Mektûbât-ı Rabbânî Köşesi...

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 325. Mektup

MEVZUU: Asi için müşahid olan melek, insanın şühudu dahi enfüste olmasına rağmen, o devlet bunda bir cüz gibidir. Beka dahi onun üzerine terettüb etmiştir.
Bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, hakiki kardeşi Meyan Gulam Muhammed'e yazmıştır.
Bilesin ki,
Melekler aslı müşahede edip ona teveccüh etmektedirler; alâkaları dahi onunladır. Zıllıyet şaibesi, bunlar için yoktur.
Miskin insana gelince, bu dünya hayatında pek az, ayağını zıllıyet haricine basabilir. Daimi şühud dahi, afak ve enfüs vasıtası olmadan pek az hasıl olur. «Ancak, asla ulaştıktan sonradır ki: Asıl nurlarından bir lem'a onun kalb aynasında parlamaya başlar. Bundan sonra, aleme döner; noksan kimselerin terbiyesi de kendisine havale edilir. Bu dönüşte, hem kendisinin; hem de kendisinden başkasının terbiyesi vardır.
Anlatılan lem'a onun bir parçası gibi kılınmıştır. Diğer parçalarını, bu parça, onun rücuu müddetinde kendi boyasına boyar ve kendi rengini aldırır.
Bu manadan olarak o, kendi dışında kalanları noksanlık sıkıntısından kemal fezasına çıkarır; onların gaybden şehadete geçiren delili olur.
Davet ve rücu müddeti onda tamam olduktan sonra, yazılan dahi sonuna geldiği zaman, kendisinde asla varma şevki başlar. Daha sonra içinden:
"Refik-i âlâya.."
Nidası gelmeye başlar. Böylece, çeşitli taalluktan halâs olur. Hamulesini dahi, gaybden şehadete aktarır. Muamelesini, mektuplaşma durumundan alır; başbaşa olma durumuna çıkarır, işte o zaman:
"Ölüm, dostu dosta ulaştıran bir köprüdür."
Manası, doğruluk kazanır.
Şu hususun bilinmesi yerinde olur ki: Melek, her ne adar aslı müşahede etmekte olup insanın şühudu dahi enfüste olmasına rağmen, bu devlet insanda, kendisinden bir parça gibidir. Beka dahi, onun üzerine verilmiş; onunla tahakkuk etmiştir. Amma melek, böyle değildir. Zira bu devlet, onda bir cüz gibi olmamıştır. Bakış onlara hariçten olup, onda kendileri için beka ve onunla tahakkuk yoktur. Keza onlarda, insana müyesser olan asıl ile renge girip bir boya alma durumu da yoktur. Yerdekiler için hasıl olan hususiyet, kudsiyyun zümresine hasıl olmamıştır. Zira, zahir ile batının değişik durumu çoktur, isterse batini devlet, bir cüz; harici devlet ise bir kül olsun. Batın batındır; hariç dahi hariçtir. Kelhamımız işaret ve beşarettir.
Üstte anlatılan mana icabı olarak; beşer zümresinin havassı, melek zümresinin havassından daha faziletli oldu. Bütün bunlarla birlikte, onun için hilâfet hakkı meydana geldi.
Bir ayet-i kerime meali:
"Allah dilediğine rahmetini tahsis eder; Allah büyük fazlın sahibidir."(2/105)
Bir şiir:
Yükselerek semaya zeminzade;
Yeri, zemini bıraktı geride...
***
Üstte anlatılan devletin insana müyesser olması: Arza bağlı cüz'i sebebi iledir. Kalb ki, Allah'ın arşı olmuştur; ancak bu toprağa bağlı unsur devleti iledir. Bu toprağa bağlı unsur dahi, her şeyi özünde topladığı gibi, imkân dairesinin dahi merkezidir. Bütün bu yüksekliğe ve üstünlüğe toprağın erme sebebi ancak şudur: Tavazu gösterip üstünlük taslamamak. Bu tavazu dahi onu üstün kılmıştır. Bu manada bir hadis-i şerif meali:
"Bir kimse, Sübhan Allah için tavazu gösterir ise... Allah onu yükseltir."
İnsan, rücu ve davet müddetini tamam edip de, aslına rücu eder ise., asıl boyaya girdikten sonra o Mukaddes Zat'a teveccüh eder ise... yakin mana odur ki: Kendisi için o makamda müyesser olacak hususiyet ve ferahlık başkasına olamaz. Kendisi için hasıl olan yakın derece başkasına yoktur. Zira o, vasıl ve fani olmuş; kendisi için asıl ile beka hasıl olmuştur. Hem de aslın boyasına girmek sureti ile...
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, başkasının ne mecali olur ki: İnsanla müsavat iddia ede. Zira ondan başkasının boyaya girmesi, her ne kadar tenezzül ve tecerrüd itibarı ile tamam olma ve kemal bulma ölçüsünde pek ileri ise de, lâkin hariçten gelmektedir. Böyle bir şeyin hükmü ise... arızidir. İnsanın o boyaya girmesi batini olduğundan, onun hükmü zati mana taşımaktadır. İkisi arasında çok fark vardır.
Üstte anlatılan kemal, enbiyaya mahsustur. Onların tümüne Allah'ın salâtı ve selâmları olsun. Zira, beşerin havassı olarak murad olan onlardır, bir de, teahiyet ve veraset yolu ile, bu büyük devlete erme müjdesini alanlar vardır.
Anlatılan devletin peygamberlerin ashabında husule gelmesi, onun sohbeti ile pek çok ve pek ziyade olmuştur. Onlara salât ve selâm olsun. Her ne kadar az, hatta azdan da az olsa dahi, ashabın dışında bu devlete müşerref olan vardır.
Bir şiir:
Padişah çalarsa kapısını kocakarının;
Olmaya gidesin yolunmasına bıyığının...
Rabbimiz nurumuzu tamamla; günahlarımızı bağışla... Sen her şeye kadirsin. Resullerin efendisi hürmetine. Ona ve diğerlerine salât, tahiyyat ve selâmlar.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 324. Mektup

MEVZUU: a) "Allah yerin ve semaların nurudur" ayetinin tevilli manası.
b) İnsan kemalâtının bazı hususiyetleri ile, onun arıza bağlı faziletleri. Ve buna münasip bazı hususlar.
NOT: İmam-ı Rabbani Hazretleri bu mektubu, Maden-i Halkaik Maarif-i Lâmütenahiye Mazhar-ı Füyuzat-ı İlâhiye Mahdumzade Mecd'üd-din Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.
Allah'a hamd ediyor ve onun kuluna, keremli âline salât okuyoruz
***
Bilesin ki,
Alem-i kebirde vüs'at ve tafsilin bulunmasına rağmen; kendisinde hey'et-i vahdaniyet olmadığından, sıfat ve şüun tafsillerinden muara, itibarlardan ve nisbetlerden mücerret basit-i hakikinin zuhur kabiliyeti onda yoktur.
Alem-i kebirin parçalarından en şereflisi arş-ı rahmandır ki, o: Bütün sıfatları toplayan Hazret-i Zat nurlarının zuhur mahallidir. Arş-ı mecid dışında kalan alem-i kebir parçalarından, zuhurat zılliyet şaibesinden hali değildir. Amma ne olursa olsun... Bu mana içindir ki; Alemlerin Rabbı istiva sırrını, alem-i kebir parçaları arasında Arş-ı mecide mahsus kıldı. Şunun için ki: O alemin en faziletli parçasıdır. Çünkü zıllardan herhangi bir zillin zuhuru, hakikatta Yüce Hakkın zuhuru olmaz ki, onun için:
-İstiva...
ibaresi kullanılsın. Bundan başka, ondaki zuhur daimi olup hiçbir şekilde araya perde girmemiştir.
Yerin ve semaların nuru, her ne kadar Sübhan Hak ise de; lâkin bu nur, zılâl hicaplarına makrundur. Yüce Hakk'ın onlardaki zuhuru, zılliyet tasavvutu olmadan olmaz.
Bütün zu zuhurat, arşa bağlı zuhur nurlarından iktibas edilmiştir. Zuhura gelirken de, zıllardan bir zillin hicaplarından bir hicaba bürünüp zuhur etmiştir. Bir umman deniz suyu gibi ki: Kaplarla (borularla) etrafa ve çevreye taşınır. Ve büyük bir aydınlık gibi ki: Ondan büyük ve küçük meş'aleler aydınlık alır ve bütün afak ve izbe yerler aydınlanır.
Allahu Taala'nın buyurduğu:
"Allah, yerin ve semaların nurudur. Onun nuruna misal, içinde kandil bulunan bir hücredir."(24/35)
Ayet-i kerime bu maarife ima eder gibidir.
Bu ayet-i kerimede temsil şu mana için tercih edilmiştir: Ta ki, o nurun zuhuru, tavassut olmadan anlaşılamaz ola. Ta ki, asıl zil ile karıştırılmaya.
Şunun bilinmesi gerekir ki: Zillin nuru, asıldan alınıp iktibas edilip yakılmıştır.
Ayet-i kerimenin devamı:
"Allah, dilediğini nuruna hidayet eder."(24/35)
Bu mana dahi, Yüce Allah'ın muradına hamledilmektedir.
Bu ayet-i kerimenin tevilini bize keşf'olunan şekilde yapacağız. Sübhan Allah'ın tevfiki ve inayeti ile başlarız.
"Allah, semaların ve yerin nurudur."(24/35)
Burada anlatılan nur, öyle bir nurdur ki: Eşya onunla aydınlandığı gibi; semalar ve yer dahi ondan ziya alır. Ancak şu manada aydınlanırlar. Sübhan Allah onu, ademden çıkarıp vücud ve tevabü ile muttasıf eylemiş; nurlandırmıştır.
Yerinde olur ki: Semalar ve yer, bir hücre gibi aydınlanmış olarak tasavvur edile... O nur dahi, bir kandil mesabesinde olup o hücreye bırakılmıştır.
Temsil kâfinin dahi hücre üzerine gelmesi, kadili şümulüne almasındandır.
O ayet-i kerimede geçen: "Zücace..."(24/35)
Tabiri dahi, isimlerin ve sıfatların hicapları olarak tasavvur edilmelidir. Çünkü bu nur, isim ve sıfatlarla iltibas etmiştir. Şüun ve itibarlardan muar-ra değildir. Bu sıfat zücacesi şöyle anlatılmaktadır:
"Sanki bir inci yıldız gibidir."(24/35)
Bu dahi, vücub hüsnünden ve kıdem cemalinden gelmektedir.
O hücreye konan misbah, yani: Kandil:
"Mübarek zeytun ağacından tutuşturulmaktadır."(24/35)
Amma bu, arada bağlı toplu (cami) zuhurdan kinayedir. Şöyle ki: İstiva dahi, o zuhurdan bir işarettir. Çünkü, yer ve semalara taalluk eden zuhurat, o toplu zuhura göre, cüzler mesabesindedir.
Bu toplu zuhur, bir mekâna ve cihete bağlı olmadığından; şöyle demek yerinde olur:
"Şarka bağlı değildin garba bağlı değildir."(24/35) Devam ediyor:
"Onun yağı, (mumu) kendisine bir ateş dokunmasa dahi aydınlatır."(24/35)
Bu cümle, o mübarek ağacı övme babındadır. Ki, böyle bir sıfatla temsil edilmiş ve onun yağının safası açıklanmış; parlaklığı belirtilmiştir. Bu manadan ötürü de:
"Nur üstüne nur."(24/35)
Buyurulmuştur. Bunun açık manası şudur: Zücacenin hicabı, safasını ve aydınlatmasını o nurda daha da artırmıştır. Hüsnünü ve cemalini ziyadeieştirmiştır. Şunun için ki: Nurun ve kemal zuhurunun kat kat olması ile beraber, sıfat kemalâtı zat kemalâtı ile birleşmiş; sıfat hüsnü zat cemaline iktiran etmiştir.
Ayet-ı kerime devam ediyor:
"Allah, dilediğini nuruna hidayet eder."(24/35)
Evet, bu mana doğrudur. Bir başka ayet-i kerimede ise, bu mana şöyle anlatıldı:
"Allah bir kimseye nur yaratmamışsa, onun nuru yoktur."(24/40)
Arşa bağlanan bu toplu zuhur; müşahedelerin, muayenelerin, mükâşefelerin müntehasıdır. Tecelliyatın ve zuhuratın nihayetidir. Bu tecelliyat, ister zata bağlı olsun; isterse sıfata. Bundan sonra, muamele cehl üzerine takarrür eder. Nitekim, bu mananın bir parça beyanı yapılacaktır inşaallah.
Bu toplu zuhur, her ne kadar sıfata makrun ise de; o yerde sıfat zata hicap değildir. Sıfatın zata hicab olması, zıllıyet zuhurlarına mahsustur. Bu dahi, ilim mertebesindedir.
Aslın zuhuru, aynı makamınadır. Sıfatlar ise... ilimde zata hicab olur; aynde değil... Burada Zeyd'i misal olarak verelim, ilim mertebesinde taakkul edildiği zaman, ilimdeki zuhuru sıfatlarla olmaktadır. Meselâ: Uzun, kısa, alim, cahil, büyük, küçük, sair, kâtip sıfatları gibi. Bütün bu sıfatların onun için taakkulu zatına hicab olmaktadır. Bütün bu kayıtlar, onu tam teşhis etmeye yeterli değildir. Amma, Zeyd ilimden ayne çıktığı zaman, o sıfatların varlığı ile birlikte, müşahede edilir. Muamele dahi, zıllıyetten intikal edip asalet üzere takarrür eder. Zira, bütün ilmi suretler, mevcud olan Zeyd'in zillidir. Amma hariçte kendisi onun aslıdır. Bu durumda dahi, sıfatlar zatına hicab olamaz. Kendisi, bütün sıfatı toplayan maddeye gelip hissedilen bir şahıs olur. Yüce Mukaddes Hazret-i Zat için sıfatların mufarakatı da böyledir. Ki bunlar ancak, zılâl mertebelerinde ve misale dayalı tasavvurlarda olmaktadır. Amma, asla kavuşma müyesser olduğu zaman, sıfatlar zattan ayrılmamış bulunur; zatın şühudu dahi, sıfatların şühududan kopmadığı görülür.
Zat tecellisinden ayrı gördükleri sıfat tecellisi, tek başına isbat eyledikleri ef'al tecellisi ise... tamamen zılâl makamlarındadır. Amma, asla vasıl olduktan sonra, üç tecelliyi de tazammun eden tek tecelli kalır. Buna misal olarak, Zeyd'i ele alalım. Ki o müşahede edilmektedir ve onun zatını müşahede, sıfatını müşahededen kopmuş olarak değildir. Hatta onu müşahede eden kimse, şühudu anında kendisini alim fazıl olarak bulur. Onun bu ilmi ve fazlı, kendisini görmeye hicap değildir; keza o sıfatları kendisinden ayrılmış dahi değildir. Evet... şayet Zeyd, zilli suretlerle idrak edilip ta-akkkul edilir ise... o zaman, onun sıfatı, zatından ayrılır ve kendisine hicab olur. Ki bu mana daha önce de anlatıldı.
Bakmaz mısın ki: Ahirette görülen, sıfatları dahi toplamına alan zattır; sıfatlardan arınmış zat değildir. Şayet mücerred ise, onun itibarı yoktur. Zira, zatın sıfatlardan tecerrüdü asla olmaz; sıfatlar dahi zattan ayrılmış değildir. Tecerrüd, ancak şu itibara göre söylenir ki: Kâmil bir irfan sahibini, zatla taalluk istilâ eder ise... nazarından isimlerin ve sıfatların mülâhazası düşer... Onun müşahedesinde zat-ı ehadiyetten başka bir şey kalmaz. Durum böyle olunca, zatın sıfattan tereddüdü, ancak o irfan sahibinin nazarı itibarına göre olur; işin aslına ve dış itibara göre olmaz, inşaallah bu mananın tahkiki gelecektir.
Burada anlatılacak bir mana dahi şu ki: Bu cami olan zuhur, misale dayalı tasavvurların müntehasıdır. Bundan sonra, hasıl olacak kemal ise, misal aynasında tasavvur edilmesi mümkün olmayan cinstendir. Misalde tasavvur ancak şu iş için mümkün olur ki: Hariçte olanla onun bir benzerliği ve münasebeti ola... İsterse, bu benzerlik, yalnız isimde olsun. Amma o şey ki, hariçteki ile, şekillerden hiçbir şekilde benzerliği yoktur; onun misalde tasviri muhaldir. Kemalât-ı fevkaniye dahi bu kabildendir. Zira onun dahi, şekillerin hiçbir şekli ile benzeri yoktur ki: Misalde onun tasviri mümkün ola. İşte anlatılan bu mana icabı olarak: Bütün vakitlerde cehl, bu yerin levazımı arasındadır. Yine burada, idrak edemeyiş dahi, idrak alâmetidir. Bu dünya hayatında, her ne kadar, bu makamda cehalet ve bulamamaktan başka bir şey hasıl olmaz ise de; umulan odur ki: Ahirette bir kuvvet bir kalb hasıl ola. Hem de nurun şaşaasında yok olup gitmeyen... Hem de muamelenin hakikatından haberdar olarak. Bir şiir:
Sen size dil verip de dilberi gösterdin; Tilkiyi sofra diye arslana gösterdin.
***
Arşın üstündekilerin beyanı, seni şu vehme düşürmesin ki: Sübhan Hak, arşın fevkinde karar kılmış ve onun için orada sabit olan bir mekân ve cihet vardır. Allahu Taala, böyle bir manadan yana, tam bir büyüklüğe ve yüceliğe sahiptir. Bilhassa, mukaddes zatına lâyık olmayan şeylerden yana... Şu manadan ki: Zeyd'in aynada zuhuru, aynada onun karar kıldığını gerektirmez, isterse kusurlu olanlar, böyle bir tevehhüme düşmüş olsunlar. Misallerin ve vasıfların en yücesi Allah'ındır.
Görmez misin ki: Ahiret günü, mü'minler Yüce Hakkı cennette göreceklerdir. Halbuki, Yüce Allah'a nisbet cennet ve diğer yerler aynıdır. Hepsi de onun mahlukudur. Tur dağında vaki olan tecellide dahi haliyet ve mahalliyet şaibesi yoktur. Bu hususta netice söz şu ki: Bazı yerde, zuhur kabiliyeti vardır; lâkin bazı yerde bu kabiliyet yoktur. Bazı yerde, zuhur kabiliyeti vardır; lâkin bazı yerde bu kabiliyet yoktur. Aynaya bakmaz mısın ki; onda suretlerin zuhuru kabiliyeti var iken; hayvanların nalında bu kabiliyet yoktur. Halbuki her ikisi de demirden yapılmıştı. Bu durumda, değişik durum, zahir olanda değil; zuhur yerindedir. Bütün zuhur yerleri; ya kabiliyetlidir veya değildir. Zahir olan için bir şey değişmez; durum aynıdır.
Keza, külliyet ve cüz'iyet vehmi veren lâfızlar; onlardan anlaşılan haliyet ve mahalliyet zahir manasına göre değildir. Öyle bir manadan başkaya
alınmalıdır. Zira, öyle bir şey. Yüce Mukaddes Hakkın zatına lâyık değildir. Şayet öyle bir vehmi verecek ibareler kullanılmış ise... bu ancak, tabir meydanının darlığından ilen gelmektedir.
Bir şiir
Yücedir Allah, cüzden, külden;
Zarftan, mazruftan ve hululden.
***
insanın kalbi, alem-i sağirin arşı olduğuna ve alem-i kebirin de arşına benzediğine göre; oradaki tecelli de zıllıyet şaibesi olmadan meydana gelir. O tecelliden bir lem'a. anlatılan şaibe olmadan bu kalbin nasibi olmaktadır. Semaların ve yerin bu tecelliden nasibi var ise de; lâkin o tecelli, zıllardan bir zillin hicabında olmaktadır. Amma kalb böyle değildir. Zira o: Arş misali, zıllıyet şaibesinden müberradır. isterse, büyüklük ve küçüklük itibarına göre, zuhur başka olsun.
Bir mısra:
Aynaların boyuncadır, görünen cemali
Zıllıyet şaibesi olmadan meydana gelen tecelli, Arş-ı mecidden sonra; kâmil kimselerin kalb nasibidir. Başkalarına hası! olan ise... zıllıyettir.
***
Şu hususun da bilinmesi yerinde olur:
Arşa bağlı zuhur, her ne kadar zıllıyet şaibesinden beri ise de, lâkın sıfat, orada Yüce Mukaddes Zat ile imtizaç etmiştir. Şüun ve itibar dahi, zatta sabittir. Şüun ve itibarlar, her ne kadar o mertebede zata hicap olmazlar ise de; müşahede ve idrakte ortaklıkları vardır. Mahabbet ve alâkada paylaşma durumları vardır. Yüce Mukaddes olan mücerred ehadiyet mahabbetinin esirleri dahi, bir işin ve bir hükmün ortaklığına razı olmazlar.
Bir ayet-i kerime meali:
"Anlayınız, halis din Allah'ındır."(39/3)
***
Sıfatların anlatılan manada ortaklık durumlarının olmayışı, aşağıda anlatılacağı gibi, değişik biçimdedir:
a) Hey'et-i vahdaniye-i insaniyenin nasibi..
b) Hey'et-i vahdaniye-i kalb-i insanın nasibi..
c) insanın arza bağlı nasibi..
Bunların hepsinin fevkinde insanın bir hey'et-i vahdaniyesi vardır ki; arza bağlı cüz'ü mesabesinde olup onun hükmünü almaktadır.
Hulasa: Bu muamelede umde olan o arza bağlı cüzdür. Kalan cüzler ise... fazladan muhassenat gibidir.
İnsanda iki şey vardır ki, bunların hiçbiri, arşta olmadığı gibi, bunlardan yana alem-i kebirin de nasibi yoktur.
Yine onda bir parça vardır ki, bu dahi arşta yoktur.
Yine onda bir hey'et-i vahdaniye vardır ki, bu dahi alem-i kebirde yoktur.
Hey'et-i vahdaniyeye taalluk eden şuur, nur üstü nurdur; hem de alemi asğara mahsustur.
insan, hayret edilecek şekilde bir varlıktır. Hilâfete liyakat peydan eylemiş; emanet ağırlığını dahi yüklenmiştir. Sana anlatılacak olan, insanın duyulmamış hususiyetlerini dinle... İnsan muamelesi, o mertebeye ulaşmıştır ki; onun için, mücerred ehadiyet aynalığı hasıl olmuştur. Böylece de, Zat-ı Ehadiyete bir zuhur mahalli oluyor. Hem de, sıfatların ve şüunatın iktiranı olmadan... Halbuki Hazreti Zat, bütün vakitlerde sıfatları ve şüunatı özünde toplamaktadır. Asla aralarında ayrılmak yoktur. Hem de vakitlerin hiçbirinde... Üstte anlatılan cümlenin daha açık manası şöyledir: İnsan-ı kâmil, Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'tan gayrının esartinden halâs olduğu zaman; onun için Zat-ı hadiyet ile alâka meydana gelir. Bu durumda; sıfatlardan, şüundan hiçbir şeyin mülâhazası, nazara alınması, maksud ve matlub olması onun için yoktur. "İnsan sevdiği ile beraberdir."
Manasındaki hadisi şerif hükmü uyarınca, mücerred Hazret-i Zat ile onun için, keyfiyeti meçhul olan bir nevi ittisal hası olur. Zat-ı Ehad ile olan bu taalluku, keyfiyetten münezzeh olan zat ile keyfiyeti meçhul bir yakınlık nisbetini sabit kılar, işte o zaman İnsan-ı kâmil, Zat-ı Ehad'e bir ayna olur. Öyle ki: Sıfatlardan ve şüunattan hiçbir şey onda müşahede edilmez. Hatta, üstte anlatılan manadan daha da ileri olarak; Yüce Mukaddes Mücerred Ehadiyet onda zahir olur, tecelli eder. Azim Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O yüce Zat ki, sıfatlardan ayrılmak asla onun şanında yoktur; amma tecerrüd ciheti ile, böyle bir İnsan-ı khamilde zahir olup tecelli etmektedir. Zatı olan güzellik dahi, sıfata bağlı güzellikten temeyyüz etmektedir.
Üstte anlatılan manada bir aynalık durumu, İnsan-ı kâmilden başkasına müyesser olmaz. Hazret-i Zat dahi, şüunatın ve sıfatların iktiranı olmadan, İnsan-ı kâmilden başka bir şeyde tecelli etmez. O yücedir, mukaddestir.
Arş-ı Mecid, aiem-i kebirde ancak, bütün sıfatları cami olan Hazret-i Zat mazharı olmaktadır. İnsan-ı kâmil dahi, alem-i sağirde itibarlardan mücerred olan Zat-ı Ehadın mazharı olmaktadır. İşte, böyle bir ayna olma durumu, insanın pek hayret verici hallerindendir.
***
İhsanları yapan Sübhan Allah'tır; onun ihsan ettiğine kimse mani olamaz; onun mani olduğuna dahi, kimse bir şey veremez.
Selâm hidayete tabi olanlara. Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona, âline, ashabına üstün salâtlar ve selâmlar.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 323. Mektup

MEVZUU: Arşın üstündeki zuhur hariç; hiçbir zuhur, zıllıyet şaibesi olmadan olmaz.
Bir kalb dahi, nihayet derecesine vardığı zaman, arşın nurlarından bir lema alır.
NOT. İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, hakiki kardeşi Meyan Muhammed Mevdud'a yazmıştır.
*** Şeyh Bayezid-i Bistami şöyle demiştir:
-Arş ve onun muhteviyatı, irfan sahibinin kalbinden bir hücreye konsa... onun varlığını hissetmez.
Yani: Kalbin genişliğinden dolayı.
Şeyh Cüneyd dahi bu sözü teyid edip delille isbatlanmıştır. Bu manada demiştir ki:
-Hadis kadime iktiran edince, ondan bir eser kalmaz. (Yani: Hadislikten..)
Bunun manası şudur:
Arş ve onda bulunanlar, hadistir. Kıdem nurlarının zuhur mahalli olan irfan sahibinin kalbine hadis olarak iktiran edince, muzmahil ve hiçbir şey olmama durumuna girer. Mahsus olması şöyle dursun.
Hayret... bin defa hayret., bilhassa bu misillu kelâmın, sofiyenin reisleri olan Sultan'ül-arifin ve Seyyid'üt-taife'den zuhura geldiği için.. Şunun için ki: Arş-ı Mecid için, irfan sahibinin kalbi yanında hiçbir itibar bırakmamaktadırlar. Arşı dahi, kıdem kalbi yanında hurundan hali bir hadis olarak görmektedirler. Kalbe dahi, onda kıdem nurlarının zuhuru dolayısı ile:
-Kadim...
İsmini vermektedirler. Diğerlerinden ne söyleyin ne yazayım?
İlâhi cezbelerin terbiyesinde olan bu Fakir'e göre: Bir irfan sahibinin kalbi, nihayetin nihayetine ulaştığı zaman; ki bu, onun has istidadına göre olacaktır; üstünde bir başka şeyin tasavvur edilemeyeceği kemali de hasıl olduğu zaman, onun için: Arşın zuhur lem'alarından bir lema'nın feyiz yollu taşıp gelmesi hasıl olur. O kadar ki, onların nihayeti yoktur. Bu taşıp gelen lem'a, arş lem'alarına nisbetle, denizden bir damla gibidir. Hatta daha da az. '
Arş, öyle bir şeydir ki; Allahu Taala onun için:
"Azim.."(9/129)
İsmini verip istiva sırrını dahi, onda sabit eylemiştir, irfan sahibinin kalbine, temsil ve teşbih yollu, camiiyeti dolayısı ile:
-Arşullah...
Denir. Alem-i kebirde arş, halk alemi ile emir alemi arasında nasıl bir berzah ve her iki halk tarafını da cami ise... kalb dahi o şekilde, alem-i sağirde, halk alemi ile emir alemi arasında bir berzahtır, her iki halk tarafını da camidir. Yani Ademi sağirden... Bu manadan ötürü de, yine kaib için; temsil yollu:
-Arş...
Denir.
Şu manaları dinle, dinle:
Zıllıyet şaibesinden münezzeh ve müberra olan kıdem nurlarının zuhur kabiliyeti, arş-ı mecide mahsustur. Alem-i emirden, aiemi halktan, alemi kebirden, alem-i sağirden hiçbir şeye bu türlü bir kabiliyet yoktur.; Arş-ı mecid müstesna... irfan sahibi kâmil zatın kalbi, berzahiyet ve camiiyet alâkası dolayısı ile, o nurlardan iktibas eder; o ummandan bir avuç alır.
Arştan başka her zuhur, marifeti tam olan irfan sahibinin kalbi, zılliyet damgası ile damgalanmıştır. Aslından yana hiçbir raiha almamıştır.
Üstte; lığı gibi bir cümleyi Beyazid-i Bistami söylemiş olsaydı; sekirden geçmiş olurdu ki, onu kendisine bırakırdık. Ne var ki, ayıklık iddia eden Cüneyd-i bağdadi'den o cümlenin süduru, güzel düşmüyor.
Başka ne yapılabilir ki? İşin hakikatini anlayamamışlardır; zılliyet ummanı dalgasından çıkmamışlardır. Yani: Sahile...
Söylediğimiz mana: Halktan pek çoğunun nazarında uzak görülmekte
ise de; lâkin, yarın bugünden daha yakındır; acele etmesinler... Bir ayet-i kerime meali: "Allah'ın emri geldi. Onu acele istemeyiniz. O , ortak etmekte oldukları şeylerden yana yüceliğe sahib sübhandır."(16/1)
Selâm hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona ve âline salâtlar ve selâmlar. Keza, enbiya ü mürselinden, mukarreb meleklerden kardeşlerine de. Sair salih kullara da. Keza mümin ve müminelerin de hepsine..
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 322. Mektup

MEVZUU:
a) LA İLAHE İLLALLAH kelime-i tayyibesinin faziletlerini beyan.
b) Tenzih makamının tahkiki.
c) Gaye iman, muamele akrabiyet (pek yakınlık) derecesine varınca tahakkuk eder. Bu muamele dahi vehim ve hayal kavramı dışındadır.
NOT: İmam-ı Rabbazı Hz.leri bu mektubu, Molla Arif Hateni'ye (Bedahşi'ye) yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm, seçmiş olduğu kullarına.
Mevlâna Arif Hateni (Bedahşi) öncelikle batıl ilâhları nefyetmeli; sonra da Yüce Sultan Mabud Hakkı isbat eylemelidir.
Her ne ki, keyfiyet ve kemmiyet damgası altına girmiştir:
-LA.. (Yoktur)
Kelimesinin altına girmelidir; uygun olan budur. Böylece.o keyfiyetten ve misalden münezzeh olan Yüce Zat'a iman tahsil edilmiş olur. Nefiy ve ibbat zımnında ibarelerin en tamamı şu kelime-i Tayyibedir:
-LA İLAHE İLLALLAH.. (Allah'tan başka ilâh yoktur) Resulullah (sav) Efendimiz, Rabbından naklen şöyle anlattı: "Yedi tabaka yer, terazinin bir gözüne; LA İLAHE İLLALLAH dahi bir gözüne konsa, onlardan ağır gelir."
O kelime-i tayyibe, nasıl daha faziletli olmasın ve nasıl daha ağır gelmesin ki? O öyle bir kelimedir ki, bir yanı Sübhan Hakkın zatından gayrını nefyeder. Hem de tümden... ister sema, ister yer, ister arş, ister kürsi, ister levh, ister kalem, ister alem, isterse Adem olsun. Öbür yanı ise... Burhanı Yüce hakkı isbat eylemektir. Ki o zat, semaların ve yerin, Sübhan Hakkın zatından gayrı her şeyin halikıdır. İster afaktan olsun, isterse enfüsten. Bütün bunlar, keyfiyet ve kemiyet damgası ile damgalanmıştır. Afak ve enfüs aynalarında her ne tecelli eder ise... zaruri olarak, keyfiyet ve kemmiyet ölçüsüne girer, nefyedilmeye de müstahak olur.
Bilgimize, vehmimize, şühudumuza, hissimize gelen her şey; keyif ve misal ile muttasıftır. Hüdus ve imkân ayıbı kapsamına girmiştir. Zira, bizim bilgimize ve hissimize giren, yontulup yapılmış, edilmiştir.
Bizim bilgimize dahil olan tenzih, aynen teşbihtir. Bizim anlayışımıza göre olan kemal dahi aynen noksandır.
Her ne ki, bize keşfolur, tecelli eder ve şühud olur; o Sübhan Hakkın gayrıdır. O Sübhan Allah, ötelerin de ötesindedir. (Yani: Tüm halkın)
Allahu Teala, Halil (as) Peygamberden naklen şöyle anlattı:
"Bu yontup yaptığınız şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki, Allah sizin de yaptıklarınızın da halikidir."(37/95)
Bizce yontulup yapılan her şey, Sübhan Hakkın mahlukudur. Hem de bütünü ile.
Bu yontulup yapılan şeyimiz, ister ellerimizle olsun; isterse akıllarımızla... isterse vehimlerimizle... durum değişmez. Bunların hiçbiri, ibadete müstahak değildir. İbadete müstahak olan o zattır ki: Keyfiyetten ve misalden münezzehtir. Durum elbette böyledir. Amma bizim vehmimiz oraya erişmekten yana kusurludur. Onun idrak zeyline dahi yetişmez. Keşif ve müşahede gözümüz ise... onun azamet ve celâl şühuduna varmaktan yana şaşkın ve acizdir. Böyle keyfiyetten ve misalden münezzeh olan zata iman etmek, ancak gayb yolu ile olur. Burada şühudi iman, Yüce Allah'a iman sayılmaz. Böyle bir iman, kendisi yapılmış olan bir şeye iman olur ki bu, Yüce Allah'ın mahlukudur. Böyle bir iman, başkasına iman etmekle Yüce Allah'a iman etmeyi ortak etmektir. Hatta, ondan başkasına iman sayılır. Böyle bir imandan Yüce Allah bizi korusun.
Gaybe iman, ancak şu zaman müyesser olur ki, orada: Seyri seri olan vehme bir mecal bulunmaya. Ondan yana bir şeyin nakşı muhayyileye işlemeye.
Anlatılan mana, pek ileri olan yakınlıkta tahakkuk eder ki o: Vehmin ve hayalin dışında bir ileri yakınlıktır. Zira bir şey, ne kadar uzak olursa, vehmin ve hayalin mecali, onda daha geniş ve daha ziyade olur. Ayrıca hayal saltanatı altına girmesi daha yakın ve daha seri olur.
Üstte anlatılan devlet, peygamberlere mahsustur. Gaybe iman, bu büyük zatların nasibidir; hem de asaleten. Onlara salâtlar ve selâmlar olsun. Ayrıca, tebaiyet ve veraset yolu ile, hakkında murad olunan kimse, bu şerefle müşerref olur.
Avam halk için hasıl olan gaybi iman, vehmin kavramı dışında değildir.
Zira avam halk arasında ötelerin ötesi uzaklık canibinde olup vehme mecal vardır. Bu büyüklerin katında ise... ötelerin ötesi yakınlık canibinde olup vehme mecal yoktur.
Dünya kaim durup devam ettiği süre; dünya hayatı mevcut oldukça, gaybe iman mutlaka olacaktır. Zira, burada şühuda dayalı iman, illetlidir.
Âhiret hayatı başladığı zaman, vehmin ve hayalin de gücü kırılır; işte o zaman, şühuda dayalı iman makbul olup yapmak ve yontma illetinden beri durur.
Allah'ın Resulü Muhammed, dünya hayatında iken, rüyet şerefine nail oldu Sanırım ki: Bu manada, onun için, şühudi imanı sabit kılsak yerinde ve güzel olur. Ki o iman, yapma ve yontma illetinden de münezzehtir. O şey ki, kendisinden gayrına ahirette vaad edilmiştir; onun için burada müyesser olmuştur. Ona salât ve selâm olsun.
Bir ayet-i kerime meali:
"Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve... Allah büyük fazlın sahibidir."62/24).
***
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki:
Nefy kelimesini, İbrahim Halil (as) peygamber tamamı eyledi. Şirk kapılarından kapalı olmayan hiçbir kapı bırakmadı. Bu manadan ötürü, peygamberlerin imamı ve kıdem itibarı ile, onların en öndekileri oldu. Zira, bu dünya hayatında, kemalin nihayet zuhuru, bu nefyin itmamına kalmıştır. İsbat kelimesinin kemal zuhuru ise... ahiret hayatına bırakılmıştır.
Netice mana şudur:
Hatem'ür-rüsül Resulullah Efendimiz, bu dünya hayatında iken, rüyet devleti ile müşerref olunca, İsbat kemalâtı cihetinden bolca nasib bulmuştur. Ona salât ve selâm olsun. Hem de bu dünya hayatında iken. O kadar ki, onun hakkında şöyle söylenebilir:
-Resulullah (sav) Efendimizin bi'seti ile İsbat kelimesi tamam olmuştur. Ama, bu dünya hayatı ölçüsüne göre.
Yine mümkündür ki: Resulullah (sav) Efendimiz hakkında zati tecellinin isbatı iş bu dünya hayatında bu mana için ola... Diğerleri için dahi, bir vaad olarak ahirete kalmıştır.
Selâm hidayete tabi olanlara. Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara.
Ona ve âline salâtlann en faziletlisi, selâmların ekmeli.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 321. Mektup

MEVZUU: Ahass-ı havas, avam, mütevassıt zümrelerin imanları arasındaki fark.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hanlar Hanı'na yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm seçmiş olduğu kullarına.
Bir mısra:
En güzeli yazıların, sözüdür dostların.
Allahu Taala, bir ayet-i kerimede şöyle buyurdu:
"Kullarım sana benden sorarlarsa, ben yakınım."(2/186)
Bir başka ayet-i kerimede ise şöyle buyurdu:
"...Herhangi bir üçten bir fısıltı vaki olmaya dursun, muhakkak ki o, (Allah) bunların dördüncüsüdür. Bir beşten vukua gelmeye dursun, ille o, (Allah) bunların altıncısıdır. Bundan daha az, daha çok vaki olmaya dursun, ille o, (Allah) bunların dördüncüsüdür. Bir beşten vukua gelmeye dursun, ille o, (Allah) bunların altıncısıdır. Bundan daha az, daha çok vaki olmaya dursun, ille o, (Allah) nerede olsalar, bunların yanındadır."(58/7)
Sübhan Hakkın yakınlığı ve oerabertiği, zatı gibi keyfiyetten ve misalden münezzehtir. Zira lâkevfi olana, keyif için yol yoktur.
Yakınlık ve beraberlik manasında aklımız ve fehmimizle anlaşılan, keşfimize ve müşahedemize giren her ne olursa olsun; Yüce Allah o manadan münezzeh ve müberradır. Bilhassa, o mücessimenin mezhep basamağı olan manadan yana
Biz iman ediyoruz ki Allahu Teala bize yakındır ve o bizimdir. Ama, bu yakınlığın ve beraberliğin manasını anlayamayız. Yani: Bunların nasıl olduğunu idrak edemeyiz.
Bu dünya hayatında, kâmil zatların nasibi, Yüce Allah'ın zatına ve sıfatına gayb olarak iman etmektir.
Bir şiir:
Bilgin, masivayı hüccet tutanlar boş;
Mevcud odur, ondan gayn rabb yok hoş...
***.
Havas zümrenin de hasına nasib olan gaybe iman, avamın gaybe imanı gibi değildir. Zira, avamın gaybe olan imanı, ancak duymakla ve delillerle olmaktadır. Havasın da hası zatların gaybe imanı ise... gaybın da gay-bını mütalaa ile olmaktadır. Hem de, cemal ve celâl zılâli perdelerinde; zu-
hurat ve îecelliyat perdelerinin de ötesinde:
Mutavassıt olanlara gelince... bunlar şuhudi imanla mesrur olmaktadırlar Zilâli de asıl sanırlar. Tecelliyatı dahi, tecelli edenin aynı görürler. Bunlar katında, gaybe iman, düşmanların nasibidir.
Bir ayet-i kerime meali:
" Her zümre, kendilerinde bulunanla övünür."(30/32)
***
Başınızı ağrıtacak bir husus şudur ki:
Mevlâna Abdülgafur, Mevlâna Hacı Muhammed hususiyetleri olan arkadaşlardandır. Onlara yapılan her türlü ihsan, bu Fakir'i minnettar edecektir.
Bir mısra:
Ne zorluğu işte, keremlilerle olunca...
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 320. Mektup

MEVZUU: Şu beş mertebe hakkındadır: Muhibbiyet, mahbubiyet, mahabbet, hübb, rıza. Ve., bunların üstünde bir başka mertebe.. Bunlardan her birinin hususiyeti, peygamberlerden bir peygambere verildiği..
Bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, bu mektubatı derleyen Fakir ü Hakir Abdülhayy'e yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm, seçmiş olduğu kullarına.
Allahu Teala, seni irşad eylesin; bilesin ki...
Sübhan Hakkın zatı ile zatına olan zati muhabbeti, üç itibar üzerinedir: Mahbubiyet, muhibbiyet, mahabbet.
Mahbubiyet-i zatiye kemalâtının zuhuru, Hatem'ür-rüsül Resulullah'a bırakılmıştır. Ona ve âline satâtlar ve selâmlar.
Bu babda netice şu ki: Mahbubiyet canibinde iki kemal vardır:
a) Fiili...
b) İnfiali...
Fiilli olan asıldır; infiali olan ise... ona tabidir. Lâkin, infiali, fiili için, gaip bir illettir. Zira o: Her ne kadar vücudda sonra ise de, lâkin tasavvurda takaddüm etmiştir.
Muhibbiyet kemalâtının zuhuru ise... Musa Kelimüllah'ın nasibidir. Resulullah Efendimize ve ona salât ve selâm.
Üçüncü itibar: Mahabbetin kendisidir, önce, Ebü'l-beşer Adem (as) orada müşahede edilmiştir. İkinci olarak İbrahim, üçüncü olaraktan Nuh orada müşahede edilmiştir. Onlara salât ve selâm. Netice emir, Sübhan Allah'a kalmıştır.
Sübhan Hak, Yüce Mukaddes Zat'ını nasıl seviyorsa, aynı şekilde isimlere, sıfatlara, fiillere bağlı duran kemalâtını dahi sever.
Bu zati muhabbetin zuhuru, yani: O Yüce Zat'ın mahabbetinin zuhuru: Zatı ile isimleri ve sıfatları için Halil (as) Peygamberde tamam olmuştur.
İsimlere, sıfatlara ve fiillere bağlı duran mahbubiyet zuhuru ise... sair enbiyada tahakkuk etmiştir. Muhibbiyetin zuhuru gibi..
isimlerin, sıfatların ve fiillerin zılâli olduğuna göre; bu mahbubiyetin zilâli dahi asıllarının tavassutu ile, murad ve mahbub sınıfına dahil olan evliyanın nasibi olmaktadır. Nitekim, bu zılâlin muhibbiyeti dahi murıd ve mu-hib sınıfına dahil evliyanın nasibidir.
Zati mahabbet makamının üstünde, hubb makamı vardır, iş bu hubb makamı, anlatılan üç itibarı da camidir; onlann icmalidir.
Rıza makamı ise... hubb ve muhabbet makamının üstündedir.
Rıza mertebesi, mahabbet mertebesinin üstündedir; çünkü: Mahabbet-te, icmal ve tafsil olarak, nisbet varlığı vardır. Rızada ise, nisbet atılmıştır. Bu dahi, Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'a münasiptir.
Resulullah (sav) Efendimizin haberini verdiği hariç; rıza makamının üstünde bir basamak yoktur. Ona da şöyle anlattı:
"Benim Allah ile bir vaktim olur ki; oraya ne mürekkeb melek, ne de mürsel peygamber girebilir."
Aşağıda anlatılacak kudsi -hadis dahi bu manaya işaret etmektedir:
"Ya Muhammed, ben ve sen vanz. Senden başkasını senin için yarattım."
Bunun üzerine, Resulullah (sav) Efendimiz dahi, şu münacaatı yapmıştır:
"Allahım, sen varsın; ben yokum. Senin gayrını zatın için bıraktım."
Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin; Muhammed Resulullah'ın azameti bugün nereden idrak edilebilir? Onun üstün kadri kıymeti nasıl bilinir? Bilhassa bu dünya hayatında. Zira, hak batılla bu evde imtizaç etmiş; iptilâ yeri olduğundan da, batılla hak birbirine karışmıştır. Onun şanının azameti, kıyamet günü belli olacaktır. Çünkü orada, enbiyanın imamı ve onların şefaatçisi olacaktır. Adem ve diğerleri, onun sancağı altında toplanacaklardır. Resulullah Efendimize ve diğerlerine salâtların en faziletlisi, selâmların dahi şkmeli olsun.
Şu mana caiz olur ki: Onun inayet ikramına nail olarak, taamının fazlasını yiyen hizmetçilerinden birine; veraset ve tebaiyet yolu ile, rıza makamının da üstünde bulunan o makamdan bir mahal verile. Resulullah (sav) Efendimizin bir uydusu olarak, o makama mahrem kılına.
Bir mısra:
Zorluk mu olur bir işte, kerem sahipleri ile olunca.
***
Üstte anlatılan mana, enbiyanın gayrına enbiyadan meziyetli olmayı gerektirmez. Onlara salât ve selâm olsun. Hizmet edilen zatlarla, hizmet edenlerin müsavi olması nasıl tasavvur edilebilir? Tabi iie, bu gibi büyük metbu olan zatlar arasında nasıl bir nisbet bağı kurulabilir? Asıl olan maksuddur; tabi ise... onun bir uydusudur. Tabi olanın son muamelesi, cüz'i olan bir fazilete çıkar; bunda dahi bir sakınca yoktur. Meselâ bir hanik veya haacamatçı. kendine mahsus olan san'atı ile fen sahibi bir alimden faziletli olabilir. Bu durumu, hiç görmedin mi?. Ama bu durum, itibar makamından düşüktür.
Kelâmımız işaretleridir, remizlerdir, beşaretlerdir, hazinelerdir. Buna iman eden hariç; pek çoklarının nasibi yoktur. Bunların imanı da, kendilerine faydalı olacak semereler verir.
Basan ihsan eden Sübhan Allah'tır.
Selâm, hidayete tabi olanlara. Mütabaat-ı Mustafayı bırakmayanlara. Ona ve nebilerden, resullerden, mukarreb meleklerden kardeşlerine salâtların en faziletlisi, selâmların dahi ekmeli olsun.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 319. Mektup

MEVZUU: Bazı derin sırlar beyanındadır. Bundan, Resulullah (sav) Efendimizin, Millet-i İbrahime (İbrahim Peygamberin yoluna) ittiba etmeye memur olmasının manası anlaşılacaktır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Camiu Ulum-u Akliye ve Nakliye Hace Mecdüddin Hace Muhammed Ma'sum'a yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm seçmiş olduğu kullarına.
Sanıyorum ki; yaratılmamdan maksad şudur: Velâyet-i Muhammediye, Velâyet-i İbrahimiye ile boyanmış ola. Her ikisine de salât, selâm ve tahiyyat. Bu velayetin hüsn-ü melâhati ile, o velayetin cemal-i sabahati imtizaç eyleye.
Bu manada bir hadis-i şerif şöyle geldi:
"Sabahat itibarı ile Yusuf, melâhat itibarı ile ben daha üstünüm."
Bir dahi, Mahbubiyet-i Muhammediye makamı, bu boyanma ile yüksek dereceye ulaşa.
Bir manada benziyor ki: Millet-i İbrahim'e tabi olmaktan maksad, bu büyük devletin husulüdür. Aynı şekilde, İbrahim'in salâtına, berekâtına benzeyen salât ve bereketlerin dileği bu garaza mebnidir. Resulullah Efendimize ve ona salât, selâm olsun.
Melâhat ve sabahat, Yüce Mukaddes Zat güzelliğinden haber vermektedir; hem de, sıfatların karışımı olmadan. Ne var ki, sıfatların, fiillerin,
eserlerin güzelliği tamamen, bereketi çok olan sabahattan istifade yollu gelmektedir; sonunda Hazret-i Cemal'e bağlanmaktadır. Hem de pek münasip bir şekilde.
Melâhat hüsnün (güzelliğin) merkezi gibi olup, sabahat ise... o merkezi
çevreleyen daire gibidir.
Hazret-i Zat'ta basatat olduğu gibi, vüs'at dahi vardır. Amma, bu basa-tat ve vüs'at bizim anlayışımıza geldiği gibi değildir.
Aynca, bu manada olan icmal ve tafsil dahi, bizim idrakimize sığar biçimde değildir. Bir ayet-i kerime meali:
"Gözler, ona erişemez; ama o bütün gözleri ihata eder. O, Latif Habir'dir."(6/103)
Hazret-i Zat'ta tesbit ettiğimiz besatat ve vüs'at... bunlardan her biri, diğerinden ayndır. Bazılannın sandığı gibi, biri diğerinin aynı değildir. Bu mertebede enbiya arasında sabit olan temeyyüz, bizim idrakimize sığmayacağı gibi, anlayış çerçevemizden de uzaktır. Sabahat ve melâhat dahi, bu mertebede birbirinden ayrıdır. Onlardan birinin ahkâmı, diğerinin ahkâmına mugayirdir.
***
Üstte anlatılan manalardan da bilinmiş oldu ki: Yaratılmamdan maksad olduğunu anladığım durum hasıl oldu. Bin senelik temenni, icabet gördü.
Allah'a hamd olsun ki: Beni iki deniz arasında sıla eyledi; iki cemaatın dahi ıslahçısı... Hem de herhalde ekmel manada hamd olsun.
Salât ve selâm insanların hayırlısına. Keza onun enbiyadan ve melâike-i izamdan kardeşlerine.
***
Sabahat, melâhat rengine girince; şüphesiz Hullet-i İbrahimiye makamı için vüs'at hasıl oldu. Kuşatan dahi merkez hükmüne girdi.
***
Şunun bilinmesi yerinde olur ki:
Muhabbet makamına melâhat mertebesi münasip düşer; hullet makamına ise... sabahat mertebesi.
Mahabbette, sırf mahbubiyet Hatem'ür-rüsül Resulullah (sav) Efendimi-zir nasibidir. Halis muhabbet ise, Musa Kelimullah'a (as) mahsustur.
Halil'de (as) ise, celisiyet ve nedimiyet nisbeti vardır.
Muhib ve mahbubdan her biri, nedim ve celisten başkadır. Bunlardan her birinin kendi başına bir nisbeti vardır.
***
Bu^Fakir, Velâyet-i Muhammediye ve Velâyet-i Museviye terbiyesinden olduğundan -her ikisinin sahibine de salât, selâm ve tahiyyet- kendisinin melâhat makamında yeri ve meskeni vardır. Velâyet-i Muhammediye'ye -sahibine salât ve selâm- mahabbeti olduğundan, mahbubiyet nisbeti onda ağır basmaktadır. Muhibbiyet nisbeti dahi mağlup ve mesturdur.
***
Ey Oğul,
Bilesin ki; bu muamelenin varlığı ile -ki yaratılışım o muameleye bağlıdır- bir başka büyük muameleye daha havale edildim.
Varlığımdan maksad; şeyhlik, müridlik, halkı tekmil ve irşad değildir. Bu muamele, ondan başka bir muameledir. Bu muamele zımnında, onunla nisbeti olan feyzini alır; yoksa alamaz.
O büyük muameleye nisbetle, tekmil ve irşad muamelesi yola atılan bir şey gibidir.
Peygamberlerin daveti için; batini muamelelerine nisbetle bu hüküm aynı ile vardır. Nübüvvet makamı her ne kadar mühürlenmiş ise de, onun kâmil olan tabilerine, nübüvvet kemalâtından ve onun hususiyetlerinden, teabiyet ve veraset yollu nasip vardır.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 318. Mektup

MEVZUU: Sübhan Hakkın sıfatları için iki itibar vardır. Söyle ki:
a) Kendi varlıklarında husul bulmaları.
b) Sübhan Hakkın zatı ile kıyamları. Her iki itibar da hariçte temeyyüz etmektedir.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mir Şemseddin Halhali'ye yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm seçmiş olduğu kullarına.
Ey Mahdum,
Yüce Allah'ın zatı ile kaim ve mevcud olan vacib sıfatlar için iki itibar vardır. Şöyle ki:
a) Onların kendi varlıklarında sübut bulmalarıdır.
b) İkinci itibar ise... Vacib Taala'nın zatı ile kıyamlarıdır.
Birinci itibara göre, alemle münasebeti vardır. Bununla da, taayyünlerin mebde'leri olmuştur.
ikinci itibara göre de, alemden müstağnidir; aleme teveccühü yoktur. Keza, alemde olanlara da.
Üstte anlatılandan başka; birinci itibara göre; Keşfi nazarla Yüce Mukaddes Zat'tan ayrılmış görülür. Zat, onun ötesinde sabit olur.
İkinci itibara göre de, durum, üstte anlatıldığı gibi değildir. Onda bir ayrılma tasavvur edilemez.
Üstte anlatılandan başka; birinci itibara göre, zata hicaplar halindedir.
İkinci itibara göre ise., hicaplar kalkmıştır. Libasla kaim beyaz gibidir. Ama, libasa bir hicab olmaz.
Bu babda netice söz şu ki:
-Her iki itibara göre beyaz, -ki onun kendi özünden husulünü ve libas ile kıyamını kasd ediyorum- libasın kendisine hicab değildir. İsterse, elle tutulup hissedilen o beyaz olsun; kendisinden hicab olma durumu kalkmıştır. Amma, Yüce Mukaddes Zat'ın sıfatları böyle değildir. Zira onlar, birinci itibara göre hicab olmakta, ikinci itibara göre ise, hicab olmamaktadır.
Sakın ha... olmaya ki, iki itibar arasındaki farkı az bir şey tahayyül edesin. Zira bu Fakir, kendisinde kuvvetli cezbe, seyir sür'ati olmasına rağmen, iki itibar arasını on beş seneye yakın bir zamanda kat etmiştir.
Mütekaddimun ulema, iki itibar arasındaki farkı bulmakta hidayete eremediler. Bunun için dediler ki:
-Kendi nefsinde araz husulü, aynen cevherde kıyamının husulüdür.
Ama, bazı müteahhirin ulema, bu farkı anlamışlardır. Hakikat olan şu ki: Arazın kendi özünde husulü, kıyami husulünden başkadır. Zira araz hakkında:
-Buldu kalktı...
Diye bir tabir kullanırlar. Bu manada, bulmak, kalkmaktan başkadır.
Müteahhirinden bu bazılarının araz hakkındaki tahkikleri, çıkılması gereken yere yükselten ve bilinmesine ihtiyaç duyulan hususa da vesile olmuştur.
Felsefeye dair tetkiklerin, kelâma dair tahkiklerin çoğu, bu seyr ü sülük işinde yardımcı olmuş; Yüce Sultan Zat'ın ilâhi maarifini elde etmeye vasıta durumuna girmiştir.
***
Selâm, hidayete tabi olanlara... Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona, âline, ashabına salâtların en tamamı, selâmların dahi ekmeli.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 317. Mektup

MEVZUU:
a) İlmel-yakin, aynel-yakin ve hakkal-yakin beyanındadır.
b) Bu ilimlerin sahibi, Müceddid-i elf-i sani olduğunun beyanıdır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm seçmiş olduğu kullarına.Uzun bir müddet geçti; güzel hallerinize bizim için ıttıla olmadı.
Netice olarak, Sübhan Allah'tan dilek: Selâmet ve istikametinizdir.
***
Bilesiniz ki,
İlmelm-yakin, ilmi yakin ifade eden ayetleri müşahede etmekten ibarettir. Hakikatta bu şühud, eserden müessire istidlaldir.
Afak ve enfüs aynalarında tecelli ve zuhurat olarak her ne ki görülür ve müşahede edilir ise... o eserden müessire istidlal kabilindedir. isterse bu tecelliyata:
- Zati tecelliyat...
İsmini vermiş olsunlar ve o zuhurat için:
-Lâkeyfi...
Demiş olsunlar. Zira, bir şeyin aynada zuhuru, o şeyin eserlerinden bir eserin husulüdür; o şeyin aynen husulü değildir. Mana bu olunca, enfüsi ve afaki seyrin ayağı, bütünüyle ilmel-yakin dairesinin dışında olamaz. Ve... onun: Eserden müessire istidlalden başka bir nasibi olamaz.
Allahu Taala, şöyle buyurdu:
"Afakta ve nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz. Nihayet onun hak olduğu, apaçık kendileri için teheyyün edecektir?"(41/53)
Bazıları, afaki seyri, ilmel-yakinden bilip aynel-yakini ve hakkalyakini enfüsi seyirde isbat eylediler. Enfüs dışında bir seyre de kail olmadılar.
Bir mısra:
Aşkına düştükleri kadardır yolları insanların...
***
Bilesin ki,
Sübhan Hakkın kula o kadar yakınlığı vardır ki, kulun kendine olan yakınlığından daha ileridir. Kulun Sübhan Hakka bir başka seyri vardır ki, bu yakınlık tarafındadır ve vusul dahi bu seyri kat etmeye kalmıştır.
Bu üçüncü seyir, hakikatta ilmel-yakin için müsbettir. Çünkü o: Her ne kadar, zılliyet dairesinin dışında ise de, lâkin, zıllıyet şaibesinden beri değildir. Zira, Sübhan Zat'ın isimleri ve sıfatı, hakikatte Yüce Mukaddes Haz-ret-i Zat'ın zılâlindendir. Her nered ki zılliyet şaibesi vardır; o eserler ve ayetler dahilindedir.
Onlar, ilmel-yakin için, üç seyrinden yalnız bir seyir tesis ettiler. İkinci seyri dahi, aynel-yakin ve hakkal-yakin için hasıl olmuş saydılar. Üçüncü seyre dair hiç ağızlarını açmadılar; ki, onunla ilmel-yakin dairesi tamam ola. Daha aynel-yakin ve hakkal-yakin nerede?..
Bir mısra:
Gül bahçeme bak, kıyasla baharımı.
***
Aynel-Yakin ve Hakkal-Yakin babında ne diyebilirim ki?.. Onu söylesem bile, kim anlar ve kim idrak eder? Zira bu türlü marifetler, velayet kapsamı dışındadır. Zira velayet erbabı, bunları idrakten aciz durumdadırlar; tıpkı zahir uleması gibi. Onu kavramaktan yana kusurludurlar.
Bu ilimler, nübüvvet nurlarının kandilinden alınmıştır. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet. İkinci binin yenilenmesi ile buna tazelik ve canlılık hasıl olmuştur; bütün güzelliği ile, zuhura gelmiştir. Bu ilimlerin ve maarifin sahibi, bu binin müceddidir. Ki bu, ona bakanlara gizli bir mana değildir. Bilhassa zata, sıfata ve ef'ale dair ilim ve marifetinde.
O ilim ve maarif; haller, vecidler, tecelliyat ve zuhurat libasına girmiştir. Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki: Bu maarif ve ilimler; ulemanın ilimleri, evliyanın da maarifi ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu maarif dahi, o kabuğun özüdür.
Hidayet eden Sübhan Allah'tır.
***
Bilesin ki,
Her yüz başında bir müceddid gelip geçti. Ne var ki, yüz senelerin başında gelen müceddid ile, bin senenin başında gelen müceddid değildir. Bunların arasındaki fark, bin ile yüz arasındaki fark gibidir. Hatta daha da
fazla.
Müceddid o zattır ki: O müddet içinde ümmete her ne gibi feyz varidatı gelirse onun vasıtası ile gelir. İsterse o vaktin kutuplan, evtadı, ebdali ve nücebası bulunsun.
Bir şiir:
Allah'a ne zorluğu olun
Alemi bir şahsa doldurur.
***
Selâm hidayete tabi olup Mutabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona ve âline üstün salâtlar ve selâmlar. Keza, enbiya ve resullerden, mukarreb meleklerden ve şalin kullardan kardeşlerinin hemen hepsine.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 316. Mektup

MEVZUU: a) Afakin ve enfüsün muamelesi, zılâl dairesine dahil olduğunun beyanı.
b) Velâyet-i suğranın ve kübranın beyanı.
c) Nübüvvet kemalâtı.
d) Bazı sofiyeye zuhur eden efal tecellisinin hakikati.
Ki o: Yüce Hakkın fiil zillidir; onun aynı olan fiili değildir.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Maden-i Hakaik Menba-ı Maarif-i Lâmütenahiye Mazhar-ı Füyuzat-ı İlâhiye Mahdumzade Muhammed Said'e yazmıştır. Allahu Teala ona selâmet ihsan eylesin.
Allah'a hamd olsun. Selâm seçmiş olduğu kullarına.
Bilesin ki,
Afak ve enfüs aynalarında her ne zuhura gelir ise... o zılliyet damgası ile damgalanmıştır; o, isbatın, hasıl olması için, nefye müstahaktır.
Muamele, afak ve enfüs sınırını aşınca, zılliyet kaydından kurtulur; fiil ve sıfat tecellisine girilir. O zaman bilinir ki: Bundan evvel afaki ve enfüsi makamında zuhur eden her tecelli, her ne kadar zati olarak itikad ederlerse
de fiilin ve sıfatın zıllına taalluk der; fiilin ve sıfatın kendisine değil. Zata taallûk etmesi bir yana. Çünkü, zılliyet dairesi, enfüsün nihayetinde sona erer. Bu duruma göre, enfüste ve afakta her ne zahir olur ise... bu daireye dahildir.
Fiil ve sıfat, hakikatta her ne kadar Hazret-i Zat zılâiinden ise de, lâkin onlar, asıl daireye girerler. Bu mertebenin velayeti ise... asli velayettir. Ama, daha önce anlatılan mertebenin velayeti böyle değildir. Yani: Afaka ve enfüse taalluk eden mertebenin.. Zira o, zilli velayettir.
Asıl mertebesinden neş'et edip gelen berki tecelli, zil dairesinin müntehilerine müyesser olur. Zira onlar, bir anda afak ve enfüs kaydından halâs olurlar.
O kimseler ki: Afak ve enfüs dairelerini aşarlar; ondan da yükselip zilli arkalarında bırakırlar ve asla katılırlar... İşte, berki tecelli bunlar hakkında daimidir. Çünkü bu büyüklerin meskeni ve sığınağı asıl dairesidir ki, berki tecelli oradan neş'et eder. O kadar ki, bu büyüklerin muamelesi/tecellilerin ve zuhuratın dahi fevkindedir. Zira, hangi mertebeye taalluk eden tecelli ve zuhur olursa olsun; zılliyet şaibesinden hali olamaz. Ne var ki, aslında da aslına taalluk; bunları zıldan almıştır. Zeyğ-i basardan dahi halâs
eylemiştir.
Velâyet-i suğra olan velâyet-i zıllıyede kemal nihayeti, ancak berki tecelli ile hasıl olur. Bu berki tecelli ise., enbiya velayeti olan velâyet-i kübrada ilk basamaktır. Onlara salât ve selâm olsun. Velâyet-i suğra ise, evliyanın velayetidir. Allah onların sırlarının kudsiyetini artırsın.
İşte, evliyanın velayeti ile, enbiyanın velayeti arasındaki fark, anlatılan manadan bilinir. Sübhan Allah'ın onlara salâtı ve selâmı olsun. Zira, o velayetin bidayeti, bu velayetin nihayeti olmaktadır.
Enbiyanın kemalâtı hakkında ne diyebiliriz ki: Zira, nübüvvetin bidayeti, bu velayetin nihayeti olmaktadır. Her halde, Hazret-i Hace Bahaeddin Nakşibend Hz. enbiya velayetinden yana bol nasibe nail olmuş olacak ki, yani: Tebaiyet ve veraset yolu ile., şöyle demiştir:
-Biz, nihayeti, bidayete dere ediyoruz.
Bu Fakir'in ilminin yetiştiği şu ki: Nakşibendiye nisbeti ve huzuru, kemal haddine ulaştığı zaman, velâyeti-i kübra ile ittisal ederler. Ve onlara, bu velayeti kemalâtından bol haz husule gelir. Ama, bunların dışında kalan tarikatlarda durum böyle değildir. Zira, onların nihayeti kemalleri berki tecellinin husulüdür.
***
Şunun bilinmesi gerekir...
O seyir ki, afak ve enfüs seyrinden sonra müyesser olur; iş bu seyir, Yüce Hakkın pek yakınlığında olmaktadır. Zira Yüce Hakkın fiili, bize bizden daha yakındır. Aynı şekilde, onun sıfatı dahi, bize bizden daha yakındır. Onun fiilinden ve zatından olan dahi, bize bizden daha yakındır.
Yüce Hakkın fiilinden, sıfatından gelen ve bu mertebelerde olan seyir pek yakınlık taşıyan bir seyirdir. Fiil tecellisinin, sıfat tecellisinin, zat tecellisinin hakikati bu makamda tahakkuk eder. Vehim ve hayal saltanatı dairesinden necat dahi burada hasıl olur. Zira, enfüs ve afak dairesinin haricinde vehim ve hayal sultanlığı saltanatı yoktur. Vehmin tasarruf nihayeti ise... zil dairesinin sonunda biter.
Velâyet-i kübra olan asli velayette ise... vehim ve hayal kaydından halâs, bu dünya hayatında müyesser olur. Birinci taife için ahırete ertelenen mana, ikinci taifeyi bu dünya hayatında müyesser olur.
Velâyet-i zılliyede, matlub olandan yana, bu dünya hayatında hiçbir şey hasıl olmaz; amma vehim ve hayalden başka. Velâyet-i kübrada matlub ise... vehim altına girmekten münezzeh ve müberradır.
Mevlâna Rumi, hayal kaydına girmenin ve vehmin kuşatmasına uğramanın sıkıntısına düşmüş gibi; vehim ve hayal libasından ari olarak, ölümü temenni etmiştir. Ta ki: Matluba nail ola... Ölümün ilk alâmetleri belirdiği zaman da, kendisine:
-Allah afiyet versin... Diyene engel olmuştur. Şu şiir onundur: Hayalden ve tenden üryanım; Nihayet visalde hür şanım.
*** Demiştim ki:
-Atakta ve enfüste isimlerin ve sıfatların zılâl tecellileri vardır; isim ve sıfatların kendi tecellileri değil.
Bu anlattığım cümlenin beyanı şöyledir:
Tekvin, hakiki sıfatlardandır. Nitekim, Matüridi mezhebi uleması kavli de budur; Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Eş'ariye'nin sandığı gibi, izafi sıfatlardan değildir. Bu sıfatta, diğer sıfatlara nazaran izafet ağır bastığından, sandılar ki: izafi sıfatlardandır. Halbuki durum böyle değildir. Elbette onlar, hakiki sıfatlardandır; izafet vasfı, bunlarla imtizaç etmiştir.
Bu tekvin sıfatı, bütün sıfatların altındadır; üstünde bulunan bütün sıfatların onda rengi vardır. Meselâ:
Onun, ilimden ve hayattan nasibi vardır.
Onun, kudretten ve iradeden yana hazzr vardır.
Onun, cüz'iyatı vardır ki, hakikatta bunlar, onun zılâlidir. Bunlar: Rızık-landırmak, yaratmak, öldürmek, diriltmek, nimet ve elem vermek gibidir. Bu cüz'iyat, fiillere dahildir ki, onlar hakikatta bu sıfatın zılâli olup hakiki sıfat dairesinin dışındadır.
Anlatılan fiilin dahi iki yüzü vardır, şöyle ki:
a) Bir yüzü fail taratmadır.
b) Diğer yüzü de mef'ul taratmadır.
Bu iki yüz, keşfi nazarda birbirinden ayrılmıştır. Birinci yüz, yüksek görülür, ikinci yüz ise... alçak. Aynı şekilde: Birinci yüz asıl gibi görülür; ikinci yüz, o aslın zilli görülür. Keza, birinci yüzde vücubdan bir renk vardır; ikinci yüzde ise... imkândan bir renk vardır.
Bu ikinci yüzdür ki: Enbiyadan başka, evliya-i kiramın ve sair insanların taayyün mebde'leri olmuştur. .'....
İkinci cihet itibarı ile bu fiilin vücubdan bir rengi, imkandan dahi bir renk olduğundan; zaruri olarak mümkin olmaktadır. Zira, vacibden ve mümkinden terkib edilen mümkindir.
Yine bu fiilin, yüksek cihet itibarı ile kıdeme açılan bir yüzü, alt cihet itibarı ile de, hüdusta bir kademi olduğundan zaruri olarak hadis olmaktadır Zira, kadimden ve hadisten terkib edilen hadis olmaktadır.
O kimseler ki: Sübhan Hakkın fiilinden kıdemine kail olmuşlardır; bunlar, ancak birinci cihete bakmışlardır.
O kimseler ki, bu fiilin hüdusuna zahib olmuşlardır; bunların görüşleri dahi diğer cihettir. Birinci taifenin nazarı yüksektir; ikinci taifenin nazan ise... alçak. aNlatılan iki taifeden her biri, hak mutavassıt yanın bir ucundadır. Asıl orta yolu bulmakta bu Fakir imtiyazlıdır.
Bir ayet-i kerime meali:
"Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah, büyük fazlın sahibidir."(62/4)
Buna benzer tahkik, sıfat-ı hakikiye şanın bazı mektuplarda yazılmıştır; onlara da bakılabilir.
***
Şu hususun da bilinmesi yerinde olur.
Fiilde ikinci yüz, has yaratılıştan ibarettir; misal olarak Zeyd'le taalluku vardır. Meselâ: Zeydin yaratılışı, mutlak yaratılışın cüz'iyatından bir cüz'i gibidir. Zeyd'e taalluku olan bu has yaratılışın, aynı zamanda cüz'iyatı da vardır. Meselâ: Zeyd'in zatının yaratılışı, sıfatlarının ve fiillerinin yaratılışı gibi. Bu cüz'iyat, Zeyd'in yaratılışı için zılâl gibidir. Zeyd dahi onların küllisi (bütünü) gibidir. Zeyd'in fiilinin yaratılışının dahi, zilli ve mazharı vardır. Bu dahi, fiille taalluk eden Zeyd'in kesbidir. İş bu kesb dahi, Zeyd'in babasının evinden getirdiği bir şey değildir. Elbette o, Yüce Hakkın yaratmasının bir zillidir.
Üstte anlatılan marifetten de anlaşıldığı üzere; fiil, tekvinin zillidir. Fiilin ikinci yüzü dahi, birincinin zillidir. Nitekim bunun tahkiki yapıldı. İkinci yüzün dahi zilli vardır. Ki bu, misal olarak Zeyd'in yaratılışıdır. Zeyd'in yaratılışının dahi zilli vardır; bu da Zeyd'in fiilinin yaratılmasıdır. Bu zillin dahi zilli olup Zeyd'in kesbidir.
Bu ilimleri anladıktan sonra bilesin ki...
Misal olarak: Zeyd'in kesbinin Zeyd'e nisbeti; sülük vakti, salikin nazarından giderse... onun Zeyd'e izafeti kalkarsa... görülecektir ki: O fiilin faili Sübhan Hak'tır. Hatta yaratılmışların, birbirinden ayrı olan çok fiilleri, bir failin fiili olarak bulunur. Ama bu manayı fiili tecelli zannederler.
insaf etmek gerek. Hiç bu tecelli Hakkın fiilinin tecellisi olur mu? Ya da o fiilin zılâlinden bir zillin tecellisi olur mu?.. Ki o, nice mertebelerden tenezzül edip kendisine zıllıyet ismi verilmiştir.
Yerinde olur ki: Diğer tecelliler dahi, fiili tecelli ile kıyas edile.
Onlar, bu işte, zıllardan bir zil ile yetinip onu aslın aslı zannetmişlerdir; böylece, ceviz ve muzla avunup durmuşlardır.
***
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki...
Vücudun vücubu, nisbetlerden ve izafetlerden olduğu için; zaruri olarak, fiil mertebesinde bulunmuştur. Bu nisbetin dahi ilimle münasebeti olmayıp, alemin yaratıcısına mahsus olduğundan; zikri geçen birinci yüzle az münasebeti olmuştur.
*** Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Bu beyandan lâzım gelir ki; zat ve sıfat mertebesinde vücub sabit olmaya. Onun zatı ve sıfatı için dahi:
-Vacib...
Denmeye. Durum böyle olunca, Hazret-i Zat ve sıfattan vücub atılmış olur. Tıpkı imkân ve imtina ondan atıldığı gibi. Şimdi, vücub, imkân ve imtina dışında bir de dördüncü kısım zahir oldu. Halbuki akli kavrama ve mefhumu bu üç şeyde inhisar altına almak sabittir.
Bunun için şu cevabı verirler:
-İnhisar, ancak vücuda nisbetle mahiyet içindir. Vücuda göre mahiyet için nisbet olmayınca, inhisar da yoktur. Tıpkı Vacib Taala'nın zatında ve sıfatında olduğu gibi. Yüce Hakkın zatı, kendi zatı ile mevcuttur. Aynen veya zaid bir vücudla değil. Yüce Hakkın sıfatı dahi, onun zatı ile mevcuttur; hem de ona bir vücud karışmadan. Mana böyle olunca, Sübhan Hakkın zatı ve sıfatı, inhisar altına alınıp kavranan o üç şeyin fevkindedir.
Yüce Hakkın zatı tasavvur edilip sıfatı dahi, vücuh ve itibarlara göre taakkul edildiği zaman; -zira onun künhüne yol yoktur- Sübhan Zat için tasavvura bağlı zilli vücub anz olur; onun zatına nasıl lâyık ve münasib ise... öyle... Onun sıfatı için dahi, vücudda zihni imkân arız olun bu oluş dahi sıfata münasib bir şekildedir. Çünkü, zata ihtiyacı vardır. Sübhan Hakkın zatı ve sıfatı, kendi özlerinde vücub ve imkân mertebesinin üstündedir. Hatta vücud mertebesinin de üstündedir.
Şu da bir başka mana...
Zilli tasavvur edilen vücud itibarı ile vücub, zata münasiptir; imkân dahi sıfata.
Sıfat, harici vücud cihetinden ne vacibdir; ne de mümkin. Elbette o, vücub ve imkânın üstündedir. Ama o, zihni vücud itibarı ile mümkindir. Bu mümkin olmasından dolayı hadis olması lâzım gelmez. Zira, sair mümkinat gibi, kendi zatları için değil, kendi zilli vücudları içindir.
Anlatılan mana, akıl erbabının da dediklerine uygun düşer. Ki onlar şöyle demişlerdir:
-Vücud-u zihni hususiyeti itibarı ile külliyet ve cüz'iyet, mahiyete arız olmuştur. Harici vücud halind mahiyet bunlarla vasf edilemez.
Meselâ: Hariçte bir Zeyd mevcud olmuştur. Ve akılla bilinmeden evvel, cüz'i değildi; nitekim külli de değildi. Elbet ona cüz'iyeîin arız olması, zih-
ni zilli vücuttan sonradır. Burada şunu da demek isteriz:
-Sübhan Hakka hamledilen bütün nisbet, izafat, ahkâm ve itibarlar., yani: Sekiz sıfattan başka Uluhiyet, Ezeliyet gibi... bunlann Sübhan Hak için doğru olmaları tasavvur ve taakkul itibarı iledir. Durum şu ki: Yüce Zat kendi varlığında bir sıfatla muttasıf, bir isimle isimlendirilmiş, bir hükümle hükmedilmiş değildir.
O Yüce Şeriat sahibi, kendi zatına esma ve ahkâm itlak eylemesi, tenasüp ve teşabüh itibarı iledir. Tâ ki: Mahlukatın anlayışına yakın gele. Onlarla olan tekellüm dahi akıllarına göre ola. Tıpkı: Hariçte mevcud olan Zeyd için; zihni vücud mülahaza edilmeden, teşbih ve tanzir yollu:
-O cüz'idir.
Dendiği gibi... Böylece, onun için cüz'iyet hükmü vermeleri, onun külli hükmü vermelerinden daha yerinde ve daha uygundur. Anlatılan bu mana gibi, Yüce Gani Zat için:
-Vücub ve vücud...
Hükmünü vermek; imkân ve imtina hükmünü vermekten daha yerinde ve münasib olur. Yoksa, onun zatına ne vücub ulaşabilir; ne de vücud. Tıpkı onun münezzeh zatına imkân ve imtina lâyık olmadığı gibi.
***
Burada anlatılan mukaddes mübarek marifetleri anlamaya çalış. Zira bunlar dinin esası ve Yüce Mukaddes Zat ve sıfatlar ilminin hulasasıdır. Uzamadan hiç kimse, kübradan dahi bir kimse bunları konuşmamıştır. Allahu Taala, bu kulu, anlatılan marifetlere tercihli kılmıştır.
Selâm, hidayete tabi olanlara.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 315. Mektup

MEVZUU: Yüce Mukaddes Hakkın zat mertebesi ile sıfatlarının mertebesi, vücud ve vücub itibarının üstündedir.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mir Şemseddin Halhali'ye yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm seçmiş olduğu kullarına.
İhlas ve muhabbet üzere yazılan mektubunuzun ulaşması, ferahlık ve şadlık hasıl eyledi.
Din kardeşlerinin çoğalması, ahirette ümit sebebidir.
Allahım, din kardeşlerimizi çoğalt... Bizi ve onları Seyyid'ül müıseün'e tabi olmaktan devam ettir.
Ona ve diğerlerine salâtların en faziletlisi, selâmların dahi ekmeli.
Bir mısra:
Yazılanın en güzeli dostların sözleri...
***
Ey Muhib,
Sübhan Hakkın yedi sıfatı veya değişik görüşlere göre sekiz sıfatı, hakiki sıfatlar olup hariçte mevcuttur.
Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i hak uleması hariç; muhalif fırkaların hiçbiri, Yüce Mukaddes Vacibü'l-vücud'un sıfatlarının varlığına kail olmamışlardır. Hatta bunlar arasında müteahhirin sofiye, sıfatların varlığını inkâr etmişlerdir. O kadar ki, sıfatların ziyadeliğini yalnız ilme raci kılmışlardır.
Bir şiir:
Taakkulde gayrıdır Sıfat-ı Hak zatın;
Lâkin tahakkukta aynıdır zat sıfatın...
Gerçek olan şu ki: Ehl-i hakkın kelâmı doğru olup nübüvvet kandilinden iktibas edilmiştir. Keşif ve feraset nuru ile de teyid edilmiştir.
Bu arada netice söz şu ki:
Muhalif grubun ortaya attığı şüpheli manalar kuvvetlidir. Yani: Sıfatların varlığı hakkında... Şöyle ki: Eğer sıfatlar mevcud olsaydı, şu iki durumdan hali olmazdı:
a) Mümkin sınıfına dahil olurdu.
b) Vacib olarak sayılırdı.
İmkân ise... hadis (sonradan yaratılmış) olmayı gerektirir. Zira, onlara göre her mümkin, hadistir. Vacib'in taahhüdüne kail olmak ise... tevhide münafidir.
Bundan başka, sıfatların imkân sınıfından takdir edildiklerine göre: Onların, Yüce Mukaddes Zat'tan ayrılma cevazı doğar. Böyle bir şey ise... Sübhan Vacib için aczi ve cehli gerektirir.
Üstte anlatılan karışık şekilli durumun halli, Fakir'e göre aşağıdaki gibi olmaktadır:
Sübhan Hak, zatı ile mevcuttur; zatının aynı olan bir vücutla değil. Ona fazladan gelen bir vücudla da değil. Yüce Hakkın sıfatları dahi, onun zatı ile mevcuttur; başka bir vücutla değil. Zira o makamda başka bir vücudun yeri yoktur.
Şeyh Rükneddin Ebülmekârim Alâüddevle Simnani(ks) bu manaya işaret ederek şöyle dedi:
-Vücud aleminin fevkinde Melik Vedud Zat'ın alemi vardır.
O makamda, imkân ve vücub nisbeti dahi tasavvur vedilemez. Zira, imkân ve vücubun her biri, mahiyetle vücud arasında bir nisbettir. Bir yerde vücud olmayınca, orada ne imkân olur; ne de vücub...
Bu anlatıl în marifet, nazarın ve fikrin ötesinde olmaktadır. Akıl bağlarına takılıp kalanlar, bu marifetten yana ne bulabilirler ki? Bu marifetten yana, onların nasibi, inkârdan başka bir şey olmamaktadır. Meğer ki, Yüce Allah'ın koruduğu bir kimse de...
***
Netice-i meram şu ki: Seyyid Muhibbullah, bir müddet burada ikamet ettikten sonra, o tarafa geldi. Onun sohbeti, ganimet bilinmelidir. Selâm size ve yanınızda bulunanlara.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 314. Mektup

MEVZUU : a) Vahdet-i Vücud meselesi üzerine Muhyiddin b. Arabi'nin tuttuğu yolun beyanı..
b) Bu hususta Hazret-i Şeyhimizin tutumu.. Allah ona selâmet ihsan eylesin..
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Şeyh Abdülaziz Confori'ye yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile..
Allah'a hamd olsun. O, öyle Yüce Zat'tır ki: îmkânı vücubun aynası kıldı; ademi dahi vücudun mazharı eyledi..
Vücub ve vücud, her ne kadar Sübhan Haklan kemalinden iki sıfat ise de:
O Yüce Zat, bütün isimlerin, sıfatların, ötesindedir.
Şuunların ve itibarların dahi ötesindedir.
Butunun ve zuhuratın dahi ötesindedir.
Büruzun ve kûmunun dahi ötesindedir.
Tecelliyatın ve zuhuratın dahi ötesindedir.
Müşahedelerin ve mükâşefelerin dahi ötesindedir.
Her mahsusun ve makulün dahi ötesindedir.
Vehme gelenin ve hayâl edilenin dahi ötesindedir.
Ve., o Sübhan zat: ötelerin ötesinde., ötelerin ötesinde., sonra yine ötelerin de ötesindedir..
Bir şiir:
Kuşumu nasıl anlatayım alâmetle sana;
Mevhum anka kuşuna benzer yaygındır her yana..
Ankanın bir ismi var ki, halk arasında belli; Kuşumun ismi yok ki, onu bildireyim sana..
***
Hamd edenin hamdi, onun zatına ulaşamaz; o .kadar ki: Bütün hamdler, onun izzet perdelerinden altta kalır. Zira:
Zatına sena eden odur; zatına zatı ile hamd eden de odur.
O Sübhan Zat olmaktadır Hamid ve Mahmud.. Asıl maksud olan hamdi yapmaktan yana, onun zatından başkası acizdir.
Ona hamd etmekten yana, Liva-i Hamd sahibi olan dahi aciz kalmıştır. Ki: Onun sancağı altındadır. Âdem ve diğerleri.. Halbuki o zat mahlukatın:
Zuhur itibarı ile, en faziletlisi ve ekmelidir.
Derece itibarı ile en yakını bulanıdır.
Kemal itibarı ile en çok derli toplu manaya sahib olanıdır.
Cemal itibarı ile en şümullü olanıdır.
Mehtap gibi doğuşu itibarı ile en tamam olanıdır.
Kadir kıymet bakımından en yüksekleridir.
Değer ve şeref itibarı ile en büyükleridir.
Din itibarı ile en kıvamlı olanıdır.
Şeriat olarak en adaletlileridir.
Haseb olarak en keremli, neseb olaraktan da en şereflileridir.
Peygamber olaraktan da en azizleridir.
Eğer o olmasaydı; Sübhan Allah halkı yaratmazdı.
Âdem, su ile toprak arasında iken, o peygamberdi.
Kıyamet günü oldukta, peygamberlerin imamı ve hatibi olacaktır. Onların şefaatçileri olacaktır.
O, öyle bir zattır ki, şöyle buyurmuştur:
? «Biz, sondan geldik; ama kıyamet günü, önde gidenler olacağız.
Ben, bir söz ediyorum ki, bunda böbürlenmek yoktur..
Ben, peygamberlerin hatemiyim; ama böbürlenme yok..
Ben, insanlar baas olundukları zaman, en evvel çıkanlarıyım. Yürüyüşe geçtikleri zaman, onların önderiyim. Sustukları zaman, onların namına hatipleri olacağım. Kapandıktan zaman, onların şefaat-
çısı olacağım. Meyus oldukları zaman, onları müjdeleyip sevindiricileri olacağım. O gün anahtarlar elimde olacaktır.»
Bir şiir:
Nerde katılmak o kafileye, o önderleri;
Ne güzeldir, uzaktan duyulsa da çan sesleri..
Sübhan Allah'ın salâvatı ve selâmları, o Şanı Yüce Zatı'ın tahiyyatı, namı Yüce Zat'ın bereketleri ve ona ve .nebilerden, resullerden, mukarreb meleklerden, tüm taat ehlinden kardeşlerine olsun. Öyle bir salât, selâm, tahiyyet ve bereket olsun ki: Onlara lâyık olduğu gibi, anlatılan kardeşlerine dahi lâyık olsun.. Hem de, onu ananlar andıkça, onun zikrinden gafil olanlar gafil kaldıkça..
***
Sonra..
Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm onun Resulüne: Sizlere dahi dualar edip saygılarımı yollarım..
***
Bilinmiş ola ki,
Bu Fakir'e gönderilen mübarek mektup, pek değerli kardeşim Muhammed Tahir tarafından ulaştırıldı.
Vakti güzelleştirdi; sürür hâsıl eyledi.
Keşif ve şühud erbabının hakikatlerini ve maarifini dahi tazammun ettiğinden, ferah üstüne ferah artırdı.
Allah-ü Taâlâ sizleri mükâfatlandırsın..
Fakir dahi, bu arada; bu Taife-i Aliyye'nin zevklerinden bazı cümleler irad ederek, baş ağrıtmaya sebeb olacaktır. Bunlar dahi, mektubunuzda yazılanlara uygun düşecektir.
***
Ey Mahdum,
Şu, malum bir şeydir ki: Vücud, her hayrın ve kemalin mebdeidir. Adem ise., (yokluk manasına) her noksanın, şerrin ve zevalin mebdeidir.
Vücud, Vacib Taâlâ için sabittir.. Adem ise., mümkinin nasibidir. Şunun için ki: Cümle hayır ve kemal Yüce Zat'a ait ola; her noksan ve şer dahi mümkün vasıflı olana döne..
Mümkin olana vücud isbat eylemek, hayrı ve kemali ona çevirmek: Hakikatta Sübhan Hakka onu ortak eylemektir. Hem de kendi mülkünde..
Bundan başka, Vacib Taâlâ için mümkinin aynı olduğuna kail olmak, onun sıfatının ve fiillerinin dahi Sübhan Zat'ın sıfat ve fiillerinin aynı olduğuna kail olmak edep dışı harekettir; onun isimlerinde ve sıfatlarında dahi ilhada düşmektir. O zatî habaset ve noksanla damgalı, bulunan hasis süpürgeci kendisini; her hayrın ve kemalâtın menşei, Şan Sahibi Sultan'ın aynı olarak nasıl tasavvur edebilir?. Kendi kötü sıfatını ve ef'alini dahi onun pek güzel sıfatı ve fiilleri gibi nasıl görür?.
Zahir uleması, mümkin için vücud isbat eyleyip Vacib Taâlâ'nın varlığı ile, mümkin olanın varlığını mutlak vücud efradından saydılar.
Bu babda söylenecek netice söz şu ki:
? Onlar, bu şekli kaziye üzerine, Vacib'ül-vücud'un akdamiyetine ve evleviyetine de kail oldular.
Halbuki, üstte, anlatılan onlann kail olduğu bu mana, mümkini Vacib Taâlâ'ya ortak etmektir. Hem de Yüce Allah'ın varlığından neşet edip gelen kemalâtta ve faziletlerde.. Halbuki o Yüce Allah, bu türlü manalardan yafta çok .üstünlüğe sahiptir. Bu manada gelen bir kudsî hadis şöyledir:
? «Kibriya ridamdır, azamet dahi izarım..»
Eğer zahir uleması, bu manayı anlamış olsalardı; mümkin için vücud isbatı cihetine asla gitmezlerdi.
Her ikisi de Sübhan Hakka mahsus olan hayır ve kemal mümkine verilmiş ise.. bu: Sübhan Hakkın ona mahsus bir varlık vermesi itibarına göredir.
Bir âyet-i kerime meali:
? «Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak bizi muahaze eyleme..» (2/286)
Sofiyenin pek çoğu, bilhassa son gelenler îtikad ederler ki: Mümkin Vacib Taâlâ'nın aynıdır. Mümkinin sıfatını ve fiillerini dahi Yüce Zat'ın fiillerinin ve sıfatının aynı. sanırlar. Onların bu görüşü, bir şiirle şöyle dile gelir:
Komşu, arkadaş, yolcular hepten o; Fakir kisvesinde sultan tamam o..
Celvet farkında, halvet ceminde o; Vallah hepsi o, billah hepsi de o..
***
Bu büyükler, vücudda her ne kadar şirkten çekinip halâs yolunu bulmuşlar; ikilikten dahi kaçmışlar ise de, lâkin vücud olmayanı vücud olarak bulmuşlardır. Noksanları dahi, kemalât olarak itikat etmişlerdir. Bunun için de şöyle demişlerdir:
- Zatî olarak, ne noksan vardır ne de şer olan bir şey.. Eğer var ise., o da nisbî ve izafidir. Meselâ: öldürücü zehir insana nisbetle serdir ve kötüdür; zira onu hayattan «der. Ama bu, içinde zehir bulunan hayvana göre hayat suyu ve faydalı tiryaktır.
Bu işte, onların uyduğu şey, dayandıkları yol keşif ve müşahededir. Kaldı ki bunlar, gayb âleminden kendilerine ne zahir olduysa.. onu buldular..
Allah'ım, eşyanın hakikatlerini bize olduğu gibi göster.
* **
Biz, burada önce Şeyh Muhyiddin b. Arabi'nin tuttuğu yolu öncelikle beyan edeceğiz. Allah sırrının kudsiyetini artırsın.
O, sofiyenin mütaahhirin sınıfına dahil olanların (son gelenlerin) imamı olup bu meselede onların iktida ettikleridir.
Bundan sonra, bize zahir olup inkişaf eden bu babdaki hususları yazacağız. Ta ki, iki mezhep arasındaki fark, tam bir şekilde hasıl olsun, inceliğinden ötürü, biri diğerine karışmasın..
Şeyh Muhyiddin b. Arabî ve ona tabi olanlar şöyle dediler:
- Vacib Taâlâ'nın isimleri ve sıfatı, o Vacib Sübhan'ın aynen zatıdır. Bu isimlerin ve sıfatların dahi bazısı bazısının aynıdır. Meselâ: İlim ve kudreti ele alalım. Bunların her ikisi de, Yüce Hakkın aynen zatı olduğu gibi, her biri dahi diğerinin aynıdır. Bu makamda taaddüd ve tekessürün ismi ve resmi asla olmayacağı gibi, aralarında bir ayırd etme ve açıklık dâhi (temayüz ve tebayün) kesin olarak olmaz.
Bu babda söylenecek netice söz şudur:
? Bu isimler, sıfatlar, şuun ve itibarlar için hazret-i ilimde temayüz ve tebayün icmalen ve tafsilen hâsıl olmuştur. Eğer temayüz icmali ise., bundan:
? Taayyün-ü evvel..
Olarak tabir edilir. Eğer tafsili ise bunun için de şu isim verilir:
? Taayyün-ü sani.. Bunlar, taayyün-ü evvele:
? V a h d e t..
ismini verip onu, Hakikat-ı Muhammediye olarak görürler. Taayyün-ü sani için dahi:
? Vahidiyet..
Deyip bunu da, sair mümkinatın hakikati zannederler. Mümkinatın hakikatına dahi:
? A y a n - ı sabite..
İsmini verirler. Bu ilmî olan iki taayyünü vücub mertebesinde isbat edip derler ki:
? Bu ayan, haricî vücud" kokusunu almadığı gibi, mücerred ehadiyetten başkası dahi hariçte mevcud değildir.
Bu hariçte görülen kesret, o ayan-ı sabitenin aksi olup zahir olan vücud aynasına aksetmiştir. Hariçte dahi o vücuddan başka bir şey yoktur. Bu akseden şeye dahi hayalî bir vücud arız olmuştur. Tıpkı bir şahsın sureti gibi ki: Aynaya aksettiği zaman, onun için aynada hayali bir vücud arız olur. Bu durumda, o akseden suretin, ancak hayalde bir varlığı vardır. Ne aynaya hulul etmiştir; ne de aynanın yüzüne bir şey nakş'olmuştur. Eğer bir nakşolma durumu varsa, bu dahi hayaldedir; aynanın yüzünde tevehhüm edilmiştir.
Bu tevehhüm ve tahayyül edilen Yüce Sultan Hakkın yaratması ile olmuştur ve buna da tam iman vardır; vehmin ve hayalin kalkması ile kalkmaz ve ebedî sevap ve azap terettüp eder.
Hariçte tahayyül edilen bu mevhum olan kesret, üç kısma ayrılır:
a) Taayyün-ü ruhî..
b) Taayyün-ü misali..
c) Taayyün-ü cesedi.'. Ki bu, şehadete de taalluk eder.. Bu üç taayyünat için derler ki:
? Haricî taayyünattır.
Bunu da imkân mertebesinde isbata çalışırlar. Tenezzülat-ı hamse dahi, bu taayyünattan ibarettir. Bu tenazzülat-ı hamse için dahi:
? Hazarat-ı hamse.. Derler.
Bu durumda onlar:
a) Kendilerine göre, ne ilimde ne hariçte; Vacib Taâlânın esma ve sıfatından başka bir şey sabit olmamıştır. Bu dahi onun Yüce Mukaddes zatının aynıdır.
b) Yine tevehhüm etmişlerdir ki; suret-i ilmiye, o suretin aynı olup benzeri ve misali değildir.
îşte.. anlatılan durumlar dolayısı ile, zarurî olarak ittihat hükmü verip:
? Hemen hepsi o.. Dediler..
c) Yine tasavvur etmişlerdir ki, ayan-ı sabite suretleri dahi, o ayanın aynı olarak vücudun zahir aynasında aksetmektedir ki; bu dahi onun benzeri gibi değildir.
İşte.. anlatılan durumlar dolayısı ile zarurî olarak ittihad hükmü verip:
? Hemen hepsi o.. Dediler..
İşte.. vahdet-i vücud mertebesinde; icmal yollu Muhyiddin b. Arabî'nin yolu budur.
Bu ilim .ve benzerlerini Muhyiddin b. Arabi sanır ki: Hatem-i velayete mahsustur. Bunun için der ki:
? Hatem'ün-nübüvvet, bu ilimleri hatem'ül-velâyetten alır.
Füsus'un sarihleri dahi, bu cümlenin tevilini (yorumunu) yaparken, birçok zorlamalara girmişlerdir.
Hülâsa.. Şeyh Muhyiddin b. Arabi'den evvel, bu gibi ilim ve sırları, bu taifeden hiç kimse dile getirmemiştir. Bu sözü, bu şekilde hiç biri beyan etmemiştir.
Her nekadar onlardan, sekrin galebesi halinde, tevhidi ve ittihadı anlatan kelimeler zuhur edip:
? Enelhak.. (Hak ben..)
__Sübhanî ma a'zame şanî.. (Sübhanım şanım ne kadar yüce..)
Demişler ise de, lâkin ittihad yüzünü açıp tevhid menşeini bulamamışlardır. Böylece Şeyh Muhyiddin b. Arabi bu taifenin mütakaddimlerinin burhanı, müteahhirlerinin ise hücceti oldu.
Bu anlatılanlara rağmen, bu meselede gizli kalan çok incelikler vardır.
Bu arada, anlatılan manada derin sırlar zuhur meydanına yükselmiş ise., bu Fakir dahi onların izharına muvaffak olmuş ve onları yazmakla sevinmiştir.
Hakkı yerine getiren Allah'tır; bu yola hidayet eden odur.
***
Ey Mahdum,
Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i hak katında Vacib Taâlâ hazretlerinin sekiz sıfatı hariçte mevcuttur. Aynı şekilde, zarurî olarak, hariçte Yüce Mukaddes Hakkın zatından temeyyüz etmiştir. Ama bu: Ne misali bir temeyyüzdür; ne de keyfî.. Yani: Şekli ve benzeri yoktur. Aynı manadan olarak; bu sıfatların bazıları dahi, keyfiyeti belli olmayan bir şekilde bazısından ayrılmıştır. Hatta keyfiyeti meçhul olan bu temeyyüz, Yüce.Mukaddes Zat mertebesinde dahi sabittir. Zira o: Vüsati meçhul bir keyfiyetle vasidir.
Bizim anlayış havsalamızda ve idrâkimizde hâsıl olan temeyyüz, Onun Yüce Mukaddes Zatında yoktur. Zira onda tecezzi ve tebauz tasavvur edilemeyeceği gibi, o Yüce Sultan Hazrete hulul ve terekkübün dahi yolu yoktur. Orada faaliyetin ve mahalliyetin mecali de yoktur.
Hülâsa: Her neki mümkin olanın sıfatlarından ve onun levazimi arasındadır; o Mukaddes Zat'tan ayrılmıştır. Onun misli gibi bir şey yoktur. Ne zatta, ne sıfatta, ne de fiillerde..
Bu lâmislî temeyyüz ve lâkeyfî vüs'atın varlığına rağmen; esma ve sıfata ilim makamında tafsil ve temeyyüz arız olmuş ve böylece de in'ikâs ederek meydana gelmiştir.
Her ismin ve sıfatın ilim mertebesinde nakzedeni, mütemeyyizi, mukabili vardır. Misal olarak, ilim sıfatının mukabili, nakzedeni adem mertebesinde olduğunu belirtebiliriz. Ki bu, ilmin olmayışıdır ve ondan:
? Cehl..
Olarak tabir edilmiştir.
Kudret sıfatının da mukabili vardır. Bu dahi acz olup kudretin olmayışıdır.
Üstte anlatüan kıyas, kalan sıfatlarda devam ettirilir.
Bu mukabil ademlere dahi, Şanı Yüce Vacib Zatın ilminde tafsil ve temeyyüz arız olmuştur. Böylece onlar, kendi mukabilleri olan esma ve sıfatların aynaları olup onların akislerine zuhur tecelligâhı haline gelmişlerdir.
Fakir'e göre bu ademler, (yoklar manasına) o esma ve sıfatların akisleri ile mümkinatın hakikatleri olmuşlardır.
Bu babda netice şudur:
Bu ademler, o mahiyetlerin asılları ve maddeleri gibi olup o akisler dahi halet suretleri mesabesindedir. Yani: O maddelerde..
Şeyh Muhyiddin b. Arabi'ye göre: Mümkinatın hakikatleri ilim mertebesinde temeyyüz eden, o esma ve sıfattır.
Fakir'e göre: Mümkinatın hakikatleri, esma ve sıfatın nakzedenleri olan ademlerdir. Bu esma ve sıfatın akisleri ile ilim makamında ademlerin aynalarında zuhura gelip onunla imtizaç etmiştir.
Yüce Sultan Muhtar, o birbiri ile imtizaç eden mahiyetlerden bir mahiyeti zıllî vücud ile muttasıf eylemeyi dilediği zaman, ki o zil dahi Hazret-i Vücud zılâlindendir; bir de onu bu hali ile haricen mevcud eyleye.. îşte o zaman: Ona, Hazret-i Vücud zılâlinden bir zil ilka eyleyip haricî eserlerin mebdei eyler.
Mümkinin vücudu, ilimde ve hariçte diğer sıfatları gibi Hazret-i Vücud zılâlinden bir zildir; ona tabi olan kemalâtındandır.
Meselâ: Mümkinin ilmi, Yüce Mukaddes Vacib Taâlâ'nın ilminden bir zil (gölge) olmaktadır; kendi mukabilinde in'ikâs eyler. Mümkinin kudreti dahi, aczde in'ikâs eyleyen kudretin zillidir; bu acz dahi onun mukabilidir. Mümkinin vücudu dahi böyledir; adem aynasında in'ikâs eden Hazret-i Vücud zılâlinden bir zil olmaktadır. Bu adem dahi onun mukabilidir.
Bir şiir:
Mülküm diye getirdiğimi benim sanma;
Hibendir bende, bak zatıma sıfatıma..
Her ne ise.. Fakir'e göre: Bir şeyin zilli o şeyin aynı değildir; ancak onun bir benzeri ve misali olabilir?. Birinin diğerine hamledilmesi mümtenidir.
Fakir'e göre: Mümkin vacibin aynı olamaz. Zira mümkinin hakikati ademdir. Onda in'ikâs eden esma ve sıfat ise., o esma ve sıfatın bir kalıbı ve misalidir; aynı değildir.
Her şeyin o olması doğru olmaz; elbette her şey ondandır.
Mümkinin zatî vasfı adem olup şerrin, noksanın, habasetin men-şeidir. Vücud ve onun tevabii, mümkinde bulunan kemalât cinsinden her şey, o Yüce Sultan Hazret'ten istifade yollu gelmiştir; o Yüce Sübhan'ın zatî kemalâtından bir zildir.
Mana, üstteki gibi olunca:
? «Allah, semaların ve arzın nurudur.» (24/35)
Manası zarurî olarak meydana gelir. Yüce Hakkın ötesinde ise.. her şey zulmet olmaktadır. Nasıl olmasın ki, adem bütün zulmetlerin üstündedir.
Bu bahsin daha geniş tafsili, merhum büyük oğluma yazılan mektubata geçmiştir. Ki o: Hakikat-ı vücud ve mümkinatın mahiyetlerinin tahkiki beyanında yazılmıştır. Oradan takib edilebilir.
Şeyh Muhyiddin b. Arabi'ye göre: Bu âlem baştan sonra esma ve sıfattan ibarettir. Ki ona: îlim mertebesinde temeyyüz, zâhir vücud aynasında ise.. bir zuhur arız olmuştur.
Fakir'e göre: Âlem, ademlerden ibarettir, İlim mertebesinde Vacib Zat'ın isimleri ve sıfatları in'ikâs eylemiştir. Bu ademler ise., anlatılan akislerle hariçte, Sübhan Hakkın icadı ile zıllî vücud olmuştur. Böylece, âlemde zatî habaset ve cibillî şer zuhur eylemiştir.
Hayrın ve kemalin hemen hepsi, Yüce Mukaddes Zat'a aittir. Allah-ü Taâlâ'nın buyurduğu:
? «Sana bir basene (iyilik) isabet ederse, Allah'tandır; sana bir seyyie (kötülük) isabet ederse o da nefsindendir..» (4/79)
Âyet-i kerimedeki mana, bu marifeti teyid etmektedir. İlham eyleyen Sübhan Allah'tır.
***
Üstte yapılan tahkikten de anlaşıldığı üzere, bu âlem, hariçte zilli bir vücudla mevcuddur. Nitekim Sübhan Hak dahi hariçte aslî vücud ile mevcud olmaktadır; hatta zatı ile mevcuttur.
Bu babda asıl söz şu ki: Hariç olan bu durum dahi o haricin zillidir; vücud ve sıfat misali.. Bu manaya göre:
? Âlem, Yüce Hakkın aynıdır..
Demek mümkün olmaz. Birini, diğerine hamletmek dahi caiz değildir. Şunun için ki:
? Bir şahsın gölgesi, o şahsın aynıdır.
Demek mümkün değildir. Zira, hariçte, aralarında ayrılık vardır; biri diğerine mugayir olan iki şeydir. Şayet bir şahıs, bir başka şahsın gölgesi için:
? Bu, o şahsın aynıdır..
Demiş olursa., ancak bunu, tesamüh ve tecevvüz yollu söyleyebilir. Bu dahi, bahsin haricindedir.
***
Burada şöyle bir soru çıkabilir:
? Şeyh Muhyiddin b. Arabî ve ona uyanlar, diyorlar ki:
? Bu âlem, Yüce Hakkın allıdır. Bu durumda ne fark var arada?. Bunun için şu cevabı veririz:
? Onlar, bu zillin varlığını, vehimden başka bir şey görmezler. Onun için, haricî vücud raihasını ona ulaştırmazlar.
Hulâsa: Onlar; mevhum kesretten:
? Mevcud vahdet zilli..
Diye tabir ederler. Mevcudu dahi hariçte vahid olarak görürler, iki görüş arasında çok fark vardır.
Üstte anlatılan manava göre: Zıllı asıl üzerine hamletmenin ve bu hamlin de olmayışının menşei, zılla göre haricî vücud isbatı ve bu isbatın olmayışıdır.
Bunlar, zılla harici vücud isbat etmedikleri için, zaruri olarak, onu aslına hamlettiler.
Bu Fakir, zilli hariçte (gölgeyi dışta) mevcud olarak bildiğinden hamletme işine girişmez. Bu Fakir:
a) Aslî vücudun zıldan nefyi. işinde onlarla birliktir.
b) Zıllî vücudun isbatında dahi onlarla müttefiktir.
Lâkin, bu Fakir, zıllî vücudu hariçte sabit görmektedir; onlar dahi zıllî vücudu, vehimde ve hayalde zannederler. Hariçte mevcud olanın vücudu için, mücerred ehadiyyetten başka olduğuna kail olmazlar. Hariçte vücudu sabit olan sekiz sıfatı da ilim makamı dışında sabit görmezler. Ki bunlar ehl-i sünnet ulemasının görüşüne göre sabittir. Allah onlardan razı olsun.. Bu durumda ulema-i zahir ve bu büyükler, orta halli olmanın birer yanını tutmuş, ortayı bırakmışlardır. Orta olan gerçek mana ise., bu Fakir'in nasibi olmuştur. Bunda da başarılıdır.
Eğer bu büyükler, bu hariçte olanı, o haricin zilli olarak bilselerdi, hariçteki âlemin vücudunu inkâr etmezlerdi. Onu vehim ve hayalle kısıtlı yapmazlardı. Vacib'ül-vücudun hariçte sıfatlarının varlığını da inkâr etmezlerdi..
Eğer ulema dahi, manayı anlamış olsalardı; mümkin İçin aslî vücud isbatma gitmezlerdi. Elbette zıllî vücud ile iktifa ederlerdi.
Bu Fakir'in bazı mektuplarında yazdığı:
- Mümkine ıtlak edilen vücud hakikat yollu olup mecaz yollu değildir.
Cümle, bu tahkike aykırı değildir. Çünkü: Mümkin hariçte zıllî vücud ile hakikat yollu mevcuttur. Onların sandıkları gibi, tahayyül ve tevehhüm yollu değildir.
***
Burada tekrar söyle bir soru sorulabilir:
? Fütuhat-ı Mekkiye sahibi dedi ki:
? Ayan-ı sabite, vücud ile adem arasında bir berzah olup adem dahi mümkinat hakikatlerine dahil olmuştur; kendi yolu ve kendi tavrı üzere..
Bu duruma göre, yapılan bu tahkik ile üstteki söz arasında ne fark vardır?.
Bunun için cevabımız şudur:
? Onların berzaha kail olması şu itibara göredir: İlmî, suretlerin iki yüzü vardır:
a) Bir yüzü ilmin sübutu yolundan vücudadır.
b) Bir yüzü de, hariç yolundan ademedir.
Ayan ise., onun katında haricî vücud kokusunu almamıştır. Adem ile., bu tahkike dere edilmiştir; onun bir başka hakikati vardır.
Bu cümleden murad, bir başka da olabilir. Bu da bazı büyüklerin ibarelerinde geçmiştir. O manada, mümkin için:
? A d e m..
Itlakmı yapmak, haricî ademdir; daha önce tahkiki yapılan adem değildir. Halbuki Yüce Sübhan Allah, bu .isimlerin ve sıfatların ötesindedir. Bu isim ve sıfatlar ilim mertebesinde mufassal ve mü-temeyyizdir. Keza, onların, ademlerin aynalarına in'ikâs edip mümkinatın hakikatleri olmaktadırlar.
Üstte yapılan tahkike göre, şekillerin hiç biri ile Sübhan Allah'la âlem arasında bir münasebet asla olamaz.. (Yani: Şekil ve benzeme cihetinden.)
Bir âyet-i kerime meali:
? «.. Ve.. Allah, elbette âlemlerden ganidir.» (29/6)
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Hakkı âlemin aynı kılıp onunla bir görmek hatta âleme nisbet etmek, cidden bu Fakir'e ağır gelmektedir.
Bir mısra:
Aşkına düştükleri kadardır insanların yolları..
Bir âyet-i kerime meali:
? «Galebe sahibi Rabbin, onların isnad etmekte oldukları vasıflardan yana yücedir, münezzehtir. (37/180)
Gönderilen peygamberlere selâm.. (37/181)
Ve.. âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun..» (37/182)
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 313. Mektup

MEVZUU : a) Kendisine sorulan yedi suâlin cevabı.
b) Bu mektupla BİRİNCİ CİLT tamam olmuştur. Şunun için ki: Bunun adedi enbiya ü mürselinin adedine ve ashab-ı bedrin adedine uygun düşmüştür.
e) Bu mektubun sonuna Mahmudzade'nin arzuhalleri eklenmiştir. Şunun için ki: Onu okuyanlar, kendisinin ruhuna Fatiha kıraat edip hayır duâ ile analar.

***

NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Hace Muhammed Haşim'e yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm, Allah'ın Resulü üzerine olsun.

Sizlere dahi, dualar etmekteyim.

***
Kardeşimiz Hace Muhammed Haşim'e bildirmek isterim ki: Mir Muhibbüllah'ın mektubuna derc edilen ve halli istenen suallerin cevabını, bize malum olduğu şekilde yazıp yollayacağız.

Bu manada bir şiir:

Olaydı Ebu Ali Neva kalender;
Sofi olurdu kalenderler beraber..

BİRİNCİ SUÂL: Aşağıdaki hususları ihtiva etmektedir.

a) Fena ve beka yönü ile ilâhi yakınlık..

b) Bütün cezbe ve sülûk makamlarını aşmak..

c) Hayr'ül-enam Resulûllah S.A. efendimizle olan bir sohbetleri sonunda; ashab-ı kiram bütün ümmetinin evliyasından daha faziletli bir durum kazanmışlardır. Bu seyr ü sülûk, fena ve beka dahi, onlar için bu yapılan bir sohbette hâsıl olmuş mudur?. Bu, bütün seyr ü sülûkten, fena ve bekadan daha faziletli olmuş mudur?. Bunlarda hâsıl olan fena ve beka, yalnız Resulûllah S.A. efendimizin mücerred teveccüh ve tasarruf ile mi oldu, yoksa mücerred İslâm'a girmekle mi?.

Sonra.. Onların cezbe ve sülûk ilmine karşı hal ve makam olarak bilgileri var mıydı?. Eğer var idiyse., buna ne gibi bir isim vermişlerdi?. Şayet onlar için bir cezbe ve sülûk yok idiyse., onun için:

— Bid'at-ı hasene..

Dememiz mümkündür..

BİRİNCİ SUÂLE CEVAP:

Bilesin ki., bu müşkil işin halli, sohbete bağlı ve hizmete kalmıştır.

Zira, edilecek kelâm, öyle bir kelâm olacaktır ki: Bu müddet içinde, hiç kimse, öylesini konuşmamıştır. Bir defa yazmakla, sizin için nasıl akla uygun düşüp anlaşılsın?. Lâkin, mademki sordunuz; mutlaka buna cevap verilmesi zaruri olarak, icmalen onun halli gereklidir. Bu cevabı, iyi anlamaya bakmalıdır.

Bilesin ki..

Fenaya, bekaya, sülûke, cezbeye bağlı bulunan ilâhi yakınlık; bu ümmetin evliyasının müşerref olduğu yakınlıktır. Hayar'ül-enam Resulûllah S.A. efendimizin sohbeti sonunda ashab-ı kirama müyesser olan yakınlık ise., kurb-ü nübüvvet (nübüvvet yakınlığı) olup tebaiyet ve veraset yolu ile hâsıl olmuştur. Bu yakınlıkta ne fena vardır: ne beka.. Ne cezbe vardır; ne de sülûk.. İşbu yakınlık, velâyet Yakınlığından daha faziletli ve daha üstündür. Hem de nice mertebeler.. Zira bu yakınlık, asıl yakınlıktır. O yakınlık ise., zılâl yakınlığıdır. İkisi arasında o kadar fark var ki.. Lâkin, herkesin fehmi bu zevki tadamaz. Nerede ise., havas zümreye dahil olanlar bile., bu anlamamak durumunda, avam ile beraber olacaktır..

Bu manada bir şiir:

Olaydı Ebu Ali Neva Kalender ;
Sofi olurdu kalender beraber..

Evet..

Nübüvvet kemalâtının zirvesine çıkış, velâyet yolundan olursa., o zaman fena, beka, cezbe ve sülûk gerekli olur. Zira bunlar, o yakınlığın başlangıcı ve hazırlığıdır. Amma seyir bu yoldan olmaz da, nübüvvet yakınlığı için tercih sultanî yola düşer ise., o zaman: Fena, beka, cezbe ve sülûke hacet kalmaz. Ashab-ı kiramın yolu dahi, sultanî olan nübüvet yakınlığı yolundan olmuştur. Bu manadan ötürü, onların cezbeye, sülûke, fenaya ve bekaya ihtiyaçları yoktur.

Bu hususu dahi iyi anlamak için, Emanüllah adına yazılan mektuba bakılmalıdır. (Bak: Mektup 301)

Bu Fakir, mektuplarından bazı yerlerde şöyle yazmıştı:

— Benim muamelen sülûkün, cezbenin, zuhuratın, tecelliyatın da ötesinde olmaktadır.

Bu cümlede anlatılan manadan murad: İşte bu yakınlıktır. Yani: Ashab-ı kirama olan yakınlık..

Ben, Hazret-i Şeyhimizle beraber olduğum sırada, zuhurat olarak bu devleti elde ettim. Bu durumu, kendisine şu ibare ile arz ettim:

— Bana zahir olduğuna göre bu işe nisbetle enfüsi seyir durumu, seyr-i enfüsîye nisbetle seyr-i afakî gibi oldu.

O zaman, kendimde, bu devleti, bundan ziyade tabirle anlatma kudretini bulamıyordum.

Bu hayret verici muamele, seneler sonra yerleşmeğe ve yazılmaya başlayınca ben de mücmel bir ibare ile yazdım.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Allah'a hamd olsun ki, bizi buna hidayet eyledi.. Eğer Allah bize hidayet etmeseydi: biz hidayet bulamazdık. Rabbımızın resulleri Hakkı getirdi.» (7/43)

Fena ve beka, cezbe ve sülûk yenidir; meşayihin buluşlarındandır. Mevlâna Cami Nefehatta şöyle anlattı:

— Fenadan ve bekadan ük söz eden Ebu Said Harraz'dır. Allah sırrının kudsiyetini artırsın.

***

İKİNCİ SUÂL ise.. 5u hususları ihtiva eder:

— Tarikat-ı Nakşibendiye-i Aliyye'de sünnet-i seniyyeye ittiba vardır. Bu manadan olarak, Resulûllah S.A. efendimizden, hayret veren riyazetler, şiddetli mücahedeler sudur etmiştir. Meselâ: Aç kalmak.. Bu Tarikat'ta ise., riyazetten men edilme durumları vardır.

Hatta onda, suri olan keşifler zuhur edeceğinden muzır görmektedirler. Şaşılacak şey: Sünnete ittiba etmekte nasıl zarar ihtimali olur?.

İKİNCİ SUÂLE CEVAP:

Ey Muhib,

— Bu Tarikat'ta riyazet yasak edilmiştir..

Diyen kimdir?. Sonra, onların riyazeti zararlı gördüğü nereden işitilmiştir?. Halbuki, bu Tarikat'ta sünnet-i seniyyeye tabi olma ya devam vardır. O sünnetlerin sahibine salât, selam ve tahiyyet.. Sonra şunlar da vardır: Hali gizlemeye çalışmak, orta halli olmayı tercih etmek, yemekte, içmekte ve diğer işlerde itidal sınırını aşmamak vardır. Bütün bunlar zor riyazet ve şiddetli mücahede olarak bilinir.

Bu babda sön söz şu ki:

— Avam sınıfında olanlar, hayvanlara benzerler. Bu anlatılan işler: riyazetten saymadıkları gibi, onları mücahede olarak dahi görmezler. O kadar ki: Onlara göre riyazet, aç kalmaya inhisar eder. Çokça aç kalmak. Onlara göre büyük bir iştir. Bu behaim sıfatına girenlere göre yemek işi, en önemli işlerden ve en büyük gayelerdendir. Bu mana icabı olarak, hiç şüphe edilmeye ki: Onu bırakmak dahi zor riyazet ve şiddetli bir mücahededir. Amma sünnet-i seniyeyi muhafaza, ona tabi olmayı bırakmamak ve emsali işler öyle değildir. Zira, avam katında bunların değeri yoktur ve bir şeyden sayılmaz. O kadar ki: Yemek yemeyi kötü ve yemek yememeye alışmayı riyazet sayarlar. Bu Tarikat'ın büyüklerine lâzım olan hali gizleyip avam katında riyazet sayılan şeyi dahi terk etmektir. Bilhassa halkın kabulüne sebeb olan şeylerden sakınırlar. Zira halkın kabulüne mazhar olan işler, büyük afetler arasında sayılır. Bu manada Resulûllah S. A. efendimiz şöyle buyurdu:

— «Allah'ın koruduğu kimseler hariç; bir kimseye günah olarak yeter ki, kendisini din ve dünya işinde insanlar parmakla göstereler.»

Fakir'e göre: Çokça aç kalmak, yemek işlerinde itidal üzere olmaktan daha kolaydır. Orta halli olma riyazeti ise., çok aç kalmaktan daha faziletli ve daha iyi olmaya müstahaktır.

Allah sırrının kudsiyetini artırsın, muhterem babam şöyle dedi:

— Sülûk ilmi üzerine yazılan bir risale buldum; onda şöyle yazılmış olduğunu gördüm:

— Yemek işlerinde itidal haddine riayet etmek, onda orta halli olmaya dikkat etmek matluba vâsıl olma işinde yeterlidir. Bu hususa riayet ettikten sonra, zikre ve fikre hacet kalmaz.

Gerçek olan da şu ki: Yemek ve giymek işlerinde, hatta bütün işlerde orta hal üzere bulunmak iyidir; cidden güzeldir.

Bu manada bir şiir:

Olmaya, yiyesin ağırlık vere sana; Aç kalasın da, zaaf gele vücuduna..

Allah-ü Taâlâ, Resulûllah S.A. efendimize kırk erkek kuvveti vermişti. Bunun için de, Resulûllah S.A. efendimiz o kuvvetle açlık ağırlığına tahammül ediyordu. Ashab-ı kiram dahi. Hayr'ül-beşer Resulûllah S.A. efendimizin sohbeti bereketi ile o ağırlığa dayanırlardı. Bu yüzden de, asla amellerinde ve fiillerinde bir kesinti olmazdı. Bu açlık halleri ile, düşmana karşı olanların muharebe kudretleri o derecede olurdu ki: Tok olanlar, onun onda birine dahi yetişemezdi.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, onlardan sabırlı olan yirmi kişi, iki yüz düşmana bedeldi. Onlardan yüz kişi dahi bin kişiye bedeldi..

Ashab-ı kiramın dışında olan aç kimseler ise., o kadar acze düşerler ki: Adabı ve sünnetleri dahi yerine getirmekten aciz kaldıkları olur. Hatta, çoğu zaman, zorunlu olarak farzı dahi yapma yolundan çıkarlar. Bunun için, kudret sahibi olmadan ashabı taklide gitmek, insanı farzları ve sünnetleri yapmaktan alır; aciz bir hale getirir.

Hazret-i Sıddık r.a. şöyle anlatıldı:

— Resulûllah S.A. efendimize uyarak, savm-ı visal eylemiş, Bu yüzden zaafa uğramış haberi olmadan yere düşmüş.. Resulûllah S.A. efendimiz onun bu haline itiraz yollu şöyle buyurdu:

— «Ben, herhangi birinize benzemem; Rabbımın katında olurum; bana yedirir ve içirir..»

İşte, yukarıda anlatılan manadan da anlaşılmış oldu ki: Ortada dayanacak bir güç olmadan, bir başkasına bakıp aynısını yapmaya çalışmak beğenilecek işlerden olmaz.

Ashab-ı kiram, insanların hayırlısı Resulûllah S.A. efendimizin sohbet bereketi ile çokça açlıktan meydana gelecek mazarratlardan emin ve mahfuz bulunuyorlardı. Böyle bir şey de, onlardan başkasına müyesser olmamıştır.

Bu manaların daha açık beyanı şöyledir:

Çokça açlık, mutlaka safa verir. Ama bir taife bundan kalb salası alırken, bir başka cemaat ise, nefis safası alır. Kalb safası, nur ve hidayet getirir; nefis safası ise., dalâlete atıp zulmeti artırır. Yunan filozofları ile Hinduların cukiyelerini, birehmenlerini görmez misin?. Riyazet, bunların her birine, nefis safası vermiştir. Kendilerini dahi dalâlet yoluna itip hüsrana sürüklemiştir. Hatta ahmak Eflatun, nefsinin safasına dayanarak, hayale ve keşfe dayalı suretleri kendisine mukteda eylemiştir. Kendisini beğenip isa'nın a.s. peygamberliğini tasdik etmemiştir. Halbuki, İsa a.s. onun zamanında gelen bir peygamber idi. Bunun için de şöyle dedi:

— Biz, hidayeti bulmuş kimseleriz. Bize hidayet edecek kimseye ihtiyacımız yoktur.

Zulmetin artmasını gerektiren bu safa onda olmasaydı; hayale ve keşfe dayalı suretler onun yolunu tutmaz; matluba kavuşmayı dahi engellemezdi. Bu safa sebebi ile o, kendisini nuranî bulmuştu. Ama bilememişti ki: Bu safa, ince bir kabuğu dahi geçmemiştir. Yani: Nefs-i emmare cihetinden.. O nefs-i emmare, habaseti ve necaseti üzere duruyordu. Daha kaba bir kılıfa bürünen necasetten başka bir hal almayı onun için artırmamıştı. Üzerine sadece incecikten bir tatlı kaplanmıştı.

Kalbe gelince., bu haddizatında nuranî olmuştur; temizdir. Ancak, zulmanî olan nefse yakınlığı icabı, üzerine bir toz oturmuştur. Az bir tasfiye ile aslına dönüp nurani halini yeniden alabilir. Amma nefis böyle değildir. Aslında o, habistir. Zulmet dahi, onun zatî sıfatıdır. Kalbin emrine girip kalmadıkça, ne temize çıkar; ne de tezkiye olur. Hatta, sünnet-i seniyeye uyup şeriata tutunmadıkça, temize çıkmaz. Hatta ve hatta Sübhan Allah'ın sırf fazlı olmadıkça, ondan zati habaseti gitmeyeceği gibi, hayrı ve felahı dahi tasavvur edilemez.

Eflatun, nefs-i emmaresine taalluk eden safayı; İsa'ya nisbet edilen kalb safası sandı. Zarurî olaraktan da, onu tehzib edilip temize çıkmış olarak tahayyül etti. Dolayısı ile İsa'ya a.s. tabi olma devletinden mahrum oldu. Ebedî hüsran damgasını da yedi. Allah-ü Taâlâ bizi böyle belâdan korusun.

Anlatılan bu mazarrat, açlığın oluşunda gizli saklı olduğundan; bu Tarikat büyükleri açlık riyazetini terk edip yemek işlerinde itidali tercih ettiler. Sair hallerde ise., orta halli olmaya riayet mücahedesine girdiler. Ona afat terettüb edeceğinden, büyük zarar ihtimali doğacağından açlığın faydalarını bir yana bıraktılar.

Bunlardan başkaları ise., onda fayda mülâhaza edip zararlarına göz yumdular; ona rağbet gösterdiler.

Halbuki, akıllılar katında mukarrar olan bir durum şu ki: Az zarar ihtimali olsa dahi, çokça menfaatler terk edilir. Ulemanın dahi kail olduğu mana bu anlatılana yakındır:

— Bir iş, bid'at ile sünnet arasında daire çizerse., en faziletlisi, onu terk etmektir. Şunun için ki: Bid'ata dalma ihtimali vardır. Sünnet olma ihtimaline göre yapılmaz.

Yani: Bid'at olma ihtimalinde zarar vardır; sünnet olma ihtimalinde ise, yarar vardır. Yarar olana da zarar düşme ihtimali olduğundan, o iki terk etmek en iyisidir. Bir başka taraftan, sünnete zarar gelmesi olmayacak bir şey değildir.

Bu kelâmın hakikati şudur:

Bu sünnet, o asra bağlı bir şey gibidir. İnceliği ve gizli manası icabı, bir cemaat, onu, o asra göre bilmediklerinden; uyma yolu ile onu yapma cihetine gittiler. Bir başka cemaat ise., onu o vakte bağlı bulduklarından, ona uymayı bıraktılar.

Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

***

ÜÇÜNCÜ SUÂL olarak, şu hususlar sorulmaktadır:

Bu Tarikat büyüklerinin kitaplarında şöyle yazılmıştır:

— Sair tarikatlar hilâfına, bizim bağlılığımız, Hazret-i Sıddık'adır. Allah ondan razı olsun.

Biri şöyle iddia edebilir:

— Tarikatların pek çoğu, İmam Cafer-i Sadık'a ulaşır. İmam Cafer-i Sadık dahi, Hazret-i Sıddık'a bağlıdır. O halde, neden diğer tarikatlar dahi, Hazret-i Sıddık'a bağlanmıyor?. Allah onlardan razı olsun.

ÜÇÜNSÜ SUÂL için cevap şudur:

— İmam Cafer Sadık'ın bir yandan Hazret-i Ebu Bekir'e, buyandan da Hazret-i Ali'ye bağlılığı vardır. Allah onlardan razı olsun.

Bu iki nisbetten gelen kemalât, onda bir kül halindedir. Onlar, İmam Cafer Sadık'ta bir olmasına rağmen, her biri tek başına ve birbirinden ayrı ayrıdır. Bu mana icabı olarak, bir taife ondan Sıddıkıyet nisbeti aldı; yani: Hazret-i Sıddık'a bağlılığı dolayısı ile.. Bir başka cemaat ise., onda Aleviyet nisbeti aldı; yani: Hazret-i Ali'ye bağlılığı dolayısı ile..

Üstte anlatıldığı üzere:

Bir taife, Hazret-i Sıddık'a intisab etmiş oldu.

Bir cemaat ise.. Hazret-i Ali'ye intisab emiş oldu..

Allah onlardan razı olsun.

Anlatılan manada, şaşılacak bir durum yoktur. Bunu gördüğüm bir vaka ile açıklayayım. Şövle oldu:

Bir ara Beraris beldesine gitmiştim: bu gidişim bir iş dolayısı ile oldu. Orada bir gölde, Künk Irmağı ile, Çemen Irmağı toplanıyordu. Bu toplanma halinde müşahede edilen durum şu idi: Künk ırmağının suyu ile, Çemen Irmağı suyu birbirine karışmıyor. Araları ayırd edilmiş gibi idi. Hatta sanılır ki ikisinin arasında bir hail vardır; birinin diğerine karışmasını önlüyor. Bu yüzden, Künk Irmağı tarafında olanlar, Künk ırmağı suyundan içiyordu; Çemen Irmağı tarafında olanlar dahi Çemen Irmağı suyundan içiyorlardı.

Bu manada şöyle bir soru sorulabilir:

— Hace Muhammed Parisa, Risale-i Kudsiye'ae şöyle bir hakikati ortaya çıkardı: Hazret-i Ali r.a. Hatem'ür-risalet Resulûllah S.A. efendimizden terbiye gördüğü gibi, Hazret-i Sıddık'tan r.a. dahi terbiye görmüştür.

Üstte anlatılan manaya göre, Hazret-i Aliye bağlanmak, ayniyle, Hazret-i Sıddık'a bağlanmak olur. Allah onlardan razı olsun. Bu manaya göre aralarındaki fark nedir?.

Bu soruya şu cevabı verebiliriz:

— Mahal hususiyetleri, nisbetin bir olmasına rağmen, hali üzere kalır. Mahallin müteaddıd olması dolayısı ile, aynı suya ayrı ayrı hususiyetler gelir. Dolayısı ile, her birinin hususiyeti nazara alınarak: kendilerine ayrı ayrı yoldan intisap cazi olur.

***

DÖRDÜNCÜ SUÂL şu hususları ihtiva ediyor:

— Molla Muhammed Sıddık'ın mektubunda şöyle yazılmış:

— Bir şahsın, Velâyet-i Museviyeye istidadı var ise., tasarruf sahibi bir şahıs, onu Velâyet-i Muhammediye'ye çıkarmaya güçlü müdür, değil mi?. Bilinmez..

Büyük Mahdumzade'nin mektubunda ise, şöyle yazılmış:

— Ben onu, Veiâyet-ı Museviye'den Velâyet-i Muhammed iye'ye çıkardım.

Bunların uyumu nasıl olur?.

***

DÖRDÜNCÜ SUÂL için verilecek cevap şudur:

— Molla Muhammed Sıddık'ın mektubunda vaki olan durum. Velâyet-i Museviye'den Velâyet-i Muhammediye'ye çıkarmak idi. Bu işin vukuu dahi o zaman malum değildi. Bu işin vukuu ilmi dahi o vakit yoktu. Ama sonradan malum oldu; tağyir ve tebdil kudretini de eide ettikten sonra:

— Ben, şu velâyetten bu velâyete çıkardım..

Diye yazdım. Arada zaman ittihadı olmadığından, tanakuz tasavvur edilemez..

***

BEŞİNCİ SUÂL hülâsa olarak şöyledir:

— Buradaki sofiler, yakası göğse kadar açık gömlek giymekte dirler. Bunun için de derler ki:

— Bu, sünnettir.

Mir'in arkadaşları dahi, yakası yuvarlak açılan gömlek giymektedirler. Bu işin tahkiki nasıldır?.

***

BEŞİNCİ SUÂL için cevap şudur:

Malum olsun ki, biz dahi bu hususta tereddüd içindeyiz. Araplar da göğse kadar açık gömlek giymekte ve bunun için:

— Sünnet..

Demektedirler.. Bazı, Hanefi Mezhebine bağlı kitaplarda ise söyle anlatılmaktadır:

— Yakası göğse kadar açık gömlek, erkeklere yakışmaz. Zira o, kadınların giyeceği cinsten bir şeydir.

İmam-ı Ahmed ve Ebu Davud Ebu Hüreyre'den naklen, Resulûllah S.A. efendimizin:

— Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına lanet etti..

Dediğini anlattılar. Metalib-i Mümin adlı eserde ise, şöyle anlatıldı:

— Kadın erkeğe benzememelidir; erkek dahi kendisini kadına benzetmemelidir. Zira, bu şekilde yapanların hepsi de mel'undur.

Bundan anlaşılıyor ki: Göğsü açık gömlek giymek; din ehlinin ve ilim ehlinin giyeceği elbise değildir. Bunun için de o. zimmet ehline caiz görüldü.

Camiür-rümuzda, Muhit't en alınarak şöyle anlatıldı:

— Zimmi olanlar, din ve ilim ehline mahsus olan rida ve amame giyemez. Yakası göğsünde, kaba KAMİŞ (entari) giyerler. Tıpkı kadın gibi..

Bazı ulemanın kavline göre: Yakası göğse kadar açık olan, KAMİŞ değil; gömlektir. Bunlara göre KAMİŞ ise, yakası omuzlardan açılandır. Kadın kefeni anlatılırken, Camiür-rümuzda böyle beyan edilmiştir.

Hidaye, kitabında ise.. KAMİŞ yerine gömlek vardır, ikisi arasındaki fark da şudur:

Gömlek önden açılır.

KAMİŞ ise., omuzdan açılır. İkisinin de aynı şey olduğunu diyenler de vardır.

Fakir'e göre doğrusu şu ki:

Erkeklerin kadınlara benzemesi yasak edilince; hüküm kadınların giyim âdetlerini bilmeye kalır. Bu durumda bakarız:

Bir mahalde kadınlar yakası göğsüne açık kamis giyorlarsa,. erkekler onu giymeyi bırakmalıdır. Ta ki, kadınlara benzemeyeler. Omuzdan açılan kamis giymeleri gerekir. Amma, bir yerdeki kadınlar, omuzdan açılan kamis giyorlar; orada dahi, göğüsten açılan kamisi erkekler giymelidir. (Kamis, burada daha çok entari manasına alınmalıdır.)

Arabistanda kadınlar daha ziyade yakası yuvarlak olan kamis giyerler. Bundan ötürü, zarurî olarak, erkekler yakası göğüsten açılan kamisi giyer.

Maveraünnehir ve Hind beldelerinde kadınlar göğse açılan kamis giyer. Erkekler dahi zaruri olarak, omuzdan açılanı tercih ediyorlar.

Şeyh Meyan Abdülhak şöyle anlattı:

— Mekke'de idim. Şeyh Nizam Narnuli'nin müridlerinden birini gördüm; yakası yuvarlak bir entari ile Kabe'yi tavaf ediyordu. Araplardan bir topluluk ise., onun bu haline taaccüb ediyor ve şöyle diyorlardı:

— Bu, kadınların elbisesinden giymiş..

Örf ve âdet üzere onların bu dedikleri doğru idi. Hind'den, Arap'tan ve Mevaraün-nehir halkından her birinin kendine göre bir giyimi vardı.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Herkesin bir yön tarzı vardır; oraya döndüren dahi odur. (Yani: Allah)» (2/148)

Eğer göğüsten açık entari giymenin sünnet olduğu sabit olsaydı: ulema onu zimmet ehline giydirmeyi caiz görüp onun aksini giymeyi dahi din ve ilim ehline mahsus bulmazlardı.

Kadınlar, bu elbiseyi giymekte erkeklerden daha öndedir. Bunun için de, erkeklerin giyeceği ona göre düzenlenmiştir.

***

ALTINCI SUÂL özet olarak şöyledir:

Talibin bu Tarikat'ta işin başında teveccühü, sırf ehadiyetedir. Bundan lâzım gelir ki: Bu teveccühle nefy isbat birarada olmaya.. (Yani: Kelime-i tevhid zikri..) Zira, nefy zamanı teveccüh gayra olur.

ALTINCI SUÂL için cevap şudur:

— Gayra teveccüh, ancak ehadiyete teveccühün takviyesi ve geliştirilmesi içindir. Gayrın nefyinden maksad ise., bu teveccühün devamıdır. Hem de, ağyarı araya sokmadan.. Gayrın nefyine teveccüh, ehadiyete teveccüh işine menfi yönden tesir etmez. Bu duruma menfi yönden tesir edecek olan gayra olan teveccütür; gayrın nefyine olan teveccüh değildir. Bu iki mana arasında dahi çok fark vardır..

***

YEDİNCİ SUÂL özetle şu husustadır:

— Her zikir, dille yapılır. Bu Tarikat'ta ise, müptediler onu kalbe yapıyorlar. Nefy ve isbat (Lâ ilahe illallah) bütünüyle kalble yapılır mı yoksa yapılmaz mı?. Yoksa onun yarısı kalble yarısı da dille mi yapılır?. Eğer bütünüyle kâlbden yapılırsa., neden (lâ) yukarı çekilir; (ilahe) sağa verilir?.

YEDİNCİ SUÂL için verilecek cevap dahi şudur:

— Kelime-i tevhidin bütününü kalble söyleyen kimseye neden noksan olsun? Hem de, kalble yukarıya uzatmadan (İLAHE) kelimesini sağa verip (İLLALLAH) kelimesini dahi kalb tarafına vermekle.. Bununla beraber, bu yolda nefy ve isbat zikri tahayyül ile olmaktadır: bunda dilin ve damağın bir dahli yoktur ki: Dille kalbin birliği şart ola..

Bu son iki suâl, Fahreddin-i Razî'nin şekli sorularına benzemektedir. Şayet güzelce düşünseydiniz, sormaya hacet kalmadan hallolurdu..

Bu arada anlatılacak bir husus kaldı; onu da yazalım.

Orada bulunan arkadaşlardan bazıları, mükerreren şu hususu yazdı:

— Bu günierde Mir. taliplere az iltifat etmekte ve imaretle meşgül olmaktadır. Elde edilenleri imaret için harcayıp fukarayı da mahrum bırakmaktadır.

Bu mukaddimeyi öyle yazmışlar ki: Bundan itiraz şaibesi anlaşılmakta ve inkâr kokusu gelmektedir.

Bilsinler ki, bu taifeyi inkâr etmek öldürücü zehir olup o büyüklerin fiillerine ve sözlerine itiraz dahi yılan zehiri gibidir; ebedî ölüme ve sonsuz helake götürür. Hele bu inkâr ve itiraz şeyhe raci olup onun eziyetine sebeb olursa., o zaman, tehlike daha büyük olur.

Bu taifeyi inkâr eden, onların bereketinden mahrumdur. Onlara itiraz eden dahi hüsrana düşüp varlığını yitirir. Hem de her zaman..

Müridin nazarında, şeyhin duruşu ve hareketi hoş bulunmadıkça: onun kemalâtından bir şeye nail olamaz. Eğer nail olacağı bir şey olursa o da. istidrac olur; sonu dahi helake varır. Bir rüsvaylık ve bir yıkım olur. Eğer mürid, şeyhi için kıl kadar nefsinde itiraz duygusu beslese.. hem de içinde ona karşı mahabbet ve ihlâs olmasına rağmen., bu durum, kendisinin ziyanı, hüsranı ve mahrumiyetidir. Yani: Şeyhinin kemalâtıdan.. Yahut, o itiraz kendisi için bir rezalettir.

Şayet müridin kalbine, şeyhinin fiillerinden herhangi biri için bir şüphe gelir de, bunu atamazsa., o zaman: itiraz şaibesinden temiz, inkâr zannından uzak olarak, açıklamasını kendisinden istesin.

Bu zamanda, hak ile batıl birbirine karışmış durumdadır; birbirinden ayırd edilmez durumdadır. Bunun için, zaman zaman, şeyhten şeriata muhalif bir iş zuhur eder ise., müridlere düşer ki: Bu işte kendisine uymayalar. Onun hüsn-ü zan yolunu arayalar ve sıhhat tarafını gözeteler. Şayet onun sıhhat yüzü görünmez ise., bu iptilânın kendilerinden gitmesi için, Sübhan Hakka iltica ve tazarru edip ağlaya sızlaya şeyhlerinin selâmetini onda dileyeler.

Bir müride, şeyhinin mubah bir işi yapmasından dolayı şüphe düşerse., bu şüpheye itibar edilip önem verilmez. Bütün işleri elinde tutan Yüce Sultan mubah işleri yapmaya mani olmadıktan ve onu yapana itiraz etmedikten sonra; Sübhan Hakkın gayrı için, kendiliğinden böyle bir itirazda bulunma yanı nasıl bulunur?.

Birçok yerler vardır ki: Orada, bir şeyi yapmamak, onu yapmaktan daha evlâdır.

Bir hadis-i şerifinde Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:


— «Allah-ü Taâlâ azimetti işlerle amel etmeyi sevdiği gibi, ruhsatla yapılan işleri dahi sever..»

Yani: Farz amellerin yapılmasını sevdiği kadar, mubah işlerden dahi yapılmasını sevdiği vardır.

Şeyh Mir'de ifrat derecede kabz (sıkıntı) vardır. Bu halinde, müridlerin işleri ile uğraşıp iltifat etmeyebilir ve tesellisini bazı mubah şeylerde arayabilir. Bunun için, ona nasıl itiraz edilir?. Böyle bir şeye nasıl yer verilir?.

Meselâ: Abdullah Istahari av köpeklerini alıp sahraya avlanmaya çıkardı. Bununla kendisini eğlendirmeye bakardı. Meşayihten bazıları da, can sıkıntılarını semağda ve nağmeli seslerini dinlemekle teselli bulurdu.

Selâm hidayete tabi olanlara ve Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara.. Ona ve âline salâtların en tamamı., selâmların dahi ekmeli olsun..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 312. Mektup

MEVZUU : a) Kendisine sorulan yedi suâlin cevabı.
b) Bu mektupla BİRİNCİ CİLT tamam olmuştur. Şunun için ki: Bunun adedi enbiya ü mürselinin adedine ve ashab-ı bedrin adedine uygun düşmüştür.
e) Bu mektubun sonuna Mahmudzade'nin arzuhalleri eklenmiştir. Şunun için ki: Onu okuyanlar, kendisinin ruhuna Fatiha kıraat edip hayır duâ ile analar.

***

NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Hace Muhammed Haşim'e yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm, Allah'ın Resulü üzerine olsun.

Sizlere dahi, dualar etmekteyim.

***
Kardeşimiz Hace Muhammed Haşim'e bildirmek isterim ki: Mir Muhibbüllah'ın mektubuna derc edilen ve halli istenen suallerin cevabını, bize malum olduğu şekilde yazıp yollayacağız.

Bu manada bir şiir:

Olaydı Ebu Ali Neva kalender;
Sofi olurdu kalenderler beraber..

BİRİNCİ SUÂL: Aşağıdaki hususları ihtiva etmektedir.

a) Fena ve beka yönü ile ilâhi yakınlık..

b) Bütün cezbe ve sülûk makamlarını aşmak..

c) Hayr'ül-enam Resulûllah S.A. efendimizle olan bir sohbetleri sonunda; ashab-ı kiram bütün ümmetinin evliyasından daha faziletli bir durum kazanmışlardır. Bu seyr ü sülûk, fena ve beka dahi, onlar için bu yapılan bir sohbette hâsıl olmuş mudur?. Bu, bütün seyr ü sülûkten, fena ve bekadan daha faziletli olmuş mudur?. Bunlarda hâsıl olan fena ve beka, yalnız Resulûllah S.A. efendimizin mücerred teveccüh ve tasarruf ile mi oldu, yoksa mücerred İslâm'a girmekle mi?.

Sonra.. Onların cezbe ve sülûk ilmine karşı hal ve makam olarak bilgileri var mıydı?. Eğer var idiyse., buna ne gibi bir isim vermişlerdi?. Şayet onlar için bir cezbe ve sülûk yok idiyse., onun için:

— Bid'at-ı hasene..

Dememiz mümkündür..

BİRİNCİ SUÂLE CEVAP:

Bilesin ki., bu müşkil işin halli, sohbete bağlı ve hizmete kalmıştır.

Zira, edilecek kelâm, öyle bir kelâm olacaktır ki: Bu müddet içinde, hiç kimse, öylesini konuşmamıştır. Bir defa yazmakla, sizin için nasıl akla uygun düşüp anlaşılsın?. Lâkin, mademki sordunuz; mutlaka buna cevap verilmesi zaruri olarak, icmalen onun halli gereklidir. Bu cevabı, iyi anlamaya bakmalıdır.

Bilesin ki..

Fenaya, bekaya, sülûke, cezbeye bağlı bulunan ilâhi yakınlık; bu ümmetin evliyasının müşerref olduğu yakınlıktır. Hayar'ül-enam Resulûllah S.A. efendimizin sohbeti sonunda ashab-ı kirama müyesser olan yakınlık ise., kurb-ü nübüvvet (nübüvvet yakınlığı) olup tebaiyet ve veraset yolu ile hâsıl olmuştur. Bu yakınlıkta ne fena vardır: ne beka.. Ne cezbe vardır; ne de sülûk.. İşbu yakınlık, velâyet Yakınlığından daha faziletli ve daha üstündür. Hem de nice mertebeler.. Zira bu yakınlık, asıl yakınlıktır. O yakınlık ise., zılâl yakınlığıdır. İkisi arasında o kadar fark var ki.. Lâkin, herkesin fehmi bu zevki tadamaz. Nerede ise., havas zümreye dahil olanlar bile., bu anlamamak durumunda, avam ile beraber olacaktır..

Bu manada bir şiir:

Olaydı Ebu Ali Neva Kalender ;
Sofi olurdu kalender beraber..

Evet..

Nübüvvet kemalâtının zirvesine çıkış, velâyet yolundan olursa., o zaman fena, beka, cezbe ve sülûk gerekli olur. Zira bunlar, o yakınlığın başlangıcı ve hazırlığıdır. Amma seyir bu yoldan olmaz da, nübüvvet yakınlığı için tercih sultanî yola düşer ise., o zaman: Fena, beka, cezbe ve sülûke hacet kalmaz. Ashab-ı kiramın yolu dahi, sultanî olan nübüvet yakınlığı yolundan olmuştur. Bu manadan ötürü, onların cezbeye, sülûke, fenaya ve bekaya ihtiyaçları yoktur.

Bu hususu dahi iyi anlamak için, Emanüllah adına yazılan mektuba bakılmalıdır. (Bak: Mektup 301)

Bu Fakir, mektuplarından bazı yerlerde şöyle yazmıştı:

— Benim muamelen sülûkün, cezbenin, zuhuratın, tecelliyatın da ötesinde olmaktadır.

Bu cümlede anlatılan manadan murad: İşte bu yakınlıktır. Yani: Ashab-ı kirama olan yakınlık..

Ben, Hazret-i Şeyhimizle beraber olduğum sırada, zuhurat olarak bu devleti elde ettim. Bu durumu, kendisine şu ibare ile arz ettim:

— Bana zahir olduğuna göre bu işe nisbetle enfüsi seyir durumu, seyr-i enfüsîye nisbetle seyr-i afakî gibi oldu.

O zaman, kendimde, bu devleti, bundan ziyade tabirle anlatma kudretini bulamıyordum.

Bu hayret verici muamele, seneler sonra yerleşmeğe ve yazılmaya başlayınca ben de mücmel bir ibare ile yazdım.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Allah'a hamd olsun ki, bizi buna hidayet eyledi.. Eğer Allah bize hidayet etmeseydi: biz hidayet bulamazdık. Rabbımızın resulleri Hakkı getirdi.» (7/43)

Fena ve beka, cezbe ve sülûk yenidir; meşayihin buluşlarındandır. Mevlâna Cami Nefehatta şöyle anlattı:

— Fenadan ve bekadan ük söz eden Ebu Said Harraz'dır. Allah sırrının kudsiyetini artırsın.

***

İKİNCİ SUÂL ise.. 5u hususları ihtiva eder:

— Tarikat-ı Nakşibendiye-i Aliyye'de sünnet-i seniyyeye ittiba vardır. Bu manadan olarak, Resulûllah S.A. efendimizden, hayret veren riyazetler, şiddetli mücahedeler sudur etmiştir. Meselâ: Aç kalmak.. Bu Tarikat'ta ise., riyazetten men edilme durumları vardır.

Hatta onda, suri olan keşifler zuhur edeceğinden muzır görmektedirler. Şaşılacak şey: Sünnete ittiba etmekte nasıl zarar ihtimali olur?.

İKİNCİ SUÂLE CEVAP:

Ey Muhib,

— Bu Tarikat'ta riyazet yasak edilmiştir..

Diyen kimdir?. Sonra, onların riyazeti zararlı gördüğü nereden işitilmiştir?. Halbuki, bu Tarikat'ta sünnet-i seniyyeye tabi olma ya devam vardır. O sünnetlerin sahibine salât, selam ve tahiyyet.. Sonra şunlar da vardır: Hali gizlemeye çalışmak, orta halli olmayı tercih etmek, yemekte, içmekte ve diğer işlerde itidal sınırını aşmamak vardır. Bütün bunlar zor riyazet ve şiddetli mücahede olarak bilinir.

Bu babda sön söz şu ki:

— Avam sınıfında olanlar, hayvanlara benzerler. Bu anlatılan işler: riyazetten saymadıkları gibi, onları mücahede olarak dahi görmezler. O kadar ki: Onlara göre riyazet, aç kalmaya inhisar eder. Çokça aç kalmak. Onlara göre büyük bir iştir. Bu behaim sıfatına girenlere göre yemek işi, en önemli işlerden ve en büyük gayelerdendir. Bu mana icabı olarak, hiç şüphe edilmeye ki: Onu bırakmak dahi zor riyazet ve şiddetli bir mücahededir. Amma sünnet-i seniyeyi muhafaza, ona tabi olmayı bırakmamak ve emsali işler öyle değildir. Zira, avam katında bunların değeri yoktur ve bir şeyden sayılmaz. O kadar ki: Yemek yemeyi kötü ve yemek yememeye alışmayı riyazet sayarlar. Bu Tarikat'ın büyüklerine lâzım olan hali gizleyip avam katında riyazet sayılan şeyi dahi terk etmektir. Bilhassa halkın kabulüne sebeb olan şeylerden sakınırlar. Zira halkın kabulüne mazhar olan işler, büyük afetler arasında sayılır. Bu manada Resulûllah S. A. efendimiz şöyle buyurdu:

— «Allah'ın koruduğu kimseler hariç; bir kimseye günah olarak yeter ki, kendisini din ve dünya işinde insanlar parmakla göstereler.»

Fakir'e göre: Çokça aç kalmak, yemek işlerinde itidal üzere olmaktan daha kolaydır. Orta halli olma riyazeti ise., çok aç kalmaktan daha faziletli ve daha iyi olmaya müstahaktır.

Allah sırrının kudsiyetini artırsın, muhterem babam şöyle dedi:

— Sülûk ilmi üzerine yazılan bir risale buldum; onda şöyle yazılmış olduğunu gördüm:

— Yemek işlerinde itidal haddine riayet etmek, onda orta halli olmaya dikkat etmek matluba vâsıl olma işinde yeterlidir. Bu hususa riayet ettikten sonra, zikre ve fikre hacet kalmaz.

Gerçek olan da şu ki: Yemek ve giymek işlerinde, hatta bütün işlerde orta hal üzere bulunmak iyidir; cidden güzeldir.

Bu manada bir şiir:

Olmaya, yiyesin ağırlık vere sana; Aç kalasın da, zaaf gele vücuduna..

Allah-ü Taâlâ, Resulûllah S.A. efendimize kırk erkek kuvveti vermişti. Bunun için de, Resulûllah S.A. efendimiz o kuvvetle açlık ağırlığına tahammül ediyordu. Ashab-ı kiram dahi. Hayr'ül-beşer Resulûllah S.A. efendimizin sohbeti bereketi ile o ağırlığa dayanırlardı. Bu yüzden de, asla amellerinde ve fiillerinde bir kesinti olmazdı. Bu açlık halleri ile, düşmana karşı olanların muharebe kudretleri o derecede olurdu ki: Tok olanlar, onun onda birine dahi yetişemezdi.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, onlardan sabırlı olan yirmi kişi, iki yüz düşmana bedeldi. Onlardan yüz kişi dahi bin kişiye bedeldi..

Ashab-ı kiramın dışında olan aç kimseler ise., o kadar acze düşerler ki: Adabı ve sünnetleri dahi yerine getirmekten aciz kaldıkları olur. Hatta, çoğu zaman, zorunlu olarak farzı dahi yapma yolundan çıkarlar. Bunun için, kudret sahibi olmadan ashabı taklide gitmek, insanı farzları ve sünnetleri yapmaktan alır; aciz bir hale getirir.

Hazret-i Sıddık r.a. şöyle anlatıldı:

— Resulûllah S.A. efendimize uyarak, savm-ı visal eylemiş, Bu yüzden zaafa uğramış haberi olmadan yere düşmüş.. Resulûllah S.A. efendimiz onun bu haline itiraz yollu şöyle buyurdu:

— «Ben, herhangi birinize benzemem; Rabbımın katında olurum; bana yedirir ve içirir..»

İşte, yukarıda anlatılan manadan da anlaşılmış oldu ki: Ortada dayanacak bir güç olmadan, bir başkasına bakıp aynısını yapmaya çalışmak beğenilecek işlerden olmaz.

Ashab-ı kiram, insanların hayırlısı Resulûllah S.A. efendimizin sohbet bereketi ile çokça açlıktan meydana gelecek mazarratlardan emin ve mahfuz bulunuyorlardı. Böyle bir şey de, onlardan başkasına müyesser olmamıştır.

Bu manaların daha açık beyanı şöyledir:

Çokça açlık, mutlaka safa verir. Ama bir taife bundan kalb salası alırken, bir başka cemaat ise, nefis safası alır. Kalb safası, nur ve hidayet getirir; nefis safası ise., dalâlete atıp zulmeti artırır. Yunan filozofları ile Hinduların cukiyelerini, birehmenlerini görmez misin?. Riyazet, bunların her birine, nefis safası vermiştir. Kendilerini dahi dalâlet yoluna itip hüsrana sürüklemiştir. Hatta ahmak Eflatun, nefsinin safasına dayanarak, hayale ve keşfe dayalı suretleri kendisine mukteda eylemiştir. Kendisini beğenip isa'nın a.s. peygamberliğini tasdik etmemiştir. Halbuki, İsa a.s. onun zamanında gelen bir peygamber idi. Bunun için de şöyle dedi:

— Biz, hidayeti bulmuş kimseleriz. Bize hidayet edecek kimseye ihtiyacımız yoktur.

Zulmetin artmasını gerektiren bu safa onda olmasaydı; hayale ve keşfe dayalı suretler onun yolunu tutmaz; matluba kavuşmayı dahi engellemezdi. Bu safa sebebi ile o, kendisini nuranî bulmuştu. Ama bilememişti ki: Bu safa, ince bir kabuğu dahi geçmemiştir. Yani: Nefs-i emmare cihetinden.. O nefs-i emmare, habaseti ve necaseti üzere duruyordu. Daha kaba bir kılıfa bürünen necasetten başka bir hal almayı onun için artırmamıştı. Üzerine sadece incecikten bir tatlı kaplanmıştı.

Kalbe gelince., bu haddizatında nuranî olmuştur; temizdir. Ancak, zulmanî olan nefse yakınlığı icabı, üzerine bir toz oturmuştur. Az bir tasfiye ile aslına dönüp nurani halini yeniden alabilir. Amma nefis böyle değildir. Aslında o, habistir. Zulmet dahi, onun zatî sıfatıdır. Kalbin emrine girip kalmadıkça, ne temize çıkar; ne de tezkiye olur. Hatta, sünnet-i seniyeye uyup şeriata tutunmadıkça, temize çıkmaz. Hatta ve hatta Sübhan Allah'ın sırf fazlı olmadıkça, ondan zati habaseti gitmeyeceği gibi, hayrı ve felahı dahi tasavvur edilemez.

Eflatun, nefs-i emmaresine taalluk eden safayı; İsa'ya nisbet edilen kalb safası sandı. Zarurî olaraktan da, onu tehzib edilip temize çıkmış olarak tahayyül etti. Dolayısı ile İsa'ya a.s. tabi olma devletinden mahrum oldu. Ebedî hüsran damgasını da yedi. Allah-ü Taâlâ bizi böyle belâdan korusun.

Anlatılan bu mazarrat, açlığın oluşunda gizli saklı olduğundan; bu Tarikat büyükleri açlık riyazetini terk edip yemek işlerinde itidali tercih ettiler. Sair hallerde ise., orta halli olmaya riayet mücahedesine girdiler. Ona afat terettüb edeceğinden, büyük zarar ihtimali doğacağından açlığın faydalarını bir yana bıraktılar.

Bunlardan başkaları ise., onda fayda mülâhaza edip zararlarına göz yumdular; ona rağbet gösterdiler.

Halbuki, akıllılar katında mukarrar olan bir durum şu ki: Az zarar ihtimali olsa dahi, çokça menfaatler terk edilir. Ulemanın dahi kail olduğu mana bu anlatılana yakındır:

— Bir iş, bid'at ile sünnet arasında daire çizerse., en faziletlisi, onu terk etmektir. Şunun için ki: Bid'ata dalma ihtimali vardır. Sünnet olma ihtimaline göre yapılmaz.

Yani: Bid'at olma ihtimalinde zarar vardır; sünnet olma ihtimalinde ise, yarar vardır. Yarar olana da zarar düşme ihtimali olduğundan, o iki terk etmek en iyisidir. Bir başka taraftan, sünnete zarar gelmesi olmayacak bir şey değildir.

Bu kelâmın hakikati şudur:

Bu sünnet, o asra bağlı bir şey gibidir. İnceliği ve gizli manası icabı, bir cemaat, onu, o asra göre bilmediklerinden; uyma yolu ile onu yapma cihetine gittiler. Bir başka cemaat ise., onu o vakte bağlı bulduklarından, ona uymayı bıraktılar.

Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

***

ÜÇÜNCÜ SUÂL olarak, şu hususlar sorulmaktadır:

Bu Tarikat büyüklerinin kitaplarında şöyle yazılmıştır:

— Sair tarikatlar hilâfına, bizim bağlılığımız, Hazret-i Sıddık'adır. Allah ondan razı olsun.

Biri şöyle iddia edebilir:

— Tarikatların pek çoğu, İmam Cafer-i Sadık'a ulaşır. İmam Cafer-i Sadık dahi, Hazret-i Sıddık'a bağlıdır. O halde, neden diğer tarikatlar dahi, Hazret-i Sıddık'a bağlanmıyor?. Allah onlardan razı olsun.

ÜÇÜNSÜ SUÂL için cevap şudur:

— İmam Cafer Sadık'ın bir yandan Hazret-i Ebu Bekir'e, buyandan da Hazret-i Ali'ye bağlılığı vardır. Allah onlardan razı olsun.

Bu iki nisbetten gelen kemalât, onda bir kül halindedir. Onlar, İmam Cafer Sadık'ta bir olmasına rağmen, her biri tek başına ve birbirinden ayrı ayrıdır. Bu mana icabı olarak, bir taife ondan Sıddıkıyet nisbeti aldı; yani: Hazret-i Sıddık'a bağlılığı dolayısı ile.. Bir başka cemaat ise., onda Aleviyet nisbeti aldı; yani: Hazret-i Ali'ye bağlılığı dolayısı ile..

Üstte anlatıldığı üzere:

Bir taife, Hazret-i Sıddık'a intisab etmiş oldu.

Bir cemaat ise.. Hazret-i Ali'ye intisab emiş oldu..

Allah onlardan razı olsun.

Anlatılan manada, şaşılacak bir durum yoktur. Bunu gördüğüm bir vaka ile açıklayayım. Şövle oldu:

Bir ara Beraris beldesine gitmiştim: bu gidişim bir iş dolayısı ile oldu. Orada bir gölde, Künk Irmağı ile, Çemen Irmağı toplanıyordu. Bu toplanma halinde müşahede edilen durum şu idi: Künk ırmağının suyu ile, Çemen Irmağı suyu birbirine karışmıyor. Araları ayırd edilmiş gibi idi. Hatta sanılır ki ikisinin arasında bir hail vardır; birinin diğerine karışmasını önlüyor. Bu yüzden, Künk Irmağı tarafında olanlar, Künk ırmağı suyundan içiyordu; Çemen Irmağı tarafında olanlar dahi Çemen Irmağı suyundan içiyorlardı.

Bu manada şöyle bir soru sorulabilir:

— Hace Muhammed Parisa, Risale-i Kudsiye'ae şöyle bir hakikati ortaya çıkardı: Hazret-i Ali r.a. Hatem'ür-risalet Resulûllah S.A. efendimizden terbiye gördüğü gibi, Hazret-i Sıddık'tan r.a. dahi terbiye görmüştür.

Üstte anlatılan manaya göre, Hazret-i Aliye bağlanmak, ayniyle, Hazret-i Sıddık'a bağlanmak olur. Allah onlardan razı olsun. Bu manaya göre aralarındaki fark nedir?.

Bu soruya şu cevabı verebiliriz:

— Mahal hususiyetleri, nisbetin bir olmasına rağmen, hali üzere kalır. Mahallin müteaddıd olması dolayısı ile, aynı suya ayrı ayrı hususiyetler gelir. Dolayısı ile, her birinin hususiyeti nazara alınarak: kendilerine ayrı ayrı yoldan intisap cazi olur.

***

DÖRDÜNCÜ SUÂL şu hususları ihtiva ediyor:

— Molla Muhammed Sıddık'ın mektubunda şöyle yazılmış:

— Bir şahsın, Velâyet-i Museviyeye istidadı var ise., tasarruf sahibi bir şahıs, onu Velâyet-i Muhammediye'ye çıkarmaya güçlü müdür, değil mi?. Bilinmez..

Büyük Mahdumzade'nin mektubunda ise, şöyle yazılmış:

— Ben onu, Veiâyet-ı Museviye'den Velâyet-i Muhammed iye'ye çıkardım.

Bunların uyumu nasıl olur?.

***

DÖRDÜNCÜ SUÂL için verilecek cevap şudur:

— Molla Muhammed Sıddık'ın mektubunda vaki olan durum. Velâyet-i Museviye'den Velâyet-i Muhammediye'ye çıkarmak idi. Bu işin vukuu dahi o zaman malum değildi. Bu işin vukuu ilmi dahi o vakit yoktu. Ama sonradan malum oldu; tağyir ve tebdil kudretini de eide ettikten sonra:

— Ben, şu velâyetten bu velâyete çıkardım..

Diye yazdım. Arada zaman ittihadı olmadığından, tanakuz tasavvur edilemez..

***

BEŞİNCİ SUÂL hülâsa olarak şöyledir:

— Buradaki sofiler, yakası göğse kadar açık gömlek giymekte dirler. Bunun için de derler ki:

— Bu, sünnettir.

Mir'in arkadaşları dahi, yakası yuvarlak açılan gömlek giymektedirler. Bu işin tahkiki nasıldır?.

***

BEŞİNCİ SUÂL için cevap şudur:

Malum olsun ki, biz dahi bu hususta tereddüd içindeyiz. Araplar da göğse kadar açık gömlek giymekte ve bunun için:

— Sünnet..

Demektedirler.. Bazı, Hanefi Mezhebine bağlı kitaplarda ise söyle anlatılmaktadır:

— Yakası göğse kadar açık gömlek, erkeklere yakışmaz. Zira o, kadınların giyeceği cinsten bir şeydir.

İmam-ı Ahmed ve Ebu Davud Ebu Hüreyre'den naklen, Resulûllah S.A. efendimizin:

— Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına lanet etti..

Dediğini anlattılar. Metalib-i Mümin adlı eserde ise, şöyle anlatıldı:

— Kadın erkeğe benzememelidir; erkek dahi kendisini kadına benzetmemelidir. Zira, bu şekilde yapanların hepsi de mel'undur.

Bundan anlaşılıyor ki: Göğsü açık gömlek giymek; din ehlinin ve ilim ehlinin giyeceği elbise değildir. Bunun için de o. zimmet ehline caiz görüldü.

Camiür-rümuzda, Muhit't en alınarak şöyle anlatıldı:

— Zimmi olanlar, din ve ilim ehline mahsus olan rida ve amame giyemez. Yakası göğsünde, kaba KAMİŞ (entari) giyerler. Tıpkı kadın gibi..

Bazı ulemanın kavline göre: Yakası göğse kadar açık olan, KAMİŞ değil; gömlektir. Bunlara göre KAMİŞ ise, yakası omuzlardan açılandır. Kadın kefeni anlatılırken, Camiür-rümuzda böyle beyan edilmiştir.

Hidaye, kitabında ise.. KAMİŞ yerine gömlek vardır, ikisi arasındaki fark da şudur:

Gömlek önden açılır.

KAMİŞ ise., omuzdan açılır. İkisinin de aynı şey olduğunu diyenler de vardır.

Fakir'e göre doğrusu şu ki:

Erkeklerin kadınlara benzemesi yasak edilince; hüküm kadınların giyim âdetlerini bilmeye kalır. Bu durumda bakarız:

Bir mahalde kadınlar yakası göğsüne açık kamis giyorlarsa,. erkekler onu giymeyi bırakmalıdır. Ta ki, kadınlara benzemeyeler. Omuzdan açılan kamis giymeleri gerekir. Amma, bir yerdeki kadınlar, omuzdan açılan kamis giyorlar; orada dahi, göğüsten açılan kamisi erkekler giymelidir. (Kamis, burada daha çok entari manasına alınmalıdır.)

Arabistanda kadınlar daha ziyade yakası yuvarlak olan kamis giyerler. Bundan ötürü, zarurî olarak, erkekler yakası göğüsten açılan kamisi giyer.

Maveraünnehir ve Hind beldelerinde kadınlar göğse açılan kamis giyer. Erkekler dahi zaruri olarak, omuzdan açılanı tercih ediyorlar.

Şeyh Meyan Abdülhak şöyle anlattı:

— Mekke'de idim. Şeyh Nizam Narnuli'nin müridlerinden birini gördüm; yakası yuvarlak bir entari ile Kabe'yi tavaf ediyordu. Araplardan bir topluluk ise., onun bu haline taaccüb ediyor ve şöyle diyorlardı:

— Bu, kadınların elbisesinden giymiş..

Örf ve âdet üzere onların bu dedikleri doğru idi. Hind'den, Arap'tan ve Mevaraün-nehir halkından her birinin kendine göre bir giyimi vardı.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Herkesin bir yön tarzı vardır; oraya döndüren dahi odur. (Yani: Allah)» (2/148)

Eğer göğüsten açık entari giymenin sünnet olduğu sabit olsaydı: ulema onu zimmet ehline giydirmeyi caiz görüp onun aksini giymeyi dahi din ve ilim ehline mahsus bulmazlardı.

Kadınlar, bu elbiseyi giymekte erkeklerden daha öndedir. Bunun için de, erkeklerin giyeceği ona göre düzenlenmiştir.

***

ALTINCI SUÂL özet olarak şöyledir:

Talibin bu Tarikat'ta işin başında teveccühü, sırf ehadiyetedir. Bundan lâzım gelir ki: Bu teveccühle nefy isbat birarada olmaya.. (Yani: Kelime-i tevhid zikri..) Zira, nefy zamanı teveccüh gayra olur.

ALTINCI SUÂL için cevap şudur:

— Gayra teveccüh, ancak ehadiyete teveccühün takviyesi ve geliştirilmesi içindir. Gayrın nefyinden maksad ise., bu teveccühün devamıdır. Hem de, ağyarı araya sokmadan.. Gayrın nefyine teveccüh, ehadiyete teveccüh işine menfi yönden tesir etmez. Bu duruma menfi yönden tesir edecek olan gayra olan teveccütür; gayrın nefyine olan teveccüh değildir. Bu iki mana arasında dahi çok fark vardır..

***

YEDİNCİ SUÂL özetle şu husustadır:

— Her zikir, dille yapılır. Bu Tarikat'ta ise, müptediler onu kalbe yapıyorlar. Nefy ve isbat (Lâ ilahe illallah) bütünüyle kalble yapılır mı yoksa yapılmaz mı?. Yoksa onun yarısı kalble yarısı da dille mi yapılır?. Eğer bütünüyle kâlbden yapılırsa., neden (lâ) yukarı çekilir; (ilahe) sağa verilir?.

YEDİNCİ SUÂL için verilecek cevap dahi şudur:

— Kelime-i tevhidin bütününü kalble söyleyen kimseye neden noksan olsun? Hem de, kalble yukarıya uzatmadan (İLAHE) kelimesini sağa verip (İLLALLAH) kelimesini dahi kalb tarafına vermekle.. Bununla beraber, bu yolda nefy ve isbat zikri tahayyül ile olmaktadır: bunda dilin ve damağın bir dahli yoktur ki: Dille kalbin birliği şart ola..

Bu son iki suâl, Fahreddin-i Razî'nin şekli sorularına benzemektedir. Şayet güzelce düşünseydiniz, sormaya hacet kalmadan hallolurdu..

Bu arada anlatılacak bir husus kaldı; onu da yazalım.

Orada bulunan arkadaşlardan bazıları, mükerreren şu hususu yazdı:

— Bu günierde Mir. taliplere az iltifat etmekte ve imaretle meşgül olmaktadır. Elde edilenleri imaret için harcayıp fukarayı da mahrum bırakmaktadır.

Bu mukaddimeyi öyle yazmışlar ki: Bundan itiraz şaibesi anlaşılmakta ve inkâr kokusu gelmektedir.

Bilsinler ki, bu taifeyi inkâr etmek öldürücü zehir olup o büyüklerin fiillerine ve sözlerine itiraz dahi yılan zehiri gibidir; ebedî ölüme ve sonsuz helake götürür. Hele bu inkâr ve itiraz şeyhe raci olup onun eziyetine sebeb olursa., o zaman, tehlike daha büyük olur.

Bu taifeyi inkâr eden, onların bereketinden mahrumdur. Onlara itiraz eden dahi hüsrana düşüp varlığını yitirir. Hem de her zaman..

Müridin nazarında, şeyhin duruşu ve hareketi hoş bulunmadıkça: onun kemalâtından bir şeye nail olamaz. Eğer nail olacağı bir şey olursa o da. istidrac olur; sonu dahi helake varır. Bir rüsvaylık ve bir yıkım olur. Eğer mürid, şeyhi için kıl kadar nefsinde itiraz duygusu beslese.. hem de içinde ona karşı mahabbet ve ihlâs olmasına rağmen., bu durum, kendisinin ziyanı, hüsranı ve mahrumiyetidir. Yani: Şeyhinin kemalâtıdan.. Yahut, o itiraz kendisi için bir rezalettir.

Şayet müridin kalbine, şeyhinin fiillerinden herhangi biri için bir şüphe gelir de, bunu atamazsa., o zaman: itiraz şaibesinden temiz, inkâr zannından uzak olarak, açıklamasını kendisinden istesin.

Bu zamanda, hak ile batıl birbirine karışmış durumdadır; birbirinden ayırd edilmez durumdadır. Bunun için, zaman zaman, şeyhten şeriata muhalif bir iş zuhur eder ise., müridlere düşer ki: Bu işte kendisine uymayalar. Onun hüsn-ü zan yolunu arayalar ve sıhhat tarafını gözeteler. Şayet onun sıhhat yüzü görünmez ise., bu iptilânın kendilerinden gitmesi için, Sübhan Hakka iltica ve tazarru edip ağlaya sızlaya şeyhlerinin selâmetini onda dileyeler.

Bir müride, şeyhinin mubah bir işi yapmasından dolayı şüphe düşerse., bu şüpheye itibar edilip önem verilmez. Bütün işleri elinde tutan Yüce Sultan mubah işleri yapmaya mani olmadıktan ve onu yapana itiraz etmedikten sonra; Sübhan Hakkın gayrı için, kendiliğinden böyle bir itirazda bulunma yanı nasıl bulunur?.

Birçok yerler vardır ki: Orada, bir şeyi yapmamak, onu yapmaktan daha evlâdır.

Bir hadis-i şerifinde Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:


— «Allah-ü Taâlâ azimetti işlerle amel etmeyi sevdiği gibi, ruhsatla yapılan işleri dahi sever..»

Yani: Farz amellerin yapılmasını sevdiği kadar, mubah işlerden dahi yapılmasını sevdiği vardır.

Şeyh Mir'de ifrat derecede kabz (sıkıntı) vardır. Bu halinde, müridlerin işleri ile uğraşıp iltifat etmeyebilir ve tesellisini bazı mubah şeylerde arayabilir. Bunun için, ona nasıl itiraz edilir?. Böyle bir şeye nasıl yer verilir?.

Meselâ: Abdullah Istahari av köpeklerini alıp sahraya avlanmaya çıkardı. Bununla kendisini eğlendirmeye bakardı. Meşayihten bazıları da, can sıkıntılarını semağda ve nağmeli seslerini dinlemekle teselli bulurdu.

Selâm hidayete tabi olanlara ve Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara.. Ona ve âline salâtların en tamamı., selâmların dahi ekmeli olsun..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 311. Mektup

MEVZUU : Huruf-u mukattaatla alâkalı vadirattan hakikatlar derin sırlar beyanındadır. Bunlar Kur'an-ı Kerim'de bulunan müteşabihattan olup remz ve işaret yollu rasihun ulemanın onlara ıttılaı vardır.

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mahdumzade Muhammed Said'e yazmıştır.

***

ALLAHÜMME (Arapça aslına göre) lafzının ifade ettiği manaları anlatan bir şiir:

(HA) İki gözü var mürebbimizin;
(ELİF) Rabbı Allah sevgilisinin..
(LÂM) Halilüllah'ın mürebbisidir;
(MİM) dahi ayıktıranı Kelim'in..

***

Musa'nın iş başlangıcı, ELİF harfinin hakikatidir. Resulûllah efendimize ve ona salât ü selâm olsun. Bu Hakir'in hakikat muamelesi dahi, ona tebaiyet ve veraset yollu olarak, ELİF harfinin hakikatidir. Lâkin, Kelim'in a.s. rücuu MİM harfinin hakikatına olup bu Hakir'in rücuu dahi iki gözlü HA harfidir. Şu anda dönüp kaldığım, HA harfinin hakikatidir. Bu hakikat odur ki, ondan:

— Gayb-ı hüviyet..

Olarak tabir edilir.

İşbu hakikat, rahmetin hazinesi ve o eşsiz rahmettir ki: Biri, dünyada herseyi almış, doksan dokuzu dahi âhirete bırakılmıştır. Amma, onun hepsi bu hakikattir.

Onun iki gözü vardır; biri dünya rahmetinin mahzeni olup diğeri dahi âhiret rahmetinin hazinesidir.

Erham'ür-rahimin, sıfatı dahi bu hakikattan çıkmıştır.

Bu makamda, sırf cemal zuhuru vardır: oraya celâlden hiç bir şaibe düşmemiştir.

Evliyaya isabet eden, dünyadaki gam, hüzün, mihnet cinsi şeylerin hemen hepsi zahiren cemal terbiyesi olup celâl suretinde çıkar..

Düşmanlara nimet, ferah, sürür cinsi olarak dünyada her ne verilir ise., cemal suretinde celâl zuhurudur. Bu dahi Yüce Sultan Allah'ın mekridir.

Bir âyet-i kerime meali:

— «.. bununla çoklarına hidayet ettiği gibi, nicelerini de dalâlete atar..» (2/26)

Hatem'ür-rüsül Resulûllah'ın emir mebdei ELİF hakikatinin üstündedir. Ona salât ve selâm olsun. Halil'in emir mebdei ise., bu üstünlük taşıyan hakikattir.

Bu babda netice söz şu ki: Hatem'ür-rüsül Resulûllah'ın mebdei, anlatılan hakikatin icmalidir. Halil'in hakikati ise., onun tafsilidir.

Hatem'ür-rüsül Resulûllah'ın mercii, ELİF hakikati olmaktadır. Ona salât ve selâm olsun. Halil'in a.s. mercii ise.. LÂM hakikatidir. Sunun için ki: İcmalin vahdetle münasebeti daha çoktur. Bunun için de, vahdete daha yakın ELİF'e rücu müyesser olmuştur. Tafsilin ise., kesretle münasebeti pek ziyade olduğundan; zarurî olarak, onun rücuu LÂM harfine olmuştur. Ki bu, kesrete yakındır.

İbrahim mebde, maad, merci itibarı ile bereketi çoktur. Resulûllah efendimize ve ona salât ve selâm olsun. Bu mana icabı olarak, Resulûllah S.A. İbrahim'in a.s. salâtına ve bereketine benzeyen salât ve bereket istemiştir.

Hatem'ür-rüsül Resulûllah efendimizin Rabbı, rütbesi sıfat rütbelerinin üstünde bulunan esma-i hüsnadaki şanı Yüce Mübarek Allah ismidir. Ona salât ve selâm olsun.

Bu Hakir'in dahi Rabbı, Yüce Üstün Rahman ismidir. Bu Hakir'in Musa Kelim ile münasebeti bulunduğundan, ondan kendisine çokça bereket ulaşmıştır. Bu Hakir'in velâyeti, her nekadar Velâyet-i Museviye değil ise de, lâkin o velâyet bereketleri ile doludur. Yani: O velâyetin icmal yolundan..
Merhum büyük oğlumun velâyeti, onun tafsilinden istifade yollu olmuştur.
Bu Fakirin velâyeti, Velâyet-i Museviye'den istifade yollu olup Al-i Firavun'dan mümin bir kimsenin velâyetine benzer. Büyük oğlumun velâyeti ise, sonradan iman eden Firavun'un sihirbazlarının velâyetine benzer;

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 310. Mektup

MEVZUU : Bu makama taalluk ederi sırlarla imanın camiiyet durumu beyanındadır. Bu münasebetle bazı hususlar.

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mevlâna Muhammed Haşim'e yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile.. Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm onun Resulüne..

***

Bilinmeli ki..

Kemalât cinsinden, insanda her ne var ise.. Yüce Mukaddes Vücup mertebesinden istifade yolu ile gelmiştir.

Eğer ilim ise., o mertebenin ilminden istifade edilmiştir.

Eğer kudret ise., yine o mertebenin kudretinden alınmıştır.

Üstte anlatılan kıyas yolu hemen hepsinde devam edip gider..

Her mertebenin kemali ise., o mertebenin mikdarına göredir.

Üstte anlatılan manaya göre, Vacib Zat'ın ilmi yanında; ebedi hayatla canlı olanın yanında hiç bir şey olmayan ölü gibidir.

Vacib Taâlâ'nın kudreti yanında, kulun kudreti dahi; bir nefeste dağları ve denizleri yok hale getiren kudretli bir şahsa nisbetle evini ince örme ile yapan örümceğin kudreti gibidir. Diğer kemalât dahi buna kıyas edilmelidir.

Bu değişik durum, ancak ibarenin darlığına göre anlatılabilen bir manadır. Yoksa, aralarında hiç bir nisbet benzerliği olamaz.

Bir mısra:

Nisbeti mi olur arştakine göre yerdekinin?.

Üstte anlatılan mana açısmdan bakılınca; insanın kemalâtı. Yüce Mukaddes Vücub mertebesinin kemalâtı suretinde olmaktadır. Amma bu kemalât için. o üstün kemalât mertebesinden isim ortaklığından başka hâsıl olan bir şey yoktur.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, şu hadis-i şerif varid oldu:

— «Allah-ü Taâlâ, Âdem'i kendi sureti üzerine yarattı..»

Bundan başka, su hadis-i şerifin manası dahi açıklığa kavuşur:

— «Bir kimse ki. nefsini bilir; gerçekten Rabbıııı bilen odur.»

İnsanda bulunan her şey. isterse suret olsun; öyle bir şeydir ki onun hakikati, Yüce Mukaddes Vücub mertebesinden hâsıl olmaktadır.

Yine üstte anlatılan mana icabı olarak: insanın hilâfet sırrı dahi bilinmiş olur. Zira bir şeyin sureti, o şeyin halifesidir. Bu makamda, zındıklar ve mücessimeler sanmışlardır ki: Yüce Allah, insan suretindedir. İnsanî olan kuvveleri ve cevahiri Yüce Sultan Hak için isbata kalkmışlardır; amma akılsızlıktan.. Böylece, hem dalâlete düşüp sapmışlardır; başkalarını dahi yoldan çıkarıp dalâlete düşürmüşlerdir. Amma, bilememişlerdir ki: Sübhan Hakka suret ve emsali şeylerin ıtlakı teşbih ve temsil kabilinden olup tahkik ve tesbit yollu değildir. Zira, hakikatin sureti olmak, bölünüp parçalanmayı ve terkibi iktiza eder; ama bu vücub için menfi bir durumdur. Kıdem için de engeldir. Kur'an-ı Kerim'de geçen müteşabihattan âyetler ise., zahirinden alınıp tevile hamledilir. Bu manada ise.. Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu:

«Onun tevilini, ancak Allah bilir..» (3/7)

Yani: O müteşabih olanın tevil yolunu ancak Allah bilir.. Bundan dahi anlaşılıyor ki, müteşabih olanlar dahi Allah katında tevile hamledip zahir manasından çıkarılmıştır. Allah-ü Taâlâ, rasihun zümresine dahil olan ilim sahiplerine dahi bu tevil ilminden nasip evrmiştir. Tıpkı, zatına mahsus olan gayb ilmine, has resullerini muttali kıldığı gibi..

Sakın ha., olmaya ki: Bu tevil işinde eli kudret, vechi dahi zat manası tahayyül edesin.. Haşa ve kellâ.. böyle şey olmaz.. Elbette bu tevil, öyle sırlardandır ki, onun ilmini. Yüce Allah havas zümrenin dahi en hasma ihsan eylemiştir.

***

Burada, bir hususun dahi bilinmesi yerinde olur.. Şöyle ki:

Fütuhat-ı Mekkiye sahibi (yazarı Muhyiddin b. Arabi) ve ona tabi olanlar demişlerdir ki:

— Vacib Taâlâ'nın sıfatı, zatının aynı olduğu gibi, onların bazısı dahi bazısının aynıdır. Meselâ: ilim zatın aynı olduğu gibi, kudretin aynı, iradenin aynı, sem'in ve basarın dahi aynıdır. Sair sıfatlar dahi bu kıyasa tabidir.

Ne var ki, bu kelâm Fakir'e göre doğru olmaktan uzaktır. Çünkü bu kelâm, sıfat-ı zaidenin nefyi üzerine bina edilmiştir. Böyle bir şey ise., ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi hilâfına olmaktadır. Çünkü, bu büyüklerin reylerine uygun olan sekiz veya yedi sıfat hariçte mevcuttur. Herhalde, zatın ve sıfat-ı vacibiyenin aynı olma tevehhümü. onların tahayyülünden doğmuş; orada olan tegâyür ve tebayün. buradaki tegayür ve tebayün olmuştur. (Yani: Buradaki insan ve diğerlerinin zat ve sıfat durumları gibi.) Burada kendi zatlarımız ve sıfatlarımızda olduğu gibi. orada bir tegayür ve tebayün bulamamışlar; buradaki durumu ayırd etmek için, oranın temayüzünü ve müşabehetini de görememişlerdir. Şüphesiz olarak, tegayürün ve temayüzün nefyine hükmetmişlerdir. Dolayısı ile:

— Bazısı, bazısının aynıdır..

Demişlerdir. Ama anlayamamışlardır ki: Oradaki temavüz ve tegayür bir başka olup Vacib Taâlâ'nın zatı ve sıfatı gibidir: misli ve keyfiyeti yoktur. Oradaki temayüz ile buradaki temayüz arasında hiç bir münasebet yoktur. Ne suret, ne de isim cihetinden.. Temayüz ve tegayür orada mevcuttur; biz onu idrâk etmekten aciz durumdayız. Ama biz, her idrâk edemediğimiz şeyi yok görmeyiz. Bu hususta tahkik ehli, zatlara dahi karşı çıkmayız.

Doğruyu ilham eden Sübhan Allah'tır.

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 309. Mektup

MEVZUU : — «Hesaba çekilmeden önce hesaplaşınız.»

Hadis-i şerifindeki mana icabı olmak, geceli gündüzlü hesaplaşmak beyanı..

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mevtana Hacı Muhammed Firketi'ye yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Allah'ın Resulüne salât ve selâm.. Sizlere dahi dualar etmekteyim.

Bir hususu size anlatmak isterim; malumatınız olsun..

Allah sırlarının kudsiyetini artırsın; meşayihten bir cemaat, kendilerini hesaba çekme yolunu ihtiyar etmişlerdir. Amel defterlerini, her gece yatmadan evvel mütalaa ederlerdi. Hatta günlük sözlerini, hareketlerini ve duruşlarım dahi gözden geçirirlerdi. Tafsilatı ile, onların hakikatini anlamaya çalışırlardı. Kusurları varsa, onları kurtarmaya bakarlardı. Seyyiatlarından dahi, tevbe, istiğfar, iltica, tazarru ile Aziz Gaffar Allah'a yalvararak kurtulmak isterlerdi. Yararlı amelleri için, Yüce Allah'a hamd ve şükür ederlerdi; bu hususta meş-gulivetleri böyle idi. Yaptıkları iyi amelleri dahi, Yüce Hakkın ihsan ettiği muvaffakiyete bağlarlardı.

Fütuhat-ı Mekkiye sahibi, (yazarı Muhyiddin b. Arabi) kendisini hesaba çeken zatlar arasındadır. Bu hususta şöyle demiştir:

— Diğer meşayihe nazaran, kendimi hesaba çekmemde bir artırma yaptım; hatırıma gelenleri ve niyetlerimi dahi hesaba kattım.

Muhbir-i Sadık Resulûllah S.A. efendimizden rivayet edildiğine göre, uykudan evvel yüz kere tesbih, tahmid ve tekbir sabittir. Fakir'in kanaatına göre, bunu okumak dahi kendini hesaba çekme yerine geçer. (1)

Tesbih okuyan kimse: Tesbih kelimesini tekrar ederek, taksiratından ve seyyiatından ötürü itizarda bulunmaktadır. Zira tesbih kelimesi, tevbenin anahtarıdır. Ayrıca, o masiyetlerin irtikâbından dolayı, Yüce Hakka yönelen şeylerden dahi onun zatını tenzih ve takdis etmektedir.

Günah irtikâb eden kimsenin, emir ve yasağı veren zatın azameti kibriyası gözü önünde olup onun düşüncesine dalsa.. Yüce Allah'ın emrine imtisal etmeyi terke girişemez. Böyle bir şeye giriştiği zaman bilir ki: Yüce Hakkın emrini saymıyor ve onların kendi katında bir itibarı yoktur. Sübhan Allah bizleri böyle bir şeyden saklasın. İşte, tenzih kelimesinin tekrarı ile anlatıldığı manadaki kusur telâfi edilir.

Şunun bilinmesi yerinde olur..

İstiğfar etmekte, günahın örtülmesi talebi vardır. Tenzih kelimesinde ise, günahın tamamen giderilmesi talebi vardır. Bu mana ile, öbürleri arasında o kadar fark var ki..

— Sübhanellah..

Kelimesi, hayret edilecek derecede özlü bir kelimedir. Lafzı gayet azdır; onun manası ve faydaları son derece çoktur.

Allah'a hamd etmek cümlesinin tekrarı ile, Yüce Hakkın başarısının ve sair nimetlerin şükrü eda edilir.

Tekbir kelimesinin tekrarı ise., şu manaya işarettir: Bu itizar ve şükür, onun pek yüce ve üstün şanına lâyık olmaktan yana pek uzaktır. Şundan ki: Kulun itizarı ve istiğfarı çok çok itizarlara ve istiğfarlara muhtaçtır. Hamdi dahi ona racidir.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Rabbın, onların yaptıkları vasıftan yana izzet sahibidir. Resullere selâm olsun. Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun.» (37/180-182)

Kendilerini hesaba çekenler, istiğfar ve şükürle yetinirler. Bu kudsî kelimelerle de, istiğfar işi hâsıl olur; şükür dahi eda edilmiş olur. Ayrıca, istiğfarın ve şükrün dahi noksan oluşuna ima müyesser olur.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Kalıbımız, bizden kabul buyur. Şüphesiz Hakkıyle işiten ve kemaliyle bilen sensin..» (2/127)

Allah-ü Taâlâ efendimiz Muhammed'e âl ve ashabının tümüne salat eylesin.

Allahım, ona ve diğerlerine selâmet ve bereket ihsan eyle..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 308. Mektup

MEVZUU : Resulullah S.A Efendimizin u manaya gelen Hadis-i Şerifi üzerinedir:
— «İki kelime var ki dile kolay, mizanda: mana sevimli gelir. Şudur:
— Allah sübhandır ona hamd olsun. Azim Allahdır.»

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu. Mevlâna Feyzullaha yazmıştır.

***

Bilesin ki..

Allah-ü Taâlâ seni irşad eylesin.

Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

— «İki kelime vardır ki dile kolay, mizanda ağır. Rahmana sevimli gelir. Şudur:

— Allah sübhandır. ona hamd olsun. Azim sübhandır.» (1) Bu hadis-i şerifte geçen:

— «Dile kolay...»

Cümlesinin ifade ettiği mana şudur: Harfleri azdır..

— «Mizanda ağır, Rahman'a sevimli..»

Olmalarının tevili ise., şudur: Bu cümlenin birinci cüz'ü, Yüce Mukaddes Allah'ın tenzihini ifade eder. Bilhassa onun şanına lâyık olmayan şeylerden.. Onun kibriyasından noksanlık sıfatını, sonradan olma ve zeval damgasını uzaklaştırır..

O cümledeki ikinci kısım ise., şu manayadır: Kemal sıfatını ve cemal şüunatını isbatı ifade eder.. Bu sıfat ve şüunat. ister fezailden olsun: isterse fevazıldan..

Her iki kısımda da, izafetin istiğrak için olması: bütün tenzihlerin ve takdislerin sübutunu ifade eder.. Keza bütün kemalin ve cemalin dahi onun için sübutunu ifade eder.

Birinci cümlede geçen iki kısmın hâsılı şudur:

a) Bütün tenzihatın ve takdisatın Sübhan Allah'a ircaı..

b) Bütün cemal ve kemal sıfatlarının o aziz ve celil zat için isbatı..

İkinci cümledeki iki cüz'ün hâsılı ise., şudur:

a) Bütün tenzihatın ve takdisatın o Yüce Zat'a isbatı..

b) Aynı zamanda onun için azamet ve kibriya isbatı..

Bunda ayrıca şu manaya işaret vardır: Yüce Allah'tan noksan sıftların alınması; ancak, onun büyük azamet ve kibriyası uğrunadıı.

Mana, üstte anlatıldığı gibi olunca., üstte anlatılan iki kelime mizanda ağır, Rahman'a daha sevimli gelir..

Bundan başka, teşbih tevbenin anahtarıdır. Hatta, tevbenin de zübdesidir; hülâsasidır. İşbu manayı, bazı mektuplarda tahkik etmiştim.

Sonra..

Teşbih, günahların mahvine vesiledir. Keza, seyyiatların dahi affına.. Mana böyle olunca., elbette mizanda ağır gelir; hasenat kefesini ağır bastırır. Rahman'a dahi sevimli gelir.. Zira o: Affı sever.

Bir başka mana da şu ki:

Teşbih okuyan kimse. Yüce Mukaddes zatı, şanına lâyık olmayan eylerden tenzih edip kemal ve cemal sıfatını onun için isbat ederse., o Kerim Vehhab o Zat'tan beklenir ki: Tesbih okuyanı, kendisine lâyık olmayan şeylerden temizleyip o hamd eden kimsede dahi kemal sıfatını yarata.. Nitekim, Allah-ü Taâlâ, bir âyet-i kerimede şöyle buyurdu:

— «İhsanın karşılığı, ihsandan başka mıdır?.» (55/60)

Hiç şüphe edilmeye ki: Tekrarı sonunda o iki kelime, seyyiatın mahvi için mizanda ağır gelir. Onların vasıtası ile güzel huylar bulunacağından, Rahman'a dahi sevimlidir..

Vesselam..

***

(1) «Sübhanellahi ve bihamdihi sübhanellahilazim»
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 307. Mektup

MEVZUU : — «Allah noksan sıfatlardan münezzehtir: ona hamd olsun..» (Sübhanellahi ve bihamdihi).
Manasına gelen kelime-i laı/yibenin arıklaması.. Bu münasebetle bazı hususların beyanı..

***

NOT : İMAMI RABBANİ HZ. bu mektubu, Mcelâna Abdülvahid Lahorî'ye yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile..

Allah'a hamd olsun; salât ve selâm onun Resulüne..

***

Bilinmesi yerinde olur ki: İrfan sahibi, ibadet zamanı ibadetinde bulduğu güzellik, kemal tümden Yüce Allah'ın ihsan buyurduğu başarıya racidir. Yüce Allah'ın güzel terbiye edişinden ve ihsanındandır. Bunun dışında ibadet işinde bulduğu kusur ve noksan ise.. ibadet edenin nefsine aittir; onun yaratılışındaki habasetten ileri gelir. Bunda, Yüce Hakkın zatına raci olan bir şey asla yoktur. Şerri ve noksanı mümkinat dairesine aittir. Ki onun: Ademde yerli bir basamağı vardır. Adem (yokluk manasına..) bütün şerrin ve noksanın menşeidir. İşte:

— Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; ona hamd olsun..

Manasına gelen kelime-i tayyibe, en güzel şekli ile, bu işleri beyan edip kemal manada bir tenzihle Yüce Mukaddes Hakkı, zatına lâyık olmayan şer ve nokrandan tenzih etmektedir.

O cümlede geçen:

— H a m d ..

İbaresi. Yüce Allah'ın sıfat-ı hamidesi, ef'al-i cemilesi, sayısız nimetleri, bol ihsanları üzerine şükrü eda yoluna gidilmektedir. Zira bu anlatılan ibare, her şükrün başıdır. Bu mana icabı olarak, hadis-i nebevide şöyle anlatıldı:

— «Bir kimse, bu kelime-i tayyibeyi bir gün ve bir gecede yüz kere okursa., amelde o gün ve gece için, hiç kimse kendisine yetişemez. Meğer ki, bir kimse, aynı kelime-i tayyibeyi onun gibi okumuş ola..»

Onunla nasıl müsavi olur ki: Her amel ve ibadet, Yüce Allah'ın şükrü gereken nimetlerden birinin şükrünü eda olmaktadır. O kimse ise., bu kelime ile, onun bir cüz'ü eda edilmiştir. O kelimenin kalan cüzü ise.. Sübhan Hakkın takdis ve tenzih beyanıdır. Bu mana icabı olarak, bu mübarek kelimeyi bir gün ve bir gecede yüz kere okumalısınız.

Burada şöyle bir şey sorulabilir:

— Hadis-i şeriflerde, teşbihlerden aşağıdaki gibi varid olanlar vardır:

— «Allah noksan sıfatlardan münezzehtir: ona hamd olsun: Halkının adedi, zatından rızası, arşının ağırlığı, kelimelerinin sayısı kadar..» (1)

— «Sübhanellah, lafzı, mizanı doldurur.»

— «Bütün halkının ettiği hamdın kat katı..»

Bunları söyleyen bir kereden başka söylemedi. Aded dahi bir fertten gayrı vukua gelmemiştir. Durum böyle olunca, ona:

— «Halkının adedi..» Demek hangi itibara göredir?.

— «Zatından (nefsinden) rızası..»

Ne manaya olur?. Sonra, onun arşının ağırlığı nasıldır?. Sonra:

— «Kelimelerinin sayısı kadar..»

Denmesi nasıl sahih olur?. Mizan nasıl dolar?. Sonra şu cümle ne manayadır:

— «Bütün halkının ettiği haindin kat katı..»

Bu soruya cevab olarak şöyle derim:

— İnsan, emir âlemi ile halk âleminde olanı kendinde toplar. Halk alemi ile emir âleminde ne varsa., ziyadesi ile insanda vardır.

O tek heyeti ile. halk ve emir âlemi terkibinden neş'et etmiştir. Bu heyet-i vahdaniye onun gayrı bir şey için müyesser olmamıştır. Bu pek hayret verici bir şeydir. Eşsiz bir modeldir. Bu durumda o insandan ki: Hamd vaki olur, bu hamd bütün yaratılmışlara ait hamdin kat katıdır. Bu kıyas, diğer sorulara da yeterlidir.

— «Bütün yaratılmışlar..»

Cümlesinden murad, insandan başkaları da olabilir. Eğer bu cümleye insanı dahil edersek deriz ki:

— İnsan-ı kâmil, nasıl âlemin fertlerini kendi özünün cüzleri olarak bulunuyorsa., aynı şekilde insan fertlerini dahi kendi nefsinin cüzleri olarak bulur. Yine nefsini, her kül için kül olarak görür. Mana böyle olunca, nefsinin hamdini, nefsinin kat kat hamdi olarak görür. Tüm insan ferdlerinin hamdini dahi, kat kat nefsinin hamdi olarak bulur.

Selâm hidayete tabi olanlara..

Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara..

Ona ve âline salâtların en faziletlisi.. Tahiyyatın da ekmeli..

***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 306. Mektup

MEVZUU : a) Büyük Mahdumzade Hace Muhammed Sadık'ın menkıbeleri, kemalâtı ve en küçük mahdumlar Hacı Muhammed Ferruh ve Muhammed İsa..

b) Velâyet erbabının fenası ve kurb-ü nübüvvette ona ihtiyaç olmadığı..
Ve., bunlara münasip bazı hususlar.

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mevlâna Salih'e yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Selâm, seçmiş olduğu kullarına..

Herhalde, Molla Salih kardeşimiz ehl-i Serhend vakalarını duymuştur.

En büyük oğlum dahi iki küçük kardeşi Muhammed Ferruh ve Muhammed İsa ile âhiret seferini tercih ettiler.. Allah razı olsun..

Bir âyet-i kerime meali:

— «Biz Allah içiniz; Allah'a döneceğiz..» (2/156)

Başta, kalanlara kuvvet ve sabır verdiği için; sonra da bu beliyyede sır kıldığı için Allah'a hamd olsun..

Bu manada bir şiir:

Döndürmez beni senden gelen eziyet; Berekettir bana dosttan gelen zillet..

Merhum oğlum, Allah'ın âyetlerinden bir âyetti: Âlemlerin Rabbanin rahmetlerinden bir rahmetti.

Yirmi dört yaşında öyle bir nailiyete erdi ki; pek az kimseler o nailiyete ermiştir. Kemal derecede, akli ve nakli ilim tedrisinin melekesine ve mevleviyet rütbesine ulaştı.. O kadar ki: Onun talebeleri; Beyzavi, Mevakıf Şerhi ve benzeri eserler ile tam bir kudretle meşgul olmaktadırlar.

Onun marifetinin ve irfanının hikâyeleri, keşiflerinin ye şühudunun kıssaları beyandan müstağnidir.

Sizin de malumunuz olduğu üzere, daha sekiz yaşında iken haline mağlup idi.. O kadar ki, Hazret-i Şeyhimiz onun durumuna çare olarak, çarşı pazarın şekli ve şüpheli yemeğini yedirmekle çare buldu.. Bu arada şöyle demişti:

— Muhammed Sadık'a olan sevgimiz, başka hiç kimseye olmadı. Onun bize olan mahabbet derecesi ise., bizden başkasına olmamıştır.

Bu cümlesi ile, onun üstün şanmı anlatıyordu.

Velâyet-i Museviyenin son noktasına kadar ulaştı. Bu velâyetin acaip hallerini beyan ederdi. Duyulmamış manalarından anlatırdı.

Daima hudu huşu içinde idi.. İltica ve tazarru halinde bulunuyordu. Tezellül ve inkisar hali idi.

Derdi ki:

— Allah'ın velî kullarından her biri Sübhan Hak'tan bir şey taleb etti. Ben dahi, iltica ve tazarru talebinde bulundum.

Muhammed Ferruh Hakkında ne yazayım ki?. On bir yaşında bir çocuk iken, ilim talebi ile meşguldü. Şuurlu bir şekilde kâfiyeyi okurdu. Âhiret azabından daima korkardı. Devamlı olarak, şu duayı yapardı:

— Çocukluk yaşında iken dünyadan ayrılayım..

Bunun sebebi de, âhiret azabından halâs talebi idi..

Arkadaşlardan bazıları, o ölüm halindeki hastalığında iken, acaip garaip haller müşahede etmişlerdir.

Muhammed İsa'nın harika hallerinden ne yazayım ki?. Onların nicelerini, daha sekiz yaşına varmadan insanlar görmüştü.

Hülâsa: Bana tevdi edilen, birer nefis cevherler halinde idiler.. Sübhan Allah'a hamdü şükürler olsun. Hiç bir şekilde, zorlama ve istememezlik etmeden bu emaneti sahibine teslim ettim.

Allahım, bizi onların ecrinden mahrum eyleme.. Onlardan sonra, bizi fitneye düşürme.. Seyyid'ül-mürselin hürmetine.. Ona ve diğerlerine salât ve selâmlar.

Bir mısra:

Dostlannkidir sözlerin en güzeli..

***

Bilesin ki..

Sübhan Hakkın zatından başkasını unutmaktan ibaret olan fenanın manası şudur: Hakkın gayrına olan mahabbetin zevali..

Nazardan ve idrâkten eşyanın zatları, sıfatları, fiilleri zail olunca., zarurî olarak, onlara mahabbet alâkası dahi zail olur.

Velâyet yolunda masivayı unutmak gereklidir ki: Hakkın zatından gayrına alâka dahi zail ola.. Nübüvvet derecelerinde ise., eşyayı unutmak için, eşyaya taalukun zevaline hacet yoktur. Zira kurb-ü nübüvvette, asla taalluk baki kalmaz. İşbu asıl, güzellik ve cemal olup haddizatında isimdir. Keza eşyaya taallukun resmi dahi kalmaz. Kaldı ki bu: Kabihtir, özünde onun için bir güzellik yoktur. Bu durumda, eşya unutulsun veya unutulmasın: mühim değildir. Zira eşyaya ilim cihetinden arız olan zem, ona kötü taalluk vasıtası iledir. Sunun için ki: Yüce Mukaddes Zat'tan iraz edilmeyi doğurur. Eşyaya taalluk zail olduktan sonra, ilim ciheti ne ona gelen zem sıfatı dahi zail olur. O zaman da mezmum durum kalmaz. Eşyayı bilmek işin nasıl mezmum olsun ki: Onların hepsi, Yüce Sultan Hakkın malumatıdır. Onun eşyayı bilmesi dahi, kendi kâmil sıfatıdır.

Burada şövle bir soru sorulabilir:

— Yüce Hakkın zatından gayrını bilmek işi zail olmadığına göre: o zaman, zatından gayrını bilmekle beraber, onu bilmek işi nasıl bir vakitte birleşir. Zira bu durumda, Yüce Hakkın zatından gayrını unutma yolu yoktur.

Bunun için verilecek cevap şudur:

— Eşyaya taalluk eden ilim, husuli ilim kabilindendir. Hazret-i Hakka taalluk eden ilim ise., huzurî ilme benzer. Böyle olunca, her iki ilim dahi bir vakitte toplanır; bundan da hiç sakıncalı durum çıkmaz. Ancak, iki ilim dahi husulî olduğu takdirde sakınca çıkar.

Üstteki cevapta şöyle bir tabir kullandık:

— Husuli ilim kabilinden.. Huzurî ilme benzer..

Şunun için kullandık: Burada husulün hakikati olmadığı gibi, huzur için dahi mecal yoktur. Yüce Hakkın eşyaya taalluk eden ilmi ise., husulî değildir. Zira Yüce Hakkın zatında ve sıfatında hadis şeylere hulul yoktur. Hatta husul de yoktur. Misali anlatılan irfan sahibinin ilmi ise., o ilimden gelen bir zildir. Hazret-i Hakka taalluk eden ilme ise:

— Huzurî..

Demek mümkün değildir. Zira Yüce Hak, müdrikeye, müdrikenin kendisinden daha yakındır.

Bu ilme nisbetle huzurî ilim, huzurî ilme nisbetle husuli ilim gibidir.

İşbu anlatılan marifet, akıl kavramının dışındadır. Hatta fikrin de.. Tadmayan bilmez..

Üstte anlatılan manadan takarrür etti ki: Eşyayı bilmek, Yüce Hakkı bilmeye münafi değildir. Eşyayı unutmak dahi asla lâzım gelmez. Amma velâyet yolu böyle değildir. Zira orada, eşyaya alâkanın zeval bulması, eşyayı unutmadan tasavvur edilemez. Zira, velâyette zılâle taalluk vardır. Bu taallukta dahi, eşyaya ilimle beraber, taallukun izale kudreti yoktur. Bu manaya göre, velâyette evvelâ eşyayı unutmak lâzımdır ki, ona olan taalluk zeval bula..

Üstte anlatılan marifet, bu Derviş'e mahsustur. Hiç bir kimse bunu söylememiştir.

Bir âyet-i kerime meali:

— «Allah'a hanıd olsun ki, bunu bize hidayet eyledi.. Eğer Allah bize hidayet etmeseydi; biz hidayet bulamazdık. Rabbımızın resulleri Hakkı getirdi.» (7/43)
 
Üst