Mektûbât-ı Rabbânî Köşesi...

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 385. Mektup

MEVZUU:
a) Allah'ın Mukaddes Beytinin muamelesi; tecillerin, zuhurların, hatta arşa bağlı zuhurların dahi üstündedir.
b) Kabe'nin hakikatına girmek ve ona vasıl olmak.
c) Kâbe-i Muazzama'nın dışını ziyarete suretin iştiyakı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mahdumzade Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Selâm olsun onun seçmiş olduğu kullarına...
Arşa bağlı zuhur, her ne kadar bütün zuhurların üstünde ise de; lâkin, Allah'ın mukaddes mutahhar Beyti'nin muamelesi, zuhurların ve tecellilerin üstündedir. O kadar ki, orada zuhur ve tecelli ismini anmak dahi ardır.
Tecellilerin ve zuhurların hükmü, daireyi ihatasına alanın hükmü gibidir. Bu muamele ise, o dairenin merkezi hükmündedir.
Hiç şüphe edilmeye ki, daireyi ihata edende bir vüs'at bulunmasına rağmen, daire merkezinin bir zillidir. Zira, dairenin noktası öyle bir şeydir ki, onun zilli genişlemiş; yüz nokta sıfatında zuhur ettikten sonra, daireyi sarmıştır. Burada üzerinde durduğumuz manayı:
-Nokta... tabiri ile anlatmamız, eşyayı, kendisine en yakın olan bir şeyle anlatmak kabilindendir.
Halbuki orada nokta dahi daire gibi yoktur. Orada zahire ve mazhara dahi yer yoktur. Ne asla, ne zılla yer vardır. Zira, asıl dahi, zil gibi, o devlet kasrına varma işinde yolda kalmıştır.
Bir şiir
Kuşumu nasıl anlatayım alâmetle sana;
Mevhum anka kuşuna benzer ki, yaygın her yana...
Ankanın bir ismi var ki, halk arasında belli;
Kuşumun ismi yok ki, onu bildireyim sana.
***
Beniisrail peygamberlerinin kâbesi, Beyt-i Makdis'in büyük taşı idi. Onun kemalâtı ve zuhuratı, sonunda bu Kâbe-i Muazzama'nın kemalâtına katılmaktadır. O kemalât dahi, bu kemalâtta mülhak olmaktadır. Zira, etrafın merkeze katılması mutlaktır. Etraf, merkeze katılmadığı takdirde, matluba ulaşma yolunu bulamaz. Zira o, sırat-ı müstakimdir.
Ah! Ah! Kâbe-i Muazzama'ya ne kadar şevkim arttı.
Allahu Teala, şöyle buyurdu:
"Şüphesiz, alemlere mübarek ve hidayet olarak insanlar için ilk yapılan beyt Mekke'dekidir.(3/96)
Onda ayetler ve beyyinat (olarak) makam-ı İbrahim vardır. Her kim, oraya girerse emin olur. Ona bir yol bulabilenlerin, (gücü yetenlerin) Beyt'i haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Bir kimse küfrederse, şüphesiz Allah alimlerden ganidir."(3/97)
Sübhan Allah'ın fazlı ile, Kabe'nin hakikatına katılmak müyesser olur ki, bu katılmadan sonra, sonsuz terakkiler hasıl olur. Ne var ki, suretten surete mülakatın şevki de mevcuttur.
Hac farz oldu. Yol emniyeti dahi, selâmetin çokça oluşundan tahakkuk etti. Haccın farz oluşundan dolayı, şevk dahi pek arttı, çoğaldı. Hal böyle iken, erteleme üzerine erteleme olmaktadır. İstihare, sefere müsaade etmiyor.
Hüsn-ü teveccühle her ne zaman teveccüh edecek olsam, yola gitme işi açılmıyor. Kabe'ye vusul dahi, nazarda zahir olmuyor. Ne yapabiliriz?..
Bütün bu özürler, haccın edasının tehirinde bir işe yaramıyor. Hangi halde olursa olsun; Allah'ın tevfikı ile, farz olan haccı eda etmek niyeti ile evden çıkmamız gerek. Merhaleler kat edip gitmeliyiz. Eğer kavuşmak müyesser olursa ne büyük nimettir. Şayet yolda kalırsak, ümit vaktin kazancıdır.
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Çünkü sen her şeye kadirsin."(66/8)
Allahu Teala, Efendimiz Muhammed'e, âline ve ashabına salât ve selâm eylesin...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 384. Mektup

MEVZUU: Kelime-i tevhid üzerinedir.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Camiu'l-ulûmi'l-akliyye ve'n-nakliye Mahdumrade Hace Muhammed Said'e yazmıştır.
***
LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESULULLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur; Muhammed, Allah'ın Resulüdür.)
Üstteki cümle-i mübareke iki kelimeden ibarettir. Yani iki cümleden.
BİRİNCİ CÜMLE:
Yüce mukaddes Zat mertebesini isbat tazammun etmektedir. Vücub mertebesinin, misale bağlı surette zuhuru, nokta suretindedir. Enine boyuna bu mertebenin zuhuru nokta suretinde daha yakın müşahede edilmektedir, isterse o mertebede noktaya, daireye, uzunluğa, ene, derinliğe bir mecal olmasın. Hiç şüphe edilmeye ki, isbat kelimesi keşfe dayalı surette nokta gibi görülmektedir.
İKİNCİ CÜMLE
MUHAMMEDÜN RESULÜLLAH'tır. Bu mübarek cümle halkı davetten haber vermektedir. O halk ki, cisim, cevherle alâkalıdır. Yayılmanın ve uzunluğun orada kuvvetli bir basamağı vardır. Hiç şüphe edilmeye ki, bu misale dayalı makam, keşfe dalayı nazarda enli ve boylu zuhur etmektedir.
Bu makamda, salik ikinci kelimeyi sekir hali bakiyesi sebebi ile bir deniz gibi bulmaktadır. Birinci kelimeyi dahi, bu denizin yanında bir nokta tahayyül eder.
Üstte anlatılan mana icabı olarak, bu Fakir, ondaki sekir hali bakiyesi sebebi ile şöyle yazdı:
-İkinci kelime bir deniz olup onun yanında birinci kelime bir nokta gibidir.
Bu mana icabı olarak, Fütuhat-ı Mekkiye yazarı (Muhyiddin b.Arabi k.s.) dahi şöyle dedi:
-Cem'i Muhammedi, lâmütenahi cem-i ilâhiden daha alımlıdır.
Amma vücub mertebesinin vüs'atı belli olunca, ki o yüce mukaddes ve lâkeyfidir. Bu olan dahi Sübhan Allah'ın inayeti ile oldu. Bu lâkeyfi olan mertebenin ihatası dahi zuhur edince... İşte o zaman tamamı ile alemin hükmü, bu en ve bu boyla nihayetsiz denize nisbetle bölünmesi imkânsız küçük bir parça gibi kaldı.
iş bu vakitte salik dahi daha önce nokta olarak bulduğunu sonsuz bir deniz gibi buldu. Umman denizi dahi, bölünmesi imkânsız olan bir parça gibi görmeye başladı.
Üstte anlatılan manaya bakarak, hiç kimse sanmaya ki, velayet, nübüvvetten daha faziletlidir. Şunun için ki velayetin birinci cümle ile münasebeti vardır. Nübüvvet dahi, ikinci kelimeye yatkındır. Zira, biz şöyle diyoruz:
-Nübüvvet, her iki mukaddes kelimenin birden mahsulüdür. Nübüvvetin urucu, birinci kelimeye taalluk eder; onun nüzulü ise. ikinci kelime ile alâkalıdır.
Üstte anlatılan manadan da anlaşılacağı gibi; ikinci kelimenin birden hasılı, nübüvvet makamıdır; yalnız ikinci kelimenin hasılı nübüvvet makamı değildir. Nitekim, bazıları böyle zanneder. Onlar sanır ki, birinci kelime velayete mahsus olmuştur. Halbuki, hiç de böyle değildir. Elbette, her iki kelime, uruc ve nüzul itibarı ile velayet makamının husulüdür; aynı şekilde, nübüvvet makamının dahi, uruc ve nüzul itibarı ile hasılıdır.
Bu babda netice söz şu ki: Velayet makamı, nübüvvet makamının zillidir. Velayet kemâlatı ise, nübüvvet kemalâtının zillidir. Sekir makamında her ne söylenir ise, o mazur görülür ve ondan geçilir. Bu Fakir dahi, o manada onlarla ortaktır. Yani sekriyatta. Yine bu mana icabı olarak, bazı mektuplarda şunu yazmıştır:
-Birinci kelime, velayet makamına münasip olup ikinci kelime dahi nübüvvet makamına münasiptir.
Sekre gelince, eğer onda ayıklığa çıkmak müyesser olur ise, büyük bir nimettir; tarikat küfründen dahi hakikat İslâmına geçilir ise yine öyle...
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak bizi muaheze eyleme."(2/286)
Habibin hürmetine... Ona ve âline salât ve selâm. Bu duaya:
-Amin!., diyen kula Allah rahmet eylesin.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 383. Mektup

MEVZUU: Kâbe-i muazzama ile alâkalı hakikatların ve sırların beyanı. İnsanda arşın numunesi olduğu gibi, Kabe'nin dahi onda numunesi vardır.
Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.teri bu mektubu, Mevlâna Abdülvahid Lahori'ye yazmıştır.
***
Bilesin ki;
İnsanın kalbi, Arş-ı Rahman'ın nümunesidir. Kalbe bağlı zuhurlar, arşa bağlı zuhurlar gibidir.
Aynı şekilde, Beytüllah'tan dahi, insanda alamet vardır. Çünkü o, mutedil bir durumdadır. Sağdan ve soldan yana ayrı ve imtiyazlı bir yeri vardır. Güzel sıfatı ile tek başına ve güzeldir.
Bu büyük devletin sahipleri asaleten enbiyadır. Bu büyüklere tebabıyet ve veraset yolu ile ümmetlerinden bazıları dahi onunla müşerref olurlar. Amma, kendisi için murad olunan kimse ise...
Bu devlet, enbiyanın ashabında, enbiyanın sohbeti bereketi ile pek ziyade ve pek çoktur.
Ashabın zamanından sonra, bu devlet azaldı. O kadar ki, aradan uzun asırlar geçtikten sonra, tebaiyet ve veraset yolu ile bir kimse onunla müşerref olur ise, büyük bir ganimettir; kibrit-i ahmerdir. Bu şahıs dahi, as-hab-ı kiram zümresine dahildir. Allah onlardan razı olsun. Sabikun zümresinden sayılır.
Bu nisbet-i aliyyenin sahibi, matlup merkez devleti ile mümtazdır, isterse, merkezin kendisinin mertebeleri olsun. Ne var ki, o sebat devleti müşerreftir.
Bu muammayı bundan ziyade nasıl açayım? Bu rumuzlar dışında ondan ne miktar şerh edeyim?
Sübhan Allah'ın fazlı ile bu devlet zuhura geldikten sonra; daha önceki nisbetlerin tümü zeval bulur. Onlardan yana ne nam kalır; ne de şan. ister kalb nisbeti olsun; isterse başkası. Nehrullah gelince... Nehr-i İsa battal olur.
Bu devletin sahipleri, sırat-ı müstakim üzeredirler. Ki sırat-ı müstakim, matlubun vusulü hizasındadır. O kimse ki, bu sırattan kayıp sağa sola geçmiştir; onun vusulü, zıllardan bir zılla olur. İsterse, zılalde dahi, mertebeler değişik olsun; yine de hepsi zilliyet damgasını almıştır.
Bir şiir:
Dostun az ayrılığının azlığı yoktur;
Göze gelen kıl yarım dahi olsa çoktur...
Bir kimse, sırat-ı müstakimden hardal tanesi kadar ayrılmış olsa dahi, ondan yan çizmiş ve matluba vüsuldan uzak düşmüş olur.
Bir şiir:
Ey Arabi zordur Kabe'ye varman;
Gittiğin yolun sonu Türkistan...
Allahu Teala, bize ve size sırat-ı müstakim üzere sebat ihsan eylesin.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 382. Mektup

MEVZUU:
a) Namazda tadil-i erkân ve safların düzeltilmesi.
b) Küffarla muharebeye giderken, niyetin düzeltilmesi...
c) Teheccüd namazını emretmek.
d) Yenenlere dikkat etmek.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Muhammed Murad Bedahşi'ye yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Allah'a hamd olsun.
Selâm olsun onun seçmiş olduğu kullarına.
***
Göndermiş olduğunuz mübarek mektup ulaştı. Bu mektup, arkadaşların sebatını, istikametini de tazammum ettiğinden çokça ferahlık getirdi. Allahu Teala, sebat ve istikametinizi artırsın.
O mektuba, şu mana dahi dere edilmiş:
-O iş ki, yapmakla memuruz; ona devam etmekteyiz. Hem de, tarikata dahil olan bütün arkadaşlarla birlikte.
Beş vakit namazı, elli altmış kişiye varan bir cemaatle eda etmekteyiz.
Bunun için, Allah'a hamd olsun.
O ne büyük bir nimettir ki, batın, şanı yüce Allah'ın zikri ile mamur ola ve zahir dahi şer'i hükümlerle süslene...
Bu zamanda, insanların pek çoğu, namazın edasında gevşek davranmaktadırlar. Namazda itminana ve tadil-i erkâna dahi, kayıtsız kalmaktadırlar. Dolayası ile istedim ki, bu babda, zaruri olarak, tekid ve mübalağa ile üstünde dura dura bazı hususları yazayım.
Bu yazılanları, dikkatle dinleyip anlamak gerek.
. Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Hırsızların en kötüsü, o kimsedir ki; kıldığı namazından çalar."
Şöyle sordular:
-Ya Resulallah, o kimse, kıldığı namazından nasıl çalabilir?
Buna cevap olarak, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Rükûunu ve secdelerini tamam etmemek sureti ile."
Resulullah (sav) Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde ise, şöyle buyurdu:
"Rükû ile secdeleri arasında belini düzeltmeyen kimsenin namazına Allah nazar etmez."
Resulullah (sav) Efendimiz, secdeleri ve rükûunu. tam yapmayan bir kimseyi gördü ve şöyle buyurdu:
"Sen hiç korkmaz mısın? Eğer bu halinde ölecek olsan, Muhammed Dini'nden başka bir din üzerine ölürsün."
Resulullah (sav) Efendimiz bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu: "Sizden hiçbirinizin namazı tamam olmaz; taa rükûdan tamamen kalkıp belini de doğrulttuktan sonra her uzuv yerine gelinceye kadar."
Resulullah (sav) Efendimi şöyle buyurdu:
"Bir kimse, iki secde arasında oturmadıkça, belini doğrultup onu sabit tutmadıkça namazı tamam olmaz."
Resulullah (sav) Efendimiz, bir gün namaz kılan birinin yanından geçti; gördü ki, rükûunu ve secdesini, oturmasını, kalkmasını, hulasa namaz erkhanını tamam etmiyor. Şöyle buyurdu:
"Eğer bu halinde ölecek olsan, kıyamet günü benim ümmetimden olduğun söylenemez."
Bir başka yerde ise, şöyle buyurduğu anlatılmıştır:
"Bu durumda ölecek olsan, Muhammed Dini'nden başka bir din üzere ölmüş olursun."
Ebu Hüreyre (ra) şöyle anlattı:
-Bir şahıs altmış sene namaz kılar; amma, onun bu namazlarından bir tanesi dahi kabul edilmez. Bu o kimsedir ki, rükûunu ve secdelerini tamamlamaz.
Şöyle anlatıldı:
-Zeyd b.Vehb birinin namaz kıldığını gördü; amma rükûunu ve secdelerini tam yapmıyordu. Onu çağırdı ve sordu:
-Kaç senedir böyle namaz kılarsın?
O kimse, şu cevabı verdi:
-Kırk senedir.
Bunun üzerine, Zeyd b.Vehb şöyle dedi:
-Bu kırk sene içinde hiç namaz kılmamış oluyorsun. Bu halinde ölsen, Muhammed (sav) sünnetinden başka bir yolda ölürsün.
Şöyle anlatıldı:
-Mü'min bir kul namazını kıldığı zaman, rükûunu ve secdelerini de güzel eda ederse, onun namazında bir güzellik ve nur olur. Melekler onu, semaya çıkarırlar. O namaz dahi, namaz kılan için dua edip şöyle der:
-Sen beni koruduğun gibi, Allahu Teala dahi seni korusun.
Şayet o kimse, namazı güzel kılmaz ise, o namaz zulmetli olur. Melekler dahi onu istemezler semaya da çıkarmazlar. O namaz dahi, kılana şerli beddua edip şöyle der:
-Sen beni nasıl zay ettinse, Allah da seni zay etsin.
Namazın edası dam olarak yapılmalıdır. Tadil-i erkâna tam riayet edilmelidir. Oturmalara ve kalkmalara dahi riayet gerekir.
Namazı tamam kılmaları ve tumaninete (oturuş ve kalkışlarda azaların sükûnet bulmasına) tadil-i erkâna (her şeyin sünnet olduğu üzere yapılmasına) riayet etmeleri için başkalarına dahi delâlet edip anlatmalıdır. Zira, insanların pek çoğu, bu devletten mahrumdur. Bu amel, bütünüyle terk edilmiş durumdadır. Bunu ihya etmek, İslâm'da önemli vazifelerin en önemlisidir.
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: "Öldürüldükten sonra bir kimse sünnetimi canlandırırsa, onun için
yüz şehid sevabı vardır."
***
Bilesin ki,
Cemaatle namaz kılarken, safların dahi düzeltilmesi yerinde olur. Namaz kılanlardan hiçbiri, ileri veya geri durmamalıdır. Hepsinin aynı hizada olmasına çalışmak lâzımdır. Resulullah (sav) Efendimiz, önce safları düzeltir; sonra namaza başlardı. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle
buyurdu: "Safların düzeltilmesi, namazın ikamesindendir."
Rabbimiz, katından bize rahmet ver, sen hibesi en bol olansın...
***
Ey said,
Amel, ancak niyetle sahih olur.
Dar-ı harb kâfirleri ile cihada gittiğiniz zaman, öncelikle niyyetinizi tashih etmeniz gerekir ki, onun üzerine, hayırlı bir netice terettüb etsin.
Yerinde olur ki, bu harpten ve cidalden maksad, ilâ-i kelimetullah ve din düşmanlarını dahi düşürüp tahrib etmek ola... Biz, bütün cihadlarda bu gayeyi yerine getirmek için memuruz. Başka niyetlerle amellerinizin iptali cihetine gitmeyiniz.
Gazilerin ulufeleri, beytülmaldan tayin edilip karar altına alınmıştır. Bu, Allah yolunda cihada münafi değildir. Gazilerin ecirlerine dahi bir noksanlık getirmez. Ancak, amellerin iptali, bozuk niyetlerle olur. Bunun için, niyeti düzeltmek yerinde olur. Beytülmaldan ulufe alınmalı; küffarla cihad edilmeli ve sonra, gazilik ve şehidlik ecirleri vaki olur.
***
Biz, sizin halinize imreniyoruz. Batında Sübhan Hak'la meşgulsünüz. Zahirde dahi, çokluk cemaatle namazı eda etmektesiniz. Bununla beraber, küffarla cihad etme şerefine dahi nail olmaktasınız. Her kim, kurtulur salimen döner ise, o gazidir; ölen dahi şehid olur. Lâkin, bütün bunlar niyeti tashih ettikten sonra tasavvur edilir. Hakiki niyet tahakkuk etmez ise, zorla niyeti düzeltme cihetine gitmelidir. Bunun için, insan kendisini zorlamalıdır. Dolayısı ile, hakiki niyetin müyesser olması için, Allahu Taala'ya iltica edip yalvarmalıdır.
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, nurumuzu tamamla; bizi bağışla. Sen her şeye kadirsin.»(66/8)
***
Size yapacağım bir başka nasihat ise, teheccüd namazına devam et-menizdir. Zira bu namaz, tarikatın zaruri olarak yapılması gereken ibadetleri arasındadır. Bu, huzurda dahi size söylendi.
Bu mana, size ağır gelir de, âdet olduğu üzere uyanmanız kolay olmaz
ise, bu i şe alâkalılardan bir topluluğu vekil etmelisiniz ki, sizi teheccüd vakti uyandıralar. İstense de, istenmese de bunu yapalar. Sizi gaflet uykusunda bırakmayalar. Bu işi, birkaç gün yaparsanız, herhalde sonra, bir zorlama olmadan alışırsınız.
***
Bir başka nasihat ise, lokmaya dikkat etmelidir. Bir insan, nereden ne bulursa yemesi doğru olmaz. Hem de, şer'i yönden helâl veya haram olduğunu düşünmeden. Zira, insan başıboş bırakılmamıştır ki, her istediğini yapa... Onun, şanı yüce bir Mevlâsı vardır; kendisine verdiği emir ve nehyi vardır. O yüce Zat, peygamberleri vasıtası ile, razı olduğu ve razı olmadığı şeyleri bildirmiştir. Onlara salât ve selâm olsun. Onlar, alemlere rahmettir.
Saadetten mahrum kalan o kimsedir ki, Mevlâsının rızası hilâfına iş yapar; onun izni olmadan mülkünde tasarruf eder.
Hayret etmek gerek; şunun için ki, mecazi sahibin rızasına dikkat edilir, bu babda bir dakika bile kaçırılmak istenmez. Halbuki, hakiki mevlâları onlara emir vermiş; yasaklar bildirmiştir. Hem üzerinde durarak, tekid ve mübalağa ile, onlara tam manası ile yapmamaları gereken işten almak istemiştir. Ne var ki onlar, buna hiç iltifat etmezler. Onların böyle bir şey yapmaları İslâm mıdır? Yoksa küfür müdür?
Üstte anlatılan manaları yeniden düşünsünler. Fırsat fevt edilmeden, geçmişi elde etmek gerek.
"Günahtan tevbe eden, günahsız gibidir" hadisi-i şerifi, kusurlulara bir müjdedir. Böyle bir şey var iken, bir kimse günahta ısrar eder ve bununla da ferahlık duyar ise, o kimse münafıktır. İslâm sureti ondan ukubeti kaldırmayacağı gibi, azaba uğramasına dahi engel olmaz.
Bu işte daha ne kadar durayım? Akıllı olana bir işaret dahi yeter.
***
Korkulu yerlerde ve düşmanın istilâ ettiği mahallerde Kureyş (Sure: 106) suresin] okumak, emin olmak ve kurtuluş için tecrübe edilmiştir. Bunun gece-gündüz on bir kere okunması gerekir; daha az olmaz.
Bir hadis-i şerifte şöyle geldi:
"Bir kimse, bir konağa iner de, orada şu duayı okursa, oradan göçünceye kadar kendisine hiçbir şeyin zararı dokunmaz:
-Allah'ın bütün kelimeleri ile yarattıklarının şerrinden zatına sığınırım. (Euzu bikelimatillahi't-tammati min şerri mahalaka)"
Selâm, Hüdaya ittiba edenlere...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 381. Mektup

MEVZUU:
a) Amud-u Nurani.
b) Şark tarafından doğan kuyruklu yıldız.
c) Kıyamet alâmetleri ve kıyametin kopma şartlan. Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Şerafeddin Hüseyin'e yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile.
Bir ayet-i kerime meali:
"Allah'a hamd olsun, hidayet ederek bizi buna kavuşturdu. Eğer Allah, bize hidayet etmeseydi; kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık. And olsun, Rabbimizin resulleri gerçeği getirmişlerdir."(7/43)
O resullere salât ve tahiyyat olsun.
***
Mevlâna Ebülhasan'ın getirdiği pek değerli oğlumuzun mübarek mektubu gelmekle sürür verdi.
Mükerrer olarak, şark canibinden doğan amud-u nuraniden (nurlu sütundan) sormaktasınız.
Bilesin ki,
Ashabın verdiği habere göre, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Vaad edilen Mehdi'nin zuhur mukaddimeleri olan Abbasi Melik Horasan'a vardığı zaman, şark tarafında iki dişli münevver bir boynuz çıkar."
Bu rivayetin yapıldığı haşiyede yazıldığına göre, o sütunun iki başı vardı.
Bu sütunun ilk doğuşu, Nuh (as) kavminin helaki zamanında oldu. Aynı şey, ibrahim (as) peygamberi ateşe attıkları sırada dahi doğdu. Firavun'un ve kavminin zamanında dahi doğdu.
Bir de, Yahya (as) peygamberin katledildiği zaman doğdu.
Her kim onu görür, fitnelerin şerrinden Allah'a sığınsın.
Şark tarafında meydana çıkan o beyazlık; önceleri nurlu bir sütun halinde idi. Sonra, ona bir eğrilik geldi; boynuz şeklini aldı.
İhtimaldir ki, onun için:
-iki başlı, isminin verilmesi, şu itibara göre ola: Her iki tarafında da bir incelik olup dişe benzerler; bunun için, her iki tarafta baş itibar edilmiştir. Nitekim, bir süngünün de her iki tarafı incelik taşısa, onun için de:
-İki başlı, tabirini kullanır.
Kardeşim Şeyh Muhammed Tahir Bedahşi Confor'dan geldi. Şöyle anlatıyor:
-O sütunun üst tarafında da iki başı var; iki dişe benziyor. İkisi arasında da kısa bir ayrılık var.
Bu mânanın teşhisi sahrada hasıl oldu.
Aynı haberi, bir başka topluluk da verdi.
Halbuki bu doğuş, Mehdi'nin zuhuru zamanında olacak zuhur değildir. Zira, onun zuhuru, yüz başlarında olacaktır. Şu anda dahi, yüz başını, on sekiz sene geçmiş vaziyettedir.
Hadis-i şerifte, Mehdi'nin alâmetleri hakkında şöyle anlatılmıştır:
"Şark tarafında bir kuyruklu yıldız doğup aydınlık verecektir."
Bu yıldız dahi doğmuştur. Amma o mudur, yoksa onun bir benzeri midir?
Bu yıldıza:
-Kuyruklu yıldız, adının verilmesi, ihtimal ki, şu anlatmalara dayanıyor:
-Sabitlerin seyri, mağribden meşrikadır...
Bu yıldızın durumu da, onun seyrine göredir. Yani yüzü meşrik canibine doğru, arkası dahi, mağrib tarafınadır. Bu uzun beyazlık dahi, onun arka tarafındadır. Bu mana icabı oülarak, ona:
-Kuyruk... isminin verilmesi yerindedir.
Onun her günkü irtifı ise, meşrikten mağribedir. Ancak o, kısri (kendine has durumunda ağırlık taşıyan) seyri ile felek-i azamın seyrine bağlıdır.
Hakikat-i hali, en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
***
Hulasa, Mehdi'nin zuhur zamanı yakındır. Onun zuhur zamanı olan yüz (asır) başına gelinceye kadar nice mebde'ler ve mukaddimeler zuhur edecektir. Allah ondan razı olsun.
Onun zuhur mebde'leri ve mukaddimeleri, Resulullah (sav) Efendimizin nübüvveti zuhurundan evvel zuhura gelmiştir. Nitekim, bu manada şöyle anlatmışlardır:
-"Muhammed Resulullah'ın sureti olan Abdullah'ın nutfesi, Amine'nin rahmine düştüğü zaman, bütün putlar yüzüstü yere yıkıldılar. Bütün şeytanlar, vazifelerinden alındılar. Melekler, iblisin tahtını alt üst edip denize attılar. Kendisine dahi kırk gün azab ettiler.
Resulullah (sav) Efendimizin doğduğu gece, Kisra'nın sarayı sallandı; on
dört şerefesi de yıkıldı.
Mecusilerin ateşi söndü. Halbuki, o ateş bin seneden ben yanardı; bu müddet içinde hiç sönmemişti.
Mehdi dahi, büyüktür. Onun sebebi ile, İslâm'a ve Müslümanlara büyük takviye gelecektir. Onun velayetinin dahi, zahir ve batın büyük tasarrufu vardır. Nice harika hallerin ve kerametlerin sahibi olacaktır.
Onun zamanında, nice hayret veren haller zuhur edecektir.
Üstte anlatılan manalar icabı olarak, yerinde olur ki, onun vücudunun zuhurundan evvel, âdet harici harika haller meydana gele... Tıpkı Resulullah (sav) Efendimizin nübüvvetinden evvelki irhasat gibi. Bu zuhura gelen işler dahi, onun zuhur mebde'leri olalar.
Nitekim, anlatılan manalar hadis-i şeriflerden de anlaşılmaktadır.
Bilesin ki,
Bir hadis-i şerifte, Resulullah (sav) Efendimiz söyle buyurmuştur:
"Küfür her yanı istilâ edip hükmü cemiyet içinde aşikâre işlenmedikçe, Mehdi zuhur etmez."
Bu vakitte, vaki olan ise, küfrün istilasıdır. Onun kuvvetidir. İslâm'ın ve Müslümanların dahi zaafıdır.
Bu vakit, Resulullah (sav) Efendimizin, ehl-i İslâm'ın garib düşeceklerini anlattığı devirdir. Onlara ne mutlu. Ayrıca, Resulullah (sav) Efendimiz onları müjdelemiştir.
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Fitne zamanında ibadet etmek, bana hicret etmek gibidir."
Malumunuzdur ki, fitnenin istilâsı zamanında askerlerden küçük bir cesaret görülecek olsa; fitnenin yatıştığı zaman, hiç itibarı olmasa dahi, o zamanda çokça kendilerine itibar hasıl olur. İsterse, fitne sükûnet buluşundan sonra, ondan çok çok fazla hareketler sudur etsin. Zira, amelin vakti ve vukuu kabul yeridir. Bu dahi fitne zamanıdır.
***
Yerinde olur ki, nefis Allah'ın rızasına harcana... Sünnet-i seniyeye mütabaattan başka bir şey tercih edilmeye... O sünnet-i seniyyenin sahibine salât ve selâm olsun. Eğer makbul olanlar arasında haşrolmak niyetinde iseniz anlatılanı yapmalısınız.
Ashab-ı Kehf'i görüyor musunuz? Tek hicretle en yüksek dereceye ulaştılar.
Halbuki siz, Muhammedilersiniz, Ümmetlerin hayırlısı olan ümmetine dahilsiniz. Vakitlerini, oyun oyalanma ile geçinmeyiniz. Çocuklar gibi, cevize ve muza aldanmayınız.
Bir şiir:
"Gaye hazinemden gösterdim sana nişan;
Ümidimsin, ona varıp bulmalısın inan...
Bu kuyruklu yıldızın zuhurundan önce doğan nurlu sütuna gelince... Onda bir zulmet ve karalık görülmedi. Görünürde hayırdan başka bir şey zuhur etmedi.
Kuyruklu yıldıza gelince... Onda sıkıntı şaibesi vardır. Amma öyle anlatıldığı gibi değil, elbette fayda veren ve zararı meydana getiren Sübhan Allah'tır. Bir şahsın doğumu, ölümü ve hayatı ile yıldızların bir işi yoktur.
Kur'an-ı Mecid'den anlaşılan, yıldızların varlığından maksad üçtür:
a) Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Onlar, yıldızlarla ihtida ederler."(16/16)
Yani onlar, yıldızlarla, deniz ve kara seferlerinde yollarını bulurlar.
b) Bir başka ayet-i kerimede ise, Aliahu Teala, şöyle buyurdu:
"Biz semayı, yıldızlarla süsledik; onlan şeytanlara atılan (taşlar) eyledik."(67/5)
c) Şeytanlara atılan taşlardır.
Ta ki, oradan kulak hırsızlığı etmeyeler...
Bu üç maksadın dışında her ne söylenir ise, o sabit değildir. Hatta vehimler ve hayalât hanesine dahildir. Zan ise, gerçekten yana hiçbir şey getiremez. Hatta deriz ki:
-Zannın bazısı günahtır.
***
Pek değerli oğul'a mükerreren yazıldı ki, tevbe ve inabe zamanı, her şeyi gönülden atıp bir inkıtaa varmak zamanı geldi.
Bu zaman, fitnelerin geldiği zamandır. O halde ki, fitneler nerede ise, nisan yağmura gibi yağıp bütün alemi kaplayacaktır.
Seyyidina ve Nebiyyina Sadık ve Masduk (Efendimiz Peygamberimiz Doğru Sözlü, Sözünün Doğruluğu Tasdik Edilen) Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Kıyamete yakın fitneler olacak ve karanlık gece gibi saracaktır. İnsan, mü'min olarak sabahlar; kâfir olarak akşamı eder. Mü'min olarak akşamlar; sabaha kâfir çıkar. O sıralarda oturan, ayakta durandan hayırlıdır; yürüyen, koşandan hayırlıdır. O sıralarda yaylarınızı kırınız. Oklarınızı parçalayınız. Kılıçlarınızı taşa çalınız. O zamanda, sizden birinizin dahli, Ademoğullarının hayrı için olsun."
Bir başka rivayette ise, Resulullah (sav) Efendimize sordular ki:
-O zaman için, bize emriniz nedir?
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Evinizde oturunuz."
Bir başka rivayette ise, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Evlerinizin içinde kapanınız."
Herhalde, malumunuzdur: Dar-ı harp kâfirleri Nekregut nahiyelerinde Müslümanlara ne gibi cevr ü sefalar yapmaktadırlar... Yani bugünlerde... İslâm belbdelerinde neler ettikleri dahi sizce malum olmalıdır. Onlardan gelen bu ne ihanettir!.. Allahu Teala, onlan rüsvay eylesin, perişan etsin...
Bu gibi kötü kokulu çiçekler çok olacaktır ve ahir zaman iktizasıdır.
Allahu Teala, bizi ve sizi, bütün mü'minieri Seyyidü'l-mürselin Resulullah Efendimize mütabaatte sebat ihsan eylesin. Resulullah Efendimize ve diğer peygamberlere ve hepsinin âline, mukarreb meleklere salât ve selâm.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 380. Mektup

MEVZUU: a) İslâm'ın beş erkânı ile beraber, ehl-i sünnet vel-cemaat akidesinin beyanı.
b) Hak kelimeyi duyurmaya teşvik. Yani zamanın sultanına duyurmaya.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hanıcihan'a yazmıştır.
***
Rahman Rahim ve Allah'ın adı ile.
Allah'a hamd olsun. Selâm olsun, onun seçmiş olduğu kullarına.
İnkıtaa uğrayan dervişlerin adına ikram ve iltifat olarak yollanan mübarek mektup ulaştı. Bu iltifat için Allah'a hamd o Isun.
Bu şüphe ve karışıklıklarla dolu zamanda, kendileri ile münasebet kurulmadığından ellerinde bir şey olmayan bu dervişlere, saadet sahibi zenginlerin tevazuu, onlara inanmaları, bu taifeye karşı güzel yaratılıştı olmaların-
Bunun böyle olması ne kadar büyük bir nimettir. Şöyle ki: Çeşitli alâkaların bulunması, bu devletin husulüne mani olmamış ve dağınık teveccühler onları bu veliler zümresine mahabbetten alıkoymamıştır. Bu durumda yerinde olur ki, tam olarak, bu büyük nimetin şükrü eda edile. Bu arada:
"İnsan sevdiği ile beraber olacaktır" manasına gelen hadis-i nebeviden dahi ümidvar olunmalıdır.
***
Ey necib Said,
İnsanı, öncelikle itikadını düzeltmesi gerek. Bu düzeltme de, fırka-i naciye olan ehl-i sünnet ve'l-cemaatın görüşlerine uygun olarak yapılmalıdır. Allah onların hepsinden razı olsun. Zira onlar, süvad-ı azamdır; cemm-i gafirdir.
Evet, itikad anlatılan manada tashih edilmeli ki, uhrevi felah, ebedi necat tasavvur edile...
Kötü itikad ki, ehl-i sünnet inançlarına muhalefettir; öldürücü zehir durumundadır ve ebedi ölüme, sonsuz azaba götürür.
Amelde müdahane ve onda gevşeklik işinde bir mağfiret ümidi vardır; amma itikadda müdahane işinde asla mağfiret yeri yoktur.
Bir ayet-i kerime meali:
"Allah, kendine şirk koşanı bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar."(4/48)
***
Şimdi, kısa ve öz bir lisanla, ehl-i sünnet itikadlarını sıralayacağız; bunların muktazasına göre, itikadı düzeltmek gerek. Tazarru edip Sübhan Hakka yönelerek, bu devlet üzerine istikamet taleb edilmelidir.
Bilesin ki,
Yüce Allah, kadim zatı ile mevcuttur. Sair eşya ise, onun verdiği vücud ile mevcuddur. Onun yaratması ile, ademden vücuda gelmiştir.
Sübhan Allah kadimdir, ezelidir. Eşyanın tümü ise, yoktan var edilmiştir. . O zat ki, kadim ve ezelidir; baki ve ebedidir. Her ne şey ki, sonradan yaratılmıştır ve geçmişinde adem (yokluk) vardır, o dahi fani ve müstehlektir. Yani zevale yüz tutmuştur.
O Sübhan Zat, birdir, şeriki yoktur; ne vücud vücubunda, ne de ibadet istihkakında. Vücud vücubu, (yani varlığının gerekli oluşu) başkasına lâyık olmadığı gibi, onun gayrına ibadet edilme hakkı dahi yoktur.
O yüce Allah'ın kâmil sıfatları vardır; onlardan bazılan şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irade, sem, basar, kelâm, tekvin... (Sırası ile: Diri olmak, bilmek, güçlü olmak, dilemek, işitmek, görmek, konuşmak, yaratmak). Bunların hepsi de kıdem ve ezeliyetle muttasıf olup yüce mukaddes Hazret-i Zat ile kaim bulunmaktadır.
Hadisenin taallukatı, sıfatların kıdemine halel getirmez. Hudusün mutaallıkı dahi, onların ezeliyetine engel olamaz.
Felsefeciler, akıllarının noksanlığından, mutezile ise, körlüklerinden ve azgınlıklarından ötürü mütaallakın hüdusunu, (yani ilgili şeyin) mütaallakın hüdusuna delil saydılar. Kâmil sıfatları nefyederler.
Allahu Teala'nın ilminin cüzi'yata geçmesi tagayyürü gerektirdiği içindir. Bu tagayyür dahi, hüdus emmarelerindendir.
Bilmezler ki, sıfatlar ezeli olur. Onların taallukatı dahi, hadis mütaallakat sebebi ile hadistir. Sıfatların noksanlığı dahi, onun zatından atılmıştır.
Allahu Teala, cevher, cisim, araz sıfatlarından ve onların levaziminden münezzehtir.
Yüce Allah'ın zatında zamanın, mekânın, cihetin yeri yoktur. Zira, bütün bunlar, onun yarattıklarıdır.
Allahu Teala'dan haberi olmayan bir cemaat zannetti ki, Allahu Teala, arşın üstündedir. Böylelikle, onun için üst yanda bir mekân isbat ettiler. Arş ve ondan başkası, onun ihtiva ettikleri tümden hadis olup Allahu Teala'nın mahlukatıdır. Hadis ve mahluk olan bir şey için ne mecal vardır ki; kadim olan yaratıcıya mekân ola, onun için karargah ola. Amma, arş, Allahu Teala'nın en şerefli mahlukudur. Nuraniyet ve safa, mümkinattan diğerlerine nazaran, onda daha ziyadedir. Dolayısı ile, hiç şüphe edilmeye ki, onun için, yüce mir'atiyet hükmü vardır. Yani yüce Yaratıcı'nın azametini izhar etmek için, yüce Zat'ın kibriyası onda açık bir şekilde zuhura gelmiştir. Bu zuhur sebebi iledir ki, onun için şöyle derler:
-Allah'ın arşı...
Halbuki, arş ve diğerleri tümden, Allahu Teala'ya nisbetle aynıdır. Hepsi de onun mahlukudur. Ne var ki, arşta gösterme kabiliyeti vardır; diğerlerinde bu gösterme kabiliyeti yoktur.
Görmez misin ki, bir ayna insanın suretini gösterir; amma o insan için:
-Aynadır, denemez.
Zira, bu insanın aynaya oîan nisbeti, onun aynadan başka eşyalara olan nisbeti gibidir. Yani kendisinin karşısına gelen eşyalara. Aradaki değişiklik, ancak gösterme kabiliyetinin olup olmamasındandır. Şu cihetten ki, aynada sureti alma kabiliyeti vardır; amma bu kabiliyet, ondan başka şeylerde yoktur.
Allahu Teala bir cisim ve bir cisme bağlı değildir. Bir cevher ve bir araz dahi değildir. Ne mahduddur, ne mütenahi. Ne uzundur, ne de enli. Ne kısadır, ne de dar. Elbette, Allahu Teala vasidir. Amma onun bu vüs'atı, bizim fehimlerimizde idrak ettiğimiz vüz'at cinsinden değildir. O her şeyi ihata etmiştir. Amma, bizim idrakimizle anlaşılan bir ihata değil. Allahu Teala, yakındır; amma bizim akıllarımızın aldığı biçimde bir yakınlık değildir. Allahu Teala, bizimledir; amma onun bizimle oluşu bilinen bir beraberlik değildir.
Biz inanıyoruz ki Allahu Teala, vasi, muhit, karib ve o bizimledir. Ne var ki, bu sıfatların keyfiyeti nasıldır, onu bilemiyoruz. Bunlardan yana her ne bilecek olsak biliriz ki, onun için mücessime mezhebinde bir basamağı vardır. Yani o bileceğimizin...
Allahu Teala, hiçbir şeyle ittihat etmediği gibi; herhangi bir şey dahi onunla ittihat etmiş değildir.
Allahu Teala'ya hiçbir şey hulul etmediği gibi; Allahu Teala dahi hiçbir şeye hulul etmiş değildir.
Yüce mukaddes Hakkın zatında, tecezzi, tabauz (bölünüp parçalanma)
iki muhal iştir.
Tahlil ve terkibi dahi o yüce Zat hakkında iki memnun şeydir.
Allahu Teala'nın dengi, kadını, çocuğu yoktur.
Allahu Teala, zatında ve sıfatında keyfiyetten, benzerlikten, misalden münezzehtir. İlmimizin ulaştığı odur ki, Allahu Teala, zatını sena edip vasfettiği kâmil sıfatlan ve isimleri ile mevcuddur. Onlarla mevsuftur. Ne var ki, fehimlerimizle, idrakimizle idrak ettiğimiz, akıllarımızla tasavvur ettiğimiz her şeyden Allahu Teala, ylücedir, münezzehtir. Nitekim, bu manalar daha önce de anlatıldı.
Bir ayet-i kerime meali:
"Gözler, onu idrak edemez."(6/103)
Bir şiir:
Bilgin, masivayı hüccet tutanlar boş;
Mevcud odur, ondan gayrı rabb yok boş...
***
Bilinmesi yerinde olur ki, Allahu Teala'nın isimleri tevkifiyedir. Yani onların ıtlakı, şeriat sahibinden duyulduğu üzeredir.
Hangi isim ki, onun Hazret-i Hakka ıtlakı şeriatte varid olmuştur; işte onun Hazret-i Hakka ıtlakı caizdir. Şayet şeriatta varid olmamış ise, onun ıtlakı da Hazret-i Hakka caiz değildir, isterse o isimde kemal manası münderic olsun. Bu manadan ötürü, şeriatta varid olduğu için:
-Cevvad... ıtlakı caizdir. Amma, şeriatte gelmediği için SAHİ ıtlakı caiz değildir.
***
Kur'an, Allahu Teala'nın kelâmıdır. Harf ve ses libasına girerek, Resulullah Efendimize inzal edilmiştir. Allahu Teala, onunla kullarına emirlerini ve yasaklarını bildirmiştir.
Bizler, nefsi kelâmımızı, ağız ve dil vasıtası ile- harflerin ve seslerin limasında izhar ederiz. Böylelikle de, gizli maksatlarımızı zuhur meydanına çıkarırız. Aynı manaya benzer bir şekilde, Sübhan Hak dahi, nefsi kelâmını kâmil kudreti ile dilin ve ağzın tavassutu olmadan, harf ve ses libasında kullarına kelâmını izhar eder. Gizli emirlerini ve yasaklarını harf ve ses zımnında zuhur meydanına getirmiştir.
Kelâmın her iki kısmı da haktır. Yani nefsi ve lafzi olanları. Her iki kısma da, kelâm ıtlakı hakikat yolludur. Nitekim bizim iki kısım olan nefsi ve lafzi kelamımız dahi hakikat yollu kelâmdır. Birinci kısım hakikat, ikinci kısım kısmın dahi mecaz olduğu manası yoktur. Mecazın nefyi caizdir; ona Allahu Teala'nın kelâm olduğu halde, lafzi kelâmı inkâr etmek küfürdür.
Sair kitaplar ve sahifeler dahi, geçmişteki peygamberlere inzal olunmuşlardır. Resulullah (sav) Efendimiz ve onlara salât ve selâm. O kitapların ve sabitelerin hemen hepsi, Sübhan Allah'ın kelâmıdır.
Kur'an-ı Kerim'e, o kitaplar sahifelere her ne ki dere edilmiştir; onların hepsi Allahu Teala'nın hükümleri olup vakitlere ve zamanlara göre, onları kullarına teklif etmiştir.
***
Hak Teala'yı mü'minlerin, cennette görmeleri cihetsiz, mukabelesiz ve ihatasız olarak haktır. Biz, bu uhrevi rüyete inanırız. Amma onun keyfiyeti ile meşgul olmayız.
Allahu Teala'yı görmek, bir keyfiyete bağlı değildir. Keyfiyet ve misal erbabına onun hakikatinden yana bir şey zahir olmaz. Ondan yana da, imandan başka nasipleri olmaz.
Felsefecilerin, mutezilenin ve diğer bid'atçıların hüsranı ne kadar büyüktür ki, körlükten, mahrumiyetten ötürü, uhrevi olan rüyeti inkâr ederler.
***
Allahu Teala, nasıl kulların yaratanı ise, onların fiillerinin de yaratanıdır. Onlann fiileri ister hayır olsun, ister şer. Bunların hepsi de, Allah'ın takdiri iledir.
Lâkin, Allahu Teala, hayırdan razıdır; serden razı değildir. İsterse, her ikisi de onun iradesi ve istemesi ile olsun. Lâyık olan odur ki, edep icabı, tek başına şer, Allahu Teala'ya bağlanmaya... Meselâ,
-Şerrin halikı, denmeye... Şöyle demek yerinde olur
-Hayrın ve şerrin halikı...
Nitekim ulema, Allahu Teala için şöyle söylenmesine kail olmuştur:
-Allahu Teala, her şeyin halikıdır.
Amma, şöyle demenin yakışmayacağını anlatmışlardır:
-Kazuratın ve hınzırların yaratıcısı.
Zira, yüce mukaddes Hakkın zatına karşı edebe riayet böyle dememeyi gerektirir.
Mutezile, kendilerindeki seneviyetten (bir manada Mecusilik) ötürü, sandılar ki, kulların fiillerinin halikı, kulların kendileridir. Hayrı ve şerri dahi, onlara bağladılar. Halbuki şeriat ve akıl onları tekzib etmektedir.
Evet, ehl-i sünnet uleması, kulun gücünün, yaptığı fiilde dahilini gördüler; onun için, kulda kesbi isbat ettiler. Amma, mürteiş (titreşim-bir manaya göre robot) hareketi ile, muhtar olarak (serbest, hür) hareket eden arasında fark vardır. Zira, irtiaş hareketinde, kudretin ye kesbin dahli yoktur. Amma ihtiyari harekette her ikisinin de dahli vardır. İşte bu kadar farktır ki, muahazeye sebep oldu ve sevabın ve ikabın isbatına yetti.
İnsanlardan pek çoğunun; kudretin, kesbin ve ihtiyarın kulda varlığı üzerine tereddütleri vardır. Sanırlar ki, kul aciz, mustar bir durumdadır. Halbuki onlar, ulemanın muradını anlayamamışlardır. Zira, kudretin ve ihtiyarın kulda, şu manaya gelmez:
Kul, her istediğini yapar; her istemediğini de yapmaz.
Zira, böyle bir şeye kail olmak, kulluktan uzaktır. Onun asıl manası şu demeye gelir:
-Kul, kendisine emir verilen bütün işlerin uhdesinden gelmeye güçlüdür.
Meselâ, beş vakit namazı eda etmeye gücü yeter. Malının kırkta bir zekâtını vermeye gücü yeter. On iki aydan bir ay orucunu tutabilir. Azık ve yol işlerine gücü yeter ise, ömründe bir defa hacca gitmeye gücü yeter.
Üstte anlatılan kıyas, diğer şeri'i hükümler üzerinde yürütülebilir.
Allahu Teala, tam manası ile şefkat ve merhametinden ötürü kulunun zaafına ve iktidarının azlığına bakarak, onun için suhulete ve kolaylığa gitti.
Üstte anlatılan manada gelen ayet-i kerimeler şöyledir:
"Allah, sizin için kolaylığı murad eder; zorluğu murad etmez. "(2/18 5)
"Allah sizden hafifletmeyi diler; insan zaif yaratılmıştır."(4/28)
Yani Allahu Teala, güç ibadet tekiflerini size hafifletmek murad eder. İnsanın yaratılışı zayıftır; şehevi arzularına karşı sabredemez. Ağır tekliflere de gücü yetmez.
***
Peygamberler, Sübhan Hakkın elçileridir. Halka gönderilmişlerdir ki, onları yüce Zatına davet edip onları dalâletten çıkarıp hidayet yoluna götü-reler. Onların davetini kabul eden herkesi, cennetle müjdelerler. Kendilerini inkâr edenleri dahi, cehennem azabı ile tehdid ederler.
Onların yüce Hak tarafından tebliğ edip bildirdikleri doğrudur; haktır. Onda yalan şaibesi yoktur.
Peygamberlerin sonuncusu, Allah'ın Resulü Muhammed'dir. Onun getirdiği din dahi, geçmiş dinlerin hepsini neshedip hükümsüz bırakmaktadır. Onun getirdiği kitap geçmiş kitapların en faziletlisidir.
Onun şeriatı mesholmaz; kıyamete kadar bakidir.
İsa (as) yere inecek ve Resulullah (sav) Efendimizin şeriatı ile amel edecektir; onun ümmeti arasına girecektir.
Resulullah (sav) Efendimizin ahirete dair verdiği haberlerin hepsi haktır. Meselâ, kabir azabı, lahd sıkıntısı, orada Münker Nekir'in sorgusu. Bu arada; alemin fena bulacağını, semaların yarılacağım, yıldızların döküleceğini, yerin ve dağların zevalini, onların parçalanmalarını, haşri, neşri, ruhun cesede iadesini, kıyamet sarsıntısını, kıyamet günü sıkıntılarını, amellerin hesabını yapılan amellere duyguların şehadetini, sağdan soldan gelecek iyi kötü amel defterlerini, artık eksik yanlarının bilinmesi için iyiliklerin ve kötülüklerin tartılmasına mizan kurulmasını sayabiliriz. Hasenat gözü ağır gelir ise, necat alâmetidir; hafif gelir ise, hüsrana alâmettir. O mizanın ağırlık ve. hafiflik değerlendirilmesi dünya mizanı değerlendirilmesinin aksinedir. Orada yüksekte kalan göz, ağır olur; aşağı düşen göz ise, hafif kalır.
***
Başta enbiyanın, ikinci olaraktan da; salih kulların mü'minlerin asilerine Malik-i Yevmiddin olan yüce Sultan Zat'ın izni ile şefaatları sabittir. Bu manada Rasulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir."
***
Sırat köprüsü, cehennem üstüne kurulacaktır. Mü'minler, onun üzerinden geçip cennete gideceklerdir. Kâfirlerin dahi, ayaklan kayar; oradan cehenneme düşerler.
***
Cennet mü'minlerin nimetlendirilmesi için hazırlanmıştır. Cehennem dahi, kâfirlere azab edilmesi için hazırlanmıştır. Her ikisi de, şu an yaratılmışlardır. Sonsuzlara kadar da baki kalacaklardır; fani olmazlar.
Mü'minler muhasebe edildikten sonra, cennete girince orada daim kalırlar; oradan çıkarılmazlar.
Küffar dahi, cehenneme girdikten sonra, orada daim kalırlar. Sonsuzlara kadar orada azab görürler. Onlar için azabın hafifletilmesi caiz değildir. Bu manada bir ayet-i kerime şöyledir:
"Onun içinde ebedi kalacaklardır. Onlardan azabı hafifletilmez. Kendilerinin yüzlerine de bakılmaz."(2/162)
Kalbinde zerre miktar imanı olan bir kimse, masiyette ifratı sebebi ile cehenneme girerse, isyanı kadar orada azab görür. Sonunda çıkar. Kâfirlerinki gibi onların yüzleri kararmaz. İmanına hürmeten, kendisine bukağı ve zincir vurulmaz. Yani kâfirlere olduğu gibi.
***
Melekler, Sübhan Allah'ın mükerrem kullandır. Allahu Teala'nın onlara emrettiği şeye asi gelmezler. Emrolunduklarını yaparlar. Kadınlık, erkeklik vasıflarından beridirler. Tevalüd ve tenasül onlar hakkında yoktur.
Allahu Teala, onlardan bazılarını, elçilik vazifesi için seçmiş; vahiy tebliği ile şereflendirmiştir. Enbiyanın kitaplarını ve sahifelerini getiren bunlardır. Onlara salât ve selâm olsun.
Bunlar, hatadan ve halelden mahfuzdurlar, düşmanın hilesinden ve mekrinden masumdurlar.
Onların, Allah tarafından tebliğ ettiklerinin hepsi de doğrudur; tamamdır. Onda hata ve şüphe ihtimali şaibesi yoktur.
Bu büyükler, yüce Hakkın azametinden korkarlar. Onlar için, yüce Allah'ın emrini yerine getirmekten başka meşguliyet yoktur.
***
İman, kalb ile tasdik, dil ile de ikrardır. Yani tevatür ve zaruret olarak, dinden yana bize tebliğ edilenlere.
Duygularla amel etmek, imanın kendisinden hariçtir. Lâkin, bu ameller imanda kemali artırır; ona güzellik getirir.
İmam-ı Azam Kûfi (rh) şöyle dedi:
-İman, ziyadeyi ve noksanı kabul etmez.
Zira, kalben tasdik, kalbin yakininden ve onun iz'anından ibarettir. Onda ziyadelik ve noksanlık için bir değişiklik olma mecali yoktur. O ki, tefavüt kabul eder; o şey, zan ve vehim dairesine dahildir.
İmanın kemali ve noksanı taat ve hasenat itibarına göredir. Taat arttıkça, imanın kemali de artar.
Avam mü'minlerin imanı, enbiyanın imanı gibi olamaz. Onlara salât ve selâm olsun. Zira, onların imanı, kemal zirvesine ulaşmıştır. Bu da, taata iktiran sebebi iledir.
Avamın imanı, kemalin kendisinden nice merhale uzaktır; onun zirvesine ulaşmak şöyle dursun; isterse, her iki zümrenin imanı da tasdikte müşterek olsun. Ne var ki, enbiyanın imanı, taata geçtiğinden bir başka hakikat arız olmuştur. O kadar ki, avamın imanı, o imanın sanki bir ferdi dahi değildir. Her iki iman arasında bir benzerlik ve ortaklık dahi yoktur.
Görmez misin ki, her ne kadar insaniyetin kendisine, avam mü'minlerin enbiya ile iştiraki olmasına rağmen; bir başka kemalât, enbiyayı yüksek derecelere ulaştırır. Onlar için, bir başka hakikat isbat eylemiştir. O kadar ki onlar, müşterek oldukları hakikatin dışındadırlar. Belki de asıl insan onlardır. Onlara göre avam ise, NESNAS hükmündedir.(NESNAS: Bir manaya göre, denizde veya bir adada bulunan mahluktur. Şekli insan şekline benzer. Amma, onlardan her birinin bir eli, bir ayağı, yarım başı ve bir gözü vardır. Bu kelime burada şu manaya kullanılmış olabilir: Yarım adam...)
***
İmam-ı Azam şöyle dedi: -Ben, hakka (gerçekten) mü'minim. İmam-ı Şafii ise, şöyle dedi: -İnşaallah ben mü'minim.
Allahu Teala her ikisine de rahmet eylesin. Her iki cümlenin de, bir tevil ciheti vardır. Hal itibarı ile caizdir ki:
-Ben, hakka (gerçekten) mü'minim, söylene... Sonuç ve gelecek itibarı ile de:
-İnşaallah ben mü'minim, demek sahih olur. Ne var ki, hangi şekilde olursa olsun, istisna suretinden kaçınmak gerek.
Masiyetleri intikap etmek, büyük günah olsa dahi, mü'mini imandan çıkarmaz; küfür dairesine sokmaz. Şöyle anlatıldı:
-İmam-ı Azam, ulemadan bir topluluk ile oturuyordu. Bir şahıs geldi ve şöyle dedi:
-Haksız yere babasını öldürüp başını koparan, onun kafa tasında şarab içtikten sonra anası ile de zina eden fasık bir mü'min için ne dersiniz? Bu kimse, mü'min midir, yoksa kâfir mi?
Ulemadan her biri tek tek konuştu. Amma doğru olmayan bir şekilde. Hepsi de yanıldılar. Bu arada İmam-ı Azam şöyle dedi:
-O kimse mü'mindit. Bu büyük günahları işlemek, onu imandan çıkarmaz.
İmam-ı Azam'ın bu sözü, ulemaya ağır geldi. Kendisine dil uzatıp sataştılar. Ne var ki, İmam-ı Azam'ın sözü doğru olduğundan, sonunda hepsi de kabul edip o sözün gerçek olduğunu itiraf ettiler.
Asi olan mü'min, can boğaza gelmeden evvel tevbeye muvaffak olur ise, tevbenin kabulü vaad edildiği için, onun için büyük bir necat ümit ederiz. Eğer tevbe edip Allah'a dönmek şerefine nail olmazsa, onun için Allah'a kalır; dilerse affedip cennete koyar, dilerse masiyeti kadar onu cehennem azabına veya başka bir azaba atar. Ne var ki, onun işi, sonunda necata vanp geleceği de cennettir. Zira, ahirette Allah'ın rahmetinden mahrum kalmak, müfür ehline mahsustur. Amma, zerre miktar imanı olan, mağfirete ve rahmete müstahak olur. Her ne kadar masiyet illeti sebebi ile kendisine başta rahmet ulaşmasa da, Sübhan Allah'ın inayeti ile sonunda rahmet şümulüne girer.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra kalblerimizi kaydırma... Katından bize rahmet hibe eyle. Sen hibesi en bol olansın."(3/8)
***
İmamet ve hilâfet bahsi, ehl-i sünnet katında her ne kadar dinin asıl meselelerinden değil; itikada dahi taalluk etmemekte ise de; lâkin Şia bu babda azıtıp ifrata ve tefrite düştüklerinden dolayı ehl-i sünnet uleması bu bahsi zaruri olarak, kelâm ilmine katıp işin hakikatini beyan ettiler.
Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizden sonra hak üzere imam, mutlak halife Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, sonra Hazret-i Ömer'ül-Faruk, sonra Osman Zinnureyn, daha sonra Ali b.Ebi Talib'dir. Allah onların hepsinden de razı olsun. Bunların daha faziletli oluşları dahi, bu hilâfet tertiplerine göredir.
Hazret-i Ebi Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli oldukları, sahabenin ve tabiinin icma kararı ile sabittir. Nitekim, böyle olduğu, imamların büyüklerinden nakledilmiştir. Onlardan biri de, İmam-ı Şafii'dir.
Ehl-ü sünnetin reisi, Şeyh Ebü'l-Hasan Eş'ari şöyle dedi:
-Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in kalan ümmet üzerine daha faziietli olduğu kafidir. Bunu, ya cahil olan inkâr eder yahut mutaassıp.
Allah onlardan razı olsun.
Hazret-i Ali (ra) dahi söyle dedi:
-Bir kimse, beni Ebu Bekir ve Ömer üzerine daha faziletli görür ise, o müfteridir. İftiracıların dövüldüğü gibi, onu kamçı ile döverim.
Şeyh Abdülkadir Geylani Allah sırrının kudsiyetini artırsın, dahi GUNYE adlı kitabında, Resulullah (sav) Efendimizden naklederek şöyle dedi:
"Semaya çıkarıldığım zaman, Sübhan Allah'tan diledim ki: Benden sonra, Ali b.Ebi Talib'i halife kıla... Bunun üzerine, melekler şöyle dedi:
-Allah'ın dilediği olur; senden sonra halife Ebu Bekir'dir."
Hazret-i Ali'nin (ra) dahi şöyle dediğini Hazret-i Şeyh anlattı:
-Resulullah (sav) Efendimiz, dünyadan ayrılmadan evvel, benden şu yolda söz aldı:
"Benden sonra Ebu Bekir halife olur; sonra Ömer, sonra Osman, ondan sonrada sen olacaksın."
Allah onların hepsinden razı olsun.
İmam-ı Hasan, Imam-ı Hüseyin'den daha faziletlidir. Allah ikisinden de razı olsun.
Ehl-i sünnet uleması, Hazret-i Aişe'yi, Hazret-i Fatıma'dan ilim ve içtihadda daha faziletli bulunmaktadır. Şeyh Abdülkadir Geylani, -sırrı mukaddes olsun- GUNYE adlı eserinde Hazret-i Aişe'yi Hazret-i Fatma'dan önde görmektedir. Allah onlardan razı olsun.
Fakir'in inancı da odur ki: Hazret-i Aişe, ilimde ve ictihadda daha ileri olup, Hazret-i Fatıma dahi zühdde ve inkıtada daha kıdemlidir. Bunu mana icabı olarak, Hazret-i Fatıma için:
-Betul, denmiştir. Bu lâfız, inkıtada müblağayı ifade eder.
Hazret-i Aişe, ashabın fetva mercii idi. Bilmek işinden, onlar her ne gibi bir müşkilleri olsa, onun halli Hazret-i Aişe'de idi. Allah onların hepsinden razı olsun.
Cemel ve Sıffıyn muharebesi gibi, ashab-ı kiram arasında vukubulan münazaa ve muharebelere gelince, yerinde olur ki, bunlar, doğru yoldan iyiye yorula... Bu hususta, ashab-ı kiram, nefsani hevseten ve taassuptan (batıl saplantıdan) uzak görüle... Zira, o büyüklerin nefisleri, Resulullah'ın (sav) sohbeti ile heva ve hevesten tezkiye edilmiştir; kinden ve hasetten dahi temizlenmiştir.
Eğer onlardan bir musalâha vaki olmuş ise, Hak içindir. Şayet onlardan bir münazaa ve çekişme zuhur etmiş ise, bu dahi yine Sübhan Hak içindir.
Onlardan her fırka, kendi içtihadının muktazasına göre amel etmiştir. Heva ve taassup şaibesi olmadan muhalif işleri kendi nefislerinden atmışlardır.
Onlardan her kim, içtihadında isabetli ise, onun için sevab olarak iki derece vardır. Hatalı olan için dahi, sevab olarak bir derece vardır. Bu içti-had işinde, yanılan dahi, yanılmayan gibi ayıplanmaktan uzak görülmektedir; hatta onun için, sevab derecelerinden bir derece vardır.
Ulema, bu manada şöyle dedi:
-Bu muharebelerde, hak Hazret-i Ali tarafından idi. Muhaliflerde dahi, doğrudan bir tarafta idiler.
Durum böyle olunca, taana uğramayacakları gibi; onları ayıplamanın yeri de yoktur.
Onlar küfür ve fısık nisbeti bir yana. Nitekim, bu manada, Hazret-i Ali (ra) şöyle dedi:
-Kardeşlerimiz bize karşı geldiler; amma onlar ne kâfir idi ne de fasık. Çünkü, onlardan küfrü ve fışkı atacak tevil yolları vardı. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Bilhassa, ashabım arasında geçenlere karsı kendinize sahip olunuz."
Yerinde oldu ki, Resulullah (sav) Efendimizin tüm ashabına tazim edile. Onların hepsi de hayırla anıla... Onlardan hiçbirine kötü zan beslenmeye. Onların münazaası, başkalarının müsalahasından daha faziletli görüle... işte necat ve felah yolu budur.
Zira, Resufullah'ın (sav) ashabına karşı beslenen sevgi, Resulullah (sav) Efendimize olan sevgi sebebi iledir. Onlara beslenen buğuz ise, Resulullah (sav) Efendimize buğza çeker. Bu manada, büyüklerden biri şöyle dedi:
- Resulullah (sav) Efendimizin ashabına tazim etmeyen, Allah'ın Resulüne iman etmemiştir.
***
Muhbir-i Sıddık Resulullah (sav) Efendimizin haber verdiği kıyamet alâmetlerin hepsi haktır. Onlarda yalan ihtimali yoktur. Onlar arasında şunlar vardır:
Alışılmışın aksine, güneşin mağripten doğması,
Mehdinin zuhuru,
Ruhullah İsa'nın nüzulü. Resulullah Efendimize ve ona salât-ı selâm. Deccalin çıkması,
Ye'cuc ve Me'cuc'un zuhuru,
Dabbe-i arzın çıkması,
Semadan bir dumanın zuhuru ile, insanlan kaplayıp onlara elim bir azalb ile azab etmesi. O kadar zorlanacaklardır ki, artık insanlar şöyle diyecekler:
"Rabbimiz, bizden azabı aç; biz mü'minleriz."(44/12)
Kıyamet alâmetlerinin sonuncusu odur ki, Aden tarafından bir ateş çıkacaktır.
Cehaletten dolayı, Hindistan ehlinden bir şahıs, kendisi için:
-Mehdi, iddiasında bulundu diye, onu vaad edilen mehdi sandılar.
Onların zannına göre, mehdi vefat etti; geçti gitti. Onun kabrinin dahi Kurre'de olduğunu iddia ederler. Halbuki, bu babda gelen sahih hadis-i şerifle meşhurdur. Hatta, tavatür-ü manevi derecesinde olup taifenin sözlerini tekzib etmektedir.
Resulullah (sav) Efendimizi, Mehdi'nin alâmetlerini beyan etmiştir. Bu alâmetler, o şahısta olmadığı halde, onu Mehdi sanmaktadırlar. Bir hadis-i şerifte şöyle gelmiştir:
"Mehdi çıkacaktır. Başının üstünde de bir parça bulut olacaktır. Orada da bir melek bulunacak ve şöyle nida edecektir:
-Bu şahıs, Mehdi'dir kendisine tabi olunuz."
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Tüm olarak, yeryüzünün meliki dört tanedir. Onların ikisi mü'minlerden, ikisi de kâfirlerdendir.
Zülkarneyn ve Süleyman mü'minlerdendir.
Nemrud ve Buhtunnasır ise kâfirlerdendir.
Yere, beşinci olarak ehl-i beytimden biri sahip olacaktır."
Yani Mehdi.
Resulullah (sav) Efendimiz bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
"Allahu Teala, ehl-i beytimden birini çıkarmadıkça, dünya çökmeyecektir. Onun ismi ismime uyan babasının ismi dahi babamın ismine uyar. Daha önce zulüm ve adaletsizlik dolduğu gibi, onun gelmesi ile dünya adalet ve hakların yerini bulması ile dolar."
Bir başka hadis-i şerifte ise, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: "Ashab-ı kehf, İsa'nın yardımcıları olacaklardır.
İsa (as) Mehdi zamanında yere inecektir. Mehdi, Deccalin katlinde İsa'ya (as) muvafakat eder.
Onun saltanatı zamanında, Ramazan ayının on dördünde güneş tutulacaktır; o ayın ikisinde ise, ay kararacak. Bunların oluşu, âdetin ve müneccimlerin hesabı hilâfına olacaktır.
Şimdi, insaf edilmelidir. İnsaf nazarı ile bakılmalıdır. Bu alâmetler, o ölü şahısta var mıdır, yok mudur?
Muhbir-i Sadık Rasulullah (sav) Efendimiz tarafından bildirilen, daha çok alâmetler vardır ki, anlatılanlardan başkadır.
Şeyh İbn-i Hacer, Mehdi'nin alâmetleri üzerine bir risale yazdı ki, onlar iki yüz alâmeti bulur.
Vaad edilen durumu, bu açık bir şekilde iken, son derece cehaletlerinden ötürü bir cemaat dalâlete saplandı. Sübhan Allah onlara doğru yolu göstersin.
***
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"İsrailoğullan, yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Onlardan biri müstesna, hepsi de cehennemdedir.
Ümmetim dahi, yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onların da hepsi cehennemdedir; ancak biri müstesna..."
Dediler ki:
-Bu fırka-i naciye kimdir, ya Resulallah?
Bunun üzerine, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Onlar, ben ve ashabımın üzerinde bulunduğu hal üzere olanlardır."
Burada anlatılan fırka-i naciye, ehl-i sünnet ve'l-cemaattır. Onlar, Resulullah (sav) Efendimizin mütabaatını ve onun ashabının mütabaatını bırakmayanlardır.
Allah'ım, ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadı üzerine bize sebat ver. Bizi onların zümresi ile öldür; bizi onlarla haşreyle...
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle. Çünkü, hibesi en çok olansın."(2/8)
***
İtibadı, anlatılan manada düzelttikten sonra; mutlaka emirlere ve yasaklara imtisal etmek lâzımdır. Bunlar, şer'i olup amele taalluk eden işlerdir.
Beş vakit namazını, cemaatle, tadil-i erkânına riayet ederek, eda etmelidir.
Küfürle İslâm arasını ayırd eden, bu namazdır. Namazı, sünnet olduğu üzere eda etmek müyesser olur ise, dinde sağlam bağa yapışmak hasıl olur.
Namaz, İslâm dininin beş esasından ikincisidir.
Birincisi, Allah'a ve Resulüne iman olup ikincisi namazdır. Üçüncüsü zekât vermektir. Dördüncüsü, Ramazan ayı orucunu tutmaktır. Beşincisi, Allah'ın beytini haccetmektir.
Birinci asıl, itikada taalluk eder. Kalan dört asıl ise, amele taalluk etmektedir.
Tüm ibadetlerin en şümullüsü, toplu mana ifade edeni, en faziletlisi namazdır.
Kıyamet günü, ilk hesap, namazdan olacaktır. Namaz işi tamam olduktan sonra; kalanların hesabı Allah'ın yardımı ile kolay geçer.
İmkân nisbetinde, şer'an mahzurlu olan şeylerden sakınmak gerekir. Yüce Mevlâ'nın razı olmadığı şeyleri, öldürücü zehir görmelidir.
Taksirat maddelerini, daima göz önünde bulundurmalıdır. Onları irtikab ettiğinden ötürü, daima utanır ve içten ezilir bir durumda olmalıdır; yani o masiyetleri irtikab ettiğinden ötürü. O yersiz işleri yapıp ettiği için, pişman ve mütahassir olmalıdır. Kulluk yolu budur. Bu yolda başarı ihsan eden Allahu Taala'dır.
O kimse ki, hiç sakınmadan Mevlâ'sının yasak ettiği işi irtikab eder; bu yaptığı işten iç ezikliği duyup utanmaz; o kimse, şerli ve itaatsiz bir kimsedir. Onun bu ısrarı ve itaatsizliği başını İslâm bağından sıyırmaya ve kendisini düşmanlar dairesine sokmaya kadar gider.
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize katından rahmet hibe eyle. İşimizde, bizim için bir çıkar yol hazırla."(18/10)
***
O devlet ki, Sübhan Allah seni onunla mümtaz kılmıştır; insanların pek çoğu ondan gafildir. Hatta onu, sen dahi aynı şekilde bilmiyorsun. Şöyle ki: Vaktin Sultanı, yedinci ceddinden itibaren Müslüman ve ehl-i sünnet olup aynı zamanda Hanefi Mezhebine mensuptur.
Her ne kadar talebe-i ulumdan bazıları senelerden beri iç habasetinden dolayı tamah şumluğu dolayısı ile emirlere ve sultanlara şu zamanlarda yaklaşsalar da -ki bu zaman, kıyametin yaklaştığı, nübüvvet zamanından dahi bir hayli uzaktır- mutayebe ve müdahene yolu ile Dini-i Metin'de onları şekke düşürüp onda şüpheler izhar ettikten sonra akılsız ahmakları yoldan saptırmış olsalar dahi; böyle şanı büyük bir sultan sizin sözünü iyi dinleyip kabul ettiği için, büyük bir devlet saymak gerek. Hak kelimesi, yani İslâm kelimesi ona tebliğ edilmelidir. Bu kelime, Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin ehl-i sünnet akidesi uyarınca sarahaten veya işaretle sultanın kulağına duyurulmalıdır. İmkân nisbetinde ehl-i hakkın kelâmı ona arz edilmelidir.
Hatta, hak mezheb ehlinin kelâmını bu arada söyleyebilmek için, daima fırsat kollayıp gözetmek gerek. Ta ki İslâm'ın hakikati açığa çıkıp ve küfrün butlanı ve şenaati belli ola... Küfür öyle bir şeydir ki, batıl olduğu bellidir. Asla bir akıl sahibi onu iyi görmez.
Üstte anlatılan mana dolayısı ile yeter ki, küfrün batıl olduğu hiç sakınmadan açığa vurula; hiç durmadan onların batıl putları atıla; hiç tereddüd etmeden yerin ve semaların yaratıcısı Hak İlâh isbat edile...
Hiç duyulmuş mudur ki, onların batıl putları bir sinek yaratabilmiş ola... İsterse, hepsi bir araya gelsin... Hatta, bir sivrisinek onları ısırıp eza etse, kendilerini ondan korumaya dahi güçleri yetmez; başkalarını korumak şöyle dursun.
Kâfirler, bu işin şenaatini düşünerek, şöyle derler:
"Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır."(10/18)
"Bunlara, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırmaları için tapıyoruz."(29/3)
Halbuki, bu mecnunlar bilmezler ki, bu cemadatın şefaat etmeye mecalleri yoktur. Ve Sübhan Hak, kendisine şerik olanların şefaatini, tapanlar hakkında kabul etmez. Zira onlar, hakikatta Allahu Teala'nın düşmanlarıdır.
Bu manada, misal olarak, sultana karşı çıkan birini verebiliriz. Birtakım ahmaklar gelip o sultana kıyam edenden imdad isterler ki, kendilerine sultan katında şefaatçi ola... Yani sıkışık zamanda, ona tevessül ederek, sultana yaklaşmak isterler. Onların en büyük ahmaklıkları vardır ki, o azgına hizmet ederler ve onun şefaati ile sultanın affını talep ederler. Onunla sultana yaklaşmaya çalışırlar. Acaba neden onu kırıp sultanın hizmetine girerek yakınlık ve hak ehli olmaya bakmazlar. Böylece, emniyette olup korunurlardı.
Bu mecnunlar, elleri ile taşı yontarlar ve senelerce ona taparlar. Bu arada ondan, bir şey ümid ederek, vukuat beklerler.
Hulasa, küfrün batıl olduğu açıktır.
O kimseler ki, Müslüman oldukları halde hak yoldan ve sırat-ı müstakimden uzaklaşmışlardır; onlar nefsani heva ve bid'at ehli kimselerdir.
Asıl doğru yol, Peygamberin (sav) ve Hulefa-i Raşidin'in (ra) yoludur.
***
Şeyh Abdülkadir Geyiani -sırrının kudsiyeti artsın-, GUNYE adlı eserinde şöyle anlattı:
1. Hariciler taifesi...
2. Şialar...
3. Mutezile...
4. Mürcie...
5. Müşebbihe...
6. Cühemiye...
7. Dırariye...
8. Neccariye...
9. Kilâbiye...
Resulullah (sav) Efendimizin zamanında ve Hazret-i Ebu Bekir'in (ra), Hazret-i Ömer'in (ra), Hazret-i Osman'ın (ra), Hazret-i Ali'nin (ra) zamanında bu taifelerin ihtilhafı ve tefrikası yoktu. Ancak, sahabenin, tabiinin, ye
di fukahanın vefatından sonra bunlar meydana geldi. Allah onların hepsinden razı olsun.
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"İçinizde, benden sonra yasayan çok ihtilâf görecektir. O durumda, size gereken, sünnetime ve benden sonra Hulefa-i Raşidin'in sünnetine tabi olmaktır. Ona tutununuz ve azı dişlerinizle yapışınız. Bilhassa, yeni icadlardan sakınınız. Zira, her yeni icad bid'attır ve her bid'at dahi dalâlettir. Benden sonra her ne ihdas edilir ise, o reddir."
Yani makbul değildir.
Resulullah (sav) Efendimizin ve Hulefa-i Raşidin'in zamanından sonra ortaya çıkan mezhep itibardan düşüktür ve itimada şayan değildir.
Sübhan Hakkın büyük nimetine şükretmek gerek. Şundan dolayı ki: Kemal-i kereminden ve fazlından ötürü, bizleri fırka-i naciyeye dahil kıldı. Ki onlar ehl-i sünnet ve'i-cemaattır. Bizleri, bid'at ve heva ehli fırkalarından eylemedi. Bizleri onların fasit ikatlan ile iptalâya uğratmadı. Yine bizleri, Al-lahu Teala'nın en has sıfatında, kulu kendisine ortak edenlerden eylemedi.
O bozuk itikad sahipleri sanırlar ki, kulun fiillerinin yaratıcısı, kulun kendisidir.
Ayrıca onlar, dünya ve ahiret saadetinin başı olan uhrevi rüyeti (Allah'ı görmeyi) inkâr ederler.
Böylece, Vacib Taala'dan kâmil sıfatlan nefyederler.
Ayrıca, Allahu Teala, Resulullah (sav) Efendimizin ashabına buğzeden ve din büyüklerine kötü zan besleyenlerden de eylemedi.
Onlar sanırlar ki, o büyükler birbirine düşmanlık ederler. Gizli buğuzla içten hasetle birbirlerini itham ederler. Halbuki Sübhan Hak onlar için şu manayı anlatmıştır:
"Onlar aralarında birbirlerine karşı merhametlidirler."(48/29)
Adı geçen bu iki taife, Sübhan Hakkın kelâmını dahi tekzib edip onlann arasında, düşmanlık, buğuz, çekememezlik isbatına kalkarlar.
Allahu Teala, onlara doğru yo!a gitme başarısı versin ve sırat-ı müstakimi kendilerine göstersin.
Yine Allahu Taala'ya şükürler olsun ki, bizi ona yüce Hak için, mekân ve cihet isbat edenlerden eylemedi. Bunlar o yüce Zatı, cisim ve cismani sanırlar. O Vacib Kadir zat için, hüdus ve imkân emareleri isbatı cihetine giderler.
Sonra,
Biz yine esas kelâmımıza gelelim. Deriz ki:
Sizin de bildiğiniz gibi, sultan ruh gibidir; sair insanlar dahi ceset. Eğer ruh yararlı ise, beden de yararlı olur. Şayet ruh bozuk olursa, beden de bozuk olur. Bunun için, sultanın ıslahına çalışıp çabalamalıdır. Zira, sultanın ıslahına çalışmak, cümle ademoğullarının ıslahına çalışmaktır.
Asıl ıslaha çalışmak, İslâm kelimesini izhardadır. Amma, vaktin müsaadesi nisbetinde ne şekilde olursa olsun.
İslâm kelimesini izhar ettikten sonra da, onun kulağına ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadını duyurmak vardır. Bunu, zaman zaman yapmalıdır. Muhalif mezheplerin dahi reddine çalışmalıdır.
Eğer anlatılan bu devlet müyesser olur ise, enbiyadan büyük bir veraset
hasıl olmuş olur.
Bu devlet, sizin için meccanen hasıl olmuştur. Onun kadrini bilmek gerek.
Bu manada daha ne kadar durayım... İsterse mübalağa ile üzerinde durmak iyi olsun.
Basan ihsan eden Sübhan Allah'tır.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 379. Mektup

MEVZUU: Tevbe, vera, takva ve bunlara münasip şeyler beyanındadır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hanı Hanan'a yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile... Allah'a hamd olsun. Selâm, onun seçmiş olduğu kullarına...
Bu değerli ömrü, masiyetler, hatalar, kusurlar ve yanlışlar hareketlerle harcadığımızdan; iyi olur ki, tevbeden, inabeden, vera'dan ve takvadan söz edelim.
Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Hepiniz Allah'a tevme edin ey mü'minler; ta ki korktuğunuzdan emin, umduğunuza da nail olasınız."(24/31)
Aliahu Teala şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler, tam bir sıdk u hulusa malik bir tevbe ile Allah'a dönün. Olur ki Rabbimiz kötülüklerinizi örter ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar."(66/8)
Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Günahın açığa çıkanını da, gizli kalanını da bırakın."(6/120)
Günahlardan tevbe etmek, her şahsa vaciptir ve farzdır. Beşer nevinden hiç kimsenin bu tevbeden müstağni kalması tasavvur edilemez. Nasıl böyle bir şey olabilir ki, peygamberler dahi, tevbeden müstağni kalmamışlardır. Onların Hatimi ve Seyyidi Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Kalbime bir ağırlık gelir; bir gün ve bir gecede Allah'a yetmiş defa istiğfar ederim."
Şayet yapılan masiyetler, Allahu Teala'nın hakkına taalluk edip kulların hakkına taalluk etmez ise, meselâ; zina, şarap içmek, çalgı dinlemek, mahremi olmayana bakmak, abdestsiz olarak Mushaf'a el sürmek, bid'ata inanmak gibi. Bunlardan tevbe edip istiğfarda bulunmak ve tahassürle itirazda olmak gerek.
Şayet farzlardan biri terk edilmiş ise, tevbe işinde mutlaka onların eda edilmiş olması gerekir.
Eğer masiyetler, kulların haklarına taalluk eden zulümlerden ise, o zaman, bunun tevbesinde onların yerlerine verilip helallik alınması, kendilerine iyilik edilip dua edilmesi tevbede gereklidir.
Eğer mal sahibi ve kendisine başvurulacak kimse ölmüş ise, istiğfar ve iyilikle, o mal ölenin çocuklarına ve varislerine verilmelidir.
Eğer onun varisi bilinmiyor ise, o zaman, alınan mal ve işlenen cinayet kadar sadaka vermek yerinde olur. Yani fakirlere ve çaresizlere verilir; amma, o mal sahibinin niyetine... Haksız yere eziyet edilen kimsenin niyetine...
Hazret-i Ali (ra) şöyle anlattı:
-Hazret-i bu Bekir'i dinledim; ki o sözünde doğrudur. Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
"Hangi kul olursa olsun; günah işledikten sonra kalkar abdest alır ve namaz kıldıktan sonra Allahu Taala'dan günahlarının bağışlanmasını taleb eder ise, onu bağışlamak Allah'a hak olur. Çünkü; yüce Allah şöyle buyurdu:
"Kim bir kötülük eder veya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret taleb ederse, Allah'ı bağışlayıcı ve merhametli bulur."(4/110)
Resulullah (sav) Efendimiz, bir başka hadis-e şerifinde şöyle buyurur:
«Bir kimse, bir günah işledikten sonra, onu yaptığına pişman olur ise bu pişmanlık onun kefaretidir."
Bir başka hadis-i şerif ise şöyledir:
"Bir kimse der ki:
-Allah'ım, beni bağışla, sana tevbemi bildiriyorum.
Sonra tekrar günaha döner ise, daha sonra aynı şeyi söyler, yine dönerse, taa üçe kadar böyle yapar ise, dördüncüde yaptığı büyük günahlardan yazılır."
Resulullah (sav) Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde ise, şöyle buyurdu:
"Erteleyenler helak oldu..." Yani
-Sonra tevbe ederiz, diyenler.
Lokman Hekim, oğluna şu tavsiyede bulundu:
-Ey oğlum, tevbeyi yarına erteleme. Ölüm, ansızın sana gelebilir.
Mücahid şöyle anlattı:
-Bir kimse, sabaha çıktığı ve akşamı ettiği zaman, tevbe etmez ise.o zalimlerdendir.
Abdullah b.Mübarek ise söyle anlattı:
-Haramdan gelen bir fülüsü reddetmek, (yani yerine iade etmek) yüz fülüs sadakasından daha faziletlidir.
Allah ona rahmet eylesin.
Şöyle dendi:
-Bir danik kıymetindeki şeyi yerine iade etmek, yüz defa mebrur hacdan daha kıymetlidir.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbımız, nefislerimize zulmettik. Bizi bağışlamış ve bize merhamet etmezsen, hüsranda kalanlardan oluruz."(7/23)
Resulullah (sav) efendimiz şöyle buyurdu:
"Allahu Teala şöyle buyurdu:
-Kulum, sana farz ettiğimi eda et; insanların en abidi olursun. Sana yasak ettiklerimden sakın; insanların en veraı olursun. Sana verdiğim rızıkla kanaat et; insanların en zengini olursun."
Resululluh (sav) Efendimiz Ebu Hüreyre'ye (ra) şöyle buyurdu:
"Vera sahibi ol; insanların en abidi olursun."
Hasan-ı Basri (ra) şöyle dedi:
-Vera'dan yana zerre ağırlığında bir amel, onun bin misli oruçtan ve namazdan hayırlıdır.
Ebu Hüreyre (ra) şöyle dedi:
-Yann Allahu Teala ile olacaklar, vera ve zühd ehli olanlardır.
Allahu Teala, Musa'ya (as) şöyte vahyetti:
-Bana takarrüb edenler, vera haline sahip olmak kadar hiçbir şeyle takarrüb edemezler.
Ulema, şöyle dedi:
-Bir kimse, şu on şeyi kendisine farz görmedikçe; verahali tamam olmaz. Şunlardır:
1. Dili, gıybet etmekten korumak.
2. Maskaralıktan çekinmek.
3. Kötü zan beslemekten sakınmak.
4. Gözü harama bakmaktan almak, kapamak.
5. Dilin doğru konuşması.
6. Allah'ın nimetini bilmeli ki; nefse uçup gelmeye.
7. Malını hak yolda harcamak, batıl yola harcamamak.
8. Nefsine üstünlük ve büyüklük taleb etmemek.
9. Namazlara devam etmek.
10. Sünnet ve cemaat üzere istikamet sahibi olmak. Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, nurumuzu tamamla; bizi bağışla. Sen her şeye kadirsin."(66/8).
***
Ey mükerrem, müşfik ve pek keremli mahdum, Eğer bütün günahlardan tevbe etmek müyesser olur ise, bütün haramlardan ve..şüphelilerden yana da takva ve vera dahi hasıl olur ise, o büyük bir nimet olup en üstün devlettir. Böyle olmadığı takdirde, bazı günahlardan tevbe edip bazı haramlara karşı vera sahibi olmak dahi büyük bir ganimettir. İhtimal ki, bu bazılarının bereketleri ve nurları diğer bazılarına dahi sirayet eder. Sair masiyetlerden dahi tevbe edip vera sahibi olmak başarısı müyesser olur. Hepsi yapılmasa da, tümden bırakmak doğru olmaz.
***
Allah'ım, bizi razı olduğun şeyleri işlemekte başarılı kıl; dinin ve taatın üzerine bize sebat ver. Seyyidü'l-mürselin ve Kaldü'l-gurri'l-muhaccelin hürmetine. Resulullah (sav) Efendimize ve diğer peygamberlere ve onların her birinin âline salâtların en faziletlisi, selâmların dahi ekmeli olsun.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 378. Mektup

MEVZUU: Yaran olmayan işlerle meşgul olmaktan sakındırmak. NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevtana Muhammed Haşim Hadim'e yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Allah'a hamd olsun, salât ve selâm onun Resulüne...
***
Bildirmek isterim ki, bir müddettir, batini hallerinizden sayılı bir haber yazmadınız ki; feraha sebep olsun.
Dünya işleri, ömrü olmayan şeylerdendir. Dünya ve içindekilerin hiçbir kıymeti yoktur ki; insan, ahiret hallerini anmayı terk ederek onun haşviyatı ile meşgul ola... İsterse niyetiniz hayır olsun.
Ancak, siz şunu işitmiş olacaksınız:
"Ebrarın haseneleri, mukarrebinin seyyieleridir."
Herhalde, esas hallere teveccüh gerek. Uydu işlerle dahi, zaruret kadar meşgul olmak gerek. Zaruret dahi, yeteri kadardır.
***
Sübhan Allah'a hamd ü şükürler olsun. Bu tarafın dervişlerinin her ne kadar belli bir rızıkları yok ise de, onlar feragat ve genişlik içinde vakitleri geçirmektedirler. Rızık için, bir çalışma ve çabalama olmadan, nasipleri ' kendilerine yeterinden ziyadesi ile gelmektedir.
Asıl rızık vaktin kazancıdır.
Bu tarafın kalan halleri, hamd edilecek derecede iyidir.
Bu aylarda veba tekrar, ikinci olarak geldi; eceli gelen de öldü. Amma Şu anda kalkmıştır.
Bütün nimetleri için, Sübhan Allah'a hamd ü şükürler olsun.
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 377. Mektup

MEVZUU: Hallerin televvününden, düşük dünya emelleri için yerine gelmeyişinden dolayı gönlü daraltmamak gerek.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Merhum Hace Alican'ın oğlu Muhammed Mümin'e yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Halinize uygun düşmeyen şeylerden yana, Allahu Teala sizlere selâmet ihsan eylesin.
Bilesiniz ki,
Dünya mü'min kulun zindanıdır. Zindanın haline münasip olsa dahi elem ve sızıdır; musibettir.
Emellerin hasıl bulunmadığından, hallerin televvününden dolayı, inleyip sızlamak yerinde olmaz. Zira, Allahu Teala, söyle buyurdu:
"Hakikaten güçlükle beraber kolaylık var. Muhakkak güçlükle beraber kolaylık var."(94/5-6)
Bu manada, Allahu Teala, "bir zorluğa iki kolaylık beraber verdi. Burada murad olan mana ona benzer ki, dünya ve ahiret kolaylığı ola...
Bir mısra:
Ne zorluğu o işte, olunca keremlilere...
***
Bu tarafın kalan hallerini, Seyyid Abdülbaki şifahen beyan edecektir. Müşarünileyh sizinle mülakata gelmektedir. Haklarınızı korumak, size şefkatli olmak, onun teveccüh şanıdır.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 376. Mektup

MEVZUU: Kendi şeyhi hayatta iken, bir talip, yüce Hakkı taleb babında bir başka şeyhin yanına gitmesi caiz olur mu?
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Nur Muhammed Enbali'ye yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm, Allah'ın Resulüne. Sizlere dahi dualarımı bildiririm.
Mektubunuzun vasıl olduğunu bildirmek isterim. Söyle sormuşsun:
-Şeyh hayatta iken, bir talip yüce Hakkı taleb için bir başka şeyhin yanında hazır olur ise, caiz olur mu, yoksa olmaz mı?
Bilesin ki,
Esas maksad, Sübhan Hak'tır. Şeyh dahi, Cenab-ı Hakka vasıl olmaya bir vesiledir. Şayet bir talip, irşadını bir başka şeyhte görür; kalbini dahi onun sohbetinde yüce Hak ile hazır bulur ise, caizdir ki, birinci şeyhi hayatta iken, iznini almadan dahi öbür şeyhinin huzuruna gide... ondan irşadını taleb ede... Ne var ki, ilk şeyhini dahi inkâr etmemesi gerekir. İlk şeyhini dahi ancak hayırla anmalıdır. Bilhassa bu vakitte...
Zira bu vakitte, müridliğin ve şeyhliğin ancak resmi ve âdeti kaldı.
Bu vaktin şeyhlerinin ki, kendilerinden haberi yoktur; küfürle iman arasını ayırd edemezler. Allahu Taala'dan nasıl haberdar olabilirler? Hangi yoldan müridlere delil olabilirler?
Bir şiir:
Onun ki yoktur haberi şanından;
Gücü yetmez habere şundan bundan...
Yazıklar olsun o müride ki, öyle bir şeyhin yanında inararak oturur da, başkasına gitmez. Haliyle, yüce Hakkın yolunu dahi bilemez. Bu durum, öylesine tehlikelerdendir ki, şeytani varidat olarak, talibi Hak talebinden almak için nakıs şeyh cihetinden gelir.
Her neresi ki, talib, irşadını ve gönül birliğini orada bulur; hiç durmadan oraya dönmelidir.
Şeytani vesveselerden dahi Allah'a sığınmak gerek.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 375. Mektup

MEVZUU: insan tab'an medenidir; medeni olmak üzere yaratılmıştır. Kendi cinsi ile iyi geçinmeye muhtaçtır. İnsanın iyiliği dahi bu ihtiyaçtan belli olur.
Bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hanlar Hanına yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Selâm, onun seçmiş olduğu kullarına...
Sübhan olan yüce Allah'tan suri ve manevi terakkilerinizi dilerim. Zira, sizin hayrınız ve Salahınız, bütün Müslümanların gönül birliğini tazammun eder ve onların refahını sağlar. Size yapılan dua dahi, bütün Müslümanlara yapılan duadır.
Allahu Teala, şahsınıza lâyık olmayan şeylerden yana size selâmet versin. Seyyid'l-mürselin hürmetine. Resulullah Efendimize ve diğer peygamberlere ve onların hepsinin âline salâtlann en faziletlisi, selâmların ekmeli olsun.
***
Nakşibendiye-i Aliyye büyüklerine karşı ihlâs, müridlik ve mahabbet bağlarınızı bilmekteyim. Hem de pek tamam ve pek mükemmel bir şekildedir. Allah onların sırlarının kudsiyetini artırsın. Buna binaen başınızı ağrıtmaya sebep olmaktayız.
***
Ey mükerrem mahdum,
Bu Silsile-i Aliyye mensuptan, bu diyarda garip düşmüşlerdir.
Bu diyar ehlinin; sünnet-i seniyeyi tutan bu Tarikat-ı Aliyye büyükleri ile oları münasebetine gelince; bid'atın şüyuu dolayısı ile pek azdır.
Üstte anlatılan manadan olarak; kısa görüşünden dolayı, bu silsile ehlinden bazdan bu Tarikat-ı Aliyye'de bid'atlar icad etmiştir. Bu bid'atlara alâka sebebi ile, insanların kalblerini kendi tarafına çekmek istemiştir. O bid'atlan icad ederken de, kendi kanaatına göre bu yaptığını bu Tarikat-ı Aliyye'nin tekmili sanmıştır. Hasa ki böyle bir şey ola. Elbette bu cemaatın maksadı, bu Tarikat-ı Aliyye'yi tahrib edip hiçe çıkarmaktır. Halbuki, bu Tarikat-ı Aliyye büyüklerinin muamelesini hiç de idrak edememişlerdir. Allahu Teala onlara doğru yolu göstersin.
Bu silsile-i aliyye ehlinin varlığı bu diyarda pek değerli olduğundan; bu silsile-i aliyye'nin müridlerine ve onları sevenlere düşer ki, o büyüklere ve bu Tarikat-ı Aliyye taliplerine yardım edip muavenette bulunalar.
İnsan tab'an medenidir. Medeni olmak üzere yaratılmıştır. Kendi cinsi ile iyi geçinmeye muhtaçtır. Bu manada gelen bir ayet-i kerime meali:
"Ey Nebi! Sana Allah ve mü'minlerden ittiba edenler yeter." (8/64) (İMAM-I RABBANİ Hz.leri bu ayet-i kerimeyi anlatılan manada almıştır. Ancak, pek çok müfessirler, şu manadan almaktadırlar:
"Ey Nebi, Allah sana ve mü'minlerden sana ittiba edenlere yeter.")
***
Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin ki, önemli işlerinde müminlerin dahli vardır; diğerlerine de düşer?
Bu zamanda zenginlerin pek çoğu, işlerin yolunda gitmesini, hacetin yerine gelmesini ihtiyaçsızlıkta sanırlar. Ama durum böyle değildir. Zira ihtiyaç, zatidir. Hem de bütün mürakinat için... O kadar ki, insanın iyiliği bu ihtiyaçtadır. Kulluğun züllü dahi, bu cihetten gelmektedir. Faraza, insandan ihtiyaç gitse, kendisi için bi"- istiğna hasıl olsa; onda isyandan inaddan, tuğyandan başka bir şey olmaz. Bu manada gelen bir ayet-i kerime şöyledir:
"İnsan elbet azan zenginliği görünce.."(96/6-7)
***
Bu babda netice söz şudur ki:
Dervişler, ağyar ile taalluktan halâs bulduklarından; sebeplere ihtiyaç, onların sebepleri yaratana havale eder. Her yana şamil bol nimeti, o yüce Zat'ın nimet sofrasında görürler. İtikad ederler ki, hakikatta veren ve alan o yüce Allah'tır.
Arada sebepler bir kısım hikmetlere ve yararlara göre varid olmuştur; güzellik ve çirkinlik dahi onlara bağlanır. Bu büyükler dahi, şükrü ve şikâyeti o sebeplere dönük olarak yaparlar. Haseneyi ve seyyieyi de ondan bilirler. Eğer onlar, sebeplere itibar etmemiş olsalar, büyük bir muameleyi iptal etmiş olurlar.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, sen bunu batıl olarak yaratmadın... Sübhansın."(3/191)
***
Pek aziz kardeşim Seyyid Mir Muhammed Nu'man'ın varlığı orada bir ganimettir. Onun duası ve teveccühü dahi kibrit-i ahmerdir. Zannederim ki, onun teveccüh bereketleri ve bu teveccühün feyizleri devletinizi ayakta durdurtmaktadır. Onu, huzurda ve gıyabda sizin imdadınızda ve muavenetinizde bulmaktayım.
Adı geçen, bundan bir sene evvel, Fakir'e sizin iyiliklerinizi yazdı. Yazdığı mektuba dahi sizin dervişlere olan mahabbetinizi ve ihlâsınızı dahi dere etti.
Yine onda izhar ettiğine göre bu velayet idaresini bir başkasına bırakmış; zira, bu vakit, teveccüh ve imdad zamanıdır.
Bu Fakir için dahi, o mektubun mütalaası esnasında Fakir'e bu babda teveccüh hasıl oldu. O vakitte sizi kadri yüce buldum.
Zahir olan şu ki: O saatte bir şahıs, o cihete teveccüh ediyordu.
O mektubun cevabında şu tabiri kullandım:
-Hanlar Hanı, nazarda kadri yüce olarak zahir olmaktadır.
Emir Sübhan Allah katındadır.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 374. Mektup

MEVZUU:
a) Taziyet ve nasihat.
b) Mevlâna Hasan'ın dahi onlara halka reisi edilmesi. Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevlâna Ahmed Berki'nin müridlerine yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Allah'a hamd olsun; salât ve selâm onun Resulüne.
Sizlere dahi dualar etmekteyim.
***
Şunu bildirmek isterim ki; mağfur ve merhum Mevlâna Ahmed'in vücudu, bu zamanda Müslümanlar için Allahu Teala'nın ayetlerinden bir ayet, onun rahmetinden de bir rahmet idi. .Allah ona rahmet eylesin.
Allah'ım, onların ecrinden bizi mahrum eyleme. Ondan sonra bizi fitneye düşürme.
Geçip gidenler için arkadaşlardan beklenen imdad ve ianedir. Merhumun çocuklarına ve taallukatına hizmettir. Onların gönlünü alıp kendilerini teselli etmektir. Böyle etmek, sevenlere vaciptir. Merhumun çocuklarını okutmaya ve onların şer'i ilimler ve süslenmeleri için çalışmaya koyulmaları gerekir. Merhumun iyiliğine, onun çocuklarına iyilik etmekle karşılık vermek gerek.
Bir ayet-i kerime meali:
yiliğin karşılığı ancak iyiliktir."(55/60)
Merhumun tavrı ve gidişatı, halleri ve vakitleri korunmalıdır.
Bir fütur gelmemesi için, zikirle halka ile meşgul olmalıdırlar.
Arkadaşlar otururken, birbirinde fani olmak sureti ile oturmalıdırlar ki, sohbetin faydalı eseri zahir ola...
***
Fakir, daha önce de yazmıştım:
-Mevlâna, eğer bir seferi ihtiyar eder ise, yerinde olur ki; makamına Şeyh Hasan'a nasb eyleye...
Hüküm uyarınca, bu sefer dahi ondan murad olmuştur.
Şu anda, aynı şekilde tekrar tekrar mülahaza ettim ve Şeyh Hasan'ı dahi bu işe tayin edilmiş buldum.
Bu mana, arkadaşlardan bazısına ağır gelmesin. Zira, bu bizim arzumuzla olan bir şey değildir; hatta onların da. Dolayısı ile inkıyad etmek lâzımdır.
Şeyh Hasan'ın yolu ile, Mevlâna'nın yolu arasında çok bağlılık vardır. Mevlâna'nın sonunda o taraftan aldığı intisap ile, Şeyh Hasan'ın dahi ortaklığı vardır. Kalan arkadaşlar, bundan yana az nasiplidirler. isterse onlara keşef, şühud hasıl olsun; tevhid ve ittihad ile bezenmiş olsunlar. Ne var ki, bu devlet başka bir iştir. Orada, keşifleri ve müşahedeleri bir arpaya almazlar. Bu tevhidden ve ittihaddan istiğfar ederler.
Hülasa, arkadaşlar Şeyh Hasan'ı öne geçirmekte, duraklamamalıdır. Onun emri ile meşgul olmalı ve kendisini halka başı yapmalıdırlar.
Kardeşimiz Hace Üveys bu manayı arkadaşlara anlatmalıdır. Halka ve
sohbet akdi ile meşgul olmaları için delâlet etsin. Onları Şeyh Hasan hakkında rağbet ettirsin.
Şeyh Hasan için dahi yerinde olur ki, şükerânın, nüfakanın hatırlarına riayet edip koruya... Kardeşlik hakkını dahi edaya bakmalıdır. Fıkıh kitapları dahi mütalaa etmekten ayrılmamalıdır. Şer'i hükümlerin neşri için çaba harcamalı ve sünnet-i seniyyeye mütabaat için teşvik etmelidir. Bid'attan dahi sakındırmalıdır.
İltica, tazarru ve inkisardan ayrılmamalıdır ki, akrana üstünlük riyaset cihetinden nefs-i emmare tehlikeye ve kötü hale düşürmeye. Bütün hallerde ve her vakitte kendisini kusurlu ve noksan saymalı; daima kemaline talip olmalıdır. Kötülük etmekte, nefis ve şeytan iki kuvvetli düşmandır. Dikkat etmeli ki, bunlar kendisini yoldan, kaybetmiş ve hüsrana dalmış olarak çıkarmayalar.
Bir şiir:
İşte size nasihatim, kabul ederseniz;
Kurtulursunuz, yoksa yapın ne isterseniz...
***
Hindistan" beldeleri sizden uzaktır. Senede bir defa kafile haber getirip götürmektedir. Yerinde olur ki, haller yazıla... Şayet gelmeye muktedir olamazsanız, yazmaktan yana da gaflete düşmeyesiniz.
***
Şeyh Yusuf bize yakındır. Bir müddet orada kalacaktır. Bir hayli faydalar almıştır. Fena hakikatına da muttali olmuştur. Tekrar gelmek vaadi ile vatanına dönmüştür.
O, istidadlı bir kimsedir. İhlâsı da doğrudur.
Başarı ihsan eden Sübhan Allah'tır.
***
Bizden uzakta olduğunuz için, nasihat üzerinde fazlaca duruldu.
Ayıkınız ve dikkatli olunuz.
Riyaseti ruhun belhası olarak itikat ediniz. Korkunuz, titreyiniz ve çekininiz. Şunun için ki, bu riyasetten lezzet çıkmaya. Sonra ebedi helake gidersiniz.
Ayet-i kerime mealleri:
"Rabbimiz, bizim için günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla... Ayaklarımıza sebat ver. Kâfir kavme karşı bize yardım eyle."(3/147),
"Galebe sahibi Rabbin onların isnad etmekte olduktan vasıflardan yücedir; münezzehtir."(37/181)
Gönderilen peygamberlere selâm. (37/181)
Ve... Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun."(37/182)
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 373. Mektup

MEVZUU: Dizgini, dinin fuzuli şeylerinden çekip dinen yapılması zaruri işleri ile meşgul olmanın lüzumu.
Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Muhammed Taki'ye yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Seçmiş olduğu kullarına dahi selâm olsun.
Mübarek mektubun mütalâası ile teşerrüf ettim.
Düzeninde ve tertibinde muvaffak olduğunuz deliller dahi o mektuba dere edilmiş. Bu deliller, Hazret-i Sıddık'ın hilâfeti babındadır. Onun hilâfeti dahi icma ile sabittir. Allah ondan razı olsun. Ki bu icma, erbab-ı hali ve akdin icmaıdır. Hepsi de, asırların hayırlısı olan birinci asındandır.
Ayrıca, Hulefa-i Raşidin'in faziletleri babında da yazılmış. Allah onlardan da razı olsun. Bunların faziletleri dahi, hilâfet sıralarına göredir.
Bu büyüklerin sıfatları da anlatılıp hâyrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin ashabı arasında geçen münazaa ve çekişmelerden dolayı sükût gerektiği yazılmış.
Bütün bu yapılanlar, bol bol ferahlık verdi.
Bu itikad, imamet bahsinde yeterli olup ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına dahi uygundur. Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin.
Ey müşfik mahdum!
İmamet bahsi, dinin teferruatı arasında olup asıllarından değildir. Dinin zaruri olarak yapılması gerekli işleri bundan başka olup, itikada ve amele taalluk eder ki; kelâm ilmi ve fıkıh ilmi onların beyanını üzerine almıştır.
Zaruri işleri bırakıp fuzuli işlerle meşgul olmak, ömrü boş yere sarf etmektir Yani malayani ile... Bu manadan olarak, bir hadis-i şerifte, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğu anlatıldı: «Allahu Teala'nın kulundan irazına alâmettir ki, onu malayani ile meşgul eder."
Eğer imamet bahsi, şianın sandığı gibi; dini işlerin zaruri kısımlarından saymış olsaydı; elbet yerinde olurdu ki, Sübhan Hak, Kitab-ı Mecid'inde, hilâfet kimin haklı olduğunu tayin edip halifeyi teşhis ederek, Resulullah (sav) Efendimize dahi, bir kimsenin hilâfeti için emir vere... Tansis ve tasrih ile o kimsenin hilâfeti yerinde ola...
Kur'an'da ve hadiste, ihtimam gösterilip bu iş üzerinde önemle durulmadığına göre; demek ki, imamet bahsi, dinin fuzili işlerindendir; zaruri işlerinden değildir. Fuzuli işlerle dahi, fuzuli olanlar meşgul olur. Halbuki, önünde, meşgul olması gereken nice nice, dini bakımdan yapılması zaruri işler vardır. Eğer onlarla meşgul olup yapacak olsa, fuzuli işlere ya sıra gelir; yahut hiç gelmez.
Öncelikle itikadı tashih etmek gerek; ki bu, Vacib Taala'nın zatına ve sıfatına taalluk eden şeylerdir.
Resulullah (sav) Efendimizin yüce Hak katından getirdiklerine dahi itikad edip inanmak ve bu babdaki itikadını tashih etmek gerek.
Dini zaruretler arasında bilinenler başta şunlar olup, tevatürle sabittir: Haşr, neşr, uhrevi ve daimi olan azap, sevap ve diğer işiterek inanılması gerekli işlerin hepsi de haktır. Bunların hiçbirinde yalan ihtimali yoktur. Eğer bu itikad olmaz ise, necat da yoktur.
Bu itikadı düzelttikten sonra, fıkıh hükümlerini yerine getirmek gelir. Ki bunlar, farzlar, vacipler, hatta sünnetler ve müstahaplardır.
Şer'an tesbit edilen helâl ve haram sınırına dahi iyi riayet edilmesi yerinde olur.
Şeriat hududunu korumaya dikkat edilmelidir ki, ahiret azabından felah ve halâs umula...
İtikad ve amel sağlama alındıktan sonra; sıra sofiye tarikatına girmeye ?gelir. Bu yoldan velayet kemalâtının husulü dahi ümiddir.
Dini yönden yapılması zaruri işlere nisbetle imamet bahsi, yolda bırakılan bir şey gibidir.
Bu babda netice kelâm şu ki: Muhalifler, bu hususta galeyana gelip hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin ashabına taat ettiklerinden; onların reddi için, uzun bir mukaddime varid olmuştur. Zira, Din-i Mübinden fesadı def etmek dahi dini zaruretler arasında sayılır.
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 372. Mektup

MEVZUU: Makul, mevhum, mekşuf, meşhudun tümü siva sınıfına dahildir.
Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hzleri bu mektubu, şeyhinin oğlu Muhammed Abdullah'a yazmıştır.
Allah'a hamd olsun.
Selâm seçmiş olduğu kullarına.
Kurretü'l-ayn'in gönderdiği mübarek mektup ulaştı.
O mektuba dercedilmiş ki:
-O göz boyama işlerden yana bir şey kalmadı. Hepsi Sübhan Allah'ın keremi ile zail olup kalktı. Onlardan yana hiçbir şey de kalmadı.
Himmet dahi o şey için sarf edilmektedir ki; isbat, makul ve mevhum şeylerin hiçbiri hasıl olmaya... Hepsi de, LA (yok) kelimesi altında şöyle veya böyle dahil ola.
Yine yazıyorsunuz ki:
-Bu mana hasıl olmaktadır.
ümid edilen o ki; mana, tekellüfsüz olarak hasıl olacaktır.
Ey Necib,
Makul, mevhum, hatta mekşuf ve meşhud; ister afaki olsun; isterse en-füsi... Bunların hepsi de, sivaya dahildir. Hemen hepsi de, oyun ve oyalanma cinsi şeylerdendir. Bunlarla alâkadar olmak, göz boyama işleri ile taalluktan başka bir şey değildir. Bu taallukatın zevali, zorla olsa dahi, tarikata dahildir ve ilme'l-yakin cümlesindendir. Şöyle veya böyleden sonra, bu devlet tekellüfsüz müyesser olur ise, sivayı nefyetmekte dahi tekellüf hali kendiliğinden yok olmaya geçer ise, tarikat darlığından, ilim sikkesinden çıkılır; fena ile teşerrüf edilir.
Anlatılan mana, konuşmakta kolaydır. Amma ona kavuşmak cihetindende zordur. Hem de ne kadar zor. Ancak, Allahu Teala'nın kolay ettiğine kolaydır.
O işler ki, hakikatla taalluku vardın o ileride nefyden sonradır. Hatta, intifa makamına, isbat makamına geçtikten sonradır; ilmin ve aynın dahi ötesindedir.
***
Bilesin ki,
Hakikat yanında, tarikat bir şey sayılmaz, isbata nisbetle nefyin dahi itiban yoktur.
Nefyin taalluk ettiği şeyler, mümkinattır; isbatın taalluk ettiği şeyler ise, Sübhan olan Vacib Zat'tır.
İsbatın yanında nefy, umman denize nazaran bir damla gibidir.
Bu nefyin husulü ve o isbat, velâyet-i hassaya ulaştırır. Velâyet-i hassanın husulünden sonra da, ya uruc olur; yahut nüzul. Eğer nüzul olur ise, yine o uruc içindir.
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, nurumuzu tamamla; bizi bağışla... Çünkü sen, her şeye kadirsin."(66/8)
Size selâm. Keza, diğer hüdaya ittiba edip Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlar. Resulullah'a salât ve selâm olsun.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 371. Mektup

MEVZUU : a) Âlem-i misal sorusuna cevap..
b) Tenasııha kail olan bir cemaatın reddi..
c) Kûmun ve büruz..
Ve.. bu münasebetle bazı hususların beyanı..
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Hace Muhammed Taki'ye yazmıştır.
*** Rahman Rahim Allah'ın adı ile..
Âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun.. Salât ve selâm, Seyyid'ül-mürseline, onun pak âline..
***
Yaratılışın güzelliğinden, fıtratın üstünlüğünden sadır olan iltifat olarak gelen mübarek mektubun mütalaası ile 'teşerrüf ettik. Allah-ü Taâlâ, size selâm ihsan eylesin..
***
O mektupta yazdığına göre, Muhyiddin b. Arabî Fütuhat-ı Mekkiyesinde, Resulüllah S.A. efendimizden rivayet edilen şöyle bir hadis-i şerif yazmıştır:
? «Allah-ü Taâlâ, yüz bin Âdem yaratmıştır.»
Bundan sonra, misal âleminden bazı müşahedelerinden şöyle anlatmaktadır:
? Kâbe-i Muazzama'nın tavafı sırasında bir topluluk zuhur etti. Onlar da Beyt'i tavaf ediyorlardı; ama 'ben onları tanıyamadım. Tavaf esnasında iki beyt söylediler ki, onların biri şudur:
Tavaf ettik tavafınız gibi yıllarca;
Bu mukaddes Beyti ki, hep birden topluca..
Bu beyti dinledikten sonra, hatırıma şöyle geldi: Bunlar misal âlemindendir. Bunun üzerine, onlardan biri benim tarafıma yaklaşıp baktı ve şöyle dedi:
? Ben, senin ecdadın cümlesindenim.. Bunun üzerine şöyle sordum:
? Vefatın üzerinden kaç sene geçti?. Şu cevabı verdi:
? Kırk bin seneden daha fazla..
Onun bu cevabına hayret ederek şöyle dedim:
- Eb'ül-beşer Âdem'in yaratılmasından bu yana, henüz yedi bin sene bile tamam olmadı; nasıl olur?.
Muhyiddin b. Arabî Hz. bundan sonra şöyle devam ediyor:
- O vakit, hatıra geldi ki; anlatılan hadis-i şerif bu kavli teyid etmektedir..
Ey Mahdum,
Sübhan Allah'ın inayeti ile bu meselede Fakir'e zahir olan mana şudur:
Hazret-i Âdem'in varlığından önce gelip geçen bütün âlemler. ?Resulüllah efendimize ve ona salât ve selâm olsun.? vücud olarak hepsi misal âleminde olup şehadet âleminde değillerdi.
O ki: Şehadet âleminden vücud buldu; yeryüzünde hilâfete nail oldu; melâikenin dahi secde ettikleri oldu.. bu: Yalnız Eb'ül-beşer Âdem idi..
Bu babda netice söz şu ki:
Adem, camiiyet sıfatı üzerine yaratıldığından; hakikatında onun latifeleri ve çokça vasıfları vardı. Sübhan Hakkın vücud vermesi ile; şahsının vücuda gelmesinden asırlarca evvel, vakitlerden her vakitte onun latifelerinden bir latife, sıfatlarından bir sıfat vücud bulabilir. Onun sureti ile zuhur edip Âdem ismini de alabilir. Bu suretten dahi, beklenen Âdem'den, vaki olacak olan vaki olur. Hatta, ondan misal âlemine mahsus olmak üzere nesiller türeyip çocuklar dahi zuhur eder. O âleme münasip bir şekilde surî ve manevî kemalâta dahi nail olabilir. Sevaba, ikaba da müstahak olur. Hatta onun hakkında kıyamet dahi kopar. Dolayısı ile cennetlikler cennette, cehennemlikler dahi cehenneme gider.
Bundan sonra, Sübhan Allah'ın dileği ile, onun sıfatlarından bir sıfat veya latifelerinden bir latife daha zuhur eder. Resulüllah efendimize ve ona salât ve selâm olsun. Yani: O âlemde.. Birinciden zuhur edenler, yine bundan da zuhur eder.
Bunun da devresi tamam olduktan sonra, üçüncü olarak sıfatlarından veya latifelerinden biri tekrar zuhura gelir..
Bu zuhur dahi tamam olduktan sonra, dördüncü bir zuhur olur..
Bu durum, Allah-ü Taâlâ'nın dilediği zamana kadar sürüp gider..
Onun sıfatına ve letaifine taalluk eden misal âlemine bağlı zuhurat dairesi tamam olduktan sonra; şehadet âleminde bu nüsha-i camiada iş sonunu bulur. Yani: Yüce Sultan Allah'ın vücud vermesi ile.. Bu nüsha-i camia dahi, Yüce Allah'ın inayeti ile muazzez ve mükerrem olur.
Eğer yüz bin tane Âdem vücuda gelmiş ise., bu Âdem'in cüzlerinden, maddelerinden ve vücudunun mukaddemilerinden ve mebde'lerinden başka değildir.
Şeyh'in {Muhyiddin b. Arabi'nin) üzerinden kırk bin seneden fazla zaman geçmiş olarak bulduğu kimse, misal âleminde ceddinin letaifinden bir latife idi.
Şeyh'in şehadet âleminde vücudu vardı ve Beyt-i Şerifi tavaf ediyordu; »ama o sırada, misal âleminde bulunuyordu. Çünkü, Kâbe-i Muazzama'nın misal âleminde bir sureti ve bir benzeri vardır ki: O âlem halkının kıblesidir.
Fakir, nazarımı bu hususta derin derin gezdirdim; onda çok derinlere daldım. Derin derin düşündüm; ama şehadet âleminde nazarım bir başka Âdem'e ilişmedi. Âlem-i misal oyunbazlarından başka bir şey de bulamadım. O misali bedenin dediğine gelince.. yani onun:
? Ben, senin ecdadının cümlesindenim.. Vefatımdan da kırk bin sene geçti.
Şeklinde sarf ettiği sözüne.. Bu cümle delillerin delilidir ki: Eb'ül-beşer (insanların babası) Âdem'in vücudundan evvel gelen ademler, Âdem'in a.s. sıfat ve letaif zuhurlarından bir zuhur idi.. Âdem'in a.s. yaratılışından ayrı olarak yaratılan bir şey değildi. Aralarında mübayenet olan Âdem i!e bu Âdem'in ne gibi bir nisbeti olabilir?. Sonra. Şeyh'in ceddi nasıl olabilir?. Zira o, henüz yedi bin seneyi dahi tamamlamış değildi. Kırk bin senenin ne yeri var?.
O kimseler ki, kalbi erinde maraz vardır; bu hikâyeden tenasüh manası çıkarırlar ve âlemin kıdemine kail olup kıyamet-i kübrayı inkâr ederler..
Bazı mülhidler var ki, batıl olarak, şeyhuhet mesnedine (sığınağına) oturmuşlardır; tenasühün cevazına hükmederler. Zannederler ki: Nefis kemal haddine ulaşmadıkça, bedenlerde döner durur. Bu manadan olarak derler ki:
? Nefis, kemal haddini bulduğu zaman, bedenlerde tekallübden fariğ olur. Hatta, bedenlerle alâkası da kalmaz. Zira, onun yaratılmasından gaye kemalidir. Onun kemali ki, müyesser oldu; maksad dahi hâsıl olmuş olur.
Bu kavi, sarih küfürdür; tevatür ile dinde sabit olanı inkârdır. Her nefis ki, kemal haddine ulaştı; o zaman cehennem kimin için olacak? Vekim azap görecek?.
Onların bu kavli, aynı zamanda cehennemi ve uhrevî azabı inkârdır. Keza, cesedlerin haşrını dahi inkârdır. Zira, onların fasit kanaatine göre, nefsin cesede ihtiyacı kalmamıştır ki: Cesetler haşrola.. Zira o, kemalâtına bir âlettir.
Bu cemaatin itikadı, felsefecilerin de itikadına uyar. Zira, onlar dahi, cesetlerin haşrını inkâr ederler. Sevabın ve azabın ruhanî olduklarına kail olurlar.. Hatta, bunların itikadı, felsefecilerin itikadından daha kötüdür. Zira, felsefeciler, tenasühü inkâr edip ona kail olanı reddederler. Ruhanî olan azabı dahi sabit görürler. Halbuki bunlar, tenasühü isbat edip ünrevi azabı dahi inkâr ederler. Bunlara göre azap yalnız dünya azabıdır. Bunu dahi, nefsin terbiyesi için isbat ederler.
***
Burada şöyle bir soru çıkabilir:
- Emir'ül-müminin Hazret-i Ali'den r.a. ve bazı evliyaüllahtan acaip garaip haller meydana gelmiştir. Bu olanlar şehadet âleminde vücuda gelmiş ve kendileri unsurî vücudu bulmadan yıllarca evvel olmuştur. Tenasüh cevazı olmayınca, böyle bir şey nasıl sahih olur?.
Bunun için, şu cevabı veririm:
- Bu türlü ameller ve fiiller ruhlarından gelmiştir. Allah-ü Taâlâ'nın emri ile cesetlerle cesetlenmişler ve o acaip işleri yapmışlardır. Ama, ruhlarının taalluk ettiği bir başka ceset yoktur.
Tenasüh o demektir ki: Ruh, bu bedene taallukundan evvel, bir başka bedenle taalluk ede.. Amma bu bedenden ayrı ve bu bedenden başka.. Amma, ruh ki, nefsi ile cesed oldu; o zaman tenasüh nasıl olur?.
Cinleri görmez misin?. Değişik şekillere girerken birbirinden ayrı cesetler olurlar. Bu hal içinde, onlardan acaip haller vaki olur; hayret edilecek işler görürler. Yani: O şekillere ve cesetlere uyar biçimde.. Bunların hiç birinde de tenasüh yoktur. Hatta hulul dahi yoktur.
Cin tayfasında ki, Allah'ın kudreti ile çeşitli şekillere girmek ve görülmemiş amelleri yapmak kudreti vardır. Böyle bir kudretin, kâmil zatların ruhlarına verilmesinde neden taaccüp yeri olsun?. Sonra., bir başka bedene ne hacet..
Bazı velî kullardan nakledilenler de bu Kabildendir. Meselâ: Bir saatte muhtelif yerlerde hazır olurlar ve kendilerinden birbirinden ayrı işler vaki olur
Yine orada, onların letaifi, biri birinden ayrı şekillere girerler. Muhtelif cesetler haline gelirler.
Hindistan'da durup da vatanından çıkmayan azizlerden birinin hali de böyledir. Mekke-i Muazzama'dan bir cemaat gelip demişler ki:
- Biz, falan şeyhi Mekke-i Mükerreme'nin hareminde gördük. Azizlerden sayılan o zat için işaret etmişler; sonra devam etmişler:
? Aramızda şöyle şöyle işler geçti.. Bir başka cemaat dahi şöyle demiş:
? Biz, onu Rumelinde gördük.
Bir başka taife ise.. ona Bağdad'da rastladıklarını söylemiş.
Bütün bu olanlar, o şeyhin letaifinin muhtelif şekillere girmesinden olmuştur.
Çoğunlukla, o şeyhin bu olanlara ıttılaı dahi yoktur; bu şekillenmeden haberdar değildir. Dolayısı ile, öyle diyen cemaata şöyle der:
? Bunlar bana bir töhmettir. Ben evden çıkmadım. Mekke-i Mükerreme haremini görmedim. Rumelini ve Bağdad'ı da tanımam bilmem.
Hacet erbabının korkulu ve tehlikeli zamanlarda ölü veya diri büyüklerden yardım talebleri de bunun gibidir. Bu yardım talep ettikleri zaman, o büyükleri hazır görürler ve o beliyyeyi kendilerinden defettiklerine şahid olurlar.
Bu olan işlere; o büyük zatların bazen ıttılaı olur bazen da olmaz.
Bir mısra:
Sizinle aramızda ne var bir nisbetten gayrı..
Üstte anlatılan da, o büyüklerin letaif teşekkülleridir.
Anlatılan teşekkül, bazen şehadet âleminde olur; bazen da, misal âleminde..
Nitekim, bin kişi bir gecede, Resulüllah efendimizi rüyada görürler. Hepsi de muhtelif surette görür ve çeşitli şeyler alırlar.. Bunlar dahi, Resulüllah S.A. efendimizin sıfat ve letaifinin teşekkülüdür. Allah-ü Taâlâ, ona salât ve selâm eylesin..
Müridlerin, şeyhlerin misali suretlerinden istifadeleri dahi bu şekildedir. Onlardan çeşitli şeyler alır ve müşkillerini hallederler.
***
Bazı meşayihten nakledilen kûmun ve büruz dahi tenasuhla bağlantısı olan şeylerden değildir. Zira, tenasuhta ruhun ikinci bir bedenle taalluku, hayat sübutu ve hissin, hareketin husulü içindir. Yani: O bedene.. Büruzda garaz husulü için, bir başka bedenle nefsin taalluku yoktur. Elbet bu taalluktan gaye o beden için kemalâtın husulüdür; derecelere ulaşmasıdır.
Cin tayfasından birini ele alalım ki; insan fertlerinden biri ile taalluk etmiş ve onun şahsında meydana çıkmıştır. Ama, onun bu taalluku o ferd için hayat husulü değildir. Çünkü o, daha önce de diri, hassas, mütaharrik idi. Yani: O cismin onunla taallukundan evvel.. Bu taalluk neticesinde, o şahıstan meydana gelen şeyler, o cinnin sıfatları, hareketleri ve sükûnlarıdır.
Halleri istikamet üzere olan meşayih, kûmun ve büruz ibarelerini dile getirmemişlerdir. Böyle bir şeyle, nakısları belâya ve fitneye atmamışlardır.
Fakir'in katında dahi, (bilgisine göre) asla kûmun ve büruza hacet yoktur. Eğer kâmil bir zat nakıslar.dan birini terbiye etmek isterse; yerinde olan odur ki: Allah-ü Taâlâ'nın kudreti ile, kendi kâmil sıfatlarını o nakıs müridde in'ikâs ettire. Bu in'ikâsı dahi onda sabit ve istikrarlı kılar; ta ki o nakıs müridi noksandan kemale ulaştıra.. Düşük sıfatlarından alıp iyi sıfatlara dahi çekebilir. Amma arada asla ki'mun ve büruz olmadan..
Bir âyet-i kerime meali:
? «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir..» (62/4)
***
Bir başka zümre de, ruhların nakline kail oldu. Bunun için şöyle dediler:
? Kemal bulduktan sonra, ruh için bir kudret hâsıl olur. O kadar ki, isteyince bedenini bırakır; bir başka bedene geçer. Bu manadan olarak, şöyle anlatıldı:
? Kendisinde kemal ve bu kudretin bulunduğu büyüklerden biri; civarda bulunan bir genç vefat edince, yaşlanmış olan kendi bedenini terk edip o gencin bedenine girmiştir, tunun üzerine, ilk bedeni ölü olmuş; ikinci beden olan gencin bedeni ise., canlı kalmış tır.
Üstteki söz, tenasühü gerektirir. Çünkü bu takdire göre; ruhun ikinci bir bedenle taalluku, ancak o bedene hayat husulü içindir Bu anlatılanla tenasüh arasındaki fark şudur: Tenasuha kail olan nefsin noksanına kail olmaktadır; tenasühü dahi, onun tekmili için isbat eder. .
O kimse ki, ruhun nakline kail olur; o dahi ruhun kemaline kaildir, intikali dahi ruhun kemalinden sonra isbat eder..
Fakir'e göre ruhun intikaline kail olmak, tenasuha kail olmaktan daha düşüktür. Çünkü tenasuha kail olan, nefislerin tekmili için tenasuha itibar etti; isterse bu itibar batıl olsun.. Ruhun kemali husulünden sonra intikal kanaati.ise., kemal husulünden sonradır, İsterse, asla bir kemal olmasın.. Bedenlerin tebeddülü ki kemalât tahsili için oluşu takarrür etmiştir; kemal husulünden sonra ne şey için başka bedene intikal elsin?.
Kemal ehli zatlar, heves erbabı kimselerden değildir. Onların himmeti, kemal bulduktan sonra, bedenden tecerrüd etmektir; bedenle taalluk değil.. Çünkü, taalluktan maksad olan hâsıl olmuştur.
Üstte anlatılandan başka, ruhun intikalinde birinci bedenin ölümü, ikinci bedenin ise., canlanması vardır. Bu durumda, birinci beden için, kabir azabı ve sevap cinsi şeylerden berzah hükmünün husulü gereklidir, ikinci beden için ise.. mademki hayat isbat ettiler; dünyada iken, onun hakkında haşir gerekir.
Sanıyorum ki: Ruhun intikaline inananlar, kabir azabına ve sevabına kail olmamaktadırlar. Haşre dahi itikad etmezler.
Ah!. Bin kere ah!. Şunun için ki, bu gibi battallar şeyhlik postuna oturmuşlardır. Ehl-i İslâmın dahi muktedası olmuşlardır. Hem dalâlete düşmüş- hem de başkalarını dalâlete düşürmüşlerdir.
Dua makamında bir âyet-i kerime meali:
? «Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle. Sen hibesi en bol olansın..» (3/8)
***
Bundan sonrası ek kısımdır. Misal âlemine taalluku (bağlantıyı) maarifi beyan etmektedir.
Şunun bilinmesi yerinde olur ki: Misal âlemi, bütün âlemlerden daha geniştir. Diğer âlemlerde her ne var ise., onun bir sureti de misal âlemindedir. Makulatın ve maaninin bir sureti orada vardır.
Denmiştir ki:
? O Sübhan Hak ki, misallerin en üstünü kendisinindir; onun dahi misali vardır.
Bu Fakir, mektuplarında yazdı: Yüce Allah için, sırf tenzih mertebesinde bir misil olmadığı gibi, Sübhan Zat için bir başka misal de yoktur. Bu manada bir âyet-i kerime şöyledir:
? «Allah için darb-ı emsal yapmayınız. (Yani: Benzer araştırmayınız.;» (16/70)
Alem-i sağirde misal âleminin örneği, hayaldir. Zira, bütün eşyanın sureti, hayalde tasavvur edilmektedir. Hayal öyle bir şeydir ki: Salikin hallerini ve makamlarını tasvirle gösterir; kendisini ilim
erbabından kılar. Eğer hayal olmazsa veya kısır olsa, o zaman cehl lâzım gelir.
Üstte anlatılan manadan olarak; Zılâl mertebesinin üstünde, cehil ve hayretten başka yoktur. Çünkü hayalin cevelan ettiği yer, ancak zılâl mertebeleridir. Bir yerde ki, zılâl yoktur; orada hayal dahi yoktur.
Tenzihiyet sureti ki misalde yoktur, nitekim bu üstte anlatıldı; o suret, misali zilli olan hayalde nasıl tasavvur edilir?. Hiç şüphe edilmeye ki, orada cehil ve hayret vardır.
Her nerede ki, ilim yoktur; orada dedikodu da yoktur. Bu manadan olarak şöyle denmiştir:
? Allah'ı bilenin dili tutulur.
Her nerede ki, ilim vardır, orada dedikodu da vardır. Bu manadan olarak şöyle denmiştir:
? Allah'ı bilenin dili açılır..
Bunların beyanı odur ki: Dilin uzaması, zılâl makamında olur. Dilin tutulması ise.. zılâl mertebelerinin üstünde olur.
Her ne şey ki, zılâldendir; o şey illetlidir. Yapılma illeti ile de, mahluktur. Bu durumda onun, matluba ait eserlerden olma dışında bir durumu yoktur. Bunun faydalı alâmetleri ise.. ihnei-yakin içindir. Aynel-yakin ile hakkal-yakine gelince., her ikisi de zılâlin ve hayalin ötesindedir. Hayal yontmalarından halâs ise.. ancak enfüsî seyri de afakî seyir gibi geride bırakıp enfüsün ve afakin ötesinde cevelana başladıktan sonra müyesser dürüstte anlatılan mana, evliyanın pek çoğuna, ölümden sonra müyesser olur. Mademki hayat devam etmektedir; hayal onların eteklerinden tutmaktadır. Büyüklerden pek azlarına müyesser olur; hayal sultanı tasarrufundan bu dünya hayatında iken çıkarlar. Hem de, dünya hayatının varlığı ile.. Hayal yapması ve yontması olmadan matlubla başbaşa verirler. İşte o zaman, onlar hakkında, berkî tecelli daimî olur; vasl-ı üryan başlangıçları dahi zahir olur. Bir şiir:
Erbab-ı nimete kutlu olsun erdikleri; Miskin aşıka yeter kadehle içtikleri..
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
? Bir cemaat, misal veya hayal âlemine ait düşlerde veya rüyalarda görülür ki: Kendileri sultan olmuşlardır; bunların hizmetçileri, haşmetleri dahi görülür. Yine görülürler ki: Kutuplar olmuşlardır; bütün âlem dahi onlara teveccüh etmiştir. Halbuki, ayık halde, şehadet âlemi olan afakta bu kemalâttan yana hiç bir şey zuhur etmemiştir. Bu görülen için; doğruluktan yana bir şey var mıdır? yoksa sırf batıl nev'inden bir şey midir? .
Bunun için şu cevabı veririm:
? Bu görüş için, doğruluk yeri vardır. Bunun daha açık beyanı o ki: Bu cemaatta, saltanat ve kutbiyet manası vardır; amma onlar hakkında zaiftir. Ve lâyık değildir. Yani: Şehadet âleminde zuhur etmesi..
Sonra bu, iki halin dışında da değildir. Şöyle ki:
a) Bu mana kuvvet olarak yaratılır. Allah'ın inayeti ile.. Şehadet âleminde zuhura gelmesi dahi yerinde olur. O zaman, o kimseler, Allah'ın kudreti ile sultan veya kutub olurlar..
b) Yahut, şehadet âleminde kuvvet zuhuru olmaz. Zuhuratın en zayıfı olan misal âlemine dayalı zuhurla iktifa edilir. Kudreti kadar da orada zuhur eder.
Bu tarikat taliplerinin de, rüyalarda gördükleri bu kabildendir; Ki onlar, kendilerini yüksek makamlarda bulurlar. Velayet erbabının makamlarına kavuşmuş bulurlar. Eğer bu mana, şehadet âleminde zuhur eder ise., büyük bir devlettir. Eğer onun misal alemindeki zuhuru ile iktifa edilir ise.. hâsıl olan bir şey yoktur. Belki de bir musibet olur. Her dişçi ve hacamatçı, kendisini rüyada sultan görür. Ama onun için, hüsrandan ve nedametten başka hâsıl olan yoktur.
Yerinde olur ki: Rüyalara itibar edilmeye., her ne şey ki, şehadet âleminde müyesser olmuştur; o bir ganimettir.
Bir şiir:
Ben güneşin oğluyum, ondan söz ederim; Geceden bana ne ki, sözünü edeyim.
***
Anlatılan bu mana icabı olarak; Nakşibendiye büyükleri rüyalara itibar etmemişlerdir. Talihlerin tevcih ettikleri rüyalara dahi teveccüh etmezler. Keza, onların tabirlerine de.. Zira, onların pek azı meydana gelir. Onlar katında muteber olan ancak, afakta ve ayıkta müyesser olandır. Bunun için de, şühudun devamına itibar edip huzurun devamlı olmasını dahi bir devlet itikad etmişlerdir. O zuhur ki, onun peşinden gaybet hali gelir; o büyükler katında itibar makamından düşmüştür.
Üstte anlatılan manadan olarak; Allah-ü Taâlâ'nın masivasını unutmak, onlar hakkında daimî olmuştur. Yabancının onların kalbinde hazır olması, tüm vakitlerde yoktur.
Evet., bir şahsın ki bidayetinde nihayet dere edilmiştir; bu kemalât, odan nasıl uzak görülür?.
Dua makamında bir âyet-i kerime meali:
? «Rabbimiz, günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza sebat ver. Kâfir kavme karşı bize yardım eyle..» (3/147)
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 370. Mektup

MEVZUU: Yüce Hakkın Zikri, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimize salâvat okumaktan evlâdır. Şu şartla ki: Zikir kabule şayan ve iktida edilen bir şeyhten alınmış ola.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Molla Gazi Naib'e yazmıştır.
Hayru'l-beşer Resulullah'a salâvat okumakla bir zamanlar meşgul oldum" ona ve âline salât ve selâm olsun. Hem de, bütün kısımlar ve nevileri ile Dünya hayatında iken, onun üzerine iyi neticeler ve semereler terettüb ettiğini gördüm. Onlarla Velâyet-i Hassa-i Muhammediye'nin inceliklerini buldum; sırlarına da erdim. Onun sahibine salât, selâm ve tahıyyet
Bir müddet geçtikten sonra, bu amel üzerine tam bir fütur geldi. Onlara devam etmek başarısı zail oldu. Artık o salâvatları okumak belli zamanlara kaldı.
Bu sırada bana güzel gelen teşbih, takdis, tehlil ile meşguliyet oldu.
Bu işte de bir hikmet olmalı; görelim neler zuhur edecek?
Sonradan Allah'ın inayeti ile zahir oldu ki, bu vakitte zikir, hem salâvat okuyan hakkında, hem de salâvat okunan hakkında daha faziletlidir. Bu mana, iki cihetten gelmektedir. Söyle ki:
a) Bir hadis-i kudside şöyle gelmiştir
"Bir kimse, zikrimle meşgul olur da benden bir şey istemez ise, isteyenlere verdiğimden daha faziletlisini ona veririm."
b) Zikir, Resulullah (sav) Efendimizden alınmıştır. Bu zikrin sevabı, zikredene ulaştığı gibi, o sevabın bir misli de, Resulullah (sav) Efendimize ulaşmaktadır. Bu manadan olarak, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştun
"Bir kimse, iyi bir sünnet (âdet) meydana getirir ise, ecri kendisinedir ve onunla amel eden kimseleredir."
Bunun misali, ümmetten hasıl olan her amel, yapana ecir getirdiği gibi; aynı miktar ecir Resulullah (sav) Efendimize de gider. Zira, o amelin vazıı ve meşru kılanı Resulullah (sav) Efendimizdir. Yapanın ecrinden de bir noksan gelmez.
Bu arada ameli işleyen kimsenin, Resulullah (sav) Efendimizin niyeti ile de işlemesi lâzım gelmez. Zira, Sübhan Hakkın ihsanında, ameli işleyenin bir sun'u yoktur.
Evet, eğer ameli işleyenden de, Resulullah (sav) Efendimize dair bir niyet bulunur ise, bu da ameli işleyenin ecrinin artmasına sebep olur. Bu ziyadelik dahi, Resulullah (sav) Efendimize aittir.
Bir ayet-i kerime meali:
"Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah büyük fazlın sahibidir."(62/4)
Hiç şüphe edilmeye ki, zikirden asıl maksat, Sübhan Hakkı anmaktır. Ecir talebi, onu takib eder. Salâvat-ı şerife okumakta ise, asıl maksat, hacetin yerine gelmesi talebidir. İkisi arasında çok fark vardır.
O feyizler ki, Resulullah (sav) Efendimize zikir yolundan ulaşır; salâvat okumak yolundan ulaşan bereketlerden kat kat fazladır.
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki: Anlatılan mertebe her zikir için değildir. Elbette o zikre mahsustur ki, kabule şayan ola... O zikir ki, anlatılan manada değildir; anlatıldığı gibi olmaz. Bu durumda, salâvat-ı şerife okumak, ondan daha faziletlidir. Bu salâvat-ı şerifelerden gelen bereketler daha çok olur.
Ne var ki; talip olan bir kimsenin, kâmil ve mükemmel bir şeyhten aldığı zikir ve tarikat şartlarına göre ona devamı salâvat okumaktan daha faziletlidir. Zira, bu zikir öbür zikre vesiledir. Bu zikir vazifesini yapmaya, öbür zikre ulaşamaz.
Üstte anlatılan mana icabı olarak; tarikat şeyhleri, zikirden başka bir şeyle meşgul olmasına cevaz vermemişlerdir. Farzlarla ve sünnetlerle yetinmesini (yani Sünen-i revatıb ile) emretmişlerdir. Nafile işleri yapmaktan dahi, onu men etmişlerdir.
***
Üstteki beyandan da anlaşıldığına göre; ümmet ferdlerinden hiçbir ferde, kemalâtta yüksek dereceye ulaşsa dahi peygamberi ile müsavat hasıl olmaz. Zira, kendisinde hasıl olan o kemalâtın tümü, o peygamberin şeriatına tabi olduğundan dolayı hasıl olmuştur. Dolayısı ile, bu kemalât dahi, o peygamber için sabit olmaktadır. Hem de, kendisine mahsus olan kemalâlat ile, o tabilerine mahsus olan kemalâtla birlikte. Ona salât ve selâm olsun.
Keza, o kâmil olan ferd, asla bir peygamberin mertebesine ulaşamaz. İsterse o peygambere hiç kimse tabi olmasın; davetini dahi kabul etmesin. Zira, her peygamber, asaleten davet sahibidir; şeriatın tebliği ile de memurdur. Ümmetlerin inkârı, davette ve tebliğde bir kusur olamaz.
Bu arada şu da zahirdir ki, hiçbir kemâl, asla davet ve tebliğ mertebesine ulaşamaz. Zira, Alluhu Taala'ya kulların en sevimli olanı, Allahu Taala'yı kullarına sevdirendir. Allahu Teala katında kulların en sevgilisi olan, o davetçi ve tebliğci olandır.
Herhalde şu manada gelen bir haberi (hadis-i şerifi) duymuş olacaksın:
"Kıyamet günü, ulemanın mürekkebi, şühedanın kanı ile tartılacaktır. Amma, ulemanın mürekkebi, şühedanın kanından ağır gelecektir."
Bu devlet, ümmet için müyesser olmaz. Onlarda bir şey hasıl olmuş ise, uydu ve bir mana zımnındadır. Asıl olan asıldır; fer (parça) ise bir yerden alınmadır.
Yerinde olur ki, anlatılan manadan, bu ümmetin ayanı ve onların tebliğcileri için olan fazilet idrak edile...
Tebliğde ve davette dereceler olduğu gibi; ayan ve tebliğciler dahi değişik derecelerde bulunmaktadırlar.
Ulema, zahirin tebliğine mahsusturlar. Sofiye ise, batına ihtimam gösterirler.
O kimse ki, hem sofiyedendir; hem de alim, kibrit-i ahmerdir. Zahir ve batın tebliğe hakkı vardır. Resulullah'ın (sav) naibi ve onun varisi bulunmaktadır.
itikadım o ki, bu ümmetin muhaddisleri ki, Resulullah (sav) Efendimizin hadis-i şeriflerini tebliğ ederler; bu ümmetin en faziletlileridirler.
Her ne kadar, mutlak surette, kendilerinin en faziletli olduklarına itikad derlerse de; bu biraz karışıktır. Eğer bu manayı, zahir tebliğcilerine mabetle söylüyorlarsa, yeri vardır. Ancak, mutlak fazilet o kimseyedir ki, zahir batın tebliğini, zahir ve batın davetini camidir.
Çünkü, bir işin belli bir şeye inhisarında kusur vardır; fazilet itlakına münafidir Bu manayı anla, kusurlulardan olmayasın.
Evet her ne kadar zahir umde, necatın dayanağı, bereketi çok, yaran umumi ise de, lâkin onun kemâli batın bağlıdır. Zahir, batınsız tam olmadığı gibi, batın dahi, zahirsiz bir şeyden sayılmaz. O ki, zahiri, batını camidir, kibrit-i ahmerdir.
Hüdaya ittiba edenlere selâm.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Çünkü Sen, her şeye kadirsin."(66/8)
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 369. Mektup

MEVZUU: İrfan sahibinin muamelesi öyle bir mertebeye ulaşır ki; ona nisbetle diğerlerinin seyyiatı hasenat olur.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevlâna Abdülkadir Enbali'ye yazmıştır.
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Allahu Teala şöyle buyurdu:
"İşte, Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir."(25/70)
İrfan sahibinin muamelesi, Allahu Teala'nın inayeti, Habibinin hürmeti ile o mertebeye ulaşır ki; başkalarının seyyiatı, onun hakkında hasenat oiur. Başkasına nisbetle düşük sıfat dahi, ona nisbetle iyi olur.
Meselâ, riya ve sum'a (görsünler ve işitsinler için iş yapmak) seyyiatın ve düşük sıfatlardan sayılırlar. Amma o irfan sahibi hakkında bunlara iyilik arız olur; hamd ve şükür hükmünü alır.
O derviş kibriya ve azamet kısımlarından hepsini kendisinden atıp yüce mukaddes Sultan Hakka bağlar. Bütün hasene, cemal ve hayır çeşitlerini kendisinden atıp hepsini Sübhan Hakka has kılmaktadır. Kendisini dahi, serden ve noksandan başka bir şey görmez. Dahi nefsinde zül, iftikar ve inkisardan başka bir şey görmez.
Şayet kemal fertlerinden birini, kendisine zahirde yönelmiş görür ise, onu bir merdiven gibi görür ki, ondan daha yukarıya çıkılır, azamet ve kibriya sanı olan zata ulaşılır.
İşte hüsnün cemalin, hayrın ve kemalin hali budur. Bu şeylerden yana onun nasibini terakkisine gelen merdivenler, sonunda sahibine dönecek emanetlerden başka bir şey değildir.
Riya, sum'a suretinde maksud olan onun için şöhret, kabarmak, üstünlük taslamak, azamet tavrı takınmak değildir. Elbette yüce Hakkın nimetini izhar olup o Sübhan Zat'ın ihsanını kendisine bildirmektir. Bu manadan olarak riya ve sum'a onun için yüce mukaddes Hakka hamdin ve şükrün aynıdır. Düşüklükten beğenilmeye çıkmaktır. Sair sıfatlan dahi buna kıyaslamak mümkündür.
Bir ayet-i kerime meali:
"İşte, Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah Gafur Rahim'dir."(25/70)
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 368. Mektup

MEVZUU:
a) Kur'an-ı Kerim'in tümden şer'i hükümleri cami olduğunun beyanı.
b) Imam-ı Azam Hazretlerinin menkıbeleri.
c) Bu işin aslı şeriat olduğunun beyanı.
d) Sofiye-yi aliyienin medhi.
Ve bunlara münasip bazı hususlar.
NOT: Imam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mahdumzade Hace Muhammed Said ile Mahdumzade Hace Muhammed Masum'a yazmıştır. Allahu Teala, her ikisine de selâmet ihsan eylesin.
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm.
***
Bilesin ki,
Kur'an-ı Mecid, şer'i hükümlerin tümünü camidir. Hatta, geçmişteki şeriatların dahi tümünü.
Bu babda netice söz şu ki: Bu şeriatın bazı hükümleri, nass ibaresi, nassın işareti, nassın delâleti, nassın iktizası bilinmektedir. Bu anlayışta, avam ve lügat ehlinden havas zümre aynı basamaktadır.
Bu hükümlerden bir başka kısım ise, içtihad ve istinbat yolu ile anlaşılan kabildendir. Bu anlayış dahi, müctehid imamlara mahsustur.
Cumhurun kavli üzere, müçtehidler olarak; Resulullah (sav) Efendimiz baştadır. Ashab-ı kiram dahi, müçtehiddir. Resululiah (sav) Efendimizin ümmetinden olan diğer müctehidleri de sayabiliriz.
Ne var ki, Resululiah (sav) Efendimizin zamanındaki içtihada kalan hükümlerde, bilhassa yanlış-doğru arasında bir tereddüd yoktu. Zira, o zaman vahiy zamanı idi. Kesin olarak gelen vahiy i!e yanlış doğrudan ayrılırdı. Hak, batıl ile karışık durmazdı.
Zira, Resulullah (sav) Efendimizin takriri ve batılı tesbiti artık aşılacak gibi bir şey değildir.
Amma, vahiy zamanının bitiminden sonra, müçtehidlerin istinbat yolu ile çıkardıkları hükümler öyle değildir. Zira, bunlarda, hata sevap atası tereddüdlüdür.
Üstte anlatılan mana icabı olarak; vahiy zamanında karar altına alınan içtihada dayalı hükümler yakini icap ettirir ve amele, itikada faydalıdır. Vahiy zamanından sonra ki, içtihada dayalı hükümler ise, zannı mucib olup yalnız amel için yararlıdır; itikad için değil.
Kur'an hükümlerinden bir üçüncü kısım daha var ki; beşer takat) onu anlamaktan yana acizdir. Bu hükümlerde, onları inzal eyleyen zattan gelecek bir ilâm olmayınca; o hükümleri anlamak tasavvur edilemez. Bu ilâm dahi, Resulullah'a mahsustur. Kendisinden başkasına hasıl olmaz. Ona ve âline salât ve selâm.
Bu kısım hükümler dahi, her ne kadar Kur'an-ı Kerim'den alınmış olsa dahi, onların muzhiri (açıklayanı veya açığa çıkarıp izhar edeni) Resulullah (sav) Efendimiz olduğundan, zaruri olarak sünnete nisbeî edilmiştir. Tıpkı içtihada dayalı hükümler dahi kıyasa nisbet edildiği gibi. Zira, kıyas dahi o hükümlerin açıklayanıdır.
Üstte anlatılan manadan olarak, gerek sünnet, gerekse kıyas hükümleri izhar eyleyen iki esastır. İsterse bu iki aıklayan arasında çok fark ofsun. O ikisi arasında çok fark vardır; zira:
BİRİNCİSİ görüşe istinad eder ki, onda hata yeri vardır.
İKİNCİSİ ise, yüce Hakkın ilâmı (bildirmesi) ile teyid edilmiş olduğundan, onda hata mecali yoktur.
Son kısmın asla kemal benzerliği olup hükümleri isbat eder gibidir. Her ne kadar, hakikat hükümlerin isbatında Kitab-ı Aziz yeterli ise de, üstteki mana da ondan uzak değildir.
***
Şunun bilinmesi yerinde olur ki, Peygamberden başkasına dahi, Peygamber karşısında ayrı görüş mecali buluna. Amma, içtihada dayalı hükümlerde. Amma o başkası, içtihad mertebesine ulasan biri ise.
Ancak, o hükümler ki, kesin ibare, kesin işaret, kesin delâlet ile sabit olmuştur; keza o hükümlerin ki izhar eyleyene sünnet olmuştur; bunlar için, hiç kimseye muhalefet mecali yoktur. Hatta, bu hükümlere tüm ümmetin tabi olması gereklidir.
İçtihada dayalı hükümlerde, Resulullah (sav) Efendimizin görüşüne tabi olmak; ümmetin müçtehidlerine gerekli değildir. Elbet doğru olan, o yerde; müçtehidin kendi görüşüne tabi olmasıdır.
***
Burada bir incelik var; onun da bilinmesi yerinde olur.
O peygamberler ki, ülü'l-azm peygamberlerin şeriatlarına uymak kendilerin vacib olmuştur. Bu hükümler ondandır ki, tabi olmak, onların kitaplarında veya sahifelerinde ibare, işaret, delâlet ile sabit olmuştur. Amma o ülü'l-azm peygamberlerin içtihadları, sünnetleri ile zahir olan hükümlere ittiba etmek gerekli değildir. Şu manadan ötürü ki, ümmetin müçtehidlerine de içtihada dayalı hükümlere ittiba etmek gerekli değildir. Nitekim, bu mana daha önce de geçti.
Kendisine tabi olunan peygamber için nasıl başkasının içtihada dayalı hükmüne tabi olmak caiz olur ki? O hükümler ki, onlar sünnete olarak açığa çıkarılmışlardır. Bunlar, ülü'l-azm peygamberlere ilâm sureti ile nasıl olmuş ise, ülü'l-azm peygamberlerinden başkalarına da yüce Hakkın ilâmı ile sabit olmuştur. Burada mütabaat nasıl olsun? Hatta bu hususta müta-baata mecal yoktur. Zira, her vakte göre ve her taifeye münasip hükümler kendi başına gelmektedir. Bir vakit olur ki, o vakitte uygun düşen bir şeyin haram olmasıdır; bir başka vakit ise, o şeyin helâl olması münasip düşer.
Ülü'l-azm peygamberlerden birine, bir işin helâl olduğu bildirildiği gibi, ondan başka ülü'l-azm olmayan bir peygambere dahi onun haram olduğu bildirilir.
Bütün bu helâl ve haram olma durumu, inzal buyurulan sahifelerden alınmıştır. (Yani kitaplardan...) Nitekim, müçtehidler, bir mehazdan iki tane birbirine muhalif hüküm çıkarmaktadırlar. Onların biri, aynı şeyin haram olduğunu anlar; diğeri ise helâl olduğunu.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Son anlatılan ihtilaf, içtihada mecali vardır; zira hata ve sevap olma ihtimali bulunan reye dayanmaktadır. Lâkin bu mana için, yüce Hakkın ilâcında içtihad mecali yoktur. Zira, onun için, hata sevap arası terüddüd etmek caiz değildir. Hatta, Hak katında hüküm birdir. Eğer helâl ise, haram olma yeri yoktur; haram ise, helâl olma yeri yoktur.
Üstteki soruya şu cevabı veririm:
-Caizdir ki, bir sev bir kavme nispetle helâl ola ve bir kavme nispetle de
haram ola. Allahu Teala'nın bir vakada, kavimlerin taahdüdüne göre mütaaddid hükümleri vardır. Dolayısı ile üstte anlatılan manada hiçbir mahzur yoktur.
Evet, üstte anlatılan mana, Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin ümmeti hakkında sahih değildir. Zira, bütün insanlar, bu şeriatta tek hükümle hükm'olunmuşlardır. Bu şeriatta, tek bir vaka üzerinde Sübhan Allah'ın iki değişik hükmü yoktur.
***
Burada bir başka soru da şöyle sorulabilir:
-Enbiyadan ülü'l-azm bir peygamber bir işin helâl olduğuna hükmettiği, ona tabi olan bir peygamber dahi o işin haram olduğuna hükmettiği zaman gerekir ki; ikinci hüküm, birinci hükmü, nesnede. Böyle bir şey de caiz değildir. Şunun içindir ki: Neshetmek, ülü'l-azm peygamberlere mahsustur; onun gayrı neshedici olamaz.
Bu soruya da şu cevabı veririm:
-Neshetmek, ancak şu şekilde lâzım gelir ki; kâffe-i enama nisbetle ikinci hüküm daha umumi manada ola. Bu durumda, bir kavme mahsus olan birinci hükmü kaldırır. Halbuki ikinci hüküm burada umumi manada değildir. Meselâ, belli bir kavme nisbetle haram olduğuna hükmedilmiştir. Dolayısı ile, ilk hükümle bunun arasında birbirine münafi bir durum yoktur. Görmez misin ki, müçtehidin biri bir vakanın helâl olduğuna hükmeder. Bir başka müçtehid İse, aynı vakanın haram olduğuna hükmeder. Aralarında nesih diye bir şey de asla yoktur, isterse aralarında açık fark olsun. Çünkü, burada görüş vardır; öbür yanda ise, ilâm (bildirme) vardır. Görüşte, hükmün taaddüdüne yer vardır; amma ilâmda teaddüd yeri yoktur. Ne var ki, kavmin taahdüdü bu işi caiz kılar. Nitekim bu mana daha önce de geçti.
Lügat ciheti ile, geçen ülü'l-azm peygamberlerin kitaplarından ve sahifelerinden anlaşılan şeriat hükümlerine gelince: Onlara tabi olan peygamberler için asla bunlara muhalefet mecali yoktur. Zira bu hükümler bütün insanlara göre gelmiştir. Durumu tabi olmak olan her peygamber, hangi kavme gönderilir ise gönderilsin; hangi kavmi davet ederse etsin o hükümlerin hilâfına bir tebliğ yapamaz.
O hüküm eğer helâl ise, herkes için helâldir. Şayet haram ise, herkese haramdır. Taa, ülü'l-azm peygamberlerden biri gelip de o hükmü kaldırıncaya kadar. İş bu vakittedir ki, nesih durumu tasavvur edilir. Ancak nesih, lügat hasebi ile inzal buyurulan sahifelerden alınan hükümlerin itibarına göredir. O hükümler ki ictihad ve ilâm ile sabit olmuştur; kıyasa ve sünnete bağlanmıştır; bunlarda nesih tasavvur edilemez. Zira bu hükümler bazısına göre yerinde olur; bazısına göre de yerinde olmaz. Bir peygamberin içtihadı, keza sünneti; bir başka peygamberin içtihadını ve sünnetini kaldırıcı olamaz. Zira, biri bir kavme nisbetle olurken; diğeri bir başka kavme nisbetle olmaktadır. Şayet iki hükmün muhtelif olması bütün insanlara nisbetle ve aynı kavme nisbetle olur ise, elbette o zaman nesih meydana gelir.
Nitekim, bizim şeriatımızda hüküm, bütün insanlara göre gelmiştir, ikinci hüküm, evvelki hükmü neshetmektedir. Bu manadan olarak, Resulullah (sav) Efendimizin sonraki sünneti dahi evvelki sünnetini nesheder.
Hazret-i İsa'nın (as) nüzulünden sonra dahi, bu şeriatın neshi caiz olamaz. Çünkü o, Resulullah (sav) Efendimizin şeriatına tabi olacaktır; onun sünnetine ittiba edecektir.
Olur ki zahir uleması mehazın derinliğinden ve işin tam manası ile inceliğinden dolayı Hazret-i isa'nın içtihadını inkâra yellenirler. Onun içtihadlarını Kur'an'a ve hadise muhalif sayarlar. ictihad meselesinde; Hazret-i İsa, Hazret-i İmam-ı Azam Kufi gibidir.
İmam-ı Azam, vera (şüpheli işlerden dahi korunmak) ve takva sahibi olmak bereketi, sünnete tabi olmak devleti ile içtihadda ve hüküm istinbat etmekte öyle yüksek bir dereceye nail olmuştur ki, sonrakiler, onu anlamaktan dahi aciz kalmışlardır. Derin manalarının inceliğinden ötürü, onları Kur'an'a ve hadise muhalefet saymışlardır. Onu ve arkadaşlarını sadece bir re'y (görüş) sahibi zannetmişlerdir. Bütün bunlar onun ilminin, dirayetinin hakikatına ulaşamamaktan ve onun anlayışına ve ferasetine muttali olmamaktan ileri gelmektedir.
Amma, İmam-ı Şafii Hazretlerini o türlü isnadları yapanlardan ayırmak gerek. Zira o, İmam-ı Azam Hazretlerinin fıkıh inceliğinden bir nebze görmüştür. Bunun için de şöyle demiştir:
-Bütün insanlar, fıkıhta Ebu Hanife'nin (İmam-ı Azam'ın) ayalidir.
Yazıklar olsun o kusurlulara ki, böyle bir cür'ete girip kendi kusurlarını başkalarına bağlarlar.
Bir şiir:
Ayıplarsa kusurlu biri bilmeden onları;
Kem sözlerden beridir hep onların sahaları.
Kıralabilir mi hiç o zinciri hilekâr tilki;
Bağlanmıştır onlarla dünyanın tüm arslanları.
***
Hace Muhammed Parisa Fusul-u Sitte'de şöyle demiştir:
"Nüzul ettikten sonra Hazret-i İsa (as) Ebu Hanife'nin mezhebi ile amel edecektir.
Mümkündür ki bu cümle, yukarıda da anlatıldığı gibi, Hazret-i isa (as) ile İmarn-ı Azam Hazretlerinin benzerliği dolayısı ile söylenmiştir. Yani Hazret-i isa'nın (as) içtihadı, İmam-ı Azam Hazretlerinin içtihadına muvafık olacaktır; amma İmam-ı Azam Hazretlerini taklid etmeyecektir. Zira, onun Şanı, ümmet ulemasını taklid etmekten yana yücedir.
Hiçbir tekellüf ve taassup şaibesi olmadan deriz ki:
-Hanefi mezhebinin nuraniyeti, keşfe dayalı nazarda büyük bir deniz gibi zahir olup görünmektedir. Sair mezhepler dahi, havuzlar ve kanallar gibi zahir olmaktadır..
Yine zahirde mülahaza edildiği zaman, görülecektir ki, ehl-i İslâm'dan süvad-ı Azam Ebu Hanife'nin mezhebine tabi olmuşlardır. Allah'ın rızası ve rahmeti onun üzerine olsun.
Bu mezhebin, tabi olanların çokluğuna rağmen, usulde ve füruda diğer mezheplerden ayrı mümtaz bir durumu vardır. Bunun, istinbattaki yolu tek basınadır. Anlatılan bu mana, hakikattan haber vermektedir. Hayret edilecek bir manadır. Şöyle ki:
İmam Ebu Hanife, sünnete uymakta hepsinden kıdemlidir. Hal böyle iken, mürsel hadisleri müsned hadisler gibi itikad edip mütabaata müstahak görür ve bunları kendi görüşüne takdim eder. Sahabenin kavlini dahi, kendi görüşünden önde bilir. Zira, onlar, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbetine nail olmuşlardır.
Amma, diğerleri böyle yapmazlar.
Durum yukarıda anlatıldığı gibi olmasına rağmen, muhalifleri onu görüş sahibi sanır; dolayısı ile kendisine edep dışı lâfızlar kullanırlar. Halbuki, onun ilimdeki kemalini, veranın ve takvasının ziyadeliğini itiraf etmektedirler.
Allahu Teala, onlara tevfik ihsan eylesin. Ta ki, dinin reisine, ehl-i İslâm'ın ve Müslümanlardan süvad-ı azamin reisine eziyet etmeyeler. Zira, bir ayet-i kerimede belirtildiği gibi, Allah'ın nurunu söndürmek isterler.
O kimseler ki, bu büyüklere:
-Görüş sahibi (sahib-i re'y) ederler; bunların itikadları odur ki; o büyükler, kendi görüşlerine göre hüküm verip Kur'an'a ve hadise tabi olmazlar.
Süvad-ı Azam dahi, bunların bozuk kanaatlanna göre; dalâlette kalan bid'atçılardır. Hatta, ehl-i İsiâm zümresinin dahi haricindedirler. Onlar hakkında böyle bir itikad besleyen öyle cahil kimsedir ki, kendi cehaletinden dahi haberi yoktur. Yahut da, o zındıktır ki, dinin yansını iptale çalışır.
Şu kimsenin cehaleti ne kadar büyüktün Sayılı hadisler toplamıştır; şeriat hükümleri dahi onlara inhisar ettirmiştir; bildiğinin dışında kalanı nefyedip kendince sabit olmayanı da atmıştır.
Bir şiir:
O ki saklanıp kalmıştır taş içerisine;
Başka ne yer vardır, ne de sema kendisine.
Yazıklar olsun onlara. Soğuk taassuplarına ve bozuk nazarlarına.
Halbuki, fıkhın banisi Ebu Hanife'dir. Fıkhın dörtte üçü ona bırakılmıştın kalan dörtte birde dahi diğerleri müşterektir.
O fıkıhta hane sahibidir; diğerleri de tümden onun ayalidir.
Bu mezhebi tutmakla beraber, İmam-ı Şafii'ye zati mahabbetim vardır. Onun büyüklüğüne inanırım. Bunun için de, bazı nafile ibadetlerde ona uyarım.
Amma ne yapabilirim ki? İlminin bolluğu, takvasının kemali ile Ebu Hanife'nin yanında diğerlerini çocuklar gibi bulmaktayım.
Emir, yüce Sübhan Allah'ındır.
***
Biz yine esas kelâma dönelim. Deriz ki:
-Yukarıda da geçtiğine göre; içtihada dayalı hükümlerin ihtilâfı, neshi gerektirmez. İsterse, bu ihtilâf, bir peygamberden sudur etmiş olsun.
Amma, Kur'an'da ve hadiste vaki olan ihtilâf böyle değildir. Daha önce de tahkiki yapıldığı gibi bu, neshi gerektirir.
Şimdi takarrür eden şu ki; şer'i hükümlerin isbatına muteber olan Kur'an ve hadistir. (Yani kitap ve sünnet...) Müçtehidlerin kıyası ve ümmetin icmaı dahi, hükümlerin isbatında geçerlidirler.
Üstte anlatılan dört delilden başkası hiçbir şekilde, hükümlerin isbatına yararlı değildir. Ne ilham, haramı ve helâli isbat edebilir; ne de batın erbabının keşfi farzı ve sünneti anlatabilir.
Velâyet-i hassa erbabı dahi, müçtehidlere uymakta, avam mü'minlerle aynı durumdadır. Keşif ve ilham başkaları üzerine bu babda onlara bir meziyet getirmeyeceği gibi, onları uymak bağından da kurtaramaz.
Bu manada Zünnun, Bistami, Cüneyd, Şibli; avam mü'minlerden olan Zeyd, Amr, Bekir, Halid ile içtihada dayalı hükümlerde müçtehidlere uyma şanında aynı durumdadırlar.
Evet, bu büyüklerin meziyetleri vardır; amma başka manadadır. Zira, bu zatlar, keşif ve müşahede erbabıdır. Aynı zamanda, tecelli ve zuhurat erbabıdır. Hakiki mahbubun mahabbet istilâsı dolayısı ile yüce Sultan'ın gayrını bırakmışlardır. Gayrı görüp gayriyet idrak etmekten de azad olmuşlardır. Eğer onlar için hasıl olan bir şey var ise, o da Sübhan Allah'tır. Eğer vasıl olmuşlarsa, yine o yüce Zat'a vasıl olmuşlardır.
Onlar alemdedirler, amma alemin kendisi ile olmazlar; nefisleri ile olurken de, yine nefisleri ile değillerdir. Eğer yaşarlarsa, onun için yaşarlar. Ölürlerse, yine onun için ölürler.
Onların müptedileri dahi, alem zerrelerinden her zerrenin aynasında; mahabbetin ağır basması dolayısıyı ile matlubu müşahede eder. Her zerreyi dahi, bütün esma ve sıfat kemalâtını cami bulur.
Onların müptedileri üstte anlatıldığı gibi olunca, müntehilerinden ne anlatayım? Onların alâmetlerini nasıl açıklayayım? Zira, onların alâmetleri yoktur. Onların ilk adımları masivayı unutmaktır. İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki, o afakin ve enfüsün dışındadır.
İlham o büyükleredir; kelâm, onlar içindir.
O zümrenin ileri gelenleri, ilimleri ve sırları asıldan tasavvutsuz olarak alırlar.
Bir müçtehid, kendi görüşüne ve içtihadına nasıl tabi ise, bunlar dahi marifette ve vecidlerde kendi ilhamlarına ve ferasetlerine tabi olmaktadırlar.
Hazret-i Hace Muhammed Parisa şöyle yazdı: -Hızır'ın (as) ruhaniyeti, ledünni ilimlerin gelmesinde vasıtadır. Zahir olan mana şu ki: Bu kelâm, iptida ve orta hallere nisbetledir. Müntehinin muamelesi, bir başkadır. Nitekim, açık keşif, buna şehadet eder. Üstte anlatılan manayı, Şeyh Abdülkadir Geylani'den -Allah sırrının kudsiyetini artırsın- yapılan bir nakil teyid etmektedir. Şöyle ki:
-Bir gün o, minbere çıkmış; ilimleri ve maarifi beyan ediyordu. Bu esnada oradan Hızır (as) geçti. Şeyh ona seslenerek, şöyle dedi:
-Ey israili, gel de Muhammedi kelâmı dinle.
Üstteki Şeyh Geylani'ye ait ibareden de anlaşılmaktadır ki, Hızır (as) Muhammedi'lerden değildir; sabık milletlerdendir. Durum böyle olunca, o nasıl Muhammedi'lere tavassut edebilir?
Burada anlatılan manalardan da tahakkuk etti ki, ilimler ve maarif, bir başka şey olup şer'i hükümlerin ötesindedir. Elhüllah dahi, onlarla bir hususiyet kazanmıştır, isterse o maarif, bu hükümlerin neticeleri ve semereleri mahiyetinde olsun.
Ağaç dikmekten gaye, meyvelerin huşu! bulmasıdır. Ağaçlar ayakta kaldıkça, onların meyveleri de düşecektir. O ağaçların köküne ki, hale geldi; meyveler dahi yok oldu.
O ne büyük hamakattır ki, ağacı kökünden söküp de meyveler düşürülmeye çalışılır. Halbuki, ağaçlar, her ne kadar bakımlı olsalar, ondan o kadar taze meyveler daha çok ve daha bolca meydana gelir. Her ne kadar meyve gaye ise de, ağacın bir parçasıdır
Yerinden olur ki, şeriata tutunan kimse ile, şiraatta müdahaneci bu manada kıyas edile.
O kimse ki, şeriata tutunmuştur; marifet sahibidir. Onun şeriata tutunması, her ne miktar artar ise, marifeti dahi o nisbette bol olur.
O kimse ki, müdanecidir; marifetten yana bir nasibi yoktur. Faraza, kendi zu'müne göre, bir şeyi olsa dahi, isterse hakikatta hiçbir olma hükmünü taşımasın. İstidrac kabilinden olmaktadır. Bu manada, cukiye ile birehmenlerle iştiraki vardır.
Şeriatın reddettiği hangi hakikat olur ise olsun; o zındıklık ve ilhaddır.
Caiz olur ki, yüce Allah'ın zatına, sıfatına, ef'aline taalluk eden bazı sırlar ve incelikler ehlüllahın havas zümresine anlatıla ki, bu sırlardan ve inceliklerden yana şeriat sükut durmakdır.
Yine bu manadan olarak; harekâtta ve sekenatta Allahu Taala'dan izin olup olmadığını dahi alalar.
Yine o Sübhan Hakkın razı olduğu şeylerle razı olmadığı şeyleri bileler.
Bu zatlar, çoğu kez, bazı nafilelerin edasını uygun bulmayıp onun terki yolunda izin almışlardır.
Bazı zamanlar dahi, uyumanın, ayık durmaktan daha iyi olduğunu anlarlar.
Şer'i hükümler, bazı vakitlerde belirlenmiştir, ilhama dayalı hükümler ise, bütün vakitlerde sabittir. Böyle olunca, bu zatların duruşları ve hareketleri izne bağlıdır.
Zaman olur ki; başkalarına göre nafile olan ibadetler, bunlara farz gibi olur. Meselâ bir fiili ele alalım; Şeriat hükmünce, bir şahsa nisbetle nafiledir; ilhamı hükmünce de, diğer bir şahsa göre farz olur.
Başkaları bazan nafile eda ederler; bazan da muhab işleri yaparlar. Amma bu büyükler, fiilleri Mevlâna'nın emri ve izni ile olduğundan, bütün fiilleri farzlardan ve müstahablardan sayılır. Başkalarının yanında mubah olan, bunlarda farzdır.
işte o büyüklerin yüksek şanı bu manadan idrak edilmelidir.
Zahir uleması, dünya işlerindeki gaybe dair haberleri peygamberlere mahsus kılarlar. Onlara salâtlar ve selâmlar olsun. Bu ihbarlara, onlardan başkalarını ortak etmezler. Halbuki, böyle bir mana, verasete aykırıdır. Din-i Metin'e taalluku olan birçok ilimleri ve sahih marifetleri nefyetmektedir.
Evet, şer'i hükümler, edille-i erbaaya (dört delile) bağlıdır. Onlarda ilhamın yeri yoktur. Lâkin, şer'i hükümlerin ötesinde çokça dini işler vardır. O manada dahi, ilham olup beşinci asıldır. Hatta, şöyle demek de mümkündür:
-Üçüncü asıl ilham olup Kur'an'dan ve hadisten sonra bu asıl vardır; alemin inkırazına kadar da bu asıl kalacaktır.
Üstte anlatılan manadan anlaşıldığına göre; başkalarının onlara nisbeti nedir ki? Çoğu zaman, başkalarından bir ibadet sudur eder ki, rızaya uygun değildir. Bu zatlar dahi, bazı zamanlar ibadeti terk ederler; amma bu rızaya uygun düşer. O kadar ki bu büyüklerin terk etmesi, Hak Taala katında başkalarının fiilinden daha faziletli olur. Avam ise, bunun hilâfına hükmeder; başkalarının abid itikad ederken, bunları muattal mekkâr görür.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Din, Kur'an ve hadisle tamamen kâmil olduğuna göre; bu kemalden sonra, ilhama ne hacet? Kalan ne gibi bir noksan vardır ki, ilham ile tekâmül ede?
Bunun için şu cevabı veririm:
-ilham dinin gizli kalan kemalâtını izhar eylemektedir. Dinde fazladan kemalâtı isbat etmemektedir. Nitekim, ilham dahi hükümleri açığa çıkarmaktadır.
İlham, öyle sırları ve incelikleri meydana çıkarır ki; pek çok kimselerin fehmi onları idrakten yana kusurludur. İçtihad ile, ilham arasında açık bir fark olsa dahi durum budur.
İçtihad, bir görüşe dayanmaktadır; ilham ise, o görüşü yaratan yüce Sultana.
Bu manadan zahir olmaktadır ki, ilhamda asaletten bir kısım vardır; bu asalet kısmı ictihadda yoktur.
Daha önce de anlatıldığı gibi, ilham sünnetin mehazı olan peygamberin ilamına (bildirmesine) benzemektedir.
Her ne kadar ilham zanna dayalı, ilâm dahi kafi olsa da durum budur.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbımız, bize katından rahmet ver. İşimizde bizim için muvaffakiyet hazırla."(18/10)
Hüdaya ittiba edenlere selâm.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 367. Mektup

MEVZUU: Resulullah (sav) Efendimize mütabaatın dereceleri ve mertebeleri vardır ve bunlar yedidir. Her derecenin dahi tafsilli beyanı yapılmaktadır.
Ve bu münasebetle bazı hususların da beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Seyyid Şeyh Muhammed'e yazmıştır. Allah'a hamd olsun. Selâm olsun onun seçmiş olduğu kullarına.
***
Resulullah (sav) Efendimize mütabaat ki, din ve dünya saadetinin başıdır; o mütabaatın dereceleri ve mertebeleri vardır. Ona ve âline salât, selâm olsun.
BİRİNCİ DERECE
Bu derece, ehl-i i slâm'dan avam içindir. Ki bu, kalbin tasdikinden sonra, nefsin itminanından evvel Resulullah (sav) Efendimizin sünnetlerine tabi olup şer'i hükümleri yerine getirmektir. Nefsin itminanı velayet derecesine bağlıdır.
Zahir uleması, abidler, zahidler, muameleleri nefis imtinanına ermeyen herkes, bu derecede ortaktırlar. Yani mütabaat olarak hemen hepsi de, tabi olmak basamağında suret olarak aynı seviyededirler.
Bu makamda nefis küfründen ve inkârından halâs olmadığı için; şüphesiz mütabaat suret olarak bu derecede ona mahsustur. Mütabaatın bu sureti, mütabaatın hakikati gibi, ahiret necatını ve felahı mucib olmaktadır. Cehennem azabından dahi kurtarır. Cennete girme müjdesini de verir. Sübhan Hakkın kereminin kemalindendir ki, nefsin inkârına itibar etmeyip
kalbin tasdikini yeterli bulur. Necatı dahi, bu tasdike bağlı kılmıştır.
Bir şiir:
* * *
Kabul buyurur o yaşı ki gözlerim akıtır;
O zat ki, yağmur damlalarından inci yaratır...
İKİNCİ DERECE
Yani Resulullah (sav) Efendimize mütabaat olarak. Bu dahi, Resulullah (sav) Efendimize sözlerinde, amellerinde tabi olmaktır ki; batına taalluku vardır. Tarikat makamına taalluk eden manevi illetleri, batini marazları izale, düşük sıfatlan kaldırmak ve huylan güzelleştirmeyi söyleyebiliriz.
Tabi olmaktan sayılan bu derece, sülük erbabına mahsustur. Ki bunlar, uyulan şeyhten sofiye tarikatını alarak, seyr-i ilellah vadilerini ve geçitlerini kat etme durumundadırlar.
***
ÜÇÜNCÜ DERECE
Mutabaattan bu üçüncü derece dahi, Resulullah (sav) Efendimize; hallerinde, zevklerinde, vecidlerde tabi olmaktır. Böyle bir mütabaat, velâyeti hassa makamına mahsustur. Bu derece dahi, velayet erbabına mahsustur. Amma ister meczub olarak salik olsun, ister salik olarak meczub olsun.
Velayet mertebesi sona erdikten sonra nefis mutmainne olup inadından ve tuğyanından da döner. İnkârdan ikrara, küfürden dahi İslâm'a intikal eder. Bundan sonra, mütabaat olarak her ne yapar ise, mütebaatın hakikati olur.
Eğer namazını eda edecek olur ise, mütabaatın hakikatini eda etmiş olur. Yani namazın edasında.
Oruçta ve zekâtta dahi durum budur; bu kıyas variddir. Bütün şer'i hükümlerin yerine getirilmesinde mütabaatın hakikati vardır.
Buruda şöyle bir soru sorulabilir:
-Namazın ve orucun hakikat manası nedir? Halbuki bunlardan her biri, ? belli bir fiili yapmaktan ibarettir. Bu fiiler de emredildiği şekilde yapılınca, hakikat eda edilmiş olur. Bunun ötesindeki suret nedir? hakikat nedir?
Bunun için su cevabı verebilirim:
-Bir müptedinin ki, nefs-i emmaresi vardır. Bu nefs-i emmare dahi, bizzat semavi hükümleri inkâr etmektir. Şeriat hükümlerinin böyle biri tarafından yerine getirilmesi hali ile, sureti itibar ile olmaktadır.
Amma müntehinin nefsi mutmainnedir. Şer'i hükümleri dahi rıza ve rağbetle kabul etmektedir. Bu müntehinin yerine getirdiği şeriat hükümleri ise, hakikat itibarı iledir.
Burada misal olarak, bir Müslüman ile bir münafıkı ele alalım; her ikisi ne namazı eda etmektedir. Münafıkta batın inkârı bulunduğundan, ancak ondan namazın sureta edası sudur eder. Müslümanda dahi, batini inkiyad
Bulunduğundan, münafıka bakarak, namazın hakikati ile gönlünü süslemiştir.
Anlatılan manaya bakılarak, suret ve hakikat batının inkârı ve ikran sebebi ile olmaktadır.
***
DÖRDÜNCÜ DERECE
Bu dahi, mütabaattan bir derecedir.
Anlatılan birinci derecede, bu mütabaatın sureti vardın bu dahi itibarın hakikatidir.
Mütabaatta sayılan bu dördüncü derece, rasihun ulemaya mahsustur. Allahu Teala, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Zira, bunlar mütabaat devleti ile tahakkuk etmektedirler. Amma nefsin itminanından sonra.
Her ne kadar evliyaya bir parça nefis itminanı hasıl olsa dahi, amma kalb temkininden sonra. Ne var ki, kemal manada itminan, nefis için nübüvvet kemalâtının tahsilinde hasıl olur. Ulemanın dahi veraset yolu ile ondan nasibi vardır.
Rasihun ulema, şeriatın hakikati ile tahakkuk etmişlerdir. Bu dahi, ittiba etmenin hakikatidir. Bu tahakkukta vasıta dahi, kemal manada nefsin itminanıdır.
Anlatılan manadaki kemal, bunların gayrında olmadığı için, zaman zaman şeriatın suretini karıştırırlar. Bazan dahi, şeriatın hakikati ile tahakkuk ederler.
Burada, rasihun üzerine bir beyan yapalım. Ta ki, her zahir alim, rüsuh iddiasına girmeye. Kendi emmare nefsini dahi, rasil alimin mutmainne nefsi gibi sanmaya.
O, öyle bir şahıstır ki, Kur'an ve hadis müteşabihatından nasibi vardır. Surelerin başlarında bulunan mukattaat-ı huruf sırlarından yana da hazzı vardır.
Müteşabihattan tevili, derin manalı sırlar cümlesindendir. Tahayyül edilmeye ki; orada geçen:
"Yed.." (E) lâfzı kudret tevillidir.
"Vech..." (Yüz) vechinde dahi, zat tevili vardır. Zira, böyle şeyler, zahir ilminden gelir ki, sırtardan yana dokunduğu yoktur.
Bu sırların sahibi, enmiyadır. Onlara salât ve selâm olsun. Bu rumuzlar dahi, onların muamelelerine işarettir. O büyüklere tebaiyet ve veraset yolu ile, kendisi için murad edilen herkes bu büyük devletle müşerref olur.
Mütabaattan sayılan, nefsin itmanına, şeriat sahibi Resulullah (sav) Efendimize mütabaatta hakikati bulmaya bağlı bulunan bu derecenin husulü zaman zaman fena ve beka tavassutu olmadan, sülük ve ezbe tevessülüne girmeden de müyesser olur.
Yine mümkündür ki, hallerden, vecidlerden, tecellilerden, zuhurattan yana bir şey orada olmaya. Bu devlet dahi vaktin nakdi ola.
Ne var ki, bu devlete vusul bulmak; diğer yollara nisbetle velayet yolundan olması daha yakındır. Fakir'in kanaatına göre; diğer yol da, sünnet-i seniyeye tabi olmayı bırakmamak ve bid'atın isminden ve resminden kaçmaktır.
Bir kimse ki, bid'at-ı seyyieye düşmek kaygısı ile bid'at-ı haseneden dahi sakınmaz ise, onun ruh nuru bu devletin rayihasını alamaz.
Bu mana, bugün için cidden zordur. Zira, alem bid'at deryasına dalmıştır; onun zulmetleri ile yetinmektedir. Sünnetin ihyası ve bid'atin kalkması için kimde mecal var ki?
Bu vaktin alimlerinden pek çoğu, bid'atı revaçta tutmaya ve sünneti imha etmeye bakmaktadırlar. Biçok bid'atın cevazına fetva vermektedirler. Hatta halkın taamülü sebebi ile onun hasene olduğuna kail olmaktadırlar. Hatta, insanları dahi onu yapmaya delâlet etmektedirler.
Keşke bileydim, yarım bid'at şüyu bulduğu, batıl dahi örf haline geldiği zaman ne diyecekler? Bu da onlara göre taamül olacak mıdır? Acaba bilmezler mi ki, her taamül istihsan delili olamaz.
Asıl muteber olan taamül odur ki, birinci asırda buluna ve onun üzerine tüm nasın dahi icmaı oldu.
Nitekim bu mana, Fatava-i Gıyasiye'de anlatıldı.
Şeyhü'l-İslâm Şehid (rh) şöyle dedi:
-Belh meşayihinin istihsanını alamayız. Biz, ancak daha önce geçen arkadaşlarımızın kavline göre olan istihsanı alırız.
Çünkü, taamülün bir beldede bulunması onun cevazına deli! olamaz. Onun cevazına delil olması için, birinci asırdan devam edip gelmesi gerekir. Böylece, Resulullah (sav) Efendimizin ikran ile de meşruluğunu kazanmış olur. Durum böyle olmayınca, onların fiili bir hüccet olamaz. Meğer ki, tüm beldelerde bütün insanların bir iş üzerinde icmaı ola. Böyle olunca, icma hüccettir.
Görmez misin ki, tek yerde şarap satmak ve faiz üzerinde taamül olsa, onun helâlliği üzerine fetva verilmez.
Şu manada dahi, hiç şüphe edümeye: Bütün insanların taamülü üzerinde bilgi sahibi olmak, cümle karyelerin ve beldelerin ameline vukuf peydah etmek beşer takatinin dışındadır.
Birinci asırdaki taamül, hakikatte Resulullah (sav) Efendimizin takriri olup onun sünnetine racidir.
Bid'at nere? O bid'atın hasene oluşu nere?
Resulullah (sav) Efendimizin sohbeti, ashabda cümle kamalâtın husulü için yeterlidir.
Sofiye yoluna girmeden, cezbe ve sülük ile mesafe kat etmeden; geçmişteki ulema arasında rüsuh devleti ile müşerref olan hemen her biri; sünnet-i seniyeye tutunup beğenilmeyen bid'attan kaçınmak sureti iie müşerref olmuştu. O sünnet-i seniyenin sahibine salât, selâm ve tahiyyet olsun.
Allah'ım, bize sünnet-i seniye üzerinde sebat ihsan eyle. Bid'atı irtikâb etmekten dahi bizi koru. Sahib-i sünnet hürmetine, ona ve âline salât ve selâm olsun.
***
BEŞİNCİ DERECE
Yani Resulullah (sav) Efendimize mütabaat yolunda.
Bu derece, Resulullah (sav) Efendimizin kemalâtına ittibadır. Ona ve âline salât ve selham olsun. Bu kemalâtın husulünde ilmin ve amelin bir dahli yoktur. Elbette bu kemalâtın husulü, sırf Sübhan Hakkın fazlına ve ihsanına bağlıdır.
Bu derece, cidden yüksektir. Bundan önceki derecelerle bunun hiçbir bağlantısı yoktur.
Bu derecede anlatılan kemalât, asaleten ülü'l-azm peygamberlere mahsustur. Kendisi için murad edilen herkes dahi bu devletle veraset ve tebaiyet yolundan müşerref olur.
***
ALTINCI DERECE
Bu derece dahi, mütabaaî yolundaki derecelerin altıncısıdır. Amma, Resulullah (sav) Efendimizin mahbubiyet makamına mahsus olan kemalde ittibadır.
Beşinci derecede anlatılan kemalâtın gelmesi mücerred fazi ihsan ile olduğu gibi; altıncı derecedeki kemalâtın gelmesi dahi faziletin ve ihsanın da üstünde bulunan mücerred muhabbetle olmaktadır.
Bu dereceden dahi, azdan da az kimseye nasip vardır.
Birinci dereceden başka anlatılan beş derecenin hepsi de, uruc makamına taalluk etmektedir. Bunların husulü dahi yükselmeye bağlıdır.
***
YEDİNCİ DERECE
Bu dahi bir mütabaat derecesi olup, nüzul ve hübuta taalluku vardır. Bu derecede, bundan önce anlatılan tüm dereceleri içine almaktadır. Çünkü bu yerde, yani nüzul yerinde kalbin tasdiki ve temkini, nefsin itminanı, kalıbın dahi itidali vardır. Şunun için ki: Tuğyandan ve inattan geçip sakına.
Bundan önce anlatılan dereceler, bu derecenin cüzleri gibidir. Bu derece dahi onların bütünü.
Bu makamda tabi olan için, tabi olunana göre bir benzerlik hasıl olmaktadır. O kadar ki, aradan tebaiyet ismi kalkar. Tabilik ve metbuluk imtiyazı zail olur. Tevehhüm edilir ki, tabi olan her ne almakta ise, asıldan almaktadır. Yani metbu gibi. Sanki, her ikisi de tek bir gözeden su içmektedir. Sanki onlar, bir yastığa dayalı boyun gibidir. Sanki onlar, şekerle süt gibi olmuştur. Tabi nerede? Metbu nerede? Tebaiyet nerede? Zira, ittihad nisbetinde değişik olmanın yeri yoktur.
Asıl şaşılacak bir durum şu ki: Her ne zaman, bu makamda derin nazara dalınca, tebaiyet nisbeti asla melhuz ve manzur olamaz. (Yani ne görülür ne de düşünülür) Kesin olarak, tabiiyet ve meîbuiyet imtiyazı dahi müşahede edilmez.
Şu kadarı bilinip idrak edilir ki: Tabi olan kendisini peygamberinin tufeylisi (uydusu) ve varisi bilir. O Peygambere ve onun âline salât ve selâm olsun. Halbuki tabi olan ne tufeyli olmaktadır, ne de varis. İsterse, hepsi de
tebaiyet yolunda olsun.
Bu babda zahir olan mana şu ki: Tabi olana göre, metbuun arada hail olması vardın lâzımdır. Amma tufeyli veya van'ste asla hail olmak lâzım değildir.
Tabi olan hissesini yer. Tufeyli ise, onun zımnında çeliştir.
Hulasa, varlık meydanında hangi devlet gelirse gelsin. Onlar ancak enbiya içindir. Onlara salât ve selâm olsun. Ümmetlerin saadetinden sayılır ki, enbiyanın uydusu olarak, o devletten haz ve nasib alalar. Hisselerine düşenden tahi tenevül edeler.
Bir şiir:
Bilirim ki katılamam onun süvarisine;
Yeter bana, peşinden dinleyip uymam sesine.
***
Kâmil olan tabi, o kimsedir ki mütabaat şanında anlatılan bu yedi derece ile manasını bezer. O kimse ki, bazısında mütabaatı vardır, bazısında dahi yoktur, böyle olan bir kimse, umumi manada bir tabi olmaktadır. Amma değişik dereceler üzerine.
Zahir uleması, birinci derece ile mesrur olmaktadırlar. Keşke bu dereceyi de tamamlamış olsalardı. Bunlar, mütabaatı, yalnız şeriatın suretine inhisar ettirdiler. Sandılar ki, onun ötesinde bir başka emir yoktur. Mütabaat derecelerinin husulü için vesile olan sofiye tarikatını dahi fazladan bir şey tasavvur ettiler. Bezdevi ve Hidaye hariç, pek çoğu kendisi için iktida edilecek bir şeyh tanımadı.
Bir şiir:
O ki saklanıp kalmıştır taş içerisine;
Başka ne yer vardır, ne de sema kendisine...
Sübhan Allah bizi ve sizi Mütabaat-ı Mustafaviyenin hakikati ile tahakkuk ettirsin. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet. Keza, enbiya-ı kiramdan melâike-i izamdan bütün kardeşlerine. Keza, kıyamete kadar gelen bütün etbaına taa, kıyamete kadar.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 366. Mektup

366. MEKTUP
MEVZUU: Şu manada sorulan bir sualin cevabıdır: -Allahu Taala'ya ibadet ettiğim zaman, nefse istiğna hasıl oluyor; benden bir hata veya şeriat hilafı bir şey sudur etse, nedamet ve inkisar zahir oluyor.
NOT: İmam-ı Rahbani Hz.leri, çevredeki şeyhlerden birine yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına dahi selâm olsun.
***
Şöyle soruyorsun:
-Nefsimi riyazet makamında kılıp onunla iştigal eylesem; nefiste istiğna zahir oluyor. Bundan ötürü;
-Benden daha iyisi yok zannediyor, şayet benden şeriat hilafı iş zuhur etse, o zaman, kendisini miskin ve muhtaç tahayyül ediyor. Bunların çaresi nedir?
Ey muvaffak,
İkinci şıkta hasıl olan meskenet ve ihtiyaç ki, nedametten haber getirmektedir. Bu, büyük bir nimettir. Allah korusun böyle-bir nedametin olmayışından, Zira o nedamet; şer'an yasak işleri yaptıktan sonra yapılan tevbeden bir bölümdür.
Nefis, günah işlemekle hızlanır ve lezzet alır. Günahtan lezzet almak dahi, günahta ısrar sayılır. Eğer bu ısrar seyyiede olur ise, büyük günaha götürür. Büyük günahta ısrar ise, küfür dehlizidir.
Sende olan bu büyük nimete şükür etmek lâzım gelir ki, nedametin daha da ziyadesi hasıl ola; dolayısı ile şeriat hilafı işleri yapmayı da engelle-ye. Bu manada. Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Eğer şükrederseniz, sizin için (nimet) artırırım."(14/7).
Birinci sıkta hasıl olan ise, yararlı amelleri yaptıktan sonra uçup husule gelmesidir. Bu uçup dahi, öldürücü zehirdir; helake götüren marazdır. Böyle bir şey yararlı amelleri iptal eder. Tıpkı ateşin odunu yok edip götürdüğü gibi.
Ucübün menşei odur ki yararlı amel, o ameli işleyen kimsenin nazarında müzeyyen ve müstahsen ola. Bunun zıddı ile ilaç eylemek gerek.
Üstte anlatılan mana dolayısı ile gerekir ki, iyi ameller de itham altında tutula. Nazarda onların kötü tarafları izah edile. İnsan, kendi nefsine ve amellerine kusur bağlaması gerek. O kadar ki, kabul edilmeyip tard edilmeye, kabul edilmemeye, lanete müstahak görülmelidir. Bu manada Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Birçok Kur'an okuyan vardır ki, Kur'an kendisine lanet eder. Nice oruçlu yardır ki, bu orucundan kendisine açlık ve susuzluk kalır."
Yaptığı iyiliğin kötülük yanı olmadığını tahayyül etmemelidir. Şayet az bir şekilde teveccüh etse, Allah'ın inayeti ile görecektir ki, hepsi kabahatle
doludur; güzellikten yana hiçbir rayiha almamıştır. Durum üstte anlatıldığı gibi olunca, ucüb neye? İstiğna kimin için? O kadar olmalıdır ki, amellerde kusur istilâsından dolayı infiale gelip yararlı bildiği amellerden utanmalıdır. Ucbe girip istiğnaya kapılmak olmadan.
Amellerde kusur görmek hasıl olunca, amellerin kıymetini artırır. Hakiki manada dahi kabul edilir. Çok çalışmak gerek ki, bu görüş hasıl ola da; ucübten halâs meydana gele. Bundan ötesi, kuru otlar misali savrulup gider. Meğer ki, Allahu Taala'nın dilediği bir başka mana ola.
O kimseler ki, kendilerine amellerde kusur görmek müyesser olmuştur; amma kemal üzere. Bunlar sanırlar ki sağ yandaki kâtip muttaldır; kendisi için yazacak hiçbir iyiliği yoktur. Sol yandaki kâtip dahi daima vazifesin-dedir; şunun için ki, bütün fiilleri kötüdür ve kabihtir.
İrfan sahibinin muamelesi ki buraya ulaştı; onunla ne gibi muamele olunması gerekse öyle olur. Bir mısra:
Kalem buraya kadar yol aldı; sonra kırıldı... Selâm hüdaya tabi olanlara...
***
 
Üst