Mektûbât-ı Rabbânî Köşesi...

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 345. Mektup

MEVZUU: Gönül birliğinin olmayışından şikâyette bulunan Mirza Kılıcullah'ın yazdığı arzuhalin cevabıdır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mirza Kılıcullah'a yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Allah'ın Resulüne. Sizlere dahi dualar etmekteyim.
***
Taziyeye dair yazılan mübarek mektup geldi.
Bir ayet-i kerime meali:
"Biz Allah içiniz; ona dönücüleriz."(2/156)
Biz Allah'ın kazasına razıyız. Bu, onun bize ihsan ettiği basan ile olmaktadır. Sizlere lâyık olanı dahi, ona razı olmanızdır. Dua ve Fatiha okuyarak, muavenette ve imdadda bulunmalısınız.
Halâs haberiniz, meserrete ve feraha sebep oldu. İki elemden biri bununla sükûnet buldu. Sübhan Allah'a hamd ve şükürler olsun.
Mana birliğinin olmayışından şikâyet edip yazmışsın.
Evet . dış dağınıklığının, batının tasarrufunda çok büyük tesiri vardır. Batında bir sıkıntı bulursan, yerinde olur ki, tevbe ve istiğfar ile onu toparlayasın. Eğer sıkıntılı bir durum meydana çıkarsa, onu da şu temcid kelimesi ile def etmek gerek:
-LA HAVLE VELA KUVVETE İLLA BİLLAHİL-ALİYYİL-AZÎM... (Güç ve
kuvvet yüce Azim Allah'tandır)
Bu vakitlerde, Muavvezeteyn surelerini okumak bir ganimettir. (113-114
surelerdir)
Kalan haller, hamd edilmesini icab ettirir. Daima ve her halde Allah'a hamd ü şükürler olsun. Cehennem ehli halinden Allah'a sığınırım.
Fakir'de zaaf eseri var. Bunun için de, hallerin tafsilinden geçtim.
Sübhan Allah bize ve size Şeriat-ı Mustafaviye caddesinde istikamet nasib eylesin. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet.
Vesselam.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 344. Mektup

MEVZUU: Vaaz ve nasihattir.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Şerafeddin Hüseyin'e yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm onun seçmiş olduğu kullarına,
***
Ey Pek Değerli Oğul,
Fırsat, ganimettir; yerinde olur ki, ömrün tamamı, hiçbir şey olmayan işlere sarf edümeye. Asıl yerinde olan odur ki, ömrün tamamı, yüce Hakkın razı olduğu şeylere harcana...
Beş vakit namazı, gönül birliği ve cemaatle, tadil-i erkânına riayet edilerek kılınmalıdır.
Teheccüd namazının dahi, terk edilmemesi yerinde olur.
Seher vakitlerinde istiğfar etmek dahi, boş yere harcanıp bırakılmamalıdır.
Tavşan uykusuna yatıp kanmamalıdır.
Peşin nazlara dahi aldanmak yerinde olmaz.
Ölümü hatırlamak, ahiret hallerini düşünmek göz önünde tutulmalıdır.
Hulasa...
Dünyadan iraz edip ahirete dönük olmalıdır; dünya ile, ancak zaruret mikdarı meşgul olmalıdır. Sair vakitlerde dahi, ahiret işlerini yapmakla meşgul olmalıdır.
Hasıl-ı kelâm: Kalb ağyar boyunduruğundan halâs olmalıdır. Zahir dahi, şeriat hükümleri ile süslenip bezenmelidir.
Bir mısra:
İş budur, kalanı hayalât...
Kalan haller hayırdır; vesselam.
***

 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 343. Mektup

MEVZUU : Şu iki sualin cevabıdır:
a) Rabıta bağının devamı..
b) Meşguliyette fütur..
***
NOT :İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Hace Muhammed Eşrefe ve Hacı Muhammed Firketî'ye yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile..
Allah'a hamd olsun; selâm seçmiş olduğu kullarına..
***
Pek aziz kardeş Eşrefin gönderdiği mektup geldi. Ona derc edilen keyfiyetler dahi anlaşıldı. Hace Muhammed Eşref, rabıta nisbetinin devamından yazıp demiş ki:
? Rabıta nisbeti, beni o kadar istilâ etti ki, namazda onu kendime mescud görmekteyim. Eğer onu atmak istesem, asla atılmıyor.
Bunun cevabı şudur:
Ey Muhib,
Bu devlet, taliplerin temenni ettikleri bir şeydir. Ve bu: Ancak binde bir kimseye verilir. Bu muamelenin sahibi, istidadlı, tam münasebeti olandır. İhtimal ki: Kendisine iktida eden zatın az sohbetinden bütün kemalât, cezbediliyor. Rabıta nasıl atılır ki: O, kendisine doğru secde edilendir; ama kendisi için secde edilen değil.. Mihraplar ve mescidler dahi bu manadan atılmazlar.
Bu gibi devletin zuhuru, ancak saidler zümresine müyesser olur. Ta ki, rabıta sahibi bütün hallerde, vasıtasını bile.. ona müteveccih ola.. Amma her vakitte.
Ne var ki, anlatılan devletten mahrum olan kimseye gelmez. Onlar, kendilerini, bu manadan müstağni sayıp şeyhlerinden yana, teveccüh kıblelerini tahrif etmişlerdir; muamelelerini dahi zay etmişlerdir.
***
Bu arada, çocukların anasının vefat haberini de yazmışsın. Bunun için:
? «Biz, Allah içiniz, ona dönücüleriz..» (2/156)
Dedikten sonra, fatiha okuduk. Kıraat esnasında icabet eseri anlaşıldı.
***
Mevlâna Hacz Muhammed'in anlattığına göre, iki aydan beri, kendisine meşguliyette (vazifesinde) bir fütur gelmiş. Daha önce var olan lezzet ve halâvet kalmamış.
Bunun için de, şöyle deriz:
Ey Muhib,
Gam çekmeye yer yok. Yeter ki şu iki şeye fütur gelmesin:
a) Sahib-i Şeriat Resulüllah S.A. efendimize tabi olmaya.. ona salât, selâm ve tahiyyet.
b) Şeyhe olan ihlâs ve mahabbete..
Bu iki şeyin bulunduğu yere, bin çeşit zulmet gelse, yine de zararı yoktur; ziyandan korkulmaz. Allah korusun, onlardan birinde noksan çıksa, hüsran içinde hüsran olur. İsterse, huzur içinde ve gönül birliği halinde olsun. Zira, böyle bir şey istidraçtır; kendisi için kötü sonuç vardır.
Yerinde olur ki: Sübhan Hak'tan bu iki şeyde sebat etmeyi bütün varlığı ile tazarru edip dileye.. Bunlarda istikamet sahibi olmayı, o Sübhan Zat'tan istemeli... Zira, işin esası, necatın medarı budur.
***
Selâm size ve diğer kardeşlere.. Bilhassa muhibb-i kadim Mevlâna Abdülgafur Semerkandi'ye..
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 342. Mektup

MEVZUU: Bu dünya hayâtınd en faziletli metaın gam ve hüzün olduğu... Bu sofranın en güzel nimeti ise elem ve musibettir...
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Maden-ı Fazilet Şeyh Abdülhak Dehlevi'ye yazmıştır.
Allah'a hamd olsun; seçmiş olduğu kullarına selam.
***
Ey Mükerrem Mahdum,
Elemler ve musibetler, her ne kadar ağır olsalar da; zira onlar, çekilen eziyetlerdir; lâkin onlarda ikram ümitleri vardır.
Bu dünya hayatının en güzel metaı da, gam ve hüzündür. Bu sofranın, ne kadar güzel nimetlidir o elem ve musibet... Bu, bir şekerdir ki; acı ince bir ilaç ktlıfına girmiştir. O şekerin tadını, saidlerin nazarı, bu hile yolundan almıştır. Bu acıyı da, şeker gibi yutarlar. Bu acılığı dahi, safralının aksine, ki o, tatlı bulamaz; şekerden daha tatlı bulurlar. Şu manadan ötürü ki, mahbubun bütün fiilleri tatlıdır. Ancak acıyı şu kimse bulur; Masiva ile alakadar olma illetine tutulmuştur. Halbuki saadet ehli, mahbudun elemlerinde öyle tatlılık bulur ki, onun benzerini nimetlerde dahi bulmak tasavvur edilemez. Aslında her ikisi de, her ne kadar mahbubdan gelmekte ise de, lâkin muhibbin nefsine elemden yana bir giriş yoktur. Nimetlerde ise, nefsin arzularının yerine gelmesi vardır.
Bir mısra:
Mübarek olsun, erbab-ı nimete erdikleri.
Allah'ın, bizi onların ecrinden mahrum bırakma; onlardan sonra da bizi fitneye düşürme.
***
Mübarek varlığınız, İslâm'ın gurbet vaktinde, ehl-i İslâm için bir ganimettir. Sübhan Allah, size selâm ihsan eyleyip baki kılsın. Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 341. Mektup

MEVZUU: Hazret-i Adem'in çamuru ve onun yoğurulmasında meleklerin hizmet dahli ve bunun dışında bazı suallere cevap mahiyetindedir.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevlâna Muhammed Sadık Keşmiri'ye yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Şalât ve selâm Allah'ın Resulüne. Sizlere dahi dualarımı bildiririm.
Mübarek mektubunuz ulaştı. Güzel, makbul hallerinizi de mutazammın olduğundan, ferahı mucib oldu.
O mektupta şöyle yazmışsın:
-Dirayette muamele o dereceye ulaştı ki; sıfatları zata hamletmeye güç yetiremiyorum. Ancak bu iş, zorla oluyor. Sübhan Hakkı dahi, her şeyin ötesinde görmekteyim.
Bunun için derim ki:
-Bu hamlin, tekellüfle (zorla) olmasının kalmamasına çalışmak gerek. Ta ki, iş, sırf hayrete müncer ola...
Ayrıca, Reşahat'ta anlatılan, Bayezid-i Bistami'nin şu cümlesinden soruyorsun:
-Sübhan Hak, Adem'in çamurunu ezelde yoğurduğu zaman, o çamura su kattım.
Ve bunun tevilini soruyorsun. Bilesin ki,
Melâike-i kiramın, Adem (as) peygamberin çamuru hizmetinde dahli vardır. Aynı şekilde, caiz olur ki, anlatılan ruhun dahi bu hizmette dahliola ve su atılma hizmeti ona bırakıla. Bu manaya dahi, bu unsura bağlı hayatından veya kemale erdikten sonra da, kendisi muttali kılınmış ola... (yani Bayezid...)
Bu hususta, şu mana dahi caiz olur: Sübhan Hak, mücerred ruhlara, cisimlerden sadır olacak fiilleri işleyecek şekilde bir kudret ihsan eylemiştir. Bu mana kabilindendir ki, bazı büyükler, bu unsura bağlı vücuda gelmeden asırlarca evvel, kendisinden sadır olan çok ağır işlerden haber vermiştir. Halbuki bu fiiller, onlann mücerred ruhlarından sudur etmiş olup, bu unsura bağlı vücudu bulduktan sonra, anlatılan manaya kendilerince bir ıttıla hasıl olmuştur.
Anlatılan fiillerin süduru, bir cemaatı tenasüh tevehhümüne düşürmüştür. Bu ruhların, bir başka bedenle alâka peydah ettiği tevehhümünden Allah'a sığınmak gerek. Halbuki mücerred ruh, öyle bir durum almıştır ki, Allah'ın verdiği kudretlerle bedenin yaptığı fiilleri yapar. Ama, bu durum hali kaypak olanları dalâlete düşürür.
Bu makamda söze yer çoktur; çok hayret verici tahkikat feyiz yollu gelmiştir. Eğer başarılı olursak, onları bir yerde inşaallah tesbit ederiz. Şu anda vakit müsait değildir.
***
Resahat'ta anlatılan şu cümleyi de sormuşsun:
-Hace Alâeddin Attar'ın (ks) Mevlâna Nizameddin Hamus'tan (ks) tarafa gönlü incinmiş. Bunun üzerine istemiş ki, ondaki bağlılığı ala... Böyle olunca, o vakitte, Mevlâna, Resulullah (sav) Efendimizin ruhaniyetine iltica etmiş.
Resulullah (sav) Efendimizden, Hazret-i Hace'ye şu hitap gelmiş:
-Nizameddin bizdendir; hiç kimsenin onda tasarrufa gücü yetmez. Bu kitabın bir başka yerinde ise, şöyle anlatılmaktadır:
-Mevlâna yaşlandıktan sonra; Hace Ahrar, ondaki intisabı almıştır. Bunun üzerine Mevlâna demiş ki:
-Hace, bizi yaşlı bulunca, her ne ki toplayıp cem ettim, nail oldum; onların hepsini aldı. İşin sonunda beni müflis bıraktı. Durum anlatıldığı gibi olunca, Resulullah (sav) Efendimizin:
-O bizdendir; hiç kimsenin onda tasarrufa gücü yetmez, buyurduğu bir kimse üzerinde Hace Ahrar nasıl tasarruf edebiliyor?
Bunun için şu cevabı veririz:
Bilesin ki,
Hazret-i Şeyhimiz, bu nakli iyi karşılamazdı. Mevlâna'daki intisabın alınması hususunda duraklar; tasdik etmezdi. Bunun için derdi ki:
-Mevlâna Nizameddin'in müridi olan Mevlâna Şadeddin Kaşgari'den, kendi müridlerinden olan ne Mevlâna Abdürrahman Cami, ne de diğerlerinden böyle bir nakil tesbit edilmemiştir. Bunlardan, ne red nakli gelmiştir; ne de kabul. Halbuki, bunlar oldukça geniş bir cemaattır. Bunu, Mevlâna Fahreddin Ali nereden duyup da yazmıştır?
Eğer bu haber doğru olsaydı, tevatür olarak anlatılırdı. Onun nakli için deliller de, böylece çok olurdu. Tevatüren anlatamadığına ve bir kimsenin haberine kaldığına göre, onun doğruluğunda tereddüd olduğu malum olur.
Resahat sahibi, bunlardan başka nakiller yapmıştı ki; onlar da bunun gibi doğru olmaktan uzaktır. Bu Silsile-i Aliyye'de o nakillerin doğruluğu hususunda tereddütler vardır.
En iyi bilen Sübhan Allah'tır.
Bundan başka Hazret-i Şeyhimiz derdi ki: iflas ettirmek, imanın selbidir.
Allahu Taala, böyle bir şeyden bizleri korusun. Bu manada cevaz vermek dahi cidden müşkil iştir.
Bir ayet-i kerime meali: . .
«Rabbımız, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimızı kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle; sen hibesi çok çok olansın. (3/8)
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 340. Mektup

MEVZUU: Şeyh Abdülaziz Confori'nin seklerine cevap. NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevlâna Muhammed Tahir Bedahşi'ye yazmıştır.
Allah'a hamd olsun; Allah'ın Resulüne salât. Sizlere dahi dualar etmekteyim. Uzun bir müddetten sonra, gönderdiğiniz mektubun gelmesi ferahı mucib oldu.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, sizi zahir batın birliği ile, muhalla ve müzeyyen eylesin. Hem de devamlı olarak.
***
Fakir, bu müddet içinde size üç tane mektup yazmıştım. Onlardan ancak bir tanesi size ulaşmış.
Mesafenin uzaklığı, mani bir özürdür.
Sizin mektubunuzla birlikte, Şeyh Abdülaziz'in yazdığı mektup dahi geldi. Ona yazılanlar da anlaşıldı. Ona yazılanlar arasında şu mana var.
Eğer mümkinatın hakikati olsaydı; ki bunlar ilmi ademlerin (yokların) suretleri olup, bu ademler dahi sıfatların zıtlarıdır. O zaman, bu ademlerin yüce mukaddes Zat'ta husul bulmaları lâzım gelirdi. Halbuki, Sübhan Allah böyle bir şeyden münezzehtir.
Üstte anlatılan mana, çok şaşırtıcı bir şüphedir. Bilmez mi ki, Sübhan Hak, eşyanın şerefini de kesifini de bilir. Ama, onların hiçbiri, Hazret-i Zat'ta hasıl olmuş değildir. Onlardan hiçbirinin Zat ile ittifası da yoktur. Bu surette husul nereden gelsin?
Ona dere edilen cümlelerden biri de şudur:
-Mümkinatın hakikatlarının hem vücudu, hem de sübutu olmak gerek; ademe bağlı değil. Zira, hakikatler, mümkinatın kendilerinden ve ruhlarından ibarettir.
Bunun için deriz ki:
-Evet, onların ilmi olarak vücudu ve sübutu vardır. Hakikatlerde bu kadarı lâzımdır. Onun için, yerinde olur ki, önce bu itirazı Şeyh Muhyiddin b.Arabi'ye yapa. (Allah sırrının kudsiyetini artırsın.) Zira o, bu manada şöyle demiştir:
-Ayan, vücud rayihasını koklamamıştır.
Asıl şaşırtıcı durum şu ki: O, hakikatları mümkinatın ruhları ve kendileri (yani: Nefisleri) olarak ele almış; ayan-ı sabiteyi ve malumatüllahı bırakmıştır.
O mektuba dere edilen bir mana dahi şudur:
-Enbiya, evliya ve mümkinattan sair insan fertleri; eğer bunların hakikatleri ademler (yoklar) olsaydı; bu büyük zümreden şeref çıkarılırdı; onlardaki kemal dahi yok olurdu. Amma nasıl çıkarılır ve yok olur? Zira, Sübhan Hak, bu ademleri, tam hikmeti ile, kâmil kudreti ile, güzel terbiyesi ile isimlerinin ve sıfatlarının akislerine ayna eyledi. Nübüvvet ve velayet şerefi ile de müşerref eyledi. Kemalâtının zılâli ile de süsledi. Muazzez ve mükerrem eyledi. Nitekim o Sübhan Hak, insanı hakir bir sudan yaratıp onu yüksek dereceye çıkardı.
Bunun için şu cevabı veririz:
-Hayret! İnsanın şerefini ve kerametini mülâhaza edip yüce mukaddes Vacib Zat'ın tenzihini bırakmaktadırlar. Bu manadan derler ki:
-Hepsi odur.
Böylece, hasis ve rezil eşyayı, Yüce Mukaddes Hakkın aynı sanırlar. Bu gibi sözlerden dahi hiç sakınmazlar. İnsan için de, ademiyet hakikatlarına cevaz vermezler; böyle bir şeyden de sakınırlar. Allahu Taala onlara insaf versin.
O mektuptaki cümleden biri de şudur:
-Üzerinde icma ile durulan bir bid'at yollu mana üzerine sözü kaldırmak mümkün değildir. Bunun için de, cevabımız şudur:
-Bid'at yollu kelâm olarak, biz şu cümleyi görmekteyiz:
-Hepsi odur.
Amma, şu cümleyi değil:
-Hepsi ondandır.
Ulemanın icma ile durduğu cümle budur. Melâmetin ve şenaatin dahi bu zamana kadar Füsus sahibine yöneltilmesi:
-Hepsi odur.
Cümlesi sebebi iledir. Bu Fakir'in maarifinin hasılı olarak, yapmış olduğum:
-Hepsi ondandır.
Cümlesi olup şer'an ve aklen makbuldür. Nasıl böyle olmasın ki: O mana keşif ve ilham ile tayid edilmiştir.
Bundan sonra Şeyh, anlatılan itirazları yazıp şefkat makamına tenezzül ederek şöyle yazmıştır:
-Eğer hakikatlardan, murad edilen insaniyet ruhları ise, bu (ulema topluluğuna) Cumhura muvafıktır.
Ne var ki, bilemedim; hangi sınıftır ki:
Demekle onları murad etmiştir. Zira, şu ana kadar hiç duyulmadı ki, bir kimse kalkıp da:
-Mümkinatın hakikatleri, insaniyet ruhlarıdır, demiş olsun.
Şeyhe şaşılır, hem de tam manası ile... Şunun asıl tahayyül eder ki: Bir kimse, diyeceğini kıyas ve tahmin ile desin; sonra da onu tefekkür ve tahayyül ile ağ gibi örsün.
Mana, hiç de anlatıldığı gibi değildir. .0 maarif ki; keşif ve ilhama dayanmadan yazılır, söylenir veya şühuda ve müşahedeye dayanmadan kaleme alınıp ikrar edilir: O bühtandır; iftiradır. Bilhassa, evliyanın yoluna aykın bir durum olunca...
Bilemiyorum; Şeyh'in itikadı nedir? Bu maarifi ne kabilden almıştır?
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza sebat ver. Kâfirlere karşı bize yardım eyle."(3/147)
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 339. Mektup

MEVZUU: Çocuklara ELİF BA okutur gibi zikir telkini. NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Maden-i İrfan Mirza Hüsameddin'e yazmıştır. Rahman Rahim Allah'ın adı ile... Allah'a hamd olsun; seçmiş olduğu kullarına da selâm.
***
Kasıd Keşmir ile gönderilen mübarek mektubun mütalaası ile şerefyab oldum. O tarafın hayırlı haberini tazammun ettiği için de, çokça ferahlık verdi. Allah sizleri hayırla mükâfatlandırsın.
***
O mektuba, şu haber dere edilmiş:
Büyük mahdumzade ve Hace Cemaleddin Hüseyin, Şeyh Meyan ilâhdad'ın telkininden ötürü, utandıkları için oraya gelemiyorlarmış.
Ey Mahdum,
Bu gibi kelâmdan devamlı olarak, asabiyet kokusu gelmektedir; yine bundan düşüklük, dağınıklık ve açık muhalefet anlaşılmaktadır.
Bir ayeti-i kerime meali:
"Biz Allah içiniz; ona dönücüleriz..."(2/156)
Büyük mahdumzadeye yakışan odur ki: Muhterem babasının vasiyetine muhalefet ettiği için utana. Huzurda, her ikisine de emredilen teveccüh ve ifadeden dolayısı ile dahi utanmak gerek.
Şeyh İlâdad'a dahi yakışan odur ki: Şeyhe inkıyad davası var iken, bu gibi işe çür'et etmeye. Faydalı olmakta ileri gittiğini ve vasiyeti düşünmeli.
***
Sizin yazmış olduğunuz doğrudur, haktır. Lâkin büyük mahdumzade kardeşi ile yazdığı mektup tam tavazuu zamammun etmekte ve şiddetli taleb ve şevki içine almaktadır. Ancak, o mektupta tercih ettiği ibarelere gelince... cinnet arzusu olmadan onları yazmak tasavvur edilemez, ihtimal ki, o mektubu yolladıktan sonra, içine pişmanlık düşüp yazdıklarından dönmüştür.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbımız, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle; sen hibesi çok olansın."(3/8)
Lâkin, Fakir biliyor ki: Onun vasiyeti hikmetsiz değildir. Yine ümid ediyorum ki, onun neticesi iyi olacaktır. Ancak ben, şunun için teessüf etmekteyim: O taleb zay olmaktadır. Bu talebi de bir nebze onun mektubundan anlamıştım. Şimdi onun yerine bir başka zıddı mana çıktı.
Bu mana, cidden nasihatçı ahbaba ağır gelmektedir. O kadar ki; bununla onlar üzerine tam bir matem çöktü.
***
Ev mükerrem, Eğer bu is mücerred telkinle bitmiş ise, mübarek olsun Halbuki Fakire göre; zikir telkini çocuklara okutulan ELİF BA misalidir. Eğer onun mücerred talimi, mevlevi meleke vermiş olsayd; bunun için sıkıntıya ne lüzum vardı?
ittifak kereminizden beklenen odur ki: Asabiyet kefesini bıraksanız; müsavi bir şekilde, bütün kardeşlere muhabbetinizi ve sevginizi veresiniz.
Bu mana üzerinde daha nasıl durayım?
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 338. Mektup

MEVZUU: Şeriat-ı garraya göre zuhur eden her amel, zikre dahildir. NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Serafeddin Hüseyin'e yazmıştır. Allah'a hamd olsun. Selâm seçmiş olduğu kullarına.
***
Pek kıymetli oğlumun, Mevlâna Abdürreşid, Mevlâna Can Muhammed ile yolladığı mübarek mektub ulaştı. Adak meblağı dahi geldi. Allahu Taala, sizleri hayırla mükâfatlandırsın. Sağlık haberiniz dahi, çokça ferahlık getirdi.
*** Ey Oğul,
Fırsat ganimettir. Sağlık ve boş zaman, iki ganimettir. Vakitleri, devamlı olarak Allah'ın zikrine sarf etmek gerekir. Hangi amel olursa olsun; şeriatın emri uyarınca sudur ediyorsa, o zikre dahildir. İsterse alış veriş olsun.
Bütün duruş ve hareketlerde, şeriat hükümlerine riayet etmek gerek. Ta ki, onların hepsi zikir ola.
Zikir, gafletin tardından ibarettir. Bütün fiillerde, emirlere ve yasaklara riayet edilir ise, emirleri veren, yasaklan bildiren zata karşı gaflet esaretinden necat müyesser olur. O yüce Hakkın devamlı zikri dahi hasıl olur.
Burada anlattığımız devamlı zikir, Hacegân'ın anlattığı:
-Yaddaşt...
Manasında saklı devamlı zikir değildir. Allah onların sırlarının kudsiyetini artırsın. Zira, o mana, tamamen batına bağlıdır; bu ise zahirde yürür. Her ne kadar zor ise de, durum budur.
Sübhan Allah bizi ve sizi, Sahib-i Şeriat Resulullah Efendimize tabi olmakta başarılı kılsın. Ona ve âline salât, selâm ve tahiyyet.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 337. Mektup

MEVZUU: Kabz ve bast, celâl ve cemal.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hacı Muhammed Firketi'ye yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullara da selâm. Tam ihlâs ve sevgi ile yazılan mübarek mektubunuzun gelmesi çokça ferahı mucib oldu.
Rabıta nisbetini, daima rabıta sahibi ile yapabilmeniz, in'ikâsi yoldan gelecek feyizlere vesile olmaktadır. Nasıl yerinde olursa, bu büyük nimetin şükrünü öyle eda etmek uygun düşer.
Kabz ve bast, bu Tarikat-ı Aliyye'de iki uçuş kanadıdır. Ne kabz haline hüzün duymalı; ne de bast haline sevinmelidir.
Bütün zerrelerde, Cemal-i Lâyezali müşahedesinin husulünü temenni etmişsin.
Ey Muhib,
Kul kim, temenni ne? Zira onun temenni ettiği, mutlaka kendi kısa anlayışına göre olacaktır. Lâyezali Cemal müşahedesini bütün zerrelerde aramak, onun kusurlu görünüşündendir. Zerrelerin ne mecali vardır ki, o Ce-mal'e aynalar olalar. Zerrelerin aynalarında müşahede edilen ancak, o nihnayetsiz Cemal'in zılâlinden bir zildir. Yerinde olur ki, o yüce Zat, ötelerin de ötesinde taleb edile. O Sübhan Zat, afak ve enfüs dairelerinin ötesinde arana.
Şu anda sende olan intisap durumu, temenni etmek olduğun mananın da üstündedir. Olmaya ki, insanlan taklid ederek, daha aşağıya meyledesin.
Bilhassa, yüksekten alçağa inme temennisinden sakın. Çünkü, büyüklerin muamelesi yüksektir. Sübhan Allah ise, üstün himmetli olanları sever.
Sübhan Allah'tan temenni edilen suni ve manevi birlik içinde olmanızdır.
Vesselam.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 336. Mektup

MEVZUU:
a) işin umdesi, sünnet-i seniyyeye ittiba edip beğenilmeyen bid'attan kaçınmaktır.
b) Tarikaî-ı Nakşibendiye-i Aliyye'nin diğer silsilelere nisbetle üstün meziyetli, ancak Sahib-i Şeriat Resulullah'a ittiba sebebi iledir. Ona ve âline salât, selâm ve tahiyyet.
c) Azimetle amel etmek.
d) Bu Tarikat-ı Aliyyeyi övmek.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mahdumzade Muhammed Abdullah'a yazmıştır. Allahu Teala ona selâmet ihsan eyleyip baki kılsın. Kendisini, son temennisine ulaştırsın.
Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile.
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm.
***
Pek aziz oğluma yapacağım nasihat şudur: Sünnet-i seniyyeye ittiba. Allah, bu oğluma ve yanındaki sevdiklerine selâmet ihsan edip, kendisine uygun düşmeyen şeylerden korusun.
O sünnet-i seniyyenin sahibi olan zata dahi salât, selâm ve tahiyyet.
O nasihatin devamı şudur: Hoşnut olunmayan bid'atlardan kaçınmak.
Şu sıralarda nasıl İslâm'a gurbet gelmiş ve Müslümanlar dahi nasıl garib olmuş ise... aynı şekilde bu gariplikleri zamanla daha da artacaktır. O kadar ki, yeryüzünde:
-Allah...
Diyen kimse kalmayacaktır. Kıyamet dahi, insanların şerlileri üzerine kopacaktır.
Geçmiş zamanlarda, İslâm'ın kuvveti olduğundan; zaruri olarak bid'at zulmetlerine dayandı, ihtimal ki: O zulmetlerden bazısı nurani olarak hayal edildi. Bu da, islâmın nurunun şa'şaası içinde olabilir. Bu tahayyül dahi, bid'atın:
-Hasene...
Hükmü almasına sebep oldu. isterse hakikatta onun nuru ve hasene oluşu asla olmasın.
Ne var ki, şimdiki vakit böyle değildir. Bu vakitte, islâm'ın zaafı vardır. Onda, bid'at zulmetlerine tahammül tasavvur edilemez. Hatta bu manada, eskilerin ve yenilerin fetvası ile yürümek dahi yerinde olmaz. Zira, her vaktin kendine göre hükümleri vardır.
Görünürde, bid'atın çokluğundan ötürü alem bir zulmet içinde gibidir. Sünnet dahi gurbeti ve nedreti dolayısı ile bu zulmet denizinde yanan meş'aleler gibidir. Bid'atla amel etmek, bu zulmeti artırmaktır; sünnetin nurunu dahi artırmaktadır. Sünnetle amel etmek dahi, zulmetin azalmasına ve nurun artmasına sebep olur.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, dileyen bid'at zulmet nurunu çoğaltsın; isteyen sünnet nurunu artırsın. İsteyen şeytan topluluğunu artırsın; bu manada gelen ayet-i kerime şöyledir:
"Dikkat ediniz; şeytan topluluğu hüsrana uğrayanların taa, kendileridir. "(58/19)
Dileyen de Allah topluluğunu çoğaltsın; bu manada gelen ayet-i kerime meali şudur:
"Mutlak galip gelecek olanlar, Allah yolunda toplananlardır."(5/56)
Bu vaktin sofiyesi, insafa gelip İslâm'ın zaafını ve yalanın faş olduğunu mülahaza etmiş olsalardı; onlara lâzım gelirdi ki: Sünnetin dışında şeyhlerine uymayalar. Şeyhlerinin amel etmesi bahanesi ile yeni icad olan işleri yol tutup âdet edinmeyeler. Zira sünnete tabi olmak, elbette kurtarır; hayır ve bereket semereleri verir. Sünnetin gayrına uymak ise... tehlike üstü
tehlikedir.
Bir ayet-i kerime meali:
"Resul üzerine, ancak tebliğ (vazifesi) vardır."(5/99)
Saadeti bulunan o kimsedir ki, terk edilen sünnetlerden bir sünneti yerine getirip ihya eyleye ve amel edilmeye çalışılan bid'atlardan bir bid'atı dahi yok ede.
Bu, öyle bir zamandır ki: Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin bi'seti üzerinden bin sene geçmiştir. Ona ve âline salât ve selâm olsun. Kıyamet alâmetleri dahi belirmiştir. Kıymet şartlarının dahi emareleri vardır.
Nübüvvet asrının uzaklaşması sebebi ile sünnet örtülmeye başlandı. Yalanın açığa çıkması illeti ile de bid'at aşikâr oldu. Artık, sünnete yardım edilmeye ve bid'atın dahi hezimete uğratılmasına ihtiyaç duyulur oldu.
Bid'atın revaçta tutulması, dinin tahribini muciptir. Bid'atçılara tazim etmek ise, İslâm'ın yıkılmasına sebep olur. Her halde şu hadis-i şerifi duymuş olacaksın:
"Bir kimse, bid'at sahibine tazim eder ise... İslâm'ın yıkılmasına yardım etmiş olur."
Bütün gayret ve tam bir hırsla sünnetlerden bir sünneti olsun yerine getirmeye; bid'atlardan dahi bir bid'atı kaldırmaya teveccüh edile. Böyle bir şeyi yapmak pek yerinde olur.
İslâm âdetlerini bütün vakitlerde yerine getirmek; bilhassa bu zamanda ki, İslâm, zaafa uğramıştır, sünnet-i seniyyenin tervicine, bid'atın dahi tahribine kalmıştır.
Eskiler, bid'atta hasene görüp onların bazılarını iyi bulmuşlardır; lakin Fakir, bu meselede onlara uymaz. Bid'at fertlerinden hiçbirini de iyi görmem. Onlardan hiçbir şeyi zulmet ve kudretten başka olarak hissetmem. Zira, bu manada. Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Her bid'at dalâlettir."
İslâmın zaafında ve bu gurbette selâmeti, sünneti yerine getirmeye bağlı buluyorum. Helaki dahi, bid'atı yapmakta buluyorum. Amma hangi bid'at olursa olsun.
Bid'atı, islâm binalarını yıkan bir âlet gibi görmekteyim, sünneti dahi, dalâlet karanlığında kendisi ile yol bulunan aydınlık bir yıldız gibi bulmaktayım.
Allahu Teala, bu vaktin ulemasını muvaffak eylesin ki, asla bid'atın hasene olma cihetine gidip onun yapılması için dahi fetva vermeyeler. Her ne kadar bid'atın durumu, onların nazarında açık ise de, sünnetin arkasında şeytanın tesvilatının dahi büyük saltanatı(!) vardır.
Allahu Teala, bizden yana şeyhlerimizi, mükâfatların hayırlısı ile mükâfatlandırsın. Şunun için ki: Biz acizlere bid'at işleri yapmak için dalâlet etmediler; kendilerini taklid ederek tehlikeli zulmetlerin telkininde bulunmadılar; sünnete mütabaattan başka yol göstermediler; şeriat sahibi Resulullah'a ittiba dışında bir hidayet yolu dahi anlatmadılar. Ona ve âline salât, selâm ve tahiyyet. Bir de azimetle ameli emrettiler.
Hiç şüphe edilmeye ki: Onların tarikat esasları muhkemdir; vusul saraylarının binası dahi yüksek, kandilleri de aydınlıktır.
Bu zatlar, raksı ve semağı ayakları altına almışlardır. Vecdi ve tevacüdü dahi işaret parmakları ile ikiye ayırmışlardır.
Başkalarının keşifleri ve müşahedeleri bunlara göre yabancı ve ağyar sayılır. Bilgileri ve tahayyülleri dahi nefye müstahaktır; şöhrete değil.
Bu zatların muameleleri, müşahedenin ve idrakin ötesinde, bilinenlerin ve hayal edilenlerin taa ilerisindedir. Hatta muayenelerin ve mükâşefelerin de çok çok ötesindedir.
Başkalarının önemle üzerinde durdukları isbattır; bu büyük zatlar ise. sıvanın nefyine çalışırlar.
Bunlardan başkaları nefy ve isbat cümlesini tekrar ederler ki: isbat dairesi genişlesin; alem kendilerine inkişaf eylesin. Bu alem hakkıyet ve ayniyet unvanını, gayriyet unvanı ile ortaya atmaktadır. Anlatılanı yaparlar ki, her şeyi yüce mukaddes Hak olarak bulsunlar.
Amma, bu büyükler onlar gibi değildir.
-LA İLAHE İLLALLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur) Kelime-i tayyibesini tekrar ederler ki: Nefy daireleri genişlesin. Cümle keşfedilen, müşahede edilen, bilinen şeyler:
-LA..
Kelimesi altına girsin, isbat canibinde dahi görülen, düşünülen bir şey kalmasın. Faraza, isbat canibinde bir şey zahir olsa dahi, onun da nefy tarafına döndürülmesi gerekir. Ta ki: isbat tarafından, müstesna kelimesini söylemekten başka bir nasib kalmaya.
Diğer tarikatlarda, nefy ve isbat zikri, müptedilerin haline münasiptir. Sırf isbat zikri olan Allah lâfzı ise... bundan sonra münasip düşer. Ta ki: isbat kelimesinin tekrarı ile keşfolunan müsbet için istikrar ve istimrar hasıl ola.
Bu büyüklerin durumuna gelince... tam onların aksinedir. Zira, evvelâ onda isbat vardır; bu isbatın nefyi dahi sonradan gelir. Bu manadan ötürü, bu Tarikat-ı Aliyye'de önce:
-ALLAH..
Lâfza-i celâl ismini zikretmek yerinde olur. Bundan sonra da nefy ve isbat zikri yapılır. Üstte anlatılan cümleyi duyan biri:
-Bu takdirde, bu Tarikat-ı Aliyye'nin büyükleri için, isbat makamından nasip yoktur. Nefyden başka bir şeyleri de olmaz. Derse, bunun için şu cevabı veririm:
-Diğerlerinin isbatı, bu büyüklerin ilk hallerinde hasıl olur; lâkin üstün himmetli olduklarından ona iltifat etmezler. Hatta onu dahi nefye müstahak görüp nefyederler ve müsbet olan matlubu onun da ötesinde bilirler. Bunun için başkalarının isbatı da bunlara müyesser olmuştur. Büyüklerin makamına münasib düşen bu isbatın nefyi dahi bunlara hasıl olmuştur. Her nakıs kimsenin bu zatların meşguliyetlerine ve hallerine yolu yoktur. Bunların hakiki muamelelerini ve işlerini anlayamaz.
Bütün bu anlatılanlar, bu büyüklerin husul bulmama durumlarından bir parçadır ki, bu makamda aynen husul bulmaktadır. Eğer büyüklerce o büyüklerin elde ettikleri beyan olunsaydı; havas avama katılırdı. Müntehiler dahi, küçük müptediler gibi, ELİF BA öğrenmeyi tercih ederlerdi.
Bir şiir:
Boş söz yoktur hiç de Hafız'ın feryadında
İbretli söz, kıssa var anlattıklarında..
Başkalarının tercih ettikleri zat murakabesi, bunlara göre itibardan düşmüş; onda hiçbir şey hasıl olmayacak gruba dahil olmuştur. Zira, burada murakabe, zıllardan bir zıldan başka bir şey değildir. Ailahu Teala, onların yaptıkları vasıflardan yana çok çok yüceliğe sahiptir. Çünkü yüce Hakk'ın zatı, hatta isimleri ve sıfatları bizim fikrimizin ve murakabemizin dışındadır. Bu makamda cehl ve hayretten başka bir nasip yoktur. Ancak, burada anlatılan:
-Cehl ve hayret...
Manaları, halkın anladığı manada bir cehl ve hayret değildir. Zira, bu manada alınırsa, kötü olur. Ancak, bu cehl ve hayret itminan ve marifettir.
Burada anlatılan marifet ve itminandan dahi murad, insanın fehmine sığacak gibi değildir. Zira o, keyfiyeti belli olan cinstendir; keyfiyeti belli olmayan için, ona nasib yoktur.
Bu makamda, keyfiyeti belli olmayan bir şekilde isbat ediyoruz; onun için:
-Cehalet veya marifet...
Tabirini kullanıyoruz. Mana değişmez; tadmayan da bilmez.
Anlatılanların dışında, bu büyüklerin teveccühü, yüce mukaddes Ehadiyet'edir. İsim ve sıfattan yana, yüce mukaddes Zat'tan başkasını murad etmezler. Başkaları gibi, zattan sıfata inip zirveden aşağı düşmezler.
Asıl şaşılacak bir durumdur ki: O taifeden bir cemaat, Allah ismini zikri tercih ettikten sonra, onunla yetinmeyip sıfatlara tenezzül ettiler. Semi, basir, alim (duyan, işiten, bilen) isimlerini mülâhazaya koydular. Bundan sonra, anlatılan isimlerden uruc yollu ALLAH ismine gittiler. Acaba, neden Allah ismi ile yetinmeyip de yüce mukaddes Zat hadiyet'in gayrını teveccüh kıblesi eylerler?
"Allah kuluna yetmez mi.."(6/91)
Mealine gelen ayet-i kerime dahi bu manayı teyid eder.
Hulasa...
Bu büyüklerin himmetlerinin nazarı, cidden yüksektir. Her uçup dönenin bunlarla bir bağlantısı yoktur. Anlatılan bu mana icabı olarak, diğerlerinin sonu, bunların ilki oldu. Bunların tarikatlarının müptedileri, diğer tarikatların müntehileri hükmünü aldı. Daha işin başında, bunların seferi vatanda başladı. Halvette dahi, kendilerine celvet hasıl oldu. Devamlı huzur, bunların günlük hasılatıdır; sermayeleridir.
Bunlar, o zatlardır ki, taliplerin terbiyesi bunların üstün sohbetine bağlıdır. Nakısların kemal bulması dahi, bunların mübarek teveccühlerine bira
kılmıştır. Nazarları, kalb marazlarına şifadır; iltifatları manevi illetleri giderir. Bunların bir teveccühü, yüz erbain işini görür. Bir iltifatları dahi, senelerin riyazetine müsavidir.
Bir şiir:
Pek güzeldir Nakşibendilerin yolculukları;
Sessizce ulaştırırlar hareme yolcuları.
*** Ey Said,
Bu beyandan, hiç kimse tevehhüm etmeye ki; bu vasıflar ve bu şemail, Tarikat-ı Nakşibendiye-i Aliyye üstazından her biri için hasıl olur. Öyle değil... Elbette, bu şemail bu Tarikat-ı Aliyye'nin büyüklerinin dahi en büyüklerine mahsustur. Bu zatlar, işi nihayetin dahi nihayetine ulaştırmışlardır.
Kendileri için, müridlik ve intisap sahih olup bu büyüklere bağlanmak sureti ile onlara karşı edebi gözetenlere dahi nihayetin bidayete dere edilmesi sabittir.. O kimse ki, Tarikat-ı Aliyye'den noksan birine düşer; bunun için nihayetin bidayete dere edilmesi tasavvur edilemez. Zira, onun şeyhi bile henüz nihayete ermemiştir; müptedisi hakkında nasıl nihayet tasavvur edilir?
Bir mısra:
İçindekidir, her kabın akıttığı.
***
Ey necat yolunu arayan,
Bu büyüklerin yolu, ashab-ı kiram yoludur. Allah onlardan razı olsun. Bu indirac, yani nihayetin bidayete indiracı dahi, o indiracın eseridir ki, Hay-rü'l-beşer Resulullah Efendimizin sohbetinde onlara müyesser olmuştur. Ona ve âline salât ve selâm. Resulullah (sav) Efendimizin ilk sohbetinde bunlara müyesser olan, onların dışında kalan pek az kimselere nihayette hasıl olmuştur. Bu feyizler ye bereketler, birinci asırda zuhur eden feyizlerin ve bereketlerin aynıdır. İsterse ortaya nisbetle, ahir evvelden uzak olsun. Ne var ki iş, hakikatta bunun aksinedir. Çünkü, ahir evvele, ortadan daha yakındır, onun boyasına girmiştir; ortadakiler ister tasdik etsin, isterse etmesin. Hatta bu muamelenin hakikatini son gelenlerin dahi pek çoğu idrak edemez.
Selâm size ve hüdaya tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona ve âline üstün salâtlar ve selâmlar.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 335. Mektup

MEVZUU : a) Allah selâmet versin: Hazret-i Şeyhin bereketi ile, Serhend beldesinin pek çok beldeler üzerine şerefli oluşu ve fazileti..
b) Onun sakin olduğu beldede, sıfat tozu düşmeyen bir nurun müşahedesi..
c) Bu yerin, Mahdum-u Azam merhum Hace Muhammed Sadık'ın medfun (gömülü) bulunduğu yer oluşu.. Sırrı mukaddesolsun.
* **
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Mevlâna Muhammed Sadık Keşmirî'ye yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Seçmiş olduğu kullarına selâm..
***
Serhend beldesi öyle bir yerdir ki: Allah-ü Taâlâ'nın inayeti ve Habib-i Ekrem'in lütufları ile ihya oldu. Allah-ü Taâlâ, ona salât ve selâm eylesin. Gayet derin ve karanlık bir kuyu gibi idi, üstün sıfatlarla doldu ve bütün beldelerden ve yer parçalarından üstün kılındı.. Vasfı, keyfiyeti olmayan nurdan iktibas edilen bir nur oraya tevdi edilmiştir. Tıpkı: Allah'ın mukaddes hareminden parlayıp çıkan bir nur gibidir. Anlatılan nur bu Derviş'e büyük oğlumun irtihalinden (ölümünden) aylarca evvel zuhur etti. Fakir'in meskeni bulunan yerdeki zaviyede göründü. Öyle parlak bir nur idi ki: Ona sıfat ve şe'n tozundan hiç bir şey düşmemişti. Bu nur, keyfiyetten münezzeh ve müberra idi. Temennim oydu ki: Bu yer, benim medfun olacağım yer ola ve o nur dahi başımın üzerinde parlayıp kala.. Bu manayı büyük oğluma açtım. Ki o: Sırrımın sahibi idi. Bu nura ve temenniye onu muttali kıldım. Dolayısı ile, merhum oğlum bu devlette beni geçti. Toprak hicabının ötesinde bu nura müstağrak oldu.
Bir şiir:
Erbab-ı nimete kutlu olsun erdikleri;
Miskin aşıka yeter kadehle içtikleri..
***
Bu belde-i muazzamanın şerefli oluşundandır ki: Büyük oğlum gibi biri oraya defn edilmiştir. Ki o: Allah-ü Taâlâ'nın büyük velî kullarından biridir. Böylece orada istirahata çekildi.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, zahir oldu ki: Oraya bırakılan nur, bu Fakir'in kalbindeki nurlardan bir lem'adır. Buradan iktibas edilerek oraya bırakılmış. Tıpkı: Bir meşaleden alınan kandil gibi.
Âyet-i kerime mealleri:
? «De ki, hepsi Allah tarafındandır.» (4/87)
? «Allah yerin ve semaların nurudur.» (24/35)
? «İzzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir.
Gönderilen bütün peygamberlere selâm..
Ve.. âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun.» (37/180 - 182)
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 334. Mektup

MEVZUU : ? «Beni ne yerim, ne de semam aldı; bir mümin kulumun kalbi beni alır..»
Manasına gelen kudsî hadiste beyan edilen kalbden murad, o et parçasıdır. Bazı meşayihin vüs'atından haber verdiği hakikat-ı camia değildir.
***
NOT : İMAM-I RABBANÎ Hz. bu mektubu, Hidayet lakabı ile bilinen Şeyh Muhammed Sıddık'a yazmıştır.
*** Rahman Rahim Allah'ın adı ile..
Allah'a hamd olsun; seçmiş olduğu kullara da selâm..
***
Yazmışsın ki:
? Sen mektubatında ve risalelerinde anlattığına göre; kalbî zuhur, arş zuhurundan bir lem'adır. Külli manada fazilet ise, arşa bağlı zuhurdadır. Halbuki, bir kudsî hadiste şöyle anlatıldı:
? «Beni ne yerim aldı, ne semam; lâkin, bir mümin kulumun kalbi beni alır..»
Bu kudsî hadisten lâzım gelir ki; kalbe bağlı zuhur daha tamam ola^ve fazilet dahi ona verile..
Ey Muhib,
Bu suâlin cevabı bir mukaddime ile olacaktır.
Bilesin ki,
Velayet erbabı: . ? Kalb..
Derken, bununla hakikat-ı camia-i insaniyeyi murad ederler; bu dahi emir âlemindendir.
Sahibine salât ve selâm olsun; nübüvvet dilindeki kalb ise., bir et parçasından ibaret olup bedenin salâhı dahi onun salâhına bağlıdır. Onun fesadı dahi, bedenin fesadını doğurur.
Üstteki mana bir hadis-i nebevide şöyle anlatıldı:
? «Âdemoğlunun cesedinde bir et parçası vardır; o salâha kavuştuğu takdirde tüm ceset salâha kavuşur. O fesada vardığı takdirde, bütün ceset fesada varır. Dikkat ediniz; o et parçası kalbdir.»
Birinci ıtlakın yapılması için, kalbin vüs'atı mutlaka lâzımdır. Bu mana icabı olarak, Bayezid-i Bistamî ve Cüneyd-i Bağdadî kalbin genişliğinden haber verip arşı ve içindekileri, kalbin azameti yanında düşük sanmışlardır. İkinci ıtlakın olması için de, kalbin darlığı lâzım gelir. Bu makamda, kalbin darlığı o hadde varır ki, bir parpanın dahi onda yeri yoktur. Bu parça dahi, o kadar küçüktür ki, ondan daha küçüğü yoktur ve eşyanın en düşüğü ve en küçüğüdür.
Kalbin darlığı bölünmeyecek derecede olan küçük parçaya nisbet edilse dahi, ki bu bazı zamanlarda olur ve buna göre kıyas da edilince, bu küçük parça nazarda, yer ve sema tabakaları kadardır.
Üstte anlatılan mana, akıl nazarının ötesindedir; bu manada şüpheye düşenlerden olmayasın.
Üstte anlatılan mukaddimeyi anladıktan sonra bilesin ki,
Hakikat-ı camiaya bağlı bulunan zuhur; hiç şüphe edilmesin ki. Arsa bağlı zuhura nisbetle bir lem'a gibidir. Tam olmak ve külli manada fazilet, bu makamda arşa bağlıdır.
Bayezid-i Bistamî'nin ve Cüneyd-i Bağdadî'nin anlattıkları:
? Kalb, her şeyden geniştir.
Manasım taşıyan cümleye gelince, ki onlar, arşı ve içindekileri, o kalbin yanında küçük bir şey olarak hayal etmişlerdir. Bu mana, bir şeyin modülünü, o şeyin aslı ile karıştırmaya benzer.
Nitekim onlar, arşın ve içindekilerin modülüne baktıkları zaman; kalbin camiiyet durumu karşısında küçük bir şey olarak görmüşlerdir. O gördüklerine dahi: Arşın hakikatları olarak hükmetmişlerdir.
Bu iştibahın (karışıklığın) menşeini bu Fakir mektuplarında ve risalelerinde mükerrer olarak yazmıştır.
Enbiyanın usanma uygun olarak, hadis-i kudsîde varid olan manadaki kalb ise., hiç şüphe edilmeye ki: Ondan murad o et parçasıdır. Tam zuhur dahi, oradadır. Mücerred Zat Ehadiyet aynalığı dahi ona bırakılmıştır.
Arşa gelince.. her ne kadar onda aslın zuhuru olan tam zuhurdan yana bol nasip var ise de; amma o makamda sıfatların imtizacı vardır. Hakikatte, sıfatlar, Hazret-i Zat'ın zılâli olduğundan, zuhur zıllıyet ve şubesinden hali olmaz.
Bu mana icabı olarak, arşın insanî zuhurdan yana vakıaları (terakkiyatı) vardır; ki o: Sırf asla taalluk eder. Bu muamelenin merkezi dahi insandır.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
? Hadis-i şeriften anlaşılan manaya göre, kalb geniştir: amma sen, onun darlığını anlatmaktasın.
Bunun için verilecek cevap şudur:
- Kalbin darlığı, ancak Sübhan Hakkın gayrını alamamasından ötürüdür. Onun genişliği ise.. kıdem nurlarının onda zuhuru itibarı iledir. Bunda menfi bir mana yoktur. Fakir, bazı risalelerinde kalbi şu ibarelerle anlattı:
? Dar geniş basit pek basit.. pek az pek çok.. Burada bir başka soru dahi şöyle sorulabilir:
? Fazilete hak kazanan, hakikat-ı camiadır; zira o, emir âlemindendir. Belirtilen et parçası ise.. halk âlemindendir. Bu dahi unsurlardan mürekkeptir; bu fazilete nereden nail oldu?.
Bunun için dahi şu cevabı veririz:
? Halk âleminin emir âlemi üzerine meziyyeti vardır. Bunu anlamaktan yana da, avam halkın idrâki kusurludur. Hatta havassın pek çoğu dahi bunu idrâk edemez. Bu mana, merhum büyük oğluma yazılan tarikat beyanındaki mektupta anlatılmıştır. Bir tereddüd olursa, oradan şifa aransın..
***
Şimdi o et parçasının beyanım dinle.. Yani: Hakikatini..
Bilesin ki,
O, avam için; dört unsurun terkibinden hâsıl olan bir et parçasıdır. Havas için; hatta havassın dahi havassı için ise., on cüz'ün terekkübünden suretlenen bir et parçasıdır. Amma sülük, cezbe, tasfiye, tezkiye, kalb temkini, nefsin itminanı; hatta Yüce Sultan Hakkın sırf fazlı kereminden sonra.. O oh cüz'ün dördü anasırdandır; bir tanesi nefs-i mutmainneden olup beş cüz'ü ise., emir âlemindendir. Bu sözler arasında tezad, tebayün var iken, Vacib'ül-vucud Yüce Mukaddes Hakkın kudreti ile bu tezad ve tebayün sureti zail olup gitmiş; aralarında şaşılacak derecede bir birlik meydana gelmiştir.
Bu muamelenin oluşunda, en büyük cüz, toprağa bağlı unsura aittir. Bu tek olarak oluşan birlik ise.. cüz-ü arzîye benzer; orada istikrar bulmuştur.
Bir şiir:
Toprak ol, sende bitsin gül yaprak yaprak; Gül odur ki, yetiştirir onu toprak..
**
Ey Kardeş,
Velayet erbabının ilmi bu ilimlere ve maarife ulaşamaz. Zira onlar, nübüvvet nurlarının kandilinden iktibas edilmiştir. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet.
Bir âyet-i kerime meali:
? «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)
O kalb ki, Halil a.s. onun itminanını istemiştir; işte bu et parçasıdır. Zira, onun cami olan hakikati mütemekkin, nefsi dahi mutmainne idi. Zira, temkin ve itminan, velayet mertebesine hâsıl olur ki: Nübüvvetin ilk derecesidir. Onun erbabına salât ve selâm.. Nübüvvet şanına münasib olan o et parçasının tagallübü ve çırpınmasıdır. Amma cami hakikatin tagallübü değildir; zira böyle bir şey, avamın nasibidir. Hatem'ür-risalet Resulüllah S.A. efendimizin:
? «Allah'ım, ey kalbleri döndüren, kalbimi taatın üzere sabit eyle..»
Münacaatında, taleb ettiği kalb sebatı ise... bu et parçasının sebatıdır.
Yine caiz tarafı vardır ki; bazı hadis-i şeriflerde:
? «Kalb takallübü..»
Cümlesi ile gelen manadan murad, cami hakikate şamil mana ola.. Et parçası ise., ümmetin hallerine nazaran ola..
* **
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
? Bu et parçası:
? «..Mümin kulumun kalbi beni alır..»
Manasına gelen kudsî hadisteki şeref ile müşerref olduktan ve
Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'a aynalık etmeye hak kazandıktan sonra:., onda takallüb ve çırpınma nasıl tasavvur edilebilir?. Hatta, itminana ne ihtiyacı vardır?.
Üstteki soruya şu cevabı verebiliriz:
? Zuhur, her ne mikdar tamam olur ve şüun, sıfat şaibesinden ne mikdar halâs olur ise., cehl ve hayret o mikdar çok olur; idraksizlik ve bulamamak o kadar ziyade ve bal olur. Bu zuhurun ve vüs'atın olmasına rağmen, çek kere; cehlin ve hayretin kemal derecede olduğundan, yaratıcının varlığına delil ister. Şu mana için ki: Avam gibi, yaratıcının varlığına delilsiz ve taklidsiz yakin hâsıl olmaz.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; takallüb ve çırpınmak onun haline münasib olur. Onun şanında itminan talebi dahi zarurî olur. Bu Fakir, bazı risalelerinde şöyle yazdı:
? Yakin sahibi olan arif rücu sonunda istidlale ihtiyaç duyar. Bu makamda dahi malum oldu ki: O, husulün ve vusulün aynında dahi delile ihtiyaç duyar.
Bu makam, nübüvvet mertebesi kemalâtı haline muvafıktır. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyat.. Ve.. bu makam, velayet haline dahi münasiptir.
Bu kalbin sahibi için, davet icabı âleme rücu vaki olduğu zaman, kalbinin sıkıntısı, çırpınması, takallübü, televvünü pek ziyade ve pek çok olur. Vusulün aynında olsa dahi, cehl ve hayret sebebi ile delile muhtaç olur.
Firkat zamanında dahi ula için, istidlale muhtaç olur; taki umumî manada kendisine bu istidlal vasıtası ile itminan hâsıl ola..
Bu cümleyi söyle de anlatabiliriz:
- Bu devlet, kendisinden bir kaç eyyam gizlendikten, firkat damgasını dahi aldıktan sonra, onun için hak olur ki: Daima perişan, ve mustarib bir durumda buluna.. Devamlı olarak, gamlı ve mahzun buluna..
Nitekim, Resulüllah S.A. efendimiz hüzünlü idi; daima düşünceli idi:.
* **
Üstte anlatılan her iki itlafa ayıran bazı şekilleri beyan edeceğimizden, akıl kulağı ile dinlemek gerek..
Bilesin ki, o hakikat-ı camia ki, emir âlemindendir; 'ancak tasfiye ve tezkiyeden sonra, devam vasıflı tam temkin müyesser olur. Ama o et parçası böyle değildir. Zira, bunun itminanı, havas (dış duyular) ve idrâke bağlıdır. Bir şey, havas ile idrâk edilmedikçe, ıstıraptan çıkılamaz. Bu mana icabı olarak, Halil İbrahim a.s. şöyle yalvardı:
? «Rabbim, bana göster; ölüleri nasıl diriltiyorsun?.» (2/260)
Üstte anlatılan, iki manadaki kalb arasında bulunan birinci fark idi.. ikinci fark ise, şöyledir:
Hakikat-ı camia, zikirle tesir alır. Zikir kemale ulaştığı zaman, zikirle ittihad eder ve onunla bir cevher olur. Avarif'ül-maarif adlı, eserin sahibi, Allah sırrının kudsiyetini artırsın; bu üstün gaye makamı anlattı ve şu tabiri kullandı:
? Zikr-i zat..
Amma o et parçası böyle değildir. Onun bu zikre dahi yolu yoktur; onun tesirine girip bir cevher olmak nerede?. Bundan yana uzaktır. Hatta o makamda, zikredilenin zuhuru asaletle olup zıllıyetle değildir. Zikrin nihayet urucu ise., zikri edilenin dehlizine çıkar..
Üçüncü farka gelelim. Şöyle ki:
Hakikat-ı camia, nihayetin nihayetine ulaştığı, has velayetten dahi bol nasibe nail olduğu zaman., eğer kendisine matlub için aynalık durumu da hâsıl olur ise.. kendisinde zahir olan matlubun zılli olur; aynı değil. Tıpkı, bir şeyi gösteren ayna gibi.. Zira onda zahir olan bir şahsın kopyasıdır; kendisi değil. Amma, et parçası olan kalb böyle değildir. Zira onda zahir olan matlubun aynıdır; zilli değildir. Ki bu: Zahirdeki aynanın hilafınadır. Bu mana icabı olarak, kudsî hadiste söyle buyuruldu:
? «...beni mümin kulumun kalbi alır.»
Bu muamele, fikir nazarının alacağı dışındadır.
Sakın ha.. olmaya ki, burada hulul ve temekkün tahayyül edesin; zira böyle bir şey küfür ve zındıklık olur. isterse bu dünyalık maaş aklı şu manayı kabul etmesin: Hülul ve temekkün olmadan, bir şeyin aynı bir şeyde zahir olur.. Böyle bir şeyi kabul etmemek, aklın kusurundan ileri gelir; gaibi hazıra kıyas olur. Kusurlulardan olmayasın..
Dördüncü farka gelelim.. Şöyle ki:
Hakikat-ı camia, emir âlemindendir; et parçası ise, halk âlemindendir. Hatta halk âleminden ve emir âleminden olan onun birer parçasıdır. Ama halk, onun en büyük parçasıdır; emir ise, onun en küçük parçasıdır. Bu iki cüz'ün bir araya gelmesinden dahi, onun için vahdanî bir heyet hâsıl olmuştur. Böylece, hayrete düşüren bir hal almıştır.
Her ne kadar o, yâni: O hayrete düşüren hali ile halk âlemi ile emir âlemine mugayir olanlardan hiç biri ile münasebeti ve benzerliği yok ise de, yani: Kendine has terkibi sebebi ile.. lâkin, o halk âleminden sayılır. Zira, arza bağlı parça bu muamelede umde sayılır. Toprağın tevazuu dahi, onun yükselmesine sebeptir.
Beşinci farka gelelim., şöyle ki:
Hakikat-ı camianın vüs'atı, (genişliği) eşya suretlerinin onda zuhuru itibarına göredir. Tazyikinden sonra inkişaf eden et parçasının vüs'atı ise.. namütenahi sınırı olmayan matlubu alması itibarına göredir. Bu tazyik, dehlizinin tazyikidir. Şunun için ki o: Matluptan başkasının oraya girmesine manidir. Hatta zikrin dahi, mezhûrun perdelerine ulaşmasını bırakmaz. Öylece, o mukaddes harime, zıllıyet şaibesine ulaşması kalmaz.
Şu da bir başka mana..
Birinci sayılanın, keyfiyet şaibesi olduğundan, keyfiyeti olmayan varlığa ayna olmaya lâyık değildir. İkinci sayılanın dahi, keyfiyeti olmayan, zattan nasibi olduğundan ona keyfiyeti olan sığmaz.
Asıl şaşılacak durum şu ki: Davet için rücu ettikten sonra bu kalbe, zulmet ve perde gelmiştir. Bu mana icabı olarak, Seyyid'ül-beşer Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:
? «Kalbime ağırlık gelir., (veya perde..)»
Bu farkı daha ne kadar anlatalım.. Toprak ne, Rabb'ül-erbab ne..
***
Ey Kardeş, Sakın ha.. olmaya ki, bu:
? «M u d ğ a..»
Tabiri ile anlatılan kalbi bir et parçası tahayyül edesin; hem de hiç önem verilmeyen.. Zira o, nefis bir cevherdir. Onda, halk âleminin sırlan ve hazineleri gizlenmiştir. Emir âleminin dahi, defineleri gizli yanlan saklanmıştır.
Hey'et-i vahdaniyesine bağlı has muamelenin ziyadesi ile; onun on cüz'ü tasfiye, tezkiye, cezbe, sülük, fena ve beka ile pak ve temiz kılınmıştır. Siva taallukatı kirlerinden dahi hür olmuştur. Meselâ: Kalb takallübden kurtulup temkin mertebesine ulaşmıştır. Nefis dahi emmare olmaktan çıkıp itminan fezasına ermiştir. Ateşe bağlı olan parçası dahi azgınlıktan, inattan, tuğyandan alınmıştır. Toprağa bağlı unsurdan dahi, düşüklük ve hasisliği çıkmıştır.
Üstte anlatılan kıyas devam ettirilebilir. Hülâsa; ifrat ve tefrit cinsinden olan her sıfat, onun bütün cüzlerinden kalkmıştır. Bütün bunlardan halâs olup kendisine itidal gelmiştir, işte bundan sonra. onun cüzleri, sırf fazilet ve kerem suyu ile terkib edilip muayyen bir şahıs haline gelmiştir. Bu şahsa dahi:
? İnsan-ı kâmil..
İsmi verilmiştir. Bu şahsın, vücud merkezinin hulâsası olan kalbine dahi:
? «M u d g a.. (et parçası.)»
Tabiri kullanılmıştır. İşte o mudganın hakikati budur. İbare ölçüsüne göre, dedikodu kisvesinde, ibare mikyasına göre bu manalar zuhur etmiştir.
Emir Sübhan Allah'ındır.
***
Burada nakısın biri şöyle bir soru sorabilir:
- Her insan, bu on cüzden mürekkeptir. Bu cüzlerin terekkübünden dahi, onun için bir hey'et-i vahdaniye vardır. Ne denir?.
Bu soruya şu cevabı veririz:
- Evet., o dahi bu cüzlerden mürekkeptir. Lâkin, bu cüzler, pak ve temiz olmuş değildir. Cezbe ve sülük yolu ile, siva kirlerinden halâs olmamıştır. Haliyle İnsan-ı kâmil cüzleri böyle değildir. Zira onlar, fena ve beka ile pak ve nazif olmuştur. Nitekim bu mana daha önce anlatıldı.
Bu cüzler, her insanda ayrı ayrı ve başka başka olduğundan; onlardan her cüz'ün dahi birbirine uymayan değişik halleri bulunduğundan, zarurî olarak, onun hey'et-i vahdaniyeden nasibi olmaz. Eğer bir hey'eti var ise, o da hakikî değil; itibarîdir. Amma, insan-ı kâmilin cüzleri böyle değildir. Zira o, temayüz ve tebayün vasfından çıktıktan sonra, imtizaç ederek karma bir durum almış; değişik halleri, birbirine uymayan hükümleri ondan ayrıldıktan sonra, bir hüküm üzerine karar kılmıştır. Böyle olunca da, hey'et-i vahdaniye onda zarurî olarak hakikat olmuş; itibarî olmamıştır. Tıpkı muhtelif ilâçlardan meydana gelen bir macun gibi.. Onların parçaları bir araya gelip bazısı bazısına karıştıktan sonra, onun için bir hey'et sabit olmuş; ayrı ayrı olan hükümler dahi ondan gitmiştir. Böylece, onun için tek. hüküm arız olmuştur. Bu manayı anla.. En iyi bilen Sübhan Allah'tır.
***
Ey Kardeş,
O et parçası için tesbit edilen bütün bu kemalât, ancak:
? «.. iki yayın birleşimi..» (53/9)
Mealine gelen âyet-i kerime ile anlatılan makamdadır. Burada, mazharda zahirden bir vasıf tevehhüm edilir. Her ne kadar burada, zahir olan asıl olup suret olan zil olmasa da, lâkin aynada zahir olan şahıs, mir'at vasfından beri ve tahir değildir. Bunun için de, iki kavs sabit olmaktadır.
Anlatılan makamın daha ötesinde ise:
? «.. daha da yakın..» (53/9)
Âyet-i kerimesi ile anlatılan makam vardır. Burası öyle bir makamdır ki: Orada zahir olan mazhardan bir vasıf almaz. Orada zaid olan bir şey dahi tahayyül edilmez, iki yay orada yoktur. Orada bir vasıftan başka bir şey tasavvur edilmez. Zira, anlatılan:
? «.. daha da yakın..» (53/9)
Makamına münasib olan da budur. Bu makamın muamelesi.
? «.. iki yayın birleşimi..» (53/9)
Âyet-i kerimesi ile anlatılan makamın muamelesine mugayirdir. İmkân âlemi yapraklarını çevirmek gerekir ki; yük:
? «.. iki yayın birleşimi..» (53/9) Manasından alınıp:
? «.. daha da yakın..» (53/9) Manasına geçirile.
***
Kelâmımız işaret, remz, beşaret (müjde) ve hazinelerdir.
İlham eden Allah'tır.
Allah-ü Taâlâ, efendimiz Muhammed'e ve ashabına salât, selâm ve bereket ihsan eylesin.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 333. Mektup

MEVZUU: Namazın faziletleri, tadil-i erkâna riayete teşvik, şartlarını.
edeplerini nasıl uygun olursa öyle ikmal etmek.
Bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevlâna Muhammed Tahir Bedahşi'ye yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm, seçmiş olduğu kullarına.
***
Confor taraflarından yazılıp gönderilen mübarek mektup ulaştı.
Zaaf haberini de tazammun ettiğinden ötürü, ıstırap ve teşvişe sebep oldu. Su anda biz, sağlık haberinizi beklemekteyiz. Onu gelenlere yollayınız. Keyfiyet-i ahvali dahi yazınız.
***
Ey Muhib,
Bu dünya amel yeri, ahiret dahi mükâfat yeri olduğundan; yararlı amelleri yapmak yerinde olur.
ibadetlerin en güzeli namazdır ki, dinin direğidir; müminlerin de miracıdır. Onun edası için tam ihtimam gösterip onda dikkatli olmak gerekir. Ta ki: Şartlarından, erkânından, sünnetlerinden, edeplerinden her biri uygun ve lâyık olduğu şekilde yerine getirile. itminan, tadil-i erkân ve namaza devam hususunda tam bir şekilde mübalağa ile durup kemali ile yerine getirmek gerekir. Zira, insanların çoğu, itminanı ve tadil-i erkânı zayetmek sureti ile namazı boşa gidermektedirler. Böyle bir cemaat hakkında çok sert emir ve şiddetli tehdid gelmiştir.
Namaz sağlam olduğu ve kemalini bulduğu zaman, necat için ümid edilir. Zira, din kaim olmuş olur. Bu manada, müminin miracı dahi, tamama ermiştir.
Bir şiir:
Şeker yemesi gerekir ehl-i safranın;
Bu, rağmına olsa dahi ehl-i sevdanın...
***
Ona ve âline üstün salâtlar ve selâmlar. Selâm size ve diğer hidayet yolunda olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 332. Mektup

MEVZUU: Sünnet-i seniyyeye ittiba etmeye teşvik ve beğenilmeyen bid'atları irtikâb etmekten sakındırmak.
Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mir Muhibullah'a yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Allah'ın Resulüne... Sizlere dahi dualar etmekteyim.
***
Pek değerli Seyyid Muhibullah kardeşimin malumu olsun ki.
Bu taraftaki fukaranın (dervişlerin) hal ve vaziyetleri hamd olsun iyidir. Sübhan Allah'tan dileğimiz: Sizin de selâmet, sebat, istikamet üzere olmanızdır.
Bu müddet içinde, o taraftaki fukaranın (dervişlerin) hallerine İttıla peyda olmadı. Mesafenin uzak olması, bu husustaki engellerdendir.
***
Nasihat işte dindir ve Seyyidü'l-mürselin Resulullah (sav) Efendimize it-tiba edip sünnet-i seniyyeyi yerine getirerek rıza bulunmayan bid'atlardan dahi kaçınmaktır.
Bid'at, her ne kadar şafak aydınlığı gibi görünmekte ise de; hakikatta onun ne nuru vardır, ne de ziyası. İlletliye ondan şifa da gelmez. Dertlere deva da olmaz.
Nasıl anlatıldığı gibi olmasın ki? Bid'at ya sünneti kaldırır; ya da üzerinde durulmayıp sessiz geçilen bir şeydir. Sessiz geçilen bir şey ise... mutlaka, sünnet üzerine fazladan gelir. O zaman, hakiki manası ile sünneti kaldıran bir iş olur. Zira, nass üzerine zaid gelen bir şey, onu neshedip kaldırır.
Bid'at sünneti kaldırdığı, onu nakzettiği için ne hayır vardır; ne de güzellik. (Yani: Hasene olması yoktur). Keşke bileydim, bid'at-ı muhdese için:
-Kasene...
Hükmüne nereden varmışlardır?..
Hem de kemal üzere olan ve nimetlerin de tamam olduğu bir dinde.
Hiç mi bilmezler ki, ikmalden, itmamdan, rızanın husulünden sonra yapılan bir ihdas; güzel olmaktan yana çok uzaktır.
Bir ayet-i kerime meali:
"Haktan sonra, dalâletten başka ne vardır?"(10/32)
Eğer bilmiş olsalardı ki: Kemal üzere olan bir dinde; muhdes bir şeye güzel hükmünü vermek onun kemalini gidermeyi gerektirir; nimetin dahi tamama ermediğinden haber verir; elbette öyle bir şey yapmaya cür'et edemezlerdi.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, unutup yanıldıysak; bizi muaheze etme."(2/186)
Selâm size ve yanınızda bulunanlara.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 331. Mektup

MEVZUU: Zahir ulemasının nasibi, rasihun ulemanın nasibi ve sofiyyenin nasibi beyanındadır: Bu arada sorulan bir sorunun cevabı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Şeyh Cemaleddin Nagori'ye yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm seçmiş olduğu kullarına...
***
"Ulema, peygamberlerin varisleridir."
Manasında buyurulan hadis-i şerif, ulemanın medhi üzerine yeterlidir.
Veraset ilmi, şeriat ilmidir. Zira, peygamberlerden baki kalan odur. Onlara salâtlar ve selâmlar olsun.
Şeriat ilminin bir sureti, bir de hakikati vardır. Onun sureti, zahir ulemanın nasibidir. Allah onlann çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Ki bunlar, Kur'an ve hadisin muhkem manalarıdır. Onun hakikati ise... rasihun ulemanın nasibidir. Allah onlardan razı olsun. Bunlar dahi, Kur'an ve hadisin mütesabihatıdır. Muhkemat, her ne kadar ümmül-kitab ise de, lâkin onun neticeleri ve semereleri mütesabihat olup Kur'an'da asıl maksad olanlar da budur. Yani: Mütesabihat... Bu durumda, ümmühat neticelerin husulüne vesileler olmaktan başka bir şey olmaz.
Mütesabihat, Kur'an'ın özüdür; muhkemat ise, o özün kabuğudur. Mü-
tesabihat öyledir ki: Remz ve işaretle aslı beyan eder; bu muamelenin hakikat yüzünü açar.
Rasihun ulema, özle kabuğun beynini birleştirdiler. Şeriatın suretine ve hakikatına toptan kavuştular. Büyükler, şeriatı bir şahıs gibi tasavvur ettiler; ki onun özü ve kabuğu: Şeriatın sureti ve hakikatidir. Şeriat hükümlerini bilmeyi, şeriatın sureti olarak buldular; sırların ve hakikatların ilmini dahi şeriatın hakikati gördüler.
Bİr taife, şeriatın suretine meftun oldu; bunlar şeriatın hakikatini inkâr ettiler. Bunlar, kendileri için şeyh ve mukteda olarak: Hidaye ve Yezdevi'den başka mukteda ve şeyh tanımamışlardır.
Anlatılandan bir başka taife için; her ne kadar bu hakikat ile alâka hasıl olmuş ise de; ne var ki bunlar, şeriatın hakikatini anlayamamışlardır. Sanmışlardır ki: Şeriat surette kalmıştır. Ve onu yalnız kabuk sandılar. Lübbü dahi, onun ötesinde sandılar. Hiç şüphe yok ki: Bu hakikatin hakikatini idrak edemediler. Müteşabihattan yana da hiçbir nasibe nail olmadılar.
Rasihun ulemaya gelince... hakikatta varis olanlar bunlardır. Allahu Te-ala, sizleri ve bizleri bunları sevip izlerinde gidenlerden eylesin.
***
Sonra...
Kardeşim, Şeyh Meyan Nur Muhammed, sizin şöyle dediğinizi açıkladı:
-Bizim, diğer silsile meşayihinden icazetlerimiz var. Nakşibendiye tarafından dahi bir icazet istiyoruz.
Ey Mükerrem Mahdum,
Tarikat-ı Nakşibendiye-i Aliyye'de şeyhlik ve müridlik, tarikat talimi ve taallümüdür. (Yani: Öğrenmek ve öğretmektir). Külah ve şecere değildir. Yani: Diğer silsilelerde âdet olduğu gibi... Bu büyüklerin yolu sohbettir; terbiyeleri dahi in'ikâsidir. Hiç şüphe edilmeye ki: Bunların bidayetine, diğerlerinin nihayeti derc edilmiştir. Tarikatları dahi, yolların en yakını olmuştur.
Bu zatların nazarı, kalb marazlarına şifadır; teveccühleri, manevi illetleri giderir.
Bir şiir:
Pek güzeldir Nakşibendilerin yolculukları;
Sessizce ulaştırırlar hareme yolcuları.
***
Temenni edilen müsamahanızdır. Bir mısra:
Makbuldür özür, keremlesi katında insanların. Vesselam.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 330. Mektup

MEVZUU:
a) Bu alemin musibetleri, her ne kadar zahirde yara ise de, hakikatte onlar merhemdir; terakkiye sebeb olurlar.
b) Taun hastalığından ölmenin fazileti.
Ve.. bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mirza Hüsameddin Ahmed'e yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Allah'ın Resulüne... Sizlere dahi dualar etmekteyim.
Taziye ve musibetler babında Şeyh Mustafa ile gönderilen mektubun içinde yazılanları okumakla teşerrüf ettim.
Bir ayet-i kerime meali:
"Biz, Allah içiniz, ona döneceğiz."(2/156)
Bu musibetler, zahirde yaralar durumundadır; lâkin hakikatte onlar merhemler gibidir. Terakkileri muciptirler. Hayırlı neticeler ve semereler, onlara göre tertib edilmiştir. Bu semereler, Allah'ın inayeti ile, ahirette vaki olacak semerelerin onda biri dahi değildir.
Çocukların varlığı, aynen rahmettir. Zira onların dünyada iken varlığının faydaları ve menfaatleri vardır. Bunun gibi, ölümlerinde dahi, güzel semereler ve iyi neticeler terettüb edecektir. İmam Nevevi Hilyet'ül-Ebrar eserinde şöyle anlattı:
-Abdullah b.Zübeyr'in idaresi zamanında, taun vakası oldu. Bu taun vakasında, Resulullah (sav) Efendimizin hizmetinde bulunan Hazret-i Enes'in (ra) seksen üç oğlu öldü. Halbuki, Resulullah (sav) Efendimiz onun için bereket duası eylemişti. Abdurrahman b.Ebubekir'in dahi kırk oğlu ölmüştü. Allah onlardan razı olsun.
İnsanların hayırlısı Resulullah (sav) Efendimizin ashabına ki, böyle muamele olunur bizim gibi asilere ne kalır? Bizim hesabımız mı olur?
Bir haberde şöyle anlatıldı:
Taun, sabık ümmetler için bir azap olmuştu; ama bu ümmet için şehadettir."
Gerçek olan bir mana şu ki: O kimseler, bu veba hastalığında öyle güzel bir şekilde hazırlanıp gitmektedirler ki şaşırmak iktiza ediyor. Hatta, insan bu belâ erbabı cemaata katılmak istiyor. Ağırlıklar, dünyadan ahirete aktarılmaktadır. Bu belâ, zahirde bu ümmet için gazap gibi gözükmekte ise de, batında rahmettir. Şeyh Tahir şöyle anlattı:
-Bir şahsı bu taun günlerinde Lahor'da gördüm; şöyle diyordu:
-Bu günlerde ölmeyen hasret çeker.
Bu geçip gidenlerin durumlarına nazır edildiği zaman, çok garip haller ve acaip muameleler müşahede edilir ki; onlar, Allah yolunda olanlara mahsus imtiyazlardır.
***
Ey Mahdum,
Pek değerli oğlumun ayrılması, en büyük musibetlerdendir. Böyle bir musibetle bir şahsın uğramış olduğu malum değildir. Sabır ve şükür ise... bu musibette bu Zaif için Sübhan Allah'ın nasib ettikleridir. Bunları, en büyük ihsanı ve en büyük in'amı saymak düşer. Sübhan Allah'tan dilerim ki: Bu musibetin ecrini ahirete tehir eyleye, orası için hazırlaya! Dünyada o manada bir şey izhar eylemeye. Bu dileğin, gönül darlığından ileri geldiğini biliyorum; zira Allahu Teala'nın rahmeti boldur; dünya ve ahiret onundur.
***
Kardeşlerden beklenen imdad, lanet, sonucun selâmetine dua, beşeriyet icabı çıkan hataları affetmektir. Yine beşeriyetten naşı kusurlardan dahi geçmektedir.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbımız, günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza sebat ver. Kâfirlere karşı bize yardım eyle."(3/147)
Selâm size ve diğer hidayete tabi olanlara.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 329. Mektup

MEVZUU:
a) Bazı suallere cevap..
b) Küçük berzahın bazı acaip, garaip hallerini beyan.
c) Taun ile ölümün fazileti.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Şeyh Bediüddin Siharanfuri'ye yazmıştır. .
Allah'a hamd olsun. Selâm seçmiş olduğu kullarına.
*** Mübarek mektup ulaştı. Ona şu hususlar derc edilmiş:
-Bu tarafta, zorlu hadiseler zuhur etti. Onların biri taun, diğeri ise, kıtlık... Allahu Teala, bizleri ve sizleri bu gibi beliyyelerden korusun. Şu hususları da yazmışsın:
-Bu fitnelerin olmasına rağmen, gece gündüz ibadetle geçmektedir; batın mamurdur.
Bunun için, Allah'a hamd ü şükürler olsun. Mektuba dere edilen suallerin cevabı şöyle sıralanabilir
a) Çoğu vakit sünnetlerde, Kâfirun, İhlâs, Muavvezeteyn sureleri okunmalıdır.
b) Kefen işinde, erkekler için sünnet olan iki kattır. Sarık sarılması zaiddir; biz, sünnet olanla yetinelim. Onun için bir cevap yazmadık. Kazurat ile kirlenme ihtimali vardır. Bu babda sağlam bir dayanak ve Maveraünnehir ulemasının buna dair bir işi yoktur. Uzun entarilerin kefen yerine giydirilmesini caiz gördüler. Şehitlerin kefenleri dahi giydikleri elbiselerdir. Hazret-i Sıddık elbisesi ile tekfin edilmesini vasiyet edip söyle dedi:
-Beni bu iki elbisemle gömünüz.
Allah onlardan razı olsun.
a) Bir manaya göre, küçük berzah, dünya yerlerinden sayıldığına göre; orada terakki durumunun olması caizdir. Bu yerin dahi, orada çeşitli şahıslara göre, değişik durumları vardır. Herhalde, şu mübarek cümleyi duymuş olacaksın:
"Peygamberler, kabirlerinde namaz kılarlar."
Resulullah (sav) Efendimiz, Miraç gecesi Musa'nın (as) kabrinden geçerken gördü ki: Kabrinde namaz kılıyor. Aynı anda, semaya yükseldiği zaman, Musa'yı (as) orada buldu. O yerin acaip garaip işleri vardır. Merhum büyük oğlumun vefatı dolayısı ile bugünlerde oraya çokça nazar etmekteyiz; oradan garip sırlar zuhur etmektedir. O kadar ki, eğer ondan bir nebze anlatacak olsak, fitneye sebep olur. Cennetin tavanı, Arş-ı meck ise; kabir dahi cennet bahçelerinden bir bahçedir, isterse, kısır akıl bunu tasvirden yana aciz olsun; bu acaipten işlere nazar eden bir başka göz vardır.
d) Şöyle böyle durumlardan sonra, mücerred iman, her ne kadar kurtarır ise de, kelime-i tayyibenin yükselmesi, yararlı amele bağlıdır.
e) Ölümden kaçmak, büyük günahlardan sayılır ki; savaş alanında askerken kaçmaya benzer. Bir kimse, veba olan yerde sebat eder de, sabırlı olursa; ölünce şehit olur. Kabir fitnesinden dahi emin bulunur. O kimse ki, kabırla orada durur, ölmez; gazilerden sayılır. Bu manada bir şiir:
Şayet bana:
-Öl...
Derse sem'an ve taaten;
Bu davetçiye derim;
-Ehlen ve merhaben...
***
Günlerdir, beni balgam ve öksürük perişan etti. Beden zaafı dahi, son haddine vardı. Bunun için, zaruri olarak, cevaplan kısadan aldık.
Vesselam.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 328. Mektup

MEVZUU: Kurban Bayramı hutbesinde, Hulefa-ı Raşıdın'in isimlerini okumayı terk eden hatibin zemmi ile, onları dinleyenleri de ayıplamak.
Bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: Samane beldesinin sadatına, kadılarına, valilerine ve diğer halkına...
Allah'a hamd olsun. Selâm seçmiş olduğu kullarına.
***
Samame'nin, hürmetine lâyık sadatının, kadılarının ve diğer ahalisinin, kerem sahibi idarecilerinin başını ağrıtmaya sebep şudur:
Duyduğumuza göre, o makamın hatibi, Kurban Bayramı hutbesinde Hulefa-i Raşidin'in ismini zikretmeyi terk etmiş; Allah onlardan razı olsun. Onların mübarek isimlerini zikretmemiş.
Yine duyduk ki:
Onun böyle yapmasından ötürü, hazır olan cemaatten bir grup bu hususta kendisine tarizde bulununca; sehvini itiraf edip hatası ve unuttuğu için özür beyan etmemiş. Böyle etmediği gibi, kendilerine temerrüd ve inatla mukabelede bulunup şöyle demiş:
-Hulefa-i Raşidin'in ismi zikredilmese ne lâzım gelir?.. Yine duyduk ki:
-O makamın büyükleri ve ahalisi, bu hususta yumuşak davranıp o hatibe; insafsızlık ve edepsizlik ettiği için şiddetle, sertçe karşı durmamışlar.
Bir mısra:
Ah bin kere ah, değil bir kere..
Hulefa-i Raşidin'in ismini hutbede zikretmek, hutbenin şartları arasında değildir. Lâkin, böyle bir zikir, ehl-i sünnet vel-cemaat alâmetidir; Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Bunu bilerek kasden terk edenin ya kalb marazı vardır; yada batını habistir.
Farz edelim ki: O bunu, inat ve taassupla terk etmedi; o halde:
"Bir kavme benzeyen onlardandır."
Tehdidli emrine ne diyelim. Bunun için ne cevap verecek? Sonra, töhmet zannından nasıl kurtulacak? Bir hadis-i şerifte şöyle geldi:
"Töhmet yerlerinden sakınınız."
Eğer o kimse, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer'in Allah onlardan razı olsun; takdiminde mütevakkıf ise... ehl-i sünnet vel-cemaata göre rafızi sayılır; onların yolundan çıkmış olur. Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali'nin, Allah onlardan razı olsun; mahabbetinde mütereddir ise... bu hali ile de ehl-i hak zümresinden ayrılmış olur.
Bu durumda hiç uzak görülmez ki: O hakikatsiz hatip bu hali Keşmriye'ye mensup olarak almıştır ve bu habaset de o nların müptedilerinden gelmektedir. Yerinde bir şey olur ki, ona: Hazret-i Ebubekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli olmasının, sahabenin icmaı ile sabit olduğu öğretilip anlatıla... Nitekim bu manayı, din imamlarından bir cemaat nakletmiş-tir. Bunlardan bir tanesi de; İmam Şafii'dir; Allah ondan razı olsun.
Şeyh İmam Ebülhasan Eş'ari şöyle anlattı:
-Kalan ümmet üzerine önce Hazret-i Ebubekir'in; ondan sonra da, Hazret-i Ömer'in daha faziletli olduğu kafidir. Allah onlardan razı olsun.
Bundan başka tevatüren, Hazret-i Ali'den (ra) hilâfet ve memleketi idaresi zamanında, kendi taraflarından dahi büyük bir cemaat arasında şöyle anlatılmıştır:
-Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer, ümmetin en faziletlisidir. Bu manayı Zehebi, Ebülhasan Eş'ari'ye dayanarak şöyle dediğini anlattı:
-Üstteki rivayeti, Hazret-i Ali'den nakleden seksen kimse anlattı.
Bunları bir cemaat saydı. Daha sonra şöyle dedi:
-Allah rafızileri takbih eylesin; o kadar cahiller ki... Buhari'nin kitabı, Allah'ın kitabından sonra, en sağlam kitaptır. O, Hazret-i Ali'den naklen şöyle anlattı:
-Resulullah'tan sonra insanların hayırlısı, Ebubekir'dir; sonra da Ömer. Bundan sonra da, bir başkası. Allah onlardan razı olsun.
Bunun üzerine, Hazret-i Ali'nin (ra) oğlu Muhammed b.Hanifeye şöyle dedi:
-Sonra sensin.
Onun böyle demesine karşılık Hazret-i Ali (ra) şöyle dedi:
-Ancak, ben Müslümanlardan bir kimseyim.
Buna benzer rivayetler, Hazret-i Ali'den ve diğer ashabın, tabiinin ileri gelenlerinden çok anlatılmış olup hepsi de meşhurdur. Onları ya cahil olan, ya da muannid olan inkâr eder.
Bu insaf libasından soyunana şöyle demek gerekir:
-Biz, ashabın bütününü sevmekle memuruz. Onlara buğzedip eza vermekten men edilmişiz. Hazret-i Ali ve Hazret-i Osman, ashabın en büyüklerindendir; Resulullah'ın dahi akrabalarıdır. Bu durumda onlar, mahabbet edilmeye daha haklıdırlar. Bu manada, Allahu Teala, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle anlatmasını istedi:
"De ki, ben karşılık olarak akrabalıkta sevgiden başka bir mükâfat istemiyorum."(42/23)
Resulullah (sav) Efendimiz dahi bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
«Ashabım hakkında Allahtan korku üzere olunuz. Benden sonra, onlara garaz bağlamayın. Bir kimse, onlar, severse, ben. sevdiği için sevmiş olur; onlara buğzeden dahi, bana buğzettiği için buğzetmiş olur Onlara eza eden, bana eza etmiş olur; bana eza eden dahi Allah'a eza etmiş olur. Allah'a eza edenin dahi, tutulup muaheze edilme tehlikesi vardır."
Böylesine kötü kokulu bir zehir, İslâm'ın iptidasından bu vakte kadar, Hind beldelerinde hiç duyulmuş mudur? Bu, bilinmiyor. Her halde, bu muameleden ötürü, bütün belde halkı, itham altında kalacaktır. O kadar ki: Bütün Hind beldelerinden de itimat kalkacaktır.
Allahu Teala, İslâm düşmanlarının tümü üzerine kendisine yardımcı olsun; zamanın sultanı ehl-i sünnet vel-cemaatten olup Hanefi Mezhebi mensubudur. Böyle bir şeyin onun zamanında çıkması, cür'etin son kertesidir. Hatta hakikatta kendisi ile münazaadır. İdare sahiplerinin dahi emrinden, taatından çıkmaktır.
Asıl şaşılacak durum şu ki: Büyük mahdumlar bu vakıayı sükûtla geçerler. Halbuki kendileri de orada oturmaktadırlar. Bütün bu işler olurken, sükûtla karşılamaktadırlar. Bu manadan olarak, ehl-i kitabın zemminde, Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Bari bilginleri, fakihleri onları günah söylemelerinden ve haramı yemelerinden vazgeçirmeye çalışsalardı ya. Bu yaptıkları şey ne kadar kötü."(5/63)
Diğer ayet-i kerimede ise şöyle anlatıldı:
"Onlar, işledikleri fenalıktan herhangi birini vaz geçirmezlerdi. Yaptıkları iş ne kadar kötü!.."(5/79)
Bu gibi vakalarda gafil davranmak, o bidatçilere cesaret verin dinde dahi gevşekliği mucib olur.
Bu gibi aldırmaz olmaktandır ki: Orada ehl-i hak topluluğunu Mühdeviye cemaati, kendilerinin batıl inançlarına çağırmaktadır. Bu misillu kurtlar, kısa bir süre, bir-iki tilkinin ellerinden kapacaklarını kaparlar.
***
Bundan daha fazla ne yazayım? Bu dehşetli haberi duymak, ıstırap sebebi oldu ve Faruki damarımı tahrik etti. Dolayısı ile bazı kelimeleri yazmaya mecbur kaldım. Özür beyanı ile müsamahanıza güvenilir.
Selâm size ve sair hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona ve âline salâtlar, selâmlar, bereketler ve tahiyyat dileği ile.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 327. Mektup

MEVZUU: a) Makam sahibinin mutlaka ilim sahibi olması gerekli midir, değil midir?
b) Hallere muttali olmamanın sebebi.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevlâna Ahmed Berki'ye yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah adı ile... Selâm, seçmiş olduğu kullarına.
Peşpeşe iki mektup geldi. Musibet (ölüm) haberini yazmışsınız. (Bu manada bir ayet-i kerime meali):
"Biz, Allah içiniz; Allah'a döneceğiz."(2/156)
Arkadaşlar, merhum Hace Muhammed Sadık'ın ruhu için, yetmiş bin, merhume kız kardeşi Ümmügülsüm'ün ruhu için dahi yetmiş bin defa:
-LA İLAHE İLLALLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur)
Kelime-i tevhidini tekrar etsinler. Bunun sevabını dahi, her ikisinin ruhaniyetine hediye eylesinler. Zira, ahbabdan beklenen duadır; Fatiha dahi okumaları beklenir.
*** Yine yazmışsın ki:
-Mektubatta anlatıldığına göre: Mansıp sahibi, ilim sahibidir.
Ey Mahdum,
Kutb-u aktab, ilim sahibidir; yani: Kendi mansıbı için. Diğer mahalli yerlerin aktabı (Kutb-u Bukuat) dahi onun parçaları gibidir. Yani: Eli ayağı. Bunların bazıları idaresini bilir; bazıları da bilmez.
*** Yazıyorsun ki:
-Fenafillah ve bekabillah şu ana kadar hasıl olmadı. Bunun için deriz ki:
-Bunun için ne yapabiliriz? Sen sohbette az kaldın. Bazı hallerin husulüne muttali olacağınız kadar burada durmadın.
Şu anda ben, Hind beldesindeyim; fenanı ve bekanı müşahede ediyorum. Anlatılan her iki kemali dahi, sende hissetmekteyim. Amma, sen bunu inkâr ediyorsun. Aramızda da, uzun mesafe var; suri mülakat müyesser olmamaktadır. Gizli hallere muttali olmak dahi zordur.
Meşayihin fena ve beka üzerine ettikleri kelâm, tamamen remz ve işarettir. Bu manada, insan kendiliğinden ne bulabilir ki? Sübhan Hak dahi, herkese ilim ve hal ihsan eylememiştir. Elbet, bir şahsa hallerinde dair ilim ihsan eder; onu dahi kendisine iktida edilen bir kimse kılar. Kalan topluluğu dahi ona bağlar. O dahi, onları kemal ve tekmil mertebesine ulaştırır.
Bir şiir:
Allah'a ne zorluğu olur;
Alemi bir şahsa doldurur...
Keşke Şeyh Hasan'ı birkaç gün daha tutsaydım; sizin bazı hallerinize onu muttali ettikten sonra hizmetinize yollasaydım. Sizin gelmeniz müşkil.
Arkadaşlarınızdan, rüşdünü ikmal etmiş, anlayış kabiliyeti olan biri gelip de burada birkaç gün ikamet etse ne kadar güzel olur. Kendisine zaruri haberleri anlatırdık. Maksud olan hallerin husulüdür. Hallere muttali olmak bir başka iştir.
Kalanı karşılaştığımızda.. Haliyle Baki Allah dilemiş ise... Vesselam.
***
Gereken nasihat odur ki: Ara vermeden derslere çalışasın; kendine (nefsine) müsamaha etmeyesin. Yani: Dersleri bırakmak babında. Senin için mümkün ise... zikir fikir hevesine kapılmadan bütün günlerini dersle doldur. Zira, gece saatleri zikir için yeterlidir.
Şeyh Hasan dahi, ders ve taallüm ile meşgul olsun; onu boş bırakmayınız
O tarafların ilimden yana nasibi az olduğu için; şeriat ilimlerinin orada ihyası zaruridir. Bu iş üzerinde başka nasıl durayım?
Hace Veys'in hallerini içine alan sayfalar da geldi. Ekseri yerlerine baktım; onları sevindirici buldum. Sübhan Hak'tan dilesin ki: Kuvveden fiile çıkara.
Vesselam.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 326. Mektup

MEVZUU:
a) Bir mektubuna cevap..
b) Zahir ulemanın nasibi, sofiye-i aliyyenin nasibi, enbiyanın varisleri olan rasihun ulemanın nasibi beyanındadır. Bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hz. MirzaŞemseddin'e yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Onun Resulüne salât ve selâmlar olsun. Sizlere dahi dualar etmekteyim.
***
Bilinsin ki, kerem olarak sadır olan mübarek mektubu, aziz kardeşim Muhammed Tahir ulaştırdı. Onun gelmesi ile, ferah ve sürür hasıl oldu. Ona dere edilmiş ki: Mülakat zamanına kadar, mektuplar vasıtası ile nasihatler edile.
***
Ey Mükerrem Mahdum,
Din nasihattir; Seyyid'ül-mürseline tabi olmaktır. Ona ve âline salâtların en faziletlisi, tahiyyatın dahi ekmeli olsun.
Zahir ulemasının dinden ve Seyyid'ül-mürselin Resulullah'a tabi olmaktan yana nasipleri; itikadı da tashih ettikten sonra, Şeriatın ilimleri ve ahkâmı olup bu ilim muktazasına göre de amel etmektir.
Sofiyenin nasibi ise... o ulemaya nasib olanlarla beraber, hallerdir, vecidlerdir, ilimler ve maariftir.
Rasihun ulemanın nasibi ise... -Ki bunlar enbiyanın varisleridir; onlara salât ve selâm olsun-, zahir ulemanın nasibi olan ve sofiyenin de imtiyazında bulunan nasiplerle beraber sırlardır ve inceliklerdir. Bu sırlara ve remzlere, Kur'an'ın müteşabihatında işaret edilmiştir. Tevil yollu onlara dere edilmiştir.
Bu son anlatılan zümre, mutabaat işinde kemal üzere olup verasette dahi tahakkuk etmişlerdir. Bu zatlar, enbiyaya has olan devlette ortaklıktır. Has makamın mahremiyetine sahihtirler. Bu manadan ötürü, hiç şüphe yok ki, Resulullah (sav) Efendimizin, şu müjdeli emr-i şerefine de nail olmuşlardır:
"Ümmetimin uleması, Beni İsrail'in enbiyası gibidir."
***
Seyyid'ül-mürselin ve Habib-i Rabb'il-alemine mutabaat üzere olunuz.
Resulullah Efendimize, bütün nebilere, resullere, mukarreb meleklere ve tüm taat ehline salâvat ve tahiyyat olsun.
Bu mütabaatınız; ilim, amel, vecd ve hal olaraktan da devam etsin. Ta ki: Saadet derecelerinin nihayeti olan veraset husulüne vesile ola...
***
 
Üst