Günlük Sohbetler

derya

Üye
Katılım
22 Tem 2006
Mesajlar
178
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
35
Kısaca çalış çalış çalış:)takva için
 

RaBiA

Asistan
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
448
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
36
Konum
şehr-i yar
Allah razı olsun bacım paylaşım için.İnşaallah bizlerde tesbihatlarımızı düzenli şekilde yapalım.Her duamızda diğer kardeşlerimize de dua ediyoruz.Bundan 3 yıl önce 125 milyon Risale-i Nur talebesi vardı.Hepsinin duasından istifade edebilmek için Risale-i Nur'a iyi bir talabe olmalı ve tesbihatlarımızı tam yapmalıyız inşaallah :)
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
28,08,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Dirilerle ölüler de bir olmaz. Allah dilediğine hakkı işittirir. Sen ise kabirde yatanlar gibi kalbleri ölmüş kâfirlere dâvetini işittiremezsin.


Fâtır Sûresi, 22


28.08.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim ki musîbete uğramış birisini tesellî ederse onun sevabı kadar sevap kazanır.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3697


28.08.2006




Sünnetin her meselesinde bir hikmet var



“Fein tevellev fe kul hasbiyallahü” (Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter... / Tevbe: 129) dan evvelki olan “Lekad câeküm resûlün (ila ahir)” (Ey insanlar, size kendi içinizden bir peygamber geldi. / Tevbe: 128) âyeti, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemâl-i şefkat ve nihayet re’fetini gösterdikten sonra, şu “Fein tevellev...” âyetiyle der ki:

“Ey insanlar, ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve mânevî yaralarınız için, kemâl-i şefkatle, getirdiği ahkâm ve Sünnet-i Seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zâtın bedihî şefkatini inkâr etmek ve gözle görünen re’fetini itham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz.

“Ve ey şefkatli Resûl ve ey re’fetli Nebî! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler, merak etme. Semâvat ve arzın cünudu taht-ı emrinde olan, Arş-ı Azîm-i Muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zât-ı Zülcelâl sana kâfidir. Hakikî muti taifeleri senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir.”

Evet, Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu dâvânın ispatına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risale-i Nuriye, Sünnet-i Ahmediyenin ve Şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş seksen şahid-i sadık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa, yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin risâle, o hikmetleri bitiremeyecek.

Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübâtım var ki, mesâil-i şeriatla Sünnet-i Seniyye düsturları, emrâz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emrâz-ı içtimaiyede gayet nâfi birer devâdır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risâlelerde ihsas ettiğimi ilân ediyorum. Bu dâvâmda tereddüt edenler, Risâle-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar.

İşte böyle bir zâtın Sünnet-i Seniyyesine elden geldiği kadar ittibâa çalışmak ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.

Lem’alar, 11. Lem’a, s. 107


28.08.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
09,09,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



.... İnkâr edenin inkârı kendi aleyhinedir; o kâfirlerin inkârları ancak Rablerinin katında rahmetten mahrumiyetlerini artırır. Kâfirlerin inkârı, kendi hüsranlarından başka birşey de arttırmaz.


Fâtır Sûresi: 39


09.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kur'ân hakkında şahsî görüşüne göre konuşan isabet de etse hata etmiştir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3714


09.09.2006




Eşler birbirinin ıslâhına çalışmalıdır



Şimdi âile hayatında en mühim nokta budur ki:

Kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik görse, o da kocasının inadına, kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askeriyedeki itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslâha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa, o da kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara göstermeye ve sevdirmeye çalışsa, her cihetle zarar eder. Çünkü hakikî sadakati bırakan, dünyada da cezasını görür. Çünkü nâmahremlerin nazarından fıtratı korkar, sıkılır, çekilir. Nâmahrem yirmi erkeğin on sekizinin nazarından istiskal eder. Erkek ise, nâmahrem yüz kadından, ancak birisinden istiskal eder, bakmasından sıkılır. Kadın o cihette azap çektiği gibi, sadakatsizlik ithamı altına girer, zaafiyetiyle beraber; hukukunu muhafaza edemez.

Elhasıl: Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de, o mâsum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için, fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü, erkek sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar birşey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için, sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker.

Az olmayan bu nevi vukuat da gösteriyor ki, mübarek taife-i nisâiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin.

Hemşirelerim! Mahremce bu sözümü size söylüyorum:

Maişet derdi için, serseri, ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nevinden kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız. Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşaallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslâh olur. Yoksa, şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz.

Lem’alar, 24, Lem’a, s. 262


Lügatçe:


zîr ü zeber: Alt üst, karma karışık, darma dağınık.

istiskal: Ağır bulup hoşlanmadığını belirtme.

frenkmeşrep: Avrupalı gibi, batılıları taklit eden.
 

melde

helina_roje
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
2,238
Tepkime puanı
24
Puanları
0
Konum
Ankara
Allah razı olsun kardeşim severek okuyordum ara vermiştiniz sanırım biraz yeniden devam etmeniz çok güzel teşekkürler
 

hakan

Paylaşımcı
Katılım
18 Haz 2006
Mesajlar
308
Tepkime puanı
6
Puanları
0
allah razı nurtalebesi
 

imanhavuzu

Üye
Katılım
6 Eyl 2006
Mesajlar
76
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Allah razı olsun . RABBİM ibadetini arttırsın (amin)
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
10,09,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Gökleri ve yeri yok olup gitmekten şüphesiz ki Allah korur. Eğer onlar yıkılacak olsa Allah'tan

başka onları hiç kimse tutamaz.


Fâtır Sûresi: 41


10.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim inanarak ve sevabını Allah'tan umarak Ramazan ayının gecelerini ibadetle ihya ederse geçmiş günahları affolunur.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3715


10.09.2006




Helâl dâiresi keyfe kâfîdir



Üçüncü Nükte

Aziz hemşîrelerim!

Katiyen biliniz ki, dâire-i meşrûanın haricindeki zevklerde, lezzetlerde, on derece onlardan ziyâde elemler ve zahmetler bulunduğunu, Risâle-i Nur yüzer kuvvetli delillerle, hâdisatlarla ispat etmiştir. Uzun tafsilâtını Risâle-i Nur’da bulabilirsiniz.

Ezcümle, Küçük Sözler’den Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler ve Gençlik Rehberi benim bedelime sizlere tam bu hakikati gösterecek. Onun için, dâire-i meşrûadaki keyfe iktifâ ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki mâsum evlâtlarınızla mâsûmâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.

Hem katiyen biliniz ki, bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet iman dâiresindedir ve imandadır. Ve a’mâl-i salihanın herbirisinde bir mânevî lezzet var. Ve dalâlet ve sefâhette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risâle-i Nur yüzer katî delillerle ispat etmiştir. Adeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalâlette ve sefâhette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hâdiselerle aynelyakîn görmüşüm ve Risâle-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış. En şedit muannid ve mûterizlerin eline girip, hem resmî ehl-i vukuflar ve mahkemeler o hakikati cerh edememişler. Şimdi sizin gibi mübarek ve mâsum hemşirelerime ve evlâtlarım hükmünde küçüklerinize, başta Tesettür Risâlesi ve Gençlik Rehberi ve Küçük Sözler benim bedelime sizlere ders versin.

Ben işittim ki, benim size camide ders vermekliğimi arzu ediyorsunuz. Fakat benim perişaniyetimle beraber hastalığım ve çok esbab, bu vaziyete müsaade etmiyor. Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün mânevî kazançlarıma ve duâlarıma Nur şakirtleri gibi dahil etmeye karar verdim. Eğer siz benim bedelime Risâle-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz, o vakit, kaidemiz mûcibince, bütün kardeşleriniz olan Nur şakirtlerinin mânevî kazançlarına ve duâlarına da hissedar oluyorsunuz.

Ben şimdi daha ziyade yazacaktım. Fakat çok hasta ve çok zayıf ve çok ihtiyar ve tashihat gibi çok vazifelerim bulunduğundan, şimdilik bu kadarla iktifâ ettim.

El-Bâkî Hüve’l-Bâkî

Duânıza muhtaç kardeşiniz

Said Nursî

Lem’alar, 24.

Lem’a, s. 263


Lügatçe:


a’mâl-i saliha: Salih, hayırlı işler.

dalâlet: Sapıklık.

sefâhet: Dinin yasak ettiği zevk ve eğlenceler.

aynelyakîn: Gözle görür derecede inanma.

muannid: İnatçı.

mûcib: Îcab eden, gerektiren.


10.09.2006
 
A

ada

Guest
Allah razı olsun Nurtalebesi seni yaradana kurban olayım bu güzel sohbetleri bizimle buluşturuyorsun dualarınızı esirgemeyin ne olur..
 

imanhavuzu

Üye
Katılım
6 Eyl 2006
Mesajlar
76
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Allah ibadetini arttırsın maaşallah güzel olmuş
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
11,09,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Eğer Allah insanları kazandıkları günahlar yüzünden hemen cezâlandıracak olsaydı, yeryüzünde tek bir canlı bırakmazdı.


Fâtır Sûresi: 45


11.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Kim inanarak ve sevabını Allah'tan umarak Kadir Gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3716


11.09.2006




Kıyametin bir nümunesi: Güz mevsimi



Kıyamete nümune olan güz mevsiminde, o dört yüz binden üç yüz bin nebatî ve hayvanî nevilerini, vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor.

Şuâlar, s.156

***

Her güz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nevi terhis ve izinlerdir.

Mesnevî-i Nûriye, s. 39-40

***

Küre-i arz, senevî mevsimler cihetinde bir ağaçtır. İsm-i Evvel cilvesiyle güz mevsiminde hafîziyete emanet edilen bütün tohumlar ve çekirdekler, bahar çarşafını giyen zemin yüzünün milyarlar dal, budak, meyve veren ve çiçek açan ağacının teşkilâtına dair İlâhî emirlerin mecmuacıkları ve kaderden gelen düsturların listeleri ve geçen yazın işlediği vazifelerin küçücük sahife-i amelleri ve defter-i hidematıdır ki, bilbedahe bir Hafîz-i Zülcelâl-i ve’l-İkramın hadsiz kudret, adalet, hikmet, rahmet ile iş gördüğünü gösteriyor.

Şuâlar, s.197

***

Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı, hazin firâk perdeleri arkasında, tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir.

Sözler, s. 210

***

Gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki, herbirisinin hadsiz efradı bulunan ve herbiri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevî nebatat ve küçücük hayvanat, o âlemle beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki, haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mucizeleri, kudret ve ilmin harikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a’mâllerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek Hafîz-ı Zülcelâlin himayesi altında, hikmetine emanet eder, sonra vefat ederler.

Şuâlar, s.130


Lügatçe:


İsm-i Evvel: Her şeyin öncesini iyi bilen Cenâb-ı Hak.

Hafîziyet: Koruma, muhafaza etme, saklama.

defter-i hidemat: Hizmetler defteri.

hudûs: Sonradan var edilme.
 

melde

helina_roje
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
2,238
Tepkime puanı
24
Puanları
0
Konum
Ankara
Allah razı olsun bunları ilerde belki e-kitap haline getireçek birini bulursam sizlede paylaşırım
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
12,09,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



... Fakat Allah onların cezâsını takdir edilmiş bir vakte kadar geri bırakır. O gün geldiğinde de, şüphesiz ki Allah kullarının her halini hakkıyla görücüdür.


Fâtır Sûresi: 45


12.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Görsünler ve duysunlar diye bir iş için ayağa kalkan kimse oturuncaya kadar Allah'ın gazabı içerisindedir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3717


12.09.2006




Kur’ân aleyhindeki dehşetli plan



undan on iki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık, Kur’ân’a karşı sû-i kastını, tercümesiyle yapmaya başlamış. Ve demiş ki: “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.” Yani, lüzumsuz tekrarâtı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş.

Fakat Risâle-i Nur’un cerh edilmez hüccetleri katî ispat etmiş ki, Kur’ân’ın hakîki tercümesi kâbil değil. Ve lisân-ı nahvî olan lisân-ı Arabî yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisân muhâfaza edemez. Ve herbir harfi on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin mu’cizâne ve cemiyetli tâbirlerinin yerinde beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz, diye Risâle-i Nur her tarafta intişârıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı.

Fakat, o zındıktan ders alan münâfıklar, yine şeytan hesâbına Kur’ân güneşini üflemekle söndürmeye, ahmak çocuklar gibi, ahmakàne ve dîvânecesine çalışmaları sebebiyle, bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette bu Onuncu Mesele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalar ile görüşemediğim için hakîkat-i hâli bilmiyorum.

Sözler, s. 425


Lügatçe:


muannid: İnatçı.

tekrarât: Tekrarlar.

cerh: Yaralama, çürütme.

hüccet: Delil, belge.

kâbil: Mümkün.

lisân-ı nahvî: Arabçanın bir vasfı, nahve âit dil, intizam ve kaidelere bağlı belâğat dili.

lisân-ı Arabî: Arap dili, Arapça.

kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri.

mu’cizâne: Mucizeli bir şekilde.

cemiyetli: Birçok şeyi bir arada bulunduran, kapsamlı.


12.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
17,09,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Biz onların boyunlarına öyle halkalar geçirdik ki, çenelerine kadar dayanır da hakka boyun eğmezler.


Yâsin Sûresi: 8


17.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Geceleyin yüz âyet okuyan kimsenin ismi gâfillerin defterine yazılmaz.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3722


17.09.2006




“İslâm kahramanı Adnan Menderes”



[Risâle-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyete büyük hizmetini kabul ve takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e Üstadın yazdığı bir mektup.]

Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hâl ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o surî konuşmak yerine, bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.

Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum.

Birincisi: İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsinden birisi, “Velâ teziru vâziratün vizra uhrâ” (En’âm Sûresi, 6:164) âyet-i kerîmesinin hakikatidir ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz.” Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, birtek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimâiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hâl bizde olsa pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır. Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor.

Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi ile, o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım—tâ ki mâsum çıkıncaya kadar.

İşte bu kanun-u esasî-i Kur’ânî hükmünce âsâyiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin celbine vesile olur. Madem Cenâb-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîmin bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtâr ediyor.

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: Şu hadîs-i şeriftir: “Seyyidü’l-kavmi hâdimühüm” (Keşfü’l-Hafâ, 2:463) hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil... Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zaafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi; adalet olmaz, esâsıyla da bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesîle olur.


Emirdağ Lâhikası, s. 393


—Devam edecek—

Bediüzzaman Said NURSİ

17.09.2006




Vazifeperverlik içinde vazifesiz kalmayalım




Kâinatta her şey o kadar itinayla vazifesini yerine getiriyor, mevcudât içerisinde vazifeperverlik üst düzeyde o kadar çok işliyor ki, görmeyen gözlere, hatta gözbebeklere tevhid delillerini gösteriyor.

Bahar mevsiminde bunu bir başka anlamıştık. Kışın kupkuru olan ağaçlar, öldükten sonraki dirilişi sahnelemek için çıkmıştı meydana.

Zîhayat varlıkların baharın gelmesiyle şenlenmesi (şenlendirmesi), hiç şüphesiz bunları yaratan Zatın her şeye gücünün yettiğini ve bu gördüğü işlerin bilgisi dahilinde olduğunu gösteriyor.

Hayvanların da bitkilerden aşağı kalır tarafı yok! En ufak hayvanlar arasındaki sinek, bize bağıra bağıra diyor ki: “Bana bakın, eğer benim mislim olsaydı veya benim gibi bir mahlûkun sanatlı bir şekilde sadece kanadını yapabilseydiniz, Allah celle celâlühû hiç inatçı münkirlere benden örnek verir miydi?” “En ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, bazan san’at ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan san’atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz.” (26. Lem’a, s. 711)

Üstad Bediüzzaman, sinek taifesini anlatırken, onların temizlik memurları, harp dahisi, hatta sıhhıye memurları gibi vazifeleriyle bizlere bu vazifeleri, hatta iman noktasında her vakit ubudiyetimizi hatırlattıklarını söyler. Meselâ sineklerin her vakit abdest alır gibi ellerini kollarını temizlemesinin, bize abdesti hatırlattığını vurgular.

Ya gezegenler, bu ne haşmet Ya Rabbi! Gezegenlerin, seyyârelerin büyüklüğü, sür’atleri, direksiz kâinat denizinde hareketleri, yakıt kullanmadan, bu hareketlilik içinde ses çıkarmadan, rahatsız etmeden mükemmel bir şekilde vazifelerini görmeleri, ancak varlığı zorunlu olan tek bir Zâtın haşmetini, kudretini, her şeye gücünün yettiğini, her şeyin bilgisinin Onun yanında olduğunu bizlere gösteriyor. Meselâ Dünya’nın, kendi ekseninde ve Güneş etrafında dönerken bir intizama göre hareket etmesi elbette bir Zâtın varlığını gösteriyor ki, sayısı nihayetsiz ecrâmı (gökcisimlerini), karıştırmadan kolay bir şekilde idare etmektedir.

Öte yandan bu mahlûkat, vazifelerini yerine getirmekte bir tereddüt yaşamamakta, verilen emre harfiyyen itaat etmektedir. Vazifelerini yapmayanlardan ise devamlı şekilde şikâyetler ettiklerini hadislerden okuyoruz. Hatta Risâle-i Nur’da ‘Sinek Bahsi’nde geçen kıssa meşhurdur: Hazret-i Mûsâ (a.s.) sineklerin tâcizlerine karşı şikâyet ederek, “Yâ Rab, bu muacciz mahlûkları ne için bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhâmen cevap gelmiş ki: “Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa suâl ediyorlar ki: ‘Yâ Rab, bu koca kafalı beşer Seni yalnız bir lisân ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisân ile Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardı.’” Sinekler bu sözleriyle, vazifelerini şevk ve zevkle yaptıklarını, yerli yerinde uygun hareket ettiklerini, kesintisiz bir şekilde hayatları müddetince, verilen görevi en iyi şekilde yaptıklarını gösteriyorlar.

Ama gafil insan, değil vazifesini tam anlamıyla yerine getirmek, verilen görevlerin ne olduğunu bile anlamakta zorluk çekiyor, hatta vazifeleri hatırlatıldığı zaman “Bu benim vazifem değil” deyip kaçabiliyor. Halbuki Rabbimiz “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” diyor açık bir şekilde. Bize görevler veriyor.

Elbette verilen görevleri anlamak için mutlaka yol gösteren kişilerin yardımına ihtiyacımız var ki, Rabbimiz bize peygamberler gönderiyor ve “Ey insan! Sen bu dünyaya neden geldin? Niçin yaşıyorsun? Nereye gidiyorsun?” gibi can alıcı soruları bizlere elçileriyle hatırlatıp, yine bizzat Kendisi cevaplıyor. Bu soruların cevabını en kâmil mânâda ise Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm), bizzat hayatıyla gösteriyor. Peygamber varisleri olarak vazifelerini icra eden âlimler de, bu mesajları asrın idrakine göre bizlere aktarıyor.

Yaşadığınız zaman dilimi içerisinde Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin görevlendirildiğini, bizlere Risâle-i Nur gibi bir eserle kıyamete kadar sürecek bir vazifeyi, hizmet anlayışını miras bıraktığını anlıyoruz. Bu vazifeyi bihakkın yerine getirmek için Üstad Bediüzzaman’a kulak verip, onun gösterdiği çizgide hareket etmeliyiz. Bizler ancak vazifeli zatları dinleyerek şuurlanabiliriz. Safımızı, tavrımızı, hareketimizi bu asrın görevlisini dinleyerek ancak doğru bir şekilde belirleyebiliriz.

Ne dersiniz bu asrın dersini dinleyerek vazifelenmeye...

Adem TEKLE

17.09.2006




SORULARLA RİSALE-İ NUR



Yağmur ve cenin


Soru: Yağmurun yağma vakti ve ana rahmindeki bebeğin kız ya da erkek olduğu bilinebilir mi?


Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkit sûretinde, Mugayyebât-ı Hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-ı mâderdeki cenînin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: "Rasathanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâıyla rahm-ı mâderdeki cenînin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek Mugayyebât-ı Hamseye ıttıla kabildir."

Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hassa-i İlâhiye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususî iradeye tâbi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki:

Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mahiyet vücut, hayat, nur, rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlâhiye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyeye bakar. Sair masnuatta zâhirî esbab kudretin tasarrufâtına perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicap oluyor. Fakat vücut, hayat, nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor.

Madem vücutta en mühim hakikat rahmet ve hayattır. Yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesâit perde olmayacak, kaide ve yeknesaklık dahi meşiet-i hassa-i İlâhiyeyi setretmeyecek. Tâ ki, her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip, şükür ve rica kapısı kapanırdı.

Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyâtı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar. İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü Mugayyebât-ı Hamseye ithal ediyor.

Rasathanelerdeki âletle bir yağmurun mukaddemâtını hissedip vaktini tayin etmek gaibi bilmek değil, belki gaipten çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddemâtına ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl en hafî umur-u gaybiye vukua geldikte, veyahut vukua yakın olduktan sonra, hiss-i kablelvukuun bir nev’iyle bilinir. O gaybı bilmek değil, belki o, mevcudu veya mukarrebü’l-vücudu bilmektir. Hattâ ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle, yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru Bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddemâtı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nevinden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaipten çıkıp daha şehadete girmeyen umura vusule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâmü’l-Guyûba mahsustur.

Kaldı ikinci mesele: Röntgen şuâıyla rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmekle "Rahimlerde olanı da O bilir." (Lokman Sûresi, 31:34.) âyetinin meâl-i gaybîsine münâfi olamaz. Çünkü, âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acip istidad-ı hususîsi ve istikbalde kesb edeceği vaziyetine medar olan mukadderât-ı hayatiyesinin mebâdileri, hattâ simasındaki gayet acip olan sikke-i samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâmü’l-Guyûba mahsustur. Yüz bin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakikî sima-yı veçhiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki, sima-yı veçhîsinden yüz defa daha harika olan, istidadındaki sima-yı mânevîyi keşfedebilsin!

Lem'alar, 16. Lem'a, s. 161


Lugatçe:


Mugayyebât-ı Hamse: Beş bilinmeyen. (Kıyâmetin ne zaman kopacağı, yağmurun ne zaman yağacağı, rahîmlerde olanı, kişinin yarın ne kazanacağı ve kişinin nerede, ne zaman öleceği.)

vakt-i nüzul: İniş vakti.

müzekker: Erkek.

müennes: Dişi, kadın.


17.09.2006




Münâcâtü'l-Kur’ân



TÂHÂ:


1. Ey yeri ve yüce gökleri yaratan ve hükümranlığı Arşı kaplayan Rahmân! (4-5)

2. Ey göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeylerle toprağın altında olanlar hep Kendisine âit olan! (6)

3. Ey gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilen! (7)

4. Ey Kıyâmet günü çok esirgeyici Zâtının korkusundan seslerin kısılıp, fısıltıdan başka birşey işitilmeyen! (108)


17.09.2006




Papalık’tan “dinsizliğe karşı cihad” tebriği



Tarih-i beşer, Risâle-i Nur gibi bir eser göstermiyor. Demek anlaşılıyor ki Risâle-i Nur Kur’ân’ın emsâlsiz bir tefsiridir.

Evet, Bediüzzaman Said Nursî’ye yalnız âlem-i İslâm değil, Hıristiyan dünyası da medyûn ve minnettardır ki, dinsizliğe karşı umumî cihâdında mazhar olduğu muvaffakıyet ve galibiyetten dolayı Roma’daki Papa dahi, kendisine resmen tebrik ve teşekkürnâme yazmıştır.


17.09.2006




Kuru ağaç kadar olamamak!



Sahih-i Tirmizî, nakl-i sahihle Hazret-i İbni Abbas’tan haber veriyorlar ki:

İbni Abbas dedi ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir a’râbîye ferman etti:

“Ben bu ağacın şu dalını çağırsam, yanıma gelse, iman edecek misin?”

“Evet” dedi. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çağırdı. O urcun, ağacının başından kopup, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına atladı, geldi. Sonra emretti, yine yerine gitti...

Acaba, o Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ağaçlar, misallerde göründüğü gibi, onu tanıyıp, risâletini tasdik edip, ona selâm ederek ziyaret edip emirlerini dinleyerek itaat ettiği halde, kendilerine insan diyen bir kısım câmid, akılsız mahlûklar onu tanımazsa, iman etmezse, kuru ağaçtan çok ednâ, odun parçası gibi ehemmiyetsiz, kıymetsiz olarak ateşe lâyık olmaz mı?


Mektubat, s. 129


17.09.2006
 

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
18,09,2006

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ



Bir de önlerine bir sed, arkalarına bir sed çekip gözlerini kapattık; artık hakkı göremezler.


Yâsin Sûresi: 9


18.09.2006




HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ



Bakara Sûresini okuyan kimseye Cennette bir taç giydirilir.


Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3723


18.09.2006




Cenâb-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak etsin



—Dünden devam—


Şimdi, Adnan Menderes gibi, “İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücûm etmek ihtimali kuvvetlidir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet sûretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.

İkinci hücûm da: İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp, evvelkisi gibi, bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla hem hürriyetperver dindar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sâir unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem bîçare Türkler aleyhine, hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faydadan bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acip tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kardeşin hergün “Allah’ım, erkek ve kadın bütün mü’minleri bağışla” duâ-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık, 400 milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir. Ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necip Türkler böyle hatâdan çekinirler. Bu iki taife herşeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsar ile tahakkuk ediyor. Bu acip tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı, kırk Sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muârazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi bulunan hakikat-i Kur’âniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saâdet-i ebediyenin zevklerine o câzibedar hakikatle beraber nokta-i istinad yapmak, o mezkûr muârızlarınıza ve hem dahil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çâre-i yegânedir. Yoksa, o insafsız dahilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi edilmeyecek bir tehlike olur.

Cenâb-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil duâ etmeye karar vereceğiz.


Emirdağ Lâhikası, s. 394

Bediüzzaman Said NURSİ

18.09.2006
 

kadem

Profesör
Katılım
19 Ağu 2006
Mesajlar
1,622
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Ce: 18,09,2006

Allah razı olsun kardeş
 
Üst