Mektûbât-ı Rabbânî Köşesi...

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 305. Mektup

MEVZUU: a) Namazın sırları..

b) Avam müptedi ile, müntehinin kıldığı namaz arasındaki fark..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mir Muhibbilah Mankpurî'ye yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile..

Allah'a hamd olsun. Selâm, seçmiş olduğu kullarına..

***

Allah-ü Taâlâ seni irşad eylesin.. Bilesin ki..

Fakir'e göre: Namazın tamam olması ve kemali; onun farzlarını, vaciplerini; sünnetlerini, müstahaplerini yerine getirmekten ibarettir. Bütün bunlar, fıkıh kitaplarında tafsilatı ile yazılmıştır. Sayılan dört şey dışında, bir başka şeyin, namazın tamamiyetinde medhali yoktur. Namazda huşu dahi bu dört şeye dere edilmiştir. Kalb huzuru dahi, yine bu dört şeye bağlıdır.

Bir cemaat, bu dört şeyin ilmi ile iktifa edip onlarla amel etmeyi boş sayıp bırakma yolunu tercih ettiler. Hiç şüphe edilmeye ki: Onların, namazın kemalâtından nasipleri azaldı.

Bunlardan bir başka cemaat ise., daha ziyade Sübhan Hak ile kalb huzuruna önem verip duyguların amellerine iltifatları azaldı. Yalnız farzları ve sünnetleri yapmakla kaldılar. İşbu cemaat dahi, namazın hakikatini anlayamadı; onu bilemeyip namazın kemalini bir başka yolda aradılar.. Kalb huzurunu, sadece namazın ahkâmı cümlesinden bir parça saymadılar.

Resulûllah S.A. efendimizin buyurduğu:

— «Namaz, ancak kalb huzuru ile olur..»

Hadis-i şeriften murad, bu dört işle beraber olmasıdır. Ta ki: Bu işlerin yerine getirilmesinde bir fütur olmaya.. Fakir'in zihnine bu huzuıdan başka bir huzur gelmemektedir.

Burada şöyle bir soru çıkabilir:

— Namazın tamam olması ve kemali, anlatılan dört şeye bağlı olduğuna ve onun kemali zımnında başka bir şey düşünülmediğine göre; müptedi ile müntehinin, hatta avam halkın namazı arasında ne fark vardır?. Zira onlar dahi bu emirleri yerine getirerek namazlarını kılarlar.

Bunun için verilecek cevap şudur:

— Burada fark, amel cihetinden değil; ameli işleyen cihetinden gelmektedir. Zira amelin ecri birdir; değişik olması da, amel edenlerin değişik olmalarına göredir. O kadar ki: Bir amelin ecri; mahbub ve makbul bir kimsenin işlemesi ile kat kat olur. Yani: Ondan başka birinin yaptığı amel karsısında..

Bir ameli işleyen kimse, kadri yüce olursa., onun amelinin dahi ecri bol olur. Bu manadan olarak, şöyle demişlerdir:

— İrfan sahibinden gelen riyaya makrun amel, müridin ihlâsla yaptığı amelden daha faziletlidir.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, Hazret-i Sıddık r.a. Resulûllah S.A efendimizin sehvini taleb ederdi. Şuna inanırdı ki: Onun sehvi, kendi sevabından ve bilerek yaptığından daha faziletlidir. Bu arada şöyle derdi:

- Keşke ben, Muhammed'in sehvi olaydım.

Bu haliyle tamamen, Resulûllah S.A. efendimizin sehvi olmayı temrnni ederdi. Şuna da inanırdı ki: Kendisinin tam olan amelleri, kemal üzere olan halleri Resulûllah S.A. efendimizin ameldeki sehvinden daha noksandır. Bu suretle tam bir temenni ile istedi ki: Tamam olan hasenatının derecesi, Resulûllah S.A. efendimizin bir sehiv derecesi gibi ola..

Resulûllah S.A. efendimizin sehvine misal olarak, farz namazların iki rikâtının sonunda selâm vermesidir. Yani: Dört rikâtlı farzlarda.. Nitekim, bir rivayette şöyle anlatılmıştır:

— Müntehinin namazına dünyalık netice ve semere terettüb etse dahi, âhirette alacağı bol ecir vardır. Ama müptedinin ve avamın namazı böyle değildir.

Bir mısra:

Arştaki ile yerdeki nasıl nisbet edilir?.

Bu arada bir mikdar, müntehinin kıldığı namazın hususiyetlerinden anlatalım.. Şunun için ki: Bununla diğerleri kıyas edile..

Müntehi olan bir kimse, bazı zamanlar; Kur'an okurken ve selâm verirken, dilini Hazret-i Musa'nın ağacı gibi bulur. Tekbirlerde de böyle.. Kuvvelerini ve duygularını âletlerden ve vasıtalardan başka bir sev olarak görmez.

Bazı zamanlarda dahi o: Batınının ve hakikatinin; bütünüyle zahirinden ve suretinden kopmuş olduğunu görür. Bu şekilde gayb âlemine katılır. Böylece kendisine, keyfiyeti meçhul olan bir nisbet hâsıl olur. Ama namazdan çıkınca, yine eski haline döner.

Bu arada, üstte sorulan sual için şöyle diyebiliriz:

— Anlatılan dört vazifeyi kemal üzere yerine getirmek, ancak müntehinin nasibidir. Ama müptedi ve avamdan sayılan kimseler, onları kemal üzere yerine getirmekten uzaktır. Buna muvaffak olmaları zordur. İsterse mümkün olan bir şey olsun.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Bu, zordur; ancak huşuu olanlara değil..» (2/45)

Selâm hidayete tabi olanlara..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 304. Mektup

MEVZUU : a) Kur'an ayetlerinin pek çoğunda; cennete girme vaadinin sattı bulunan salihler ameller.
b) Şükür eda etmek..
c) Namazın bazı manaları ve sırları..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mevlâna Abdülhavye yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm onun Resulüne..

Bilesin ki,

Allah-ü Taâlâ seni mes'ud eylesin..

Çoktan beri benim bir tereddüdüm vardı... Şöyle ki:

— Kur'an âyetlerinin pek çoğunda, cennete girme vaadinin bağlı bulunduğu salih ameller vardır. Bunlardan murad olan mana. acaba, bütün ameller midir? Yoksa, onların bazıları mıdır?.

Şayet ondan murad olan mana. bütün ameller ise., bunu yerine getirmek, cidden zordur. Zira, ona muvaffak olan azdır. Eğer bazıları ise., bu da meçhul olup tayin edilen bir şey değildir.

Sonradan, hatıra feyiz yollu şöyle bir şey geldi: Her halde salih amellerden murad, İslâm dininin üzerine kurulduğu beş Erkân-ı İslâm'dır. Şayet bu beş esas kemaliyle eda edilir ise., zamanın kazancı necat ve felah ola.. Haddi zatında bu beş şey, salih amellerden olup seyyiat ve münkerat işlere de engeldir. Allah-ü Taâlâ'nın buyurduğu:

— «..Namaz, edepsizlikten ve akla, şeriata uymayan şeylerden alır..» (29/45)

Âyet-i kerime, bu mananın şahididir. Anlatılan bu beş şeyi yapmak müyesser olunca, şükrün edası dahi husule gelebilir. Şükrün edası husule gelince de, azaptan necat hasıl olur.. Bu manada bir âyet-i kerime:

— «Şayet iman edip şükre devanı ederseniz. Allah size neden azap etsin?.» (4/147)

Bu durumda, insana yakışan odur ki: Bu beş erkânı yerine getirmeye son derecede çaba harcaya.. Bilhassa, dinin direği olan namaz işinde.. İmkân nisbetinde, onun adabından en alt derecede olanı dahi terke rıza göstermeye.. Her kim, namazını tamam ederse.. İslâm esaslarından büyük bir esası hâsıl etmiş olur. Halâs yolunda büyük bir bağa kavuşup yapışmış olur. Büyük bir nailiyete de ermiş olur.

Bu yolda başarı ihsan eden Sübhan Hak'tır.

Bilesin ki..

Namazdaki iftitah tekbiri (namaza başlarken alman ilk tekbir) şu manaya işarettir: Allah-ü Taâlâ, ibadet edenlerin ibadetlerin? muhtaç değildir; keza namaz kılanların namazına da..

Sair tekbirler ki: Rükünlerden sonra alınmaktadır. Bunlar dahi şu manaya işaret ve bir remzdir: Rükünlerden her bir rüknü, Yüce Hakkın şanına lâyık bir şeklide edaya tam liyakat yoktur.

Rükû tesbihlerinde tekbir manası mülâhaza edildiğinden; rükûdan sonra, tesbihe girilmemiştir. Ama, secdelerde durum böyle değildir. Onlarda tesbih olmasına rağmen; önünde ve sonunda tekbir getirilmiştir. Ta ki, hiç kimse tevehhüm etmeye: Secdeler, tavazuun sonu, düşüklüğün nihayeti, tezellülün ve inkisarın kemali olduğu için; ibadet Hakkı yerine getirilmiştir.. Bu vehmin giderilmesi için de, secdede:

— ÂLÂ.. (En yüce..)

Lafzı tercih edilmiştir. Tekbirleri bu arada tekrar dahi. sünnet oldu.

Namaz, müminlerin miracı olduğundan ötürü; namazın sonunda, Resulûllah S.A. efendimizin miracda müşerref olduğu cümleler okundu. Bu mana icabı olarak, namaz kılana yakışan odur ki: Namazı miracı eyleye ve onda son derece yakınlık talebinde buluna.. Bu manada, Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

— «Kulun, Rabbına en yakın olduğu an namazdadır.»

Namaz kılan, Rabbı ile münacaat etmekte olduğundan, onun azametini ve celâlini müşahede ettiğinden kendisinde korku ve heybet izharı yerinde olur.

Namazda, rahata kavuşup manen teselli bulduğundan; sonunda namazı iki selâmla tamamlamaktadır.

Resulûllah S.A. efendimizden nakledilen, farz namazların edasından sonra yüz kere tesbih, tehmid, tekbir ve tehlilin sırrı Fakir'in ilminde şudur:

a) Namaz edası sırasmda vaki olan kusur ve taksir teşbih ve tekbir ile telâfi edile..

b) İbadete ve onun tam manası ile edaya liyakati olmadığını itiraf..

c) Allah-ü Taâlâ ihsan ettiği başarı ile ibadet müyesser olduğu için, hamd edilerek bu nimetin şükrünü eda gerekli oldu.

d) İbadet edilmeye müstahak olarak, Sübhan Hakkın gayrını görmemek..

Namazın edası, şartlarına ve adabına uygun; bundan sonra: Taksiratın telafisi, muvaffakiyete şükür, anlatılan güzel kelimelerle Sübhan Hakkın gayrına ibadet Hakkını nefyetmek de hâsıl olursa.. o zaman umulur ki: Yüce Hakkın kabulüne lâyık ola.. O namazı kılan kimse dahi, felah bulan bir musalli durumunda buluna..

Allahım, bizi felah bulan musallilerden eyle..

Seyyid'ül-mürselin hürmetine..

Ona ve diğerlerine, âline salâtlar ve selâmlar..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 303. Mektup

MEVZUU: Ezan kelimelerinin manaları..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Hacı Yusuf Keşmirî'ye yazmıştır.

***

Allah'a lıamd olsun; onun Resulüne dahi salâtlar..

***

Bilinmesi yerinde olur..

Ezan kelimeleri, yedidir. Şöyle ki:

— ALLAH-Ü EKBER ALLAH-Ü EKBER. (Allah en büyüktür; Allah en büyüktür..)

Yani: Allah-ü Taâlâ, ibadet edenin ibadetine ihtiyacı olmaktan yana çok çok yüksektir., büyüktür.

Üstte anlatılan mühim mananın tekidi dolayısı ile, bu kelime dört kert tekrar edilmiştir.

— EŞHEDÜ EN LÂ İLAHE İLLALLAH.. (Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet ederim.)

Demek olur ki: İbadet edilmesine karşı istiğnası olduğu halde: ibadet edilmeye müstahak olarak ancak o Sübhan Allah olduğuna şehadet ederim.

— EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RESULÜLLAH.. (Şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın Resulüdür..)

Bunun daha açık manası şudur: Muhammed, Allah'ın Resulü olduğuna; ibadet yolunu, Yüce Hak namına tebliğ ettiğine şehadet ederim. Bu durumda, Sübhan Hakka lâyık olan ibadet, ancak onun tebliği ve elçiliği cihetinden alınan şekildir. Ona ve âline salât ve tahiyyet olsun.

— HAYYE ALESSALÂTİ HAYYE ALEL-FELÂHİ.. (Namaza gelin, felaha gelin..)

Bu cümlede iki kelime vardır. Her ikisi de, namaz kılan kimseden, felaha çıkaran namazın edasını taleb içindir.

— ALLAH-Ü EKBER.. (Allah en büyüktür..)

Bilhassa, kullarından birinin yaptığı ibadet, tam manası ile onun mukaddes zatına lâyık ola..

***

Yerinde bir şey olur ki: Namaz vakitlerini bildirmek için konulan bu şanı üstün cümlelere bakılarak; namazın büyük şanı idrâk edile..

Bir mısra:

Bellidir baharından, bolluğu senenin..

***

Allahım, bizi namaz kılıp felah bulanlardan eyle..

Seyyid'ül-mürselin hürmetine..

Ona ve diğerlerine salâtların en tamamı, tahiyyatın ekmeli..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 302. Mektup

MEVZUU: a) Üç velâyetin farkı..
b) Nübüvvetin velâyetten daha faziletli olduğu..
c) Nübüvvet makamının bazı hususiyetleri.. Ve bunlara münasip bazı bilgiler.

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mahdumzade, Câmiul-ulum'üz-zâhiriye vel-batınıye Mecd'üd-din Muhammed Masuma yazmıştır.

***

Bilesin ki,

Allah-ü Taâlâ seni irşad eylesin.

Velâyet, iıâhi yakınlıktan ibarettir: zıllıyet şaibesi olmadan tasavvur edilemez. Hicapların hailleri olmadan da hâsıl olmaz. Eğer evliya velâyeti ise., zıllıyet damgası ile mühürlüdür. Enbiya velâyeti, her nekadar zıllıyet dışında ise de; lâkin, esma ve sıfatın haiüyeti olmadan taHakkuk etmez. Mele-i âlâ velâyeti, isimlerin ve sıfatların hicapları üstünde ise de, onun için dahi, şuun ve itibarların hicapları mutlaka vardır.

O şey ki, kendisine zıllıyet şaibesi tari olmamış ve daha yolda iken esma ve sıfat perdelerini bırakmıştır; böylesi ancak nübüvvet ve risalettir.

Mana, üstte anlatıldığı gibi olunca, mutlak surette, zaruri olarak nübüvvet velâyetten daha faziletlidir. Kurb-u nübüvvet dahi zati ve aslidir. Bir kimse, onların hakikatına muttali olmazsa, aksine hükmeder; kalben de kabul eder.

Vusul, nübüvvet mertebesinde olup husul dahi velâyet makamındadır. Zira husul, vusul hilâfına zıllıyet mülâhazası olmadan tasavvur edilemez.

Husulün kemalinde, ikiliğin kaldırılması vardır; vusulün kemalinde ise., ikiliğin bekası vardır.

İkiliğin kalkması, velâyet makamına münasiptir. İkiliğin bekası ise., nübüvvet mertebesine mülayim gelir.

İkiliğin kalkması velâyet makamına münasip olduğuna göre, bütün vakitlerde, zarurî olarak sekir hali velâyet makamına lâzım gelir. Nübüvvet mertebesinde ikilik baki olduğuna göre de, ayıklık hali o mertebenin hususiyetleri arasındadır.

Tecellilerin husule gelmesi; ister suretlerin ve şekillerin kisvesinde olsun; isterse renklerin ve nurların hicabında olsun., bunların hepsi, velâyet makamlarında, mukaddematını ve mebde'lerini aşıp geçme sırasındadır. Amma, nübüvvet mertebesi böyle değildir. Zira orada asla vusul olup tecellilerden ve zuhurattan istiğna vardır; zira bunlar, o aslın gölgeleridir. O tecellilere ihtiyaç ise., o mertebenin mukaddimelerini ve mebde'lerini aşma sırasındadır. Meğer ki, uruc velâyet yolundan ola.. Bu durumda o tecellilerin husulü velâyet vasıtası iledir; nübüvvet kemalâtına doğru ulaşma yolu mesafesini aşma vasıtası ile değildir.

Hülâsa: Tecelliler ve zuhurat, zılâlden haber verirler. O ki, zılâl ile alâka peydah etmekten halâs bulmuştur; tecelliyattan dahi halâs bulmuştur. İşte o zaman, bu makamda:

— «Onun gözü kaymadı..» (53/17)

Mealine gelen âyet-i kerimenin sırrını taleb etmesi yerinde olur.

***

Ey Oğul,

Aşk ıstırabı, mahabbet tantanası, şevk heyecanı veren inlemeler, elem ve zevk karışımı bağırıp çağırmalar, vecd, raks., bütün bunlar, zılâl makamlarında ve zılla dayalı zuhurat ve tecelliler zamanındadır. Asla vüsuldan sonra, bu türlü işlerin husulü tasavvur edilemez. Bu yerde mahabbet:

— Taat arzusu (iradesi)..

Manasına gelir.. Ulemanın da anlattığı gibi, şevke ve zevke menşe olabilecek derecede anlatılan mana üzerine zaid bir şey yoktur Yani: Sofiyeden bazılarının sandığı gibi..

***

Ey Oğul, dinle..

İkiliğin kalkması, velâyet makamında matlub olduğu için; zarurî olarak evliya, iradenin izalesine çalışmıştır. Bu manada, Şeyh-i Bistam (Bayezid-i Bistamî) şöyle demiştir:

— İstiyorum ki, iradem olmaya..

Nübüvvet mertebesinde ise., ikiliğin kalkması nazara alınmadığından, iradenin kendi zevali matlub değildir. Nasıl matlub olur ki; haddi zatında irade kâmil bir sıfattır. Nefsin ona düşkün oluşu, onun mütaallakatının habaseti dolayısı iledir. Bu durumda, yerinde olur ki; onun alâka duyduğu şeyler, kabaset nevinden ve razı olunmayan cinsten olmaya.. Elbette gerekli olan odur ki: Bütün muradlar. Sübhan Hakkın razı olduğu şeylerden ola.. Bu mana icabı olarak; velâyet makamında, tüm beşeri sıfatların nefyine çabalarlar. Nübüvvet mertebesinde ise., bu sıfatın kötü alâkalarının giderilmesi matlubdur: bu sıfatın aslının giderilmesi değil.. Zira o, haddizatında kemal üzeredir.

Üstte anlatılan manada, ilim sıfatını ele alalım. Şayet ona bir noksan arız olursa., bu, onun kötü alâkasındandır. Bu durumda, onun kötü alâkasını gidermek zarurî olur; onun aslını gidermek değil.. Bu kıyas, bütün sıfatlarda geçerlidir.

O kimse ki, velâyet yolundan nübüvvet makamına ulaşır; elbette onun için yol esnasında sıfatların aslını nefyetmek lâzımdır. O kimse ki, anlatılan makama velâyet tavassutu olmadan ulaşır; onun için sıfatların aslını nefyetmeye hacet yoktur. Elbet onun için yerinde olan, o sıfatların kötü alâkalarını nefyetmektir.

***

Aşağıda anlatılanların da bilinmesi gerekir., Şöyle ki: Kendisinden:

— Velâyet-i evliya, velâyet-i suğra..

Diye tabir edilen, velâyet-i zilliyedir. Ki bu, yukarıda anlatıldı. Enbiyanın velâyeti ise., zilli geçmiş olup anlatılandan başkadır. Bunda matlub olan ise., beşerî sıfatlar dolayısı ile. kötü alâkaları gidermektir; o sıfatların aslını gidermek değil..

Sıfatların kötü alâkaları giderilme durumu hâsıl olunca., enbiya velâyeti hâsıl olur. Onlara salât ve selâm olsun. Bundan sonra uruc vaki olunca, nübüvvet kemalâtına taalluk eder.

Üstteki beyandan anlaşılmış oldu ki: Nübüvvet için velâyetin aslı mutlaka lâzımdır. Zira velâyet, onun mukaddimeleri ve mebde'leri meyanında sayılır.

Zıllî sayılan velâyete gelince., nübüvvet kemalâtına kavuşmak için ona hacet yoktur. Evliyanın bazısı ona erdiği halde, bazısı da ona hiç raslamaz. Bu manayı anla..

Hiç şüphe edilmeye ki, kötü alâkalarına nisbetle, sıfatların aslını gidermek, cidden zordur. Bu durumda, nübüvvet kemalâtının husulü, velâyet kemalâtının husulüne nisbetle daha ehven, daha kolay ve daha yakındır. Seyirde ve yakınlıkta olan bu tefavüt; asıldan ayrılan işlere nisbetle, asla vusul olan bütün işlerde caridir. Kimyanın aslını görmez misin?. En kolay yoldan husule geleceği gibi, kolay bir ameliye ile elde etmek müyesser olur. O ki, aslından ayrılmıştır; mihnet, taab ve meşakkat içinde olup onun tahsili uğruna ömrünü ifna eder. Durum böyle olmasına rağmen, eline mahrumiyetten başka bir şey geçmez. Bu meyanda elde ettiği dahi asla benzeyen şöyle veya böyle şeylerden başka değildir. Çoğukez, bu arızî benzerlik dahi ondan zail olup gider. Kendi aslına döner; habasete ve denaete yönelir. Haliyle, aslına vâsıl olan kimse böyle değildir. Zira bu, amelin kolay yanında olup yolun yakınına girmiştir. Aldatma ve habaset korkusundan da emin bulunmaktadır.

Bu yolun saliklerinden bir cemaat; ağır riyazet, şiddetli mücahede sonunda zıllardan birine vâsıl olunca., sandılar ki: Mutluba kavuşmak, ağır riyazetlere ve şiddetli mücahedelere bağlıdır. Amma bilmediler ki: Matluba varmanın, bu yoldan daha'yakın bir başka yolu vardır; bu dahi nihayetin de nihayetine ulaştırır. Bu yol, içtiba yolu olup mücerred fazla ve kereme kalmıştır. Bu cemaatın tercih, ettiği yola gelince., inabe yolu olup mücahedeye bağlıdır. Bu yoldan vâsıl olanlar dahi azdan daha azdır. İçtiba yolundan vâsıl olanlar ise., enbiyanın büyük bir cemaatıdır. Onlara selâm olsun. Bunların hepsi, içtiba yolundan seyirlerine geçmişlerdir. Keza onların ashabı dahi, tebaiyet ve veraset ile içtiba yolundan vâsıl olmuşlardır.

İçtiba erbabının riyazetine gelince., bu: Vusul nimetinin şükrünü eda etmek içindir. Resulûllah S.A. efendimiz yaptığı ağır riyazetin manasını sorana şöyle cevap vermiştir:

— «Şükreden bir kul olmayayım mı?.»

Halbuki, kendisinin gelmiş ve geçmiş günahları bağışlanmıştır.

İnabe ehlinin mücahedeierine gelince, bu dahi, vusulün husulü içindir, ikisi arasında o kader fark var ki..

İçtiba yolu, yola alınmak ve yola çekilmektir. İnabe yolu ise., yol üzere seyirdir.. Cezbe ile seyir arasında büyük fark vardır. Çabuk cezbe olur; amma, vuslatın vadesi uzundur. Seyreden, ağır gider; çok kere de yolda kalır. Bu manadan olarak, Hace Bahaeddin Nakşıbend şöyle dedi:

— Biz, faziletli kılınmışlarız.

Evet., üstteki mana yerindedir. Eğer böyle bir fazilet olunmaydı; başkalarının nihayeti, nasıl bunların bidayetine dere olunmuş olurdu?.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

***

Biz yine esas söze donelim.. Deriz ki:

— Bu Fakir, muazzam şeyhine yazdığı arzuhallerde şöyle yazmıştı:

— Tüm muradlar kalktı; lâkin, iradenin kendisi hali üzere baki kaldı.

Bir müddet sonra da, şöyle yazdı:

— İrade dahi, muradlar gibi, kalkmış oldu.

Vakta ki, Sübhan Hak, kendisini veraset-i enbiya ile müşerref eyledi; o zaman bildi ki: İradenin, kötü alâkalarının kalkması, zeval bulması, iradenin kendisinin kalkması değildir. Çünkü: Etem ve ekmel bir şekilde kötü alâkaların kalkma husulünde, iradenin aslının kalkması gerekmez.

Çoğu kez, mücerred fazl ile, bir şey müyesser olur; amma buna zorlu çalışma ile, onda bir dahi erilemez.

Ey Oğul,

Velâyet makamında yerinde olan odur ki, dünya ve âhiretten yana tam ye'se düşüle ve onlardan iraz edile.. Âhiret ile alâka peydah etmek, dünya ile alâka nev'inden sayılmalıdır. Âhirete dair şevk dahi dünya şevki gibi sayılmalı.. Bunlar, bu yolda sevimli olan işler değildir. Bu manadan ötürü, Davud Taî şöyle dedi:

— Selâmet istiyorsan, dünyaya selâm edip geç; keramet istiyorsan, âhirete karşı kibirli ol., büyüklen.,

Yüce Allah'ın:

— «Sizden bir kısmı dünyayı ister; bir kısmı da âhireti ister..» (3/152)

Emri üzerine fikre varıp, her iki taifeden de şikâyette bulunmuşlardır.

Hülâsa..

Sübhan Hakkın gayrı olan masivayı unutmak, dünyaya ve âhirete şamildir. Fena ve beka ise., ikisi birden velâyetin parçalarındandır. Bu durumda, elbet velâyette âhireti unutmak gerekir.

Âhiretle taalluk, ancak nübüvvet kemalâtında iyi gelir. Âhirete karşı şevk dahi onda beğenilir. O yerde şevk ve korku şöyledir: Âhiret şevki ve âhiret korkusu.. Âhiretle alâkadar olmak dahi şu âyet-i kerimelerdeki mana iledir:

— «Korku ve ümid ile Rab'larına duâ ederler.» (32/16)

— «Rab'larından çekinirler; azabından da korku duyarlar.» (17/57)

— «Tenhada dahi Rab'larından çekinirler ve onlar kıyametten de korkarlar.» (21/49)

İşbu âyet-i kerimelerde, onların vasıflan anlatılır. Yani: Üstte anlatılan makam erbabının..

Onların ağlayıp inlemeleri, âhiret ahvalini hatırlamalarındandır. Elemleri ve hüzünleri ise., kıyamet gününün dehşetlerinden korktukları içindir.

Devamlı olarak, kabir fitnesinden Allah'a sığınırlar; cehennem azabından dahi korkarlar. Bu azaptan, tam bir tazarru ile Melik Cebbar Allah'a iltica ederler..

Onlar katında, Yüce Hakkın şevki, âhiret şevkidir; mahabbetleri ise, âhiret mahabbetidir. Çünkü, Yüce Allah'ın cemaline kavuşmak, âhirette vaad edilmiştir; tam manası ile rızanın kemali ise., yine âhirete bırakılmıştır.

Dünya, Yüce Hakkın buğzuna uğramıştır; âhiret ise., onun razı olduğudur. Bu durumda, Yüce Hakkın razı olduğu ile, buğzettiği vakitlerin hiç birinde müsavi olamaz. Zira, buğza uğrayan; iraz edilip kendisinden yüz çevirilmeye lâyıktır. Kendisinden razı olunan ise., ikbale lâyıktır. Razı olunan şeyden iraz edip yüz çevirmek, sekrin aynı olup Yüce Hakkın rızasının ve davetinin hilâfınadır. Nitekim, Allah-ü Taâlâ'nın şu fermanı, anlatılan mananın şahididir:

— «Ve.. Allah, sizi selâm yurduna davet eder..» (10/25)

Yani: Cennete davet eder..

Sübhan Allah, tekid ve mübalağa ile, âhirete teşvik eder. Bu durumda, âhiretten iraz edip yüz çevirmek, Yüce Hak ile muaraza olur, Hakikatte durum bu olup Yüce Hakkın rızası bulunan şeyi kaldırmaktır.

Davud-u Taî'nin, velâyette sağlam kademi olduğu için, üstün şanına göre;

— Âhireti terk etmek, keramettir.

Manasına kail oldu. Ama, bilmedi ki: Ashab-ı kiramın tümü, âhiret fikrine müptelâ olmuş; onun azabından korkup titremişlerdir. Şöyle anlatıldı:

— Hazret-i Ömer r.a. bir evin önünden geçiyordu. Orada, birinin şu âyet-i kerimeyi okuduğunu işitti:

— «Rabbın azabı vaki olacaktır; onu giderecek bir şey de yoktur.) (72/7-8)

Bu âyet-i kerimeyi işitince, düşüp bayıldı. Kendisini taşıyıp evine götürdüler. Bu halin eleminden bir müddet hasta olup kaldı. O kadar ki, halk kendisine:

— Geçmiş olsun..

Demeye geliyordu.

Evet..

Dünyayı ve âhireti unutmak, fena makamında ve orta hallerde müyesser olur. O zaman, âhiretle alâkadar olmak, dünya ile alâkadar olmak gibi gelir. Amma, beka ile müşerref olunup iş nihayete erdiği zaman, nübüvvet kemalâtı dahi zillini uzattığı zaman., bütün gayret âhirete yönelir; cehennemden de, Yüce Hakka sığınılır. Cennet dahi temenni edilir.

Cennetin ağaçları, ırmakları, huri ve gılmanları ile; dünyaya ait eşyanın hiç bir benzerliği yoktur. O kadar ki, bunlar bir birinin nakzedeni olup misalde gazapla rıza gibidir. Cennetin ağaçları, ırmakları ve orda bulunanların tümü, salih amellerin neticeleridir, semereleridir. Nitekim, Resulûllah S.A. efendimiz bu manada şöyle buyurdu:

— «Cennet, ekimsiz yaban yerdir. Oranın ekimi şu tesbih duasını okumalıdır:

— Allah Sübhandır. Allah'a hamd olsun. Allah'tan başka ilâh yoklar. Allah en büyüktür.» (1)

Resulûllah S.A. efendimiz bir hadis-i şerifinde, şöyle buyurduğu Cabir'den r.a. anlatıldı:

— «Bir kimse şu tesbihi okursa., onun için cennette bir hurma ağacı dikilir.»

— Allah sübhandır; ona hamd olsun.» (2)

Bu manaya göre, cennetin ağacı, okunan teşbih dualarının iyi bir neticesi olur.

Tenzihiyet kemalâtı, anlatılan cümlede harllerin ve seslerin kisvesine girdiği gibi: cennette dahi aynı kemalât, ağaç kisvelerine girecektir. Bu kıyasa göre: Cennette olanların tümü, saiih amellerin neticesidir. Yüce Hakkın varlığına dair kemalâttan, söz ve amel kisvesine giren dahi, cennette lezzetler ve nimetler perdesinde zuhur edecektir. Zaruri olaraktan da bu lezzet ve nimete ermek makbul olacak ve rızaya uygun düşecektir. Likaya ve vusule dahi vesile olacaktır.

Eğer Rabia-i Miskine anlatılan sırra vâkıf olmuş olaydı; cennetin yakma fikrini hatırma getirmezdi. Hiç bir şekilde, cennetle alâkadar olmayı, Sübhan Hakkın gayrı ile alâkadar olmak görmezdi. Haliyle, dünyaya ait lezzetlerin ye nimetlerin durumu böyle değildir. Zira bunların menşei habaset olup âhirette neticesi dahi mahrumiyettir. Allah-ü Taâlâ bizi ondan saklasın.

Her nekadar dünya nimetleri şeriat açısından mubah ise de; hesaba durmak önümüzdedir. Yazık bin kere yazık.. Şayet rahmet elimizden tutmaz ise.. Şer'an bir mubah olma durumu yok ise., o zaman: Şiddetli tehdidlere uğramak vardır.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Rabbımız. nefislerimize zulmettik; bizi bağışlayıp merhamet etmezsen, ziyana dalanlardan oluruz.» (7/149)

Bu mana açısından bakılınca, buradaki lezzetlerle o lezzetler arasında ne gibi bir münasebet olur?. Buranın lezzeti, öldürücü zehirdir: öbürü ise., faydalı tiryaktır.

Âhiret endişesi, ya avam müminlerin nasibidir; yahut da, havasın da havası zatların nasibidir. Havas zümreye gelince., bunlar bu endişeden uzaktır, kerameti, anlatılanın aksinde görürler.

Bir mısra:

Aşkına düştükleri kadardır insanların yolları..

***

(1) Sübhanellahi vel-hamdü liliah, velâ ilahe illallahü vallahu ekber.»
(2) «Sübhanellah'il-azimi ve bihamdihi..»
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 301. Mektup

MEVZUU : Kurb-u nübüvvet, kurb-ü velâyet, kurb-u nübüvvete ulaştıran yollar.

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mevlâna Emanüllah'a yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun; salât ve selâm onun Resulüne..

Oğlum Emanüllah'ın malumu olsun ki: Nübüvvet, Yüce Sultan Allah'a yakınlıktan ibaretiir. Ki bunda, hiç bir şekilde zıllıyet şaibesi yoktur.

Bunun urucu Yüce Hakka nazır ve müteveccihtir; nüzulü ise., halkadır.

Anlatılan bu Yakınlık, asaleten enbiyanın nasibidir. Onlara salât ve selam olsun. Bu mansıp o büyüklere mahsustur. Onlara selâm olsun. Bu mansıbın sonuncusu ise.. Seyyid'ül-beşer Resulûllah efendimizdir. Allah-ü Taâlâ, ona salât ve selâm eylesin. Hazret-i İsa dahi nüzulünden sonra, Hatem'ür-rüsül; Resulûllah S.A. efendimizin şeriatına tabi olacaktır.

Bu manada netice söz şu ki: Tabi olanlara ve bu yolda hizmette bulunanlara: kendilerine hizmet edilenlerin ve tabi olunanların hisselerinden, devletinden nasib vardır.

Tabi olanların kâmillerine dahi, enbiya kurbundan nasip vardır. Onlara salât ve selâm olsun. Bu makamın ilimlerinden, mâarifinden, kemalâtından dahi veraset yolu ile onlara nasip vardır.

Bir mısra:

Yerin dahi, vardır nasibi büyüklerin kadehinden..

Veraset ve tebaiyet yolu ile, tabi olanlara nübüvvet kemalâtının; Hatem'ür-rüsül Resulûllah efendimizin bi'setinden sonra husulü onun hatemiyet durumuna münafi değildir. Allah-ü Taâlâ ona salât ve selâm eylesin.. Bu manada hiç şüphen olmasın.

***

Bilesin ki,

Allah-ü Taâlâ seni mes'ud eylesin; nübüvvet kemalâtına ulaştıran yol ikidir:

a) Velâyet kemalâtını mufassal olarak, aşmaya bağlıdır. Tecelliyat-ı zıllıye ve maarif-i sekriye husulüne göredir. Ki bu: Kurb-u velâyetle münasebettir. Bu kemalât aşılıp tecelliyat dahi husule geldikten sonra, nübüvvet kemalâtına kadem basılır. Bu makamda, asla vusul olup zılla iltifat günahtır.

b) Bu yolda, nübüvvet kemalâtına vusul müyesser olur. Ama, velâyet kemalâtının husulü tavassutu olmadan..

Bu ikinci yol, sultanî yoldur; vuslat için daha yakındır. Nübüvvet kemalâtına Allah'ın dilediği kadar vâsıl olanların hemen hepsi bu yoldan vâsıl olmuştur. Peygamberlerden olsun: onların tebaiyeti ve veraseti ile sahabe-i kiramdan olsun..

Birinci yol uzaktır, uzundur, bir şey elde etmek güçtür; vusul dahi aynı şekilde zordur.

Velâyet makamında nüzul şerefi ile müşerref olan evliya zümresinden bir taife, hayal etmiştir ki: Nüzul makamı ile alâkalı kemalât, nübüvvet kemalâtıdır. Davet makamına münasib olan halka teveccühü dahi sanmışlardır ki: Nübüvvet hususiyetleri arasındadır. Ama durum böyle değildir. Bu nüzul, velâyet makamında uruc gibidir. Velâyet makamının üstünde bir uruc ve nüzul vardır ki; bunlardan başka olup nübüvvetle alâkalıdır.

Üstte anlatılan teveccüh ise., nübüvvet makamına münasip düşen halka teveccüh değildir. O davet dahi, nübüvvet kemalâtı arasında sayılan davetten başkadır. Onlar bu manaya nasıl muttali olsunlar ki: Henüz adımlarını velâyet dairesi haricine atmamışlardır; nübüvvet kemalâtının hakikatini dahi idrâk etmemişlerdir. Urucun bir yanı olan velâyetin yarısını, velâyetin tamamı sanmışlardır. Nüzulün bir yanı olan diğer yansını dahi, nübüvvet makamı saymışlardır.

Bir şiir:

O ki saklanıp kalmıştır taş içerisine; Başka ne yer vardır, ne de sema kendisine..

Bir şahıs için mümkündür ki, birinci yoldan vusul müyesser olup velâyet kemalâtı ile mufassal nübüvvet kemalâtını cem ede.. Uygun düştüğü biçimde, onun için her iki makamın kemalâtı arasında bir temyiz hâsıl olur. O zaman, her birinin urucunu ve nüzulünü ayırd eder. Bu arada şu hükme de varır ki: Bir nebinin nübüvveti, velâyetinden daha faziletlidir.

Şunun bilinmesi yerinde olur ki; mufassal nübüvvet ve velâyet makamı kemalâtı, her nekadar ikinci yola vüsuldan sonra olmaz ise de, lâkin velâyetin zübdesi ve hulâsası en güzel şekli ile müyesser olur.. O kadar ki, şöyie demek mümkün olur:

— Velâyet ehli olan kimseler, velâyet kemaiâtının kabuğunu elde etmiş; bu şekilde vâsıl olan kimse ise., onun özünü elde etmiştir.

Evet., anlatılan manada vâsıl olan kimsenin, sekre dayalı bazı ilimlerden yana nasibi azdır. Keza, velâyet erbabına vâsıl olan zıllıyet zuhurlarından da..

Bu mana, meziyeti mucip değildir. Hatta bu ilimler ve zuhurat o vâsıl olan kimseye göre ayıp ve ardır. Hatta lâyık olan odur ki, onu günah ve edep dışı hareket sayasın..

Evet., asla vâsıl olan kimse, o aslın zıllından sıkıntılı olup istiğfar eder. O zılla taalluk etmek, ancak o zıllın aslına vusul olmayışındandır. Asla vâsıl olduktan sonra, ona taalluk etmek, bir şey elde edemeyiştendir. O durumda ona teveccüh etmek, edep dışı sayılır.

***

Ey oğul,

Nübüvvet kemalâtının hâstf olması, sırf mevhibeye kalmış ve ilâhi bir ikrama bırakılmıştır. Onda zorlamanın ve çalışmanın bir medhali yoktur. Acaba hangi çalışma ve hangi ameldir ki, bu büyük devleti elde etme sonucunu sağlar. Hangi riyazet ve hangi mücahededir ki, bu güzel nimet semeresini getirir. Amma velâyet kemalâtı böyle değildir. Zira bunun başlangıcı ve mukaddimesi kesbe dayalıdır. Onun hâsıl olması riyazete ve mücahedeye kalmıştır. Her nekadar bazı şahısların, bir çalışma olmadan ve amele girmeden bu devletle müşerref olmaları caiz ise de; velâyetin ikisinden ibaret olduğu fena ve beka dahi bir mevhibe olup bir fazl ve kerem olarak çalışma sonunda müşerref olunur. Yani: Bu nimete ermek kimin için murad edilmiş ise..

Resülullah'ın bi'setten evvel bi'setten sonra yaptığı riyazet ve mücahade bu devletin tahsili için
Bu arada misal olarak şunları sayabiliriz: Hesabın azlığı, beşerî olan zellelere kefaret, derecelerin yükselmesi, yemekten ve içmekten uzak olan elçi meleklerle sohbet, nübüvvet makamına münasib olan harika hallerin zuhuratı..

Şunun da bilinmesi yerinde olur..

Anlatılan mevhibe, enbiya Hakkında vasıtasız gelmektedir. Tebaiyet ve veraset yolu ile anlatılan devletle müşerref olan onların ashabına ise., enbiyanın tasavvutu ile gelmektedir. Onlara selâm olsun. Enbiya ve onların ashabı dışında bu devletle müşerref olan azdır; isterse onunla müşerref olmaları caiz olsun..

Bir şiir:

Alsaydı ruh'ül-kudüsten yardımını:
İsa'nın gayrı, yapardı yaptığını..

***

Öyle sanıyorum ki, bu devlet tabiinin büyüklerine ve teba-i tabiinin dahi en büyüklerine gölge bırakmıştır. Bundan sonra da gizlenmiştir. Taa, Resulûllah'ın bi'setinden sonra gelen ikinci bine nöbet ulaşıncaya kadar.. Ona salât ve selâm olsun.

İşbu devlet, tebaiyet ve veraset ile bu vakitte meydana çıkmıştır. Böylece evvel, âhire benzemiştir.

Bir şiir:

Padişah çalarsa kapısını kocakarının;
Olmaya gidesinin yolunmasına bıyığının..

***

Selâm, hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara..

Ona ve âline salâtların en tamamı ve tahiyyatın ekmeli..
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 300. Mektup

MEVZUU : a) Anlatılması zor sular ve reniz ü işaretle anlatılan duyulmamış maarif..
b) Bu mektuba:
— «İki yayın birleşimi vıyu daha yakın..» (53/9)
Mealine gelen âyet manasına dahi bir nezbe ima eylemiştir..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu.Mahdunızade Cami-ııl-ulum'ül-akliyc ven-nakliye Mecd'iui-din Muhammed Ma'sum'a yazmıştır. Allah-ü Taâlâ ona selâmet ihsan eylesin.

***

Allah-ü Teâlâ'ya hamd olsun. Selâm, onun seçmiş olduğu kullara..

İnsan-ı kamil için; tafsili bir seyir ile esma ve sıfat mertebelerini aşıp esma ve sıfat kemalâtına bir ayna olduktan ve kendisinin zati ademi gizlenip ki o: Bütün kemalâtın aynasıdır; zahiren onda bu kemalâttan başka bir şey yoktur., işte böyle bir camiyyet hâsıl olunca., has beka ile müşerref olur. Bu has beka dahi, anlatılan kemalâtın olmasına bağlıdır. Amma tam fenanın husulünden sonra.. Bu tam fena dahi. kendi ademinin (yokluğunun) gizlenmesine bağlıdır. Bu halinde onun için:

— Velâyet.. İsmini söylemek yerinde olur.

Anlatılan manaların oluşundan sonra, ezeli inayet, onur: bütün haline şamil olur.

Mümkündür ki: İrfan sahibinin onlarla baki kaldığı kemalât, hazret-i zat aynasında ikinci kere in'ikâs eyleyip onda zuhura gele.. İşte o zaman:

— «İki yayın birleşimi veya daha yakın..» (53/9)

Mealine gelen âyet-i kerimenin manası zuhur eder..

Şunun da bilinmesi yerinde olur: Bu yerde, hazret-i zat aynasında bir şeyin zuhuru; o aynada meçhul bir şeyin nisbet husulünden kinayedir. Yoksa onda, aynanın hakikati yoktur; onda bir şeyin husulü de yoktur. Bir âyet-i kerime meali:

— «En üstün vasıflar Allah'ındır.» (16/60)

Hakikat ve asalet yolu ile, irfan sahibinin onlarla baki kaldığı kemalât cenab-ı kuds aynasında in'ikâs edip onda zuhur edip, keyfiyeti meçhul olan nisbet dahi onda hâsıl olunca, işte o zaman, o irfan sahibine taalluk eden:

— ENE (BEN)..

Lafzı itlak edilir. Onun nefsi dahi, zahiri kemalâtın aynı olarak görülür..

-ENE (BEN)..

Lafzının uruc nihayeti ise., şu:

— «İki yayın birleşimi hatta daha yakın..» (53/9)

Âyet-i kerime ile belirtilen makamda buraya kadardır.

Ey Oğul, dinle..

Kendisinde güzellik ve cemal in'ikâs eden aynada, faraza eğer hayat ve ilim olsaydı: yani: Kendisindeki güzelliği ve cemali idrâk etseydi: zarurî olarak bununla mütelezziz olur ve bol hazlanırdı. Hakikat aynasında her nekadar lezzet ve elem yok ise de; zira bunlar imkân sıfatlarındandır. Amma o üstün mertebeye de layık olan bir iş vardır. Bu dahi noksan ve hüdus vasıflarından beri olmaktır. Bunlar dahi onda mevcuttur.

Bu arada bir şiir:

Boş söz yoktur hiç de Hafızın feryadında; İbretli söz, kıssa var anlattıklarında..

Bu mertebede, kendisine keyfiyeti meçhul nisbet hâsıl olan zahir kemalât üzerinde biraz duralım. Bunun hükmü, emir âlemine nisbetle insana bağlı olan halk âleminin hükmü gibidir. Ayrıca: •

— «Nefsini bilen, gerçekten Rabbını bilir..»

Manası orada mevcud ve hâsıl olmaktadır.

Yüce Mukaddes hazret-i zatın icmal tafsilinden ibaret olan bu zâhiı kemalât için hazret-i zatla keyfiyeti meçhul olan nisbet hâsıl olduğu zaman, keyfiyeti olmayan bir şekilde 'ittisal dahi ona müyesser olup hazret-i icmal bir ayna olur.

Üstte anlatılan manaya göre; zarurî olarak hazret-i icmlde tafsil dahi zuhura gelir. Hem de, mücerred bir itibar ve mahza tevehhüm ile.. Bu dahi, irfan sahibinin:

— ENE (BEN)..

Lafzı ila anlatılan manasına bir uruc sebebi olur. îşbu anlatılan kemal.

— «Halta daha da yakın..» (53/9)

Âyet-i kerimesi ile anlatılan mana makamına bağlıdır.

Bir mısra:

Kalem, buraya kadar yazdı; ucu kırıldı..

***

Burada anlatılan nihayetin nihayeti ve gayenin dahi gayesidir. Öyleki: Bunları anlamak, havas zümrenin dahi idrâkinden nice merhale uzaktır. Avam için ne diyebiliriz?.

Bu devlet ve bu marifetle hidayet bulan, havasın daha hası arasında dahi azdan azdır.

Bir şiir:

Padişah çalarsa kapısını kocakarının;
Olmaya gidesin yolunmasına bıyığının..

***

Burada anlatılan nihayet, zuhurat ve tecelliler itibarı iledir. Bundan sonra tecelli ve zuhur tasavvur edilemez..

Bir şiir:

Bundan ötesinin beyanı ince;
Gizlemek pek hoş, pek de güzel bence..

***

Selâm, hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafayı bırakmayanlara..

Ona, âline, bütün nebilere, resullere ve onların her birinin âline, mukarreb meleklere salâtlarm en tamamı ve uygunu, salâtlarm ekmeli ve âlâsı, tahiyyatın en devamlısı, en bakisi, bereketlerin umumî olanı ve en şümullüsü olsun..
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 299. Mektup

MEVZUU : a) Taziye.
b) Kazaya razı olmaya delâlet..
c) Taun hastalığı sonunda ölümün faziletini beyan.
Bundan kaçmanın dahi, askerden kaçmak gibi büyük bir günah olduğu..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Şeyh Ferid Rabholi'ye yazmıştır.

***

Allah"a hamd olsun. Salât ve selâm onun Resulüne.. Sizlere dahi dualar etmekteyim.

***

Mübarek mektubun bize ulaştığı malum olsun. O mektupta başa gelen musibetler dahi beyan edilmiş.. (Bu arada bir âyet meali:)

— «Biz, Allah içiniz; ona döneceğiz.» (2/156)

Yaraşan iş, sabır ve tahammüldür. Kadere de razı olmak gerek..

Bu manada bir şiir:

Döndürmez senden beni gelen eziyet; Berekettir bana dosttan gelen zillet..

***

Bir başka âyet-i kerimede ise. Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu:

— «Size bir musibet gelirse, ellerinizle kazandığınızdır; bununla beraber, (Yüce Allah) çoğunu affeder.» (43/30)

Bir diğer âyet-i kerimede ise, Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu:

— «İnsanların elleri ile ettikleri işler sebebi ile, denizde ve karada fesat zuhura geldi..» (30/41)

Bu veba hastalığında; amellerimizin şumluğundan dolayı, bizlerle ihtilatları sebebi ile sığırlar dahi öldü.

Erkeklerden daha çok kadınlar öldü; halbuki, insan nev'inin bekası ile, onların varlığı daha alâkalıdır.

O kimse ki, bu veba hastalığından kaçıp kurtuldu; toprak onun hayatına olsun. O kimse ki, bu hastalıktan kaçmaz ve onun sebebi ile ölür; ona mübarek olsun. Kendisine şehadet müjdesi vardır.

Şeyh'ül-İsîâm İbn-i Hacer, BEZL-I MAUN FİFAZLİ TAUN isimli eserinde kesin olarak şöyle anlattı:

— Taun hastalığı ile ölene sorgu yoktur. Zira o, harp meydanında düşman tarafından katledilen gibidir. Taun hastalığında:

— Ancak, Allah-ü Taâlâ'nın kendisine yazdığı başına gelecek..

Diye inanıp biîsn ve sabırla bekleyen, o sırada taun hastalığında.başka bir hastalıkla ölse dahi aynı hükme tabidir; âhiret fitnelerine uğramaz. Zira onun durumu dahi askerde nöbet bekleyen gibidir.

Bundan başka Büyük Şeyh Süyutî dahi, ŞERH-İ SUDUR Bİ-ŞERH-İ AHVAL'İL-MEVTA VEL-KUBUR kitabında üstteki manayı anlattı. Sonra şöyle dedi:

— O mana, bu hususta bir hüccettir.

O kimse ki. o hastalıktan kaçmayıp bekler ve ölmez; gaziler ve mücahitler cümlesinden, sabırlılar, müpteliler zümresinden sayılır.

Her şahsın, belli zamanda gelecek eceli vardır: bunda ne takdim vardır, ne de tehir.. Ondan kaçanlardan çoğunun selâmeti, ecellerinin gemleyişindendir; firar, onları ölümden kurtarmış değildir. Sabırla bekleyip ölenlerin pek çoğu dahi, ecelleri geldiği için ölmüşlerdir. Aslında ne kaçmak onları ölümden kurtarabilir; ne de orada kalmaları onları öldürür.

Anlatılan manada bir firar, harp zamanı askerden kaçmak gibi büyük bir masiyettir. Yine bu durum, Yüce Allah'ın bir mekri olup kaçanlar kurtulur; kalanlar ölür. Dolayısı ile şu âyet-i kerime ile anlatılan mana zuhura gelir:

— «Onunla çoklarını hidayete erdirdiği gibi, çoklarını dalâlette bırakır.» (2/26)

Sabrınızı, tahammülünüzü ve Müslümanlara imdad ve yardımınızı duyduk. Allah-ü Taâlâ sizi hayırla mükâfatlandırsın. Çocukların terbiyesinde kalbinize darlık vermesin. Onların eziyetlerine tahammül versin. Bunun üzerine bolca ecir ihsan eylesin.

Bundan daha fazla ne yazayım?.

Vesselam..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 298. Mektup

MEVZUU : İrşad yollu ve latif ibare ile işin nihayetine umul beyanında olup bu muammanın amma büyük malıdumzade-den başka hiç kimsinin muttali olmadığı.. Allah'ın rahmeti ve rızası onun üzerine olsun:

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Seyyid Muhibbillah Mankpuri'ye yazmıştır.

***

Allah-ü Taâlâ seni irşad eylesin.

Bilesin ki,

Bir müddetten beri, seyir zılâlde devam ettiği için; zılla vusulü, husulün aynı olarak bulmuştum. Şu anda asla vusul müyesseı olunca, husul zillin gayrı olmamıştır. Meselâ: Bir şahsın elindeki ayna gibi.. Ki o, anlatılan şahsa vâsıl olmuştur. Şahsın nasibi ise., ancak gölgesidir.

Anlatılan manayı anla.. Zira bizim kelâmımız işarettir.

***

Bilesin ki,

Remz ve işaretle yazdığım beyan yolunu, bu makama daha münasip gördüm; doîayısı ile, onları bu mektubun münderecatına aldım. Onların iyi anlaşılması gerekir.

İrfan sahibi bir şeyhten çok zikir alıp ona devam etmek, Rahman Zat’ın fazlına dönmek ve vasl-ı üryan bulmaktır. Bunun dışındakiler hayaldir.

Selâm, hidayete tabi olanlara..

Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara..

Ona ve âline salâtların en tamamı.. Selâmların dahi ekmeli..
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 297. Mektup

MEVZUU : a) Sübhan Hakkın ihata re sereyanının tahkiki ile bunun misallerle izahı,
b) Vücubiyet ve imkâniyet mertebelerini korumaya riayetin beyanı..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu. Mevlâna Bedreddin'e yazmıştır.

***

Bilesin ki,

Sübhan Hakkın eşyayı ihatası ve sereyanı; mücmelin, mufassalı ihatası ve sereyanı gibidir. Meselâ: Bir kelime gibi.. Ki o, bütün kısımlarında saridir. İsim, fiil, harf.. Diğer kısımlarında mazi, muzari, emir, nehiy, masdar, ism-i fail, ism-i mef'ul, müstesna, münkati, muttasıl, hal, temyiz.. Sülâsî, rübaî, humasî.. Huruf-u carre ve nasibe, fiillere mahsus harflerle, isimlere mahsus olan harfler, fiillere ve isimlere dahil olan harfler.. Bu sayılan kısımlardan daha başka sonsuz kısımlardan hâsıl olanlar vardır.. Bütün bunlar, kelimenin gayrı değildir. Hatta bu itibarlar, kelime tahtına derc edilmiştir. Onların tafsili, temyizi kelime için bir fazlalık getirmez. Onlardan bazısının bazısından ayırd edilmesi, ancak aklî bir itibardır. Ama hariçte, kelimeden başka bir şey değildir. Bu mana icabı olaraktan da, onun diğerlerine hamli sahih olur. Ne var ki, mertebelerden her bir mertebenin bir ismi var ki, bu isim ona mahsustur. Ve., onların ayrıca hükümleri vardır ki, başkasında bulunmaz..

Üstte anlatılanlara misal olarak, şöyle de diyebiliriz:

— Kelime, müstakillen zamana iktiran ederse., fiil olur; zamana iktiran etmeyince de, isimdir. Müstakillen bir manaya delâlet etmediği takdirde o harftir. Geçmiş zamana iktiran edince, fiil-i mazi olur. Hazır zaman ve istikbâle iktiran edince de, muzari olur.

Meşhur olup bilinen dokuz illetten (yani: Sebepten) biri onda mevcud olduğu takdirde münsarif olmaz; olmadığı takdirde munsa-rif olur.

Cerr (esre) okutan harfler carredir; nasb (üstün) okutan harfler de nasibedir.

Bir mertebenin İsmini diğer mertebeye vermek; birinin hükmünü diğerinde icra etmeye kalkmak fiil-i maziyi muzari üzerine ıtlak etmek olur; munsarifi gayr-ı münsarif, carreyi nasibe etmeye benzer.. Bütün mertebelerde kelimenin aynı olduğu halde, üstte anlatıldığı gibi yapmak dalâlettir; doğru yoldan çıkmaktır.

Üstteki misalleri getirdikten sonra deriz ki:

— Sübhan Allah, en iyi bilendir. Vücud, tenezzülü mertebelerinden her bir mertebe için, kendine has bir isim vardır; keza hükümleri vardır. Bu, yalnız onda bulunur; başkasında bulunmaz.

Vücub-ü zati, istiğna-i zatî cem ve ülûhiyet mertebelerine mahsustur. İmkân-ı zati, iftikar-ı zatî ise., kevn ve fark mertebesine mahsustur.

— Birinci mertebe; Rübubiyet ve halikıyet mertebesidir.

İkinci mertebe ise., ubudiyet ve mahlukiyet mertebesidir.

Mana üstteki gibi olunca, birinin isimleri diğerine verilse., bir mertebeye mahsus olan hükümler diğer mertebede yürültülmeye kalkışılsa.. sırf küfür ve zındıklık olur.

Asıl şaşırtıcı durum, bazı zındıklardan ve mülhidlerden gelmektedir. Bunlar, nasıl da mertebeleri karıştırmakta ve bir mertebenin hükümlerini diğerinde icra etmeye kalkmaktadır. Mümkini vacib sıfatı ile vasfetmekte ve vacibi mümkin sıfatları ile anlatmaktadırlar. Halbuki mümkin sıfatların temayüzünü bilmektedirler. Ki o, biri diğerinden gelen bir mertebeden ibarettir. Hükümleri de karışıktır. Onları temyiz etme durumunun zeval bulmadığını, hükümlerinin de asla değişmeyeceğini de bilirler. Hem de, kevnî mertebede ittihatlarına rağmen.. Misal olarak anlatacağımız şu manayı dahi bedahetle bilirler: Hararet ve aydınlık, ateşin sıfatlanndandır; ona mahsustur. Bunların biri suda bulunmayacağı gibi, su dahi onlarla vasfedilemez.

Aynı şekilde bürüdet dahi suya mahsus olan bir isim olup ateşte yoktur.

Üstte anlatılan misalden başka, yine onlar; kadınları ile anaları arasında zaruri olarak bir ayırım yaparlar. Bu manadan olaraktan da onların değişik durumlarına göre hükümler verirler.

İrşad yoluna hidayet eden Sübhan Allah'tır.

Selâm hidayete tabi olanlara.

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 296. Mektup

MEVZUU : Yüce Hakkın sıfatlarının yayıldığının beyanı ile eşyaya taalluku taaddüdünü nefyetmek..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mahmudzade Muhammed Saide yazmıştır.

***

Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm resullerin efendisine ve onun pâk âlinin tümüne..

***

Bilesin ki,

Yüce Mukaddes Vacib Zat’ın sıfatları zatı gibidir; benzeri olmaktan ve misalden münezzehtir. Onlar basait-i hakikiyedir. Misal olarak, onun ilim sıfatını ele alalım, Basit bir inkişaftır. Bu bir inkişafla, ezeli ve ebedî malumat inkişâf eder.

Kudret sıfatı da öyledir; kâmil manada bir basitedir. Ezeli ve ebedî makdurat, onun vasıtası ile bulunur.

Kelâm sıfatı dahi onlar gibidir. O dahi bir basit olmaktadır. O Sübhan Zat bu kelâm sıfatı ile kelâm eder.

Üstte anlatılan kıyas, sair hakikî sıfatlarda dahi geçerlidir.

İlmin ve kudretin, malumata ve makdurata taalluku sonunda hâsıl olan taaddüd bu mertebede yoktur.

Eşya, Sübhan Hakkın malumu ve makduru olan (Yani: Bilgisine dahil olup kudreti üe halk ettiği) işlerdir. Lâkin, ilim ve kudret sıfatı ile asla taalluku yoktur. Bu marifet, akıl görüşünün çok çok ötesindedir. Akıl erbabı, anlatılan manaya asla cevaz vermezler. Hepsi, Sübhan Hakkın bilgisine ve kudretine dahil olduğu halde, ilim ve kudret sıfatının eşyaya taallukunu muhal sayarlar. Bilmezler mi ki: Ezel ve ebed bu mertebede hazırdır. Hatta şu anda, onu anlatmaktan başka çıkar yol yoktur. Zira, eşyaya en yakın ye en çok uyan odur. Ezelin ve ebedin malumatı, şu anda hazırdır.

Şu hazır anda, Sübhan Hak bilir ki: Zeyd madumdur, mevcuttur, ana kanundadır, sabidir, gençtir, yaşlıdır, diridir, ölüdür; berzahta, mahşerde, cehennemde, cennettedir.. Bütün bunları onun durumuna göre bilir. Şu dahi bilinmektedir ki, bütün bunlar, şu anla alâkalı değildir. Zaten böyle bir taalluk hâsıl olmuş olsa, o:

- An..

Tabiri ile anlatılmaktan çıkar; zaman olur. Mazi veya müstakbel olur. Halbuki bütün bu oluşlar, şu anda ya sabittir; ya sabit değildir. Bu manaya göre sabit olursa., yani: Hakiki basit bir inkişaf., malumattan herhangi biri iie onun taalluku olamaz.

Bütün malumat, o bir inkişaf ile olmaktadır.

Üstte anlatılan manada şaşılacak ne var ki?.. Zira, bu yerde zıdların biraraya gelmesinin muhal olması yoktur. Zira o, zamanın ve cihetin birleşmesi ile şartlıdır. Hatta orada zamanın yeri de yoktur. Zira Sübhan Zat üzerine zaman yürümez. Hatta icmali ve tafsili ayırd etmek için, cihetin ittihadı dahi burada yoktur. Bu mana, bir kimsenin şu deyişindeki manaya benzer:

— Ben ismi, fiili ve harfi; birini diğerin kısm-ı ahari olarak, kelime mertebesinde bazısını bazısı ile müttahid görmekteyim. Hem de bir an içinde.. Munsarifi gayr-i münsarif, mebnayı dahi murebin aynı olarak buluyorum.

Yine devam edip der ki:

— Bütün bu camiiyet durumun olmasına rağmen, bu kısımların hiç biri ile, kelimenin alâkası yoktur. Onlardan tamamen müstağnidir.

Aklı başında olanlardan hiç biri, o şahsı inkâr edemez. Kelamını dahi vakıaya uzak bulamaz O halde, bizim üzerinde durduğumuz meseleyi uzak bulup kabule yanaşmıyorlar.

— «En yüce mesel (vasıflar) ise.. Allah'ındır.» (16/60)

Burada şöyle bir şey söylenebilir:

— Böyle bir kelâmı söyleyen hiç kimse yoktur.

Buna cevab olarak derim ki:

— Bunun zararı nedir?. Her nekadar bir kimse, onu söylememiş ise de; son gelen zatların kelâmına da muhalif değildir. Yüce Mukaddes Zat'ın vücub mertebesine münasip olmayan bir mana da değildir.

Bu manada bir şiir:

***

Ebu Cehil karpuzunu sen yersin;
Başkaları dahi faluzec yesin..

***

Mahlukat Hakkında getirilmesi mümkün olan misal, bu marifetin tavzihi içindir.

Onlar demişlerdir ki:

— İlleti bilmek için, illetliyi bilmek gerek Müdrike ise., bu surette, asaleten illete müteveccih ve onunla ilgilenir. Böylece, ilmin illete tebaiyeti ile illetliyi bilmek hâsıl olur. Hem de onun için bir başka alâka peydah olmadan..

Fakat, akıl erbabı, ikinci mertebede, ilmin illetliye başka bir taalluku olmadan; anlatılan surette illetlinin bilinmesine cevaz vermezler. Ne var ki, bu anlatılan misalden manaya daha yakın bir misal bilinmiyor. Esas maksad ise., tavzih olup isbat değildir.

İşlerin hakikatlerini en iyi bilen Yüce Allah'tır.

Selâm hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara..

O'na ve âline salât, tahiyyet ve bereketler dileriz..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 295. Mektup

MEVZUU : Tarikat-ı Nakşibendiye-i Aliyye'nin esaslarından olan NAZAR BERKADEM - HOŞ DERDEM - SEFER DER-VATAN - HALVET DERENCÜMEN tabirlerinin beyanı üzerinedir.

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Hacı Yusüf Keşmiriye yazmıştır.

***

Şunun bilinmesi gerekir ki,

Allah, meşayihinin sırlarının kudsiyetini artırsın; Tarikat-ı Nakşıbendiye'nin mukarrer temellerinden biri:

— NAZAR BERKADEM.. (GÖZLER AYAKTA..) Tabiri ile anlatılmaktadır. Bundan murad, gözün ayakta olması değildir. Uygun düşer ki: Nazar ayaktan daha ötede ola., daha yukarıya meylede.. Yani: Ayak atılmadan evvel.. Zira öbür türlüsü, vakıanın hilâfınadır. Zira, nazar ayaktan yukarıda ve daima ondan öndedir. Nazar edilir; ondan sonra adım atılır. Kaldı ki, yüksek basamaklara çıkmak, önce nazarla olur; bundan sonra ayak atılır. Kadem, nazar mertebesine geldiği zaman; nazar onu aşar daha yüksek dereceye çıkar. Ayak dahi ona tabi olarak yükselir. Nazar dahi, tekrar yükselir; o makamdan çıkar ve ayak ona tabi olarak peşinden çıkar. Bu kıyas, böylece devam edip gider. O cümleden murad, şayet şu demek ise:

— Nazar için, bir makama terakki etmek uygun düşmez ki; orada kademin mecali olmaya..

İşbu cümle ile ifade edilen mana dahi gayrıvakidir. Zira, kademe bağlı seyirlerin tamamında, nazar tek basma kalmadığı takdirde; kemal mertebelerinden nicesini kaçırır.

Üstte anlatılmak istenen manaların daha açık beyam şöyledir:

Kademin nihayeti, salikin istidad nihayetine kadardır; salik, kademi üzerinde olduğu peygamberin istidadı nihayetine kadar da olabilir. Ne var ki, birinci kadem asaletle olup ikinci kadem ise., tebaiyet iledir. Bu istidad mertebelerinin üstünde dahi bir kadem yoktur; amma nazar vardır.

Eğer anlatılan nazarın bir keskin görüşü olursa., onun müntehası, kademi üzerinde bulunduğu salik peygamberinin nazarının ni-

hayetidir. Zira bütün kâmil olan peygamber etbaından her birinin, onda bütün kemalâttan nasibi vardır.

Lâkin, kadem ve nazar, salikin istidad mertebelerinin nihayetinde birbirlerine uyarlar; asaletle ve tebaiyetle.. Bundan sonra, kadem aciz kalır; tek başına nazar yükselir. Peygamberin nazar mertebelerinin nihayetine kadar terakki eder.

Üstte anlatılan manalardan dahi bilinmiş oldu ki: Peygamberlerin nazarı, kademlerinin fevkinde yükselir. Onların kâmil olan etbaının dahi, nazar makamlarından nasipleri vardır. Nitekim, aynı şekilde kademlerinden dahi nasipleri vardır.

Hatem'ür-risalet Resulûllah S.A. efendimizin kademinin fevkinde rüyet makamı vardır. Bu dahi, ondan başkalarına âhirette vaari edilmiştir. Başkasına sonradan olacak şey, onun için peşin olmuştur. Onun kâmil tabilerine dahi bu makamdan nasip vardır; isterse rüyet olmasın.

Bu manada bir şiir:

Boş söz yoktur hiç de Hafız'm feryadında: İbretli söz. kıssa var anlattıklarında..

Biz yine mevzuumuza dönelim.. Deriz ki:

— Eğer o cümle ile murad, kademin nazardan geri kalması ise.. şu şekilde ki: Vakitlerin hiç birinde nazar makamına ulaşamaya.. bu mana güzeldir. Zira bu mana, terakkiye mani değildir.

Şayet nazardan ve kademden murad, zahiri olan nazar ve kadem ise., bunun için de bir mecal vardır. Yani: Bir manada tevil yanı.. Zira nazar, dağılır; yürüme vaktinde dağınık mahsusata kapılmak sureti ile, perişan duruma düşer. Bu durumda, nazarı ayak üstünde tutmak, mana topluluğu için daha yararlıdır. O kelime için. bu mana daha yerindedir.

Ayrıca, anlatılan mana üstte geçen tabirin beraberinde gelen:

— HUŞ DERDEM.. (Bir manada kendini bilmek..)

Tabiri ile anlatılmak istenen manaya da uygun düşer.

Netice kelâm şu ki:

Üstte anlatılan birinci tabir, afaki hallerden doğup gelen tefrikayı önlemek üstünedir. İkinci tabir ise., enfüsî dağınıklığı düzeltmek üstünedir.

— SEFER DERVATAN.. (Yani: Kendi özünde sefer., seyir..)

Tabirinde olan üçüncü cümle ise., enfüsî seyirden ibarettir. İşbu enfüsi seyir ise., nihayetin bidayete derc edilmesi husulünün menşeidir. Bu dahi, Tarikat-ı Nakşıbendiye-i Aliyye'ye mahsustur.

Enfüsî seyir, her nekadar diğer tarikatlarda dahi varsa da; seyr-i afaki husulünden sonradır. Amma, bu Tarikat-ı Aliyye böyle değildir. Zira, bunda seyr-i enfüsî ile başlanır; seyr-i afakî ise., onun zımnına dahildir. Eğer biz:

— Bu Tarikat-ı Aliyye'de nihayet bidayete dere edilmiştir.

Demiş isek., anlatılan itibara göredir; yerinde bir manadır.

Anlatılan üç tabirin dördüncüsüne gelelim:

— HALVET DERENCÜMEN.. (Yani: Çoklukta yalnız olabilmek: kesrette vahdeti bulabilmek..)

İşbu tabirle anlatılan mana, vatanda sefer manası ile müyesser olur. Yani: Vatan halvetinde.. Hem de, tefrikanın kendinde.. Hiç bir şekilde, af'ak tefrikası, enfüs hücrelerine girmemelidir. Böyle bir şey dahi, bütün hücrelerin kapısını kapamak ve cümle pencerelerini ve açık yanlarını tıkamakla olur. O şekilde ki: Tefrika açıklığında, konuşacak, muhatab olacak, iltifat edilecek hiç bir kimse bulunmamalıdır.

Ancak, bütün bu zorlu çalışmalar, bidayette ve orta hallerdedir. Amma, nihayette, böyle bir şey lâzım olmaz. Zira, müntehi olan bir kimse, tefrikanın kendi özünde cemiyet haline girmiştir. Gafletin kendinde ise., huzura girmişlerdir.

Üstte anlatılan manadan sanılmaya ki: Tefrikanın oluşu ve olmayışı müntehinin cemiyet halinde mutlaka müsavidir; böyle bir şey olamaz. Bundan asıl murad o ki: Onlar batın manası cemiyetinde müsavidirler. Durum böyie olmasına rağmen, zahiri batını ile birleşse.. zahirden tefrika def edilse., daha uygun ve yerinde olur. Bu manadan olarak, Yüce Allah'ın Resulûllah S.A. efendimize buyurduğu şu âyet-i kerimeyi alabiliriz:

— «Rabbın adını an; yalnız ona yönel..» (73/8)

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki: Bazı vakitlerde, halkın haklarını eda için, zahiri tefrika gerekli olur. Böyle olunca, bazı vakitlerde, zahirî tefrika güzel görülür. Batınî tefrikaya gelince., vakitlerin hiç birinde güzel değildir. Zira o: Halis olarak Sübhan Allah'ın Hakkıdır.

Sübhan Allah'ın Müslüman kulunda üç Hakkı vardır. Şöyle ki:

a) Batınının tamamı.,

b) Zahirinin yarısı..

c) Zahirin kalan yarısı dahi halkın Hakkını eda için olup bu hakları. Sübhan Hakkın emrine uyarak yaptığı takdirde, Sübhan Hakka döner.

Bu manada bir âyet-i kerime meali:

— «İş tümden ona varır; (Yani: Yüce Allah'a.) öyle ise., ona ibadet et..» (11/123)
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 294. Mektup

MEVZUU : a) Sübhan Hakkın sekiz sıfatı ile alâkalı hususlar..
b) Peygamberlerin taayyünatınm mebde'leri ve sair halkın taayyünat mebde'leri ve bunlara taalluk eden hususlar.
c) Peygamberlerin tecellileri ile evliyanın tecellileri ve şühudları arasındaki fark..
d) Peygamberlerin vasıtalığı ile kâmil olan tabilere hâsıl olan vasl-t üryanın tahkiki..
e) Meşayihin ibarelerinde vaki olan mahiv ve izmihlal lafzının tahkiki.. Allah, onların sırlarının kudsiyetini artırsın. Bu münasebetle bazı hususların beyanı..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mahdum Camiul-ulum'üzzahiriyeti vel-esrar il-batıniye Mecd'üd-din Hace Muhammed Masum'a yazmıştır. Allah-ü Taâlâ ona selâmet ihsan eylesin.

***

Bilesin ki,

Vacib'ül-vücud Allah-ü Taâlâ'nın sekiz hakikî sıfatının, evveli hayat olup âhiri de tekvindir.

Bu sıfatlar, üç kısma ayrılırlar.

a) Bu kısım daha ziyade halk ile alâkalıdır. Meselâ tekvin sıfatı gibi.. Bu mana icabı olarak, ehl-i sünnet vel-cemaattan bir grup bu sıfatın varlığını inkâr edip dediler ki:

— Bu, izafiyet sıfatlarındandır.

Ama, hakikat olan şu ki: Bu sıfat, kendisinde izafiyetin ağır bastığı sıfat-ı hakikiyedendir.

b) Bu kısımda dahi izafiyet vardır; lâkin birinci kısma nazaran, izafiyet durumu bunda daha azdır. Meselâ: İlim, kudret, irade, sem', basar, kelâm gibi..

c) Bu kısım, üç kısmın en alâsıdır. Şekillerin hiç biri ile. bunun âlemle alâkası yoktur. Bunda izafet kokusu dahi yoktur. Meselâ: Hayat.. Bu sıfat, sıfatların en çok cami olanı ve her şeyin aslı ve en sabıkıdır. Buna en yakın olan dahi, ilim sıfatıdır. Bu ilim sıfatı dahi, Hatem'ür-rüsül Resulûllah S.A. efendimizin taayyün mebdeidir. Ona ve diğerlerine salât ve selâm.. Kalan sıfatlar dahi. diğer mahlukatın taayyün mebdeleridir.

Her sıfatın mütaaddid alâkaları dolayısı ile, cüz'iyatı vardır. Tekvini ele alalım. Bunun değişik çeşitte taallukatı dolayısı ile, çokça cüz'iyatı vardır. Meselâ: Tahlik, tarzik, ihya, imate.. (Yaratmak, rızıklandırmak. diriltmek, öldürmek..) Bu cüz'iyat dahi bütünleri gibi olup mahlukatın taayyün mebdeleridir.

Bir kimsenin taayyün mebdei külli olursa., erbab-ı taayyünalm mebde'leri, o şahsa ittibaen o küllinin cüz'iyatı olur.. Ve., onun kademi altında kalırlar. Bu mana icabı olarak, şöyle dediklerini işitirsin:

— Falan kimse, Muhammed'in kademi altındadır. Falan kimse. Musa'nın kademi altındadır. Falan kimse, İsa'nın kademi altındadır. Bunların hepsine salât ve selâm olsun.

Anlatılan cüz'iyat hâsıl olduktan sonra, sülûk yolu ile terakki edip külliyatına katılır. İşte o zaman, cüz'iyatın şühudu külliyatın şühudu olur. Fark dahi asılet ve tebaiyet icabı kahr; imtiyazi tavassutun olması ve olmaması ile olur. Zira, tabiin bulduğu ve gördüğü mümkün değildir ki: tavassut olmadan meydana gelsin. Çoğu kez, tabi durumda olan bir kimse, kendi kusurundan olacak; aslın tavassutunu bilmeyebilir. Lâkin, hakikatte asıl olan tabi ile onun neşhudu arasında bir haildir. Ama onu, şühuddan ayıran bir hail değildir. Tam aksine o, şühuda sebeb olur. Tıpkı, saf bir gözlük gibi..

Bir küllinin cüzlerinin, ondan çıkıp bir başka küllinin altma girmeleri caiz değildir. Yani: Bir başka küllinin altına girecek.. îşte bu olmaz. Meselâ: Musa'nın a.s. kademi altında bulunan kimselerin. İsa'nın a.s. kademi altına girmeleri gibi.. Lâkin, Muhammed'in S.A. kademi altına girmeleri mümkündür. Hem de her zaman. Zira, Muhammed'in S.A. Rabbı Rabb'ül-erbab'dır. Bütün bu külliyatın dahi aslıdır. Bu cüz'iyata nisbetîe de aslın dahi aslı olur. Böyle olunca, bu terakki, aslın dahi aslına olur: aslından ayrı bir asla değil..

Bu durumda, fark cüz'iyat ile onların külliyatı arasında kalır. Şöyle ki: Cüz'î için iki hail vardır. Biri, onun aslı olup onun için külli sayılır. İkincisi dahi aslın da aslıdır.

O cüz'înin aslı olan külli, aslın da aslı olan hicabıdır.

Üstte anlatılan manadan da bilinmiş oldu ki: Allah'ın Resulü Muhammed'in şühudu, taayyünlerin hicapları olmadan meydana gelmektedir. Allah-ü Taâlâ ona salât ve selâm eylesin. Ama, ondan başkasının şühudu, taayyünlerin hicaplarındadır. En azından da hicab-ı Muhammedi taayyününde olmaktadır. Bu mana icabı olarak, şöyle demişlerdir:

— Zat tecellisi, Allah'ın Resulü Muhammed'in hususiyetindendir. Allah-ü Taâlâ. ona salât ve selâm eylesin. Başkalarının tecellisi ise.. sıfatların hicaplarındandır. En azından da, Rabb'ül-erbab hicabında olmaktadır. Zira, Muhammed'in terbiyesine gelen isim, bütün isimlerin ve sıfatların üstündedir. Amma, hayat sıfatı hariç..

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

— Bu beyandan anlaşıldığına göre. sair peygamberlerin şühudu. Muhammedi taayyünün mebdei hicabında olmaktadır; ki o, kendisinin terbiyesine gelen isimdir. Resulûllah S.A. efendimizin kademi altında bulunan ümmetinin evliyasındaki şünud dahi asaleten Rabb'ül erbab şühudu hicabındadır. Sair peygamberlerin şühudu gibi.. Bu durumda, sâir peygamberlerin şühudu ile, onun evliya ümmeti şühudu arasındaki fark nedir?.

Üstteki soruya karşılık şöyle derim:

— Peygamberlerin şühudu, bu anlatılan şühuddan başkadır. Yani: Hakikat-ı Muhammediye hicabında kendilerine hâsıl olan şühuddan başka.. Ki bu şühud , onların taayyünat mebdeleri yolundan gemiştir.. Asaleten o yolla gaybin gaybini müşahede ederler. Hemde. kendilerine mahsus olan manzaraları basiret gözlerine alarak..

Bu arada şunun da bilinmesi gerekir ki, üstte anlatılan iki şühud şu manaya değildir: Onlar, birlikte taHakkuk ederler.. Elbette çu manayadır: Terakki aslın aslına ulaştığı zaman, onun şühudu Hakikat-ı Muhammediye hicabında olur. Meselâ Hazret-i İsa gibi.. Resulûllah efendimize ve ona salât ve selâm olsun..

Nitekim o. nüzulünden sonra bu devletle müşerref olacaktır.

Anlatılan terakki cidden zordur. Hatta muhal olmaya dahi yakındır. Mutlaka Allah tarafından büyük fazla ermek lâzımdır. Sebepler âleminde ise.. Muhammedi meşreb olan bir şeyhin şefkati gereklidir. Bir kimse, kendi aslında terakki eylemeyip hakikatından ayrılmaz ve hakikatler hakikatına ulaşmaz ise., onun şühudu, ancak kendisine mahsus hakikatta olmaktadır.

Şunu bil ve anla ki,

Zat-ı Hakkın huzuruna doğru, hakikatler hakikatmdan uzanan bir yol bulunup ona ulaştırdığı gibi, ama nice nice menzillerden sonra., aynı şekilde sair külliyat hakikatlerinden dahi oraya çıkan bir yol bulunup nice merhaleleri geçtikten sonra o Yüce Mukaddes Zata ulaştırır.

Bu babda asıl söz şudur ki: Hakikatler hakikati yolunda vasl-ı üryan olup sair tarikatlarda dahi eğer müyesser olursa., vasl-ı zat vardır. Lâkin ince bir hicap, Hakikat-ı Muhammediye olan hakikatlar hakikatinin usulü müntehasından itibaren kalın bir perde gibi olup arada bir haildir. Bu hicap kalın bir duvar ve güçlü bir engel olmasa dahi, onun kendine göre sağlamlığı ve engel oluşu icabı:

— Zati tecelli..

Denmesine manidir. Halbuki, sair peygamberlerin dahi, asaleten Yüce Mukaddes zattan nasibi vardır; kâmil ümmetlerin dahi, onlara tebaiyet yolu ile aynı şekilde nasipleri vardır.

Burada şöyle bir seru sorulabilir:

— Hayat sıfatı ilim sıfatının fevkinde olduğuna göre, hakikatler hakikati yolunda hayat sıfatının taayyünü dahi, aynı şekilde hail olur. Bu duruma göre onda vasl-ı üryan nasıl olur ve onda zatî tecelli nasıl meydana gelir?.

Bu soruya şu cevabı verebilirim:

— Bu taayyün, latayyün gibi bir şeydir. Zira o, fevkani mertebede, mahiv olup hiç bir şey olmamak durumuna gelir. Zat mertebesinde asla onun için bir itibar kalmaz. Onun zat mertebesinde bir itibarı olması dahi, lâkin o, zat mertebesinde vusulden evvel, hayat sıfatının hilâfına olarak, hiç bir şey olmamak durumuna girer. Zira hayat sıfatı, zat mertebesine ulaşır; sonra, orada hiç bir şey olmamış gibi olur.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, Hakikat-ı Muhammediye'nin taayyünü ve sair mahlukatın taayyünleri, daimî oldu; bunların zevali dahi mertebelerin her bir mertebesinde muhal oldu.

Evet., bir şeye vâsıl olmak, onda izmihlale uğramaktan başkadır. Meşayihten bazılarının ibarelerinde geçen:

— Mahiv.. izmihlal..

Tabirlerine gelince., ondan murad, nazarî olan mahivdir. Aynî olan mahiv değildir. Yani: Nazarından, salikin taayyünü kalkar; amma işin aslında o, mahvolmuş değildir. Zira öyle bir şey ilhaddır; zındıklıktır. Bu tarikatta nakıs olan bazı kimseler, bu mevhum lafızları aynî olan mahve ve izmihlale hamletmişler ve zındıklığa girmişlerdir. Dolayısı ile, âhirete dair azabı ve sevabı dahi inkâr etmişlerdir. Sanmışlardır ki: Kendileri, kesretten vahdete ikinci kere geçmişlerdir. Tıpkı, ilk defa vahdetten kesrete geldikleri gibi.. Yine sanmışlardır ki: Bu kesret, vahdette izmihlale uğramıştır. Yine bu zındıklardan bazıları, bu mahvi ve izmihlali büyük kıyamet kabul edip haşri, neşri, hesabı, sıratı, mizanı inkâr etmişlerdir. Kendileri doğru yoldan saptıkları gibi, başkalarını da saptırmışlardır.

Anlatılan cemaattan birini gördüm; anlatılan arzusunu yerine getirmek için Mevlâna Cami' nin bir şiirini şahid tutuyordu. O şiir şöyledir:

Cami, mebde' maad vahdettir tamam:
Bu görünen kesret mevhum vesselam..

***

Amma, bilememişlerdir ki, bu beytleri Mevlâna Cami'nin muradı, nazar ve şühud itibarı ile vahdete rücu ve avdettir. Yani: Müşahede edilen, zat-ı ahadden başkası olmamalıdır. Böyle olunca, kesret tamamen nazardan gizlenir. Onun anlattığı aynı ile rücu ve vücuda bağlı bir avdet değildir.

Onlarda körlük olmalıdır. Onlar, görmezler mi ki: Kâmil bir kimseden asla acizlik, noksanlık ve ihtiyaç gitmez. Durum böyle olunca, vahdete vücudî rücuun manası ne olur?.

Eğer onlar, anlatılan rücuun ölümden sonra olacağını tahayyül ediyorlarsa., bu durumda onlar küffar ve zındıklar zümresine dahildir. Zira bu durumları ile onlar, âhiret azabını inkâr edip peygamberlerin de davetlerini batıl saymaktadırlar.

Şöyle bir soru dahi sorulabilir:
— Sen, bazı risalelerinde şöyle yazdın:
— Ahfa fenası. Velâyet-i Muhammediye'ye mahsustur. Bu cümlenin manası nedir?.

Bu soruya şu cevabı veririm:

— Bundan önceki tahkikten de anlaşıldığı gibi. vasl-ı üryan, Velâyet-i Muhammediye'ye mahsustur. Ondan başkalarında ise., hicaplar kalkmış olsa dahi, bir örtü gibi ince bir hicabın hail olması mutlaka vardır. Bu dahi, daha önce anlatıldığı gibi, Hakikat-ı Muhammediye'nin tavassutundan hâsıl olmaktadır. Yücelikte, insanî mertebelerin nihayeti olan ahfaya gelince., anlatılan hail kadar onda bir bakiye kalır. O bakiyenin mülâhazası ile, anlatılan ahfaya:

— Mutlak fena..

Tabiri itlak edilemez; böyle bir şey caiz değildir. Muhammedi meşreb olandan başka kim o bakiyeyi bulabilir ki?. Böyle keskin nazar birinde hâsıl olsa dahi, o: Muhammedi meşreb olanlardan binde birdir. Böyle biri dahi ganimet sayılır.

Meşayih tabakatından pek çoğu, ruh ve sır üzerine kelâm etmiştir. Ancak, onlardan hafi üzerine kelâm eden var mı yok mu tam bilinmemektedir. Ahfadan kelâm şöyle dursun. O kimse ki, ahfa deryasına dalmıştır ve zerrelerinden her bir zerreyi idrâk edip ona muttali olmuştur; böyle bir kimse, kibrit-i ahmer sayılır.

Bu manada bir âyet-i kerime meali:

— «Bu Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

***

Şu da bir başka soru olarak akla gelir:

— Senin kanaatin o ki, Resulûllah. S.A. efendimize kemalât nev'inden her ne hâsıl olursa., tebaiyet yolu ile, aynısından, onun kâmil etbaına dahi olur. Bu manadan olarak, vasl-ı üryandan dahi onlara bir nasib olmak lâzım gelir. Halbuki. Resulûllah S.A. efendimiz arada haildir. Ne denir?.

Bu soruya şu cevabı veririm:

— Resulûllah S.A. efendimizin hail olma durumu, vasl-ı üryana zararlı değildir. Zira bu vasıl, tebaiyet yolu ile olup asalet yollu değildir. Zira. hail olma durumu tebaiyet için tekid edilmiştir; bunda münafi bir taraf yoktur. Kaldı ki. tebaiyet manası tavassut edenin taHakkuku iledir; onun kalkması ile değil.. Onun kalkması asalet için yerinde olur.

Anlatılan izahtan anlaşıldı ki: Hail olma durumu sabittir; vasl-ı üryan dahi tebaiyetle hâsıl olur: Bu manayı anla..

***

Burada bir başka soru da şöyle sorulabilir:

— Vasl-ı üryanın ve zatî tecellinin Resulûllah S.A. efendimizin kâmil etbaına ıtlak edilmesinin tevcihi nedir ki: bu ıtlakın sair nebiler a.s. için yapılması caiz olmamaktadır. İkisi arasındaki fark nedir?. Halbuki, Resulûllah S.A. efendimizin hail olma durumu, her iki maddede dahi vardır.

Bunun için de şu cevabı veririm:

— Bu ıtlakın, kâmil olan etbaa yapılması tebaiyet itibarı iledir.

Nebinin tavassutu bu ıtlakın yapılmasına münafi değildir. Nitekim bu mana daha önce de geçti. Ama sair nebiler böyle değildir. Böyle bir ıtlak, onlar Hakkında caiz olur ise., asalet itibarı ile olur. Zira bu büyükler, menzilleri asaleten kat edip Hazret-i Zat'a vâsıl olmuşlardır. Hiç şüphe edilmeye ki, mutavassıtın husulü ve asalet suretinde taHakkuku, anlatılan ıtlakın yapılmasına münafidir. Bu durumda, anlaşılması istenen fark açıktır.

Şunun da bilinmesi gerekir ki..

Geçmiş peygamberler ve bu ümmetin kâmilleri arasındaki asalet ve tebaiyet farkı, peygamberlerin daha faziletli olmalarının mucibidir. Zira asıl olan maksud olup, tabi ise., onun için bir uydudur. Her nekadar:

— Vasl-ı üryan ve zatî tecelli..

Tabiri, etba üzerinde sahih ise de, bu tabirin metbular üzerinde kullanılması sahih değildir. Yani: Peygamberler Hakkında.. Uydu için bir kudret yoktur ki, asıl maksud olanın yanında bir müsavat iddiasında buluna.. Nasıl müsavat tasavvur edilir ki., pek tamam ve ekmel manada devlet, asıl olanadır. Tabi için bu durum, isim ve resim yönü iledir.

Ne var ki, anlatılan münasebet aradaki bağlılığı sağlama çıkarmakta ve tabi olanı metbu gibi kılmaktadır. İşbu mana icabı olarak, Hatem'ür-risalet Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

— «Ümmetimin uleması, Beniisrail'in enbiyası gibidir.»

Üstte anlatılan manadan anlaşılmış oldu ki: Bu ümmetin velîlerine zati tecellinin husulü; kendilerinde zatî tecelli bulunmayan enbiyadan daha faziletli oldukları vehmini veremez. Anla.. Zira, böyle yanlış bir anlayış, ayakların kaydığı yerdir; insafı elden bırakma..

Bunlar, öyle ilimlerdir ki; Allah-ü Taâlâ bu kulunu tercih etmiştir. Habibi Muhammed hürmetine.. Ona ve âline salât ve selâm olsun..

***

Üstte anlatılanların dışında, şöyle bir soru sorulabilir:

— Mukarrer olan şu ki, âlemin yaratılmasından maksad Hatem'ür - rüsül Resulûllah efendimizdir. Ona ve diğerlerine salât ve selâm olsun. Ondan başkaları ise., varlık özünde uydu sayılırlar. Kemalât husulünde ve üstün derecelere çıkmakta onun tebaiyetine muhtaçtırlar. Bu mana icabıdır ki: Âdem ve diğerleri onun sancağı altında olacaklardır. Halbuki sen şöyle diyorsun:

— Sair enbiyaya vusul devleti, asalet yolu iledir; tebaiyet yolu ile değil.. Bunun manası nedir?.

Bu sorunun cevabım şöyle verebilirim:

— Muhammed Resulûllah'a kendi hakikatından Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'a çıkan bir yol olduğu gibi; sair peygamberlerin dahi kendi hakikatlerinden o şanı yüce Hazret-i Zat'a ulaşan yol vardır. Ama bunlarda tebaiyet yoktur. Haliyle ümmetler böyle değildir; zira onlar, matluba enbiyaya tebaiyetle vâsıl olurlar. Her birine has istidada göre ve hakikatleri yolundan.. Onlar Hakkında asalet yoktur. Bu babda söylenecek netice söz şu ki: Enbiya her nekadar asaletli olsalar dahi, yani: Vuslatları., yine de vasl-i üryan değildir. Zira Hatem'ür - rüsül Resulûllah S.A. efendimizin hakikati, esas matlubdan uzaklaştıran ince bir hicaptır. Her feyz, evvelâ zarurî olarak, bu hakikatle ittisal eder; daha sonra da onun vasıtası ile diğerlerine ulaşır.

— Tebaiyet..

Tabirinin manası ise., anlatılan tavassutun husulüdür. O asalet dahi bu tebaiyete münafi değildir.

İyi düşünmek gerek; onlar Hakkında sabit olan tebaiyet, bu tebaiyetin ötesindedir. Zira o, asalete münafidir. Bu mana, birçok kere geçti. Onları bul.

***

Bu arada yine bir soru vardır:

— Uruc mertebelerinde, hayat sıfatı mertebesinden kâmillere nasip var mıdır, yok mudur?.

Şeklinde sorulabilir. Bunun için hemen şöyle derim:

— Evet; vardır.

***

Şu da bir başka soru:

— Daha önce de geçtiği gibi, anlatılan hayat sıfatının nihayeti izmihlal ve hiç bir şey olmamaya geçmektir. Yani: Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'ta.. Bu mahiv ve hiç bir şey olmamak makamından kâmil olan zatların nasibi nedir?. Daha önce sen şöyle demiştin:

— Hakikatlerin taayyünlerinde aynî olan izmihlal yoktur. Şayet olursa nazarîdir. Ayni izmihlale kail olmak, zındıklığa götürür.

Bunun için de şu cevabı veririm:

— Onda, ayni olan izmihlalin husulü nereden lâzımgelsin; nazarî olan izmihlal onda yeterlidir. İsterse, bu izmihlalde mertebeler değişik olsun.

Bu anlatılanları anla.

Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

Selâm hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara..

Ona ve âline salâtların en tamamı, selâmların ekmeli..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 293. Mektup

MEVZUU : a) Resulûllah SA. efendimizin buyurduğu:
— «Benim Allah ile bir vaktim olur ki..»
Hadis-i şerifin manası..
Ebu Zer-i Gtffarî dahi aynısını söylemiştir,
b) Abdülkadir Geylâni Hz. nin söylediği:
— Şu ayağım her velinin boynundadır.
Cümlesinin manası.. Ki bu cümleyi başkası dahi söylemiştir.
Bu cümle ile murad, asrında bulunan bütün velîler midir, yoksa mutlak her velî midir?. Bu münasebetle bazı hususların beyanı..

***

NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Şeyh Muhammed Çeterî'ye yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Selâm, Allah'ın seçmiş olduğu kullarına..

Mübarek mektubunuzun gelmesi ile, sürura ve neşeye gark oldum. O kimsenin nimeti nekadar büyüktür ki: Uzakta kalıp inkıtaa uğrayan Allah'ın velî kullarını hatırlar.

***

O mektuba, Resulûllah S.A. efendimizin buyurduğu:

— «Benim, Allah ile öyle bir vaktim olur ki..»

Manasına gelen ve devamı bulunan hadis-i şerif de derc edilmiştir. Kaldı ki, buna benzeyen bir cümle Ebu Zer'den r.a. dahi rivayet edilmiştir.

Ayrıca, Şeyh Muhyiddin Abdülkadir Geylâni Allah sırrının kudsiyetini artırsın; şöyle demiştir:

— Bu ayağım, her velinin boynundadır.

Buna benzeyen bir cümleyi başkası dahi söylemiştir.

Bunları yazdıktan sonra şöyle diyorsunuz:

— Üstte anlatılan iki cümle zaman zaman münazaaya sebeb olmaktadır. İnayetinizden taleb ederiz ki, bir mektup yazasınız; bu iki cümleyi içine ala ve onlardan murad olan mananın ne olduğu anlatıla ve aralarındaki fark bilinmesi için bize gönderile..

Bu mektup dahi tam teveccühle yazüsın; lehte ve aleyhte sözü şümulüne alsın. Bu garibin anlayacağı şekilde dahi açık olsun..

Ey Mahdum,

Bu Fakir, risalelerinde yazdı ki: Resulûllah S.A. efendimizin devamlı olarak, vakitleri aynı olmasına rağmen, nadirattan olan bir başka vakti dahi vardı. O nadirattan olan vakit ise., namazın edası sırasında olmakta idi.. Herhalde şu hadis-i şerifleri işitmiş olacaksın:

— «Namaz, müminin miracıdır.»

— «Beni rahatlat ey Bilâl..»

Üstte anlatılan iki hadis-i şerif, bu babda iki âdil şahittir. Yani: Anlatılan mananın isbatında..

İhtimal ki: Ebu Zer-i Gifari r.a. dahi aynı devlet ile müşerref olmuştur. Yani: Veraset ve tebaiyet yolu ile.. Çünkü: Resulûllah S. A. efendimizin her tabiine onun bütün kemalâtından bolca nasip vardır. Yani: Veraset yolu ile..

Gelelim, Hazret-i Şeyh Muhyiddin Abdülkadir Geylânî'nin söylemiş olduğu şu cümleye:

— Şu iki ayağım, her velînin boynundadır. Yahut, bütün velilerin.

Demiştir. Allah sırrının kudsiyetihi artırsın.

Sahib-i Avarif, Şeyh Ebünnecib Sühreverdî hazretlerinin müridi olup onun terbiyesinde yetişmiş idi. Şeyh Abdülkadir Geylâni Hazretlerinin de mahrem-i esrarından ve onun yakın arkadaşlarındandı. Anlatılan cümle için görüşünü şöyle belirtti:

— Bu kelime, o kelimelerdendir ki; sekir halinin bakiyesi sebebi ile meşayihten ilk hallerinde sudur eder.

Nefehat adlı eserde anlatıldığına göre; Şeyh Hammad Hazret-i Şeyh Abdülkadir Geylânî'nin şeyhlerinden idi. Bu zat, feraset yollu şöyle buyurdu:

— Bu Acemî'nin ayağı kendi vaktinde bütün velîlerin boynundadır. Ve, kendisi elbette:

— Ayağım bütün Allah'ın velî kullarının boynundadır.

Demeye memurdur.

Elbette böyle dedikten sonra, bütün velîlerin boynuna ayağını basacaktır. Yani: Tavazu ve hudu ile., herhalde.. Kaldı ki: Hazret-i Şeyh bu sözünde haklı idi.. İster sekir halinde, isterse ayık halinde söylemiş olsun; bir şey değişmez. İster bu manayı izhar etmekle memur olsun; isterse olmasın.. Zira, o vakitte, bütün velîlerin boynunda onun ayağı vardı. Hepsi, onun kademi altında idi..

Ancak, şunun bilinmesi gerekir ki: Bu hüküm, o vaktin velilerine mahsustur, öncekilere ve sonrakilere değil.. Zira, onlar bu hükmün dışında kalırlar. Nitekim, Şeyh Hammad'ın cümlesinden anlaşılan mana dahi budur. Yani: Onun kademi, kendi zamanında bulunan bütün velilerin boynunda idi.

Anlatıldığına göre, Bağdad'da bir gavs vardı. Şeyh Abdülkadir, İbn-i Saka ve Ebu Said Abdullah onun ziyaretine gittiler. Bu zat, feraset yolu ile şeyh Abdülkadir Geylânî Hazretlerine şöyle dedi:

— Senin, Bağdad'da minbere çıktığını ve orada şöyle dediğini görüyorum:

— Şu ayağım, her Allah'ın velîsinin boynundadır.

Zamanındaki bütün velileri dahi görüyorum ki: Sana tazim, sana saygı için boyunlarını büküp kademinin altına koymaktadırlar.

İşbu gavsün kelâmından da anlaşılıyor ki: Anlatılan hüküm, o vaktin evliyasına mahsustur.

Sübhan Hak bir kimseyi keskin görüşlü basiret sahibi kılarsa., görecektir ki: O vaktin evliyası onun kademi altındadır. Yani: Adı geçen keskin nazarlı gavs gibi açıkça görecektir.

Anlatılan hüküm, o vaktin dışında kalan velilere geçerli değildir. Bu hüküm, geçmişteki velilere nasıl geçerli olsun ki., onlar arasında ashab-ı kiram da vardır. Ki onlar, yakinen Hazret-i Şeyh'ten daha faziletlidirler. Sonra gelenlere nasıl bu hüküm yürüyebilir ki: Onlar arasında Mehdî aleyhisselâm vardır. Resulûllah S.A. efendimiz onun kudümünü ve vücudunu müjdelemiş; şöyle buyurmuştur:

— «O, Allah'ın halifesidir.»

Aynı şekilde İsa a.s. dahi onlar arasındadır. Resulûllah efendimize ve ona salât ve selâm.. İsâ a.s. ülül-azm peygamberlerden olup sabikundandır. Resulûllah S.A. efendimizin şeriatına tabi olmak sureti ile, onun ashabı arasına katılacaktır.

İhtimal ki, Resulûllah S.A. efendimizin buyurduğu:

— «Bilinmez, bu ümmetin evveli mî hayırlıdır; yoksa âhiri mi?.»

Hadis-i şerif bu ümmetin sonradan gelecek olanların üstün şanındadır.

Hülâsa:

Hazret-i Şeyh Abdülkadir Geylânî'nin velâyette büyük bir şanı vardır; yüksek derecesi vardır. Sır yolu ile, velâyet-i Hassa-i Muhammediye'nin son noktasına ulaşmıştır. Böylece, bu dairenin halka başı olmuştur.

Amma vehm'olunmayan ki: Hazret-i Şeyh, Velâyet-i Muhammediye dairesinin halka başı olunca; bütün velilerden daha faziletli olması gerekir. Çünkü: Velâyet-i Muhammediye tüm nebilerin velâyetlerinin üstündedir. Resulûllah S.A. efendimize ve onlara salât ve selâm..

Biz şöyle diyoruz:

— Sır yolu ile hâsıl olan Velâyet-i Muhammediye'nin halka başıdır.

Ki bu cümle yukarıda da geçti. Ama, mutlak olarak, o velâyetin değil.. Ki o yoldan daha faziletli oluşu gereksin.

Bu manada şöyle de diyebiliriz:

— Velâyet-i Muhammediye'nin halka başı olmak, mutlak surette daha faziletli olmayı gerektirmez. Zira, mümkündür ki: Bir başkası ondan kıdem olarak daha faziletli bulunsun. Yani: Tebaiyet ve veraset yolu ile Kemalât-ı Nübüvvet-i Muhammediye'de.. O zaman, bu kemalât cihetinden fazilet, onun için sabit olur.

Hazret-i Şeyh Abdülkadir Geylânî'nin müridlerinden bir cemaat, onun Hakkında galeyana gelip mahabbette ifrat tarafına geçmişlerdir. Tıpkı: Hazret-i Ali'yi r.a. ifrat derecede sevenler gibi..

Bu cemaatın sözlerinden ve sarf ettikleri cümlelerin fehvasından anlaşılmaktadır ki: Onlar, Şeyh'in mütakaddimin ve müteahhirin evliyadan daha faziletli olduğuna itikad etmektedirler. Hiç bilinmemektedir ki: Onlar, Hazret-i Şeyh üzerine, peygamberlerden başka birini daha faziletli görsünler.. Onlara salât ve selâm olsun. İşbu durum, ifrata varan mahabbetten ileri gelmektedir.

Burada şöyle bir şey sorulabilir:

— Hazret-i Şeyh'ten zuhur eden kerametler ve harikulade haller, asla bir başka veliden zuhura gelmemiştir. Böyle olunca da fazilet onun olur.

Bu soruya şu cevabı verebilirim:

— Harikulade hallerin zuhurunda, daha faziletli olmaya delâlet yoktur. Hatta mümkündür ki, kendisinden asla bir harika hal zuhur etmeyen; kendisinden harikalar ve kerametler zuhur edenden daha faziletli durumda ola..

Avarif, adlı eserde meşayihin harikulade hallerini ve kerametlerini anlattıktan sonra, Şeyh-i Şuyuh şöyle dedi:

— Bütün bunlar, Allah-ü Taâlâ'mn mevhibeleridir. Bir kavme bunlar, keşif yollu ihsan edilir. Ama, bunların bulunmadığı bir kimse, bu hallere sahip olanlardan üstün olabilir. Zira bunlar, yakin halinin takviyesi içindir. Bir kimseye, katıksız yakin hali ihsan edilince, bunlardan hiç birine ihtiyacı kalmaz. Bütün bu kerametler, zikrin kalbde bir cevher haline gelmesinden daha alttır.

Harikulade kerametlerin çok olmasını daha faziletli olmaya delil eylemek; Hazret-i Ali'den zuhur eden çok faziletli hallere ve menakıb dolayısı ile kendisini Hazret-i Sıddık'tan daha faziletli bilmeye delil eylemek gibidir. Zira, Hazret-i Sıddık'tan, onunki kadar fazilet ve menakıb zuhur etmemiştir. Allah onlardan razı olsun.

Bir başka şiir:

Nice güzel var ki sevilmez ama zıddı;
Makbul olur yerine gözü dudağı haddi..

Ey Kardeş, dinle..

Harikulade kerametler iki çeşittir.

a) Bu kısım, ilimler ve maarif-i ilâhiyedir. Bunlar da, Vâcib Taâlâ'nın zatı, sıfatları ve fiilleri ile alâkalıdır. Aynı zamanda bunlar, aklın görüş zaviyesinin dışındadır. Alışılan mutad şeylerin de haricindedir. Sübhan Hak, has kullarını onlarla imtiyazlı kılmıştır.

b) Bu kısım ise., mahlukat suretlerini keşfedip âlemle alâkalı muğayyebattan haber vermektir.

Üstte birinci kısımda anlatılan, ehl-i Hakka ve marifet erbabına mahsustur.

İkinci kısım ise., hem haklıya hem de batıla şamildir. Zira o, istidraç ehline dahi hâsıl olmaktadır.

Birinci kısımda anlatılanın, Hak katında şerefi ve itibarı vardır. Zira, o kendisinin evliyasına mahsustur. Düşmanlarının, onunla bir ortaklığı yoktur.

İkinci kısımda anlatılanın ise., avam halk arasında itibarı vardır. Onların nazarında mükerrem ve muazzezdir. O kadar ki: Onlar istidraç ehlinde zuhura gelmiş olsa dahi, cehaletlerinden dolayı neredeyse ona tapacak ve önünde boyun eğip itaat edecek duruma gelirler. Kuru yaş neyi emrederse onu yapacak olurlar. Yasak ettiğini de yapmaz olurlar. Bunlar mahcuplardır. Birinci kısımda anlatılanı, harikulade hallerden ve kerametlerden dahi saymazlar. Bunlara göre, harikulade hal, ancak ikinci kısımda anlatılandır. Kerametler ise., bunlara göre mahlukatın suretlerini keşfetmek ve kendilerine göre muğayyebat sayılanlardan haber vermektir. Bunların durumu, akıldan o kadar uzaktır ki.. Mahlukatın hallerini bilmenin şereflilik ve keramet neresinde?. İster hazırı olsun; isterse gaibi.. Belki de münasib olan, böyle bir ilimden geçip cahil kalmaktır. Ta ki: Mahlukatı ve hallerini unutmak hâsıl ola.. Asıl şerefli olmaya ve keramet sayılmaya lâyık olan Yüce Mukaddes Hakkın marifetidir. Aziz bilmeye ve ihtirama o müstahaktır.

Bir şiir:

Melek yüzlüdür o işvede, nazda şeytan;
Akıl gidiyor bu şaşırtıcı oynaştan..

***

Anlattığımıza yakın manada, Şeyh'ül-İslâm Herevi İmam-ı Ansari Menazilüs-Sâirin ve onun şerhinde şöyle dedi:

— Bana göre tecrübe ile sabit olan marifet ehlinin feraseti şu yolda olmaktadır: Yüce Allah'a lâyık olanı onun zatına lâyık olmayandan ayırd etmek.. Onlar, Yüce Allah ile meşgul olan, cem mertebesine ulaşan istidad sahiplerini tanırlar. İşte marifet ehlinin feraseti budur.

Riyazet ehlinin feraseti ise., açlıktır, halvettir ve batın tasfiyesidir. Bunların, Yüce Hak canibine vuslatı yoktur.

Bu son anlatılanların feraseti; suretlerin keşfi, halka mahsus olan muğayyebattan haber vermektir. Bunlar, ancak halktan haber verebilirler. Zira, Yüce Hak'tan mahcup durumdadırlar.

Marifet ehli olanlara gelince., bunların iştigali. Yüce Hak'tan gelen maarif varidatı iledir. Dolayısı ile, bunların vereceği haber, ancak Yüce Hak'tan olacaktır.

Alem halkının ekserisi, inkıta ehlidir; mana olarak Sübhan Hak'tan kopmuş durumdadırlar. İştigalleri de dünya iledir. Dolayısı ile, bunların kalbleri; suretleri keşfedip mahlukatın ahvali cinsinden gaipte bulunanları anlatanlara meyil eder. Bunlara tazim edip kendilerini ehlûllah ve onun has kulu kabul ederler. Hakikat ehlinin keşfinden iraz edip onları itham ederler. Bilhassa, Sübhan Hakka dair verdikleri haberlerde.. Derler ki:

— Eğer bunlar zannettikleri gibi, ehl-i hak olmuş olsalardı; bizim hallerimizden ve mahlukatın hallerinden haber verirlerdi. Mahlukatın hallerini keşfe güçleri yetmediğine göre, bunların daha âlâsına nasıl güçleri yeter?..

Bu şekilde, üstte anlatılan fasit kıyas ile onları tekzib ederler; dolayısı ile sağlam haberler onlara kapalı kalır. Ama, şunu bilmezler ki: Allah-ü Taâlâ onları halkının mülâhazasından korumuştur. Kendisine has kul edip onları himaye ile kıskanıp zatından gayrı ile meşgul olmaktan almıştır. Eğer onlar, halkın ahvali kendilerine arz edilen kimselerden olsalardı; Sübhan Hakka yararlı olmazlardı.

Kaldı ki, biz, şunu da görmekteyiz: Ehl-i Hak olan kimseler, en az bir şekilde suretlerin keşfine iltifat edecek olsalar, başkalarının idrâkten aciz kaldığı şeyleri idrâk ederler. Bunu, marifet ehli için sabit olan ferasetle yaparlar. Bu öyle bir ferasettir ki, Sübhan Hakka ve onun yakınlarına taalluku vardır. Ama, hariçte kalan safa ehlinin halka taalluk eden feraseti ile Sübhan Hakka hiç taalluku yoktur. Keza, ona yakınlık bulan zatlara da taalluku yoktur. Zira bunda, Müslümanlar, Nasara, Yahud ve sair taifeler müşterektir. Dolayısı ile, öyle bir şeyin Sübhan Hakkın katında hiç bir şerefi yoktur. Onu uygun bulduğu kimselere verir.

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 292. Mektup

MEVZUU : Müridlere zaruri olan edeplerin beyanı ve bazı şüphelerin defi..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Şeyh Hamid Bengalî'ye yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile..

O Yüce Allah'a hamd olsun ki: Bizleri Adab-ı Nebeviye ile tedib eyledi; Ahlâk-ı Mustafaviye ile de bezedi.. Ona ve âline en faziletli salât ve selâm, en güzel tahiyyat..

***

Bilesin ki,

Bu Tarikat-ı Aliyye'nin salikleri, şu iki şeyden hali değillerdir:

a) Mürid olmuşlardır.

b) Murad olmuşlardır..

Eğer murad olmuşlarsa.. ne saadet onlara.. Bu hal onları, ihtiyarsız olarak, incızap ve mahabbet yolu ile en yüce talebe ulaştırır. Vasıtalı veya vasıtasız olarak, lâzım olan her edebi öğrenirler. Eğer kendilerinden bir zelle sudur eder ise., tezden ayıktırılırlar; onunla muahaze olunmazlar. Eğer zahirde bir şeyhe ihtiyaç duyarlarsa., kendilerinden bir gayret olmadan onun yolunu bulurlar.

Hülâsa: Ezelî inayet, bu büyüklerin hallerine tekeffül eder. Sebepli veya sebepsiz olarak, elbette işleri husule gelir. Bu manada bir âyet-i kerime meali:

— «Allah, dilediğini ona seçip çeker..» (42/13)

Eğer mürid iseler.. kâmil ve mükemmel bir şeyh olmadan, bunların işi zordur.

Şeyhin dahi: Cezbe ve sülûk devleti ile müşerref, fena ve beka saadeti ile mes'ud. seyr-i ilellah seyr-i fillah seyr-i anillah billah seyr-i fil eşya billahi dahi itmam etmiş olması gerekir.

Böyle bir şeyhin, eğer cezbesi sülûkünden önce ve muradların terbiyesi ile terbiye görmüş ise., böyle bir şeyh kibrit-i ahmerdir. Onun kelâmı devadır, nazarı şifadır. Kalblerin canlanması, onun mübarek teveccühüne kalmıştır. Azgın nefsin tezkiyesi onun iltifatına bağlıdır. Böyle bir devletli bulunmadığı takdirde, meczup salik dahi bir ganimetir. Nakısların terbiyesi onun vasıtası ile hâsıl olur: onun vasıtası ile fena ve beka devletine ulaşırlar..

Bir şiir:

Düşer kıyaslarsak sema ile arşı;
Yerle kıyaslarsak ne var ona karşı..

***

Eğer talib, Yüce Sultan Hakkın inayeti ile anlatıldığı manada kâmil ve mükemmel bir şeyhi bulur da ona kavuşursa., onun varlığını ganimet bilmeli. Tamamı ile bütün işlerini ona ısmarlamalı.. Saadeti, onun rızasında: şekavetin dahi onun rızasının hilâfında olduğuna itikad etmelidir.

Hülâsa: Tüm arzusunu onun rızasına tabi kılmalıdır.

Resulûllah S.A. efendimizin şöyle buyurduğu anlatıldı:

— «Hiç biriniz iman etmiş olamaz; taa, nevası benim getirdiğime uyuncaya kadar..»

***

Bilesin ki,

Sohbet edepleri ve onun şartlarına riayet etmek, bu tarikatın zaruretleri arasındadır. Ta ki: Faydalı olmak ve faydalanmak yolu açık ola.. Bunlar olmadan, sohbetin bir neticesi olmayacağı gibi yapılan celselerin de bir semeresi olmaz.

Anlatılan sebepten dolayı, bazı edepleri ve zaruri olan şartları beyan edelim. Bunların, akıl kulağı ile dinlenmesi gerekir.

***

Bir talibe lâzımdır ki: Kalbini bütün cihetlerden alıp şeyhine teveccüh ede.. Şeyhi hayatta iken, onun izni olmadan nafilelerle ve zikirlerle meşgul olmaya.. Onun huzurunda dahi, başkasına iltifat etmeye.. Onun önünde bütünüyle kendisine teveccüh edip oturmalı.. Onur emri olmadan, yanında zikirle dahi meşgul olmamalıdır. Onun huzurunda, farzlardan ve sünnetlerden başka nafile namazlarla meşgul olmamalıdır.

Bu zamanın sultanından şöyle anlatıldı:

— Veziri, yanında ayakta duruyormuş. Tesadüfen nazarı elbisesine ilişir. Onu eli ile düzeltir. Bu halde iken. sultan onu görür. Ve onu, kendisinden başkasına yönelmiş bulur. Azar ederek, ona şöyle der:

— Bu fiili hazmedemem. Vezirim olduğu halde huzurumda bulunup benden başkasına iltifat edesin ve elbiseni düzeltmekle meşgul olasın..

Şimdi düşünmeli.. Bu düşük dünya işleri için böyle ince edeplere riayet gerekli olunca.. Yüce Allah'a vusul vesilelerine karşı edeplere riayet etmek, elbet daha fazla gerekli olmalıdır. Hem tam manası ile.

Mümkün olduğu kadar, gölgesi şeyhinin elbisesi üzerine veya gölgesine düşecek şekilde ayakta durmamalı..

Onun namaz kıldığı yere ayak basmamalıdır.

Onun abdest aldığı yerde abdest almamalıdır.

Onun kullandığı kapları da kullanmamalıdır; onlarla yemek yiyip bir şey içmemelidir.

Onun huzurunda iken, bir başkası ile konuşmamalıdır. Hatta, bir başkasına dahi teveccüh etmemelidir.

Onun bulunduğu tarafa onun gıyabında ayak uzatmamalıdır. O tara fa tükürmemelidir.

Şeyhinden her ne sudur eder ise., onu doğru bilmelidir; onu isterse zahiren doğru görmemiş olsun. Zira o, yaptığım ilham ve izin ile yapar. Böyle olunca da, itiraza mecal kalmaz.

Bazı suretlerde, onun ilhamına hata düşse dahi, ilham işindeki hata, içtihaddaki hata misillidir. Onda ayıplama ve itiraza ver yoktur.

Bir mürid için, elbette şeyhinin mahabbeti özünde hâsıl olması gerekir. Zira, mahbuptan her ne sudur eder ise., muhibbin nazarında sevimlidir. Onda itiraza yer yoktur.

Bir mürid, külli ve cüz'i işlerde şeyhine iktida etmelidir. Yemekte, içmekte, giyim işinde, taat içinde.. Hiç değişmez..

Müride gerekir ki, şeyhinin eda tarzında namazını kıla.. Hatta bu babda fıkhı, onun amelinden ala..

Bir şiir:

Olunca bir kimsenin kasrında güzeller, kalır;
Bağlarda bahçelerde gezip eğlenmekten alır.

Şeyhinin harekâtına ve sekenatına itiraz için, nefsine bir itiraz yeri asla bırakmamalıdır. Eğer itiraz, bir hardal tanesi kadar olsa, bu itirazın mahrumiyetten başka bir neticesi olmaz.

İnsanların en şakisi ve saadetten en uzak olanları, bu evliya taifesini ayıplı görenlerdir. Bu gibi büyük belâlardan Allah-ü Taâlâ, bizi korusun.

Bir mürid, şeyhinden kerametler ve harika işler talep etmemelidir. İsterse, bu talep gönülden geçsin veya vesvese yolu ile olsun. Sen, hiç işittin mi ki: Bir mümin peygamberinden mucize taleb etsin. Bu talebi ancak küffar ve ehl-i inkâr taleb eder.

Bir şiir:

Faydalıdır mucizeler kahrında düşmanın:
Ancak güzel bir neticesi vardır iktidanın..

Faydalı olmaz mucizeler imanda elbet; Uymak çeker yanına hidayette olmanın..

Müridin hatırına bir şey geldiği zaman, ara vermeden onu hemen şeyhine arz etmelidir. Şayet o durumu çözülmez ise., kusuru kendi nefsinde bilmelidir. Hiç bir şekilde noksanlığın şeyhi tarafına dönmesine asla cevaz vermemelidir.

Eğer gördüğü bir rüya olursa., onu gizlemeden şeyhine anlatmalıdır; tabirini dahi ondan taleb etmelidir. Tabirden dolayı kendisine inkişaf eden durumu dahi ona arz etmeli ve doğrusunu yanlışından ayırd etmeyi ondan taleb etmelidir. Bu hususta, asla kendi keşfine dayanmamalıdır. Zira, bu âlemde hak, batılla karışık durumdadır. Doğru dahi hata ile karışıktır. Bir zaruret durumu dışında, şeyhin izni olmadan şeyhinden ayrılmamalıdır. Çünkü, bir başkasını tercih etmek ve başkasını ondan daha faziletli görmek, müridliğe aykırı düşer.

Sesini şeyhinin sesinden yüksek çıkarmamlıdır. Onunla konuşurken, sesini ondan yüksek tutmamalıdır. Zira, bu gibi şeyler edep dışı hareketlerdir.

Her ne gibi feyiz ve fütuhat gelir ise., itikad etmeli ki o: Şeyhinin vasıtası ile gelmektedir. Şayet rüyada, başka meşayihten kendisine feyiz geldiğini görür ise., bunu dahi şeyhinden bilmeli, görmelidir.

Şunun bilinmesi gerekir ki: Şeyh, kemalâtı ve füyuzatı cami olduğundan; kendisinin has istidadına münasip bir şekilde feyiz ulaşır. Yani: Şeyhlerden bir şeyhin kemaline uyar bir halde.. Demek istiyorum ki:

— Feyiz verme sureti ondan zuhur eder.

Çünkü: Şeyhinin letaifinden bir latifenin, o feyizle münasebeti vardır; o şeyhin suretinde zuhur eder. Mürid dahi, iptilâ yollu o latifeyi şeyh olarak tahayyül eder. Yine sanır ki: Bu feyiz ondan geliyor. İşbu durum, büyük bir yanılmadır.

Allah-ü Taâlâ bizi, ayakların kaymasından korusun. Şeyhin itikadı ve mahabbeti üzerine istikamet nasib eylesin. Seyyid'ül-beşer hürmetine.. Ona ve âline salât ve selâm..

***

Hülâsa:

— Tarikat, tümden edeptir.

Darb-ı meseli meşhurdur. Edepten ari olan bir kimse, Yüce Allah'a vâsıl olamaz.

Şayet mürid, bazı edeplere riayette kendini kusurlu görür ise.. onların edasında lâyıkı veçhile tam duramadığını, çalışmak sureti ile onların uhdesinden gelemediğini anlarsa., ondan bu kusuru affa uğrar. Lâkin, kusurun itirafı mutlak surette lâzımdır. Edeplere riayet edemediğini anlarsa., bu hali ile de, nefsini kusurlu saymaz ise., böyle bir şeyden Allah'a sığınmak gerek.. Zira böyle bir kimse, o büyüklerin bereketlerinden mahrumdur.

Bir şiir:

Olmaz ise bir kimsenin saadet ikbali;
Fayda vermez ona peygamberi görme hali..

***

Evet..

Şeyhin teveccühü ve himmeti bereketi ile mürid, fena ve beka mertebesine ulaştığı zaman, kendisine ilham ve feraset yolu da zuhur eder ise., şeyhi dahi bunu kabul edip onu doğrular ve kemaline şehadet eder ise., işte o zaman, müridin şeyhine muhalif davranması yerinde olur; ama ilhama dayalı olan bazı işlerde.. O ilhamının muktazası ile de amel edebilir. İsterse şeyh katında onun aksi taHakkuk etmiş olsun.. Çünkü mürid, artık taklid (uyma) bağından kurtulmuştur. Bu hali ile onun için taklid, hatadır. Görmez misin ki: Ashab-ı kiram bazı içtihada dayalı meselelerde ve münzel olmayan hükümlerde Resulûllah S.A. efendimizin reyine muhalefet etmişlerdir. Bazı kereler de doğru olan, ashap tarafında bulunmuştur. Bu mana, ülül-elbab olan ilim erbabına gizli değildir.

Üstte anlatılan manadan anlaşılmış oldu ki: Kemal ve ikmal mertebesine ulaştıktan sonra, muhalefet caiz olup edep dışı hareketten de uzaktır. Belki edep orada doğrudan doğruya bu muhalefettir. Nitekim ashab-ı kiram kemal manada edep sahibi idiler; Resulûllah S.A. efendimize uyma dışı bir harekette de bulunmazlardı.

Bu manadan olarak, İmam Ebu Yusuf, içtihad mertebesine ulaştıktan sonra, imam Ebu Hanife'ye uyması hatadır. Doğru olan, kendi görüşüne tabi olmasıdır: Ebu Hanife'nin reyine değil.. Şu mesele meşhurdur ki: İmam Ebu Yusuf, Ebu Hanife ile altı ay Kur'an'nın mahluk olup olmadığı üzerine münazaa etmiştir. Bunu bizzat, İmam Ebu Yusuf anlatmıştır. Allah onlara rahmet eylesin.

Herhalde duymuş olacaksın:

— Sanatın tekmili, fikirlerin katılması iledir.

Cümlesi meşhurdur. Eğer sanat, bir fikir üzerinde kalıp dursa., onda bir ziyadelik ve yenilik olmaz. Sibeveyh'in zamanındaki nahiv ilmini görmez misin ki., değişik görüşler ve ayrı ayrı fikirlerle aslının yüz misli daha artıp kemale ulaşmıştır. Ancak, o ilmin binasını kuran, onun temelini atan Sıbeveyh olduğundan fazilet onundur. Fazilet evvellerin ise de, kemal son gelenlerindir.

Bu manada gelen şöyle bir hadis-i şerif vardır:

— «Ümmetim, yağmur gibidir. Evveli mi hayırlıdır; âhiri mi bilinmez?.»

***

Bazı müridlerin şüphesini gidermek üstüne tenbih..

Bilesin ki,

Müridler demişlerdir ki:

— Şeyh, öldürür ve diriltir.

Öldürmek ve diriltmek, şeyhlik makamının levazimi arasındadır.

Burada diriltmekten murad: Ruhun diriltilmesidir; cismin değil.. Öldürmekten murad ise., ruhun öldürülmesidir; cismin değil.

Hayattan ve ölümden murad: Fena ve bekadır. Bu ikisi, velâyet ve kemal makamına ulaştırır. Kendisine uyulan şeyh ise.. Sübhan Allah'ın izni ile bu iki şeyi tekeffül etmiştir. O zaman, bu iki şeyin her biri şeyhe lâzımdır. Bu durumda:

— Öldürür ve diriltir.. Cümlesinin manası şu olur:

— Fenaya ve bekaya ulaştırır.

Esas manası ile öldürme ve diriltme işinde şeyhlik makamının bir dahli yoktur.

Kendisine iktida edilen şeyhin durumu, kehribar gibidir. Kendisi ile münasebeti olan her şey ardından gider; onun cezbesine kapılır. Meselâ: Kehribara nisbetle saman çöpü gibi.. Tam manası ile ondan nasibini alır.

Harika haller ve kerametler, müridlerin cezbesi için değildir. Müridler, şeyhe manevi münasebetle cezb'olup dururlar. O kimselerin ki, bu büyüklerle münasebeti yoktur; onların kemalât nimetlerinden mahrumdurlar. İsterse o büyüklerin kerametlerinden bin tanesini müşahede etsinler. Bu mana için yerinde olur ki: Ebu Cehil ve Ebu Leheb şahit tutula.. Bundan başka Sübhan Allah küffar için söyle buyurdu:

— «Onlar, bütün âyetleri görseler, yine onlara iman etmezler. Hatta o kâfirler sana geldikleri zaman, seninle çekişerek şöyle derler:

— Bu, evvellerin masalından başka bir şey değil..»

Vesselam..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 291. Mektup

MEVZUU : Tevhıid-i vücudî şühudin'in beyanı ve bunlara mütaallık maarif..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mevlâna Abdülhayye yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile..

Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Seyyid'ül-mürseline, âline ve ashabının tümüne..

***

Allah-ü Taâlâ, seni irşad eylesin. Bilesin ki,

Bir cemaat arasında tevhid-i vücudînin çok olması tevhid murakabesini çok yapmaları ve:

— LA İLAHE İLLALLAH.. (Allah'tan başka ilâh yoktur.)

Manasını, şu şekilde almaları ve öyle taakkul etmeleridir:

— LÂ MEVCUDE İLLALLAH.. (Allah'atn başka mevcut yoktur.)

Tevhidden bu kısmın zuhuru, bir sürü kaçamak yol arayıp düşündükten ve sultan-ı hayalin istilâsından sonra tahayyül neticesi olur. Zira, tevhidin manası çokça düşünülünce, anlatılan marifet muhayyileye nakşolur. Bu şekilde yapanın bir yaptığı şey olarak elbette bir malum olur.

Anlatılan manada tevhid sahibi hallerin erbabından değildir. Zira erbab-ı ahval, erbab-ı kulubdur. Bu vakitte onun kalb makamından haberi yoktur. Belki de bu ilmi olmaktan başka bir şey değildir. Halbuki, ilmin, birbiri üstünde çok dereceleri vardır.

Anlatılan cemattan başka bir cemattaki tevhid-i vücudî ise., in-cizab ve mahabbet-i kalbiyedir.

Bunlar, başlangıçta, tevhid manasını düşünmeden, zikirlerle murakabe ile meşgul olurlar. Ciddî bir şekilde çalışıp çabalamışlardır. Yahut mücerred olarak geçen bir inayetle kalb makamına ulaşırlar; cezbe tahsil ederler. Bu makamda, kendilerine tevhid-i vücudî cemali zahir olur ise., bunun sebebi: Maczup mahabbetinin ağır basması olmak lâzım gelir. Çünkü o mahbuptan başkasını, onların nazarında gizlenmiş ve saklanmış kılar. Mahbubtan başkasını göremedikleri, ondan başkasını bulamadıkları için; şüphesiz mahbubun gayrini mevcut bilmezler.

Tevhidin bu son anlatılan kısmı, hallerden sayılır ve tahayyül illetinden, tevehhüm şaibesinden münezzeh ve müberradır. Keza hayale nakş olmaktan da..

Erbab-ı kulubdan olan bu cemaat, âleme döndükleri zaman, âlem zerrelerinin her bir zerresinde mahbuplarını müşahede ederler. Mevcudatı dahi, mahbubun güzelliğine aynalar ve onun cemaline tecelligâh olarak görürler.

Sırf Sübhan Hakkın fazlı ile, kalb makamından Mukallib"ül-kulub zatın makamına teveccüh ederlerse., kalb makamında hâsıl olan bu marifet-i tevhidiye zevale yüz tutar. Uruc makamı yüksekliklerine çıktıkça, bu marifeti kendilerine münasip görmezler. O kadar ki, bu cemaatten bir taife, bu marifeti inkâra onun erbabını taana kadar vardılar. Bir misal olarak, Şeyh Rükneddin Ebül-Mekârim Alâüd-devle Semnanî'yi gösterebiliriz. Bundan başkalarına ise., bu marifet kendilerinden gittikten sonra, onu nefyedip isbat etmeye artık hacet kalmaz.

Bu satırları yazana gelince:. (İmam-ı Rabbani Hz. kendisini kasd ediyor) anlatılan marifet erbabını inkâr etmekten sakınır; onlara taan etmekten kendisini uzak tutar. Çünkü, inkârın ve taanın bir yeri olmak lâzımdır. Bu duruma göre; o hal erbabının anlatılan marifetin zuhurunda bir kasıtları ve tercihleri olmalıdır. Halbuki bu mana, onların bir arzusu ve yapması olmadan zuhura gelmiştir. Onlar, bu halin mağlubudurlar. Elbette mazur sayılırlar. Mustar durumda kalan mazur için ne taan olur; ne de red.. Lâkin ben şunu biliyorum ki: Bu marifetin üstünde bir marifet vardır; bu halin ötesinde dahi bir başka halet vardır. Bu makamda mahpus kalanlar, birçok kemalâttan alınmışlardır. Nice yüksek makamlardan mahrum bulunmaktadırlar.

Bu sermayesi kıt Fakir'e bu marifet kapısı, tevhid manasını düşünmeden açıldı. Yani: Zikirler ve murakabeler zımnında.. Hatta bu hususta hiç bir gayret ve çaba harcamadan.. Allah'ın bir fazlı olarak, Menba-ı Hidayet ve Maden'ül - hakaik vel - Maarif'il - Mustafaza Müeyyid'üd-din'ir - Razi Şeyhüna ve Mevlâna Muhammed Bakibillah'a hizmet sonunda oldu. Allah-ü Teaâlâ, onun sırrının kudsiyetini artırsın. Zikir taliminden, teveccüh, iltifat ve kalb makamına ulaştırdıktan sonra..

Bu makamda bana çok değerli ilimler verildi; çokça marifetler ihsan edildi. Bu marifetlerin dahi incelikleri inkişaf eyledi.

Bu makamda, uzun bir süre kaldım.

İşin sonunda kalb makamından çıkarıldım. Bu dahi, onun bendesine inayeti bereketi ile oldu. Bu arada, o ilimler dahi, zevale yüz tuttu. Hatta tedricen yok oldu.

Bu halleri izhardan maksad şu ki, bilinsin: Burada satırlara dökülüp yazılanlar, zevk ve keşif üzerine yazılmıştır. Zan ve taklid üzere değil..

Evliyaüllahtan bazılarına zuhur eden tevhid maarifi; ihtimal ki, iptida hallerinde kalb makamından zuhura gelmiştir. Bu cihetten onlara hiç noksanlık gelmez.

Bu Fakir dahi, maarif-i tevhidiye üzerine risaleler yazmıştır. Arkadaşlardan bazıları onları neşretti. Dolayısı ile onları toplamak da güç oldu. Bunun için haline bıraktım. Asıl noksan, bu makamı geçmedikleri takdirde olur..

Erbab-ı tevhidden bir başka taifeye gelince..

Bu zümreye: Meşhudlarında en tamam şekli ile, istihlâk ve izmihlal hâsıl olmuştur.

Onların himmetleri öyle yaratılmıştır ki: Daima meşhudlarında madum ve muzmahil olalar. Vücudlarının levaziminden hiç bir eser kalmaya.. Yine onlar:

— Ene.. (Ben)

Kelimesinin kendilerine rücuunu küfür olarak görürler. Onların katında işin nihayeti fena ve in'idamdır. O kadar ki, bunlar müşahedeyi dahi bir taalluk sayarlar. Bu manadan olarak, onlardan bazısı şöyle demiştir:

— Öyle bir yokluk istiyorum ki, bir daha ondan dönmeyeyim. Zira bunlar, mahabbet ölüleridir.

— «Öldürdüğümün diyeti benim..»

Manasına gelen kudsi hadisi bunlar için doğrudur; şanlarında taHakkuk etmiştir.

Bunlar, geceli gündüzlü bir vücud ağıriığı altında kalmışlardır. Bir ah dahi olsa, bundan yana rahatları yoktur. Zira, rahat gaflettedir. İstihlâkin devamı takdirinde ise., gafletin yeri yoktur.

Anlatılan manadan olacak; Şeyh'ül-İslâm Herevi şöyle dedi:

— Beni Sübhan Hak'tan bir saat gaflete düşüren için ümidim odur ki, onun bütün günahları bağışlana..

Beşeri vücud için, gaflet lâzımdır. Sübhan Hak kereminin kemali icabı olarak, onlardan her birini zahirini, istidadı kadar, gafleti gerektiren işlerle meşgul etmektedir. Ta ki, umumi manadan olarak onların sırtlarından varlık yükünü alıp hafiflete..

Hülâsa, üstte anlatılan mana icabı olarak:

Onların bir kısmını semağ ve raks ile ülfet ettirdi.

Onların bir kısmını dahi, kitap tasnif etmek, ilimleri ve maarifi yazmakla meşgul eyledi..

Onların bazılarını dahi, mubah işlerle meşgul ettirdi.

Şeyh Abdullah Astaharî, sahralara çıkardı; köpekleri de yanında olurdu. Onlarla avlanırdı. Büyüklerin biri, bunun sırrını kendisinden sorunca şöyle dedi:

— Bir lahza ölsün; vücud ağırlığından kurtulmak için..

Bazıları dahi, tevhid-i vücudî ilmine yollandı; kesrette vahdet şühudunu tuttu; ta ki: Bu vücud ağırlığından bir saat olsa dahi rahat eylesin.

Nakşibendiye meşâyihi büyüklerinden zuhur eden bazı maarif-i tevhidiye dahi bu kabildendir. Allah sırlarının kudsiyetini artırsın. Zira onların nisbetleri, sırf tenzihe götürür; onun âlemle bir taalluku olmadığı gibi, âlemin şühudu ile de yoktur.

Maden'ül-irşad Menbaül-hakaik vel-Maarif Nasırüddin Hace Ubeydüllah Ahrar tarafından yazılan tevhid-i vücudî ve kesrette vahdet şühudu ile müsabettar ilimlere gelince., tevhidden bir başka kısımdır. Fıkralar kitabı dahi, bazı tevhid ilimlerini müştemildir. Hatta bu kitab başka ilimlerin dahi menşeidir.

Bu maariften maksad, onun âlemle ünsiyet ve ülfetidir.

Bazı risalelerde yazılan Şeyhimiz Hazretlerinin maarifi de böyledir. O da FIKRALAR kitabındaki kelâma benzer.

Bu tevhide bağlı ilimlerin menşei cezbe değildir. Mahabbetin ağır basması da değildir. Onların meşhudlarının âlemle bir bağlantısı da yoktur. Âlem aynasında onlara görünen, meşhudlarının benzeri ve misalidir; hakikî meşhudları değildir.

Bunun misali şöyledir:

Bir şahıs vardır; güneşin cemaline aşıktır. Kemal-i mahabbetinden, kendini güneşte yok etmiştir. O kadar ki: Nefsinden yana ne isim kalmıştır; ne de resim.. Güneşin gayrı bir şeyle onun teselli edilmesi, ünsü, ülfeti istendiği; bir an olsun onun şualarından kurtulması, ondan alınıp rahat ettirilmesi arzu edildiği zaman; bu âlemin tecelligâhlarında ona güneş gösterilir. Bu alâka sebebi ile de. onun için bu âlemle ülfet ve ünsiyet hâsıl olur.

Bazı kereler ona şöyle denir:

—Bu âlem güneşin aynıdır; ondan başka mevcud da yoktur.

Bazan da bu âlemin zerreleri aynasında güneşin cemali kendisine gösterilir.

Burada şöyle bir şey denemez:

— Âlem, işin aslında güneşin aynı olmadığına göre. bu durumda:

— Güneşin aynıdır..

Diye verilen haber vakıaya aykırıdır. Nasıl olur?. Buna cevab olarak şöyle deriz:

— Bu âlemin ferdlerinden bazılarının, diğer bazı kısımları ile iştiraki vardır: amma, bazı işlerde.. Bazılarının dahi, imtiyazı vardır.

Sübhan Hak kudretinin kemali ile, bazı hikmetler ve maslahatlar icabı o imtiyaza dair işleri, bu büyüklerin nazarından gizlemiştir. Yalnız, birbirleri ile müşterek olan kısımları bırakmıştır. Yani: Meshud olarak.. Bunun için de, zaruri olarak, onların bazısının, bazısı ile ittihadına hükmetmişlerdir. İşte üzerinde durduğumuz manadan ötürü. bu alâka ile güneş âlemin aynı olarak bulunmuştur.

Sübhan Hakkın durumu da böyledir. Her nekadar hakikatta asla âlemle münasebeti yok ise de, lâkin müşabehet-i ismiye bu ittihadı doğrulamaktadır.

Meselâ: Sübhan Hak mevcuttur; âlem dahi mevcuttur. Ama her iki mevcut arasında asla hakikatta bir münasebet yoktur. Yine Sübhan Hak, Âlim, Semi', Kadir, Mürid'dir. Âlemin bazı fertleri dahi, aynı sıfatlarla muttasıftır isterse, birinin sıfatı diğerine mugayir bir durumda olsun. Lâkin, imkânı vücud hususiyeti olduğundan, muhdeslerin noksanları dahi onların nazarına kapalı bulunduğundan; ittihad hükmü verseler dahi onların durumuna uyar.

Tevhidin üstte anlatılan kısmı, tevhid aksamının en âlâsıdır. Hatta, hakikatte, bu marifet erbabı, varidatın mağlubu olmamışlardır. Bu marifete onların sekir halleri dahi bir sebep değildir. Belki de bu varidat onlara bir maslahat icabı gelmiş; bu marifet sebebi ile sekir halinden ayık hale çıkmaları murad edilmiştir. Bir de, bununla teselli bulmaları.. Nitekim, bir başka cemaat dahi, semağ ve raks ile teselli bulurlar.. Bir başka taife dahi, tesellisini, bazı mubah işlerle bulur.

***

Şunun bilinmesi gerekir ki,

Bu taifelerden anlatılanlar, meşhudlarına mugayir bazı işlerle meşgul olur; bilindiği gibi onlarla teselli bulurlar. Amma, Nakşibendiye büyükleri böyle değildir. Onlar, meşhudlarına mugayir düşen bir şeye iltifat edemeyecekleri gibi, onunla teselli dahi olamazlar. Hiç şüphe edilmeye ki, âlem kendilerine meşhudlarının aynı olarak gösterilir veva meşhudları âlemin aynasında kendilerine zahir olur. Ta ki bir saat olsun, kendilerinden bu ağırlık hafifleye..

Tevhidin bu son kısmının menşei bu Hakir'e malum değildir. Yani: Kesit ve zevk yolu ile.. Elbet malum olan önce anlatılan iki cihet idi.. Bu kısım da zannî idi. Bunun için de, kitaplarımda ve risalelerimde ancak o iki ciheti yazdım. Hatta yalnız ikinci ciheti yazdım. Tevhid-i vücudiyi dahi ona münhasır kıldım.

Ancak., mürşidimin ve önderimin vefatından sonra, kabr-i şerifini ziyaret niyeti ile Dehli beldesine gittim. Onun kabr-i şerifini bayram günü ziyaret ettim. Mübarek mezarına teveccüh esnasında, mukaddes ruhaniyetinden tam iltifat zuhur eyledi. Hace Ahrar Hazretlerine olan has nisbetini, gariplere olan tam lütfü ve şefkati ile bana ihsan eyledi.

Anlatılan nisbeti kendimde bulduğum zaman, bu ilimlerin ve maarifin hakikatına dahi, zaruri olarak, zevk yolu ile erdim. Bunun üzerine bildim ki: Her ikisinde de tevhid-i vücudinin menşei kalbi incizap ve mahabbetin galebesi değildir. Belki de bu marifetten maksad. o mahabbetin hafiflemesidir.

Bu mananın izharını, uzun bir müddet yapmayı uygun bulmadım. Vaktaki, üstte anlatılan iki vecih bazı risalelere geçti: bundan dolayı bazı dirayeti az kimseler tevehhüme düştü. Bu beyandan dahi, anlatılan iki büyük şeyhin noksan olması lâzım gelir. Zira, ikisinin tarikatı dahi, erbab-ı tevhid tarikatı idi..

Anlatılan sebepten ötürü, fitne dilini uzattılar. O kadar ki bu tevehhüm, bazı ihlâsı az olan talebelerde, hallerinin kesilmesine sebeb oldu.

İşte, anlatılan sebepten ötürüdür ki: Tevhidin bu kısmını açıklamayı zarurî gördüm. Şahit tutmak için, bu vakıanın yazılmasını dahi münasip gördüm.

***

Şeyhimize ihlâsla bağlı olanlardan biri, kendisinden naklen şövle anlattı:

— İnsanlar, erbab-ı tevhidin kitaplarını okuyarak, bir nisbet iktisab ettiğimizi sanırlar. Halbuki durum böyle değildir. Asıl maksad: Nefislerimizi, bir an olsa dahi gaflete daldırmaktır.

***

Maden-i Fazilet Şeyh Abdülhak dahi, Şeyhimize ihlâsla bağlı olanlardan biri idi; kendisine, vefatına yakın günlerde şöyle demiştir:

— Bize tam bir yakin ile malum oldu ki; tevhid-i vücudi zaif bir yoldur. Sultani yol bundan başkasıdır. Buna daha önce de biliyordum; lâkin bu şimdi yakinen belli oldu.

Üstteki kelâmdan dahi anlaşılyor ki: Kendisinin meşrebi, tevhid-i vücudiye münasip değildir. Yani: İşin nihayetinde., isterse, bu tevhid iptida halinde zuhur etmiş olsun. Bu, onun şanına yaraşmaz bir şey değildir. Zira, ilk hallerinde meşayihin çoğundan böyle bir şeyler zuhur etmiştir. Ama, işin sonunda ondan alınmışlardır.

Hace Ahrar ile, Hace Nakşibend Hazretlerinin yolları arasında bir fark ve bir muğayeret vardır. Ama, Cezbe-i Nakşibendiye'ye kavuştuktan sonra.. Aynı şekilde, onların ilimleri ve maarifi arasında dahi fark vardır. Hace Ahrar Hz.nin bundan sonraki teveccühü daha çok ecdadının nisbetine olmuştur. Yani: Anası tarafından olan ecdadına.. Zira onlar, batın batın büyük idiler. Daha önce anlatılan fena ve in'idam, bu büyüklerin nisbeti levazimi arasında sayılır..

***

Bu Fakir, müridlerin terbiyesi yolunda. Hazret-i Nakşibend yolunu tercih etti. Bu zamanın çocuklarına yararlı olacağı düşüncesi ile..

Bu Tarikat-ı Aliyye'nin ilim ve maarif zuhurlarını, şeriat ilimleri ile daha çok bağlantılı gördüm. Bilhassa bu fesat zamanda ki: Şeriat erkânında tam bir zaaf zuhur etmiştir. Anlatılan sebeplerden ötürü, bu Tarikat-ı Aliyye'yi taliplerin faydasına tayin ettim.

Eğer Sübhan Hak, Ahrariye tarikatının tervicini murad etmiş olaydı; bu Hakir vasıtası ile âlemi onun nuru ile nurlandırırdı. Zira, kemal üzere bana her iki muazam şeyhin de nurları verildi. Her ikisinden de, tekmil yolu keşf'oldu.

Fazilet, Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Ve.. Allah, büyük fazlın sahibidir.

Bir şiir:

İnayetidir lütfudur hep o melikin:
İhsan etti fakirine iki âlemin..

Bir başka şiir:

Padişah çalarsa kapısını kocakarının;
Olmaya gidesin yolunmasına bıyığının..

***

— «Rabın ni'metini anlat..» (93/11)

Âyet-i kerimesindeki mana hükmüne göre, bazı gizli sırları zuhur meydanına açtım. Sübhan Hak onlarla talipleri faydalandırsın.

Ben, her nekadar biliyorsam ki: Bunlar, münkirin inkârını artır::. Lâkin, asıl maksad taliplerin menfaatidir. Münkirler bahis dışı ve nazara alınmaktan da uzaktır.

Bir âyet-i kerime meali:

— «... onunla çoğunu dalâlette bırakacağı gibi; çoğuna da hidayet eder.» (2/26)

***

Basiret erbabına şu mana da gizli değildir ki: Bir maslahat için, tarikatlardan bir tarikatı seçmek, bu seçilenin diğer tarikatlardan dahi faziletli olduğunu gerektirmez; noksan olduğu manasını da çıkarmaz.

Bir şiir:

Mümkündür kale kapılarına kilit asmak;
Lâkin, hepten çaresizdir kelâmdan kurtulmak..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 290. Mektup

MEVZUU: a) Allah-ü Taâlâ'nın, ilk hallerinde kendisine mahsus kıldığı yolun beyanı ve talipleri o yola almaktaki muvaffakiyeti..
b) Tarikat-t Aliyye-i Nakşibendiye'nin beyanı..
c) Nihayetin bidayete dere edilişinin beyanı..
d) Bu Tarikatı Aliyye'nin büyükleri katında:
— Nakşibendiye Nisbeti..
Diye tabir edilen muteber huzurun beyanı..
e) Tarikat-t Nakşibendiye'de kendisine hâsıl olan haller, zevkler, maarif ve daha başka şeyler..
f) Bu büyüklerin cezbelerinin beyanı..
g) Bu münasebetle bazı hususların beyanı..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Molla Muhammed Haşim'e yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile..

Salât ve selâm Seyyid'ül-mürselin'e, âline ve pâk temiz ashabının tümüne..

Bilesin ki,

En yakın, en ileri, en sağlam, en salim, en muhkem, en doğru, delâleti en kuvvetli, âlâ, en şerefli, en yüksek, en kâmil yol: Tarikat-ı Nakşibendiye-i Aliyye'dir. Allah-ü Taâlâ onun yolunda gidenlerin, onu idare edenlerin ruhlarının kudsiyetini artırsın.

Bu Tarikat-ı Aliyye'nin azameti ve onun yolunda gidenlerin üstün şanı, sünnet-i seniyyeye iltizam sebebi iledir. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet.. Bir de, hoş olmayan bid'attan içtinab sebebi ile..

Bunlar, öyle zatlardır ki, nihayeti bidayete derc eylemişlerdir. Tıpkı ashab-ı kiram gibi.. Melik Mennan Zat'ın rızası onların üzerine olsun.

Bunların şuuru ve huzuru devamlıdır. Kemal derecesine ulaştıktan sonra, başkalarının şuurundan daha üstün olmuştur.

Ey Kardeş,

Allah-ü Taâlâ, seni irşad eylesin.

Bu Derviş'te, bu Tarikat hevesi zuhura geldiği zaman; Hakkın inayeti dahi ona hidayet edip velâyet sahibine, hakikat madenine, nihayetin bidayete derc edildiği yola hidayet edene, velâyet derecelerine ulaştıran yolu gösterene, Müeyyid'üd-din İmamımız Muhammed Bakibillab'a ulaştırdı.

İşbu zat, Hazarat-ı Ekâbir-i Nakşibendiye taifesinin büyük halifelerinden biridir. Allah-ü Taâlâ onların sırlarının kudsiyetini artırsın.

O zat, bu Derviş'e ism-i zat zikrini talim eyledi; bu yola yöneltti. O kadar ki, bende tam bir lezzet hâsıl oldu. Bu sırada, kemal manada şevkten ötürü, bana ağlamak geldi.

Bir gün sonra, zühul ve şuursuzluk keyfiyeti zahir oldu. Bunlara, bu büyükler katında:

— Gaybet..

Diye itibar edilir.

Bu gaybet hali içinde, bir umman deniz gördüm. Âlemin suretlerini ve şekillerini bu deniz içinde bir gölge gibi buldum.

Bu gaybet hali, parça parça istilâ etti; uzadı. Bazı kereler, gündüzleri iki saat kadar uzadı. Bazan da, dört saata kadar uzadığı oldu. Bazı vakitler dahi, bütün geceleri kapladı. Bu vakıayı Hazret-i Şeyh'e arz ettiğim zaman şöyle dedi:

— Fenanın bir yanı hâsıl olmuş..

Bundan sonra, zikirden men etti. Daha sonra, bu huzurun korunmasını emretti.

Bundan iki gün sonra da, alışılmış manada bana fena hali hâsıl oldu. Bunu dahi Hazret-i Şeyh'e arz ettiğim zaman bana şöyle dedi:

— Kendi halinle meşgul olmaya devam et. (Yani: Verilen vazifeyi yap.)

Bundan sonra, fenadan dahi fena hâsıl oldu. Bunu Hazret-i Şeyh'e arz ettim; şöyle buyurdu:

— Âlemi bir yerde, bazısını bazısına bitişik buluyor musun?. Onun bu sorusuna cevab olarak:

— Evet..

Dedim; şöyle buyurdu:

— Bu ittisalin oluşunu görmekle beraber, asıl fenamn dahi fenasında muteber olan şuursuzluğun husulüdür.

O gece, sıfatı anlatıldığı şekilde bana. fenanın da fenası hâsıl oldu. Bu durumu, Hazret-i Şeyh'e arz ettim; hatta bu fenadan sonra olan haleti dahi arz ettim. Bu arada şöyle dedim:

— Sübhan Hakka dair bilgimi, huzurî olarak buluyorum. Bana bağlı sıfatları da Sübhan Hakka bağlı görüyorum.

Bundan sonra, bütün eşyayı kuşatan bir nur zuhur etti. O nuru sandım ki: Sübhan Hak'tır. O nurun rengi siyahtı. Bunu da Hazret-i Şeyh'e arz ettim; şöyle dedi:

— Meşhud olan Sübhan Hak'tır. Ancak bu şühud nur perdelerinde olmuştur.

Devam etti:

— O nurda görülen inbisat, ilimdir. Onun öyle yaygın görülmesi; ala ve edna olarak vaki olan eşyaya, Yüce Hakkın taalluku sebebi iledir. Bu inbisatın (yani: Yaygınlığın) dahi nefyedilmesi yerinde olur.

Bundan sonra o nur, kapanmaya ve sıkışmaya başladı; o kadar ki, bir nokta gibi oldu.

Şöyle dedi:

— O noktayı aa, nefyetmek gerek. Taa. iş hayrete varıncaya kadar..

Dediği gibi yaptım; o mevhum nokta dahi arada zail olup gitti. İş, hayrete müncer oldu. Ki orada, Sübhan Hakkın şühudu vardı; zatı ile zatı için.. Bunu da Hazret-i Şeyh'e arz ettiğim zaman şöyle dedi:

— Bu, işte. o huzurdur ki; Nakşibendiye katında muteberdir. Onların nisbeti dahi bu huzurdur. Bu huzur için, şöyle denir:

— Gaybeti olmayan huzur..

Nihayetin, bidayete dere edilmesi dahi bu yerde tasavvur edilir. Bu nisbetin, bu Tarikat-ı Aliyye'de husulü; diğer silsilelerde şöyle olur: Talip şeyhinden zikirler ve virdler alacak, onlarla amel edecek ve bunun neticesi maksuduna ulaşacak. (Yani: Bu kadar zorlu çalışmaya bağlıdır.)

Bir mısra:

Gülistanımla kıyasla baharımı..

***

Bu bulunması pek kıymetli nisbetin bu Derviş'e husulü, iki buçuk aya yakın bir zaman sonra oldu. Yani: Zikir talimine başladıktan itibaren..

Bu nisbetin taHakkukundan sonra, bir başka fena hali hâsıl oldu. Bunun için:

— Hakiki fena..

Denir..

Kalbe öyle bir genişlik geldi ki: Âlemin tamamı dahi o kadar olamaz. Arştan itibaren yerin merkezine kadar olan her şey, onun yanında hardal kadar kalır.

Bundan sonra kendimi ve âlem fertlerinden her bir ferdi; hatta her zerreyi, Yüce Hak'tan gördüm.

Bundan sonra bütün zerreleri tek tek, nefsimin aynı gördüm. Kendi nefsimi dahi, bütün zerrelerin aynı gördüm. Hatta bütün âlemi, bir zerrede izmihlale uğramış gördüm.

Bundan sonra nefsimi, hatta bütün zerreleri, açılmış genişlemiş olarak gördüm. O kadar ki: Bütün âlemi, hatta kat katını içine almış gördüm. Hatta, nefsimi ve her zerreyi yaygın ve sari bir nur olarak gördüm: Her zerreye... Âlemin suretleri, şekilleri o nurda izmihlale uğrayıp hiç bir şey haline gelmişti. Hatta her zerreyi, âlemin tamamını tutmuş gördüm.

Üstte anlatılan manayı, Hazret-i Şeyhe arz ettiğim zaman şöyle dedi:

— Tevhidde Hakkalyakın mertebesi işte budur. Cem'ül-cem dahi bu makamdan ibarettir.

Sonra., âlemin şekillerini ve suretlerini bu vakitte mevhum olarak gördüm; ama, daha önce onları Sübhan Hakkın aynı olarak görmüştüm. Daha önce, Sübhan Hakkın zatı olarak gördüğüm bütün zerreleri, tefavüt ve temyiz olmadan mevhum olarak gördüm.

Bu esnada bana son derecede hayret arız oldu. Yine o vakitte; Füsus'taki ibareyi hatırladım. Ki onu, muhterem babamdan duymuştum; Allah rahmet eylesin. Onda şöyle denmişti:

— İstersen onun için, yani: Âlem için şöyle diyebilirsin:

— O Hak'tır..

Yine istersen onun için:

— Bir yüzü ile Hak, bir başka yüzü ile halk..

Diyebilirsin.. Yine istersen onun için., aralarında temyizi olmadığından, hayrete kail olursun..

Umumî manada bu ibaresi, ıstırabı teskin eyledi..

Bundan sonra, Şeyhimizin hizmetine gittim; halimi ona arz ettim. Bana şöyle dedi:

— Henüz huzurun, safiyetini bulmamış. Sana verilen vazifeye devam edesin. Taa, mevcud olan mevhum olandan ayrılıncaya kadar..

Temyizin olmadığı manasını anlatan Füsus'un ibaresini ona okudum; şöyle dedi:

— Muhyiddin b. Arabî orada, kâmilin halinden beyan etmiyor.

Bazılarına rdsbetle temyizin olmayışı sabittir.

Emir icabı olarak, kendi vazifemle meşguldüm. Sübhan Hak iki gün sonra bana, sırf Hazret-i Şeyhimizin teveccühü ile, mevhum mevcud arasını ayırd edip temyiz eylemeyi izhar eyledi. O kadar ki: Hakiki mevcudu, muhayyel mevhumdan ayrılmış gördüm. Mevhum olarak görülen sıfatları ve eserleri Sübhan Hak'tan sudur eder gördüm. Bu sıfatları ve fiilleri dahi, aynı şekilde mevhum olarak gördüm. Hariçte, o tek zattan başka mevcud görmedim.

Bu durumu, Hazret-i Şeyh'e arz ettiğim zaman bana şöyle dedi:

— Bu, cemden sonra fark mertebesidir; çalışmanın nihayeti de buraya kadardır.

Bundan sonra, her şahsın kabiliyetine ve istidadına bırakılan zuhura gelir. Tarikat meşayihi bu mertebe için:

— Tekmil makamı..

Derler.

***

Şunun bilinmesi gerekir ki.

Bu Derviş, sekir halinden sahiv haline çıkarıldığım; fenadan sonra beka ile müşerref olduğum zaman, zerrelerimden her bir zerreye baktım; Sübhan Hakkın gayrını göremedim. Bütün zerreleri, Sübhan Hakkın şühudu için ayna olarak buldum.

Sonra, bu makamdan hayrete çıkarıldım.

Nefsime döndüğüm, yani: Hayretten ayıklığa geldiğim zaman. Sübhan Hakkı, vücudumun zerrelerinden her bir zerre ile beraber buldum; onun içinde değil. Önceki makam, bu ikinci makamdan, nazarda daha aşağı ve daha düşük oldu.

Bundan sonra hayrete çıkarıldım.

Ayıktığım zaman. Sübhan Hakkı bu kere şöyle buldum: Âleme muttasıl değil, ondan ayrılmamış da.. Âleme dahil olmamış, onun haricinde de değil.. İhata, maiyet ve sereyan nisbeti dahi tam bulduğum şekilde oldu: Önce bütünüyle intifa olmuştu. Bununla beraber o keyfiyetle meşhud idi. Hatta, mahsus (madde) gibi idi.. Âlem dahi bu vakitte müşahede edilmişti. Lâkin, anlatılan nisbetlerden hiç bir şey, Sübhan Hak için değildi.

Bundan sonra, yine hayrete daldım. Ayıklığa çıktığım zaman, malum oldu ki: Sübhan Hakkın bu âlem ile bir nisbeti var; ama anlatılan nisbetlerin ötesinde.. Bu nisbetin keyfiyeti dahi meçhuldür. Bu durumda, Hak Taâlâ keyfiyeti meçhul olan nisbetle meşhud olmaktadır.

Bundan sonra, hayrete çıkarıldım.

Bu mertebede bana bir nevi kabız arız oldu.

Kendime geldiğim zaman, Sübhan Hak meşhud oldu. Ama, keyfiyeti meçhul nisbetin dışında.. Öyle bir şekilde ki: Onun bu âlemle asla nisbeti yoktur. Ne malum keyfiyetlidir; ne de meçhul keyfiyetli...

Bu vakitte âlem, bu hususiyetle meşhud oldu.

Yine o vakitte, Sübhan Allah'ın inayetinden, bana has bir ilim hâsıl oldu. Bu ilim sebebi iledir ki: Sübhan Hak ile âlem arasında asla bir münasebet kalmadı. Hem de her iki şühudun varlığına rağmen..

Bu vakitte malum oldu ki: Bu tenzih ile, bu sıfatlar ile meşhud olan Sübhan Hakkın zatı değildir. O Yüce Zat, böyle bir şeyden çok yücedir. Belki de o: Yüce Hakkın yaratması taalluku için, misale dayalı bir surettir. Halbuki o Yüce Zat, kevnî taallukatın çok ötesindedir. Anlatılan taalluk; ister malum keyfiyetli, isterse meçhul keyfiyetli olsun. Heyhat! heyhat!.

Bir şiir:

Nasıl erilir o saadete hep oralar;
Yüksek yüksek dağlar, tehlikeli uçurumlar.

***

Ey Aziz Kardeş,

Ben, hallerin tafsili ve maarifin beyanı üzerine kalem yürüttüm. O kadar ki: İş uzadı ve bıkkınlığa vardı.

Hususî olarak, eğer tevhid-i vücudî maarifini ve eşya zılliyeti ilimlerini beyan edecek olsam; ömürlerini tevhid-i vücudî ile geçirenler bilirler ki: Bu nihayetsiz denizden bir katra dahi alamamışlardır.

Asıl şaşılacak durum şu ki: Bu cemaat, bu Derviş'i tevhid-i vücudî erbabından saymazlar. Hatta onu, tevhid-i vücudîyi inkâr eden ulema sınıfından sayarlar. Görüşlerinin kusurundan ötürü sanırlar ki: Maarif-i tevhidiyede ısrar etmek kemaldir; bu makamdan terakki dahi ya muhaldir veya noksan..

Bir şiir:

Nice ahmak var ki, gafildir ayıplarından; Aybı güzel görür, onu iyi sandığından..

Bu cemaatın, bu meselede şahidleri ise., mütakaddim meşayihin tevhid-i vücudî Hakkında söyledikleridir. Allah-ü Taâlâ onlara insaf versin. Bunlar, nereden bilsinler ki: O meşayihe bu makamdan terakki hâsıl olmamış, o makamda mahpus kalmışlardır.

Tevhid-i vücudî ilminin husulünde söz yoktur; zira o, elbette vaki olacaktır. Asıl söz, bu makamdan terakkidedir.

Eğer terakki sahibinin tevhidi inkâr ettiğine kail olup bunu İstılahlarına alsalardı, bunda hiç münakaşa olmazdı.

***

Biz, yine esas mevzuumuza dönelim. Deriz ki:

— Azda, çoğa delil olduğu gibi; damlada dahi umman denize işaret vardır.

Bunun için de, damla ile yetinip aza kanaat ettik.

Ey Kardeş,

Hazret-i Şeyhimiz, benim için kemal ve tekmil ile hükmettiğinden; tarikat talimi için bana icazet verdi. Taliplerden bir cemaatı dahi bana havale etti. O zaman, benim kemalimde ve tekmil işimde tereddüdüm vardı. Bunun için bana şöyle dedi:

— Burası, tereddüd mahalli değildir. Zira meşayih-i izam, bu makamın kemal ve tekmil makamı olduğuna kail olmuşlardır. Eğer bu makamda tereddüd olsaydı; o meşayih-i kiramın dahi kemaliyetinde tereddüd edilmesi gerekir..

Bundan sonra, emir icabı, tarikat talimine başladım. Taliplerin ahvalinet eveccüh etmeye riayet ettim.

Büyüklerin himmetleri, irşad taliplerinde hissedilmeye başlandı. Hatta, senelere sığacak işler, saatler içinde tekarrür etmeye başladı.

Bu iştigale devam ettim, işin sonunda, noksanıma dair ilim zuhura geldi. Bu arada bana zahir oldu ki; meşayihin:

— İşin nihayetidir..

Diye anlattıkları tecelli-i berkî bu yolda bana asla zuhur etmedi.

Seyr-i ilellah ve seyr-i fillahın ne oldukları dahi bana öğretilmedi. Halbuki, bu kemalâtın tahsili mutlaka lâzımdır.

îşbu vakitte, noksanım delillere dayandı.

Bunun üzerine, havalimdeki talipleri topladım; noksanlığıma dair hadiseyi olduğu gibi kendilerine anlattım. Sonra, hepsine veda ettim. Ne var ki talipler, bu manayı: Tevazua ve nefsi yenmeye hamledip bulundukları halden dönmediler.

Sonunda Sübhan Allah, beklenen halleri Habibi hürmetine ihsan eyledi. Ona salât ve selâm olsun.

***

Bilesin ki,

Hacegân tarikatının hâsıl olması şunlara bağlıdır:

a) Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadı..

b) Sünnet-i Mustafaviye'ye ittiba.. Ona salât ve selâm olsun..

c) Düşük bid'atlardan ve nefsanî hevalardan kaçınmak..

d) İmkân nisbetinde azimetle amel edip ruhsattan kaçınmak..

İstihlâk ve izmihlal cezbe cihetinde başta gelir. Burada anlatılan istihlâkten:

— Adem.. (Yokluk..)

Olarak anlattılar. Bu, cihette istihlâkten sonra hâsıl olan beka için ise., şu tabiri kullandılar:

— Vücud-ü adem..

— Yani: İstihlâk manasına olan adem üzerine tertib edilen vücud ve beka..

Burada anlatüan istihlâk ve izmihlal, histen geçmek manasına değildir.

Bazıları için, bu istihlâkle beraber histen (maddeden) geçmek olur: bazılarına da böyle bir şey olmaz.

Anlatılan bekanın sahibi, mümkündür ki; beşeri sıfatlara rücu edip nefsani ahlâka avdet ede.. Ama, fena üzerine müretteb olan beka böyle değildir. Zira, onda avdet caiz değildir. Mümkündür ki bu mana, Hace Nakşibend Hazretlerinin dediği ola.. Allah sırrının kudsiyetini artırsın, şöyle demişti:

— Vücud-ü adem, beşerî vücuda avdet eder. Ama, vücud-ü fena asla beşerî vücuda avdet etmez..

Şundan ki, birinci beka ile baki olan henüz yolda olup yoldan dönmek dahi mümkündür. Amma, intihaya varıp vâsıl olana rücu yoktur. Bu manada büyüklerden biri şöyle dedi:

— Dönen, ancak yoldan döndü; vâsıl olan dönemez..

Bilinmesi yerinde olur ki; vücud-ü adem sahibi her nekadar yolda olsa dahi, onun için, nihayetin bidayete dere edilmesi hükmüne göre; işin nihayetine şuur vardır. Sonunda müntehiye müyesser olan şey, icmal olarak, hulâsa olarak ona hâsıl olur.

Bu nisbet, müntehide şümul ve umumî sereyan yolu ile olduğuna göre, elbet onun ruhaniyetinde ve cismaniyetinde de hâsıl olmaktadır.

Vücud-u adem sahibi, kalb hulasası üzerinedir. İsterse, umumi manada ve icmal yollu olsun.

Hiç şüphe edilmeye ki: Müntehi, sahib-i tafsildir. Onun cismanî sıfata rücuu ise., mümtenidir. Zira bu nisbetin cismanî mertebelerine sirayeti cismaniyetini sıfatlarından soymuştur; kendisini de fani kılmıştır. Bu fena ise., sırf ilâhî bir mevhibedir. Bu katıksız mevhibeden dönmek ise., o Yüce Mukaddes Zat'ın kudsiyetine yakışmaz. Amma, vücud-ü adem sahib böyle değildir. Çünkü onun Hakkında böyle bir sirayet yoktur.

Bu hususta netice söz şu ki:

Bu mertebeler kalbe tabi olduğundan, bu nisbet dahi oraya sirayet eder. Onun suretini de kırar ve mağlub eder. Lâkin fena haddine ve zeval haddine ulaşmaz. Dolayısı ile ondan rücu mümkündür. Zira mağlub, bazı arızaların gelmesi ile mağlub olur ve bazı engeller dolayısı mağlub düşer.. Amma, zail olan avdet edemez. Bu mana daha önce de geçti..


***

Bilesin ki,

Allah ruhlarının kudsiyetini artırsın; bu Silsile-i Aliyyeye meşayihinden bazıları, fenayı ve bekayı arılatılan istihlâk ve izmihlal ile onun üzerine terettüb eden bekaya itlak eylemişlerdir.

Zatî olan tecelliyi ve şühudu dahi bu mertebede isbat eylemişlerdir. Ve., bu baki için de:

— Vâsıl.. Demişlerdir.

— Yaddaşt..

Manasının taHakkuku için de, şöyle demişlerdir:

— Huzurun devamından ibarettir. Yani: Bu makamda, Sübhan Hak ile...

Bütün bunlar, nihayetin bidayete derc edilmesi itibarına göredir. Yoksa fena ve beka vâsıl olan müntehi içindir. Ona mahsus olan tecelli ve Sübhan Allah ile huzurun devamı ise., ancak, vâsıl olan müntehi içindir. Zira bunun asla rücuu yoktur.

Birinci itibar dahi, anlatılan itibara göre doğrudur; bir tevcihe mebnidir.

Hace Ubeydüllah Ahrar Hz.nin FIKRALAR kitabında vaki olan fena, beka, zatî olan tecelli ve şühud, vasi ve huzurun devamı ıtlakı dahi bu kabildendir.

Büyüklerden biri şöyle dedi:

— Bu kitap (yani: FIKRALAR kitabı) bazı mektuplardan ve risalelerden ibaret olup bazı muhlislerine yazılmıştır. Bunlar dahi, yazılan kimsenin dirayetine ve marifetine göredir. Onlarda:

— «İnsanlara, akıllarına göre konuşunuz.»

(Hadis-i şerifinin) manasına riayet, edilmiştir.

Hace Ubeydüllah Ahrar Hz. nin kelâmı yolunda yazılan Silsile-i Ahrar risalesi ve, Hazret-i Şeyhimizin Müeyyid'üd-din'ir-razi Mevlâna Muhammed Bakibillah'ın yazdığı rübaiyat şerhi dahi bu kabildendir.

Bu beka, hatta cezbe tarafında vaki olanların hemen hepsi, tevhid-i vücuda nazırdır.

Bu manadan ötürüdür ki: Bazı meşayih Hakkalyakini, sonu tevhid-i vücuda çıkacak bir şekilde beyan etmiştir.

Bu beyan, bazılarını şüpheye düşürmüştür. Bunlara nisbet edilen ve bunlara mahsus olan Hakkalyakin surî tecelliden ibarettir. Bu durum taan ve teşnia müncer olmuştur.

Gerçek olan şu ki: Bazı meşayihin beyan ettiği ve bunlara nisbet edilen Hakkalyakin cezbe cihetinde hâsıl olmuştur. Bu marifet dahi bu makama münasiptir. Erbabına gizli kalmayacağı üzere, surî tecelli dahi bir başka şeydir.

Huzurun devamını dahi kesret aynasında vahdet şühuduna itlak eylemişlerdir. O şekilde ki: Ayna tamamen kapanacak. Meşhud olan, vech-i bakiden gayrı olmayacak. Yani: Onların görüşlerine başka bir şey girmeyecek.

Bu makam, YADDAŞT yani: Devamlı huzur makamına münasiptir.

Üstte anlatılan şühud için derler ki:

— Zatî tecellidir.

Bundan başka şöyle dedikleri de olur:

— Zatî şühuddur. Yine bu makam için:

— İhsan makamıdır.

Dahi denir. Yine bundan anlatırken:

— İstihlâk, izmihlal ama vuslatla..

Tabirini dahi kullanmışlardır.

Bu manada bir mısra:

Kaybol sen, ordadır ayniyle visal..

Bu İstılah, Hazret-i Nasirüddin Hace Ubeydüllah Ahrar'a mahsustur. Bu istilâh ile, geçmişteki meşayihten hiç biri konuşmamıştır. Yani: Bu silsileden..

Bir mısra:

Güzelin yaptığı her şey güzeldir.

Şunlar dahi, onun kelimat-ı kudsiyesindendir:

— Dil kalbin aynasıdır. Kalb, ruhun aynasıdır. Ruh, hakikat-:

İnsaniyenin aynasıdır. Hakikat-ı insaniye dahi Sübhan Hakkın aynasıdır.

Hakikat-ı gaybiye, zat gaybinden; o kadar U2un mesafeyi kat ederek dile gelir. Orada lafız suretini kabul eder. Hakikatlara karşı istidadı olanların kulağına ulaşır.

Bir başka cümlesinde ise., şöyle anlattı:

— Bir müddet, bazı büyüklerin hizmetinde bulundum; bu arada bana iki şey in'am edildi:

a) Yazdığım her şey yenidir, eski değildir.

b) Her ne söylersem, makbul olur; merdud olmaz. Nitekim, bu kudsî cümlelerinden, onun yüksek şanı ve maarif

derecesinin üstünlüğü anlaşılır.

Yine anlaşılıyor ki: Bu cümleleri söylerken, kendisi arada yoktur. Yani: Bunların südurunda, onun bir dahli yoktur. Ancak, bunlar ondan in'ikâs yolu ile zuhura gelmiştir. Kendisinin, onlara bir aynalık etmekten başka vazifesi yoktur. Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır. Keza onun katındaki, yüksek derecesini ve kemal şanını..

Bir başka yerde, şu şürleri söylemiştir:

Bütün insanlar işte ashabım;
Zanlannca ama, hali kalbim..

Uzak değil sırrını eninimden;
Lâkin nasıl anlasın yakınınım?..

Bu Hakir, onun ilminin hakikatlerinden ve maarifinden, kusurlu anlayışına göre bir nebze bu mektubun sonunda yazacaktır.

***

Sübhan Hak, kemal-i inayeti ile, bir kimseyi cezbe husulünden ve bu cihetin tamama ermesinden sonra sülûk nimeti ile şerefyab ederse., mümkündür ki: O cezbe ile uzak mesafeleri kat ede.. Ki o mesafeleri, şu âyet-i kerimedeki mana olarak takdir etmişlerdir:

— «Melekler ruhla beraber ona öyle bir günde yükselirler ki, onun miktarı elli bin senedir.» (70/4)

Yani: Elli bin sene olarak takdir etmişlerdir. Bu âyet-i kerimede anlatılan, Hakkın inayeti ile az müddette kat edileceğine işarettir.

O kimse, bundan sonra, fenafillahın ve bekabillahın hakikatına ulaşır.

Sülûkün sonu, salikin seyr-i ilellahın nihayetine ulaşması iledir. Ki bundan:

— Mutlak fena..

Olarak anlatılır.

Bundan sonra cezbe makamı gelir ki, bunun için:

— Seyr-i fillah ve bekabillah..

Tabirini kullanırlar.

Seyr-i ilellah, salikin mazhan bulunduğu isme doğru seyrinden ibarettir. Seyrifillah ise., o isimde seyirden.

Her isim, namütenahi isimleri camidir. Onda olacak seyir dahi, aynı şeklide namütenahidir.

Bu Derviş'in bu makamda has marifeti vardır, inşaallah yalanda anlatacağız.

Üstte anlatılan (salikin mazhan olduğu) isim, uruc, mertebelerinde ayn-i sabitenin üstündedir. Zira ayn-ı sabite o ismin zilli ve ilmî suretidir.

Hususî olarak bir cemaat, Sübhan Hakkın fazlı ile, bu isimden uruc edip Allah-ü Taâlâ'nın dilediği kadar sonsuzlara terakki ederler.

Bir şiir;

Bundan ötesinin beyanı ince;
Gizlemek pek hoş, pek de güzel bence..

***

Sair erbab-ı sülûkten vasıl olanlara gelince., her nekadar onlarla ikinci cihette iştirakleri var ise de, fenafillah ve bekabillah ile taHakkuk etmiş durumda iseler de; lakin erbab-ı sülûkün riyazetlerle mücahedelerle kat edip de müntehasına vardığı mesafe uzun zamanlara bağlıdır. Ama, bu Silsile-i Aliyye'nin büyükleri onu şühud devleti, lezzeti ve maksudu bulma zevki ile az zamanda kat ederler; matlub kâbesine vâsıl olurlar. Bu vusulden sonra dahi onlar için, sonsuz terakkiler hâsıl olur.

Erbab-ı sülûkten müntehiler, bu anlatüan terakkiden ve yakınlıktan yana nasipleri azdır.

Eğer cezbe sülûkten önceye alınacak olur ise., bir mikdar mahbubiyet ister. Zira murad olunmadığı takdirde, kendisi için cezbe hâsıl olmaz. Şayet cezbeye uğrar ise., elbette en yakın olur.. Ve., kendisine ziyade yakınlık hâsıl olur.

Murad olan ile murad olmayan arasında fark çoktur.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

Bir şiir:

Maşukun aşkı gizlidir saklıdır;
Uşşakın aşkı davullu alaylıdır..

Ama ikincisi bedeni eritir;
Maşukun aşkı eti yağı artırır..

Burada şöyle bir şey sorulabilir:

— Sair silsilelerden dahi murad olanların, bu terakki ve yakınlık bulmakta onlara iştiraki vardır. Zira, cezbe, onların dahi sülukünden evveldir. İş böyle olduğuna göre, bu Tarikat-ı Aliyye'nin sair tarikatlar üzerine meziyeti nedir?. Hangi şey için ona:

— Akrab-ı Turuk.. (Yolların en yakını..)

Denmektedir.

Bunun için şu cevabı verebilirim:

— Sair tarikatlar, anlatılan mananın husulü için vaz edilmemiştir. Bu devlet, onların bazılarına bir raslantı olarak hâsıl olur. Ama, bu Tarikat-ı Aliyye anlatılan mananın husulü için vaz edilmiştir. Bu Silsile-i Aliyye'nin büyükleri tarafından anlatılan:

— Yaddaşt.. (Devamlı huzur..)

Lafzının manası cezbe ve sülûk olan iki cihetin taHakkukundan sonra tasavvur edilir. Onun için:

— Nihayet..

Itlak ediimesi ise., şühud ve huzur mertebelerinin nihayeti itibarına göredir. Amma, mutlak nihayet, çok çok ötelerin de ötesindedir. Üstte anlatılan manayı biraz tafsil edelim:

Şühud şunlarda olabilir: Suret aynasında, mana aynasında, yahut suretin ve mananın ötesinde.. Bu şühud için şöyle derler:

— Hicaptan arî.. (Yani: Perdelerden arınmış..) Bu hicaptan arınmış şühud için:

— Berki..

Tabirini kullanmışlardır. Yani: Bu şühud bir şimşek gibi olup aniden çakar; sonra yine perdelenir.

Anlatılan bu şühud, Allah'ın fazlı ile devam eder de, tamamı ile, hicapların darlığından çıkar ise., o zaman onun için şu tabir kullanılır:

— Yaddaşt..

Böyle bir şey, gaybeti olmayan huzurdur. Zira, bir şühud ki, devamı yoktur ve hicapta kalır; onun için hicapsızlık ve devam hâsıl olmaz, oun için:

— Yaddaşt..

İsmi verilemez..

***

Burada bir incelik var ki, onun dahi bilinmesi gerekir.

Her hangi bir vâsıl ki, onun rücuu yoktur; onun huzuru daimîdir. Lâkin bu nisbetin, onun külliyetine sereyanı şimşek gibidir. Ama cezbeleri, sülûklerinden önce gelen mahbublar böyle değildir. Bu sereyan onlarda daimidir. Onların külliyetleri sır hükmünü almıştır; sır ameli işlemektedir. Bu manada işaret, daha önce geçti. Bunların cesetleri narin hale gelmiştir; nitekim ruhları da öyledir. O kadar ki, batınları zahirleri, zahirleri dahi batınları olmuştur. Hiç şüphe edilmeye ki, anlatılan mana icabı olarak, onların huzurlarında gaybetin veri yoktur. Böylelikle de: bu nisbet, bütün nisbetlerin üstündedir. Ama her halde..

Bu ibare, onların kitaplarında ve risalelerinde yaygındır.

Nisbet, huzurdan ibarettir. Huzur mertebelerinin nihayeti ise., huzurun hicapsız ve daim olmasıdır.

Bu Tarikat-ı Aliyye meşayihi, bu nisbeti kendilerine mahsus kılmalarına gelince, o da şu itibarladır: Tarikatı, bu devletin husulü için vaz etmek..

Bu mana daha önce de geçti..

Şayet: bu devlet sair tarikat büyüklerinden bazılarına hâsıl olur ise., caizdir; hatta olduğu da vakidir.

Ehlûllahın ileri gelen büyüklerinden, Şeyh Ebu Said Ebülhayr bu huzurdan bir işaret izhar eylemiştir. Bunun tahkikini üstazından taleb edip şöyle sormuştur:

— Bu hadise devamlı olur mu?. Üstazı ona cevab olarak şöyle demiştir:

— Olmaz..

Şeyh sorusunu tekrarlamış; birinci cevabı almıştır. Sorusunu üçüncü defa tekrarlamış; üstazı cevabında şöyle demiştir:

— Eğer olursa nadir olur..

Bunun üzerine, Şeyh dönerek şöyle demiştir:

— Demek bu, şu nadirattan sayılır..

***

Yukarıda şöyle bir cümle kullanmıştım:

— Mutlak nihayet, ötelerin de ötesindedir.

Bunun beyanı şöyledir:

Bu huzurun taHakkukundan sonra uruc vaki olur ise., salik hayret dalgasına düşer.. Bu huzuru dahi, sair uruc mertebeleri gibi arkasına atar. Bu hayret için şu isim verilir:

— Hayret-i kübra..

Ama, büyüklere mahsustur. Nitekim, evliya kitaplarında bu mana vaki olmuştur. O büyüklerden biri, bu makamda şöyle bir şiir söylenmiştir:

Aşkın beni etti zir ü zeber;
Hal, hat ve zülfünden ne haber..

***

Bir başkası dahi şöyle bir şiir söylemiştir:

Üstündür aşk, hem küfürden hem dinden;
Keza hem sekten hem dahi yakinden..

Gördüm ki; küfürden bir parça;
Keza, din, şek ve yakin sahibinden..

Âlemi akılsız dolaşıp durdum;
Hiç görmedim bir şey küfürden dinden..

Her varlık sedd'oldu yolunda sana:
Oldu setçi Ye'cüc Me'cüc cinsinden..

***

Pek aziz zatlardan biri de şöyle bir şiir söylemiştir:

Evce doğru uçtular yürüdüler;
Sonunda eli cebi boş döndüler..

***

Bu hayretin husulünden sonra, marifet makamı gelir.

O kimdir ki, bu devletle müşerref olur?. O kimdir ki, hayret makamı olan küfr-ü hakikiden sonra hakikî imanla müşerref olur. Ayrıca o, bu imandır, muHakkiklerin matlubunun nihayeti. Davet makamıdır. ŞÜ âyet-i kerimenin manası uyarınca, seyyid'ül-mürseline kemal-i mütabaattır:

— «Allah'a davet ediyorum; (yani: Ediyoruz:) ben ve bana basiret üzere tabi olanlarla..-» (2/108)

Resulûllah S.A. efendimiz, duasında şöyle yalvararak Allah-ü Taâlâ'dan anlatılan imanı talep etmiştir:

— «Allahım. bana sadık iman ve sonunda küfür olmayan yakin ver.»

Hayret makamı olan küfr-ü hakikiden dahi Allah-ü Taâlâ'ya sığınmıştır:

— «Küfürden ve fakirlikten sana sığınırım.»

Bu mertebe, Hakkalyakin mertebelerinin nihayetidir. Burada ilim ve ayn birbirine hicab olamaz.

Bir şiir:

Mübarek olsun erbab-ı nimete erdikleri; Miskin aşıka yeter yudum yudum içtikleri..

***

Bilesin ki,

Allah-ü Taâlâ seni irşad eylesin.

Anlatılan aziz zatların cezbesi iki çeşittir:

a) Hazret-i Sıddık-ı Ekber'den ulaşmaktadır. Allah ondan razı olsun. Bu itibarla da, tarikatları ona bağlanır. Allah ondan razı olsun. Bu nevi cezbenin husulü için, o has yüze teveccüh etmek ge rekir; bütün mecvudatın kıyamı o has yüzledir. Ve., onda istihlâke varıp izmihlale uğramaktır.

b) Bu tarikatta, bu neviden cezbenin zuhur mebdei ise.. Hazret-i Hace Bahaeddin Nakşibend Hazretleridir. Bu nevi cezbe, maiyet-i zatiye yolundan hâsıl olmaktadır. Bu cezbe, Hazret-i Hace'den ilk halifesi Hace Alâaddin Attar'a ulaşmıştır. Kendisi, vaktinin irşad kutbu olduğundan, bu cezbenin husule gelmesi için bir tarikat vaz eylemiştir. Bu tarikat dahi halifeleri arasında:

— Alâî..

Olarak meşhurdur. Onların ibarelerinde, çoğu kez şu cümleye raslanır:

— Tarikatların en yakını, TARİKAT-I ALÂİYE olmaktadır.

Anlatılan bu cezbe yolunun aslı her nekadar Hace Nakşibend Hazretlerinden ise de; onun tahsili yolunu kurmak, Hace Alâaddin Attar Hz. ne mahsustur. Allah-ü Taâlâ, her ikisinin de sırlarının kudsiyetini artırsın.

Gerçek şu ki, bu tarikat bereketi çok olan bir tarikattır. Bunun azı dahi, sair tarikatların çoğundan daha yararlıdır.

Alâiyye ve Ahrariye meşayihi halifeleri, bu büyük devletle şerefyab olup hayli haz almışlardır. Talipleri dahi bu yoldan terbiye etmişlerdir.

Hace Ahrar bu büyük devlete, Mevlâna Yakub Çarhî yolu ile nail olmuştur. Allah-ü Taâlâ her ikisinden de razı olsun. Bu zat'dahi, Hace Alâaddin'in halifelerinden biridir.

Yukarıda da anlatıldığı üzere, birinci nevi cezbe, Hazret-i Sıddık-ı Ekber'e bağlanmıştır. Allah ondan razı olsun. Bu nevi cezbenin husulü için o kendi başına bir tarikat vaz etmiştir. îşbu tarikattan:

— VUKUF-Ü ADEDİ (1)

Olarak anlatılır.

***

Anlatılan cezbenin taHakkukundan sonraki sülûk: İki türlüdür; hatta daha çok türlüdür.

Bir nevi var ki, Hazret-i Sıddık maksuduna bu yoldan ulaşmıştır. Allah ondan razı olsun.

Hatemürrisalet Resul üllah efendimiz dahi, cezbe yerinden bu yola ulaşmıştır. Allah-ü Taâlâ, ona salât ve selâm eylesin.

Hazret-i Sıddık Resulûllah S.A. efendimizin de içinde bulunduğu kemali ahlâk ile mütahallik idi. O güzel ahlâk içinde fani olmuştu. Bunun için de Resulûllah S.A. efendimizin ashabı arasında bir hususiyet kazandı. Allah onların hepsinden razı olsun.. Bilhassa, bu Tarikat-ı Aliyye'nhı hususiyeti ile..

Ve., bu nisbet ki:

— Anlatılan cezbe ve sülûk..

Demek istiyorum. Şu anda, bütün hususiyeti ile İmam Cafer Sadık'a ulaşmıştır.

Bu İmam'ın anası, Hazret-i Sıddık'ın r.a. çocuklarındandır. Bunun için İmam, her iki itibarı nazara alarak şöyle demiştir:

— Ebu Bekir beni iki defa doğurdu.

İmam, muhterem babalarından dahi. ayrı bir nisbet aldığı için her iki tarafı da cami olmuştur. Bu cezbeyi onların sülûkü ile cem edip bu sülûk ile maksuda ulaştı.

Bu iki sülûk arasındaki fark şudur: Hazret-i İmam-ı Ali'nin sülûkü seyr-i afakî ile kat edilir. Hazret-i Sıddık'ın sülûkü ise., pek afaka taalluk etmez. Cezbe köşesinden bir yer açıp aradan maksuda vâsıl olmuşlardır.

Birinci sülûkte, maarifin tahsili vardır.

İkinci sülûkte ise., mahabbet ağır basar.

Hiç şüphe edilmeye ki, Hazret-i Ali ilim şehrinin kapısıdır. Hazret-i Sıddık ise.. Resulûllah S.A. efendimizin dostluğunu kabul etmiştir. Allah onlardan razı olsun.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurmuştur:

— «Eğer bir dost edinecek olsaydım, Ebu Bekir'i dost edinirdim.»

İmam Cafer-i Sadık binası mahabbet olan cezbeyi; menşei ilimler ve marifetler olan sülûk cihetini cem etmesi itibarı ile mahabbetten ve marifetten yana bol nasibe nail olmuştur.

Bundan sonra İmam, bu mürekkeb nisbeti, vedia olarak Sultan'-ül-Arifin'e bırakmıştır. (Yani: Bayezid-i Bistamî'ye..)

O, bu emanetin ağırlığını sırtına almıştır; ta ki onu: Tedricen ehline teslim ede.. Bu emaneti almadan evvel, onun teveccüh yüzü bir başka canibe çevrili idi; bu nisbetle de bir münasebeti yoktu.

Bundan başka, ona bu emanet yükünün verilmesinde çok çok hikmetler vardır.

Her nekadar onu taşıyanların nasibi ondan yana az ise de; o büyüklerin nurundan yana bol nasibi vardır. Meselâ: Sekir halinden bir parça gelir ki onda, Sultan'ül-Arifin'in nurlarından eserler vardır.

Anlatılan sekir hali. müptediyi maddeden alır; ona adem-i şuur getirir. Sonra da, bunu tedricen kapatır.

Sahiv (ayıklık) halinin ağır basması sonucu dahi. bütün sahiv mertebelerini camidir.

Üstte anlatılan manaya göre, zahirde sahiv. batında ise., sekir vardır.

Şu beyt, onların halini anlatmaktadır:

Kalbini sahibimize, bir yanı da zahire ver;
Cihanda zira az bulunur böylesine bir seyr..

***

Anlatılan nisbet, her büyükten nur alarak, ehline ulaşmıştır. Ehli olan bu zat dahi şudur: Arif-i Rabbani Hace Abdülhalik Gucdüvani.. Hacegan silsilesi halkasının başıdır. Allah-ü Taâlâ, onların hepsinin sırlarının kudsiyetini artırsın.

İşte o vakit, bu nisbet, tam bir yenilik almıştır; bu hali ile zuhur meydanında görünmüştür.

Sonradan, afakî sülûk canibi bu silsilede ondan sonra gizli kalmıştır. Bu cezbenin husulünden sonra, başka yollara sülûk etmeye başlamışlardır; uruc yolunu da onda bulmuşlardır.

Hace Bahaeddin Nakşibend zuhur âlemine geldikten sonra, bu nisbet ikinci kere zuhur eylemiştir. Hem de o cezbe ve o afaki sülûk ile.. Bu iki cihet de, marifetin ve mahabbetin kemalini cami olmuştur.

Bir kısım olan cezbe varlığı ile beraber, diğer kısım da ihsan edilir. Daha önce de anlatıldığı gibi, bu durum maiyet yolu ile gelmektedir.

Yerine geçen zata dahi, onun kemalâtından, bolca nasib hâsıl olmuştur. Bu cümle ile: Hace Alaül-Hakk ved'din'i kasd ediyorum. Her iki cezbe ve sülûk ile teşerrüf etmiştir. Böylece, irşad kutbiyeti makamına ulaşmıştır.

Aynı şekilde Muhammed Parisa dahi, onun kemalâtından bol hazza nail olmuştur. Hatta, Hazret-i Hace hayatının sonunda, onun Hakkında şöyle demiştir:

— Bana bakmak isteyen, Muhammed'e baksın.

Bundan başka, ondan nakledildiğine göre, şöyle demiştir:

— Bahaeddin'in vücudundan maksad, Muhammed'in vücududur.

Hace Parisa'da üstte anlatılan nisbet olmasına rağmen, Hace Arif Kerani dahi, ömrünün sonunda kendisine ferdiyet nisbetini ihsan eylemiştir. İşbu nisbet dahi, onu şeyhlik etmekten ve talebe yetiştirmekten almıştır. Halbuki, kendisi kemalde ve tekmilde yüksek derece sahibi idi. Hazret-i Hace onun bu şanında şöyle buyurdu:

— Eğer müridleri yetiştirecek olsaydı; âlem nurla dolardı.

Mevlânâ Arif anlatılan nisbeti, hanımının babası Bahaeddin'den almıştır. Yani: Ferdiyet nisbetini..

***

Bilinmesi yerinde olur ki, ferdiyet yüzü tamamı ile Sübhan Hakka dönüktür. Bunun, meşihat, tekmil ve halkı davet ile bir alâkası yoktur.

Bu nisbet ile, halkı davet ve onları tekmil makamı olan irşad kutbiyeti biraraya geldiği zaman bakılmalı: Eğer ferdiyet nisbeti ağır basar ise., bu duruma göre, irşad ve tekmil zaif ve mağluptur.

Eğer anlatıldığı gibi değil ise., bu iki nisbetin sahibi itidal haddi üzeredir; zahiri halk ile, batını dahi Yüce Mukaddes Hak iledir. Hem de bütünü ile.. Halkı davet makamında en yüksek derece, bu iki nisbet sahibinindir.

Her nekadar irşad kutbiyeti, halkı davette yeterli ise de. lâkin o büyüklerin bu makamda ayrı mertebeleri vardır. Bunların nazarları, kalb marazlarına şifadır. Onların sohbetleri dahi, hoş olmayan huyları def eder.

Seyyid'üt-taife Cüneyd-i Bağdadî bu devletle saadete erip bu makamla müşerref olmuştur. Kendisi için kutbiyet nisbeti şeyhi Sırrı-ı Sakati'den hâsıl olup ferdiyet nisbeti dani Şeyh Muhammed Kassab'dan gelmiştir. Onun kudsî cümleleri arasında şu vardır:

— İnsanlar sanır ki, ben Sırri'nin müridiyim; halbuki ben Muhammed Kassab'ın müridiyim.

Bu cümlesi ile ferdiyet nisbetini üstün tutup kutbiyet nisbetini unuttu ve bunun yanında onu yok gördü.

Hace Nakşibendi Hz. nin halifelerinden sonra, bu Taife-i Aliyye'nin kandili Hazret-i Hace Ubeydüllah Ahrar olmuştur. Allah-ü Taâlâ sırrının kudsiyetini artırsın.

Hacegân cezbesini itmam ettikten sonra, seyri isme ulaştırdı. İsme duhul etmeden evvel, onda kendisine istihlâk ve fena hâsıl oldu. Sonra cezbe yerine döndü; bu cihette dahi kendisine istihlâk ve izmihlal has manada hâsıl oldu. Bu cihette, bekayı dahi avnı şekilde buldu.

Hülâsa: Bu cihette, kendisinin büyük bir şanı vardı. Kendisine müyesser olan fenadan ve bekadan ne varsa, hepsi bu makamda müyesser oldu. İsterse, ilimlerde, vasıtaların başka olması sebebi ile bir değişiklik olsun.

O değişiklerden biri tevhid-i vücudun isbatı ve ademidir.

Anlatılan tevhide münasip işlerin isbatı dahi bu değişiklik arasındadır. Meselâ: İhata, sereyan, maiyyet-i zat, kesretin tamamen gizlenmesi ile kesrette vahdet şühudu gibi.. Bu gizlilik o dereceye varır ki:

— Ben.. (Ene..)

Kelimesi, asla salike dönmez. Bunlara benzeyen daha başka şeyler dahi vardır. Ama, bunlar, mutlak fenadan sonra, beka üzerine terettüb eden ilimlerin hilâfınadır. Zira bu mutlak fenadan sonra, beka üzerine terettüb eden ilimler, hakikat olarak şeriat ilimlerine mutabıktır. Kaçamak aramaya ve zorlamaya muhtaç değillerdir. Keza sual cevaba da muhtaç değildir.

Hülâsa., beka cihetindeki cezbe, hangi cezbe olursa olsun; saliki sekir halinden çıkaramaz; ayıklığa atamaz. Bu mana icabı olarak:

— Ene.. (Ben..)

Kelimesi, beka vücudu ile baki olan salike dönemez. Hatta ona bir işaret dahi olamaz. Çünkü, cezbede mahabbetin ağır basması varılır. Mahabbetin ağır basması ise., sekrz icab ettirir. Şekillerin hiç biri ile ondan ayrılmaz. Bu münasebetle onun ilimleri dahi sekir ile karışıktır. Yani: Maarif-i sekriyedir. Meselâ: Vahdet-i vücud kavli gibi.. Zira, onun binası sekir üzerinedir; bir de mahabbetin ağır basması.. O kadar ki: Sevenin nazarında mahbubdan gayri kalmaz. Dolayısı ile, onun gayrının nefyine hükmeder. Şayet, sekirden çıkar ayıklığa gelir ise., mahbubun şühudu, onun masivasını müşahedesine mani olmaz. Vahdet-i vücud hükmünü de vermez.

Mutlak fenadan ve sülûkün nihayetinden sonra bekaya gelince.. bunun menşei, ayıklık ve marifetin mebdeidir. O yerde, sekrin medhali yoktur. Fena haletinde iken, salikten kaybolanlar, bütünüyle geri döner. Amma, asalet boyasına boyanmak sureti ile.. Bunun manası dahi: Bekabillah'tır. Zaruri olarak, burada sekrin mecali yoktur. Yani: Beka erbabının ilimlerinde.. Dolayısı ile, bunların ilimleri, peygamberlerin ilimlerine mutabık olur. Onlara salât ve selâm olsun.

***

Pek aziz zatların birinden şöyle dinledim:

— Hace Ahrar Hazretlerine, ana tarafı babaları ve dedelerinden hâsıl olan bir nisbet vardır. Zira onlar, garib hallerin ve kuvvetli cezbelerin sahibi kimseler idi..

Hace Ahrar Hazretleri için, on iki kutup makamından dahi bol nasip vardır. Ki dinin teyidi onlara bağlıdır. Mahabbette onların büyük şanları vardır. Böylelikle de, onun için,. şeriatın teyidi ve dinin yardımı hâsıl olmuştur.

Bu zatın hallerinden, yukarıda bir parça anlatıldı.

***

Şu dahi taHakkuk itmiştir ki, bu büyüklerin tarikatının ihyası, o aziz zatların edeplerinin yayılması Ahrar Hazretlerinden sonra., bilhassa Hindistan ülkelerinde, ki onların kemalâtından mahrum idiler.. Maden-i îrşad, Menba-ı Maarif, Müeyyid'üd-din'ir-razi Mevlâna Mu-hammed Bakibillah'ın zuhuru ile olmuştur. Allah-ü Taâlâ ona selâmet ihsan eylesin.

Bu zatın kemalâtından dahi bir mikdar anlatmak istedim.
Lâkin, bu babda rızası anlaşılmadığından, öyle bir cür'eti bıraktım.

***

(1) VUKUF-u ADEDÎ: Bu cümlenin geniş manası, daha önce tercümesini yaptığımız ADAB risalesindedir.
(Fatih Gençlik Vakfı Matbaa İşletmesi, YSH - 1976 İstanbul baskısı, sayfa 271).
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 289. Mektup

MEVZUU : Kaza ve kader sırlan ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mevlâna Bedreddin'e yazmıştır.

Rahman Rahim Allah'ın adı ile..

Allah'a hamd olsun. O, öyle Yüce Zat'tır ki, kaza ve kader sırrını kullarından havas zümreye açtı. Doğru ve adil yoldan sapma mümkün olduğundan ötürü, avamdan dahi sakladı.

Hüccet-i baliğa kendisi ile ikmal edilen zata salât ve selâm. Keza onun gelişi ile, helake düşen asilerin özürleri dahi kesilmiştir. Keza, onun berere ve etkıya ashabına da.. Ki onlar, kadere iman edip kazaya razı olmuşlardır.

***

Kaza ve kader, kendisinde şaşırtıcı işlerin çok olduğu meselelerdendir. Bunlara nazar edenlerin pek çoğunda, batıl olan vehim ve hayal pek ağır basar. Bu manadan ötürü, bazıları, kulların isteyerek yaptığı işlerde, sırf cebir olduğuna kail olmuşlardır. Bazıları dahi, bu işin Sübhan Allah'a verilmesini nefyetmiştir.

Anlatılanlardan bir başka taife ise., itikadda orta yolu tutmuştur. Ki bu: Sırat-ı müstakim ve sağlam yoldur. Bu yolu bulmaya da, fırka-i naciye muvaffak olmuştur. Ki bunlar, ehl-i sünnet vel-cemaattır. Allah onlardan, seleflerinden ve haleflerinden razı olsun. Bunlar, ifratı ve tefriti terk edip orta ve ara yolu tercih etmişlerdir.

Yukarıda anlatılan manadan olarak, İmam-ı Azam ile İmam-ı Cafer-i Sadık arasında şöyle geçti., İmam-ı Azam sordu:

— Ey Resulûllah torunu, Allah-ü Taâlâ, işi kullarına bırakmış mıdır?.

İmam-ı Cafer-i Sadık şöyle cevap verdi:

— Allah-ü Taâlâ, rübubiyeti kullara bırakmak şanında çok çok yücelik sahibidir.

İmam-ı Azam sordu:

— Onları bu işe zorlamış mıdır?.

İmam-ı Cafer-i Sadık şöyle cevap verdi:

— Haşa ki, Allah-ü Taâlâ, onları bu işe zorlaya sonra da, kendilerine azab ede..

İmam-ı Azam sordu:

— O halde bu durum nasıl oluyor?.

İmam-ı Cafer-i Sadık şöyle cevap verdi:

— İkisinin arası, ikisinin arası.. Ne cebir vardır; ne de işi kullara bırakmak.. Ne zorlamak vardır; ne de işi onlara havale etmek..

Ehl-i sünnet şöyle dedi:

— Kulların kendi arzuları ile yaptıkları fiiller, halk ve icad cihetinden Allah-ü Taâlâ'nın kaderidir. Bunda kulların takdiri bir başka taaluk cihetinden gelir ki, bunun için:

— İktisab..

Tabir edilir.

Kulun hareketi, Yüce Allah'ın takdirine nisbet edildiği zaman, onun adı:

— Halk.. (Yaratılan)

Demeğe gelir. Kulun kendi kudretine nisbet edildiği zaman ise.. onun adı:

— Kesb. (Yani: Çalışarak yapılıp elde edilen..)

Demeğe gelir. Ama, Eş'arî bu manada ayn bir görüşe sahiptir. Zira onlar şu manaya zahib olmuşlardır:

— Kulların fillerinde asla ihtiyarın (bir mapaya: Tercihin veya seçimin) medhali yoktur. Şu var ki, Sübhan Allah, onların ihtiyarı akabinde eşyayı icad eder. Yani: Âdetin cari olduğu biçimde.. Zira, onda hadis kudretin tesiri yoktur.

Bu mezheb, cebre maildir; bunun için de ona:

— Cebr-i mutavassıt. (Yani: Orta cebir.)

İsmi verildi.

Üstad Ebu İshak îsfirainî ise., fiilin aslına hadis kudretin tesiri olduğuna ve fiilin husulü dahi, bu iki kudretin mecmuundan husule geldiğine kail olup iki müessirin bir eserde, muhtelif cihetlerden bir araya gelmelerine cevaz verdi.

Kazi Ebu Bekir Bakılanı ise., fiilin aslına, hadis kudretin müessir olduğuna kail oldu. Şunun için ki: Fiile taat ve masiyet gibi vasıflar verile..

Bu Abd-i Zaif katında dahi durum şudur: Hadis kudretin, bir fiilin aslına ve vasfına tesiri vardır. Yani: İkisine birden tesir eder Çünkü: Vasıfta tesir edişin, asılda tesir etmeyişin manası yoktur.

Kaldı ki, vasıf, aslın teferruat eseridir. Lâkin o: Fiilin aslına tesir için, zaid bir tesire muhtaçtır. Zira, vasfın varlığı dahi, aslın varlığına zaiddir. Eş'arirye ağır gelse de, tesire kail olmakta bir mahzur yoktur. Çünkü, kudretteki tesir dahi Allah-ü Taâlâ'nın icadıdır. Nitekim, kudretin kendisi dahi Allah-ü Taâlâ'nın icadıdır. Halbuki kudretin tesirine kail olmak, doğruya en yakın o'andır.

Eş'arî mezhebi hakikatta cebir dairesine dahildir. Zira ona göre, bir ihtiyar hakikaten yoktur ve ona göre hadis kudretin dahi tesiri asla yoktur.

Ancak şu kadar var ki: Cebriye'ye göre, fiil faile bağlanmaz: Ama hakikî manada.. Belki mecazen bağlanabilir. Ama, Eş'arî katında fiil hakikaten faile bağlanır; isterse hakikatte onun bir ihtiyarı sabit olmasın. Çünkü: Fiil, kulun kudretine hakikat olarak bağlanmaktadır; umumi manada olsa dahi kudretin müessir olması bu manayı değiştirmez: ki bu: Eş'arî dışında ehl-i sünnetten olanların mezhebidir. İsterse o sırf bir dayanak olsun; bu dahi onun kendi mezhebidir.

İşte, ehl-i hak mezhebi, ehl-i batıl mezhebinden burada ayrılır.

Fiili failden hakikatta nefyedip mecazen ona isbat etmek katıksız küfürdür. Nitekim bu durum Cebriyede vardır. Kabul edilmesi zaruri olanı inkârdır.

Temhid, adlı eserin yazarı anlattığına göre. Cebriye'den şöyle diyenler vardır:

— Fiil, zahirde mecaz olarak, kuldan gelir; ama hakikatte onun bir gücü yoktur. Kul, bir ağaç gibidir, rüzgâr onu oynatırsa oynar.

Kul dahi ağaç gibi mecburdur.

Bu küfürdür; bir kimse böyle itikad ederse kâfir olur. Bundan başka, Cebriye'den şöyle diyenleri de anlattı:

— Hakikatta kullar için fiiller yoktur; ne hayır olarak ne de şer.. Kulun yaptığı fiilin faili Sübhan Allah'tır.

Onların bu sözleri dahi küfürdür.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

— Fiillerde kulun kudret tesiri hakikatta olmadığına göre, hakikat olarak, Eş'arî katında fiillerin kula nisbet edilmesinin manası nedir?.

Bunun için derim ki:

— Her nekadar kudretin fiillerde tesiri yok ise de; ancak Sübhan Allah onu fiillerin vücuduna medar eylemiştir. Şöyle ki; kullar fiillere kudretlerini ve ihtiyarlarını sarf etmelerini takiben, Allah-ü Taâlâ, âdetin cari olduğu yoldan fiilleri yaratır. Sanki kudret, fiillerini vücudu için, adeta bir sebeptir. Böylece, âdet yerini bulsun diye, fiillerin sudurunda, kudretin dahil olmuş olur. Zira, o olmadan âdet yerini bulmaz. İsterse, onun fiillerde tesiri olmasın; anlatılan âdet olan sebeb dolayısı ile, fiilleri kullara hakikat olarak bağlanır.

İşte, Eş'arî mezhebi için, nihayet tashih budur. Bundan başka edilen kelâm, teemmül mahallidir.

Bilesin ki,

Ehl-i sünnet vel-cemaat kadere iman etmişlerdir. Kader: Hayrı, şerri, acısı ve tatlısı ile Sübhan Allah'tandır. Kaderin manası şudur: İhdas ve icad.. Malum olduğu üzere Muhdis ve Mucid olan Allah-ü Taâlâ'dır.

Bu manada bir âyet-i kerime meali:

— «Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Ona ibadetidiniz.» (6/102)

Mutezile ve Kaderiye, kaza ve kaderi inkâr etmişlerdir. Sanmışlardır ki: Kulların fiilleri, yalnız kulun kudreti ile hâsıl olmaktadır. Bunun için de şöyle dediler:

— Eğer Allah-ü Taâlâ, bir kaza eder; sonra da onun üzerine azab ederse., bu Allah-ü Taâlâ'dan gelen bir zulüm olur.

Bu söz, onlardan gelen bir cehaletten ötürüdür. Zira kaza; kuldan kudreti ve ihtiyan almamaktadır. Kaldı ki o şöyle kaza etmiştir: Kul o işi, kendi ihtiyarı ile yapar veya terk eder..

Netice söz şu ki: O ki ihtiyarı icab ettirir; ihtiyarı taHakkuk ettiren de odur; onu münafi duruma getirmez.

Onların görüşü, Yüce Yaratıcı'nın fiillerini geçersiz duruma getirmektedir.

Çünkü: Kazaya nazaran, Yüce Hakkın fiili ya vaciptir; yahut mümteni.. Onun kazası, eğer varlığa taalluk ederse, vacib olur; yokluğa taalluk ettiği takdirde mümteni olur.

Eğer ihtiyarla yapılan fiilin vücubu, ihtiyan münafi olsa, o zaman. Yüce Yaratıcı muhtar olamaz; bu dahi küfürdür.

Şu mana gizli değildir ki: Kulun kendi fiillerini yapmakta kudret istiklaline kail olmak; hem de, tam manası ile zaafı bulunduğu halde, tam bir anlayışsızlık ve sefihlik menseldir.

Anlatılan mana icabıdır ki: Maveraünnehir uleması, bu meselede onların sapıtmış oldukları üzerinde şiddetle durdular. Hatta dediler ki:

— Mecusîler, bunlardan daha iyidir; hiç olmazsa onlar bir şerik isbat ederler.. Mutezile ise., o kadar şerik isbat eyledi ki; sayılması zor..

***

Cebriye'ye gelince., bunlar da sandı ki: Asla kulun bir fiili yoktur. Onun harekâtı, cemadat menzilesindedir. Ki onların asla bir kudreti yoktur; keza ihtiyarı da..

Yine bunlar sandılar ki: Kullar hayır sevabı alamazlar; serden dolayı da ceza göremezler. Kâfirler ve asiler dahi mazurdurlar: sorumlu değillerdir. Çünkü: Fiillerin hepsi Allah'tandır. Kul ise., bu manada fiili yapmaya mecburdur.

Anlatıldığı manada bir görüş dahi küfürdür.

Bunlar, o mürcie mel'unlarıdır ki, şöyle derler:

— Masiyet, asiye zarar vermez; dolayısı ile azaba uğramaz Resulûllah S.A. efendimiz, bu manada şöyle buyurdu:

— «Mürcie, yetmiş peygamberin dili ile lanete uğramıştır.»

Bunların mezhebi dahi batıldır; hem de zarurî bir şekilde . Şunun için ki: Tutma hareketi ile titreşim hareketi arasındaki fark zahirdir. (Meselâ: Bir robot hareketi ile insan hareketi arasındaki fark..)

Şunu kesin olarak biliriz ki: Üstte anlatılan hareketlerin birincisi ihtiyari olup ikincisi değildir. Kat'i esaslar dahi bu mezhebi nefyetmektedirler.

Bu manada, şu âyet-i kerimeler kesin delillerdir:

— «Yapmış olduklarına cezadır.» (37/17)

— «İsteyen iman etsin: isteyen kâfir olsun.» (18/29)

Bunlardan başka âyetler de vardır.

***

Bilesin ki,

İnsanlardan pek çoğunun himmetleri zayıftır; niyetleri dahi kusurludur. Bunun için de, özür yolu ve sorumluluğun kendilerinden kalkmasını taleb ederler. Dolayısı ile Eş'ari mezhebine meylederler; hatta Cebrî mezhebine..

Bazan şöyle derler:

— Hakikî manada kulun ihtiyarı yoktur: fiilin ona nisbet edilmesi mecazîdir.

Bazan da şöyle derler:

— İhtiyarın zaafı vardır; zorlamayı gerektirir. (Yani: Cebri.)

Bununla kalmaz; sofiyenin de şöyle dediklerini işitirler:

— Fail bir olup o dahi Allah'tır. Fiillerde kulun kudret tesiri yoktur. Onun hareketi, cemadatın hareketleri gibidir. Hatta, kulun kendisi, zat ve vasıf olarak, şu âyet-i kerimedeki mana gibidir:

— «... engin çöllerdeki serap gibidir. Susuz, onu su sanır. Oraya vardığı zaman da, bir şey bulamaz. Yanında Allah'ı bulmuştur.» (24/39)

Bu kelâm benzerleri, onların sözde, fiillerde müdahenesini ve gevşekliğini artırır.

***

Bu bahiste bizim de diyeceğimiz vardır. İşin hakikatini en iyi bilen Allah'tır. Şöyle ki:

Eğer Eş'ari mezhebinde olduğu gibi, hakikatte ihtiyar kul için sabit olmasaydı; Allah-ü Taâlâ, zulmü kullara bağlamazdı. Zira, o manada onların ihtiyarı olmadığı gibi, kudretlerinin de tesiri yoktur. Ancak, bu onun katında bir dayanaktır. Kaldı ki, Allah-ü Taâlâ. Kur'an-ı Mecid'inde zulmü onlara bağladı. Halbuki, tesir olmadan, mücerred bir dayanak için umumi manada alınsa dahi onlara zulmü icab ettirmez.

Evet.. Allah-ü Taâlâ'nın kullarına elem ve azab etmesi, kullardan gelen bir ihtiyar sabit olmadan olmaktadır. Ve bu: Onlar için asla bir zulüm değildir. Zira, Sübhan Hak, mutlak surette maliktir; istediği gibi mülkünde tasarruf eder. Ama kullara zulüm nisbeti, onlar için ihtiyarın sübut bulmasındandır. Bu nisbette mecaz ihtimali ise., düşünülenin aksinedir; zaruret olmadan böyle bir şey irtikâb edilemez.

İhtiyarın zayıf olması kavline gelelim.. Bu şöyle düşünülebilir:

a) Yüce Allah'ın ihtiyarına nisbetle zayıf olduğu murad edilebilir. Bu durum, kabul edilir ve bunda niza yoktur; hem de sınırsız.

b) Fiillerin südurunda müstakil olmadığı manasında bir zaal olabilir ki; bu dahi kabul edilebilir.

c) Amma, fiillerde ihtiyar medhaliyeti olmadığı manasında bir zaaf düşünülür ise., olmaz.. Bu dahi meselenin ilki ölüp bu men'in senedi tafsilatı ile geçti.

Bilinmesi gerekir ki: Allah-ü Taâlâ, kullarına takatlan ve taata karşı güçleri kadar teklif yapmıştır. Halkının zaafı dolayısı ile onlara olan teklifini hafif tutmuştur.

Bu manadan olarak. Allah-ü Tebareke ve Taâlâ şöyle buyurdu:

— «Allah, (ağır teklifleri) size hafifletmek ister; insan zaif yaratılmıştır.» (4/27)

Sübhan Allah, Hakim, Rauf, Rahim'dir. Rahmet, re'fet, hikmetle beraber kulun gücü yetmeyeceğini teklif etmek yakışmaz. Kulun, gücünün yetmeyeceği büyük kayayı kaldırmayı kuluna teklif etmez. Elbette ona kolay olanı teklif eder. Misal olarak, namazı ele alalım.

Ki bu: Kıyam, rükû, sücud ve kolaya gelen kıraati müştemildir. Bütün bunlar kolaydır; hem de son derece..

Meselâ, oruç dahi, aynı şekilde son derece kolaydır.

Zekât dahi öyle kolaydır. Malın kırkta birinin verilmesini takdir etmiştir. Malın hepsini veya yarısını takdir' etmemiştir. Ta ki: Kula ağırlık olmaya..

Yine o, re'fetinin kemalindendir ki, aslını yapmak zor olduğu takdirde onun yerine geçen başka bir şey emretmiştir. Şöyle ki:

Abdestin yerine teyemmümü geçerli kılmıştır.

Ayakta namaz kılmaya güç yetiremeyen için, oturarak namaz kılmak dahi aynı hükme dayanır. Oturduğu yerde namaz kılamayanın dahi, yan yatarak kılmasına müsaade edilmiştir. Rükûa ve secdeye güçleri yetmeyenler ise., ima edebilirler.

Bunlardan başka, şer'i hükümlerde daha pek çok kolaylık vardır. Ki bunlar: İbret nazarı ile bakanlara gizli değildir. İbret ve insafla bakıldığı zaman btünün şer'i tekliflerin son derece kolay ve sühuletli olduğu görülür. Yine aynı açıdan bakan, teklif safhalarında; Sübhan Hakkın kullarına kemaliyle rahmetini mütalaa eder. Anlatılan tekliflerin, hafif geldiğini doğrulayan bir mana: Emredilen vazifeler için, avamın daha artırılması için temennisidir. Şöyle ki:

Onlardan bazıları, farz orucun daha ziyade olmasını temenni eder.

Onlardan bazıları, farz olan namazların daha ziyade olmasını ister.

Bu kıyaslar devam ettirilebilir.

İşbu temenniler, ancak, ibadetlerin kemaliyle hafif olduğunu gösterir.

Hükümlerin edasında kolaylık bulamamak; ancak nefsanî zulmetlerin varlığına, Sübhan Allah'a düşmanlığa saplanan nefs-i emmare hevasından neş'et eden tabiat zorluklarına mebnidir.

Anlatılan manalar üzerine, Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu:

— «Kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi.» (42/13)

— «..O, elbette ağır bir şeydir; ama huşuu olanlar müstesna..» (2/45)

Hükümlerin edasında; zahirî maraz, zorluğu icab ettirdiği gibi; batini maraz dahi aynı şekilde zorluğu doğurur.

Şer-i Şerif, nefs-i emmarenin âdetlerini ve onun boş arzularını iptal için gelmiştir. Zira, nefsin arzusu ve şeriata tabi olmak, birbirini nakzeder. Hiç şüphe edilmeye ki; Bir zorluk varsa, bu nefsanî hevanın varlığına delil sayılır. Nefsanî nevanın varlığı kadar, zorluk vardır. Eğer nefsanî heva zail olur ise., zorluk da tamamen ortadan kalkar.

***

Gelelim, ihtiyarın nefyi ve zaafı zımnında söylenen sofiyenin kelâmına..

Bilesin ki,

Eğer onlarm kelâmı, şer'î hükümlere mutabık değil ise., asla itibarı yoktur. Hüccet bilinip uyulmak nasü olur?. Asıl hüccet bilinip uyulmaya uygun olan, ulemanın kavlidir. Yani: Ehl-i sünnetten olan ulemanın.. Sofiyenin kelâmından, bunların görüşüne uygun düşen olursa., o makbul sayılır; ama onlara muhalif düşenler hiç kabul edilmez.

Bu arada şunu da deriz ki:

— Halleri istikamet üzere olan sofiye, şeriatı kıl kadar olsa dahi asla aşmazlar; ne hallerde, ne amellerde, ne sözlerde, ne ilimlerde ne de maarifte.. Şunu bilirler ki: Şeriata aykırı bir şey, haldeki hastalıktan ve ondaki karışıklıktan meydana gelir. Eğer hal doğru olsaydı; hak şeriata muhalif düşmezdi.

Hülâsa: Şeriata aykırı olan, zındıklığa delil ve ilhada alâmettir.

Bu babda netice söz şudur ki: Halin galebesinde, vaktin sekrinde keşiften naşi, sofiyeden şeriata aykırı bir kelâm gelirse., o bu durumda mazur sayılır.

Sağlam olmayan keşif, uyulmaya da yaramaz.

O gibi söz edenin kelâmı, başka bir manaya hamledilmeli ve zahirinden alınmalıdır. Zira, sarhoşların kelâmı, zahirinden alınır; başka manaya hamledilir.

***

İşbu makamdan bana müyesser olan bunlardır; Sübhan Allah'ın yardımı ve ihsan buyurduğu başarı ile..

Allah'a hamd olsun; seçmiş olduğu kullarına selâm..
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 288. Mektup

MEVZUU : Aşura, beraet ve bunlardan başka nafile namazların cemaatle kılınmasını men etmeye dairdir.

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Seyyib Muhibbillah Mankpuri'ye yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun ki, bizi resullerin efendisine tabi olma şerefine erdirdi; dinde bid'atları işlemekten bizi korudu.

Dalâlet binasını yıkan, hidayet bayraklarını yükselten zata salât ve selâm olsun. Keza, onun ebrar âline ve ahyar ashabına da..

***

Bilinmesi yerinde olan bir durum var ki, şudur:

Bu zamanda, havastan ve avamdan insanların pek çoğu, nafile namazların edasına ihtimam gösterirler. Lâkin onlar, farz namazların edasında gevşek davranırlar; onun sünnetine ve müstahablarına riayet etmezler. Ancak, pek az kimseler müstesna..

Onlar, nafile namazları değerli bilmekle beraber, farz namazları küçük ve düşük görmektedirler.

Farz namazları, pek az olarak, müstahab vakitlerinde eda ederler. İlk tekbiri cemaatle imama uyarak almaya ihtimam göstermezler. Hatta, cemaatle namazın kaçırılmasına dahi önem vermezler. Ancak, sırf farz namazı, tembellik ve gevşeklikle kılmayı dahi bir ganimet sayarlar. Ama nafile namazları, kemaliyle ihtimam göstererek, tam bir cemaatle eda ederler. Meselâ: Aşura, beraet, receb ayının yirmi yedinci gecesinin namazını sayabiliriz. Bir de receb ayının ilk cuma gecesi ki, bunun adına:

— Leyle-i reğaib..

Derler.. Bu yaptıklarım da hasen ve müstahsen görürler. Ama bilmezler ki o: Şeytanin tesvilâtından olup seyyiatı hasenat suretinde göstermektedir.

Şeyh'ül - îslâm Mevlâna Usameddin Herevî Vikaye şerhi haşiyesinde şöyle dedi:

— Nafile namazı cemaatle kılmak, farzları dahi cemaatle kılmayı terk etmek, Şeytan'ın tesvilâtındandır.

Şunun bilinmesi gerekir ki; nafile namazı cemaatle kılmak, mezmum ve mekruh bid'atler arasındadır. Bu manada, Hatem'ür - risalet Resulûllah S.A. efendimiz, şöyle buyurdu:

— «Bir kimse, dinimizde olmayan yeni bir şey ihdas ederse o merduddur.»

Bilesin ki,

Nafile namazları cemaatle kılmak, bazı fıkhı rivayetlerde mutlaka mekruhtur. Bazı rivayetlerde ise., bu mekruh olma durumu çağırma ve cemiyet olma şartına bağlanmıştır. Bu ikinci şarta göre, iki kişi ile bir davet vaki olmadan mescidin bir köşesinde kılınırsa caizdir. Üç kişi olmasında meşayihin değişik görüşü vardır. Dört kişi ile kılmak, bazı rivayette ittifakla mekruhtur. Bazı rivayette ise, en sahihi mekruh olduğudur.

Siraciye fetvasında: Teravih ve güneş tutulması namazı hariç olmak üzere, nafile namazı cemaatle kılmayı mekruh saydı.

Fetava-i Gıyasiye'de ise.. Şeyh'ül-İslâm Serahsî Rh. şöyle dedi:

— Ramazanın haricinde nafile namazı cemaatle kılmak ancak şu şekilde mekruh olur:

a) Bir davet vaki olursa..

b) Amma, bir veya iki kişi iktida ederse mekruh olmaz.

c) Üç kişinin iktidasında ihtilâf vardır.

d) Dört kişilik bir cemaatle kılınmasında ihtilafsız kerahet vardır.

Hülâsa'da şöyle anlatıldı:

— Nafile namazı cemaatle kılmak, çağırma yolu ile olursa mekruh olur. Ama ezansız, kametsiz olarak mescidin bir köşesinde kılarlarsa mekruh olmaz.

Şems'ül-eimetü Halevani şöyle dedi:

— Nafile namazı cemaatle kılmakta, imamdan başka üç kişi olursa., ittifakla mekruh olmaz Dört kişide ihtilâf vardır; ama sahih olan mekruh olduğudur.

Fetava-i Şafiiyede şöyle anlatıldı:

— Ramazan ayı müstesna nafile namazı cemaatle kılmak mekruhtur. Bunun mekruh olması tedai (çağırma) şartlıdır. Yani: Ezanla kametle.. Ama çağırma olmadan, bir iki kişi iktida ederse., ama çağırma olmadan, mekruh olmaz. Ama üç kişi iktida ederse., meşayihin Rh. ihtilâfı vardır. Allah onlara rahmet eylesin. Ama, dört kişf iktida ederse., ittifakla mekruh olmaktadır.

Bu misillu rivayetler çok olup fıkıh kitapları onlarla doludur.

Şayet nafile namazın cemaatle kılınmasına mutlak olarak cevaz veren ve aded zikri için sükût geçen bir rivayet bulursan; onu bir başka rivayette vaki olan mukayyed duruma hamletmelisin. Mutlak mukayyed murad edilmiş olabilir; cevaz dahi, ikiye ve üçe inhisar ettirilmelidir.

Hanefî âlimleri, mutlakı ıtlak edildiği şeye usulde alıp mukayyede hamletmezler ise de; lâkin onlar, mutlak hamlini rivayetlerde mukayyed üzerine caiz görürler; hatta bunu lâzım sayarlar. Farz-ı muhal tariki ile anlatıldığı gibi hamledilmez de, mutlak olarak iş icra edilirse o zaman, bu mutlak mukayyed üzerine muanz düşer. Küvetin müsavi olduğunu kabul edemeyiz; çünkü kuvvette müsavat memnudur.

Çünkü: Kerahet rivayeti çok olduğuna göre tercih edilmiş ve fetva da ona göre verilmiştir. Mubah tarafına fetvaya gidilmemiştir. Her iki tarafın kuvvette müsavi olduğu kabul edilse dahi derim ki:

— Kerahet delilleri ile mubah delilleri birbiri ile muaraza ettiğine göre, kerahet tarafını tercih etmek lâzımdır. Çünkü, onda ihtiyata riayet vardır. Nitekim, usul-ü fıkıh ehli katında mukarrer olan durum da budur.

***

O kimseler ki, aşura, beraet gecesi, regaip gecesi mescidlere toplanıp büyük bir cemaatle nafile namaz kılarlar; hem de iki üç yüz kişi ile.. Böyle bir içtima ve cemaatle kılman namazı dahi iyi görürler; ulemanın ittifakı ile bunlar mekruh irtikâb ederler. Kabahatları iyi görememek dahi, en büyük kabahatlar arasındadır.

Çünkü, haramı mubah itikad etmek küfre götürür. Mekruhu iyi zannetmek ise., ancak ondan bir mertebe aşağıdır. Artık bu fiilin şenaati düşünülmelidir.

Anlatılan keraheti def etmek babında dayanakları, bir çağırma olmayışına göredir. Evet., bir çağırma olmayışı, bazı rivayetlere göre, keraheti giderir. Ama bu dahi, bir veya iki kişinin iktidasına verilmiştir. Bunun şartı dahi, mescidin bir köşesinde kılınmasına bağlanmıştır. Bundan başkası boştur.

Durum, yukarıda anlatıldığı gibi olmakla beraber, çağırma (tedai) durumu, birinin diğerine nafile namazın edasını bildirmesidir. Bu mana dahi, yapılan o cemaatte taHakkuk etmiştir. Zira, onlar birbirlerine, kabile kabile aşura gününü ve diğerlerini bildirmektedirler. Derler ki:

— Falan şeyhin veya falan âlimin mescidine gidelim ve orada namazı cemaatle eda edelim.

Bu durumda onlar, bu gibi fiili ve bu gibi bildirmeyi ezandan ve kametten daha yeterli itibar etmektedirler. Böylelikle de, çağırma sabit olmuş olur.

Çağırmayı ezana ve kamete mahsus kıldığımız takdirde, nitekim bazı rivayetlerde böyledir; bundan dahi hakiki ezanı ve kameti murad etsek, bunun cevabı dahi önce geçti. Şöyle ki: Kerahetin olmayışı, daha önce anlatılan şartlarla beraber bir veya iki kişiye mahsustur.

Şunun bilinmesi yerinde olur:

Nafilenin binası, gizlilik ve saklılık üzerinedir. Zira ona görsünler ve işitsinler zannı girebilir. Böyle bir şey dahi onun manasına aykırıdır.

Farzın edasında matlub olan ise., izhar ve ilândır. Zira o, görsünler ve işitsinler şaibesinden beridir. Bunun için de, onun cemaatle kılınması yerinde olur.

***

Şöyle de diyebiliriz:

— Cemaatın çokluğunda, fitnenin meydana gelmesi zannı vardır. Bu sebebledir ki, cuma namazının kılınmasında sultanın veya naibinin bulunması şart görüldü. Ta ki: Fitne meydana gelmesinden emin oluna..

Bu mekruh olan cemaatlerde dahi, aynı şekilde fitnenin uyanması ihtimali vardır. Zira böyle bir cemaat maruf değil; münkerdir.

Resulûllah S.A. efendimiz, bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:

—«Fitne uykudadır, uyandırana Allah lanet eylesin.»

Bu durumda, idareyi elinde tutanlara, İslâm kadılarına, koruma memurlarına lâzımdır ki: Bu toplantılara mani olalar. Hem de, bu babda en yeterli şekilde sert tedbirler alarak.. Ta ki: Fitneye çıkma ihtimali bulunan bu bidatler daha fazla yayılmaya..

Allah Hakkı yerine getirir ve bu yola hidayet eden odur.

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 287. Mektup

MEVZUU : Cezbe, sülûk ve bu iki makama münasip maarif beyanındadır.

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Meyan Gulanı Muhammed'e yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile.. Bir âyet-i kerime meali:

— «Allah'a hamd olsun ki: Bunu bize hidayet etti. Allah bize hidayet etmeseydi; biz buna kavuşamazdık. Kabininizin resulleri gerçeği getirdi.» (7/43)

Allah-ü Taâlâ, onları, (yani: Resulleri) en faziletlileri ve en kemallileri ile hatmeyledi.. Bu dahi o Muhammed'dir ki: Sadakati getirdi.

Sübhan Allah'ın salavatı, bereketleri ona ve diğerlerine.. Keza, kıyamet gününe kadar onlara tabi olanların tümüne..

***

Talipleri görmekteyim ki: Uzun sülûk yolunu, üstün matlabı: düşük himmet, hasis fıtrat, kâmil mükemmel şeyh sohbetinin olmayışı sebebi ile kısa tarikat ve düşük maksad menzilesine indirmektedirler. Tarikatta, hakir olsun; tehlikeli olsun kolaylarına ne giderse onunla kanaat etmektedirler.

Bu yaptıklarını da bir maksad sayarlar: bu maksadın husulü ile, kendilerini kâmillerden zannederler.

Fıtratlarının hissetinden, muhayyile kuvvelerinin istilâsından olacak; kendi nakıs hallerini, vâsıl olan kâmil zatların, işlerinin tamamından ve seyirlerinin nihayet şanında yaptıkları beyanla anlattıkları hallere mutabık düşürmeye çalışırlar.

Bir mısra:

Oldu fare, rüyada deve..

Bunlar, bahr-i muhit yerine bir damla ile yetinirler; belki de damlanın sureti ile.. Yine onlar, bahr-i umman yerine bir sıçrıntı ile yetinirler; belki de o sıçrıntınm sureti ile..

Misali olanı, gayr-ı misali olarak tasavvur ederler.

Keyfiyetten münezzeh olan yerine, keyfiyeti olanla teskin olurlar.

Misali olanı dahi, lâmislî olan hayal ederler. Böylece, lâmisli yerine; misli ile kanarlar.

Lâmisli olana taklid yollu iman ve itikad eden cemaatın halleri, bu taliplerden daha faziletlidir. Zira bunlar: Sülûklerini tamam etmemiş, serapla yetinen susamış kimseler gibidirler. Yani: Mertebelerde..

Haklı olanla batıl arasında çok fark vardır; keza isabetli ile, hatalı arasında dahi aynı şekilde fark vardır.

Kusurlu ve esas matluptan yana kesik kalan taliplere yazıklar olsun. Ki bunlar: Muhdesi kadim zanneder; misalîyi dahi lâmisali sanırlar.

Eğer keşifte hata dolayısı ile mazur olmasalardı; bu hata ve galat, dolayısı ile muahaze olunurlardı.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Rabbımız, yanılır ve unutursak bizi muahaze eyleme.» (2/236)

Yukarıda anlatılan mana üzerine şöyle bir misal verebiliriz:

Bir şahıs vardır; Kabe'ye talib olur, tam bir şevkle o tarafa doğru yola çıkar. Yol esnasında, karşısına Kabe'ye benzeyen bir bina çıkıyor. Sureta ona benzediği için; onu Kabe olarak hayal ediyor ve orada itikâfa giriyor.

Bundan başka bir şahıs ise.. Kabe'nin özelliklerini biliyor. Bu bilgiyi oraya gitmiş olanlardan almıştır. Ona karşı olan bu bilgisinden ötürü, Kabe'nin varlığını da tasdik eder.

Üstte anlatılan ikinci şahıs, her nekadar Kabe talebi uğrunda bir adım atmamış ise de, Kabe'den başkasını dahi Kabe diye itikad etmemiştir. Kabe'yi tasdikinde dahi doğrudur. İşbu sebeplerden ötürüdür ki: Hali daha önce anlatılan hatalıdan faziletlidir.

Evet. Matlaba vâsıl olmayan bir talib, matlab olmayanı matlab olarak itikad etmedikçe; hali, kademini matlab yoluna atmayan haklı mukallidden daha faziletlidir. Çünkü o: Matlubu tasdik etmekle beraber, umumî manada olsa dahi, matlub yolunda mesafe kat etmektedir. Dolayısı ile, kendisine meziyet taHakkuk etmiştir.

***

O zümreden olarak; yine bir başka taife kendilerini bu kemal ve hayal, ayrıca vehmî sayılan visal ile kendilerine şeyhlik dayanağı bulur ve halkı davet işine girişirler. Kendi noksanları sebebi ile, kemalât için istidad sahibi olanlardan pek çoğunu, zay ederler. Sohbetlerinin soğuk şumluğu ile, taliplerin talep hararetini izale ederler. Kendilerinin dalâleti yetmezmiş gibi, başkalarını da dalâlete sürüklerler; kendilerini zay ettikleri yetmezmiş gibi, başkalarını da zay ederler.

Bu kemalât hayali, visal tevehhümü; salik olmayan meczuplarda vâsıl olmayan salik meczuplardan daha çok vardır. Çünkü, müptedi ile müntehi cezbenin suretinde birbirine benzerler; zahire göre aşk ve mahabbette müsavi durumdadırlar; isterse hakikatte aralarında, bir münasebet bulunmasın. Bunların halleri birbirine mugayir olup biri diğerinden ayırd edilmiştir.

Bir mısra:

Yerdeki ile arştakinin nisbeli nedir?.

Her ne şey ki bidayette bulunur; o illetlidir ve bir garaza mahmuldür. Amma, intihada olan hakla ve hak içindir.

Bu sözlerin tafsiii inşaallah yakında anlatılacaktır.

Ayrıca, üstte anlatılan suretteki müşabehet ve zaruri münasebet anlatılan tahayyüle sebeb olmaktadır.

Bundan başka, Tarikat-ı Nakşibendiye-i Aliyye'de cezbe sülûkten önce geldiği için, anlatılan kısımdan tahayyül ve tevehhüm bu Tarikat-ı Aliyye'nin meczuplarında çok olmaktadır. Zira, onlar, henüz suluk devleti ile müşerref olmamışlardır.

Onlardan bir başka cemaata ise., takallübler hâsıl olur; halden hale geçmeler meydana gelir. Ama, onlar bunu sanırlar ki: Sülûk menzillerini kat edip seyr-i ilellah mesleklerini dürmektir. Bu takallübatlarla onlar, kendi nefislerini meczup saliklerden sanırlar.

***

Hatıra geldi ki: Cezbe ve sülûk hakikatleri beyanında bazı fıkralar yazayım. Onların birini diğerinden ayırd eden hususiyetin zikri ile, bu iki makam arasındaki farkı beyan edeyim.

Ayrıca, müptedinin cezbesi ile, müntehinin cezbesi arasındaki farkı açıklayayım. Bir de tekmil ve irşad makamının hakikatini açıklayayım.

Bunlardan başka, bu makama münasip ilimleri anlatayım.

Bu manada bir âyet-i kerime meali:

— «Ta ki, hak hak olarak, batıl da batıl (olarak meydana) çıksın; isterse mücrimlere iyi gelmesin..» (8/8)

O Sübhan Zat'ın ihsan ettiği başarı ile işe başladım. Bu yola hidayet eden o Sübhan Zat'tır. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel Vekil'dir.

Bu yazılmış olan kısımda, iki maksad, bir hatime vardır.

Birinci maksad, cezbe makamı ile alâkalı maarif beyanındadır.

İkinci maksad, sülûk ile alâkalı işler beyanındadır.

Hatime ise., bazı maarif ve ilimler Hakkındadır ki, bunlar. Talipler için çok menfaatli şeylerdir.

BİRİNCİ MAKSAD

Bilesin ki,

Sülûkü tam olmayan meczuplar, her nekadar kendilerinde kuvvetli cezbe var ise de; erbab-ı kulub zümresine dahildirler. Amma, hangi tarikattan cezbeli olurlarsa olsunlar; çünkü bunlar için kalb makamını geçip mukallib-i kulub ile ittisal, sülûk olmadan ve tezkiye-i nefis etmeden mümkün değildir.

Bunların cezbeleri kalbi, sevgileri de arızîdir; zatî veya asli değildir.

Bu makamda, nefis ruhla imtizaç etmiştir; bu muamelede nur dahi zulmet ile karışmıştır. Dolayısı ile, kalb makamının darlığından bütünüyle çıkıp mukallib-i kulub ile ittisal tasavvur edilemez.

Matlub tarafına ruhun incizab husulü, matluba teveccüh için ruhun nefisten halâsı tasavvur edilemez. Keza, nefsin ruhtan kopup ubudiyet makamına nüzulü dahi öyledir.

Ve., bu ikisi birarada bulunduğu süre, hakikatta halis ruhî incizap tasavvur edilemez. Çünkü: Hakikat-ı camia-i kalbiye kaim müstahkemdir.

Ruhun, nefisten halası ancak şu şekilde tasavvur edilir: Sülûk menzillerini kat edip seyr-i ilelah mesleklerini dürüp geçtikten ve seyr-i fillahta taHakkuk ettikten sonra.. Belki de, cemden sonra fark makamının husulünden sonradır. Bu cem dahi, seyr-i anillah ve billah ile alâkalıdır.

Bir şiir:

Her güçsüz erkek de nıerd-i meydan mıdır? Yahut her mülkü olan Süleyman mıdır?.

***

Üstte anlatılan manadan, müpedinin cezbesi ile müntehinin cezbesi arasındaki fark zahir olmaktadır.

Erbab-ı kulubdan olan meczupların şühudu ise., kesret hicabının arkasındadır. Bu mana, onların, ister malumu olsun; isterse olmasın. Bu durumda onların müşahedesi, ancak ruhlar âlemidir. Bu ruh dahi, letafette, ihatada ve sereyanda yaratıcısına benzer. Bu manada buyurulan bir hadis-i şerif şöyledir:

— «Allah-ü Taâlâ. Âdem'i kendi sureti üzerine yarattı.»

İşbu münasebetten ötürüdür ki: Ruhun müşahedesini. Yüce ve Mukaddes Hakkın müşahedesi sanırlar. İhata, sereyan. kurb ve maiyetin durumu dahi bu kıyas üzeredir.

Salikin nazarı, üst makama, üstün de üstü olan makama geçemez. Kendi makamlarının üstündeki makam, ruh makamıdır. Dolayısı ile, onların nazarı, ruh makamından yukarıya aşamaz; müşahede ettikleri dahi, ruhtan başka değildir. Ruh makamının üstüne nazar, ruh makamına vâsıl olmaya bağlıdır.

Mahabbet ve incizab hali ise., şühud hali gibidir.

Sübhan Hakkın müşahedesi, hatta mahabbeti ve ona incizap fena halinin husulüne bağlıdır. İşbu fena ise., şu cümle üe anlatılır:

— Seyr-i ilellahın nihayeti..

Bir şiir:

O ki bulmaz fena Mevlâsı sevgisinde; Nasipsizdir onun kibriyası izinde..

***

Bu makama, şuhud itlakı, ibare meydanının darlığındandır. Halbuki, bu büyüklerin muamelesi, şühud ötesinin dahi ötesinde olduğu bilinmektedir. Nitekim, bunların maksadı dahi, lâmislî ve lâkeyfîdir. Aynı şekilde, ittisalleri dahi lâmislî ve lâkeyfidir. Mislî olan için, lâmisalî olana yol yoktur. Zira: Sultanın ihsanlarını, ancak onun uygun gördükleri taşıyabilir.

***

Bir şiir:

Vardır nasın Rabb'ının cam ile nasm; İttisali, yoktur yeri şeklin kıyasın..

***

Sübhan Hakkın ihatası, sereyanı, maiyeti; işin nihayetine vâsıl olan sülûk erbabı muHakkıklar katında tümüyle ilmîdir. Bunlar ehl-i hak ulemasının kavline de muvafıktır. Allah-ü Taâlâ, onların çalışmalarım şükrana lâyık eylesin. Zatî olan yakınlık ve emsali için ise verilen hüküm: Onlara göre; bir husulün olmayışı ve uzaklıktır.

Mukarrebun olan zatlar, yakınlık hükmü vermezler. Bu manadan olarak, büyüklerden biri şöyle dedi:

— Bir kimse, derse ki:

— Ben, yakınım..

O uzaktır. Yine bir kimse derse ki:

— Ben uzağım..

O dahi yakındır. İşte tasavvuf da budur.

***

Tevhid-i vücudiye taalluk eden ilmin menşei, mahabbet ve kalbi incizaptır.

Kalb sahiplerine gelince, bunlarda cezbe yoktur. Bunlar menzilleri, sülûk yolu ile kat ederler. Dolayısı ile, onların bu tevhid-i vücudî ilmi ile münasebetleri yoktur.

Sülûk ile, kalbden bütünüyle mukallib'ül-kuluba teveccüh edenler dahi o gibi ilimlerden teberri edip ondan istiğfar ederler.

Meczuplardan bazıları vardır ki: sülûk yoluna girip menzilleri aşıp geçmiş olsalar dahi, ülfet edilmiş makamdan nazarlarını alamazlar. Daha yukarıya teveccüh etmeye güçleri yetmez. Dolayısı ile, o gibi ilimler, onların eteklerini bırakmaz. O vartadan çıkmaya ve ondan halâs bulmaya dahi güçleri yetmez. Bunun için de, kendilerinde bir zaaf olur; kurb basamaklarına çıkmak şanında, mukaddes uruc babında bir aksaklık meydana gelir.

Duâ makamında bir âyet-i kerime meali:

— «Rabbımız, bizi ahalisi zalim olan karyeden çıkar. Katından bizim için bir velî (idareci) kıl. Zatından bir yardımcı ihsan eyle.» (4/75)

Matlabın nihayetine vâsıl olmanın alâmeti odur ki: Bu türlü ilimlerden teberri edile.. Her nekadar tenzihle münasebet artarsa. Yüce Yaratıcı ile bir münasebetin olmayışı o kadar ziyade olur.

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca:

— Âlem, yaratıcının aynıdır.

Şeklinde bir itikadın manası kalmaz. Ayrıca:

— Yaratıcı, bu âlemi bizzat kuşatmıştır.

Zannına dahi yer yoktur. Toprak kim, Rabb'ül-erbab kim?.

***

BİR MARİFET..

Hace Bahaeddin Nakşibend Hazretleri şöyle dedi:

— Biz, nihayeti bidayete derc ediyoruz.

Bu ibarenin manası şu derneğe gelir:

— O incizab ve mahabbtt ki, müntehilere işin sonunda müyesser olur; işte o incizap ve mahabbettir ki; bu tarikatta işin bidayetinde hâsıl olur.

Çünkü, müntehinin incizabı ruhîdir; müptedinin incizabı ise.. kalbi cezbedir. Bu manadan bakılınca, kalb ruh ile nefis arasında bir berzahtır. Kalbî cezbenin zımnında, ruhî cezbe dahi hâsıl olur.

Bu derc edilme durumunun bu tarikata mahsus olması; halbuki o, bütün cezbelerde hâsıl olur; şu manayı mebnidir:

Bu tarikatın büyükleri, bu mananın husulü için, hususi bir tarikat vaz etmişlerdir. Bu matla da vusul için, hususî bir meslek tayin etmişlerdir. Dolayısı ile, bu mananın başkalarına olması, bir raslantıdır; bu hususta onların bir tutucu olması yoktur.

Bundan başka, bu büyükler için, cezbe makamında önce bir has şan vardır ki bu, onlardan bankalarına yoktur; meğer ki nadirattan ola.. Bu mana icabı olarak, bu makamda bazılarına sülûk menzillerini kat etmeden; erbab-ı sülûkün fenasına ve bekasına benzeyen fena ve beka hâsıl olur. Yine bunlara tekmil makamından bir meşreb müyesser olur ki; seyr-i aniliah billaha benzer. Bununla da, istidadlı olanlar terbiye edilir. Bu bahsin tahkiki, inşaallah yakında gelecektir.

Burada, bilinmesi gereken bir incelik vardır. Şöyle ki:

Ruh için, bedenle olan taallukundan evvel, esas maksuda bir mikdar teveccüh vardı. Ama, bu bedenle taallukundan sonra, o teveccüh kendisinden zail oldu.

İşte bu Silsile-i Aliyye'nin büyükleri, o teveccühün zuhuru için, bir tarikat vaz ettiler. Amma, ruh bedenle alâkalı olduğu için; o teveccüh, kalbe intikal etti. Dolayısı ile bunda onlara kalbî teveccüh hâsıl olmaktadır ki bu, nefsin ve ruhun teveccühünü camidir.

Hiç şüphe edilmeye ki: Ruhî teveccüh, kalbî teveccühe derc edilmiştir. Amma ruhi teveccüh, müntehilerde olur. Ki bu: Ruhun fena hulup Hakkanî vücud ile beka bulmasından sonradır. Bunun için de şu tabir kullanılır:

— Bekabillah..

Teveccüh-ü kalbî zımnında bulunan tececühü ruhî; veya şu tabiri kullanalım: Bedenle taallukundan önce ruhun teveccühüdür ki; ruhun varlığı mevcud iken bir teveccühtür. Ki ona, asla fena durumu düşmemiştir.

Ruhun teveccühü ile ruhun varlığının mevcudiyetinde olan teveccüh arasında ve fena bulduktan sonraki teveccüh arasında çok fark vardır.

Derc edilmiş olan ruhî teveccühe:

— Nihayet..

Tabiri kullanılması, ancak onun şu teveccühü itibarı iledir ki: Nihayette yalnız o kalır.

— Nihayetin bidayete dere edilmesi..

Tabirinden murad ise., nihayet suretinin, bidayet suretine derc edilmesidir: amma hakikati değil.. Zira, hakikatin bidayete derc edilmesi muhaldir. Bu manadan olarak, mümkündür ki:

— Suret..

Lafzının kulanılmaması, bu tarikatı taleb edenleri teşvik için ola.. Gerçek olan, Allah-ü Taâlâ'nın yardımı ile yaptığım bu tahkikattır.

***

O sabikun zümresi ki, onların incizabı bir amel ve çalışma olmadan; belki de bir teveccüh ve huzur iledir. Bu dahi aynı şekilde kalbi incizaptır. Ruhun, önceki teveccühünden bir eserdir. Zira o teveccüh, beden ile taallukundan ötürü, tamamen zail olmamıştır.

O sabık teveccühün zuhuru için, çalışıp çabalamak, ancak o cemaat içindir ki: Bu taalluk sebebi ile önceki teveccühü unutmuşlardır. Bu durumda çalışmak önceki teveccüh için ayıktırmak ve o kaybolup giden devleti hatırlatmaktır.

Sabık teveccühü unutanların istidadı, anlatılan öbür sabıkların istidadından daha latiftir.

Zira, sabık teveccühü tamamı ile unutmak; kendisine teveccüh edilene yapılan teveccühten ve onda fena bulmaktan bilfiil haber vermektedir. Ama, sabık teveccühün unutulmasının olmayışı böyle değildir.

Bu babda asıl söz şudur: O sabikun ki; bu teveccüh külliyetlerine şümul ve ona sereyan yolu ile kendilerine hâsıl olur. Bu manada, bedenleri dahi, ruhlarının hükmünü alır. Nitekim, murad olan mahcupların şanı dahi budur.

Mahbubların şümulü ile, sabıkların şümulü arasındaki fark: Bir şeyin hakikati ile sureti arasındaki fark gibidir. Nitekim bu mana, erbabına malumdur.

Evet., bu çeşit şümul, muhiblerde. vâsıllarda, kâmil müridlerde de taHakkuk etmiştir. Lâkin bu: Onlarda daimî değildir. Asıl daimî teveccüh, ancak mahbupların hususiyetleri arasındadır.

***

MARİFET..

Meczuplardan erbab-ı kulub olanlara gelelim.. Yani: Kalb sayiplerine..

Kendilerine, kalb makamında temekkün ve rüsuh; bu makama münasip bir şekilde marifet ve ayıklık hâsıl olduğu zaman taliplere fayda ulaştırmaya güçleri yeter. Bunların sohbetinde dahi, taliplere incizap ve kalbi mahabbet hâsıl olur. İsterse bunlar taralından kemal mertebesine yetişemesinler. Zira, kendi nefislerini de henüz kemale ulaştırmamışlardır. Dolayısı ile başkaları için, kemal husulüne vasıta olmaya güçleri yetmez. Bu manada şu darb-ı mesel meşhurdur:

— Nakıs olandan kâmil gelmez.

Bu meczupların faydası herhalde, sülûk erbabının faydasından daha ziyadedir. İsterse onlar, sülûk mertebesinin nihayetine varmış olsunlar; kendilerine müntehilerin cezbesi hâsıl olsun. Ne var ki, bunlar, seyr-i anillah billah tariki ile kalb makamına nüzul etmemişlerdir. Çünkü: Dönüşü olmayan müntehi için. tekmil ve ifade mertebesi yoktur. Zira, onun âlemle bir bağlantısı kalmamıştır: hatta âleme teveccühü de kalmamıştır; ki: Faydalı olmaya güç yetirebilsin.

***

Kendisine iktida edilen şeyhe:

— Berzah..

Itlak edilmesi şu itibarladır ki: Kalb makamı olan berzahiyet makamına nüzul etmiş; ruh ve nefis sayılan iki cihetten bol haz almıştır.

Ruh ciheti ile yukarıdan istifade eder. Nefis ciheti ile de, kendinden alt olandan istifade eder. Sonra onda Sübhan Hakka teveccüh ile, halka teveccüh biraraya gelmiştir. O derecede ki bunların biri, diğerine hicap olmaz. İfade ve istifade onun için birlikte olur.

Meşayihten bazıları da, şeyhin berzahiyeti ile şu manayı murad etmiştir:

— Sübhan Hak ile halk arasında bir berzah.. (Yani: Geçit) Berzah durumunda olan şeyh için de şöyle dedi:

— Tenzih ile teşbih arasını cem eden..

Şu mana gizli kalmamalıdır ki: Şu misillu berzahiyet ki, onun binası sekir üzerine kurulmuştur; binası ayıklık üzerine kurulan meşihat makamına lâyık değildir. Zira, bu makamda onların nefisleri, ruhların nurları galebesine derc edilmiştir; bu derc edilme durumu dahi, sekrin menşei olmuştur.

Berzahiyet makamında ise., nefisten ve ruhtan olan her biri diğerinden ayrılr; tefrik edilir. Zaruri olarak, orada sekre mecal yoktur. Hatta, orada her şey ayıklıktır. Çünkü: Davet makamına münasib olan da budur.

***

Kâmil şeyh berzahiyet makamına indiği zaman, kendisine bu âlemle münasebet hâsıl olur. Yani: Berzahiyet vasıtası ile.. Böylece, kemalâta istidadı olanlara kemalât husulü için sebeb olur.

Mütemekkin meczub, kalb makamında olduğu için; bu âlemle münesebeti vardır. Bunun için âleme teveccüh etmekte cimrilik etmez. İncizap ve mahabbet hasıl etmiştir; isterse bunlar kalbi olsunlar.

Hiç şüphe edilmeye ki, onun için ifade yolu da inkişaf eylemiştir.

Hatta şunu da derim ki:

— Mütemekkin meczubun ifade kemmiyeti, rücuu olmuş bulunan müntehinin ifade kemmiyetinden daha ziyadedir. Amma, rücuu olmuş bulunan müntehinin ifade keyfiyeti meczubun ifade keyfiyetinden daha ziyadedir.

Rücuu olmuş bulunan müntehi için, her nekadar âlemle münasebet hâsıl olmuş ise de, lâkin bu münasebet ancak surettedir. Hakikatte o âlemden ayrıdır. Aslın rengine girmiş ve onunla bakidir, ama meczubun âlemle münasebeti hakikattedir. Kendisi dahi bu âlemin ferdlerindendir. Alemin baki olduğu şeyle o dahi bakidir. Bu hakiki münasebet sebebi ile de; zarurî olarak taliplerin ondan istifadeli pek çok olmaktadır. Rücuu olmuş bulunan müntehiden istifadeleri dahi pek az olur. Lâkin, velâyet mertebelerinin faydalı olma kemalâti müntehilere mahsustur. Bu manadan ötürü, hiç şüphe edilmeye ki: Müntehinin ifadesi daha tercih edilir.

Hakikatte, himmet ve teveccüh müntehide yoktur. Halbuki meczup himmet ve teveccüh sahibidir. Talihlerin işleri için önayak olur; onları himmet ve teveccühle yükseltir, isterse, kemale ulaştıranlasın.

***

Meczuplara gelen nihayet teveccüh odur ki: Daha önce ruha gelmiş idi; ama bunu onlar unutmuştur. Onu, meczup olanlarla sohbet ettikleri için hatırlarlar. İndirac volu ile. ikinci kere kalbi tevecühte hasıl olur. Ama, müntehilerin sohbetinde hâsıl olan öyle değildir. Zira bu: Daha önce mevcud olmayan yeni bir teveccühtür. Bu dahi, ruhun fenasına kalmıştır. Hatta, Hakkanî vücud ile beka bulmasına..

Üstte anlatılan manadan anlaşılacağı üzere birinci, teveccühün husulü kolaydır. îkinci teveccühün ise., bulunması zordur.

Her ne şey ki, kolaydır; o çoktur. Heı ne şey ki, zordur; o dahi azdır.

Üstte anlatılan mana icabı olarak şöyle dediler:

— Cezbe cihetinin tahsilinde şeyh vasıta değildir.

Çünkü bu nisbet, onun için başta hâsıl olmaktadır. O, vasıta ile tenbihe ve talime muhtaçtır. Dolayısı ile o misillu şeyhe:

- Talim şeyhidir; terbiye şeyhi değildir.

Denmiştir.

Sülûk cihetinde mutlaka, kendisini iktida edilen bir şeyhe ihtiyaç vardır.. Yani: Sülûk menzillerini kat etmek için. Terbiyesi orada zaruridir.

***

Kendisine iktida edilen şeyh için yerinde olmaz ki: Misali anlatılan meczuba umumî manada icazet vere.. Yani: Mütemekkin meczuba.. Ve onu, tekmil ve meşihat makamına oturta..

Çünkü: Bazı taliplerin istidadı cidden yüksektir. En tamam şekilde de kemal ve tekmil için kabiliyetleri vardır. Hali anlatıldığı gibi olan bir talip, öyle bir meczubun eline düşerse., ondaki istidadın zay olma ihtimali vardır. O kabiliyet dahi ondan zail olup gidebilir.

Üstte anlatılan mana için, bir misal verebiliriz. Meselâ: Bir yer vardır. Onda buğday ekilmesine tam bir kabiliyet vardır. Şayet oraya güzel bir buğday tohumu ekilir ise., istidadına göre, yeni taze buğday verir. Amma oraya güzel buğday yerine,. düşük vasıflı buğday tohumu yahut, nohut tohumu ekilirse., bitki vermesi şöyle dursun; o kabiliyet dahi zay olup gider..

***

Şayet kendisine iktida edilen şeyh, o mütemekkin meczuba icazet verip ruhsat etmekte bir yarar görür ise., faydalı olmakta bir yarar bulur ise., onun faydalı olmasını ve icazetini kayda bağlaması gerekir.

Meselâ: Kendisinden faydalanmak için yoluna bir talip çıkarsa., onun istidadını zay etmemeli ve sohbeti ile onu boşa gidermemelidir.

Öyle bir riyasete geçtiği için, halkın da kendisine iktidası sebebi ile nefsi tuğyan etmemelidir. Zira, henüz kendisinden nefsanî heva zail olmamıştır. Çünkü: Nefsin tezkiyesi yoktur.

Şayet bilirse ki: Talibin kendisinden istifade etmesi son bulup kendisinin ona faydalı olması dahi nihayete ermiştir; talibin istidadında dahi yükselmeye kabiliyet vardır, bu manayı ona açıklaması gerekir. İşini, başka şeyhte tamamlaması için, ona izin vermelidir, müntehi olduğunu açıklamamalıdır ki: insanların yolunu kesen durumuna düşmeye.. Yani: Bu hile ile..

Hasılı, kendisine iktida edilen şeyh o meczub-u mütemekkine bu misillu şartlan hatırlatmalı; onun haline vaktine münasip bildiği şeyleri bildirmelidir.

Anlatıldığı manada tam bir vasiyet ettikten sonra, ona izin vermelidir.

Rücuu olan müntehinin, faydalı olup kemale erdirmesinde üstte anlatılanın benzeri kayıtlara ihtiyaç yoktur. Zira onun camiiyet durumu sebebi ile, bütün tarikatlar ve istidadlarla münasebeti vardır. Böyle oluhca, mümkündür ki: Her şahıs, istidadı ve münasebeti kadar ondan faydalana.. Eğer sür'atle almakta ve ağır almakta bir değişiklik var ise., bu dahi kendisine iktida edilen şeyhin sohbetindeki kuvvet ve zayıf münasebette tasavvur edilir. Ama, ondan faydalı olmaya geçmekte, asıl olarak herkes müsavidir.

***

Kendisine iktida edilen şeyh, talibe faydalı olduğu sırada, Sübhan Hakka iltica edip onun sağlam bağına yapışmalıdır. Yani: Bu şöhret zımnında Süblıan Hakkın mekrinden korktuğu için. Hatta ona uygun düşer ki: Bütün işlerde, Sübhan Hakka iltica etmekten ayrılmaya. Bu işler, vakitlerin hepsinde, Sübhan Allah'ın kendisine ihsan ettikleridir.

Yalnız o iş için değil; bütün hallerde ve fiillerde Allah-ü Taâlâ'ya ilticayı devam ettirmelidir.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah, büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

***

İKİNCİ MAKSAD

Bu, sülûk beyanındadır.

Bilesin ki, bir talip sülûk yolu ile üste teveccüh ettikte; terbiyesine verilen isme ulaştığı ve onda istihlâke vardığı, onda fena bulduğu zaman; kendisine fena itlakı sahih olur. O isimde beka bulduğu zaman dahi, ona beka ıtlâkı kabul edilir.

İşbu fena ve beka ile, velâyet mertebelerinin ilki ile müşerref olur.

Lâkin burada sözü açıp tafsil etmek zarureti vardır.

BİR MANADA AÇIKLAMA..

Yüce Mukaddes Hakkın zatından gelen feyz iki çeşittir.

Birinci çeşidi şu hususlara aittir: İcad, ibka, yaratmak, rızık vermek, diriltmek, öldürmek ve., benzeri işler..

İkinci şeçidi ise., şunlara dairdir: İman, marifet, sair velâyet ve nübüvvet kemalâtı..

Birinci çeşitten olanlar, yalnız sıfatlar vasıtası ile gelir..

İkinci çeşitten olanlar ise., bazıları sıfatların vasıtası, bazıları da şüunat vasıtası ile gelir.

Şüunat ile sıfatlar arasında ince bir fark vardır ki; bunlar ancak, evliya arasında Muhammedi meşreb olan bazı teklere açıklanır. Bu hususta konuşan olduğu da bilinmiyor.

Hülâsa: Sıfatlar hariçte, zat üzerine faaladan bir vücud ile mevcuddur.

Şüunat ise., zatta mücerred itibarlardır.

Bu bahsi, bir misalle izah edelim. O misal de şudur: Su, tabiî olarak; yukarıdan aşağı iner. Bu, tabii bir fiildir. Şu vehmin itibarını verir ki: Hayat, ilim, kudret, irade onda vardır. Bunun gibi, erbab-ı ilim dahi, ağırlıkları dolayısı ile yukarıdan aşağı inerler. İlimlerinin iktizası budur. Üst cihete teveccüh edemezler.

İlim, hayata tabidir. İrade dahi ilme tabidir. Kudret dahi sabittir.

İrade, güç yetirilen iki şeyin birini tahsisdir.

Anlatılan müsbet itibarlar, yani: Suyun zatında mevhum olarak.. Şüunat menzilesindedirler. Bu itibarların varlığı ile, suyun zatına zaid sıfatlar isbat ederlerse., zaid bir vücudla mevcud sıfatlar menzilesinde olurlar.

Birinci itibara göre su için şöyle denmez:

— Diridir, bilicidir. İrade sahibidir.

Bu isimlerin ona ıtlak edilmesinin sağlam olması için, onda zaid sıfatların bulunması sabit olmalıdır.

Meşayihten bazılarının ibarelerinde olduğu gibi, suya anlatılan isimlerin ıtlâkı, şüun ve sıfatlar arasında fark olmadığına mebnidir. Anlatılan sıfatların nefyi hükmü dahi, aynı şekilde fark olmadığına mahmuldür.

Şüun ve sıfatlar arasında bir başka fark dahi şudur: Şüun makamı, şan sahibine dönüktür; ama sıfat makamı böyle değildir.

***

Allah'ın Resulü Muhammed S.A. onun kademi üzere olan evliya.. İşte bunlara ikinci feyzin ulaşması, şüunat vasıtası iledir.

Sair peygamberlere ve onların kademinde olan velilere ise., bu feyzin hatta ilk feyzin ulaşması sıfatlar vasıtası iledir.

Derim ki:

— Resulûllah S.A. efendimizin terbiyesine gelen isim, ikinci feyzin ona geliş vasıtası ilim şe'ninin zillidir. Bu şe'n, bütün şuunu camidir; hem icmali olan, hem de tafsili olanı.. Lâkin, ilim şe'ninin ona şümulü itibarı ile.. Yani: Bizzat değil..

***

Bilinmesi gerekir ki, bu kabiliyet, her nekadar zat ile ilim şe'ni arasında bir berzah ise de; lâkin onun bir ciheti lâlevnî (renksiz) ki bu: Zat cihetidir, onun için levni berzahta zuhura gelmez. Dolayısı ile. bu berzah, diğer cihetin rengine girmiştir; bu dahi ilim şe'nidir. Şüphesiz, bu sebepten ötürü, onun için:

— Bu şe'nin zillidir.

Dedik.

Keza, bir şeyin zilli o şeyin zuhurundan ibarettir. İsterse bir benzer ve bir misal olsun.. Yani: İkinci mertebede..

Berzahın husulü, iki tarafın husulünden sonra olduğu için; şüphesiz mükâşefe zamanında bu berzah o şe'nin altında inkişaf etmektedir. Zarurî olarak, bu zuhur itibarı ile zül ıtlakı münasip gelmiştir.

***

Resulûllah S.A. efendimizin kademinde olan evliyadan bir taifenin terbiyesine gelen isimler ise., bu kabiliyet-i camiiyenin zılâlıdır. O mücmel zilim tafsilleri gibidirler.

Sair peygamberlerin terbiyesine gelen isimler, birinci ve ikinci feyzin kendilerine ulaşmasına vasıta, mevcud zaid sıfatlarla zatın ittisaf kabiliyetleridir.

Onların kademlerinde olan evliyadan bir taifenin terbiyesine olanlar ise., yani: Birinci ve ikinci feyzin gelmesi Hakkında., sıfattır.

Resulûllah S.A. efendimize birinci feyzin gelmesinde vasıta, bütün sıfatlarla zatın ittisaf kabiliyetidir Sair peygamberlere feyizlerin gelmesine vesileler durumunda bulunan kabiliyetler, bu kabiliyet-i camianın zılâlı gibidirler. Bu mücmel olan toplu mana için, tafsiller gibidirler.

Resulûllah S.A. efendimizin kademinde olan bir başka taifeye feyzin ulaşması ise., bir başka durumda olup sıfatar halindedir.

Muhammedi meşreb olanlara; birinci feyzin ulaşması için vesile olanlar ile, ikinci feyzin ulaşması vasıtaları arasında mugayeret vardır. Ama, bunlardan başkaları için durum böyle değildir. Onlar için her iki feyzin vasıtası da aynıdır.

Resulûllah S.A. efendimizin terbiyesinde olan manayı; bazı meşavih, ittisaf kabiliyetine inhisar ettirdi. Bunun menşei dahi şüun ve sıfaı arasında fark olmayışıdır. Hatta şüun makamlarına ilim dahi olmayacak..

Hakkı yerine getiren Allah'tır. Bu yola hidayet eden de odur.

Burada şu mana taHakkuk etmiş oldu ki: Resulûllah S.A. efendimizin terbiyesindeki Rablar Rabbıdır; şüun makamında ve sıfatlar yerinde.. Hem de her iki feyzin ulaşmasında..

Şu dahi bilinmiş oldu ki: Resulûllah S.A. efendimizin velâyet kemalâtı mertebelerinin feyiz vusulü; zattan gelişinde zaid bir şeyin tavassutu yoktur. Zira şüun, zatın aynıdır. Onda ziyadelik itibarı, aklın kabul edemeyeceği cinstendir.

Anlatılan manadan ötürüdür ki: Zati tecelli. Resulûllah S.A. efendimize mahsustur.

Resulûllah S.A. efendimizin kâmil manada tabileri; feyzi onun yolundan aldıkları için, onlara dahi bu makamdan nasib vardır.

Diğerlerine gelince, onlara feyzin ulaşması için; arada sıfat vasıta olmuştur. Sıfat dahi, fazladan bir varlıkta mevcut olduğundan: arada sağlam bir kale duvarı meydana gelmiştir. Dolayısı ile, onların mütaayyini sıfatlara bağlı tecellilerdir.

***

Şunun bilinmesi gerekir ki: Kabiliyet-i ittisaf, her nekadar itibari olsa da; zaid bir vücudu yoktur. Sıfatlar ise., ittisaf kabiliyetleri olmadan mevcud olmuştur. Ama, kabiliyetler, zât ile sıfat arasında, hatla şüun ile sıfatlar arasında berzahlar gibi olduklarından, iki tarafın rengini almak dahi, berzahın şanı olduğundan; kabiliyetler de, sıfatların rengini aldı ve hail olma durumu hâsıl oldu.

Bir şiir:

Dostun az ayrılığının azlığı yoktur;
Göze gelen kıl yarım dahi olsa çoktur..

***

Bu beyandan anlaşıldı ki: Yüce Mukaddes Zat hicapsızdır; şühudî tecelliye münafi değildir; lâkin vücudî tecelliye münafidir.

Anlatılan mana icabı olarak; Resulûllah S.A. efendimize gelen velâyet kemalâtı canibinde hail yoktur. Ama feyz-i vücudînin vusulünde arada hail hâsıl olur. Bu dahi, daha önce anlatıldığı gibi, ittisaftır.

***

Şöyle bir şey denemez:

— Şüun ve kabiliyetleri, aklî itibarlardan olmaları icabı, onlar için zınni vücud olmak lâzım gelir. Netice olaraktan da, sıfat hicapları haricî olup şüun hicapları dahi ilmîdir.

Biz de bunun için, şöyle deriz:

— Zihnî mevcud. iki haricî mevcud arasında hicab olamaz. Çünkü, harici mevcud hicapları, ancak haricî mevcud olur. Öyle olduğukabul edilse bile, bazı maarifin husulü ile, ilmi hicabın aradan kalkması mümkündür. Ama haricî olan böyle olamaz; çünkü, onun zevali mümkün değildir.

***

Üstte anlatılan mukaddimeleri bildikten sonra.. Sana malum olsun ki..

Muhammedi meşreb olan salikin:

— Seyr-i ilellah..

Adı verilen son seyri, o şe'n zilimin ismidir ki. kendisinin terbiyesine gelmiştir. Bu işimde fena bulduktan sonra; fenafillah ile müşerref olur. O isimde beka bulduğu zaman ise., kendisine bekabillah müyesser olur.

Anlatılan fena ve beka, Resulûllah S.A. efendimize mahsus olan velâyet mertebesinin ilkine dahildir. O velâyet sahibi zata salât selâm ve tahiyyet..

Amma bir salik, Muhammedi meşreb olmayınca, bir sıfatın kabiliyetine veya bir sıfatın kendisine ulaşır ki; terbiyesine gelen odur.

Bu isimde, yani: Sıfatta veya ulaştığı kabiliyette fena bulduğu zaman, onun için:

— Fanifillah.,

Itlakı olmaz. Onunla baki olduğu takdirde: Bakibillah dahi olamaz. Çünkü, Allah ismi, bütün şüun ve sıfatları cami olan mertebeden ibarettir. Şüun cihetindeki ziyadelik dahi itibarî olduğundan: ŞUUR zatın aynı olmaktadır. Bir parçası, diğer kalan parçanın aynıdır.

Fena dahi tek itibara göredir ki; bütün itibarlardadır; hatta zata fenadır. Beka dahi aynı şekilde tek itibara göredir; yani: Bütün itibarlarda bekadır. İşbu suretledir ki:

— Fanifillah ve bakibillah..

Itlakı yerinde olur. Ancak, anlatılanın hilafı, sıfatlar canibinde olmaktadır. Sıfatlar ise., zat üzerine, ziyadeden bir vücudla mevcuddurlar; zata dahi mugayirdirler. Hatta bir parçasının dahi, diğerine karşı mugayereti vardır. Böyle olunca, bir sıfatta fena bulmak, onların bütününde fena bulmayı gerektirmez. Bekada dahi durum budur. Dolay ısı ile onun için şöyle denmez:

— Fanifillah ve bakibillah..

Yani: Üstte anlatılan manada fani ve baki için.. Sahih olan şöyle denmesidir:

— Bir sıfatta fani.. Veya bir sıfatta baki.. Yani: İlim sıfatında fani., aynı sıfatta baki..

Üstte anlatılan mana icabı olarak; Muhammedi meşreb olanların fena bulmaları daha tamam; zaruri olarak bekaları daha mükemmeldir.

Uruc-u Muhammedi şüun canibine olduğu zaman; asla âlemle şüun arasında bir münasebet yoktur. Çünkü, âlem sıfatların zillidir:

Şüunların değil.. Bundan lâzım geldi ki: Salikin fenası, mutlak fenayı gerektiren bir şe'nde ola.. O kadar ki: Salikin vücudundan bir bakiye kalmaya.. Hatta ondan bir eser bile kalmaya.. Beka takdir edildiği zaman dahi, durum böyle olmalıdır. Tamamı ve külliyeti ile o şe'nde baki olmalıdır. Amma, sıfatlarda fani olanın durumu böyle değildir. Zira o Tamamı ile nefsinden sıyrılamaz; eseri zail olup gitmez. Zira salikin varlığı, o sıfatın eseri ve onun zıhıdır. Asıl olan ise., zili varlığını tamamı ile giderici olamaz. Bunda olan beka dahi, fena mikdarınca olur.

***

Muhammedi olan beşeri sıfatlara rücu etmekten emindir: behimiyet mertebesine de reddedilmekten mahfuzdur.. Çünkü o: Bütünüyle, nefsinden soyunmuştur; Sübhan Zat ile baki olmuştur. Bu takdire göre, onun için avdet memnudur.

Amma, sıfatlarda fena suretinde durum, anlatıldığı gibi değildir. Salikin vücud eseri baki olduğu için, burada avdet mümkündür.

Ve., mümkündür ki: Vâsıl olan kimsenin rücu edeceği ve rücu etmeyeceği, Hakkındaki ihtilâf anlatılan cihetten ola..

Gerçek olan şu ki: Eğer Muhammedi ise., avdetten mahfuzdur: aksi halde tehlikededir.

Fena bulduktan sonra salikin vücud eserinin zevali Hakkındaki ihtilaf dahi aynı manayadır. Bazıları bu manada aynın ve eserin zeval bulacağına kail olmuştur. Bazıları da. eserin zeval bulacağına cevaz vermemiştir. Bu babda hak olan şu ki: tafsilata girile.. Şu da bir gerçek: Eğer salik olan Muhammedi ise., onun aynı da gider; eseri de. Değil ise., eseri ondan zail olmaz.. Çünkü, onun aslı olan sıfatın aslı baki olup başlıca onun zilimin vezali mümkün değildir.

Burada bir incelik vardır; bilinmesi gerekir.

— Aynın ve eserin zevali.

Cümlesinden murad, şühudî olup vücudî değildir. Çünkü, vücudi zevale kail olmak, ilhad ve zındıklıktır. Bu taifeden bir cemaat zevali, vücudi zeval olarak tasavvur edip mümkinin eseri zevalinden kaçtılar. Zira Öyle bir şeyi de ilhad ve zındıklık bilmişlerdir. Amma, hakikat, Sübhan Hakkın bildirmesi sonunda, yaptığım tahkikattır.

Asıl şaşılacak durum şu ki: Zeval-i vücudiye kail olmakla kalmaz; zeval-i ayne dahi kail olurlar. Bilmezler ini ki: Vücudun aynının zevaline kail olmak, eserin dahi zevaline hüküm gibi olup ilhacu ve zındıklığı gerektirir.

Hülâsa: Aynde ve eserde vücudi zeval muhaldir. Ama şühudi olarak, her ikisinde dahi mümkündür; hatta vakidir. Ama bu: Muhammedi meşreb olanlara mahsustur. Zira Muhammedi olanlar, tamamı ile kalbden soyunur; mukallib-i kulüp ile ittisal ederler. Onlar, hallerin takallübünden halâs bulmuş; siva namı ile yad edilen her evden hür olmuşlardır.

Onlardan başkaları için, eserin vücudu lâzım olduğu, takallüb-ü ahval onların vakit kazançları olduğuna göre; bunlar için kalb makamından halâs yoktur. Zira, hallerin takallübü ve asarın vücudu; hakikat-ı camia-ı kalbiye şubelerindendir. Dolayısı ile, başkalarının şühudû daima hicapta olur. Matlubun hicabı dahi, salik vücudunun bekaya sübutunun miktarınca olur. Eser baki kaldıkça, işte hicap o eser olur.

***

MARİFET..

Bir salik, bilinmeyen bir sülûk yolundan, kendi terbiyesine gelen ismin üstündeki mertebelerden bir mertebeye ulaşırsa., o mertebede dahi fani ve müstehlek olursa., ama o isme vâsıl olmadan., bu surette dahi onun için:

— Fenafillah..

İtlakı caiz olur. Keza, o mertebede beka dahi böyledir.

Bu isim için, fenafillah tahsisi itibaridir. Çünkü: Fena mertebelerinin ilk mertebesi durumundadır.

***

MARİFET..

Sülûkler çeşitlidir.

Bazılarının sülûkü, cezbe takaddümü olmadan olur.

Bazılarında dahi cezbe, sülûkten evveldir.

Bir cemaate ise., sülûk menzillerini kat ederken cezbe hâsıl olur.

Bazılarına dahi, sülûk menzillerini aşmak nasib olur; ama kendileri cezbe sınırına ulaşmazlar.

Cezbenin önce gelmesi, mahcuplar içindir. Kalan kısımlar ise.. muhibbin zümresi ile alakalıdır.

Muhibbin olan zümrenin sülûkü ise., makamat-ı aşereyi tertib ve ta; sil üzere aşmaktan ibarettir.

Mahbubin zümrenin sülûkünde ise., makamat-ı aşerenin hulâsası hâsıl olur. Bunlarda tertibe ve tafsile hacet yoktur.

***

Vahdet-i vücud ilmi, meselâ: îhata, sereyan, maiyet-i zatiye., bütün bunlar, önde ve ortada gelen cezbeye bağlı şeylerdir. Has sülûk ve müntehilerin cezbesi ile bu misillu ilimlerin münasebeti yoktur. Aynı şekilde, müntehilere mahsus Hakkalyakin ile tevhid-i vücudiye ait ilimler arasında dahi bir münasebet yoktur.

Herhangi bir yerdeki, tevhid-i vücudî erbabı makamına münasib olaraktan, meczupların makamına mahsus Hakkalyakin beyan edilmiştir: o Müptedi veya mutavassıt meczuplara mahsus Hakkalyakindir.

***

MARİFET..

Meşayihten bazısı şöyle dedi:

— Talibin meşgalesi, cezbeye ulaştığı zaman; bundan sonra onun delili o cezbedir; kendisine yeter.

Yani: Artik onun bir başka tavassuta ihtiyacı kalmaz. O cezbe, kendisine yeter.

O zat, bu cezbe ile, seyrifillah cezbesini murad etmiş ise., evet, ona yeter. Lâkin orada geçen:

— Delil..

Lafzı, böyle murad etmeye münafidir. Zira, seyrifillahtan sonra mesafe yoktur ki; onun kat edilmesi için de delile ihtiyaç duyulsun.

Sülûkten önce gelen cezbe dahi burada murad edilmemiştir. Nitekim, ibareden malum olan mana dahi budur.

Anlatılan manalara bakılarak, zarurî olarak onunla murad, mutavassıtın cezbesi olduğu belli olur. Onun dahi, matluba vusul için kifayeti malum değildir, çünkü: Mutavassıtlardan pek çokları, bu cezbenin husulü zamanında, yükseklere çıkmaktan yana oturup kalmışlardır. Sanmışlardır ki: Bu cezbe, nihayet cezbesidir.

Üstteki izahtan da anlaşılacağı üzere, eğer bu cezbe onlara yeterli olsaydı, onları yolda bırakmazdı.

Evet.. Eğer bu önce gelen cezbe, mahbubin ile alâkalı cezbe olursa., o zaman yeterli olur. Bu cezbenin, inayet zinciri ile, mahbubları çekip götürmeye mecali vardır; onları yolda bırakmaz. Lâkin, bu yeterli olmak, bütün cezbelere verilir ise., memnudur; olmaz.

Bir cezbe, işini sülûke götürür ise., yeterli olur. Aksi halde meczup verimsiz olur ve mahbublardan da olmaz.

***

HATİME..

Meşayihten bir taife şöyle dedi:

— Zatî tecelli, şuuru izale eder; hissi muattal kılar.

Bazıları da, bu manada halinden haber verdiğine göre: Bu zatî tecellinin zuhura geldiği sırada yere düşmüş; uzun bir müddet o şekilde hissiz ve hareketsiz kalmıştır. Halta, insanlar sanmışlar ki: O öldü.

Bazıları dahi, bu tecelli sırasında konuşmaktan ve diğer halden men edilmişlerdir.

Bu kelâmın hakikati şu ki: Bu tecelli, isimlerden bir ismin hicabıdır. Hicabın bekası dahi. tecelli sahibinin, yani: Kendisine tecelli edilenin vücud bakiyesinin eseri sebebi iledir. Şuursuzluk dahi o bakiye sebebi iledir. Eğer tamamı ile fena bulup bekabillah ile müşerref olsaydı; ondan şuuru gitmezdi.

Bir şiir:

Yanar ateşe her kim ona dokunursa;
Ama nasıl yanar kendi ateş olursa..

***

Bu manada derim ki:

— O tecelli ki, hicaptadır; zatî tecelli değildir. Belki de bu: Sıfatlara bağlı tecellidir.

Resulûllah S.A. efendimize mahsus olan tecelli hicapsızdır.

Hicabın varlığına alâmet, şuursuzluktur; şuursuzluk dahi uzaklıktan ötürüdür.

Hicabın olmayışının alâmeti ise., şuur varlığıdır. Şuur dahi, tam manası ile huzurda olur.

Allah rahmet eylesin; büyüklerden biri asalet ve istiklâl ile bu tecelli sahibinin halinden şöyle haber verdi:

Bayıldı gitti Musa sıfat tecellisinden;
Sen tebessümdesin zat-ı ilâhı gördüğünden..

*** I
Bu, kendisinde hicab olmayan tecelli, mahbub olan zümreye daimidir: muhib olan zümreye ise., berkidir.

Çünkü: Mahbub olan zümrenin bedenleri, ruhlarının hükmünü almıştır: bu nisbet dahi bütün külliyetlerine sirayet etmiştir. İşbu sirayet muhib olan zümredendir. Resulûllah S.A. efendimizin buyurduğu :

— «Benim Yüce Allah ile bir vaktim olur»

Hadis-i şerifinde anlatılan:

— «V a k t..»

Manasından murad, tecelli-i berki değildir.

Resulûllah S.A. efendimiz, murad olanların başında gelir; bu tecelli dahi kendisi için daimidir. Bu hadis-i şerif ile, belki de, o daimi tecellinin hususiyetinden bir çeşidi beyan edilmiştir ki o: Ender ve az olur. Bu dahi erbabına gizli bir mana değildir.

***

M A R İ F E T ..

Resulûllah S.A. efendimizin buyurduğu:

— «Allah ile benim bir vaktim vardır ki: oraya ne mukarreb melek, ne de mürsel nebi girebilir..»

Hadis-i şerifin ifade ettiği mana üzerine iki kısma ayrılmışlardır: yani: Meşayih.. Allah sırlarının kudsiyetini artırsın. Onlardan bir taife:

— «Vakit..»

Lafzı ile, daimî olan vakti murad etmişlerdir. Bazıları dahi, ender olan vakte kail oldular.

Hak olan mana şu ki: Vaktin devamlı oluşu ile, nadir olan vakittir. Bu taHakkuk etmiş bir manadır. Bu manada işaret daha önce geçti.

Anlatılan manada, bu nadir olan vakit, bu Fakir katında dahi taHakkuk etmiştir. Ama namazın edası sırasında.. Resulûllah S. A. efendimiz:

— «Gözümün nuru namazdadır.»

Manasına gelen hadis-i şerifi ile bu manaya işaret etmiş gibidir.

Yine, bu manaya işaret olarak, Resullullah S.A. efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:

— «Kulun, Rabbına en yakın olduğu an namazdadır.»

Yine bu manadan olarak, Allah-ü Taâlâ siyle buyurdu:

— «Secde et; yaklaş..» (96/19)

Her ne vakitte ki, ilâhî yakınlık orada daha fazladır; gayrıdan bizar olma durumu orada daha fazladır.

Meşayihten bazısı; halinden, vaktinden, bu durumun kendisinde devamlı olduğunu anlatarak demiştir ki:

— Namazdaki halim, namazdan önceki halim gibidir.

Ama bu durum, anlatılan hadis-i şerifin manasına münafidir. Anlatılan, nass: Bu manada müsavatı ve istimrarı nefyeder.

Bu manada şunun bilinmesi gerekir ki. Vaktin istimrarı taHakkuk etmiş durumdadır. Ancak, kelim şu husustadır: Vaktin istimrarı bulunması ile, o nadir halet taHakkuk etmiş midir, yoksa etmemiş midir?.

Bu nadirattan olan vakte muttali olmayanlar onun nefyine kail olmuşterdır. Amma bu makamdan haclarını alanlar, onu itiraf etmişlerdir.

Asıl gerçek olan şudur: O kimselere ki. Resulûllah'a tebaiyet dolayısı namazda bir gönül birliği verilmiştir; bu yakınlık devleti hazzından nasib almışlardır; bunlar azdan dahi azdır.

Sübhan Allah, kereminin kemali ile bu makamdan bize nasib versin; Muhammed hürmetine.. Ona ve âline salât ve selâm..

MARİFET..

Erbab-ı sıfattan olan müntehiler, ilimlerde ve marifetlerde meczuplara yakındırlar. Her iki taife de, şühudda bir vasıf üzeredir. Zira, her ikisi de, erbab-ı kulubdandır.

Bu babda netice söz şu ki: Erbab-ı sıfat, tafsillere muttalidirler; amma, meczuplar bu hususta onlardan ayrılırlar.

Erbab-ı sıfatın, kendisinde sülûk ve uruc vasıtası ile, ziyade yakınlığın üstüne çıkmak vardır. Urucu olmayan meczuplara nisbetle bunların durumu budur.

Arada perdeler olsa dahi, meczuplar için:

— «İnsan sevdiği ile beraberdir.»

Hadis-i şerifinde belirtilen mana gereğince, asla yakınlık ve maiyet hükmü itibar edilse, şaşılacak bir durum olmaz. Çünkü, meczupların da, mahabbette, mahbuplar ile münasebeti vardır. Hicaplarla olsa dahi, zatî mahabbet, meczuplar Hakkında dahi taHakkuk etmiştir.

***

MARİFET..

Bu taifeden bazılarının ibaresinde şöyle gelmiştir:

— Kutuplara sıfat tecellisi, efrada ise., zat tecellisi vardır.

Bu kelâmda, teemmüle yer vardır. Çünkü: Kutub, Muhammedi meşreptir. Muhammedilere ise., zati tecelliden nasip vardır.

Evet, bu tecellide dahi, çok değişiklik vardır.

O yakınlık ki, efrad içindir; kutuplar için değildir. Lâkin, her ikisinin de zatî tecelliden nasibi vardır.

Ancak şuna kail olabiliriz:

— Mümkündür ki, onun bu kutuptan muradı, kutb-u evtad ola..

Ki bu kutup: İsrafil'in a.s. kademi üzerine olup Muhammed kademi üzerine değildir. Allah-ü Taâlâ, ona salât ve selâm eylesin.

MARİFET..

Bir hadis-i şerif meali:

— «Allah-ü Taâlâ. Âdem'i kendi sureti üzerine yarattı.»

Halbuki Allah-ü Taâlâ, şebihten ve misalden münezzehtir.

Âdem'in ruhunu öyle bir surette yarattı ki, bu: Onun hulâsasıdır. İşbu suretin ne benzeri vardır; ne de misali..

Sübhan olan Yüce Hak, lâmekânî olduğu için; ruh dahi aynı şekilde lâmekânîdir.

Ruhun bedenle olan bağlılığı, Sübhan Hakkın âlem ile olan bağlılığı gibidir. Ne ondan hariçtir; ne de ona dahildir. Ne ona ittisal etmiştir; ne de ondan munfasıldır.

Onda kayyumiyetten başka bir bağlılık anlayamayız. Zerrelerden her bir zerrenin kıyamını sağlayan ruhtur.

Nitekim Yüce Allah dahi, âlemin Kayyumudur. Yüce Hakkın beden için kayyumiyeti ruh vasıtası iledir.

Sübhan Hak katından bedene gelen her feyzin ilk uğrak yeri ruh olmaktadır. Bundan sonra o feyz, ruh vasıtası ile bedene ulaşır.

Ruh bir misilsiz ve benzersizlik sureti üzerine yaratıldığına göre: Hiç şüphe edilmeye ki, onda hakikî manada misali olmamak ve misli bulunmamak manası için bir mecal vardır.

Bir kudsi hadiste şöyle buyuruldu:

— «Beni ne verim aldı, ne de semanı; lâkin, mümin bir kulumun kalbi beni alır.»

Bu mana böyledir: çünkü yer ve sema, büyüklük durumları olmasına rağmen ikisi de imkân dairesine dahildirler. Benzeri ve misali olmak damgasını almışlardır. Şebihten ve misalden mukaddes olan lâmekâni için onlarda yer yoktur. Zira lâmekâni olanı, mekâni olan alamaz. Lâmisalî olan da misali olanda temekkün edemez. Bu manadan ötürü, hiç şüphe edilmeye: Mümin kulun kalbinde genişlik ve mecal taHakkuk etmiştir. Ki o: Lâmekâni olup misilden ve benzerden münezzehtir.

Burada hususî olarak, mümin kulun kalbi anlatılmıştır. Şuna binaen ki: Müminden başkasının kalbi, lâmekâni evcinden düşmüştür: benzeri ve misali olmakla esirdir; o durumun hükmünü almıştır. Anlatılan nüzul ve esaret sebebi ile imkân dairesine dahil olunca da, mişaliyet iktisap edip o kabiliyeti de yitirmiştir. Dolayısı ile, şu âyet-i kerimede belirtilen mananın hükmünü giymiştir.

— «Onlar, hayvanlar gbidir: belki de daha sapık..» (7/179)

Meşayihten her kim, kalbinin vüs'atından haber verir ise., onun muradı: Kalbin lâmekâni oluşudur. Zira. mekâni olan, her nekadar geniş olsa dahi dardır.

Arşa bakmaz mısın?. Azametinin, genişliğinin olmasına rağmen: mekâni olduğundan, lâmekâni olan ruh yanında bir hardal hükmünü almıştır: hatta daha da az..

Bu manada şunu da demek isterim:

Kalb, kıdem nurlarının tecelli mahalli olduğundan; hatta kıdem bekası bulduğundan, arş ve içinde bulunanlar o kalbe düşecek olsalar, izmihlale uğrar ve hiç bir şey durumunu alırlar. O derecede ki: Hiç bir eser dahi kalmaz. Nitekim, Seyyid'üt - taife şöyle dedi:

Muhdes kadimle arkadaş olduğu zaman, kendisinin hiç bir eseri kalmaz.

Bu yekta olan bir libastır ki, hususî olarak ruhun boyuna göre dikilmiştir. Bu hususiyet, meleklerde yoktur. Zira onlar, imkân dairesine dahil olmuşlardır: misali manada sıfat almışlardır.

***

Yukarıda anlatılan manalar açısından bakılınca; şüphesiz insan, Rahman'ın halifesidir. Bunda da şaşılacak bir durum yoktur. Zira, bir şeyin sureti, o şeyin halifesidir. O ki, bir şeyin sureti üzerine yaratılmamıştır; onun halifesi olmaya lâyık değildir. Mademki hilâfete de lâyık değildir; aslının emanetini taşımaya da güç yetiremez.

Sultanın ihsanlarını, ancak onun taşıyıcıları çekebilir. Allah-ü Tabereke ve Taâlâ şöyle buyurdu:

— «Biz, emaneti semalara, arza ve dağlara arz ettik; onu yüklenmekten çekindiler. Onu, insan yüklendi. Çünkü o, zalum ve cahildir.» (33/72)

Yani: O, nefsine zulmeder; o kadar ki, vücudundan ve vücudunun tevabiinden eser, hüküm bırakmaz. Cehaleti de çoktur. Maksuda mütaallik onun bir idrâki yoktur. Matluba olan nisbeti Hakkında bir bilgisi de yoktur. Belki de, o yerde idrâkten aciz kalmak idrâktir. Cehaleti itiraf dahi marifettir. Yüce Allah'a en çok arif olanlar, en çok onda hayrete dalanlardır.

***

TENBÎH..

Bazı ibarelerde, Yüce Mukaddes Allah-ü Taâlâ'nın şanında zarfiyet ve mazrufiyet vehmini veren ibareler geldiyse; bunu ibare meydanının darlığına vermelisin. Kelâmdan murad ve maksud olan, ehl-i sünnetin görüşlerine mutabık kılınmalıdır.

***

MARİFET..

Âlemin büyüğü ve küçüğü Şanı Yüce Allah'ın esma ve sıfatının mazharlarıdır. Zatî kemalâtın ve şüunatın aynalarıdır. O sübhan olan zat, gizli bir hazine, saklı bir sır idi. Zatını, kapalı durumdan açık duruma arz etmeyi murad etmiştir. İcmali dahi, tafsile getirmek dilemiştir. Bunun için de âlemi yaratmıştır ki: Aslına delil olsun; hakikatma bir alâmet olsun.

Âlemle Yüce Yaratıcı arasında, onun mahluku olmaktan başka bir nisbet yoktur. Onun, saklı kemalâtına da delildir. Bu mananın dışında kalan: İttihad, ayniyet, ihata, maiyet cinsi hüküm; sekirden ve halin ağır basmasından gelir. Amma, o büyükler ki, halleri istikamet üzeredir; ayıklık ve visal kadehinden içmişlerdir; onlar bu gibi ilimlerden teberri eder ve bu misillu halden de istiğfar ederler. Yol esnasmda onlardan bazılarına bu gibi ilimler gelmiş olsa dahi, onlar bir başkasına geçip giderler. Kendilerine, şeriat ilimlerine mutabık olarak, ezelî ilimler ihsan olunur.

Üstte anlatılan manayı bir misalle açalım..

Fenler sahibi derin bir bilgin vardır; saklı kemalâtını zuhur meydanına çıkarmak diler. Gizli fenlerinin, açıkta görünmesini diler. Bunun için de, harfler ve sesler icad eder. Ta ki: Bu harflerin ve seslerin perdesinde saklı kemalâtı ve gizli tenleri meydana gelsin. Bu surette meydana gelen işte; harflerle sesler arasında bir münasebet olmadığı gibi, saklı manalar arasında dahi münasebet yoktur. Hatta o mucid alan alimle onlar arasında dahi bir münasebet yoktur. Ancak, âlim olan onların mucididir; onlar dahi âlimin gizli kemalâtına delildir. Durum böyle olunca:

— Bu harfler ve sesler, o mucid âlimin aynıdır ve o manaların aynıdır.

Sözünün manası kalmaz. Aynı şekilde ihata ve maiyet dahi, bu hadisede vaki değildir. Elbette, o manalar eski sarafeti ile kalmaktadır.

Evet..

O manalar ve onun sahibi, harfler ve sesler arasında delil ve medlul olma durumu olduğu için; çoğu kez hayalde, bazı zaid manalar ve vaki olmayan vehimler meydana gelir. Halbuki o âlim ve o saklı manalar, hakikatte o zaid nisbetten münezzeh ve müberradır. Bu sesler ve harfler hariçte mevcuttur. Ama şöyle bir durum yoktur: Yalnız âlim ve manalar mevcut olup harfler ve sesler vehim ve hayalâttır.

Yüce Allah'ın masivası olan âlemin durumu dahi öyledir; bunlar zıllî vücud, tabiî bir oluş ile dışarıda mevcuttur; evham ve hayalât değildir. Çünkü böyle bir mezhep sofestai mezhebidir. Bu manadan ötürü derler ki:

— Âlem, vehim ve hayallerden ibarettir.

Âlem için hakikat isbatı, onu vehimler ve hayaller olmaktan çıkaramaz. Elbet mevcud olan hakikattir; âlem değil.. Zira âlem, o mefruz hakikatin ötesindedir.

***

TENBİH..

Âlemin mazhar olma durumu, isimlere ve sıfatlara aynalığı; isimlerin ve sıfatların suretlerine mazhar oluşuna göredir. İsimlerin ve sıfatların aynlarına (asıllarına) göre değil.. Çünkü, isimde müsemma gibi olup mir'at ile ihata olunamaz; sıfat dahi mevsuf gibidir, kesin olarak mazhar ile mukayyed olamaz.

Bir şiir:

Sübhan ismi yücedir olmaz misl-i zatı;
Vasfı dahi öyle, olmaz mazhar muhatı..

***

MARİFET..

Resulûllah SA. efendimizin kâmil tabilerine, ona tabi olmak vasıtası ile olsa dahi, zatî tecelliden nasip vardır. Asaleten, işbu tecelli, Resulûllah S.A. efendimizin hususiyetleri arasındadır.

Sair peygamberler için de, sıfat tecellisi vardır. Ama zat tecellisi, sıfat tecellisinden daha faziletlidir.

Şunun da bilinmesi gerekir ki: Peygamberler için, sıfat tecellilerinde olan yakınlık mertebeleri, bu ümmetin kâmil tabilerine yoktur. Tebaiyet yolu ile, zat tecellisinin bulunmasına rağmen durum budur. Bu mana için, şöyle bir misal verebiliriz:

Bir şahıs, uruc derecelerini aşarak, cemaline mahabbet icabı güneşe vâsıl olur. O kadar yaklaşır ki; güneşle kendi arasında ince bir hailden başka bir şey kalmaz.

Anlatılandan başka bir şahıs ise., güneşin zatına mahabbet i olmasına rağmen, o mertebelere yükselmekten acizdir. İsterse kendisi ile güneş arasında asla bir hail olmasın.

Bu durumda hiç şüphe edilmeye ki: Birinci şahıs güneşe daha yakındır; onun dakik kemalâtını dahi iyi bilir.

Her kimdeki yakınlık ziyadedir; onun marifeti daha çoktur. Kendisi daha faziletli ve kemalâtı daha çoktur.

Üstte anlatılan manadan ötürü: Bu ümmetin evliyasından hiç biri; ümmetlerin hayırlısı olmasına rağmen, peygamberleri de daha faziletli iken; peygamberlerden bir peygamberin mertebesine ulaşamaz. İsterse, en faziletli olan makamdan, peygamberine mütabaat sebebi ile nasib hâsıl olsun. Zira asıl külli fazilet peygamberlerindir. Onlara salât ve selâm olsun. Ama, evliya onların uydusu durumundadırlar.

***

Bu mektupta son cümlemiz şu olsun:

Bunun için ve bütün nimetleri için Sübhan Allah'a hamd olsun.

Salât ve selâm, onun en faziletli peygamberine, bütün nebilere, resullere, mukarreb meleklere, sıddıklara, şehidlere, salihlere..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 286. Mektup

MEVZUU : a) Sahih itikad, ehl-i sünnet vel-cemaatın görüşlerine uygun olarak, Kur'andan ve hadisten alınmış olandır,
b) Ehl-i sünnet vel-cemaatın hilâfına olarak Kuran ve hadisten istinbat edilenin ve kesif yollu ehl-i hak olanların hilâfına idrâk edilenin reddi..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mevlâna Emanüllah Fakih'e yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'm adı ile..

Allah-ü Taâlâ, seni irşad eylesin; doğru yolu sana ilham etsin.

Bu yolun, yapılması zaruri işleri cümlesinden olarak, salikin itikadıni düzeltmesi başta gelir; bunu bilesin. Amma, bu itikadı düzeltme işi ehl-i sünnet vel-cemaat ulemasının, Kur'an'dan ve hadisten istinbat ettikleri meselelere göre olacaktır. Yine bu yolda, selef-i salihinin izince gidilmelidir.

Kur'an ve hadisi, öyle bir manaya hamletmek lâzımdır ki; ehl-i hak, yani: Ehl-i sünnet vel-cemaat ulemasının anladığı nasılsa öyle olsun. Bu dahi, bu yolda zarurîdir.

Faraza, keşif veya ilham yolu ile; onlar tarafından anlaşılan manaya muhalif bir şey zuhur eder ise., uygun düşer ki: Ona itibar edilmeye ve ondan Allah'a sığınıla.. ihata, kurb, maiyet-i zatiye dahi böyledir.

Burada, zahiri manalarından, tevhid-i vücudî anlaşılan âyet ve hadisleri misal olarak söyleyebiliriz. Ne var ki, bunlardan ehl-i hak ulema o manaları anlamazlar.

Şayet salike tarikat esnasında bu manalar inkişaf ederse., ki şöyle, olur: Vahid mevcuddan başka görmez; Allah-ü Taâlâ'nın bizzat muhit olduğunu idrâk eder; yahut Allah-ü Taâlâ'yı zatı ile yakın bulur.. Kendisi, her nekadar, halin galebesi ve vaktin sekri dolayısı ile orada mazur ise de; lâkin ona yakışan odur ki: Allah-ü Taâlâ'ya iltica edip ona tazarru ede.. Şunun için ki: Kendisini bu vartadan kurtara.. Kendisine, ehl-i Hak ulemanın görüşlerine uygun yolu aça..

Kıl kadar ols adahi, onların itikadına muhalif şey, kendisinde zuhur etmeye..

***

Hülâsa..

Uygun düşer ki: Ehl-i hak ulemanın anladığı manalar, keşfin doğruluk ölçüsü biline.. O manalardan başkası, ilham miheki kılınmaya.. Çünkü: Onlar tarafından anlaşılan manaya muhalif olanlar, itibardan düşmüştür. Zira, her bid'atçı dalâlettedir; bu hali ile de sanır ki: İtikadında uyduğu ve onun mehazi, Kur'an ve hadistir. Zira o, Kur'an ve hadisten kendi sakat anlayışına göre mana çıkarır; hiç de ehl-i hak ulemanın görüşüne mutabık değildir. Bu durumda şu âyet-i kerimenin manası zuhur eder:

— «....onunla Allah-ü Taâlâ, çoğunu dalâlette bırakır, çoğunu da hidayete getirir.» (2/26)

(Bu âyet-i kerime, Kur'an-ı Kerim'de geçen misaller üzerinedir.) Ancak derim ki:

— Muteber olan, ehl-i hak uleması tarafından anlaşılan manadır; bunun dışında kalanlar muteber değildir. Şunun için ki: Bu zatlar, o manaları sahabenin, selef-i salihinin izine tabi olarak almışlardır. Allah onlardan razı olsun. Bunlar, o manaları, hidayet yıldızlarının nurlarından almışlardır. Bu mana icabıdır ki: Ebedî saadet, onlara mahsus olmuş; sermedi felah, onlara nasib edilmiştir.

Bir âyet-i kerime meali.

— «İşte onlar Allah fırkasıdır. Gözünüzü açın; Allah fırkası umduklarına erenlerin taa, kendileridir.» (58/22)

Teferruat sayılan işlerde, bazı ulemanın müdahenesi ve amellerde dahi onların taksiratı var ise de; bununla beraber, hak itikada da sahiptirler.. Bu sebeplere dayanarak, ulemayı mutlak surette, yani: Umumî manada inkâr etmek, bütünü ile onlara taan etmek uygun değildir. Böyle bir şey insafsızlık olur; büyüklenmek ve onları küçümsemek olur. O kadara gider ki bu: Dinî yönden zarurî sayılan işlerin pek çoğunu inkar olur. Zira, o zarurî işleri nakledenler ulemadır. Onların iyisini kötüsünden ayırd eden yine ulemadır. Onların hidayet nuru olmasaydı; hidayeti bulamazdık. Onların ayırd etmesi olmayaydı, doğruyu yanlışı ayırd edemez; şaşırırdık. Bunlar, öyle kimselerdir ki Din-i kavim kelimesinin ilâsı için, bütün gayretlerini harcamışlardır; insanların pek çoğunu, sırat-ı müstakime (doğru yola) sokmuşlardır. Bunlara tabi olan, necat bulur, iflah olur: bunlara muhalefet eden açık yoldan sapar ve başkalarını da saptırır.

Şunun bilinmesi yerinde olur ki, sof iyenin itikadları dahi, ehl-i hak itikadının aynı olur. Yani:

— Sülûk ve vusul menzillerini tamam edip velâyet derecelerinin sonuna vardıktan sonra..

Demek istiyorum.

Bu itikadlar, ulemaya nakil ve istidlal yolu ile gelir; sof iyeye ise., keşif ve ilham ile..

Tarikat esnasında, sekir ve halin galebesi ile sofiyeden bazılarına; anlatılan ehl-i sünnet vel-cemaat itikadlarma muhalif bir durum zuhur eder ise de; o makamları geçip işin nihayetine ulaştıktan sonra o muhalif durum toz duman olup gider. O muhalefet üzere kalabilir de.. Ancak, ümid edilen odur ki: Onunla muaheze olunmayalar.. Çünkü, onların hükmü hatalı müçtehid hükmüdür. Müçtehid meseleleri çıkarmakta hata eder; onlar ise., keşifte..

***

Bu taifenin muhalefeti cümlesinden olarak: Vahdet-i vücud, ihata, kurb ve maiyet-i zatiye hükmünü sayabiliriz. Bu mana, daha önce de geçti.

Bundan başka, Yüce Hakkın zatına zaid olarak var olan yedi veya sekiz haricî sıfatı da inkâr ederler. Amma ehl-i sünnet vel-cemaat uleması, zat varlığına zaid olarak, onların hariçte var olduklarına zahib olurlar.

Bunların inkâr menşei şudur: O vakit, müşahede ettikleri, sıfatlar aynasında zattır. Malumdur ki: Ayna bakanın nazarında gizlidir; bunun için de, onun hariçte var olmadığına hükmederler. Sebebi: O gizliliktir. Sandılar ki: Eğer o mevcud olsaydı; müşahede edilirdi. Mademki, müşahede edilmedi; o halde yoktur.

İşbu sıfatların varlığına hükmettikleri için de: Ulemaya taan edip onların putperest ve kâfir olduklarına hükmettiler.

Böyle bir taana cür'et etmekten Allah'a sığınırız.

Eğer onlara bu makamdan terakki müyesser olursa., şühudları dahi, bu hicaptan çıkar; mertebeler hükmü de zail olur. Elbet o zaman da. sıfatları görürler ki; zattan başkadır.

Böylece onları inkâr etmemiş olur; işi büyük ulemayı taana kadar götürmezler.

Onların muhalehetleri cümlesinden ciarak, bazı işleri Yüce Hakkın yapmaya mecbur olduğuna dair hükümleridir.

Bunlar, her nekadar icap lafzını itlak etmezler ve iradeyi isbat ederler ise de; lâkin hakikatta iradeyi nefyederler. Bunlar, bu dudurumları ile, anlatılan hükümde, bütün şeriat ehli olanlara muhalif düşerler.

Bu işler cümlesinden olarak, şu hükümleri de vardır:

— Allah-ü Taâiâ, kudret sahibi olarak kadirdir.

Derler.. Amma şu manaya ki: Dilerse yapar; dilemezse yapmaz. Bununla beraber şöyle derler:

— Birinci şart, onun için doğru vaciptir; amma ikinci şart mümtenidir.

Yani:

— Dilememesi yoktur.

Demeğe geiir. Bu söz de icabdır; hatta şeriat ehli olanlar katında mukarrer olan manaya göre: Kudreti inkârdır. Zira onlar katında kudret şu manaya gelir:

— Fiilin sıhhati ve terki..

Amma bunların kavline göre: Yapmak vacip, terk ise., mümtenidir.

Bu manaların biri, diğerinden o kadar uzaktır ki!.

Onların bu meselede mezhebi, aynı ile felsefecilerin mezhebidir. Yani: Birinci şartın vacib olduğunu tasdik, ikinci şartın mümteni olduğunu tasdik edip iradeyi isbat etmek sureti ile.. Ancak, bunları felsefecilerden ayırd eden bu isbat ise., hiç faydalı değildir. Zira irade, iki müsavi şeyin birine tahsis veya tercihtir. Bu müsavi durum olmayınca irade dahi olmaz. Burada vücup ve imtina için, müsavi durum yok olmuştur. Anla artık.

Bu muhalif işler cümlesinden olarak; kaza ve kader beyanlarını alabiliriz. Öyleki, onun zahiri icab isbatıdır.

Onların bu bahiste söyledikleri cümleden olarak şu ibareleri vardır:

— Hâkim mahkûm, mahkûm dahi hâkim..

Burana, icab isbatı şöyle dursun; bir kimsenin Yüce Hakka hükmedip, onun mahkûm kılmasını isbata kalkması dahi cidden çirkin bir şeydir.

Bu manada bir âyet-i kerime meali:

— «Hiç şüphe yok ki onlar, çirkin ve yalan laf söylüyorlar.» (58/2)

Üstte anlatılan misalden onların muhalif sözleri çoktur.

Bu arada, onların Yüce Hakkı görmeye imkân olmadığına kail olmalarını dahi sayabiliriz. Ancak, suri tecelli ile görülebileceğini anlatırlar.

Onların kail oldukları bu mana, Sübhan Hakkın rüyetini (görmeyi) inkâr sayılır. Onların cevaz verdikleri surî tecelli ile niyet; hakikatta, Sübhan Hakkı görmek değildir. Ancak, misal ve şebihten bir şeydir.

Bir şiir:

Müminin onu görecek, keyfiyet muhal:
Ne idrâk vardır, keza ne de darbı misal..

Büyük zatların, ruhları Hakkında kıdem ve ezeliyete kail olmalarını dahi, onların muhalif cümleleri arasında sayabiliriz. Ki bu: Ehl-i İslâm'ın karar kıldığı meseleye aykırıdır. Zira bunlar katında bu âlem, bütün parçaları ile sonradan yaratılmıştır; ruhları dahi bu âlem cümlesindendir. Zira:

Âlem ..

Yüce Hakkın zatından gayrına bütün olarak verilen bir isimdir.

Anla..

***

İşin künhüne ve hakikatına ulaşmadan evvel salike uygun düşer ki: Ehl-i sünnet ulemasına uymayı kendi nefsi için lüzumlu saya.. İsterse, keşfine ve ilhamına muhalif bir durum mevcud olsun. Ulemayı haklı, kendisini de hatalı kabul etmelidir. Zira, ulemanın istinad noktası peygamberlerdir. Onlara salât ve selâm olsun. Onlar, kesin olan vahiy ile teyid edilmiş olup hatfdan ve galattan masumdurlar. Kendisinin keşfi ve ilham:, sabit hükümlere muhalif olduğu takdirine göre hatadır; galattır. Keşfi, ulemanın kail oldukları meselelerden önde görmek; hakikatte kendisini, kat'î münzel hükümlere takdim etmektir. Böyle bir şey de, sırf dalâlet ve ayniyle hüsrandır.

Kitap ve sünnet (Kur'an ve hadis) mucibince itikad etmek nasıl zaruri ise., onların muktazafına göre amel etmek dahi zarurîdir. Amma su yoldan olacak: Müçtehid âlimlerin onlardan istinbat edip onlardan istihraç ettiği hükümlere göre.. Haliyle bunlar şu işlerdir: Helâl, haram, farz, vacip, sünnet, müstahap, mekruh ve müştebih.. Bu hükümleri bilmek dahi, aynı şekilde zarurî olmaktadır.

Onlara uymak durumunda olan bir kimse; Kur an'dan ve hadisten, müçtehidin görüşüne aykırı olarak ahkâm çıkarıp alması ve onunla amel etmesi caiz değildir.

Uygun düşer ki: Kendi mezhebinin müçtehidi tarafından ihtiyar edilen kavil ile ameli tercih ede.. Yani: Kendilinin uyup tabi olduğu müctehid..

Bid'âttan da kaçınıp azimetle amel etmelidir.

İmkân nisbetinde müçtehidlerin kavillerini cem etmeye çalışmalıdır. Ta ki, amel üzerinde itifak edilen işe düşe.. Bunları misal olarak şöyle sıralayabiliriz:

İmam-ı Şafii Hz. abdestte niyeti şart koşmuştur; niyetsiz abdest almamalıdır. Aynı şekilde, abdest azalarının tertib üzere yıkanmasının dahi farz olduğuna kail olmuştur; o tertip sırasını bozmamalıdır.

İmam-ı Malik, abdest azalarının oğuşturulmasını farz saymıştır; elbette azalarını yıkarken oğuşturmalıdır. Bu manadan olarak demişlerdir ki:

— Kadına dokunmak ve ön edep yerine (erkek tenasül uzvuna dokunmak abdesti bozar; bunlardan birine dokunduğu zaman, abdestini yenilemelidir.

Sair ihtilaflı hükümlerde dahi bu kıyas üzere gitmelidir.

***

Üstte anlatılan iki kanat, yani: İtikad ve amel hâsıl olduktan sonra; Yüce Sultan Allah'ın yakınlık derecelerine yükselmek için teveccüh etmelidir. Zulmanî menzilleri ve nurani meslekleri kat etmeye talib olmalıdır.

Ancak, şunun bilinmesi gerekir ki: Bu uruc ve menzillerin kat edilmesi; kâmil mükemmel tarikatı bilen ve ona karşı basiret sahibi olup hidayet edebilen bir şeyhin teveccühüne bağlıdır. Bu zatın nazarı, kalb marazlarına şifadır. Onun teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları atar.. İşte, öncelikle böyle bir şey aramalıdır. Yüce Hakkın fazlı ile, böyle birini tanırsa, ona tutunmalıdır. Bu arada şuna itikad etmelidir ki: Onu tanımayı kendisi için, büyük bir nimet bile.. Bütün tasarrufatmda ona münkad olmalıdır.

Bu manada Şeyh'ül-İslâm Herevi şöyle dedi:

— Bu ne manadır ki, evliyana verdin; Şöyle ki, onları tanıyan seni bulur; seni bulamayan da onları tanıyamaz.

Sonra., kendi tercih haklarını, şeyhinin arzusunda bütünü ile yok etmelidir.

Muradların tümünden, nefsini tahliye etmelidir.

Şeyhinin hizmetinde, himmet kuşağını bağlamalıdır.

Şeyhinin, kendisine emrettiği şeylerin tümüne tam manası ile imtisal edip onları yerine getirmeye çalışmalıdır. Şuna da itikad etmelidir ki: Bütün saadet sermayesi ondadır.

Kendisine iktida edilen şeyh:

Müridin istidadına zikri münasip görür ise., onu emreder.

Müridin istidadına teveccühü ve murakabeyi münasip görürse., onları işaret eder.

Müridin istidadını bilirse ki, mücerred sohbet yeterlidir; bunu emreder.

Hülâsa..

Şeyhin sohbeti var iken, zikir ihtiyacı, asla tarikatın şartlarından değildir.. Şeyh, talibin haline neyi münasip görür ise., onu emreder

Tarikatın bazı şartlarında, müridden bir kusur vaki olur ise., şeyhin sohbeti ile onu telâfi eder. Onun teveccühü, müridin noksanını yerine getirir.

***

Bir kimse, anlatılan manada bir şey ile müşerref olmaz ise., bu durumda: Şayet o kimse muradlardan ise.. Sübhan Hak onu cezbedip kendisi için seçer., onun işine sırf sonsuz ve nihayetsiz inayeti yeter. Kendisine lâzım olan bütün edep ve şartı öğretir. Bazı büyüklerin ruhaniyetini; onun yoluna vesile eyler; sülûk menzillerini kat etmekte dahi delili olurlar. Çünkü: Sülûk menzillerini kat etmekte meşayihin ruhaniyet tavassutu lâzımdır. Yani: Yüce Allah'ın âdetinin cari olduğu üzere..

Şayet müridlerden ise., kendisine iktida edilecek bir şeyhin tavassutu olmadan, onun işi cidden müşkildir. Taa, kendisini uyacağı bir seyre ulaştırıncaya kadar Sübhan Allah'a iltica etmelidir.

Bu araca şunu da belirtelim ki; tarikatın şartlarına riayet gerekli sayılmalıdır.

Bu şartlar, meşayih kitaplarında tafsilatı ile beyan edilmiştir. Onlara müracaat edip mülâhaza ettikten sonra riayet edilmesi gerekir.

Tarikatın en büyük şartları arasında nefse muhalefet vardır. Bu dahi, vera' ve takva makamına riayetle olur. Bu makam dahi, haramlardan sakınmak sayılır..

Haramlardan sakınmak ise., ancak fuzulî mubahlardan çekinmek sureti ile olur.

Şayet, mubahları irtikâb etmekte dizgin elden bırakılır ise., iş şüphelileri irtikâba kadar gider. Şüpheliler ise., harama yakın olup ona düşmek ihtimali kuvvetlidir. Zira, koru civarında olan, oraya düşebilir.

Haramlardan korunmak işi, fuzulî mubahlardan kaçınmaya bağlıdır. Vera' halinin taHakkuku için dahi, fuzulî mubahlardan sakınmak gerekir. Terakki ve uruc için dahi, vera' halinin taHakkuk etmesi gerekir; zira vera' buna bağlıdır.

Üstte anlatılan manayı şöyle açıklayabiliriz..

Ameller iki parçaya ayrılmıştır:

a) Emirleri yerine getirmek..
b) Yasaklardan da kaçınmak..

Emirlerin yerine getirilmesinde; kudsiyyun zümresi müşterektir. (Yani: Melekler..) Eğer yalnız amelleri yerine getirmekle yükselmek mümkün olsaydı; kudsiyyun için dahi terakki olurdu.

Yasaklardan kaçınmak ise., yalnız, insanlara mahsustur. Zira, onlar bizzat masumdurlar. Onlarda, muhalefet mecali yoktur ki, ondan kaçınsınlar. Dolayısı ile, terakki yalnız bu ikinci parça için gerekli olur.

Anlatıldığı biçimde, yasaklardan kaçınmak, ayniyle nefse muhalefettir. Zira, şeriat ancak nefsanî nevanın kalkması için gelmiştir: bir de zulmanî âdetlerin defi için..

Çünkü nefis tabiatının iktizası ya haramı irtikâb etmektir; yahut sonu harama çıkan fuzulî şeyleri irtikâb etmek.. Bu manadan olarak, fuzuli şeylerden kaçınmak, ayniyle nefse muhalefettir.

Burada şöyle bir şey sorulabilir:

— Emirlere imtisal dahi, aynı şekilde nefse muhalefettir. Zira nefis, ibadetle iştigal etmeyi istemez. Bu durumda, emre imtisal dahi îtrakkiyi gerektirir. Meleklerde dahi. emre imtisal muhalefeti olmadığı için; terakkilerine sebeb olmaz. Kıyasın dahi farkla olacağı malumdur.

Bunun cevabı için şöyle diyebilirim:

— Nefsin ibadeti istemeyişi ve ona rızasının olmayışı, ancak ondan feragat etmeyi taleb sebebi iledir. O kadar ki: Nefis, hiç bir şeye bağlanıp mukayyed olmayı arzu etmez. Onun bu feragat arzusu ve meşgul olmak istemeyişi, harama dahildir; yahut da fuzulî işlere..

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca, nefsin muhalefeti, emirlere imtisalde, haramlardan kaçınmak yolundan gelmektedir; bir de fuzuli işlerden.. Emirleri eda yolundan değil.. Yani: Yalnız memur olunduğu şeylerden değildir ki:

— Bu, meleklerde dahi vardır..

Denile.. bu manadan ötürü, kıyas sahihtir.

***

Hangi tarikatta ki, nefse muhalefet fazladır; o, yolların en yakınıdır.

Hiç şüphe edilmeye ki: Tarikat-ı Nakşibendiye'de nefse muhalefete riayet, sair tarikatlara nazaran pek çoktur. Zira, bu yolun büyükleri, azimetle ameli ihtiyar edip ruhsat yolundan kaçınmışlardır.

Malum bir durumdur ki: Gerek haramdan, gerekse fuzuli şeylerden sakınmak azimette mevcuttur; her ikisine de, riayet edilmektedir. Amma, ruhsat böyle değildir. Zira, ruhsatta yalnız haramdan sakınmak vardır.

Burada şöyle bir şey sorulabilir:

— Sair tarikatlar erbabı katında dahi, azimetin tercih edilmesi mümkündür..

Derim ki:

— Sair tarikatlarda semağ vardır; raks vardır. İş onlarda ruhsat haddine varır. Hem de, birçok kaçamaklardan sonra.. Bunda azimet mecali nereden olsun?. Aynı şekilde, cehren yapılan zikirde ruhsatın fevkinde bir şey tasavvur edilemez.

Sair tarikatların meşayihi, kendi tarikatlarında; bazı sahih niyetlerle yeni işler ihdas etmişlerdir. Bu işlerdeki tashihin nihayetinde ise., ruhsat hükmü vardır. Amma. bu Silsile-i Aliyye böyle değildir.

Bunlar, kıl kadar olsa dahi, sünnete muhalefet olarak bir şeye cevaz vermezler.

Anlatıldığı gibi olunca, bu Tarikat-ı Ali'ye'de nefse muhalefet pek fazlası ile tamamdır. Dolayısı ile de, yolların en yakını olmaktadır. Talib olan bir kimsenin dahi bu Tarikat-ı Aliyye'yi tercih etmesi yerinde ve pek münasip olur. Çünkü bu Tarikat-ı Aliyye gerek akrabiyet gerekse matlub olarak, kemaliyle üstünlük sahibidir.

***

Son gelen halifelerinden bir cemaat, o büyüklerin vaziyetlerini bırakıp bu Tarikat-ı Aliyye'de bazı işler ihdas ettiler. Semağı, raksı ve cehri zikri tercih ettiler. Bunun menşei dahi, bu Tarikat-ı Aliyye büyüklerinin niyetlerinin hakikatma vâsıl olamamaktır. Bunun için hayal ettiler ki: Bu yeniliklerle bu Tarikat-ı Aliyye'yi ikmal edip tamamladılar. Hem de bu ihdas edilen şeyler ve bid'atlarla.. Ama anlayamadılar ki: Onun tahribine çalışmaktadırlar; onu zay etmeye çabalarlar.

Allah Hakkı hak eder; bu yola hidayet eden odur.

***
 
Üst