Ahmet Taşgetiren'le...
-Okuma serüveninizde sizi en çok etkileyen düşünce adamları ve kitaplar nelerdir?
-Gençliğimizden beri farklı alanlarımızda okumalarımız oldu. Yani, diyelim ki İmam Hatipli yıllarımızda Risale-i Nur’lardan başladığımızı söyleyebilirim. Gene İmam Hatipli yıllarımızda İhvan-ı Müslimin’in eserleri yayınlanmaya başlamıştı. Yani Seyyid Kutup, Muhammed Kutup gibi İhvan-ı Müsliminin önderlerinin kitapları yayınlanmaya başlamıştı.
Yine o yıllarda Sezai Karakoç’un “Diriliş”i yayınlanma başlamıştı. Yine o yıllarda Necip Fazıl merhumun Büyük Doğu ve diğer eserleri yayınlanmaya başlamıştı. Peyami Safa yazıyordu, o zaman romanları vesaire çıkmaya başlamıştı Bütün bunlar bizim faydalandığımız eserler içerisinde yer aldı.
Çok okumaya yöneltildik biz. Edebiyat dergisini çıkaran Nuri Pakdil, Maraşlı’dır. Onun da yoğun teşvikleri oldu. Bizim o dönemimizde, işte Vehbi Vakkasoğlu, İsmail Kıllıoğlu, Osman Sarı, Ziya Kazıcı gibi arkadaşlar. Bunlar üzerinde “aman okuyun, aman okuyun” diye çok yönlendirmeler olmuştur. Oralardan geliyoruz.
Sezai Karakoç’u Diriliş dergisinin ilk sayılarından itibaren iyi okumuşumdur, önemserim. Necip Fazıl’ı önemserim. Seyyid Kutub’un, Muhammed Kutub’un bizim düşünce dünyamızda önemli katkıları vardır. Onlardan alarak geliyoruz, kendi kişiliğimizi, düşüncelerimizi tasfiye ederek, yoğurarak geliyoruz.
Daha sonraki dönemlerde ben “Mücadele Birliği” içerisinde bulundum. Mücadele Birliği dünyasının da bir kültürel muhtevası vardır. Yani daha siyasi bilinç edinmek, sistem bilinci edinmekte oranın önemli katkılarını söylemek isterim. Ben bir Müslüman için siyasi şuur ve sistem şuurunun önemli olduğunu düşünürüm.
Aynı şey Seyyid Kutup vesaire onlarda da bulunuyordu. Hindistanlı alimler var; Nedeviler, Mevdudiler vesaire..Onlar da okuma alanımız içerisinde bulunmuşlardır.
Böyle bir harmanlama ile geliyoruz, devam ediyoruz. Okuma bitmiyor, okumaya devam ediyoruz..
-Türkiye'de yetmişli- seksenli yıllarda Seyyid Kutup ve Mevdudi vs tercüme eserler furyası varken, özellikle 28 Şubattan sonra yerli dinamiklere yönelinmesinin sebepleri nelerdir? Orada dikilen elbiseler buraya uymadı mı?
28 Şubat sonrası küresel alanda bir siyasal İslam karşıtlığı, radikal İslam karşıtlığı tarzında bir kampanya sürüyor. Bu, Amerika’nın geliştirdiği bir şey. Sovyetlerin dağılmasından sonra NATO’nun konsepti de bu istikamettedir. Yani, İslam’la ilgili bir boyut düşman kategorisine sokulmuştur. Düşman gibi kodlanmıştır.
Bunun adı da “Fundemantalist İslam, Radikal İslam, Entegrist İslam, Selefilik, Siyasal İslam.” Bunlar hemen hemen aynı anlama kullanılıyor ve bunlar götürülüp hemen İhvan-ı Müslim’in hareketi ile de bütünleştiriliyor. Yani, “İslam dünyasında bir selefilik var. Bu, siyasal İslam’ı besliyor. Ve İslam’dan yola çıkarak, insanları bir siyasi mücadele alanına sevk etmeye yol açıyor. Bu, devre dışı bırakılmalıdır. İslam, Ortadoğu’da krizlerin sebebidir. Bir takım sancıların sebebidir. Bunun sebebi de Siyasal İslam’dır” deniliyor.
Bu hareket sadece İslami hüviyeti ile dışlanıyor değil. Bu hareket aynı zamanda batının bu coğrafyadaki emperyalizmini, sömürgeciliğini de sorgulayan bir hareket. Dolayısıyla bu hareket siyasal nitelik kazanıp, ülkeleri yönetmeye başladığından itibaren batı ile o ülke arasında bir hesaplaşma dönemi başlayacak gibi kabul ediliyor. Onun için bu hareketin siyasal alanda önü kesilmek isteniyor.
Türkiye’deki 28 Şubat da bununla bağlantılıdır ve siyasal anlamda da Refah hareketi tasfiye sürecine sokulmuştur. Cezayir’de darbe yapılmıştır. Ürdün’de İhvan’ın önü kesilmiştir. Batı dünyası Mısır’da sırf bu yüzden, despot bir yönetimin devam etmesine göz yumuyor. Her yerde demokrasi istiyor, ama Hüsnü Mübarek’e demokrasi istemiyor.
Şimdi dolayısıyla, bütün dünyada Selefilik karşıtı bir söylem geliştirilmiş oldu. Bunun İslam dünyasında da karşılığı oluştu. Bir takım bizdeki yazanlar, çizenler tarafından, hakikaten sanki insanlar İhvan-ı Müslim’in düşüncesi ile temas kurarak çok kötü bir şey yapmışlar gibi bir tema işlendi, bir propaganda işlendi. Bu, yer yer İslami çevrelerde karşılığını buldu. Ama bence bu İslam ülkelerindeki İslam dışı sistemlerin problemiydi. İslam’ın bu tarz siyasal anlamda da toplumları etkileyip, yönetimi bir ölçüde belirlemesine karşı çıkıyorlardı. 11 Eylül sonrası, yerel sistemler bu kampanyaya paralel hareket etmeye başladılar.
Bunun üzerine İslami hareketler de baktılar ki küresel anlamda meşruiyet zeminleri yok ediliyor, hukuk dışına, yasa dışına itiliyorlar. Adamlar kapatıyor sizi. Darbe yapıyor. Size karşı darbeyi meşru görüyor. Hukuki düzenlemeleri size hayat hakkı vermeyecek nitelikte oluşturuyor.
Bunun üzerine İslami hareketler siyasal planda daha farklı bir formata girdiler. Sistemin normlarına daha uygunluk gösteren bir formata girdiler. Dini hüviyetlerini azalttılar. Söylemleri daha seküler bir görüntü kazandı.
Dolayısıyla bunun teorisi de oluştu. Bir takım insanlar “70-80’lerdeki tercüme hareketi bizim kafalarımızı bozdu. Bir yanlışa sürüklendik. Bu bir furyaydı. Şimdi kafalarımız düzeliyor” gibi algıladılar. Ben buna katılmıyorum. Yani o dönmede kafalarımız bozulmuş değildi. Aslında ciddi bir uyanış yaşanmıştı.
Selefilik farklı biçimlerde tartışılabilir, eleştirilebilir. Onun sünnetle ilgisi, İslam kültürü ile ilgisi, tasavvufla ilgisi tartışılabilir. Oradaki yanlışları söylenebilir. Ama bir Müslüman’ın siyasal bilinç kazanmasını, sistem bilinci kazanmasını ben yanlış görmüyorum.
Bu, bugünde gerekli olan bir şeydir. Çünkü o sistem bilincinden, siyasal bilinçten uzaklaştırıldığınızda, İslam ülkelerine Birinci dünya savaşından sonra öngörülen “din kalpte kalsın, sosyal hayatı belirleyici olmasın” yaklaşımına götürülmüş oluyorsunuz. Tabii ki insanlar etkileniyor. Bahsettiğiniz durum, Müslümanların zihninde gerçekleşen sekülerleşme, laikleşme ile bağlantılı bir hadise…
-Bir de o tercümelere karşı 70’li yıllarda Necip Fazılla, Hüseyin Hilmi Işık’la, Mehmed Şevket beyle vs. gelişen bir tepki de var. Bunu nasıl görüyorsunuz?
Ben onları onaylamıyorum. Benim şahsi düşüncem, Mevdudi’nin de, Seyyid Kutup’un da, Muhammed Kutup’un da, Said Havva’nın da, Hasan el Benna’nın da kendi ülkelerinde ciddi bir mücadele verdiklerini, kendi hayatlarında müslümanca yaşadıklarını ve İslam’ın hayat haline gelmesi için ciddi bir gayretin içerisinde olduklarını, bir takım zulümlere maruz kaldıklarını, kimisinin bunu hayatıyla ödediğini, onların mücadele verdikleri yapıları meşrulaştırmamak gerektiğini düşünüyorum.
Dediğim gibi, eserlerinde tartışılacak konular vardır, bulunur. Ama ben bütünüyle “merdudi” gibi, dinde reformcu gibi, mezhepsizler gibi, vesaire gibi sözlerin doğru olmadığını söyleyebilirim.
----
Yeni Osmanlı sert söylemlerinin kimlerle paralel yönde olduğunu bir daha düşünmeli.