Tenbih

İşârâtü’l-İ’caz tefsiri, eski Harb-i Umuminin birinci senesinde, cephe-i harpte, me’hazsiz ve kitap mevcut olmadığı halde telif edilmiştir. Harp zamanının zarûretinden başka, dört sebebe binaen gayet muhtasar ve icazlı bir tarzda yazılmış; Fatiha ve nısf-ı evvel, daha mücmel, daha muhtasar kalmıştır.

Evvelâ: O zaman, izaha müsaade etmiyordu. Eski Said, icazlı ve kısa tabiratla ifade-i meram ediyordu.

Saniyen: Gayet zekî olan kendi talebelerinin derece-i fehimlerini düşünüyordu, başkaların anlamalarını düşünmüyordu.

Salisen: Eski Said, en dakik ve en ince olan nazm-ı Kur’ân’daki icazlı olan i’câzı beyan ettiği için, kısa ve ince düşmüştür. Fakat şimdi ise, Yeni Said nazarıyla mütalâa ettim: Elhak, Eski Said’in bütün hatiâtıyla beraber, şu tefsirdeki tetkikat-ı âliyesi, onun bir şaheseridir. Yazıldığı vakit daima şehid olmaya hazırlandığı için, halis bir niyetle ve belâgatın kanunlarına ve ulum-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için, hiçbirini cerh edemedim. Belki Cenâb-ı Hak, bu eseri ona kefâret-i zünub yapacak ve bu tefsiri de tam anlayacak adamları yetiştirecek inşaallah.

Eğer Birinci Harb-i Umumî gibi maniler olmasaydı, tefsirin şu birinci cildi, i’câz vücuhundan olan i’câz-ı nazmîyi beyan ettiği gibi, diğer cüzler ve mektuplar da müteferrik hakaik-i tefsiriyeyi içine alsaydı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyana güzel bir tefsir-i cami olurdu. Belki inşaallah, şu cüz-ü tefsir ve altmış altı adet, belki yüz otuz adet Sözler ve Mektubat risâleleriyle beraber me’haz olursa, ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur’ânî yazsın, inşaallah.

Said Nursî

İşârâtü’l-İ’câz, s. 9

***

Hem, İstanbul’da Fetva Emîni Ali Rıza Efendi, çok zaman bu tefsiri mütalâa ile, yanına gelen dostlarına müteaddit defalar, “Bu İşârâtü’l-İ’câz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir” diye yemin ederek îlân ediyordu.

Şark uleması, Şam ve Bağdat’ta büyük âlimler “İşârâtü’l-İ’caz gayet harika ve emsalsiz bir tefsirdir” diye istihsan etmişlerdir.

Tarihçe-i Hayat, s. 94


Lügatçe:


me’haz: Kaynak.

nısf-ı evvel: İlk yarısı.

îcâz: Az sözle çok mânâ ifade etme; veciz söyleme.

i’câz: Mucizelik; aciz bırakmak, insanların benzerini yapmada aciz kaldıkları şeyi yapmak.


22.08.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
24,08,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



O dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halkı getirir.


Fâtır Sûresi: 16


24.08.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim bir hastayı ziyaret ederse, dönünceye kadar Cennet bahçesi içerisindedir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3693


24.08.2006




Bediüzzaman’ın savaş ahlâkı -7-



Aziz kardeşlerim,

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. “Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenemez.” (En’am Sûresi: 164.) düsturu ile—ki “Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz”—işte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturuyla vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”

Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir.

Emirdağ Lâhikası, s. 455


24.08.2006
 

melde

helina_roje
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
2,238
Tepkime puanı
24
Puanları
0
Konum
Ankara
Allah razı olsun inan okurken insan bir tuhaf oluyor sayende hangi ayet ve hadislerin tefsir edildiğinide öğreniyorum hep devam edersin inşallah
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
İnşAllah nette olduğum sürece seyahat durumum oluyor mola veriyorum ama yeniasya gazatesinin sitesine girip lahika sayfasından hergün takip edebilirsiniz.Ayrıca o ayetlerin tefsiri değil
selametle...
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
25,08,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Kör ile gören, kâfir ile mü'min bir olmaz.


Fâtır Sûresi: 19


25.08.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim bir gün ve bir gece Müslüman ev halkının geçimini sağlarsa, Allah günahlarını bağışlar.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3694


25.08.2006




Bediüzzaman’ın savaş ahlâkı -8-



Tarîk-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edebü’d-Din ve’d-Dünya risalesinde vardır ki:

Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ Aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”

Hazret-i İsâ Aleyhisselâm demiş ki:

“Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir.”

Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.

Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler:

“Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.”

O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.”

İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir sûrette çok defa muzaffer olmuştur.

Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risâle-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, “Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.” (Nur Sûresi, 24:54.) olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ve gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.” (Kasas Sûresi, 28:56.) sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.

Öyleyse, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.

Lem’alar, 17. Lem’a, 13. Nota, s. 182


25.08.2006




Mühim bir vazife: Çocuklara Kur’ân öğretmek




“Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve başkalarına öğretendir”1 buyuruyor Hz. Peygamber (a.s.m.).

Risâle-i Nur müellifi, bu hadisi bir emr-i manevî telâkki etmiş olmalı ki, Barla Lâhikası’nda, talebelerinden ‘Refet Bey’e yazdığı bir mektubunda “herbir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’ân öğretmek”2 olduğunu ifade ediyor.

Bu mektubun yazıldığı 1930’lu yıllar,—her ne kadar okuma oranı düşükse de—bugüne kıyasla milletin Kur’ân harflerine daha ziyade âşinâ olduğu yıllardı. Bugün ise, 1928 yılında yapılan harf inkılâbının neticesinde, millet Kur’ân harflerine yabancılaşmıştır. Bu da bir anlamda Kur’ân etrafındaki surlardan birinin yıkılması olmuştur. Bunu şu hadise ile daha iyi anlıyoruz: Bediüzzaman Hazretleri, 1. Dünya Savaşı öncesinde sadık bir rüyada, kendisini Ağrı Dağının altında görür. Dağ âniden infilak ederek, dağlar gibi parçalarını dünyanın her tarafına dağıtır... Bu esnada Peygamber Efendimiz (asm), kendisine emredercesine “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et!”, yani “Kur’ân’ın mucizeliğini açıkla, izah et!” der. Devamında rüyasını şöyle tabir eder Bediüzzaman:

“Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak...”3

Evet, Kur’ân etrafındaki surlardan biri de “huruf-u Kur’âniye” (Kur’ân harfleri) idi. Dolayısıyla Bediüzzaman Hazretlerinin “herbir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’ân öğretmek” ifadesi, günümüz itibariyle daha bir ehemmiyet kazanmıştır.

Bu mânâyı bir başka mektubunda şöyle teyid eder Bediüzzaman: “İnebolu civarında bulunan ve Nurlara güzel kalemiyle çok hizmet eden kardeşlerimizden Mehmed Zekeriya’nın bir mektubunu aldım. Endişelerimi izale edip beni mesrur eyledi. Şimdi Nurların bir vazifesi olan çocuklara Kur’ân okutmak ve iman derslerini vermek hizmetiyle meşgul olduğunu yazıyor. Ona yazınız ki: Bu hizmetin, aynen eskide Nurlara çalışmanız gibi kıymetlidir.”4

Evet her iki mektup da, Nur Talebelerinin önemli vazifelerinden birinin de Kur’ân öğretmek olduğuna dikkat çekiyor.

Kur’ân okumayı öğrenmenin/öğretmenin ehemmiyetini vurgulaması açısından, şu ifadeler de dikkat çekicidir: “‘Hıfz-ı Kur’ân’a çalışmak ve Risâle-i Nur’u yazmak, bu zamanda hangisi takdim edilse daha iyidir?’ diye suâlinizin cevabı bedihîdir. Çünkü, bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’ân’ındır. Ve her harfinde, ondan ta binler sevap bulunan Kur’ân’ın hıfzı ve kırâati her hizmete mukaddem ve müreccahtır.”5

Lâkin bu sözleriyle yetinmemektedir Bediüzzaman. Sadece bunu söyleyip kalmak, birşeyleri eksik bırakacaktır çünkü. Onun için arkasından gelen ve “Fakat...” şeklinde devam eden cümle de önemlidir: “Fakat, Risâle-i Nur dahi o Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın hakaik-i imaniyesinin bürhanları, hüccetleri olduğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir.” Evet Kur’ân’ın lâfzına çalışmak ve hizmet etmek kadar, mânâsına hizmet etmek de önemlidir ki, Bediüzzaman bu kaydı düşmeyi ihmal etmez. Nitekim telif ettiği Risâle-i Nur Külliyatı, Kur’ân’ın mânâsının, hakikatlerinin tefsir ve izahıdır ve bu yönüyle Kur’ân’ın okunmasına ve ezberlenmesine vesile olmuştur ve olmaktadır da.

Aslında Kur’ân’ın mânâsı ile lâfzı birbirini tamamlamaktadır. Biri diğerine tercih edilemez. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, bütün himmet ve gayretini Kur’ân öğretmeye ve hafız yetiştirmeye veren Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin bu hizmetleri için “Biz Kur’ân’ın mânâsına, onlar ise lâfzına çalışıyorlar” derken de, bu tamamlayıcılığa dikkat çekmiştir. Benzer tarzda bir başka hatırada da, kendisini ziyarete gelen hafızlara Kur’ân’ı hıfzetmenin ehemmiyetinden bahsederek “Siz de hafızsınız, biz de. Biz Kur’ân’ın mânâsını, siz de lafzını muhafaza ediyorsunuz”6 dediği nakledilir.

Evet, Kur’ân’ın lâfzı mu’cizedir ve mânâsına hayattar bir cild olmuştur adeta. Lâfız mânâyı korumaktadır. Cild çıkarılsa nasıl vücud hayatını devam ettiremezse, lâfız da önemsenmez ve ihmal edilirse Kur’ân’ın ruhu ve hayatı hükmündeki mânâlar zarar görür. Onun için Kur’ân’ın lâfzının muhafazası ve yüzünden okunması önemlidir. Bu konuda yapılan Kur’ân hizmeti de, Bediüzzaman dilinde her hizmetten üstündür ve önceliği vardır.

Dipnotlar:

1- Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 21.

2- Barla Lâhikası, s. 173.

3- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 201.

4- Emirdağ Lâhikası, s. 152.

5- Kastamonu Lâhikası, s. 47.

6- Son Şahitler, c. 4, s. 313.

İsmail TEZER

25.08.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
26,08,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Karanlıkla ışık, inkâr ile îman bir olmaz.


Fâtır Sûresi: 20


26.08.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim ki üç kız çocuğunu geçindirir, onları terbiye eder, evlendirir ve onlara iyilikte bulunursa ona Cennet vardır.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3695


26.08.2006




İslâm âlemi niçin esaret altında?



Medar-i ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri hâlde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.

İşte, ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevî düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.

Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.”

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı “Mü’minler ancak kardeştirler.” (Hucurat Sûresi, 49:10.) kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, “Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir.” (Buharî, Salât: 88) düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.


Mektûbât, s. 260


Lügatçe:


maraz-ı hayat-ı içtimaî: Sosyal hayatla ilgili hastalık.

teshil: Kolaylaştırma.

mesâib: Musibetler.

uhuvvet-i İslâmiye: İslâmiyet kardeşliği.

eşhâs-ı müdhişe-i muzırra: Zararlı dehşetli şahıslar.

tahassun:

Sığınma.

Bediüzzaman Said NURSİ

26.08.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
27,08,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Gölge ile sıcak, Cennet ile Cehennem bir olmaz.


Fâtır Sûresi, 21


27.08.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim ki çocuğu ölmüş bir kadını tesellî ederse Cennette ona bir aba giydirilir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3696


27.08.2006




Binlerce günaha nasıl mukabele edilir?



Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara maruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. “Bu kadar günahlara karşı insanın hususi ibadet ve takvâsı nasıl mukabele edebilir?” diye meyusâne düşündüm.

Hayat-ı içtimaiyedeki Risâle-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risâle-i Nur şakirtleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’âniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

Risâle-i Nur’un hakikî ve sadık şakirtlerinin mâbeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i âmâl-i uhreviye kanunuyla ve samîmî ve halis tesanüd sırrıyla herbir halis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille mukabele eder. Bazı melâikenin kırk bin dille zikrettikleri gibi, halis, hakikî, müttakî bir şakirt dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risâle-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takvâ ve içtinab-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir.

Kastamonu Lâhikası, s. 67


Lügatçe:


meyusâne: Hüzünlü.

tahattur: Hatırlama.

necat: Kurtuluş.

Beşaret-i Aleviye ve Gavsiye: Hz. Ali ve Abdulkadir-i Geylanî Hazretlerinin müjdeleri.

mütehayyir: Hayret içinde.

mâbeyn: Arasında.

iştirak-i âmâl-i uhreviye: Ahirete ait amellerde ortaklık.

müttakî: Allah’tan korkan, takva sahibi.

içtinab-ı kebâir: Büyük günahlardan sakınmak.


27.08.2006
 
Üst