Mektûbât-ı Rabbânî Köşesi...

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 365. Mektup

MEVZUU: Bu Taife-i Aliyyenin, tarikatına terğib. NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Muhammed Mehdi Ali Keşmiri'ye yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm onun seçmiş olduğu kullarına.
Kmal-i muhabbetten ve ihlastan sudur edip gelen mübarek mektup hediyelerle beraber ulaştı.
Allahu Taaal, bu Taife-i Aliyye'nin mahabbeti üzerine istikamet nasib eylesin; mahşerde onlarla beraber eylesin. Bunlar öyle bir topluluktur ki, onlarla oturan şaki olmaz; onunla ünsiyet eden mahrum kalmaz; onlarla olan kaybetmez. Onlar, Allahu Taala'nın Gelişleridir.
Onlar gördükleri zaman, Allahu Taala'nın zikri gelir.
Onlar, öyle kimselerdir ki, onları tanıyan Allahu Taala'yı bulur.
Onların nazarları devadır; kelâmları şifadır; sohbetleri ziyadır ve bir kıymettir.
Onların zahirine bakan hüsranda kalır; kaybeder. Onların batınına bakan, iflah olur; necat bulur.
Onlar hakkında söylenen şu cümle ne kadar güzeldir:
-İlâhi, o nedir ki evliyan için eyledin; onları tanıyan seni bulur. Seni bulamayan dahi onları bilemez.
Yani sen bulmak ve onları tanımak biri diğerinden ayrılmayan iki şeydir.
Zati öncelik, bir itibara göre bilmek için; bir itibara göre de bulmak. Amma o cümleyi söyleyince tercih edilen mana, o tarafın önceliğidir. Zira, mebde odur; bidayet de ondan başlar. Böylesi daha yerinde ve daha lâyık bir mana olur.
Selâm size ve yanınızda bulunanlar.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 364. Mektup

MEVZUU: Sübhan Hakkın beşer ile kelâmı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Muhammed Sıddık'a yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm onun seçmiş olduğu kullarına.
***
Bilesin ki,
Ey Sıddık kardeş, Sübhan Hakkın beşer ile olan kelâmı, bazan şifahi olabilir ki, bu peygamberlerden bazı fertlere olmaktadır. Onlara salât ve selâm olsun. Tebaiyet ve veraset yolu ile onun kâmil manada tabilerine dahi bazan aynı tecelli olur.
Bu kısımdan kelâm, onlardan biri ile çokça olunca: kendisine:
-Muhaddis, ismi verilir. Nitekim, bu durum Emirü'l-mü'minin Hazret-i Ömer'de vaki olmuştur.
Bu manadaki kelâm, ne ilhamdır ne de ruha ilka olunan bir şeydir. Melekle olan kelâmdan dahi başkadır.
Bu kelâmla ancak insan-ı kâmil muhatab olur ki o, emir alemi ile halk alemini, ruh ile nefsi, akl ile hayali cem etmiştir.
Bir ayet-i kerime meali:
"Allah, rahmetini dilediğine mahsus (dilediğini mümtaz) kılar; Allah büyük fazlın sahibidir."(2/105)
Şifalı olan bu kelâmdan lâzım gelmez ki, konuşan dinleyene görüne. Şu cevazdan ötürü ki: Dinleyenden görme zaafı ola da, ondaki nurun şaaastna tahammül edemeye. Nitekim Resulullah (sav) Efendimiz, rüyet sualine cevap olarak şöyle buyurdu:
"Bir nurdur ki, onu görüyorum."(Veya bana göründü...)
Sonra şifahi olmada, şühudi hicapların açılması da vardır. Bu manayı anla. Zira, bu öyle marifettir ki, daha önce hiç kimse böyle bir manayı anlatmamıştır.
Selâm, hüdaya tabi olanlar.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 363. Mektup

MEVZUU : a) Şeriatın bir sureti, bir de hakikati vardır; iptidada ve intihada (önünde sonunda) mutlaka şeriat lâzımdır.
b) Nübüvvet mertebesinde kalbin temkini, nefsin itminanı, kalıbın itidali..
Ve.. bu münasebetle bazı hususların beyanı..
***
NOT : ÎMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Mirza Şemseddin'e yazmıştr.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm..
***
Bilesin ki, Şeriatın bir sureti, bir de hakikati vardır.
Şeriatın sureti: Allah'a, Allah'ın Resulüne, Allah katından gelenlere iman ettikten sonra, şeriat hükümlerini yerine getirmektir.
Nefs-i emmarenin münazaası, tuğyanı, yaratılışında bulunan inkârın varlığı olmasına rağmen iman etmek, imanın suretidir.
O nefsin, anlatılan sıfatları ile beraber kılınan namaz ve tutulan oruç dahi namazın ve orucun suretidir.
Şeriatın diğer hükümleri dahi aynı kıyasa tabidir.
Nefis ki, insanın umdesidir; bu nefis, her ferd için:
? Ene.. (Ben..)
Sözü ile küfründe ve inkârında devam etmektedir. Onun durumu böyle olunca, kendisinde imanın hakikati ve salih amellerin hakikati nasıl tasavvur edilir?.
Sübhan Allah'ın rahmeti icabıdır ki: Sırf surette yapılan amelleri kabul buyurur ve cennete girme müjdesini verir. O cennet ki, onun rıza ve rahmet mahallidir.
Yine Sübhan Hakkın ihsanındandır ki: îmanın kendisi için, kalbin tasdiki ile yetinmiş; nefsin iz'anım teklif etmemiştir.
Evet., cennetin dahi bir sureti ve bir hakikati vardır.
Suret erbabı, cennetin sureti ile haz almaktadır; hakikat erbabı ise., cennetin hakikatinden hazzını alır.
Suret ve hakikat erbabından her biri, cennet meyvelerinden bir meyveyi yemektedirler. Suret sahibi, ondan lezzet alır; ama, hakikat erbabı bir başka lezzet almaktadır.
Müminlerin Anaları Resulüllah S.A. efendimizin pak zevceleri; Resulüllah S.A. efendimizle bir cennette olacaklardır. Onunla beraber bir meyveden yiyeceklerdir. Amma, herkesin lezzet alıp nimetlenmesi kendine göre olacaktır.
Müminlerin Anası sayılan Resulüllah S.A. efendimizin zevceleri, Resulüllah S.A. efendimizden sonra, bütün âdemoğullarından daha faziletlidir. Bu manadan şu da lâzım gelir ki: Bir şahıs, bir başka şahıstan daha faziletli ise., onun hanımı dahi, aynı şekilde o şahıstan daha faziletli ola.. Zira, zevce (hanım) zevci (kocası) ile imtizaç ve ihtilât etmiştir.
Üstteki mana açısından bakılarak, şeriatın sureti dahi istikametin olması şartı ile.. uhrevî olan necatı ve felahı gerektirir; cennete girmeyi sağlar. Nitekim bu mana daha önce de geçti.
Şeriatın sureti ki, sağlandı: Umumî manada velayet sağlanmış olur. Bu manada bir âyet-i kerime şöyledir:
? «Allah, iman edenlerin velisidir. (yardımcısıdır.)» (3/68)
***
Bu vakitte salik müstaiddir (istidad sahibidir) ki: Ayağını tarikata bastıktan sonra, has velayete adımını ata ve tedricen dahi nefsini emmarelik vasfından çekip itminan sıfatına götürebile..
Şunun bilinmesi yerinde olur ki: Bu velayete vusul menzilleri, şeriat amellerine bağlıdır. Zikr-i ilâhî dahi bu Tarikat-ı Aliyye'de umde olup şer'î emirler arasında sayılır.
Yasaklardan kaçınmak dahi, bu Tarikat-ı Aliyye'de zarurî olarak riayet edilmesi gerekli ameller arasında sayılır.
Farzların edası, yakınlık sağlayan ameller arasındadır.
Tarikatta irfan sahibi, ona hidayet yolu gösteren, bir şeyhi taleb etmek, vesile olabilmesi için şer'î emirler meyanında sayılır. Bu manada, Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurdu:
? «Ona vesile arayınız.» (5/35)
***
Hülâsa., şeriatın sureti ve hakikati olmak lâzım gelir. Zira, cümle nübüvvet velayet kemallerinin anaları, şer'î hükümlerdir.
Velayet kemalleri, şeriat suretinin neticeleridir. Nübüvvet kemalleri ise.. şeriat hakikatinin semereleridir. Nitekim, bu mana ileride anlatılacaktır.
***
Velayetin mukaddimesi şeriat olup Allah-ü Taâlâ'nın dışında her matlup ondan nefyedilmiştir. Maksud olarak, gayr ve gayriyet ondan kaldırılmıştır.
Şanı Büyük Allah'ın fazlı ile, ondan başkası ki, tamamen nazardan atılıp ağyarı görmek namına bir nam ve bir nişan kalmaz, işte o zaman fena hâsıl olur; tarikat makamı da sona erer; seyr-i ilellah dahi tamam olur. Bundan sonra, isbat makamına şüru edilir. Ki bu isbat makamından:
? Seyr-i fillah..
Diye tabir edilir, işte burası, beka makamı olup hakikat yeridir ve en üstün gayedir. Yani: Velayette..
Fena ve beka olan bu tarikat ve hakikat ile, velayet ismini almak doğru olur ve emmare dahi mutmainne durumuna girer; küfründen ve inkârından dönmek sureti ile Mevlâsından razı kalır. Şanı Yüce Mevlâ dahi ondan razı olmaktadır. Onun cibilletinde (yaratılışındaki) kerahet dahi zail olur. Bu nefis üzerine demişlerdir ki:
? Nefis itminan makamına vâsıl olsa dahi, azgınlığından ve tuğyanından geri dönmez..
Bir şiir:
Nefis itminana erse de nihayet; Lâkin, azgınlığına gelmez nihayet..
Resulüllah S.A. efendimizin bir hadis-i şerifinde buyurduğu:
? «Biz, küçük cihaddan büyük cihada döndük..»
Hadis-i şerifinde murad olan mana için dediler ki:
? Nefisle olan cihattır.
Ancak, bu Fakir'in keşlinde kendisine zahir olan, vicdanında bulunan, alışılan bu mananın hilafınadır. Zira, ben: Nefiste itminan husulünden sonra; onda tuğyan ve inat bulamıyorum. Hatta onu inkiyad makamında yerleşmiş görüyorum. Hatta onu, öyle yerini bulan bir makamında görmekteyim ki: Masivayı, gayr ve gayriyet görüşünden, bilgisinden fariğ olarak unutmuştur. Makam, riyaset sevgisinden, lezzetten ve elemden dahi halâs olmuştur. Bu durumda muhalefet nerede?, inat kime?.
Şayet onun için; itminan husulünden evvel tuğyandan ve azgınlıktan yana, isterse değişik hallerinden ve televvününden dolayı olsun; bu kadar dahi isbat etmiş olsalar yeri vardır. Böyle bir şeyde bizim için niza yoktur. Amma, itminan husulünden sonra, muhalefete ve tuğyana yer yoktur.
Fakir, bu babda derin görüşe daldı, mutaalasını yaptı. Bu muammanın hallinde büyükler katındaki manaya muhalif olduğu için teemmül etti; derin fikre daldı. Lâkin, Allah'ın inayeti ile mutmainne olan nefiste kıl kadar muhalefet ve matlaşma bulmadığı gibi, onda istihlâk ve izmihlalden gayrı bir şey de görmedi.
Bir nefis ki, kendisini Mevlâsı yolunda feda eder; onda muhalefet mecali nasıl olsun?. Nefis ki, Yüce Hazret-i Hak'tan razıdır; Yüce Hak ki, ondan razı olmuştur onda tuğyan nasıl tasavvur edilir?. İşbu tuğyan rızaya aykırı düşmektedir. Yüce Hakkın razı olduğu şey, bir başka manada razı olmadığı olamaz; hem de hiç bir şekilde..
Mümkündür ki:
? «C i h a d -ı e k b e r ..»
Manasından murad: ? Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır? Kalıb ile olan cihaddır. Zira o, muhtelif tabiatlerden mürekkeptir. Şöyleki: O tabiatlerden her biri, bir işi iktiza ettirir ve bir işten de kaçırır.. Şehvet ve gazap kuvvetlerinden her biri, kalıptan neş'et etmektedir. Sair hayvanatı görmez misin ki: Kendilerinde nefs-i natıka olmamasına rağmen, bu rezil sıfatlar onlarda vardır. Hemen hepsi de şehvet, gazap, hırs ve tamahla muttasıftır.
İşte anlatılar manada bir cihad daima vardır. Onu, ne nefsin itminanı durdurabilir, ne kalbin temkini kaldırabilir.
Anlatılan manadaki cihadın bekasında çok faydalar olup kalıbın temizlenip pâklanmasını tazammun eder. O kadar ki: Bu dünyanın kemalâtı, öbür dünyanın muamelesi asaleten bu cihada (veya kalıba) bağlıdır.
Bu dünyanın kemalâtında kalıp tâbî olup kalb ise.. metbudur. öbür âlemin kemalâtında ise.. iş tersine olur: Kalb tabi kalıb ise.. metbu olarak kalır.
Bu dünya hayatında, bozukluk vaki olduğu; öbür âlemin dahi zuhur mukaddimesi belirdiği zaman, bu cihad biter. Bu kıtal dahi kalkar.
Sübhan Allah'ın fazlı ile, nefis ki: itminan makamına ulaştı; Şanı Büyük Allah'ın hükmüne boyun eğdi.. işte o zaman, hakikî İslâm müyesser olur ve imanın hakikati dahi hâsıl olur. Bundan sonra da her ne yapar ise.. hakikat olur.
Namazını eda eder ise.. bu namazın hakikati olur.
Oruç tutar ise. bu tuttuğu orucun hakikati olur.
Eğer hacca gider ise.. bu hac dahi haccın hakikati olur.
Şer'i hükümlerin kalanları dahi, bu kıyasa tabi tutulabilir.
Tarikat ve hakikat vazifelerinden her biri; şeriatın sureti ile hakikati arasında bir mutavassıttır. (Aracıdır.)
Bir kimse, has velayetle müşerref olmadıktan sonra, mecazî manadaki İslâm'dan kurtulup hakikî manadaki İslâm'a kavuşamaz.
Sübhan Allah'ın fazlı ile şeriatın hakikatına göre mana güzelliği bulunup hakikî manada İslâm dahi müyesser olur ise.. artık nübüvvet kemalatından bolca nasib olmaya müstaid olur.. Yani: Enbiyaya tebaiyet ve onlara veraset yolu ile.. Onlara salât ve selâm olsun.
Şeriatın sureti, velayet kemalâtına bir mübarek ağaçtır. Bu velâyet kemalâtı dahi o suretin meyveleridir.
Şeriatın hakikati dahi aynı şekilde nübüvvet kemalâtına mübarek bir ağaç olup bu nübüvvet kemalâtı dahi o hakikatin meyveleridir.
Velayet kemalâtı, suretin meyveleri olduğu için; nübüvvet kemalâtı dahi o suretin hakikatinin meyveleridir. Bu manadan ötürü de zarurî olarak, velayet kemalâtı, nübüvvet kemalâtının suretleri olur. Zira bu nübüvvet, o suretlerin hakikatleridir.
Şunun bilinmesi yerinde olur ki: Şeriatın sureti ile hakikati arasındaki fark, nefis cihetinden neş'et etmektedir.
Nefs-i emmare surette tuğyan sahibi olup inkârına devam etmektedir. Amma, hakikatte, mutmainnedir ve Müslüman'dır.
Suretler gibi olan velayet kemalâtı ile, hakikatler gibi olan nübüvvet kemalâtı arasındaki fark dahi buna benzer; bu dahi kalıp cihetinden neş'et edip gelmektedir. Zira, kalıp parçaları, velayet makamında tuğyanından, inadından dönüp çekilmemiştir.
Misal olarak, şöyle anlatabiliriz:
Ateşe bağlı parça, nefsin itminanı olmasına rağmen; daha hayırlı olma davasından dönmemiş; kibrinden vaz geçmemiştir.
Toprağa bağlı olan parçası dahi, hasislikten ve denaetten dönüp pişman olmamıştır.
Kalıbın sair parçaları dahi bu kıyasa tabi tutulabilir.
Nübüvvet kemalâtında ise.. kalıbın parçaları, itidal haddine gelmiştir. İfrattan ve tefritten kendini almıştır. Mümkündür ki, Resulüllah S.A. efendimizin şu hadis-i şerifi bu manaya ola:
? «Şeytanım Müslüman oldu..»
Afakta nasıl şeytan var ise.. enfüste dahi şeytan vardır ve bu: Ateşe bağlı parçadır. Ki bu: Hayırlı olduğunu iddia edip büyüklüğüne ve üstünlüğüne hükmeder. Bütün bu sıfatlar, ondaki sıfatların en düşükleridir. Onun İslâm olması dahi, bu rezillerin de rezili sıfatlarının zeval bulup gitmesidir.
Nübüvvet kemalâtında kalbin temkini ile nefsin itminanı ve kalıp cüzlerinin itidali vardır.
Velayette ise.. kalbin temkini olup şöyle böyleden sonra, nefsin itminanı gelir. Burada:
? Şöyle böyle..
Tabirini şu mana icabı kullandık; zira, bir zorlama olmadan, kemal üzere nefsin itmiman bulması ancak kalıp cüzlerinin itidalinden sonra olmaktadır. Bu mana icabı olarak, velayet erbabı, mutmainnenin beşerî sıfatlara dönmesine cevaz verdiler. Bunun sebebi de, kalıp cüzlerinin itidal bulmamasıdır. Nitekim bu mana bahsin evvelinde geçti..
Kalıp cüzlerinin itidalinden sonra nefse hâsıl olan itminan ise.. beşerî sıfatlara dönmekten yana emin ve beridir.
Nefsin rezilliklere dönmesi ve dönmemesi üzerinde ortaya çıkan ihtilâf nefsin makamlarına ve görüşlere göredir. Zira, her şahıs kendi makamından konuşur ve vicdanında bulduğunu söyler.
***
Burada şöyle bir soru ortaya çıkabilir:
- Kalıp cüzleri itidal haddini bulup inadından ve tuğyanından alındıktan sonra, onunla cihad nasıl tasavvur edilir? Bu durumda ondan cihadın kalkması gerekir.
Üstteki soruya şu cevabı veririm:
? Mutmainne ile bu cüzler arasında fark vardır. Mutmainne, istihlâk ve izmihlale sahib olup emir âlemine katılmıştır. Kemal manada istihlâk ve sekir ile de muttasıftır. Bu cüzlerin ise., sekir ve istihlâk ile bir münasebeti yoktur.. Bunun sebebi de, şer'î hükümleri yerine getirmektir. Zira, şer'î hükümleri yerine getirmenin binası ayıklık üzerinedir, istihlâke varanın dahi, muhalefete mecali yoktur. Kendisinde ayıklık hali bulunan kimse de, bazı işlere göre her ne-kadar kendisinden muhalefet sudur eder ise de, bu dahi bazı yararları ve menfaatleri icabı olur ki: Caizdir. Lâkin umulan odur ki: Allah'ın fazlı ile bu muhalefet, müstahapları terkten yukarı çıkmaya.. Tenzihe bağlı kerahetten fazlasını dahi artırmaya..
Üstte anlatılan manalar açısından bakılınca, mutedil cüzleri ile kalıp mertebesinde tasavvur edilir. Amma, mutmainnede cihada cevaz yoktur.
Bu bahsin tahkiki, tarikat beyanında, büyük oğluma yazılan birinci ciltteki mektupta vardır. Eğer burada gizli bir yan kalırsa., oraya müracaat edilsin.
***
Nübüvvet kemalâtı nihayet bulup ?ki bunlar, şeriat hakikatinin neticeleri ve semereleridir? Allah'ın fazlı ile sona geldiği, yani: Tamam olması hâsıl olduğu zaman., terakkiler, amellere bağlı olmaz.. O yerde muamele sırf Allah'ın fazlına kalır. Orada itikadın bir tesiri olmadığı gibi, ilmin ve amelin dahi bir hükmü yoktur. Orada fazl içinde fazl vardır; kerem içinde kerem vardır.
Bu makam, önce anlatılan makamlara nisbetle cidden yüksektir. Onun için tam bir genişlik vardır, nuraniyet vardır ki; geçen makamlarda bu anlatılanlardan yana bir eser yoktur. Bu makam, asaleten ülü-zam peygamberlere mahsustur. Onlara saîât ve selâmlar olsun. Tebaiyet ve veraset yolu ile de, kendisine inayet yetişen herkese ihsan gelir; onunla şerefyab olur.
Bir mısra:
Nezorluğu o işte, olunca kerem sahipleri ile..
***
Burada, hiç bir şahıs yanılmaya ki: Üstte anlatılan makamda, şeriatın suretinden ve hakikatından yana istiğna hâsıl olur ve şer'î hükümleri yerine getirmeye hacet kalmaz. Zira biz şöyle diyoruz:
? Şeriat bu işin aslı ve bu muamelenin esasıdır.
Bir ağaç ne kadar yükselirse yükselsin; bir bina ne kadar uzarsa uzasın ve üzerine köşkler, ayvanlar kurulsun bunların hiç biri kökten ve temelden müstağni olamazlar. Kendilerinden, zatî olan ihtiyaçları gitmez.
Misal olarak bir evi ele alalım. Ne kadar yükselip çıkarsa çıksın, alt kattan yana kendisine bir lüzumluluk kalmasa dahi, yine de ondan ihtiyaçsız olamaz.. Faraza alt kata bir halel gelecek olsa, bundan üst kat dahi mütessir olur; ona da aynı şekilde halel gelir. Altın kayması, üstün kaymasını da gerektirir.
Hülâsa.. şeriat, bütün hallerde lâzımdır; bütün vakitlerde gereklidir. Her şahıs, onun hükümlerini yerine getirmeye muhtaçtır.
Allah'ın fazlı ile bu yerden muamele terakki edip bir fazilet olarak, is mahabbete döndüğü zaman; o manada cidden yüksek bir makam karşılar. Bu makam dahi, asaleten Hatem'ür-risalet Resulüllah S.A. efendimize mahsustur. Ona ve diğerlerine salâtlar ve selâmlar. Kendisi için bu makam murad edilen herkes dahi tebaiyet ve veraset yolu ile müşerref olur.
Gayet yüksekliğinden dolayı bu makam nazarda dar görünmekte ise de.. veraset yolu ile Hazret-i Sıddık'ı taa, o makamın ortasına dahil buluyorum. Hazret-i Faruk dahi aynı şekilde bu devlete ermiştir. Müminlerin analarından (Resulüllah'ın S.A. zevcelerinden) dahi, izdivaç alâkasından dolayı Hazret-i Hatice ve Hazret-i Âişe'yi r.a. dahi o makamda onunla beraber görüyorum. Resulüllah S.A. efendimize ve âline dahi salâtlar ve selâmlar. Emir Sübhan Allah'ındır.
***
Pek değerli kardeş maarif sahibi Abdülhayy senelerce sohbette kaldıktan sonra, vatanına döndü. O makam için taalluku olduğundan, zaruri olarak birkaç satır yazıp müşarünileyhin ahvaline muttali eyledik.
Nerede olurlarsa olsunlar; ehlüllahın varlığı ora sakinleri için bir ganimettir.
Aynı makamda pek aziz kardeş Şeyh Nur Muhammed dahi ikamet etmektedir. Orada vaktini fakir ve namurad (arzusuz) olmakla geçirmektedir.
O makama gıpta. edilir ki: Orada onlar gibi ehlüllahtan iki kimse bir araya gelmiştir; iki saadet bir arada olduğu tahakkuk etmiştir. Vesselam..
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 362. Mektup

MEVZUU: Masivayı unutmak, bu tarikatta ilk edimdir. Çalışmak lâzımdır ki bu hususta kusur vaki olmaya.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Muhammed Geda'ya yazmıştır.
Allah'a hamd eder, onun peygamberine ve peygamberinin keremli âline salât ve selâm eyleriz.
Hace Muhammed Geda kardeşe nasihattir:
İtikadı düzeltip fıkhi hükümleri de yerine getirdikten sonra; yüce Sultan Allah'nı zikrinde devam edile. Hem de hiç unutulmadan devam edile. Zikir, o şekilde istilâ etmeli ki, batında zikri edilen zattan başkası kalmaya. Zikri edilen zattan başkasına ilmi ve hubbi taalluk zail olup gitmelidir.
Üstte anlatıldığı gibi olduktan sonradır ki, kalb için, masivayı unutmak hasıl olur. Salik, gayrı görmekten ve onu idrakten kurtulur. Hatta, matlubda müstehlek ve müstağrak olur. Hem de daima.
Muamele ki, buraya ulaştı; bu Tarikat-ı Aliyye'de bir adım atılmış olur. Yerinde olur ki, bu ilk adımda kusurlu olmamaya çalışıla. Ve d.ahi, başkasını görmek esaretinde dahi kalınmaya.
Bir şiir:
Geliniz, ey kahramanlar toptan bu yana;
Ganimet var, hiçbir mani yok ondan yana.
***
Zahirde taallukatınız az görülmektedir. Lâkin, siz kendiniz; taalluk şevki ile kendinizi taalluk erbabından kılmaktasınız,
-Zarara razı olan, nazara müstai ırak olmaz, cümlesi mesel-i mukarreredir.
Vesselam.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 361. Mektup

MEVZUU: Rıza makamına rağbet ettirmek.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Muhammed Talib Bedahşi'ye yazmıştır.
Rahman Rahim Allah'ın adı ile.
Allah'a hamd olsun. Selâm, seçmiş olduğu kullarına.
Hace Muhammed, daima matlubun talibi olmalıdır.
Kurretü'l-ayn Muhammed Sıddık'ın vefatını yazmışsın.
Bir ayet-i kerime meali:
"Biz Allah içiniz, ona dönücüleriz."(2/156)
***
Ey pek aziz kardeş,
Mü'minlere göre, Sübhan Hak, her şeyden değerli ve daha sevgilidir.
Mallar olsun, çocuklar olsun; öldürmek olsun, diriltmek olsun, bunların hiçbirinde, Sübhan Hak'tan başkasının dahli yoktur. Bundan dolayı, Sübhan Hakkın fiili dahi zaruri olarak; mü'minler için pek değerli ve pek sevimli olmalıdır.
Sevenlere düşer ki, sevilen zatın fiillerinden lezzet alıp kalalar; onunla ferahyab olalar.
Size sabır için nasıl delâlet edeyim? Böyle bir şeyde kerahete ima vardır. (Yani bir zorlama olur)
Rıza makamı, her ne kadar rağbetten ve sürurdan haber vermekte ise de; lâkin iltizaz mertebesi bir başka iştir.
Şiirler:
Aşk bir kıvılcımdır yaktı aldı;
Cümle halkı, baki Habib kaldı.
Yad katline LA oku fırladı;
Hel bak, LA'dan sonra ne kaldı?
Sana müjde ey aşık, halk yandı;
Mallak ilahımızdan gayrı kalmadı.
Selâm, hüdaya tabi olanlara.
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 360. Mektup

MEVZUU: Nasihat ve tebihtir.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Muhammed Kasım Bedahşi'ye yazmıştır.
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Allah'a hamd olsun; salât ve selâm Allah'ın Resulüne. Sizlere dahi dualar ederim.
***
Bildirmek isterim ki, bu kardeşim mektubundan ve kelamından; taleb harareti anlaşılmakta ve gönül birliği kokusu gelmektedir. Bunun için, Allah'a hamd ü şükürler olsun.
Bu devlet, sohbet yakınlığı eserine benzemektedir. Hiçbir faydası olmayan alâkalar, sizi bir cuma dahi sohbette olmayı terk ettirmesin. Biliyorum, sohbetinin toplam günleri ona ulaştı mı ulamadı mı?
Allah'tan utanmak gerekir; şu cihetten ki: Bin günden bir tanesi Allah için ayrılmaz; çeşitli taailukattan dahi kendini derleyip toplayamaz.
Sizin için hüccet tamamdır. Vicdanında bulursun ki, bu sohbetlerden bir tanesi, erbainlerin mücahedesinden daha faziletlidir. Bununla beraber, bu sohbetten kaçmaktasınız; hile ile kendinizi ondan uzak tutamazsınız.
İstidad cevheriniz güzeldir; amma onu bu kuvveden fiile çıkaramadıktan sonra, neye yarar? İstidadınız üstündür; amma himmetiniz düşüktür. Çocuklar gibi, nefis cevherler yerine, düşük saksı parçaları ile yetinmektesiniz.
Bir şiir:
Malum olur gün gibi sabah oldukta;
Gerçek hüviyeti, kimdir karanlıkta?
Henüz fırsat kaçmış değildir. Esaslı düşünmek yerinde olur. Bu işin umdesi, gönül birliği olanlarla sohbettir. Bu devlet müyesser olmaz ise, vakitleri Allah'ın zikrine harcamak gerek. Zikre aykın düşen, her şeyden kaçmalıdır.
İşin kolay tarafına kaçmadan, şer'i olan helâl ve harama güzelce riayet etmelidir.
Beş vakit namazlarında cemaatı bırakmayınız. Tadil-i erkâna dahi tam manası ile riayete çalışmalısınız. Namazların edasını dahi, müstahab olan vakitlerde yapınız.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, nurumuzu tamamla ve bizi bağışla, sen her şeye kadirsin."(66/8)
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 359. Mektup

MEVZUU:
a) Kelime-i tayyibenin (LA İLAHE İLLALLAH) faziletleri beyanında olup o mübarek kelime tarikatı, hakikati, şeriatı zamammun etmektedir.
b) Nübüvvet kemalâtı yanında, velayet kemalâtının bir değeri olmadığının beyanı.
c) Velayete mutlaka şeriatın lâzım olduğunun beyanı. Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Şeyh Ahmed Bengali'ye yazmıştır.
LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESULULLAH... (ilâh yoktur; ancak Allah vardır. Muhammed Allah'ın resulüdür)
Üstteki kelime-i tayyibe, tarikatı, hakikati ve şeriatı tazammun etmektedir. Salik, nefy (LA) makamında olduğu süre, kendisi tarikat makamındadır. Bu nefy işinden tamamen fariğ olur, bütün ağyarı nazarından siler, tarikatı itmam edip fena makamına vasıl olur, nefyden sonra isbat (İLLA) makamına gelir ve sülükten cezbeye meyleder ise, hakikat mertebesinde tahakkuk ederek, beka ile ittisaf etmiş olur.
işte anlatılan nefy ve isbat, bu tarikat ve hakikat, bu fena ve Deka, bu sülük ve cezbe ile velhayet ismi doğruluğu bulur. Nefis ise, emmare olmaktan çıkıp itminana meyleder. Pak ve temiz bir hale gelir.
Velayet kemalâtı, bu kelime-i tayyibenin birinci kısmı olan nefy ve isbata bağlıdır. Bu kelime-i mukaddeseden ikinci kalan cüz ise, Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin risaletini isbat etmektedir. Ona ve âline salât ve selâmlar olsun.
Bu son ikinci cüz, şeriatı tahsil edip onun kemalini sağlamaktadır.
Başta ve ortada, şeriattan yana her ne nasıl olur ise, o şeriatın sureti, ismi ve resmidir.
Şeriatın hakikati bu yerde husule gelir ki, o velayet mertebesinin husulünden sonra olmaktadır. Nübüvvet kemalâtına gelince, ki o, tebaiyet ve verasetleri ile enbiyanın kâmil olan tabilerine olmaktadır; bu dahi yine bu yerde olmaktadır.
Velayeti hasıl eden tarikat ve hakikata gelince, her ikisi de, şeriatın hakikatini ve nübüvvet kemalâtını tahsil için olan şartlar arasındadır.
Şöyle itikad edilmesi yerinde olur:
a) Velayet taharet (namazdan önceki temizlik) gibidir.
b) Şeriat namaz gibidir.
c) Tarikatta, hakiki necasetin izalesi var gibidir.
d) Hakikatta ise, necaset-i hükmiyenin izalesi var gibidir.
Tam manası ile taharetten sonradır ki; şeriatın hükümlerini yerine getirebilme hakkı kazanılır; namazı eda etme kabiliyeti de hasıl olur. O namazı ki, yakınlık mertebelerinin nihayetidir; dinin direğidir; müminin miracıdır.
Bu kelime-i mukaddeseden ikinci cüz'ü, nihayeti olmayan bir deniz gibi buldum. Onun yanında birinci cüz ise, bir damla gibi müşahede edilmektedir.
Evet, durum yukarıda anlatıldığı gibidir. Zira, nübüvvet kemalâtı yanında velayet kemalâtının bir miktarı olamaz. Güneşin yanında bir zerrenin ne hükmü olabilir ki?
Sübhanellah...
Eğri görüşlerinden dolayı, bir cemaat sandı ki, velayet, nübüvvetten daha faziletlidir; özün özü olduğu halde şeriatı dahi kabuk zannettiler.
Ne yapabilirler ki? Zira, nazarları, şeriatın suretine kısılıp kalmıştır. Öz namına, kabuktan başka bir şey tahsil edememiştir. Nübüvveti dahi, halka teveccüh sebebi ile kısır sanmışlardır. Bu teveccühü dahi, avamın teveccühü gibi nakıs bilmişlerdir. Dolayısı ile Hakka olan velayet teveccühünü bu teveccüh üzerine tercih etmişlerdir. Bunun için de şöyle demişlerdir:
-Velayet, nübüvvetten daha faziletlidir.
Ama anlayamamışlardır ki; nübüvvet kemalâtında teveccüh velayet mertebesinde uruc vaktinde olduğu gibi Hakkadır. Hatta, velayet mertebesinde uruca bağlı bu kemalât, nübüvvet makamında hasıl olanın bir suretidir, ileride bu husustan bir parça anlatacaktır. Nüzul-ü nübüvvet vaktinde ise, velayette olduğu gibi teveccüh halkadır.
Ancak, aradaki fark şudur: Velayette zahir, halka müteveccih olup batın da Sübhan Hakkadır; nübüvvete ise, zahir ve batın her ikisi halka müteveccihtir. Nübüvvetin sahibi dahi, bütün külliyeti ile halka Hakka davet eder. iş bu nüzul, velayet nüzulünden daha kemali ve daha tamdır.
Nitekim, üstteki manayı bazı kitaplarımda ve risalelerimde tahkik etmiştim.
Nübüvvet sahibinin halka olan bu teveccühü ise, onların sandıkları gibi avamın teveccühüne benzemez. Zira, avamın halka teveccühü ise, ağyar ile taallukları dolayısı ile değildir. Zira bu büyükler, ilk adımda ağyar bir taalluka veda edip halkı yaratan yüce Sultan Halik ile alâka hasıl etmişlerdir.
Hatta, bu büyüklerin halka olan teveccühü, onları hidayete erdirip irşadlarını sağlamak, halkın Halikına ulaşmakta onların delilleri olmaktır; onları Mevlâ'nın rızası bulunan şeylere irşad eylemektir. Hiç şüphe edilmeye ki, onların bu gibi halka teveccühten maksattan, onları yüce Hakkin gayrına olan bağlardan kurtarmaktır ve öbür türlü nefsi için olan Sübhan Hakka teveccühten daha faziletlidir.
Üstte anlatılan mana üzerine bir misal verelim. Şöyle ki:
Bir şahıs, oturmuş Allah'ın zikri ile meşgul olmaktadır. Bu arada, bir âmâ çıkar. Hemen yolu üzerinde de bir kuyu vardır. O kadar ki, adımını atsa kuyuya düşecek durumdadır. Şimdi bu durumda, o şahıs için oturup zikirle meşgul olmak mı daha faziletlidir; yoksa o âmâyı kuyuya düşmekten kurtarmak mı? Hiç şüphe edilmeye ki, o durumda âmâyı kurtarmak en faziletlisidir. Zira, Allahu Teala, ondan ve onun zikrinden ganidir. Amâ ise, muhtaç bir kuldur. Ondan zararı def etmek ise, zaruridir. Bilhassa, bu kurtarmayı yapmakla memur olur ise... İş bu vakitte, yaptığı bu kurtarma, aynen zikirdir; zira emre imtisal vardır. Zikirde bir hakkı eda vardır; o da Mevlâ'nın hakkıdır. Emrini aldığı kurtarmayı yapmakta ise, iki hakkı eda vardır: Kulun hakkı ve Mevlâ'nın hakkı. O kadar ki, o vakitte kurtarmayı bırakıp zikretmek, masiyete de girebilir. Çünkü zikir bütün vakitlerde iyi değildir. Hatta bazı vakitlerde zikir etmemek, iyi olur. Meselâ yasak edilen günlerde oruç tutmamayı, mekruh vakitlerde namazı bırakmayı, oruçtan ve namazdan daha faziletli sayabiliriz.
Bilinmesi yerinde olur ki, her ne şekilde müyesser olur ise, zikir, gafletin tardından ibarettir. Zira, zikir, nefy ve isbat kelimelerinin tekrarına inhisar etmektedir. Yahut ism-i zat (Allah) kelimesinin tekrarına inhisar etmektedir. Nitekim, bilinen durum budur.
Her ne zaman bu zikir, emirleri yerine getirmeye ve yasaklardan da kaçmaya göre olur ise, hepsi zikre dahil olur. Hatta, şartlarına riayet edildiği takdirde, alışveriş dahi zikre dahildir. Şartlarına riayet edildiği takdirde, evlenmek ve boşanmak dahi zikirdir. Zira, emri veren ve yasak eden yüce Sultan, şartlarına riayet edilerek bu işler yapıldığı zaman; onları yapanın gözü önündedir; bu durumda gaflet mecali olmaz.
Ne var ki, mezkûrun ismini ve sıfatını anmak sureti ile yapılan zikir tez tesirli olup, zikri edilene mahabbet getirir; ona çabuk ulaştırır. Amma, emirleri yapmak ve yasaklardan kaçmak sureti ile yapılan zikir böyle değildir. Zira o, bu sıfatlardan yana nasibi azdır. Şer'i emirlerin ve yasakların yerine getirilmesinde, bazan bu sıfatlar tek tük bulunur ise de, enderdir.
Hazret-i Hace Nakşibend (ks) şöyle dedi:
-Hazret-i Mevlâna Zeyneddin Taybadi (ks) ilim yolundan Hakka vasıl oldu.
Bundan başka, mezkûr zatın adı ve sıfatı anılarak yapılan zikir, şer'i hududlara riayet edilerek hasıl olan zikre de vesile olur.
Şer'i hükümlere bütün emirlerde riayet etmek, şeriat koruyucusuna tam manası ile mahabbet olmadan müyesser olmaz. Bu mahabbet ise, o yüce Zat'ın ismini ve sıfatını zikre bağlıdır. Bunun için, önce o zikir gereklidir ki onun sebebi ile bu zikir hasıl ola... İnayet muamelesi dahi ayrı bir iş olup, burada ne şarttır ne de vesile.
Bir ayet-i kerime meali:
"Allahu Teala, kimi dilerse kendisine onu seçer."(42/13)
***
Biz yine esas konuşmamıza dönelim. Deriz ki:
-Tarikat, hakikat ve şeriattan ibaret olan, bu üç muamelenin dışında diğerlerine mahsus bir başka muamele vardır. Mümkündür ki, şöyle söylene:
O muamelelerin, bu muamelenin yanında sayısı ve itibarı yoktur.
isbatla taalluku olup da hakikat mertebesinde hasıl olan, bu muamelenin suretidir. Bu muamele dahi o suretin hakikatidir.
Burada misal olarak, şeriatın suretini verebiliriz. Ki bu, başta avama hasıl olmaktadır. Tarikatın ve hakikatin husulünden sonra da, o suretin hakikatini bulmak müyesser olur.
Tahayyül ve teemmül etmek gerek. Bir muamele ki, sureti o muamelenin hakikati ola, mukaddimesi dahi velayet ola, onun için dedikodu yeri nasıl olur? Ondan beyan yeri nasıl kalır? Farazabeyan edilse dahi kim idrak edebilir? Nasıl idrak edilir?
Bu muamele ki, ülü'l-azm sahibi peygamberlerin verasetidir, onlara salât, selâm, tahiyyet ve bereketler olsun. Azdan dahi az kimselerin nasibi olmaktadır. Bu muamelenin asılları ki, azdır; onun füruu daha az olur zaruri olarak.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Üstte verilen bilgilerden gerekli oluyor ki; irfan sahibi, bazı mertebelerde adımını şeriat haricine atar ve şeriatın ötesine yükselir.
Bunun için, şu cevabı verebilirim:
-Şeriat zahir amelleridir. Bu muamele ise, bu dünya hayatında batına taalluk eder.
Zahir daima şeriatle mükelleftir; batın ise, bu muamele ile doludur.
Bu dünya, amel yeri olduğundan ötürü; batın için, zahir amellerden büyük yardım vardır. Batının terakkileri dahi, zahire taalluk eden şeriat hükümlerinin yerine getirilmesine bağlıdır. Bu mana dolayısı ile, bu dünya hayatında hem zahire, hem de batına şeriat lâzımdır.
Zahirin vazifesi, şeriatın mucibi ile ameldir; batının nasibi ise, bu amelin neticeleri ve semereleridir.
Şeriat, her kemalâtın anası ve bütün makamların aslıdır.
Şeriatın neticesi ve onun semereleri, yalnız dünya hayatına inhisar etmez. Zira uhrevi kemalât ve sermedi nimetler aynı şekilde şeriatın neticeleri ve onun semereleridir.
Şeriat mübarek bir ağaçtır; alem onun meyvelerinden ve lezzetlerinden, bu dünya hayatında ve öbür dünya hayatında faydalanır. Her iki cihanın faydalan da ondan alınır.
***
Burada bir başka soru da şöyle sorulabilir:
-Bu beyandan lâzım geldi ki; batın Sübhan Hakka müteveccih ola, zahir dahi halka. Yani nübüvvet kemalâtında... Bazı mektuplarında ve risalelerinde yazdığın gibi, bu mektubatında dahi geçti ki: Nübüvvet makamında teveccüh tamamı ile halkadır. Bu iki mana arasındaki uyarlık derecesi nedir?
Bunun için şu cevabı veririm:
-O anlatılan muamele, uruca taalluk eder. Davet makamı ise, hübuta bağlıdır. Uruc vaktinde batın Sübhan Hak ile olur; zahir ise, halk ile. Ta ki, şeriat-ı garra uyarınca, onların hakları yerine getirile. Hübut zamanı ise, tamamı ile halka müteveccih olmaktadır. Bütün külliyeli ile Sübhan Hakka vardıran delilleri olmaktadır. Arada bir münafat yoktur.
***
Yukarıda anlatılan bu makamın tahkiki şudur ki: Halka teveccüh, aynen Hakka teveccühtür.
Bir ayet-i kerime meali:
-Her ne yana yönelirsek, Allah'ın vechi oradadır."(2/15)
Üstte anlatılan:
-Mümkin, Vacib'in aynıdır; yahut, Vacib'in aynasıdır demeye gelmez. Zira o, yüce Zat Sübhan'dır.
Bu hakir mümkinin değeri nedir ki? Vacib Taala'nın aynı olan veya onun aynalığına kabiliyetli ola. Belki de, şöyle demek yerinde olur
-Vacib Taaia, mümkinin aynasıdır. Eşya, Vacib Taala'nın aynasında tevehhüm edilmektedir.
Tıpkı aynanın suretinde, eşyanın suretlerinin bulunması gibi. O suretlerin, aynanın suretine hululü ve sereyanı olmadığı gibi, eşyanın dahi, Vacib Taala'nın aynasına hululü ve sereyanı yoktur.
Anlatılan manada nasıl hulul ve sereyan tasavvur edilir ki?.. Zira, ayna mertebesinde, suretlerin vücudu yoktur. O suretlerin vücudu ancak, tevehhüm ve tahayyül mertebesinde olur.
Bir yerde iki ayna vardır; orada suretler olmaz; bir yerde ki, suretler vardır, orada dahi ayna bin defa uzaktır. Zira suretlerin, hayali bir görüntüden başka sübutu ve vehmi tahakkuktan başka bir vücudu yoktur.
Şayet o suretler için bir mahal var ise, o dahi tevehhüm mertebesinden-dir. Eğer onlar için bir zaman var ise, o dahi tahayyül mertebesindedir. Amma, o eşya için, hayale kalan görüntüler, Sübhan Hakkın bir san'atı olduğundan; onlar halelden masun, çabuk zevalden dahi mahfuzdurlar. Ebedi muamele dahi, onlara bağlı bulunmaktadır. Sermedi olan azap ve sevap ise, onlarla bağlantılı kılınmıştır.
***
Bilesin ki, suret aynasında evvelâ melhuz olan, suretlerdir. İkinci iltifat ancak, mir'atın şühudu içindir.
Vacib Taala'da evvela melhuz olan aynanın kendisidir. İkinci iltitat ise, ancak eşyanın şühudu içindir.
Aynı şekilde, aynanın suretindeki suretler dahi ayna hükümlerini ve eserlerini gösterenlerdir. Eğer ayna uzun ise, eşya dahi aynı şekilde uzun olur. Eşya dahi, aynanın uzunluğunu gösterenler hükmüne girer. Eğer ayna küçük ise, o küçüklüğü, suretlerin görüntüsü zuhura getirir. Amma Vacib Taala'nın aynası böyle değildir. Zira, eşya, onun hükümlerine ve eserlerine göstermelik yerler olamazlar. Zira, o yüksek mertebe üzerine bu hüküm bir eser yoktur. Hatta, bütün nisbetler, o mertebede o aynadan atılmıştır. Şayet eşya, göstermelik yerler olsalardı, neyi gösterebilirlerdi?
Evet, caizdir ki, tenezzül mertebelerinde eşya, Vacib Taala'nın hükümlerinin suretlerine göstermelik yerler olalar. O tenezzül mertebeleri dahi, isimlerin ve sıfatların yeridir.
Misal olarak anlatalım ki, basar, ilim, kudret (işitmek, görmek, bilmek, güç) eşyaların göstermelik yerlerinde zahir olmaktadırlar. Bu dahi, zahir olan eşyanın aynası durumunda bulunan vücub mertebesinde sabit olam sem, basan, ilim, kudret suretleridir.
***
Yukarıda şöyle bir cümle kullandım:
-Vacib Taala'nın aynasında evvelâ melhuz olan aynanın kendisidir. İkinci iltifat ise ancak eşyanın şühudu içindir. Bu eşya dahi, o aynadaki suretler gibidir.
Bu anlatılan rücuun başlangıcıdır ki, nazar için, suretler onda zuhura gelir. Amma henüz o suretler tamamı ile nazardan kalkıp gizlenmemiştir. Rücu, nihayete erdiği, eşyada seyir dahi enine boyuna vaki olduğu, imkân dairesi merkezinde istikrar dahi müyesser olduğu zaman, zaruri olarak, şühud gayb ile yer değiştirir. Şühudi iman dahi, gaybi iman olur.
Amma davet muamelesi tamam olduğu, göç tokmağı dahi vurulduğu zaman, gayb da kalmaz. Şühuddan başka bir şey de olmaz. Lâkin, bu şühud, öbür şühuddan daha tamam ve daha kemallidir; yaci rücudan az önce hasıl olan şühuddan. Zira, ahirete taalluk eden şühud, dünyaya taulluk eden şühuddan daha mükemmeldir.
Bir şiir:
Erbab-ı nimete kutlu olsun erdikleri
Miskin aşıka yeter kadehle içtikleri...
***
Bilinmesi yerinde olur ki, üstteki tahkikten de anlaşıldığına göre, bir şeyin sureti ki, aynada zahir olur, tahayyülün dışında onun bir sübutu yoktur. O suretin onda husulü olsa dahi, ayna sırf mücerredliği üzeredir.
Üstte anlatılan mana için, şöyle denmesi mümkündür:
-Ayna o surete yakındır.
Şöyle denmesi de mümkündür:
-Ayna o sureti ihata etmiştir.
Halbuki, bu yakınlık, bu ihata ve maiyyet; bir cismin ve cevherin yakınlığı ve onları nazarı ihataları gibi değildir. Elbette onda bir yakınlık ve ihata vardır; amma akıl onu tasavvurdan aciz olup onların keyfiletini idrakten yana da kusurludur. Bu surette, ihata, yakınlık, beraberlik sabittir; amma onların keyfiyeti asla bilinmemektedir.
Bir ayet-i kerime meali:
«...En üstün mesel (sıfat) Allah'ındır."(30/27)
İşte yüce Hakkın aleme yakınlığı dahi anlatılan manadadır. Keza onun, ihatası ve maiyeti dahi öyledir. Olduğu malumdur; amma, keyfiyeti meçhuldür
biz iman ediyoruz ki, Allahu Teala, aleme yakındır, onu ihatasına almış ve onunla beraberdir. Ne var ki, bu yakınlığın, bu ihatanın, bu mahiyetin keyfiyetini bilemeyiz ki, nasıl bir şeydir?
Çünkü, bu sıfatlar eşyanın sıfatlarına mugayirdir, imkân ve hüdus simasından dahi beridir.
Her ne kadar onun tanzirini ve teşbihini hakikatin köprüsü mecaz aleminde varid görüyor ve ona ayna ve suret olarak ima ediyorsam da, görüşü keskin olanlar mecazdan hakikata çıkmaya çabalamalıdırlar; suretten geçip manaya meyilli olmalıdırlar.
Selâm, hüdaya tabi olanlara...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 358. Mektup

MEVZUU: Alemin tamamı, vacibiyet isimlerinin ve sıfatlarının tecelligâhlarıdır; zatın değil. Zira, mümkinin zattan yana bir nasibi yoktur. Şunun için ki: Mümkinin kendi kendine kıyamı yoktur; hepsi arz olup cevheriyetten yana hiçbir korku almamıştır.
Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Menba-ı Hakaik Maden-i Maarif Hace Hüsameddin Ahmed'e yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun; selâm seçmiş olduğu kullarına.
Ey Mükerrem Mahdum,
Bir mısra:
Yazılanın en güzeli, sözüdür dostların...
Duyulmamış maariften yazılacaktır; onları dinlemek gerekir. Havasın dahi havassı' zatların murakabesi de beyan edilecektir. O yana da açık bir şekilde teveccüh edilmesi yerinde olur.
***
Bilinmesi yerinde olur ki, alem, tamamı ile isimlerin tecelligâhları olup , yüce mukaddes vacibiyet sıfatlarının da zuhur yerleridir. Şayet mümkinde bir havat var ise o yüce mukaddes Vacib Zat'ın hayatına bir ayna olmuştur Eğer onda bir ilim var ise, o yüce Zat'ın ilmine aynadır. Eğer onda bir kudret var ise, o yüce Zat'ın kudretine bir aynadır. Bu kıyas, böylece devam edip gider... O nun zatı için, alemde ne mazhar vardır; ne de ayna. Hatta onun zatı için, alemle bir münasebet ve iştirak asla yoktur. Hem de kesin olarak. İsterse bu münasabet isimde veya surette olsun. Bu mana, bir ayet-i kerimede şöyle anlatıldı:
"Elbette Allah alemlerden ganidir."(29/6)
Fakat, isimler ve sıfatlar öyle değildir. Zira, bunların alemle isim yönünden münasebeti, suret yönünden ne iştiraki vardır. Nitekim, Vacib Taala'da ilim olduğu gibi, mahlukta dahi ilim vardır. Amma, mahluktaki o ilmin suretidir. O Zatta kudret olduğu gibi, mümkinde dahi kudret vardır. Orada kudretin kendisi olduğu gibi; burada da kudretin sureti vardır. Amma, zat öyle değildir. Zira, mümkinin, o devletten yana nasibi yoktur; onun için, kendi kendine kıyam verilmemiştir. Hatta mümkin, yüce Hakkın isim ve sıfatları üzerine mahluk olduğu cihetten tamamı ile arazdır. Cevheriyetten yana hiçbir koku almamıştır. Onun kıyamı dahi, yüce mukaddes Vacib Taala'nın zatı iledir.
Akıl erbabının, bu alemi cevher ve araz olarak ikiye ayırmaları, onların nazarlarının zahirle kısıtlı olduğundandır. Mümkün cinsinden, bazısının bazısı ile kıyamı var ise, bu arazın arazla kıyamı kabilinden olup arazın cevherle kıyamı değildir. Hatta, hakikatta iki arazın kıyamı, yüce mukaddes Vacib Zat iledir. Onların arasında hiç de cevheriyet sabit olmamıştır. Bütün mümkinatın Kayyum'u, yüce mukaddes Allah'tır. Hakikatta, mümkin için bir zat yoktur ki; o zat ile kendisi kıyam ede... Elbette zat, yüce mukaddes Vacib Taala'nındır; sıfatları dahi onunla kaim olmaktadır; keza bütün mümkinat dahi öyledir.
-Ene... (Ben) lâfzı ile, herkesin kendi zatına vaki olan işarete gelince...
Bu işaret hakikatta; o tek olan zata işarettir ki, her şeyin kıyamı onunladır. işaret eden, bunu bilsin veya bilmesin. İsterse, yüce Hakkın Zat'ı; kendisine işaret edilen ve bir şeyle de asla ittihad etmiş olmasın.
Üstte anlatılan derin maarifi, kusurlular tevhid-i vücudi maarifi ile karıştırmasın. Eli ve cebi de birbirine müttahid sanmasınlar. Çünkü tevhid erbabı, yüce mukaddes Zat'tan başka bir varlığa kail olmazlar; isimlerine ve sıfatlarına da ilmi itibar olarak kanaat ederler. Mümkinatın hakikatları için derler ki:
-Onlara vücud rayihası ulaşmamıştır. Ayan dahi, vücud rayihasını almamıştır.
işte, üstteki cümle, onların kelâmından alınmıştır.
***
Bu Fakir, şuna itikad eder ki: Yüce Allah'ın sıfatı, zatı üzerine fazladan bir varlıkla mevcuttur. Nitekim, ehl-i ulema dahi, buna kaildir. İsimlerin ve sıfatların tecelligâhları olan mümkinata gelince, onlar için dahi vücud isbat edilir.
Bu babda netice söz şu ki: Mümkinat için, kendi kendine kıyamı olmayan arazdan başka bir şey bilinmiyor. Mümkinatta kendi kendine kıyamı olan cevher, ona isbat edilememektedir. Bunun için, yakin derecedeki mana şu ki, her şeyin kıyamı, yüce Hakkın zatı iledir.
Üstteki mana üzerine, şöyle bir şey sorulabilir:
-Yapılan bu tahkikten anlaşılan odur ki; mümkinatın zatı, aynen Vacib Taala'nın zatıdır; mümkin dahi şanı yüce Vacib ile müttahiddir. Böyle bir şey ise, hakikatlerin değişmesini gerektirdiğinden muhaldir.
Bunun için şu cevabı veririm:
-Mümkinin zatı, yani mahiyeti ve hakikati; Allahu Taala'nın isimlerine ve sıfatlanna tecelligâh olarak mahsus kılınan müteaddid arazların aynıdır. Bu ayniyet için, Vacib Taala'nın zatı ile asla bir beraberlik yoktur. Aralarında ittihad dahi yoktur; hem de şekillerin hiçbir ile. Onun için de, hakikatların kalbi (değişmesi) gerekmez. Dolayısı ile o makamda, arazlara yüce mukaddes Zat ile kıyamdan başka bir şey kalmaz. Onun Kayyumiyeti dahi, bütün eşya iledir.
***
Burada, bir başka soru daha sorulabilir:
-Ene... (Ben...) lâfzı ile herkesin zatına işareti, Vacib Taala'nın zatına raci olmaktadır.
Bundan lâzım gelir ki; mümkinin zatı, yani mahiyeti ve hakikati Vacib Taala'nın ayenn zatı olan. Zira, herkesin:
-Ene... (Ben...) lâfzı ile işareti, kendi hakikatına ve mahiyetinedir.
Bu dahi, hakikatin kalbini (değişmesini) gerektirir. Tevhid-i vücudi erbabının kelâmının dahi aynıdır.
Bu soruya şu cevabı veririm:
-Evet... herkesin:
-Ene... (Ben...) lâfzı ile işareti kendi hakikatına olsa dahi; ama, onun hakikati bir araya gelmiş arazlardan olduğu için, bu işarete onun kabiliyeti yoktur.
Zira, arazlar, asaleten ve istiklâlen hissi işareti kabul edemezler. Onun hakikati bu işareti kabul etmeyince, işaret o hakikati kıyamda tutan hakikata raci olur.
Mümkinin mahiyeti, bir araya gelen o arazların aynıdır.
Mümkinin kabiliyetsizliği dolayısı ile bu işaret, onun kıyamını sağlayana raci olunca, onun kıyamını sağlayan dahi Vacib Taala'nın zatıdır; bunun iç-ni hakikatin kabli (değişmesi) gerekmez. Mümkin dahi, yüce mukaddes Vacib Taala olmaz.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, tevhid-i vücudi erbabının kelâmına mugayir olur.
Asıl şaşılacak mana şu ki:
-Ene... (Ben...) lâfzı, mümkinden sadir olup Vacib Taala'ya dönmektedir; mümkin dahi hali üzere kalmaktadır. Bunun için de:
-Sübhani...
-Enel-Hak... cümlelerini söyleyemez. Belki de temeyyüz sahibi olarak bu sözleri söylemeye güç yetiremez.
***
Burada bir başka soru da şöyle sorulabilir:
-Mümkinin kıyamı Vacib Taala ile olduğuna göre, sonradan yaratılan hadis şeylerin kıyamı dahi o yüce Zat ile olmayı gerektirir. Böyle bir şey de mümtenidir.
Bunun için, şu cevabı veririm:
-Hadis şeylerin kıyamının mümteni olması, yüce Zat'a hulul manasındadır; muhal olan da budur. Lâkin, burada hulul manası yoktur; sübut ve takarrür manası vardır. Yani mümkinin sübutu ve kararı, Vacib Taala'nın zatı ile olmaktadır.
Bu manada bir başka soru da şöyle olabilir: -Mümkinin sübutu, Vacib Talaa ile oldu. Halbuki o, mümkinin tamamen araz olduğu da takarrür etmiştir. Dolayısı He ona kıyam edeceği bir mahal gerek. Bu mahal neredir? Vacib Taala'nın zatı değildir. Mümteni dahi, onun için bir mahal olamaz. Bunun için şu cevabı veririm:
-Araz o şeydir ki, zatı ile kıyam yoktur; başkası ile kıyamı vardır. Akıl erbabı dahi, arazın kıyamında hululden başka bir mana anlamadıklarından zaruri olarak araz için mahal isbatına kalktılar. Bir mahal olmadan da, onun sübutunu muhal saydılar. Kıyam için bir başka mana zahir olunca asla mahal lâzım gelmez. Ki bu daha önce de anlatıldı. Müşahedemiz ve mahsusumuz (hissimize gelen) odur ki: Bütün eşyanın kıyamı Vacib Taala iledir. Amma, arada bir hulul ve mahal asla yoktur. Bunu, akıl erbabı, ister tasdik etsin; isterse etmesin. Onların sekleri, bizim bedahetimizle çarpışamaz; yakınimiz dahi onlann şekki ile zail olmaz. Bu bahsi bir misalle izah edelim:
Tılsım erbabı ve simyacılar; eşyayı garib cisimler cinsinden meydana getirirler. Acaib arazlar şeklinde ortaya çıkarırlar. Bu görüntülü surette herkes bilir ki, bu cisimlerin kendi başlarına bir kıyama yoktur. Yani araz gibi. Onlardan her birinin kıyamı, tılsım sahibinin kendisine bağlıdır; onların kendi başlarına bir mahalli de yoktur. Şunu da bilsinler ki, bu kıyamda, haliyet ve mahalliyet şaibesi yoktur. Elbet, bu cisimlerin ve arazların sübutu, o tılsım sahibinin zatı iledir; bir hulul tevehhümü de yoktur. Üzerinde durup anlatmaya çalıştığımız mana dahi, bu taavvurun aynıdır. Sübhan Hak, eşyayı his, vehim mertebesinde yarattı. Bu san'atına perklik ve muhkemlik dahi kattı. Ebedi muameleyi ve sonsuz azabı dahi o eşya ile rabıtalı kıldı. Bu manadan olarak, eşyanın kendi zatı ile kıyamı yoktur; hulul şaibesi olmadan, eşya onun zatı ile kaimdir. Hal ve mahal zannı dahi yoktur.
Burada bir başka misal daha vardır. Ki bu misal, bir dağın veya semanın sureti olup aynada zahir olmuştur. Hangi ebleh sanır ki, bu suretler cisimdir ve cevherlerdir; ayrıca onları, kendi başlarına kaim sanırlar. Faraza bir kimse, o suretleri araz kabul ede ve başkası ile de kaim bildikten sonra araziyet sebebi ile onlara mahal araştırsa, ayrıca onların sübutlannı mahalsiz saysa, bu şahıs dahi sefihtir. Çünkü bu kimse, sırf taklid yolu ile kendi bedahetini inkâr etmektedir. Zira, temyiz kabiliyeti olan herkes açıklıkla bilir ki, o suretler için asla bir mahal yoktur. Hatta onların bir mahalle ihtiyacı da yoktur.
İşte, mümkinatın tümü; keşif ve müşahede erbabı katında budur ve görülen timsallerden başka değildir. Yani anlatılan suretler gibi...
Bu manada asıl söz şu ki:
-Sübhan Hak, bu suretleri ve timsalleri kâmil kudreti ile öyle sağlamlaştırıp kuvvetlendirdi ki, halelden masun ve zevalden dahi mahfuz oldular. Uhrevi muamele dahi, onlarla bağlantılı kılındı. Ki bu mana, bir kereden çok anlatıldı.
Nazzam, mütekelliminden olup mutezile ulemasındandır. Yerinde bir zan olmadan zan ve tahmin hükmü ile söyle demiştir:
-Bu alem toplu arazdır.
Ayrıca, onları cevherlerden de hali zannetmiştir.
Evet, yalancı bazan doğru söyleyebilir. Bu arazın kıyamı için, yüce Sultan Vacib Talâ'nın zatı ile kaim olduklarına kısır görüşü dolayısı ile kail olmayınca; akılların taanına ve ayıplamasına bir yer olmuştur. Çünkü, araz, mutlak bir başkasının varlığı ile kaimdir. Kendisi, cevherin varlığına da kail değildir ki; arazın kıyamını dahi ona istinad ettirsin.
Sofiyeden Fütuhat-ı Mekkiye Sahibi (Muhyiddin b. Arabi Allah sırrının kudsiyetini artırsın) itikad etti ki: Alem, ayn-ı vahidde toplanan arazdır. Bu ayn-ı vahidi dahi yüce Sultan Zat Ehadiyet'ten ibaret eyledi. Lâkin o, bu arazın iki zamanda baki olmadığına da hükmetti. Bunun için şöyle dedi:
-Alem, bir anda yok olur; onun yenisi teceddüd edip gelir.
Fakir'e göre anlatılan bu muamele, şühuda dayalı olup vücuda bağlı değildir. Nitekim, bu bahis, Rübaiyet şerhi haşiyelerinde tahkik edilmiştir. Bu manayı, salik, orta hallerde görür. O zaman, mutlak olarak ağyar nazarından silinmemiştir. O halinde bir an alemi yok olarak görür; ikinci anda mevcud görür; üçüncü anda yine yok görür; dördüncü anda mevcud görür... Taa, mutlak fenaya kavuşuncaya kadar, bu hali devam edip gider. O fenayı bulunca da, alemi daimi yok görür. Bu halinde alem, yoklukta devamlıdır. Yani onun müşahede gözünde...
Orta halde böyle olduğu gibi, aleme rücu durumunda dahi böyle olur. Alem, kendisine bazan zahir olur; bazan da gizlenir.
Yine bu makamda, o kimse, teceddüd-ü emsal haleti dahi tevehhüm eder.
Bir irfan' sahibi için, beka muamelesi ve aleme rücu tamam olunca, irşad ve tekmil makamına da dayanınca; aynı şekilde alem onun nazarında zahir olur. Alemi devamlı olarak, var görür.
Bu durumda muamele, salikin şühuduna raci olur; alemin vücuduna olmaz. Zira, alemin varlığı bir yol üzerinde zail olup gitmez. Eğer bir tezebzüb var ise, bu da şühuddadır.
Doğruyu ilham eden Sübhan Allah'tır.
Arazların tek zamanda baki olmadıklar hükmü ise, anlatılan manaya dahildir Nitekim bunu bazı mütekellimin anlatmıştır; ama sübut mertebesine ulaşmamıştır. Arazın baki olmadığı manasında getirdikleri delil ise, tam değildir.
***
Üstte anlatılan derin manalı maarif, arkadaşların pek çoğuna bir ders mahiyetindedir. Buna şevki olan herkese nakledilmesi gerekir.
Fakir'de bir çeşit maraz olduğundan, arkadaşlarından her birine tek tek yazamadı; bu maarif ile yetindi.
Selâm size ve yanınızdakilere...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 357. Mektup

MEVZUU:
a) Vahdet-i vücud ve onun şer'i ilimlere tatbiki sorusuna cevap.
b) "Allah bir kulu severse..."
Manasına gelen hadis-i şerif üzerine sorulan soruya cevap.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hacı Muhammed Mümin'in oğlu Muhammed Sadık'a yazmıştır.
Allah'a hamd olsun; seçmiş olduğu kullarına selâm.
***
Diyorsun ki:
-Sofiye, vahdet-i vücuda kaii olmaktadır. Ulema ise, bu kavli küfür ve zındıklık olarak kabul etmektedir. Halbuki her iki taife de fırka-i naciyedendir. Size göre bu muamelenin hakikati nedir?
-Ey Muhib! Bu Fakir bu bahsin tahkikatını mektuplarında ve risalelerinde yapmıştır. Hem de tafsilatı ile. Ona göre, her iki taifenin nizaı dahi, lâfza raci olmaktadır.
Durum üstte anlatıldığı gibi olmasına rağmen, madem ki sordunuz, zaruri olarak onun cevabını yazacağız.
Bilesin ki, Sofiyeden vahdet-i vücuda kail olup da, eşyayı Sübhan Hakkın aynı görerek her şeyin o olduğuna hükmeden kimsenin muradı, eşyanın yüce Hakla ittihad ettiği manası değildir. Ayrıca, tenzihin teşbih olup tenezzül etmesi, vacibin mümkün olması, lâmisli olanın dahi misli olmaya inkılâbı da değildir. Zira, böyle bir şey küfür ve ilhad olup dalâlet ve zındıklığa girer. Zira, burada, ne ittihad, ne ayniyet, ne tenezzül, ne de teşbih vardır. Halbuki, Sübhan Hak, şu anda olduğu üzere bakidir.
Noksan sıfatlardan münezzehtir o zat ki, zatı, sıfatı, isimleri kâinatın hadiseleri ile ona bir değişme gelmez. O Sübhan Zat, mutlak sarafeti üzeredir. Vücub evcinden, imkân bataklığına meyil de yoktur.
Onların her birinin muradı şudur: Eşya madum olup mevcud olan o yüce mukaddes Zat'tır.
Hüseyin b.Mansur Hallac'ın:
-ENEL HAK... (BEN HAK) sözünden muradı şu demek değildir:
-Ben Hakkım, Hakla ittihad ettim.
Zira, böyle bir cümle kullanmak müfürdür ve katlini mucibdir. Onun bu cümleden asıl muradı şudur:
-Ben yokum, mevcud olan Sübhan Haktır.
Bu babda netice söz şu ki: Sofiye, eşyayı Hakkın zuhurlarına aynalar halinde görüp onların isimlerinin ve sıfatlarının tecelligâhları sanmaktadırlar. Hem de tenezzül şaibesi, tagayyür ve tebeddül zannı olmadan. Nitekim, bir şahsın gölgesi uzayıp durduğu zaman:
-Bu gölge, o şahısla ittihad etmiştir; bunun onunla ayniyet beraberliği vardır, şeklinde bir cümle kullanılmayacağı gibi, şöyle dahi denemez:
-O şahıs, tenezzül edip gölge suretinde zuhur etmiştir.
Herhalde, o şahıs, sarafet asaleti üzerinedir. Tenezzül ve tagayyür şaibesi olmadan da gölge ondan var olmuştur, isterse, bazı vakitlerde, gölgenin varlığı bir cemaatın nazarından gizlenmiş olsun. Bu durum dahi, o şahsın vücuduna olan tam manası ile mahabbetlerinden dolayıdır. O kadar ki, onların müşahedelerinde, o şahsın varlığından başka bir şey asla yoktur. Herhalde, o zaman şöyle diyebilirler:
-Bu gölge o şahsın aynıdır.
Yani gölge yoktur, mevcut olan yalnız o şahıstır.
Üstte yapılan tahkikten şu mana gerekeli olarak çıktı; Sofiye katında eşya; Hakkın zuhuratına aynalar halindedir; ama yüce mukaddes Zat'ın aynı değildir. O zaman, eşya Haktan olur, ama Hak oImaz. Bu durumda onların sözlerindeki mana dahi şu olur:
-Hepsi ondandır.
Ulema-i kiram katında tercih edilen kavi dahi budur. Bu manadan ötürü, ulema-i kiram ile sofiye-i izam arasında dahi niza olamaz. Hakikatta sebatlı olarak onların sayılarını taa, kıyamet gününe kadar Allahu Teala artırsın.
Her iki kavun neticesi de aynı yere çıkar.
Sofiye der ki:
-Eşya, yüce Hakkın zuhurat aynalarıdır.
Ulema ise, böyle bir lâfızdan sakınır. Şunun için ki, hulul ve ittihad vehminden korunalar.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Sofiye, eşyanın zuhuratına kail olmakla beraber, onu hariçte yok görür ve dışta Sübhan Hakkın gayrına varlık için kail olmazlar. Ulema ise, eşyanın hariçte mevcud olduğuna kaii olurlar. O zaman, manada her iki taifenin nizaı da sabit oluyor.
Bunun için şu cevabı veririm:
-Sofiye, her ne kadar alemi haricen yok bilseler de, lâkin onun için hariçte mevhum bir varlık isbat ederler. Onun harici görünüşüne de kail olurlar. Harici olan mevhum kesreti de inkâr cihetine gitmezler. Bununla beraber şöyle derler:
-Hariçte bir görünüş hasıl eden bu mevhum varlık, vehmin kalkması ile kalkan vehme dayalı mevhum mevcudlardan değildir. Yani bir sebatı ve kararı olmayan cinsten. Amma, öyle değildir. Bu mevhum varlık, bu hayale dayalı görünenler; Sübhan Hakkın sun'u ve onun kudret nakşı olduğundan zevalden mahfuz olup halelden dahi masundur. Bu dünyanın ve öbür dünyanın muamelesi de buna bağlıdır.
Alemi vehimlerden ve hayallerden sayan sofestaiye zümresine gelince, sanırlar ki; vehmin ve hayalin kalkması ile alem dahi kalkar. Bunun için de derler ki:
-Eşyanın varlığı, bizim itikadımıza tabidir. İşin aslında onun bir hakikati yoktur. Eğer semayı arz olarak itikad edersek, o arz olur; arz dahi bizim itikadımız gereğince sema olur. Yine tatlıyı acı olarak hayal edersek, acı olur; acı dahi bizim itikadımıza göre tatlı olur.
Hülasa, bu mecnunlar, yüce Sultan dilediğini yapmakta Muhtar olan yaratıcının icadını inkâr ederler. Eşyayı, o yüce Zata dayandırmazlar. Bunun için, kendileri sapıttığı gibi, başkalarını dahi saptırırlar.
Sofiyeye gelince, hariçte eşyaya vehme dayalı bir varlık isbat ederler. Hem de, sebatı ve istikran olan bir varlık, vehmin ortadan kalkması ile de kalkmayan. Bu dünya hayatının ve ahiret hayatının muamelesi de, o vücuda bağlı olarak, daima ve ebedi olarak kabul ederler.
Ulemaya gelince, eşyayı hariçte mevcud olarak itikad ederler. Ayrıca, eşya üzerine ebedi olarak harici hükümlerin terettübüne dahi itikadları vardır. Durum böyle olmakla beraber; eşyayı yüce Hakkın varlığı yanında zait, nahif olarak tasavvur ederler. Mümkinin vücudunu dahi yüce mukaddes Hakkın varlığına nisbetle yok görürler.
Üstte anlatılan mana açısından bakılınca; her iki fırka katında dahi, eşyanın varlığı sabittir. Bu alemin ve öbür alemin hükümleri dahi ona bağlıdır. Vehmin ve hayalin kalkması sonunda, o kalkmaz. Böyle olunca da, ihtilâf kalkar ve niza zail olur.
Netice mana olarak, sofiye der ki:
-Bu varlık vehmidir.
Bunun sebebi de şudur: Uruc zamanı, eşyanın varlığı onların nazarından gizlenir; onların nazarında şanı yüce Hakkın varlığından başkası kalmaz.
Ulemaya gelince... Bu vücuda,
-Mevhum...
lâfzını ıtlak etmekten sakınırlar, vehme dayalı bir vücuda kail olmazlar. Ta ki, kısa görüşlü olan, onun kalkacağına hükmetmeye; sonunda, ebedi olan azabı ve sevabı inkâr eder.
Burada şöyle bir soru daha çıkabilir:
-Sofiyenin, eşyaya vehmi olan vücud isbatından gaye şudur ki; bu vü-cudla beraber, sebat ve istikrar dahi ola... Bu dahi, işin aslında böyle olmadığı gibi, vehimden başka bir şeyde dahi olmaz. Bir görüntü dışında dahi onun nasibi yoktur. Ulema dahi eşyanın hariçte işin aslına göre varlığına kail olurlar ve bu durumda dahi, niza bakidir.
Bunun için şu cevabı verebilirim:
-Mevhum olan varlık, hayale dayalı görüntü; vehmin ve hayalin kalkması ile kalkmamış olsa dahi, işin aslında vardır. Misal olarak, farz etsek ki, vehim sahiplerinin tümünden vehim zail ojmuştur; yine de bu vücud sabit olur, vehimlerin zevali ile da zail olmaz. İşin aslının ve vakıanın bundan başka manası da yoktur. Ancak, mümkinin varlığında isbat edilen işin aslı ile, Vacib Taala'nın varlığında sabit olan arasında bir fark vardır ki, o da şudur: İkincisinin yanında birincisi, hiçbir şey olmamak durumundadır. O kadar ki, mevhumlar ve hayal edilenler arasında sayılır. Meselâ: Şekke düşülen külli cüzleri gibi... Bunlar arasında dahi, nice değişik farklar vardır. Nitekim, Vacib Taala'nın vücudana nisbetle mümkinin vücudu dahi, hiçbir şey olmama hükmünde olup ademler (yoklar) meyanında sayılır.
Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca, hakikatta niza yoktur.
***
Burada bir başka soru dahi, şöyle sorulabilir: Bütün SyanVn vücudu için, işin aslında müteaddid vucudardmak lazım geldiğine göreişin aslında tek vücud olmamak lâzım gelir. Bu mana dahi, sofiye katında kabul edilerek ikrar edilen vahdet-i vücuda münafidir.
Ne denir?
Bu soruya şu cevabı veririm:
Her iki durumda da, işin aslına mutabıktır. Yani, işin aslındaki taahdüd-ü vücud ve vahdet-i vücuda. Ancak, cihet ve itibar değişik olunca, ıkı nakzedici şeyin içtima tevehhümü kalkmıştır.
Üstte anlatılan bahsi, bir misalle açalım. Şöyle ki:
Zeyd'in sureti aynada görülmektedir, işin aslına göre, aynada asla bir suret yoktur. Bu görülen suret dahi, ne aynanın altındadır; ne de yüzünde. Aynadaki bu suret dahi, bir tevehhüm itibarı ile olup oynada, hayali olan bir görüntü dışında husulü yoktur. Bu vehmi olan vücud ve hayali olan görüntü dahi, aynada bulunan surete sonradan arız olmuşlardır, işin aslında onların oluşu budur.
Üstte anlatılan manadan olarak, bir şahıs dese ki:
-Ben, Zeyd'in suretini aynada gördüm.
Aklen ve örfen o kimse bu sözünde doğrudur ve haklı sayılır. Edilen yeminlerin binası dahi bunun üzerinedir. Meselâ, bir şahıs yemin edip dese ki:
-Vallahi, Zeyd'in suretini aynada gördüm.
O kimse, bu yeminini boşa etmemiş olar.
Anlatılan durumda, Zeyd'in suretinin aynada husul bulmaması vardır. Oradaki husulü dahi, vehim ve tahayyül itibarı iledir. Her ikisi de, işin aslına uygun olan bir vakıadır. Lâkin birinci durum, işin aslında mutlak olup ikincisi ise, vehim ve tahayyül tavassutu iledir.
Burada asıl şaşılacak bir durum var ki, o da şudur: işin aslına münafi olan vehim ve tahayyül, işin aslı için hasıl edenler olmuştur. Eğer onlar olmasaydı, işin aslı da hasıl olmazdı.
İkinci bir misal de nokta-i cevvaldir; kendisine hariçte daire sureti arız olmuştur. Yani, hayal ve tevehhüm cihetinden. O makamda dairenin husulü haricen yoktur. O dairenin orada husulü dahi, vehim ve tahayyül itibarı iledir. Her ikisi de işin aslına mutabıktır. Lâkin dairenin husul bulmayışı, işin aslında mutlaktır. O dairenin onda husulü dahi vehim ve tahayyül ciheti iledir. Bu durumda, birincisi mutlak olup, ikincisi ise, mukayyeddir.
Üstte anlatılan misal açısından bakılarak, üzerinde durduğumuz vahdet-i vücud, işin aslı cihetinden mutlak olup, yine işin aslında taaddüd-ü vücud dahi, tevehhüm ve tahayyül itibarı iledir.
Itlak ve takyid mülâhazası ile, işin aslına göre iki mütenakız arasında tenakuz olmaz; iki nakzedicinin bir arada olması dahi isbat edilemez.
***
Burada bir başka soru dahi şöyle olabilir:
-Bütün vehim sahiplerinin vehminin zeval bulduğu farzedilince, vehme dayalı vücud ile hayali görüntü nasıl sabit olur?
Bunun için dahi şu cevabı veririm:
-Bu vehme dayalı vücud, mücerred vehmin ihtıraı ile hasıl olmamıştır ki; vehmin zevali ile zeval bulup gitsin. Elbet o, yüce Hakkın yaratması ile, vehim mertebesinde hasıl olmaktadır. Hatta, onun için itkan dahi hasıl olmuştur ki; zaruri olarak, vehmin zevaii ile ona bir halel gelmez. Onun için:
-Vehmi vücud, denmesi şu itibara göredir ki; Sübhan Hak onu his ve vehim mertebesinde yaratmıştır.
Hangi mertebede olursa olsun; Sübhan Hakkın halkı (yaratması) zevalden ve halelden mahfuzdur.
Bundan başka, Sübhan Hakkın halkı zaruri olarak işin aslına uygun olmaktadır; amma hangi mertebede halk ederse etsin. İsterse o mertebede işin aslında olduğu gibi olmayıp mücerred itibara göre olsun. Ne var ki, o mertebede mahluk işin aslına uygun bağlanmaktadır.
Yukarıda şöyle bir cümle kullandım:
-Sübhan Hakkın hakkı, his ve vehim mertebesindedir.
Bunun manası şu demeye gelir:
-Allahu Taala, eşyayı öyle bir mertebede yaratmıştır ki; o mertebede, o eşya için his ve vehimden gayrı bir yerde sübut ve husul yoktur.
Nitekim gözbağcılar, birtakım gayrıvâki şeyler gösterirler; bir şeyi de on şey olarak göze getirirler. Halbuki o eşya için, on tane olmak, histen ve vehimden başka bir yerde yoktur. İşin aslında mevcud olan dahi, bir şeyden başka değildir. O on şeye, yüce Hakkın kudreti ile sebat ve istikrar arız olunca; işin aslına göre de, halelden ve tez zevalden mahfuz olmaktadır.
Bu on eşya, işin aslında göre hem mevcud olmaktadır; hem de madum. Lâkin, iki itibarda... Meselâ:
a) Histen ve vehimden kat'ı nazar edildiği zaman, onlar, yoktur.
b) Hissin ve vehmin mülahazası ile de onlar vardır.
Aşağıda anlatılan meşhur kıssalar arasındadır:
-Bu gözbağcılar, Hindistan beldelerinden bir beldede, sultanlardan birinin yanında oyunbazlık binası kurmuşlar. Bu arada, tılsım ve oyunbazlıkla insanların gözlerine bahçeler, ağaçlar ve bitkiler çıkarmışlardır. Bu mecliste, o ağaçların büyüyüp meyve verdiğini göstermişler ve orada bulunanlar dahi o ağaçlann meyvelerinden yemişler.
Durum böyle olunca, o vakit, Sultan, bu oyunbazların katline emir vermiş. Şunun için ki, kendisi şöyle demiş:
-Bir oyunbazlığın zuhurundan sonra, onu yapan öldürülür ise, onun yaptığı Hakkın kudreti ile olduğu gibi baki kalır.
Onları katlettirince, o ağaçlar, Allah'ın kudreti ile olduğu gibi kalmış.
Duydum ki, o ağaçlar şu anda dahi bakidir ve insanlar onların meyvelerinden yemektedirler.
Bir ayet-i kerime meali:
"Bu, Allah'a güç değildir."(14/21)
Üzerinde niza olan surette; kendisinden başka mevcud olmayan Sübhan Hak, hariçte ve işin aslında; kudret-i kâmilesi ile, his ve vehim mertebesinde olmak üzere, mümkinat suretlerinin hicaplarında isimlerinin ve sıfatlarının kemalâtını izhar eylemektedir. Hayali sübut, vehmi vücud ile eşya tecelligâhlannda o kemalâtını tecelli olarak meydana getirmektedir. Yani, eşyayı, o kemalâta uygun olarak, his ve vehim mertebesinde yaratmaktadır.
Eşyanın vücudu, hayali bir görüntü itibarı iledir. Lâkin, Sübhan Hak:
a) O görüntüye sebat ve istikrar ihsan eylediği;
b) Bu eşyanın yaratılmasında, sağlamlık da kattığı;
c) Ebedi muameleyi dahi onun bağlısı kıldığı için; o eşyanın vehme dayalı ile hayali sübutu aynı şekilde işin aslına göre olmuştur. Halelden dahi mahfuz bulunmuştur.
Bu arada şöyle denmesi de mümkündür:
-Eşyanın hariçte ve işin aslında vücudu ardır; ama onun vücudu yoktur. (Yani, hem vardır; hem yoktur)
***
Nitekim, bu mana mükerrer olarak, daha önce de anlatıldı.
Merhum pederim, muhakkikin ulema arasında idi. Bana anlattığına göre; mütebahhirin ulemadan olan Celhaleddin Ekri kendisine şöyle sormuş:
-Vakıaya mutabık olan vahdet midir, yoksa kesret mi? Eğer vahdet ise, binası değişik ve ayrı hükümler üzerine kurulan şeriat batıl olur. Şayet kesret ise, sofiyenin kavli batıl olur. Zira onlar, vahdet-i vücuda kaildirler.
Hazret-i Şeyhimiz, onun cevabında şöyle dedi:
-Her ikisi de işin aslına ve vakıaya mutabıktır; onda vakidir.
Ne var ki, onun beyanında söyledikleri bu Fakir'in hatırında kalmadı. Şu anda, Fakir'in hatırına feyiz yollu geleni yazıyorum. Emir Sübhan Allah'ındır.
Vahdet-i vücuda kail olan sofiye haklıdır.
Kesret hükmünü veren ulema dahi aynı şekilde haklıdır.
Bu manadan olarak, sofiyenin haline münasip düşen vahdettir; ulemanın haline münasip düşen ise, kesrettir. Zira, şeriatın kurulan binası kesret üzeredir. Ahkâmın değişmesi dahi kesrete bağlıdır. Enbiyanın daveti, uhrevi olan nimet, azap cinsinden hemen her şey kesrete mütealliktir.
Sübhan olan yüce Hak dahi, kesreti murad edip zuhuru sevdiği için, şöyle buyurdu:
"Bilinmemi sevdim."
Bu mana icabı olarak beka dahi bu mertebede zaruri olmaktadır. Zira bu mertebenin tertibi dahi, alemlerin Rabbinin razı olduğu ve sevdiğidir. Şu mana icabıdır ki, şanlı Sultan karşısında hizmetçiler, haşmet, zül, iftikar, inkisar onun azameti ve kibriyası için lâzımdır. İsterse, vahdet-i vücud hakikat gibi; ona nisbetle kesret dahi mecaz gibi olsun. Bu mana icabı olarak, vahdet alemine:
-Hakikat alemi denmiş; kesret alemine dahi:
-Mecaz alemi tabir edilmiştir. Lâkin, eşyaya ebedi beka ihsan edildiği ve kudret dahi hikmet libasına bürünüp çıktığı, sebepler dahi ef'al nikabı kılındığı için o hakikat bir yana bırakılmıştır. Bilinen dahi bu mecaz olmuştur. Nokta-i cevvale, her ne kadar hakikat, o noktadan çıkan daire dahi mecaz gibi ise de, lâkin o hakikat orada unutulmuş ve bir yana atılmış gibidir. Görülen, bilinen artık daire olmuştur.
***
Şu kavlin manasını sormuşsun:
"Allah bir kulu sever ise, günah ona zarar vermez."
Bilesin ki, Allahu Teala, bir kulu sevdiği zaman, ondan günah sudur etmez. Zira Allah'ın veli kulları günah irtikâbından mahfuz bulunmaktadırlar. İsterse bunlardan günah süduru caiz olsun. Amma enbiya böyle değildir; zira, onlar günah işlemekten yana masumdurlar, günah işleme cevazı dahi onlardan alınmıştır. Onlara salât ve selâm olsun.
Anlatılan manada evliyadan günah sudur etmeyeceğine göre, günahın zararı da dokunmaz. Günah südurunun olmayışında; günahın zararı dokunmayacağı doğrudur. Nitekim bu, mana ilim erbabına malumdur.
Burada anlatılan günahtan murad, daha önce işlenen günahlar dahi olabilir. Yani, velayet derecesine vasıl olmadan evvel... Zira, İslâm, dahi önceleri yıkar. İşin hakikati Allah katındadır.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak bizi muaheze eyleme."(2/286)
Selâm size ve diğer hüdaya tabi olanlara. Mütabat-ı Mustafa'yı bırakmayanlar... Ona ve âline salât, selâm ve üstün tahiyyat...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 356. Mektup

MEVZUU: a) Hazret-i Hak şanında salike müyesser olan, vicdanın kendisi değil; vicdan zevkidir.
b) Bu tarikat-ı Aliyyenin hususiyetleri esasında sayılan, nihayetin bidayete dere edilmesi manasının tahkiki.
c) Sair tarikatlara nazaran bu Tarikat-ı Aliyyenin daha faziletli olduğu. Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevlâna Muhammed Efdal'a yazmıştır. Allah'a hamd olsun. Selâm onun seçmiş olduğu kullarına.
***
Allah sırlarının kudsiyetini artırsın. Bu Tarikat-ı Aliyye meşayihinden bazılarının ibarelerinde şöyle gelmiştir: .
-Hazret-i Hak şanında salike müyesser olan, vicdanın kendisi değil; vicdan zevkidir.
Bu kelâm, nihayetin bidayete tere edildiği makama münasiptir. Ki o makam, bu büyüklere has olan cezbe makamıdır. Bu makamda ise, vicdanın hakikati yoktur. Zira, bu hakikat, intihaya mahsustur. Ancak, nihayetten olarak, bidayette bir parça zevk karıştırıp tattıkları için, vicdan zevki de orada müyesser olmuştur. Amma, muamele cezbeden çıkıp iptidadan intihaya ulaştığı zaman, vicdan zevki vicdan gibi olmaya başlar. Yani olmamakta. Zira, orada ne vicdan vardır; ne de vicdan zevki.
İş nihayete erdiği zaman da, vicdan müyesser olur; ama, vicdan zevki yoktur.
Müntehide, vicdan zevki olmayınca, onun için, lezzet almak ve halâvet pek az olur. Zira, müntehi ilk adımda zevki ve halâveti bırakmıştır. Sonunda halâvetin ve zevkin olmadığı zaviyeye girmiştir. Resulullah (sav) Efendimiz dahi, daima hüzünlü ve düşünceli idi.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Müntehi için matlubu bulmak müyesser olunca, neden, vicdan (bulmak) zevki müyesser olmuyor? Müptedinin dahi vicdandan yana nasibi olmayınca vicdan zevkini nereden bulsun?
Bunun için şu cevabı veririm:
-Vicdan devleti, müntehinin batın nasibidir. Zira o, zahir kısmı ile olan taallukundan inkıta ettikten sonradır ki; bu devletle müşerref olmuştur. Batın yanının taalluku zahiri ile az olduğundan, zaruri olarak, batın nisbeti zahirine sirayet edemiyor. Zahir dahi, batın vicdanından zevk alamıyor; onunla lezzete dalamıyor. Mana böyle olunca, matlubun vicdanı (bulunması) müntehinin batınında husule geliyor. Zahirde vicdan zevki olmuyor. Batın zevki dahi, vicdan nasibi olarak kalıyor.
Batın, lâmisli olan varlıktan bir nasibe nail olunca, o nailiyetin vicdan zevki dahi, lâmisli alemden oluyor. Başta ayağa misli olan zahirden dahi, bir şey hasıl olmuyor.
Çok kere, zahir batından zevki nefyeder ve onu da kendisi gibi zevkini yitirmiş sanır. Zira, misli olanın zevki, lâmisli olanın zevkinden başkadır; aralarında da hiçbir münasebet yoktur.
Anlatılan manaya göre, müntehinin zahirine, batınının zevkinden bir haber olmayınca; nazarı tamamen zahirle kısıtlı olan avama müntehinin batınından ne haber ulaşabilir. İnkârdan gayrı onların ne gibi bir nasipleri olabilir?
O zevk ki, avamın anlayışına gelir; ancak zahir zevki olup misal alemindendir.
üstte anlatılan mana icaba olarak; semağ, raks, bağırmak, çırpınmak ve benzerleri, zahir hallerinden sayıldı. Suretteki zevkler, onlara göre bulunmaz bir şey olup pek de değerlidir. O kadar ki, zevklerin ve vecidlerin sadece bunlara inhisar ettiğine inanırlar. Velayet kemalâtının bundan başka olduğunu sanmazlar.
Allahu Teala, onlara doğru yolu hidayet eylesin.
Zahir hallerinin batın hallere nisbeti, misale bağlı olanın misali olmayana nisbet hükmü gibidir.
Üstte anlatılan manadan sabit oldu ki; müntehinin batını için vicdan ve vicdan zevki vardır.
Netice söz şu ki: Bu zevk, lâmisli alemden ona gelen bir nasib olunca; zahirinin idrakine gelemez. Hatta zahir, onun nefyine hükmetmektedir. Zahir batının vicdanına muttali olsa dahi, o vicdan zevkine ermesi mümkün değildir. Zahire nazarla şöyle denmesi de pek mümkündür:
-Müntehide vicdan vardır; amma, vicdan zevki onda yoktur.
Ancak, bu Tarikat-ı Aliyye'de irşad olan müptedide vicdan zevkini isbat ederler; ama vicdanın olmayışı ile. Bunun oluşu da, şudur ki: O büyükler, işin başlangıcında intihadan bir tadımlık zevk dere ederler ve irşada nail olan müptedinin batınına nihayetten bir zil bırakırlar; ama, in'ikâs yolu ile.
Müptedinin zahiri batınına bağlı ve zahirle zatın arasında taalluk kuvveti de sabit olduğundan; şüphesiz, o nihayet zilli ve velayet zevki müptedinin batınından zahirine sirayet etmektedir. Zahiri, batınının rengine girmiş olarak çıkmaktadır. Vicdan zevki dahi, ihtiyarsız olarak; dışında zahir olmaktadır.
Şimdi sahih oldu ki; vicdan hakikati, müptedide yoktur; ama vicdan zevki onda hasıl olmaktadır.
***
Üstte anlatılan açıklama, Nakşibendiye büyüklerinin yolunun üstünlüğünü, onların nisbetlerinin değerini bildirmektedir. Allah onların sırlarının kudsiyetini artırsın.
Yine o beyandan bu büyüklerin, müridlere ve taliplere kemal manada ihtimam gösterip iyi terbiye ettikleri anlaşılmaktadır.
Zira onlar; reşid olan bir müride ve sadık olan bir talibe, ilk adımda kendilerinde olanın, onların havsalasına uyanını verirler. Ve onlara; iltifat ve in'ikâs yolu ile; hubbiyet alâkası, manevi irtibat atarlar.
***
Allah sırlarının kudsiyetini artırsın; diğer silsilenin meşayihi, bu Tarikat-ı Aliyye büyüklerinden sudur eden şu cümlenin doğruluğu üzerine şüpheye düşmüşlerdir.
-Bu Tarikat-ı Aliyye'de nihayetin bidayete dere edilişi vardır.
Bu Tarikat-i Aliyye'de müptedi olan kimsenin, diğer tarikatların müntehisi ile müsavi olmasına cevaz vermezler.
Hayret; bunlar nereden anlamıştır ki, bu Tarikat-ı Aliyye'nin müptedisi ile, diğer tarikatların müntehisi arasında müsavat vardır?
Zira, bu Tarikat-ı Aliyye büyüklerinden:
-Nihayet, bidayete derc edilmiştir cümlesinden başka bir ibare sudur etmemiştir.
Bu ibarede dahi, müsavata delâlet eden bir mana yoktur. Onların bu cümleden maksatları şu demektir:
-Bu Tarikat-ı Aliyye'de müntehi olan bir şeyh, in'ikâs yolu ile, reşid olan müptediye kendi nihayet devletinden, teveccüh ve tasarrufla bir zevk tattırır. Onun bidayetine, kendi nihayetinin güzelliğinden (veya tuzundan) bir miktar katar.
Bunda müsavat nerede? Hani şüphe yeri? Onun doğruluğu hakkında tereddüde yer var mıdır?
Bu derc edilme işi, cidden büyük bir devlettir. Bu Tarikat-ı Aliyye'nin müptedisine her ne kadar nihayet hükmü yok ise de; Ihakin o, nihayet devletinden de mahrum değildir. Farz edilse ki, bu müptediye, vusul yolunu kat etme ve menzillerini aşma fırsatı verilmeyecek. Amma o, yine de nihayet devletinden mahrum olarak gitmez. O nihayet güzelliğinden bir zerre onun bütün külliyetini güzelleştirip iyileştirir. Amma, bu durum, diğer tarikatların müptedilerinde yoktur. Zira onlar, nihayet muamelesinden mahrumdurlar. Menzilleri kat edip mesafeleri aşmaktan yana da aciz durumdadırlar. Yazık onlara, bin defa yazık; bir fırsatla menzilleri kat edip mesafeleri aşmazlarsa.
Yukarıda anlatılan manadan; bu Tarikat-ı Aliyye'nin müptedileri ile, diğer tarikatların müptedileri arasındaki fark anlaşıldı. Bu Tarikat-ı Aliyye'nin müptedisinde bulunan meziyyet, sair bidayet erbabına nazaran belli oldu. Bu arada şunun da bilinmesi yerinde olur ki, bu fark, bu Tarikat-ı Aliyye'nin müntehisi ile, diğer tarikatların müntehisi arasında dahi sabittir. Aynı meziyet dahi, onlar arasında tahakkuk etmiştir. O kadar ki, bu Tarikat-ı Aliyye'nin nihayeti, sair meşayih tarikatlarının nihayetinin ötesindedir.
Üstteki sözümü ister tasdik etsinler, isterse etmesinler. Eğer insaf yolunu tutarlarsa, herhalde tasdik ederler.
Bir nihayet ki, onun bidayeti nihayetle imtizaç etmiştir. Elbette onun diğer tarikatlara nazaran, bu imtiyazı olacaktır; elbette o nihayetlerin de bir nihayeti olacaktır.
Bir mısra:
Baharından bellidir, bolluğu yılın...
***
Diğer silsilelerin mutaassıplarından bir cemaat şöyle der:
-Nihayetimizde bizim için dahi Sübhan Hakka vusul ardır. Amma siz, bunun için, bidayetinize kail olmaktasınız. Bu durumda, Hak'tan yana nereye gitmektesiniz? Hakkın ötesinde nihayetiniz nasıl olur?
Bunun için şöyle deriz:
-Biz, Hak'tan Hakka gitmekteyiz. Zıllıyet şaibesinden kaçmaktayız; aslın da aslını istemekteyiz. Kaselimiz budur. Tecellilerden iraz ederek, tecelli edeni taleb ediyoruz. Zuhuratı arkamızda bırakıp batınların da batınında zahir olanı arıyoruz. İleri derecede batınıyet mertebeleri değişik olduğundan; ileri derecede bir batınıyyetten daha ileri derecede bir başka batınıyete geçiyoruz. Ayağımızı, bir başta olan ileri derecedeki batınıyetten dana ötedeki üçüncü bir ileri batınıyete basıyoruz. Ondan dahi, taa, Allahu Taala'nın dilediği yere kadar.
Sübhan olan Hazreti Hak, hakiki manada basit iken, aynı şekilde vasidir. Amma, bu vasi olmak, eni ve boyu olmak manasında değildir. Zira, böyle bir şey imkândan emareleri olup hudus alametlerinden sayılır. Şöyle ki: Onun vüs'ati dahi, zatı gibi olup keyfiyetten, benzerlikten ve misalden münezzehtir. Bu vüs'at alanında vaki olan seyir dahi, aynı şekilde misli ve keyfiyeti olmayan bir şekilde olmaktadır. Bu seyir sahibinin kendisi, kemmiyet ve keyfiyet ölçüsünde var iken, lâmisli olan menzilleri keyfiyeti ve misliyeti olmayan kuvvetle kat etmektedir. Misale bağlı olandan dahi misale bağlı olmayana koşmaktadır.
Müflis olan acizler, bu muamelenin hakikatini nasıl idrak edebilirler? Misale dayalı aleme taalluku olanlara, misali olmayan alemden ne haber verilebilir? Onlar, kendi kusurlarını itiraz olarak ortaya çıkarırlar ve cehaletleri ile de övünürler.
Bir şiir:
Nice ahmak var ki, gafildir ayıplarından;
Aybı güzel görür, onu iyi sandığından...
Anlamazlar mı ki, enbiyanın nihayeti, hatta Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin nihayeti, Sübhan .Hakka vusuldür. Halbuki, bu taifenin nihayeti, o büyüklerin nihayeti ile müttahid değildir. Hatta aralarında asla bir münasebet dahi yoktur. Mümkündür ki; bu taifenin nihayetinin de ötesinde olan bir nihayet müyesser ola ve bu nihayet dahi, o büyüklerin nihayetinden ait buluna. Onlara, salât, selâm ve tahiyyat.
Üstte anlatılan manadan da sahih oldu ki; her şeyin nihayeti Sübhan Hakka vusuldür. Bu taifeler arasındaki değişiklik ise, kendi derecelerinin değişik olmasına göre sabittir.
Bu manadan olarak, şöyle de diyebiliriz:
-Herkes, kendi nihayetini sanır ki, Sübhan Hakka vusuldür. Amma, insanların pek çoğu, zılâli ve hakkın zuhuratını yüce mukaddes Hak sanır. Hem de, bu zılâlin ve zuhuratın değişik dereceleri oimasına rağmen.
İşin aslında, tüm nihayet erbabının nihayetleri yüce mukaddes Hakka vusul değildir. Herkesin müntehası, kendi kanaatına göre, Sübhan Hak'tır.
Anlatılan manaya göre, bir şahsın iptidası, hakkın zılâli ve o Sübhan Hakkın zuhuratı ise, bu bir başkasının, nihayetidir. Hakkaniyet kanaatına göre de, o şahsın Sübhan Hakka vusulü olur. Halbuki, Sübhan Hak, bu zılâlin ve zuhuratın da ötesindedir.
Mana üstteki gibi olunca, neden anlatılanların husulü uzak görülür ve şüphe mahalli olur? ? Bir şiir:
Ayıplarsa kusurlu biri bilmeden onları;
Kem sözlerden hep beridir onların sahaları.
Kırabilir mi hiç o zinciri hilekâr tilki; Bağlanmıştır onlarla dünyanın tüm arslanları.
***
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, günahlarımızı ve içimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza sebat ver. Kâfirlere karşı bize yardım et."(3/147)
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 355. Mektup

MEVZUU : a) Sofiyenin, seyri (manevi yolculuğu) enfüs ve afaka hasretmesi..
b) Bu seyirde, manen tahliye ve düzen isbatları..
c) Anlatılan manayı Kuddise Sırruhun men etmesi ve nihayetin nihayetini, enfüsün ve afakın (maddenin ve mananın) ötesinde Allah'ın inayet ile isbatı..
***
NOT: İMAM-I RABBANÎ Hz. bu mektubu, Mirza Hüsameddin Ahmed'in oğlu, Hace Cemaleddin Hüseyin'e yazmıştır.
Rahman Rahim Allah'ın adı ile..
Âlemlerin Rabbi Allah'a hâmd olsun. Salât ve selâm, Seyyid'ül-mürseline.. onun âl-i kiramına, ashab-ı izamına.. Taa, kıyamet gününe kadar..
***
Ey Aziz Oğul,
Allah-ü Taâlâ, seni mes'ud eylesin; anlatılanları akıl kulağı ile dinle..
Bir salik, niyeti tashih edip temize çıkardıktan sonra; ağır riyazetleri ve şiddetli mücahedeleri de öne alır, rezil vasıfları, güzel vasıflarla değiştirir, kendisine tevbe ve inabe müyesser olur, dünya sevgisi kalbinden gider, kendisi için tevbe, tevekkül rıza da hâsıl olur ise.. derece ve tertib üzere, misal âleminde hâsıl olan bu manaları da müşahede ile nefsini beşerî sıkıntılardan ve rezil sıfatlardan da saf temiz görür ise., elbette afakî seyri tamamlanmış olur.
Bir taife, bu makamda ihtiyatı tercih etmişlerdir. İşi şöyle kararlaştırmışlardır: Misal âleminde, yedi latifeden her bir latife, kendisine münasib olan nurlardan bir nurun sureti ile temessül edecek..
Safanın alâmeti manasını ise, şöyle yapmışlardır: Bu misale dayalı nurlardan bir nurun zuhuru olacak..
Bu seyre kalb latifesinden başlamışlardır. Sonra onu tedricen ve tertib ile, latifelerin müntehası olan ahfaya ulaştırmışlardır. Kalbin safası için de, şunu alâmet saymışlardır: Misâl âleminde kalb, kırmızı bir nur suretinde zuhur edecek..
Ruhun safası için dahi şunu alâmet saymışlardır: Sarı bir nur suretinde zuhur edecek..
Üstteki kıyas devam edip gider.
Afakî seyrin hâsılı odur ki: Salik, misal âlemi aynalarında, ahlâkının tegayyür ettiğini, vasıflarının da tebeddül ettiğini müşahede eyleye.. Bu âlemde, zulmetinin ve ağırlıklarının zail olup gittiğini de hissetmeli.. Böyle olmalı ki: Kendi safasına yakin hâsıl ola. Tezkiyesi dahi, ilim yolundan sabit ola.
Bu seyirde salik, ahvalini ve atvarım afak cümlesinden olan misal âleminde saat saat müşahede eder ve onda, bir hey'etten. diğer hey'ete geçişini görür ise., onun seyri afakta gibidir, isterse bu seyir hakikatta salikin nefsinde olan bir seyir olsun. Hareket dahi, vasıflarında ve ahlâkında keyfî bir hareket olur. Mademki, onun nazar sathı, kendisini görmekten uzaktı; o afak olup enfüs değildir. Seyir dahî, aynı şekilde afakadır.
Seyr-i ilellahın tamamını:
? Afaka mensub olan bu seyrin tamamındadır.
Diye anlattılar. Fenayı dahi, bu seyre bağlı kıldılar. Bu seyirden dahi: "
? Sülük..
Diye tabir ettiler. Bundan sonra bir seyir vaki olur ise.. onun ismine de:
? Enfüsî. ismini verirler.. Bunun için dahi şöyle denir:
? Seyr-i fillah.
Bekabillahı dahi, bu yerde sabit görürler.. Sülükten sonra cezbenin husulünü dahi bu makamda sabit görürler..
Birinci seyirde, salikin latifelerine tezkiye hâsıl olur ve beşerî sıkıntılardan halâs olur ise.. onlar için, salikin terbiyesine gelen cami ismin zılâli zuhuruna kabiliyet hâsıl olur.. O ismin akisleri dahi, o latife aynalarında dır. Bu latifeler dahi, o cami ismin cüz'iyat tecellilerine ve zuhuruna varidat yeri olur.
***
Bu seyir için, ancak şu manada: ? Enfüsî seyir..
Tesmiye ederler. Zira enfüs, isimlerin zılâl ve akislerine ayna olmuştur; salikin seyri enfüste olduğu için değil.. Nitekim, afakî seyirci"- dahi bu mana tekrarlandı. Şunun için:
? Afakî seyir..
Demişlerdir; zira, onun aynalık itibarına göre olup seyrin afakta oluşundan değildir.
Anlatılan, hakikatta öyle bir seyirdir ki: Enfüs aynalarında, isimlerin zılâlinde bir seyirdir. Bunun için de, bu seyre:
? Maşukun aşıkta seyridir.. Denmiştir.
Bir şiir:
Aynadakiler olmaz kendi hareketlerinden; Kabullenir o safa yüzüne geldiklerinden..
* **
Mümkündür ki, bu seyir için:
? Seyr-i fillah.
Denile.. Şu itibara göre ki, onlar demişlerdir:
? Salik, bu seyirde ilâhî ahlâk ile tahalluk eder. Bir yaratılıştan, diğer yaratılışa geçer..
Şu manadan ki: Mazharın; (zuhur yerinin,) zahirin bazı vasıflarından yana nasibi vardır; isterse bu nasib umumî manada olsun. Sanki onun seyri, Allah-ü Taâlâ'nın isimlerinden tahakkuk etmiştir.
Bu makamın tahkik nihayeti budur. Keza, bu kelâmın tashihi de..
Bu makam sahibinin hali nasıl olmuştur, bilinmez?. Konuşanın dahi, kelâmdan muradı ne şeydir? o da belli değildir. Her şahıs, kendi anlayışına ve vicdanına (gönülde bulduğuna) göre konuşur.
Konuşan, kelâmından bir mana murad eder; ama dinleyen o kelâmdan bir başka mana anlar..
Onlar enfüsî seyir için:
? Seyr-i fillah..
Derler, bundan da, hiç bir zorlama görmezler.. Yine onun için sakınmadan:
? Bekabillah..
Derler. Bunu dahi, visal ve ittisal makamı sanırlar..
Hâsılı: Bütün bu ıtlaklar, Fakir'e cidden ağır gelmektedir. Hiç şüphe edilmeye ki, onun tevcih ve tashihinde, bir başka manaya alınması için, zorlama irtikâb edilmektedir.
Bu başka manaya alınmaların bazıları onların kelâmından alınmıştır. Bazısı dahi; feyiz, ilham yolundan gelmektedir.
Afakî seyirde, rezaletlerden temizlenme hâsıl olmuş gibidir. Enfüsî seyirde dahi, ahlâk-ı hamide ile düzene girmek vardır. Zira, temizlenme, (tahliye) fena makamına münasiptir; düzene girmek (tahliye) ise.. beka makamına münasiptir. Halbuki, bu enfüsî seyir için bir nihayet tesbit etmemiş; onun kat edilmeyeceği hükmünü vermişdir; isterse ömür ebedi olsun.. Bu manada demişlerdir ki:
? Mahbubun şemailine ve evsafına nihayet yoktur. Tahalluk eden salikin aynasında; onun sıfatlarından bir sıfat tecelli edip kemalâtından bir kemal zuhur eder. Bunun için bir inkıta nasıl olur?. Nihayet nasıl caiz olur?.
Anlatılan manada şöyle bir şiir de söylemişlerdir:
Koşsa bir zerre ömrü boyunca taleb ederek; Hayır veya şer için, kendini bulur giderek..
Afakî ve enfüsî seyirle husule gelen bu fena ve bekaya dahi:
? Velayet..
İsmini verirler. Kemal nihayetini de burada görürler. Şayet bundan sonra, bir seyir vaki olur ise.. bu dahi onlara göre rücua bağlı bir seyirdir... Ki buna da:
? Seyr-i anillah billah..
Tabirini kullanırlar. Aynı şekilde dördüncü seyir için de:
? Seyrim fil-eşya..
Demişlerdir. Bu dahi, nüzule taalluk etmektedir. Bu iki seyri dahi, tekmil ve irşad için kararlaştırmışlardır. Nitekim, üstte anlatılan iki seyri de, kemalin, irşad talebinin velayetin husulü için kabul etmişlerdir.
***
Bir topluluk demiştir ki:
? «Allah-ü Taâlâ'mn, nurdan ve zulmetten yetmiş bin hicabı vardır.»
Manasında buyurulan yetmiş bin hicap, afakî seyir ile açılır. Zira, yedi letaiften her bir letaifte on bin hicap açılır.
Üstte anlatılan manada, seyir tamama erdikten sonradır ki: Hicaplar dahi, tamamı ile kalkar. Salik dahi: Seyr-i fillah'ta tahakkuk eder; vasi makamına da ulaşır.
İşte.. velayet erbabının seyr-ü sülûkünün hâsılı budur. Kemal ve cami tekmillerin de bir suretidir.
Sırf Sübhan Hakkın fazlı ve keremi, ile, bu babda Fakir'e zahir olanı ve kendisinin de salik olduğu gibi yazacaktır. Ki bu: Nimeti izhar olup ihsana dahi şükürdür.
Bir âyet-i kerime meali:
? «İbret alınız, ey basiret sahipleri..» (59/2) Bilesin ki,
Allah-ü Taâlâ, seni irşad eylesin ve doğru yola hidayet etsin. Sübhan Hak, keyfiyetten, misalden, benzerlikten, hayalde vaki olandan yana münezzehtir.
Sübhan Hak, afakin ötesinde olduğu gibi, enfüsün dahi ötesindedir.
Afakî seyir için:
? Seyr-i b i l l a h.. Enfüsî seyir için dahi:
? Seyr-i f i l l a h..
İsmini vermekte mana. yoktur. Şu manadan ötürü ki: Her iki afakî ve enfüsî seyir dahi,
? Seyr-i ilellah..
Cümlesine dahildir. Halbuki seyr-i fillah'ı seyr-i enfüsîde kararlaştırıp dediler ki:
? Bu seyirin nihayeti yoktur. (Yani: Enfüsî seyrin.)
Üstte de anlatıldığı gibi, bunun dahi ebedî ömründe inkıtaına cevaz vermediler.
Enfüs dahi, afak gibi imkân dairesi cümlesinden olduğuna göre: îmkân dairesini dahi o takdire göre kat etmek mümkün değildir. Böyle olunca, daima bir mahrumiyet ve sonsuz hüsran ortaya çıkacaktır; fena dahi, hiç bir şekilde o takdire göre tahakkuk etmeyeceği gibi, beka dahi tasavvur edilmeyecektir.
Mana, üstte anlatıldığı gibi olunca, vasi ve ittisal nasıl olacak?. Kurb ve kemal nasıl bulunacak?.
Sübhânellah..
Büyükler ki: Şarab yerine serapla yetinir; ilallahı dahi fülah sanır; imkânı dahi vücup tasavvur eder; lâkeyfî ve lâmislî için dahi:
? Mislî ve keyfî..
Tabirini kullanır; küçüklerden ve düşük yaratılışlılardan nasıl şikâyet edebiliriz?. Düşülen bu ne belâdır?. Bu ne itibardır ki, enfüs için:
? Hakk (celle ve âlâ)..
Tabirini kullanırlar. Onun seyrini dahi, sonsuz zannederler. Hem de, haddi ve nihayeti olmasına rağmen..
Bu enfüsî seyirde söyledikleri salikin mlr'atında Yüce Sultan Vacib Zat'ın esma ve sıfatının zuhuru dahi, isim ve sıfatların zılâlinden bir zü olup isim ve sıfatların aynen zuhuru değildir. İnşaallah anlatılan bu mana, bu mektubun sonunda yazılacaktır.
Ne yapabilirim?, ilim ve temyiz var iken, Yüce Mukaddes Zat'a karşı anlatılan edep dışı harekete nasıl cevaz verebilirim?. Kendisinden gayrına, o Sübhan Zat'ın mülkünde nasıl ortaklık hakkı verebilirim?. Bu büyüklerin Allah sırlarının kudsiyetini artırsın; haklarını üzerimde sabit busem dahi, zira ben onların çeşitli terbiyesini görmüşüm; ne var ki: Vacib Taâlâ'nın haklan onların tüm haklarının üstünde olup terbiyesi dahi, diğerlerinin terbiyesinin fevkindedir. Zira ben, bu vartadan, Sübhan Hakkın terbiyesi ile kurtuldum, onun gayrını kendi mülkünde kendisine ortak edemem.. O tüm noksan sıfatlardan münezzehtir.
Bir âyet-i kerime meali:
? «Allah'a hamd olsun ki, buna bizi kavuşturdu. Eğer Allah bize hidayet etmeseydi, biz buna kavuşamazdık.» (7/43)
Sübhan Allah, keyfiyeti olmaktan, benzerden ve misalden münezzehtir. H?r ne ki: Keyfiyet ve kemiyet damgasını almıştır; o şey Sübhan Hakkın Zat'ından atılmıştır. Sübhan Hakkın Zat.na afak ve enfüs aynalarında yer olamaz.
Her neki, bu anlatılanlardan zuhura gelir; o dahi matharlar gibi keyfiyete ve kemmiyete bağlı kalır.
Afaki ve enfüsü geçip Sübhan Hakkı bunların ötesinde aramak gerek.
İmkân dairesi dahi üstte anlatıldığı gibi olup ister afaki olsun; isterse enfüsî.. onlarda Sübhan Hakkın zatı için tecelli yeri yoklar. Hatta doğrudan doğruya, isimlerinin ve sıfatlarının tecellisine dahi yer yoktur. Oralarda her ne zuhura gelir ise.. isimlerin ve sıfatların zılâli, bir kalıbı ve misalidir. Hatta, isimlerin ve sıfatların zıllıyeti ve misaliyeti dahi afakin ve enfüsün haricindedir. Bu makamda bundan fazla terbiye ve kudretin nakşolması yoktur. Zuhur kime?.. Tecelli nerede?. Zira, Sübhan Hakkın isim ve sıfatlan dahi zatı gibi olup keyfiyetten, benzeri olmaktan, misalden münezzehtir. Afakin ve enfüsün ötesine çıkılmadıkça; isimlerin ve sıfatların zıllıyeti bilinmez.. İsimlere ve sıfatlara vâsıl olmak nerede?.
Bu muameleden daha acaibi şudur ki: Ben keşiflerimden ve yakine dayalı malumatımdan konuşacak olsam; bu meşayihin zevklerine muvafık düşmeyeceği gibi, onların keşiflerine mutabık da düşmez. Böyle olunca, kim sözümü doğrular ve kim kabul eder?. Şayet konuşmasam, susup dursam o zaman da, hakkın batıla karışmasına cevaz vermiş olurum.. Yüce Mukaddes Hak için caiz olmayan şeye yol vermek yoktur. Bu manadan olarak, Yüce Mukaddes Hakkın zatına lâyık olanı zarurî olarak izhar ediyorum. Onun mukaddes zatına münasip düşmeyeni dahi atıyorum. Başkalarının ayrı düşünmesine aldırmıyorum; onun için gam da çekmiyorum. Bankalarının muhalefetinden ancak şunun için korku tahakkuk eder ki: Muamelemde bir tezebzüb, keşfimde bir şüphe buluna.. Amma işin hakikati sabah aydınlığı gibi, ortaya çıkınca ve muamelenin aslı dahi ayın on dördü gibi açıklığa kavuşunca zılâl mertebelerini dahi geçince, benzerlikten ve misalden dahi üste çıkınca şüphe nerede kalır?. Tezebzüb o zaman kime arız olabilir?. Hazret-i Şeyhimiz şöyle anlattı:
? Hallerin sıhhatine alâmet odur ki, kemal üzere yakın hâsı] ola..
Sonra.. iştibah ve tezebzüb nasıl tasavvur edilir ki: Yüce Hakkın sonsuz inayeti ile o büyüklerin hallerine tafsil üzere ittıla müyesser oldu. Tevhid ve ittihad maarifi, ihata ve sereyan sırları dahi keşfoldu.
Onların keşiflerinin vemüşahedelerinin hakikati dahi ele geldi; ilimlerinin ve maarifinin dahi incelikleri izaha kavuştu. Sonra..
Bir müddet bu makamda kaldım. Onların azım ve çoğuna idrâk ettim. Ki bu idrâk ediş, Allah-ü Taâlâ'nın dilediği kadar oldu. Allah'ın fazlı ile, işin sonunda zuhura geldi ki: Bütün bu olanlar zılâl oyunlarıdır. Bir benzerlik ve misal sarmasıdır. Matlub ise.. bunun ötesinin dahi ötesindedir; maksud dahi, bunun başkasıdır.
İşte bundan sonra lâmislî olan zata yöneldim; hem de her şeyden iraz edip kemmiyet ve keyfiyet damgasını alan her şeyden teberri ederek..
Bir âyet-i kerime meali:
? «Şüphesiz ki ben, bir muvahhid (Allah'ı bir tanıyıcı) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilim.» (6/79)
Eğer muamele bu şekilde olmasaydı, meşayihin hilâfına dudağımı oynatmazdım; zan ve tahminle onlara muhalefet izharında bulunmazdım.
Sonra., bu aykırı durum, Yüce Sultan Vacib Taâlâ'nın zatına taalluk etmeseydi; kelâm dahi onun tenzihinden ve takdisinden olmasaydı elbette o büyüklerin keşiflerine aykırı bir mana zahir olmazdı. Onların ilimlerine muhalif düşen bir kelâm dahi hâsıl olmazdı..
Ben ki: Onların devlet bağının en küçük salkımıyım; en azından onların nimet sofralarının kırıklarını toplayanıyım.. Şu manayı dahi mükerrer olarak açıkladım: Onlar, beni çeşitli yollardan terbiye ettiler; kat kat keremlerle, ihsan ve terakkilerle bana menfaatleri
dokundu. Amma ne yapabilirim ki: Sübhan hakkın hakları onların haklarının dahi fevkindedir. Bahis. Yüce Sübhan Hakkın zatına ve sıfatına düşünce, bazı işlerin itlakı dahi o Mukaddes Zat'a lâyık olmadığı anlaşılınca; işbu yerde diğerlerine karşı muhalefet olur korkusu ile sükût etmek elinden ve diyanetten uzak manadır. Kulluk ve itaat makamı, ihtilâfa dayalı meselelerde meşayihle bir olup ulemaya karşı muhalif durmaya takat getiremez. Bilhassa, nazar ve istidlal yolundan elde edilen tevhid ve diğer meseleler üzerinde..
Bu ihtilaflı işlerde, Fakir'in meşayihle olan ihtilâfı, keşif ve şühud yolundan olmaktadır.
Ulema, o işlerin (yani: Meşayihin ihtilaflı işlerinin) kabahat olduğuna kail olmaktadırlar.
Bu Fakir dahi o işlerin güzelliğine kaildir; ama, onun üzerinde durmayıp geçmek şartı ile..
Şeyh Alâüddevle'nin bu meselede ihtilâfı ise., yani: Vahdet-i vücud meselesinde., ulema tavrına benzer; kabahat olduğuna nazar etmektedir. İsterse ona kesif yolu ile girmiş olsun. Zira, kesif sahibi onun kabahat olduğuna kail olamaz.. Çünkü bu mesele: Garib halleri mutazammın, olup hayret verici maarifi şümulüne almaktadır.
Bu babda netice söz şu ki:
? Anlatılan makamda devamlı kalmak beğenilecek gibi olmayıp o haller ile yetinmek dahi iyi değildir.
***
Burada, şöyle bir soru akla gelebilir:
? Bu takdirde, meşayih batıl üzere olup hak dahi onların keşif ve müşahedelerinin ötesindedir. Ne cevap verilir?.
Bunun için şu cevabı veririm:
? Batıl odur ki, sadakata hamledilecek (doğruya yorulacak) yeri olmaya.. Halbuki, bizim üzerinde durduğumuz hallerin menşei Sübhan Hakkın mahabbet galebesi ve onun sevgisinin istilâ etmesidir. O kadar ki, onların basiret nazarında Sübhan Hakkın gayrına ne isim vardır; ne de nişan.. Gayrın ve gayriyetin namı nişanı tamamen silinip yok olmuştur, işbu vakitte onlar: Sekrin ve halin galebesi dolayısı ile ağyarı ve sivayı yok bilmektedirler. Bu durum, onlar için zarurî olmaktadır. Sübhan Hakkın gayrı olarak dahi bir mevcud görmezler. Bu manada batıl olmak nerede?. Butlan nerede?. Hatta bu yerde hakkın istilâsı ve batılın dahi butlanı vardır.
Bu büyükler, kendi nefislerini ve başkalarım Yüce Hakkın mahabbetinde satıp kendi nefislerinden ve başkalarından yana nam ve nişan bırakmamışlardır. O kadar ki: Batıl onların gölgesinden dahî kaçar.. İşte orada, her şey haktır ve hak içindir.
Nazarları onların hakikatından yana, zahire kısılıp kalan ulema neye nail olabilir ve surette muhalefetten başka ne anlayabilirler?. Onların kemalâtından yana ne alabilirler ki?.
Burada kelâm, şu manadadır: Bu hallerin ve maarifin ötesinde bir başka kemalât vardır. O kemalâta ve hallere nisbetle bu kemalât, umman denize nisbetle bir damla gibidir.
Bir şiir:
Düşer kıyaslarsak sema ile arşı;
Yerle kıyaslarsak, ne var ona karşı?.
***
Biz yine asıl mevzuumuza dönelim.. Onlar şöyle diyorlardı:
? Afakî seyirde, zulmanî hicaplar tamamı ile kalkar. Nitekim, onların bu cümlesi daha önce geçti.
Fakir'e göre, bu cümle biraz karışık gelmektedir; hatta bu mananın aksi sabit olmuştur. Asıl şahid olunan mana şudur ki: Zulmanî hicapların açılması, bütün imkân mertebelerinin geçilmesine kalmıştır. Bu da ancak, afakî ve enfüsî seyirle müyesser olacaktır.
Nuranî hicapların (nurdan perdelerin) açılması ise... vacibiyet isimlerinin ve sıfatlarının seyrine bağlıdır. O kadar ki: Bu seyri yapan kimsenin nazarında ne isim, ne sıfat, ne şan ne de itibar kalacaktır. işte o zamandır ki: Nuranî hicapların tamamı ile açılması kendisine müyesser olur; vasl-ı uryan ile dahi o zaman müşerref olur. İsterse husul itibarı ile bu vasi az olsun; isterse bu vaslın varlığı, bulunmaz bir şey olsun..
Afakî seyirde, zulmanî hicapların yarısı açılır mı yoksa açılmaz mı bilinmeyen bir şeydir; nuranî hicapların açılması orada nasıl tasavvur edilebilir?.
Bu babda netice söz şu ki: Zulmanî hicaplarda mertebeler değişiktir. Bu değişiklikler dahi, şüphelere sebeb olmaktadır.
Şöyle ki: Zulmetin kendisi, az olarak, nisbî nuraniyet unvanı ile zuhur edip zulmanî olan nuranî olarak hayal edilse dahi, yine de zulmanî olan zulmanî, nuranî olan dahi nuranîdir. Görüşü keskin olan bir kimse, onların birini diğeri ile karıştırmaz, İştibah menşei olan vicdanı dolayısı ile zulmete nur hükmünü vermez.
Bir âyet-i kerime meali:
? «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)
Bu Fakir'in sülûkü ile müşerref olduğu yol, cezbeyi ve sülûkü cami bulunmaktadır. Tahliye (Noktalı HA ile yazılmıştır) ve tahliyeden her biri diğeri ile içtima etmiştir. Tasfiye ve tezkiyeden her biri
diğeri ile bu yerde iktiran etmiştir. Seyr-i enfüsî dahi, bu makamda seyr-i afakî'ye tazammum etmektedir. Tasfiye gözünde tezkiye vardır; tahliye (noktalı HA ile) dahi tahliyenin aynıdır. Cezbenin kendisi, sülûkü tahsil etmekte olup enfüs dahi afaki şümulüne almaktadır.
Ne var ki, tahliye (noktalı HA ile) ve cezbe için zatî takaddüm olup tasfiyenin dahi tezkiye üzerine zatî sebkatı vardır. Nazara alınması gereken dahi enfüs olup afak değildir.
Üstte anlatılan manalar açısından bakılınca hiç şüphe edilmeye ki: Bu tarikat, vusule en yakın olandır. Hatta derim ki:
? Bu tarikat, elbette vuslata erdirir; onda vuslata ermeyişin ihtimali yoktur. Bunun için de Allah-ü Taâlâ'dan istikâmet dileyip ondan fırsat taleb edilmelidir.
Üstte dedim ki:
? Bu tarikat elbette vuslata erdirir..
Bunu ancak şunun için dedim: Bu tarikatın ilk adımı cezbe olup o dahi vusul dehlizidir.
Duraklama yerleri, ya sülük menzilleridir; yada cezbe yerleri.. amma sülûkü tazammun etmez.. Her iki mani dahi, bu tarikatta kalkmıştır. Çünkü, sülük bir uydu olup cezbe zımnında hâsıl olur. Orada ise., halis sülük olmadığı gibi, kesik cezbe dahi yoktur id: Yol kapalı olsun..
Bu yol, enbiyanın yoludur. O büyükler, değişik derecelerine göre bu yoldan vuslat menzillerine ermişlerdir. Bir adımda afala ve enfüsü kat edip adımlarını afakin ve enfüsün ötesine atmışlardır. Muameleyi, sülûkün ve cezbenin üstüne yükseltmişlerdir. Zira, sülûkün nihayeti afakî seyrin nihayetine kadardır; cezbenin nihayeti ise.. enfüsî seyrin nihayetine kadardır. Afakî ve enfüsî seyir nihayete erdikten sonra sülük ve cezbe muamelesi dahi tamam olur. Bundan sonra ne sülük kalır; ne de cezbe..
Üstte anlatılan mana her salik meczubun ve her meczup salikin hasavlasında olacak cinsten değildir. Zira, onlarda enfüs ve afakin ötesine adım atacak mecal yoktur. Farz ve takdir ile ebedî Ömür bulup onu dahi enfüsî seyre sarf etseler, yine de bu manayı zan yolu ile dahi bilemezler.
Büyüklerden biri şöyle bir şiir söylemiştir:
Koşsa bir zerre ömrü boyunca taleb ederek; Hayır veya şer için, kendini bulur giderek..
Bu manada bir şiir daha önce de geçti.. Bir başkası şöyle bir şey anlatmıştır:
? Tecelli zattan gelir. Bu da ancak kendisine tecelli edenin suretine göre olur. Kendisine tecelli edilen dahi, Hak aynasında kendi suretinden başkasını görmez; zira onu görmesi mümkün değildir.
Şunun bilinmesi yerinde olur ki:
Şeyhlerim, hidayet edenlerim ve Allah-ü Taâlâ'ya ulaştıran delillerim o zatlardır. Bu yolda gözlerim, onların vesilesi ile açıldı. Bu gibi sözleri etmeye, onların vasıtası ile dilim vardı. Bu tarikatta, ELİF BA dersini onlardan aldım. Mevleviyet melekesini, onların mübarek teveccühleri ile tahsil ettim. Eğer bir bilgim var ise., onlara uymaktan ileri gelmektedir. Eğer bende bir marifet var ise., o da onların iltifat eserleri olmaktadır.
Tarikatta, nihayetin bidayette olduğunu bu büyüklerden öğrendim.
Kayyumiyet cihetine cezbe nisbetini dahi onlardan aldım.
insanların, erbainlerde alamayacağını, onların bir nazarı ile aldım, insanların, seneler içinde elde edemeyeceğini, onların bir cümlesi ile buldum.
Bir şiir:
Nail olan bir nazara Şems-i Tebriz'den; Söyler alaylı alaylı on erbainden..
Şu şiiri söyleyen dahi güzel-söylemiş:
Pek güzeldir Nakşibendîlerin yolculukları; Sessizce ulaştırırlar hareme yolcuları..
***
Üstün yaratılışlı olmaktan ve himmetin yüceliğinden; bu tarikatın başlamasını, seyr-i enfüsîde kararlaştırdılar. Seyr-i afakîyi dahi onun zımnında kat ettiler.
? Vatanda sefer..
Tabiri dahi onların ibarelerinde, anlatılan bu seyirden kinayedir.
Bu büyüklerin yollarında mesafe pek yakındır; vuslat dahi çok yakındır. Diğerlerinin nihayet seyri, bunların ilk seyridir. Bunun için şöyle demişlerdir:
? Biz nihayeti bidayete dere ediyoruz..
Hülâsa.. bu büyüklerin yollan sair meşayihin tarikatları arasında cidden üstündür. Allah onların hepsinin sırlarının kudsiyetini artırsın. Bunların huzuru ve şuurru için şöyle demek mümkündür ki:
? Pek çoklarının şuurundan üstündür.
Yine anlatılan mana icabı olarak, şöyle demişlerdir:
? Bizim nisbetimiz bütün nisbetlerin üstündedir.
Burada anlatılan nisbetle dahi, huzuru ve şuuru murad etmişlerdir.
Lâkin, enfüsün ve afakin ötesinde, sülûkün ve cezbenin ilerisinde evliya velayeti için adım atıp geçecek yer olmadığından; bu büyükler zaruri olarak, enfüs ve afakin dışında bir haber vermemişler; sülük ve cezbenin dışında bir kelâm etmemişlerdir. Velayet kemalâtı şanında bir ölçü olarak şöyle derler:
? Fenadan ve bekadan sonra, ehlüllah her ne görecek olurlarsa onu kendi nefislerinde görürler. Bir şeyin marifetine sahip olsalar, onu da yine kendi nefislerinde bulurlar.. Onların hayretleri dahi, kendi nefislerinde olmaktadır.
Bu manada, bir âyet-i kerime meali:
? «Kendi nefislerinizde, görmüyor musunuz?.» (51/21) Sübhan Allah'a hamd-ü şükürler olsun.
Bu büyükler her ne kadar enfüs haricinde kelâm etmemekte iseler de enfüsle iptilâya dahi uğramış değillerdir. Bunların muradları odur ki: Enfüsü (LA) kelimesi altında küalar; tıpkı afak gibi.. Gayret sebebi ile onu da nefyederler. Bu manadan olarak, Hace-i Azam söyle dedi:
? Her ne ki duyulur; görülür ve bilinir o Sübhan Hakkın gayrıdır. Onu nefyetmek gerekir. Amma (LÂ) kelimesinin hakikati ile..
Bir şiir:
Onları aldatmaz şu nakış bu nakış giderler; Daima benzerden münezzehin yolunu gözlerler.
***
Şunun bilinmesi yerinde olur ki, gayriyeti nefyetmek gayriyetin yok olması demek değildir. Bu ikisi arasında çok fark vardır. Yukarıda, şöyle bir cümle kullandım:
? Cezbe ve sülûkün haricinde, afak ve enfüsün dışında velayet için adım atma mecali yoktur.
Bunu ancak şunun için söyledim: Bu dört erkânın haricinde velayet için nübüvvet kemalâtının mebdeleri ve mukaddimeleri vardır. Velayet eli, bu üstün ağaca uzanmaktan yana kusurludur. Bu devlete erenlerin pek çokları, enbiyanın ashabı oldu.. Sair ümmetlerden dahi bu devlete azdan az erenler tebaiyet ve veraset yolu ile erdi. Yani: Enbiyaya uyarak.. onların varisi olarak.. Onlara salât ve tahiyyat.
O zatlar, cezbeyi ve sülûkü dahi cami olan bu yola girerek, nice uzun menziller kat ederek, adımlarını sülûkün ve cezbenin dahi ötesine attılar; zılâl dairesinden dahi tamamen çıktılar. Enfüsü ve afaki dahi arkalarında bıraktılar.
Bu makamda berki olan zatî tecelli vardır. Bu, başkalarına çakan bir şimşek gibi olup bunlara daimîdir. Hatta bu büyüklerin muameleleri berki olan tecellinin de diğerlerinin de üstünde bulunmaktadır. Zira, tecelli, zıllıyetten bir parça alır. Zıllıyetten bir nokta dara bu büyüklere göre koca bir dağ gibidir.
Bu büyüklerin ilk işi, cezbe ve Yüce Sultan Allah'ın mahabbetidir. Şanı büyük Allah'ın sonsuz mahabbeti artık, saat saat istilâ ederek kuvvetlenince onun zatından gayrının mahabbeti zarurî olarak zevale yüz tutar.. Tedricen ağyar ile taalluk kalkar.
Yüce Hakkın sevgisinin istilâsı ile devlet sahibi olan bir kimseden ki: Tamamen ondan başkasının mahabbeti zail olur; onun yerini dahi Sübhan Hak ile taalluk ve mahabbet alır ise.. kendisinden rezil vasıflan ve düşük ahlâkı bütün bütün kalkar. İşte o zaman, güzel huylarla bezenir. Makam-ı aşere ile de tahakkuk eder.. Şayet kendisi için, afakî seyir ile bir taalluk var ise., o dahi tafsilli sülük sıkıntısı olmadan müyesser olur; ağır riyazetlere hacet kalmadan ve şiddetli mücahedelere girmeden yerine gelir..
Mahabbet, mahbuba itaati gerektirir. Mahabbet ki kemalini bulur; o zaman tamamen itaat hâsıl olur. Beşerî kuvvet ölçüsüne göre pek tamam olmak üzere, itaat ki hâsıl oldu; makamat-ı aşere dahi aynı şekilde müyesser olur.
Anlatılan seyr-i mahbubî ile, nasıl afakî seyir tamam oluyorsa.. enfüsi seyir dahi onunla tamam olur.
Üstte anlatılan manaya işaret olarak Muhbir-i Sadık Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:
? «İnsan, sevdiği ile beraberdir.»
Bu manadan olarak mahbub ki, enfüsün ve afakın ötesindedir; muhibbin dahi, maiyet hükmüne göre afaki ve enfüsü geçmesi gerekir. Seyr-i enfüsî'yi dahi zarurî olarak geride bırakır. Böyle olunca da onun için maiyet devleti husule gelir.
Mahabbet devletinin bereketi ile, bu büyüklerin afak ve enfüsle uğraşmaları yoktur. Hatta afak ve enfüs, bunların emrine tabîdir. Sülük ve cezbe dahi bunların muamelesine uydurulmuştur.
Bu büyüklerin baş sermayesi mahabbet olup onun lâzimesi (ayrılmaz parçası) olan mahbuba itaattir. Mahbuba itaat dahi, şeriat emrinin yerine getirilmesine bağlıdır. O şeriatın sahibine salât ve selâm.. İşbu şeriat dahi Allah-ü Taâlâ'nın razı olduğu dindir.
Kemal derecede mahabbetin alâmeti odur ki: Kemali ile şeriatın emirleri yerine getirile.. Kemali ile şeriatın emirlerinin yerine getirilmesi ise.. ilme, amele, ihlâsa, kalmıştır. İhlâs ise.. bütün sözlerde ve amellerde, bütün hareket ve sekenatta tasavvur edilir. Bu dahî muhlis kulların nasibidir. Muhlis kullara gelince.. onlar muammayı nasıl idrâk edebilirler?. Herhalde şu cümleyi duymuş olacaksın:
? Muhlisler, büyük tehlike içindedirler.
***
Biz, yine esas mevzuumuza dönelim.. Deriz ki:
? Sülükten ve cezbeden maksud, nefsin düşük huylardan ve rezil vasıflardan temizlenip tasfiye edilmesidir.
Bütün bu ..kötülüklerin başı, nefis ile taalluktur; onun muratlarını ve arzularını tahsil cihetine gitmektir. Böyle olunca da mutlaka seyr-i enfüsî gerekli olacaktır. Bu seyir olmadan, kötü sıfatlardan geçip güzel huylara intikal etmenin yolu yoktur.
Burada, afakî olan seyir maksad dışıdır. Ona uzanacak bir garazın taalluku dahi yoktur. Zira, afaka dayalı alâkalar, enfüsî alâkalar vasıtası ile gelmektedir. Şundan ki: Bir insan, her neyi sever ise.. onu kendi nefsi için sevmektedir.
Mallan ve çocukları sevdiği zaman, 'ancak onlardan faydalandığı ve geçimini sağladığı için sevmektedir. Seyr-i enfüsîde Yüce Hakkın mahabbetinin istilâsı ile nefsine olan mahabbeti zail olduğu zaman; onun zımnında malına ve çocuklarına karsı olan mahabbeti dahi zail olup gider...Bu manada seyr-i enfüsi zarurî, seyr-i afakî dahi onun zımnında uydusu olarak, müyesser olur.
Üstte anlatılan mana icabı olarak, enbiyanın seyri, enfüsle kalmıştır. Seyr-i afakînin kat edilmesi ise., onun zımnında uyduluğuna kalmıştır.
Seyr-i afakî dahi güzel olur. Ama, kat edilmeye fırsat bulunur ise.. Duraklamalar karışmadan itmam etmek müyssser .olur k ise.. Onun kat edilmesine fırsat., bulunmaz da, duraklama iptilâsına uğramak olur ise.. seyr-i afakîden sonra., malâyaniye girilebilir. Bu dahi -matluba maniler arasında sayılır..
Seyr-i enfüsî her ne mikdar kat edilir ise bir ganimettir. Zira, o seyyieden haseneye intikal sayılır. Bu ne "büyük bir nimet olur ki: Salik bu seyri itmam eyleye.. Enfüs dairesi dışına da çıkıp övüne..
Ne lâzım gelir o şeyden ki: Bir kimse enfüs telvinatını afak aynasında müşahede eyleye?. Kendi tagayyüratını dahi, orada muayene ede.. Tıpkı, misal aynasında kalbinin safasını bildiği ve onun safasını kırmızı nur olarak gördüğü gibi..
Acaba, o kimse neden vicdanım kullanıp da, safası işini dahi ferasetine havale etmez.. Bu manadan olarak:
? On iki yaşına basanın tabibe ihtiyacı olmaz.
Darb-ı meseli meşhurdur. Zira, mümkündür ki: Kendi hallerinin telvinatını, sahih vicdan ile idrâk eyleye.. Açık feraseti ile, sağlığını ve hastalığını neden bilmez!.
Evet., afakî seyirde, ilimler ve marifetler vardır. Hatta çokça zuhurat dahi vardır. Ne var ki, hepsi zılâle raci olup teşbih ve misal yolludur. Bazı mektuplarımda, risalelerimde tahkikini yaptığım gibi, enfüsî seyir zılâle taalluk eder ise., bundan lâzım gelir ki: Afakî seyir dahi zilim dahi zıllına taalluk ede.. Zira afak, enfüs için, zillin dahi zilli olup onun zuhuruna dahi bir aynadır.
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, nefsin ahvalini afak aynasında müşahede eden ve safayı, gönül temizliğini ondan bilenin misali şudur: Kendisini uykuda veya rüyada sultan olmuş görür veya vaktin kutbu olarak müşahede eder. Ne var ki o: Hakikatte sultan olmadığı gibi, vaktin kutbu dahi değildir. Zira, sultan ve kutup odur ki: Zahirde kutbiyet ve saltanat mansıbı ile müşerref ola.. Bu babda netice söz şu ki: O rüyadan A'eya düşten anlaşılan saltanat istidadının ve kutbiyet kabiliyetinin varlığıdır. Bu durumda gereken, odur ki: Muamelenin kuvveden fiile çıkması için, mektuplaşmadan çıkıp başbaşa kalmaya intikal yolunda can verile..
Üzerinde durduğumuz manada tezkiye ve tahliye dahi, enfüsî seyre bağlıdır. Bu manadan olarak, afakî seyirde gördüğü odur ki: Tezkiye istidadı ve tahliye kabiliyeti ola.. Seyr-i enfüsî ile, hariçte kendisini, pak ve temiz görmedikçe; vicdanı ile nefsini saf bulmadıkça, hakikatte onun fenadan yana nasibi yoktur. Makamlarla tahakkuk şanında dahi hazzı yoktur. Etvar-ı seb'a şanında dahi kabuktan başka bir şey hasıl edemez.
Üstte anlatılan manalara bakılarak, enfüsî seyir zarurî olarak, seyr-i ilellah grubuna dahildir. Aslında fena makamı olan seyr-i ilallahın tamam olması dahi seyr-i enfüsîye dahildir. Seyr-i fillah dahi, seyr-i enfüsîden nice merhale sonra tasavvur edilir..
Bir şiir:
Nasıl erilir o saadete hep oralar;
Yüksek yüksek dağlar, tehlikeli uçurumlar..
***
Ey Saadetli,
Salikin kendisine mensup olan ilmî ve hubbi taalluk, enfüsî seyirde zail olduğu zaman, kendi nefsi ile olan taalluk dahi zail olur. Kendi nefsi ile taalluku zail olunca da, onun zımnında ağyar ile taalluku dahi zail olur. Zira, ağyar ile olan taalluku, ancak nefsi ile olan alâkası dolayısı ile olmaktadır. Nitekim bu mananın tahkiki daha önce de geçti.
İşte burada anlatılan manadan da anlaşılmış oldu ki: Afakî seyir; enfüsî seyir zımnında kat edilmektedir. Salik dahi, bu tek seyirle nefsinin alâkalarından ve ağyarın alâkalarından kurtulmaktadır.
Üstteki tahkik ölçüsünden doğrulandı ki: Enfüsî seyrin manası ve afakî seyrin manası tekellüfsüzdür. Zira, hakikatta seyir, afakta ve enfüste olmaktadır. Eğer enfüs taallukatı, tedricen kat edilir ise.. enfüste seyir olur. Enfüsî seyir zımnında hâsıl olan afakî taallukatı kat etmek ise.. afakta seyir olur.
Bir başka manadan olan enfüsî seyir ile afakî seyir üstte anlatılanın aksinedir. Daha önce de anlatıldığı gibi, onlar tekellüfe muhtaçtır.
Evet.. hangi mahalde ki hakikat vardır; o tekellüften uzaktır.
Başarı ihsan eden Sübhan Allah'tır.
***
Dinle dinle..
Salikin mir'atında (gönül aynasında) Yüce Sultan Vacib Zat'ın isim ve sıfatlarının zuhuru ki bunu: Enfüsî seyirde tesbit edip tahliyeden sorun tahliye zannetmişlerdir; hakikatta, isimlerin ve sıfatların zuhuru değildir. Hatta, tahliyeden sonra tahliye de değildir. Elbette o, isimlerin ve sıfatların zılâlinden bir zillin zuhurudur; tahliyenin husulünü ve tasfiyenin, tezkiyenin kolaylaşmasını sağlar.
Üstte anlatılan mananın beyanı şöyledir:
Öncelik, o taraftan gelir ve bu, başlangıç için bir münasebet kurmaktır.
Üstte anlatılan durumda; önce. matlubun hilâlinden bir zıl, talibin aynasında zuhura gelir. Şunun için ki: Zulümatı ve küduratı zail ola; kendisi için tezkiye ve tasfiye meydana gele. Enfüsî seyrin tamam olmasına bağlı olan zulmetlerin zevali ve tezkiyenin, tasfiyenin husulü, Tahliye tasavvuru verir ve tahliye için de, istidad husule, getirir. Yüce Sultan Vacib Zat'ın isim ve sıfatının zuhuruna da hak kazandırır.
Enfüsî seyir, tasfiye ve tezkiyeye bağlı olan tahliye husule getirir.
Afakî seyirde tevehhüm edilen tahliyeye gelince, bu tahliyenin suret. olup hakikati değildir ki: Enfüsî seyirdeki tahliye husulü ile, vacibiyet isimlerinin ve sıfatlarının zuhuru tasavvur edile.. Yani: Onların anlattıkları gibi..
Üstteki beyandan anlaşılan gerekli mana şu ki: Zil ile ittisal inkıta ve infisalden öncedir. Zira, salikin mir'atında matlubun zılâlinden bir zıl in'ikâs etmedikçe, matlubun gayrından inkıta tasavvur edilemez. Asılla ittisal. ise., inkıtaın ve infisalin husulünden sonra meydana gelir.
Meşayihten, ittisali önde görenlerin muradı ise.. asılla ittisal olsa gerek..
İnfisali ittisalden önce görenlerin muradı ise.. asılla ittisal olsa yerindedir. Böyle olmalı ki: Her iki taifenin nizaı da lafza dönük buluna..
Şeyh Ebu Said Harraz, bu makamda çekimser olup şöyle der:
? Halâs olmadıkça, nailiyet olmaz; nailiyet olmadıkça da halâs olmaz.. Bunların hangisi daha önce ve daha ileri bilemiyorum.
Burada, gerçek manada bilinen şu ki: Zılla nail olmak, halâstan öncedir. Asla nail olmak ise., hiç şüphe edilmeye ki: Halâstan sonra olmaktadır.
Nitekim, sabah aydınlığı da, güneş doğmadan önce güneş şualarının zılâl zuhurudur. Böyle olur ki, âlemi zulmetlerden temizleye ve onun için safa meydana getire.. Zulmetlerin zevalinden ve safanın husulünden sonra da güneşin kendisi doğar.
Üstte anlatılan mana icabı olarak, güneşin zillinin zuhuru, sabık zulmetlerin zevali meyanında sayılır. Güneşin kendisinin doğması dahi, sonradan gelen zulmetlerin zevali meyanındadır.
Sultanların doğmasına münasib olan dahi odur ki: tahliye ve tasfiyeden sonra ola.. İsterse, onların doğuş mukaddimesi olmadan tahliye ve tasfiye tasavvur edilmesin..
Hak zahir oldu; niza kalktı. Şüpheler dahi zail oldu. Doğruyu ilham eden Sübhan Allah'tır.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 354. Mektup

MEVZUU: Nihayetin nihayeti mertebelerine çıkınca; bu makamın her mertebesinden bir zerre, imkân dairesinin tamamından kat kat daha zahir
olur. NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Şeyh Ferid Tihaniseri'ye yazmıştır.
Nihayetin nihayeti mertebelerine yükselme zamanında; Allah'ın inayeti ve Habibinin hürmeti ile, bu yerden her zerrenin mertebesi, imkân dairesinin tamamından kat kat daha ziyade olur.
Bu makamdan, sülük ile zerre kadar bir mesafe kat edilse, imkân dairesinden kat kat ziyade mesafe kat edilmiş olur.
Bu şöyle olur: Bir kimse, bu mertebeden uzun bir mesafe aştığı zaman; bilir ki, vücub mertebesine ve daha yukarısına nisbetle imkân dairesinin bir değeri yoktur. Keşke, umman denize nisbetle bir katre hükmü olsaydı.
Üstte anlatılan mana icabı olarak, hiç kimsenin, zaruri olarak, Habib, menziline kadem kuvveti ile ulaşması mümkün değildir. Nefsinin gözü ile orayı görmeye de gücü yetmez. Zira Sultanın ihsanları ancak onu taşıyıcıları çekebilir.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 353. Mektup

MEVZUU:
Hicapların açılması, şühud itibarı ile olup vücud itiban ile değildir.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevlâna Bedreddin'e yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Selâm, seçmiş olduğu kullarına.
İsimlerin, sıfatların, şüun ve itibarların yüce mukaddes Hazret-i Zat'tan açılması, iki kısım üzerinedir
a) Şühud itiban ile...
b) Vücud itiban ile...
Vücuda bağlı bir açılma, mümtenidir; şühuda dayalı açılma ise, mümkündür. Hatta vakidir. isterse azdan da azın, hastan da hasın nasibi olsun.
Bir haberde, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğu anlatıldı:
"Allahu Taala'nın nurdan ve zulmetten yetmiş bin hicabı vardır. Eğer açılacak olsa, yüzünün dönüşünden taa, göz alışının nihayetine kadar olan halkından her şey yanar."
Bu keşiften ve açılmadan murad, bağlı olan mümteni kısımdır.
Bu Fakir'in dahi bazı risalelerinde yazmış olduğu:
-Yüce Mukaddes Zat'tan bütün hicapların açılması, manasından murad, şühuda dayalı bir açılmadır..
Nitekim Sübhan Hak, bir şahsa, basiret ikram eder ise, onunla eşyayı, hicapların ve perdelerin ötesinden görür. Şühud itiban ile orada, hicaplar ve perdeler açılır. Bu anlatılan dahi aynı manayadır.
Fakir'in yazmış olduğundan da bilinmiş oldu ki: Hicapların açılması cevazı, hicapların açılmaması cevazından gelen habere münafi değildir. Zira, burada anlatılan açılma, öbür açılmaya benzemez.
Bu manada şüpheye düşenlerden olma.
Selâm, hüdaya tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona ve âline salât ve selâm.
Vesselam.
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 352. Mektup

MEVZUU: Ashab-ı Yemin, Ashab-ı Şimal ve Sabikun beyânındadır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz'leri bu mektubu, Seyyid Abdülbaki Sarankpuri'ye yazmıştır.
Rahman Rahim Allah'ın adı ile. Allah'a hamd olsun; seçmiş olduğu kullarına dahi selam Bilesin ki, Allahu Teala seni irşad eylesin. Ashab-ı Şimal, zulmani hicapların ehlidir. Ashab-ı Yemin, nuraniyet hicaplarının ehlidir. Sabikun ise, o hicaplardan ve bu hicaplardan halâs bulmuşlardır. Akranlarına nazaran, yarış okunu kazanmışlardır. Asıl olan 'meydana dahi ulaşmışlardır. İki ayaklarından birine şimale (sola) diğerini dâhi yemine (sağa) basmak sureti ile imkân zılâlinden de, vücup zılâlinden de yükselmişlerdir. Yüce Mukaddes Zat dışında; ne isim, ne sıfat, ne de itibar görmüşlerdir.
Ashab-ı şimal, şüfür ve şekavet erbabıdır.
Sabikun ise, asaletten enbiyadır; onlara salât ve selâm olsun. Tebaiyeten ise, bu devletle müşerref olan herkestir. Yani tebaiyet devleti ile... Tebaiyet yolu ile bu devlet, peygamberlerin ashabında daha çoktur. Onlara salât ve selâm. Ashabın gaynnda dahi, bu devlet kıllet ve nedret yollu tahakkuk etmiştir.
Bu şahıs (imam Rabbani Hz.leri kendisini kastediyor. Yani, bu devleti bulmakta) dahi, hakikatta ashab zümresine dahildir. Enbiyanın kemalâtına mülhak bulunmaktadır. Onlara salâtiar ve selâmlar. Resulullah (sav) Efendimiz onun hakkında söyle buyurmuştur: "Bilinmez, onların evveli mi, yoksa ahiri mi hayırlıdır?" Her ne kadar Resulullah (sav) Efendimiz:
"Asırların hayırlısı, benim asrımdır" buyurmuş ise de, bu asırlar itibarı ile olup öbürü dahi şahıslar itibarı iledir. En iyi bilen Sübhan Allah'tır.
Ne var ki, ehli sünnetin icmaı: Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli oldukları üzerindedir. Allah onlardan razı olsun. Peygamberlerden sonra, Hazret-i Ebu Bekir'i (ra) geçen yoktur. Onlara salât ve selâm. Bu ümmetin sabikun olanlarının en ilerisinde, Hazret-i bu Bekir (ra) vardır. Bu milletin kıdemli olanların en kıdemlisi odur. Hazret-i Faruk (ra) dahi, onun tevessülü ile, en faziletli olma devletine ermiştir; onun tasavvufu ile, ahirlerin fevkine yükselmiştir. Bu mana icabı olarak, Hazret-i Faruk için:
-Hazret-i Sıddık'ın halifesi, demişler ve hutbede:
-Resulullah'ın (sav) halifesinin halifesi... diyerek, onun adını okumuşlardır.
Bu muamele meydanının süvarisi, Hazret-i Sıddık'tır. Hazret-i Faruk dahi, onun redifidir. O ne güzel bir rediftir ki, süvarinin refakatındadır. En has vasıflarında onun ortağıdır. Allah onlardan nazı olsun.
Biz yine esas sözümüze dönelim. Deriz ki:
-Sabikun, yeminin ve şimalin hükümlerinden hariçtirler. Nuraniyet ve zulmaniyet muamelelerinin de üstündedirler. Bunların kitabı, yeminin ve şimalin kitapları ötesindedir. Bunların hesapları dahi, ashab-ı yeminin ve asnab-ı şimalin hesaplarının ötesindedir.
Bunların meşguliyetleri ve halleri, kendi başına ayrı bir mana taşır. Bunların işvesi, sevgisi bir başka manada ayrıdır. Ashab-ı yemin ve ashab-ı şimal misli olan nasıl bunların kemalâtını idrak edebilir? Avam mü'minler gibi velayet erbabı dahi, onların sırlarına nasıl nail olsun?
Kur'an-ı Kerim'deki mukattaat harfleri, bunlann sırlarının remzidir. Fürkan-ı Kerim'deki müteşabih ayetler, bunların vusul basamaklarının hazinesidir. Bunların asla vâsıl olmaları, zıldan fariğ eylemiştir; zılâl erbabını dahi onların has hariminden uzaklaştırmıştır.
Bunlar, yakınlığı bulanlardır. Revh ü reyhan bunların nasibidir. Faraza-ı ekber, (büyük kıyamet bunları mahzun etmez. Başkaları gibi, mahşerde kıyamet dehşetleri, bunları yerlerinden oynatmaz.
Allah'ım, bizi, onları sevenlerder eyle. Zira insan sevdiği ile olacaktır.
Seyyidü'l-mürselin hürmetine. Ona ve âline salâtlar, selâmlar, tahiyyat ve bereketler.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 351. Mektup

MEVZUU: Ehlüllah her ne kadar dünyaya, zahirde tutunup esbabına teşebbüs etseler dahi, onların batınının dünya ile hardal tanesi kadar dahi alâkası yoktur.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz'leri bu mektubu, Hacı Yusuf Keşmiri'ye yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm.
***
Yüce Sultan Allah'ın marifeti haramdır o sahsa ki, içinde hardal tanesi kadar dünya sevgisinden yana bir şey ola ve dünya ile taalluk buluna. Yahut anlatılan miktar kadar hatıralarından bir hatıra içine doğa. Onun zahiri dahi, batınından nice merhale uzak düşmüştür.
Halbuki ahiretten dünyaya gelmesi, insanlar arasına karışması faydalanma ve faydalı olma şartına bağlı olan münasebetin husulü içindir. Böyle bir durum olan kimse, dünyadan yana konuşup onun sebeplerine teşebbüs etse de kendisi için caiz ve yerinde olur. Asla onun için, kötü bir durum olmaz. Hatta onun için iyi olur ki: Kulların haklan muattal olmaya ve faydalı olma ve faydalanma yolları kapanmaya.
Üstte anlatılan manada olan bir kimsenin, batını zahirinden daha faziletlidir. Bunun hükmü dahi arpa benzerinde buğday satanın haline benzer.
O kimseler ki, namazları zahire göredir; onu da kendileri gibi sanırlar. Meselâ, buğday benzeri arpa sattıkları gibi. Ve sanırlar ki, onun zahiri, batınından daha faziletlidir. Hayal ederler ki, o kimse, kendi nefsini görür; alâkasızdır. Halbuki o, batınla alâkalıdır.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, kavmimizle aramızı hakkı ile fetheyle. Sen fatihler hayırlısısın."(7/89)
Selâm, hüdaya tabi olup mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona ve âline salât ve selâm.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 350. Mektup

MEVZUU: LA İLAHE İLLALLAH, kelime-i tayyibesinin faziletleri beyanındadır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, bu mektubatı derleyen Fakir Hakir Abdülheyy'e yazmıştır.
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
-LA İLAHE İLLALLAH.. (Allah'tan başka ilâh yoktur).
Üstte anlatılan kelime-i tayyibeden daha menfaatli bir şey yoktur. Bilhassa, Rabbim gazabının sükunet bulması sanında.
Bu mübarek cümle ki, cehenneme girme üzerine gazabın sükunet bulmasına bir sebeptir; diğer gazapların sükunet bulmasına evlâ yoldan sebep olur. Zira, onlar bundan daha alttır.
Bu mübarek kelime, nasıl sükunete sebep olmasın ki: Kul bu mübarek kelimenin tekrarı ile, sivayı nefyederek ondan iraz etmektedir; teveccüh kıblesini dahi, Hak Mabud eylemektedir.
Gazabın menşei, kulun çeşitli şeylere teveccühüdür ki, kul onlara müptelâ olmuştur.
Üstte anlatılan mananın bu mecaz aleminde misali şöyledir:
Bir şahıs düşünelim ki, kölesinden eza görüp kırılmıştır; kendisine öfkelenmiştir. Şayet o köle, iyi bir tedbir güderek, sahibinden başkasını bırakıp bütünüyle, sahibine teveccüh eder ise, köle hakkında, sahibinden şefkat ve merhamet zuhura gelmeye başlar. Hem de zaruri olarak. Kendisine gazap da kalkar. Keza eziyet etme de kalkar.
Bu kelime-i tayyibe, ahiret için saklanan, doksan dokuz rahmetin hazine anahtarı olarak görmekteyim.
Bilesin ki,
Küfür zulmetlerini, şirk sıkıntılarını giderme işinde; bu kelime-i tayyibeden daha çok fazla aracı bir şey yoktur.
Bir kimse, bu mübarek kelimenin mazmunu olan manayı tasdik eder de, iman babında bir zerre elde tutarsa, bu hali ile de, küfür âdetlerine ve şirk rezaletlerine müptelâ olsa dahi, ümid ederiz ki, bu mübarek kelimenin şefaati ile azaptan çıkar; ebedi cehennemde kalmaktan kurtulur.
Nitekim Resulullah (sav) Efendimizin şefaati dahi, bu ümmetin sair büyük günahlarının cezalarını def etmek işinde çok faydalı olup dahli pek fazladır.
Üstteki cümlede:
-Bu ümmetin büyük günahları dedim. Şunun için ki:
Büyük günahların irtikâbı, sair ümmetlerde bu ümmetten daha azdır. Hatta, küfür âdetleri, şirk rezaletleri ile imtizaç etmek, aynı şekilde.o ümmetlerde daha azdır. Bu mana icabı olarak, şefaat bu ümmet daha çok muhtaçtır.
Diğer ümmetlerde, bir topluluk, tamamen küfürde ısrarlı idi; bir başka topluluk ise, emirlere imtisal eden halis mü'min idi.
Eğer bu ümmetin şefii bu kelime-i tayyibe olmasaydı; Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimiz dahi bu ümmetin şefaatçisi olmasaydı, günahların çokluğu bunları helak ederdi. Ona salât, selâm ve tahiyyet olsun.
Günahkâr bir ümmet var ama, bağışlayıcı bir Rabbin yüce varlığı karşısında onların günahları nedir? Bu ümmetin nail olduğu yüce Hakkın o kadar affı ve mağfireti vardır ki, geçmiş ümmetlerin bu kadarına nail oldukları malum değildir. O kadar ki: Doksan dokuz rahmet, bu ümmetin günaha dalanları için ahirete saklanmıştır.
Bir mısra:
Asileridir insanların kereme muhtaç...
***
Sübhan Hak, affı ve mağfireti sever. Af ve mağfiret için, maddeden hiçbir şey yoktur ki, bu ümmetle müsavi ola.
Hiç şüphe edilmeye ki, bu ümmet hayırlı ümmettir. Bu kelime-i tayyibe dahi, onların şefiidir; en faziletli zikir dahi budur. Bunların peygamberleri dahi, şefaatçileridir, nebilerin de efendisi olarak şu hitab-ı ilâhiye nail olmuştur:
"İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Ve Allah pek bağışlayıcı ve pek merhametlidir."(25/70)
Bir mısra
Ne zorluğu o işte, olunca keremlilerle...
Üstte anlatılan mana, Allah için kolaydır.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza sebat ver. Kâfirlere karşı bize yardım eyle."(3/147)
Aynı şekilde, bu kelime-i tayyibenin faziletlerini anlatalım, dinle.
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Bir kimse:
-LA İLAHE İLLALLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur) derse, cennete girer." Bu manayı anlamayan kusurlular, taaccüp ettiler; bir kere:
-LA İLAHE İLLALLAH.. (Allah'tan başka ilâh yoktur...) demekle cennete girmek nasıl müyesser olur? manasında..
Bu durum onların bu kelime-i tayyibenin bereketlerine vakıf olamadıklarındandı Amma, şu anda Fakir'e keşfolundu ki, bu kelime-i tayyibeyi bir kere söylemekle, bütün alemin günahları bağışlansa ve cennete girseler yeri vardır.
Ayrıca şu durum da müşahede edildi ki: Eğer bu kelime-i mukaddesenin bereketleri, bütün alem beyninde pay edilse, sonsuzlara kadar bütün aleme yeter, hepsini doyurur.
Bir de mübarek kelimenin:
-MUHAMMEDÜN RESULULLAH (Muhammed Allah'ın Resulüdür..) cümlesi ile birleşirse ne olur? O zaman azameti düşünmeli. Tebliğ, tevhid ile birleşir. Risalet, velayete iktiran eder.
Bu iki cümlenin mecmuu, bütün velayet ve nübüvvet kemalâtına camidir.
Bu iki cümlenin saadetine o kimse hidayet eder ki, velayeti zılâl zulmetlerinden temizlemiş ve nübüvveti daha yüksek derecesine çıkarmıştır.
Allah'ım, bizi bu mübarek cümlenin bereketlerinden mahrum eyleme. Onda bize sebat var. Onun tasd9iki üzerine bizi öldür. Onu tasdik edenlerle bizi dirilt. Onun hürmetine ve onu tebliğ edenler hürmetine bizi cennete idhal eyle. Onlara salât, tahiyyat, selâm ve bereketler.
***
Sonra, nazar ve kadem acze düşer, himmet kanadı kapanır bir yana düşerse, muamele dahi sırf gaybe kalırsa, iş bu yerde artık seyir:
-LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESULULLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur; Muhammed Allah'ın Resulüdür), kademinden gayrı ile mümkün olmaz. Mesafe kat etmek, ancak bu kelime-i mukaddesinin himayesinde olur.
O yerde seyrini almaya çalışan, bu mukaddes cümleyi bir kere söylese, onunla o, kelime-i mukaddesenin imdadı ve yardımı ile o mesafede bir adım atar ve nefsinden uzaklaşır ve Sübhan Hakka da yakınlık bulur. O mesafenin bir parçası, imkân alemi dairesinin tamamından kat kat ziyadedir, işte, o mübarek cümlenin zikir fakileti bundan anlaşılmıştır. Şöyle ki: Dünyanın ona göre hiçbir miktarı yoktur, varlığı bile duyulmaz. Hiç olmazsa umman denize göre, bir damla hükmü olaydı, ne gezer.
Bu kelime-i tayyibenin azameti, onu okuyanın derecelerine göredir. Onu okuyan derecesi her ne miktar yüksek ve çok ziyade olur ise, bu mübarek kelimenin durumu dahi o miktar ziyade ve evlâ olur. (Yani okuyana zuhurat yönünden)
Bir şiir:
Güzellik artırır yüzü sana;
Nazar artırdıkça ondan yana.
***
Dünyada hiçbir temenni bilinmiyor ki, şu temenniyle denk olsun: İnsan bir köşede oturup bu mübarek cümlenin tekrarı ile haz ve lezzet alıp kala. Amma yapamıyoruz. Bütün temenniler müyesser olmuyor. Gaflet ve halka karışmak gerek.
İki ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, nurumuzu tamamla; bizi bağışla. Sen her şeye kadirsin."(66/8)
Gönderilen peygamberlere selâm.
"İzzet Rabbın, onların isnad ettikleri vasıflardan yücedir, münezzehtir. Ve... Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun."(37/180)
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 349. Mektup

MEVZUU:
a) İmamet bahsi..
b) Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinin hakikati ve onlann muhalifleri. Eh!-i sünnet'in ifrat ve tefritten uzak olduğu ki, bunun birini rafıziler, diğerini de hariciler tercih etmiştir.
c) Resulullahın ehl-i beytinin medhi, Allahu Taala ona ve âline salât ve selâm eylesin.
Bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Muhammed Taki'ye yazmıştır.
Rahman Rahim Allah'ın adı ile.
Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Allah'ın Resulüne.. Sizlere dahi dualar etmekteyim.
Şunu bildirmek isterim ki: Fukaraya (dervişlere) muhabbet duymak, onlarla irtibat kurup kendileri ile ülfet etmek, bu taife-i aliyyenin sözlerini dinlemeye rağbet, bu üstün tabakanın vaziyetlerine ve işlerine meyilli olmak yüce Sultan Allah'ın en güzel nimetlerinden ve o yüce Zat'ın en büyük inayetlerindendir.
Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz, bu manadan olarak,, söyle buyurdu:
"İnsan sevdiği ile beraberdir."
Bu mana icabı olarak, sevenleri onlarla olup yakınlık hareminde onların yedeğinde bulunan mahremleridir.
***
Ey Muvaffık,
Oğlum Hace Şerafeddin Hüseyin haber verdi ki, bütün bu güzel vasıflar onda vardır; hem de çeşitli meşguliyetleri olmasına rağmen.. Bu güzel muamele dahi, onca makbul olup özüne işlemiştir. Hem de, sınırsız meşguliyetlerinin bulunmasına rağmen.. Bunun için, Sübhan Allah'a hamd ü şükürler olsun.
Çünkü, sizin salâhınız, büyük bir cemaatın salâhı olup, felahınız dahi büyük bir topluluğun felahıdır.
Sözü geçen anlattı ki:
-Sizin kelâmınızı sever; sizin ilimlerinizi dinlemeye rağbeti vardır. Eğer kendisine, bazı sözleri yazarsanız, pek güzel ve pek yerinde olur.
Bunun için, bazı cümleleri, kabul olunur ümidi ile yazmak istedim.
Bilhassa, bugünlerde; imamet bahsi daha çok anlatıldığı ve bu babda her şahıs zan ve tahminle kelâm gördüğü için, istedim ki, bu bahiste zaruri olarak hiçbir satır yazayım. Bu arada, ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinin hakikati ile, muhaliflerin mezhebini açıklayayım.
***
Ey Talib-i Necat... Ehl-i sünnet vel-cemaat alâmetlerindendir ki, Hazret-i Ebu Bekir (ra) ve
Hazret-i Ömer (ra) daha faziletli biline ve Hazret-i Ali ile (ra) Hazret-i Osman (ra) dahi sevile..
Hazret-i Ebu Bekir (ra) ile Hazret-i Ömer'in (ra) daha faziletli olduğu inancı ile, Hazret-i Osman (ra) ile Hazret-i Ali'nin sevgisi birleştirilir ise bu, ehl-i sünnet vel-cemaatın hususiyetlerinden olur.
Hazret-i Ebu Bekir (ra) ile Hazret-i Ömer'in (ra) daha faziletli oldukları sahabenin ve tabiinin icmaı ile sabittir. Bu mana imamların en büyüklerinden nakledilmiştir. Bunların biri de İmam-ı Şafii (m) olmuştur.
Şeyh Ebül-Hasan Eş'ari şöyle anlattı:
Hazret-i Ali'nin (ra) hilâfeti sırasında ve kendi ülkesinde, taraftarlarından büyük bir topluluk huzurunda şöyle dediği sabittir:
-Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer, bu ümmetin en faziletlileridir. Allah onlardan razı olsun.
Zehebi'nin anlattığına göre, İmam-ı Buhari'nin dahi ondan rivayet ettiğine göre Hazret-i Ali (ra) şöyle demiştir:
-Resulullah'tan (sav) sonra insanların en faziletlisi, Ebu Bekir, ondan sonra da Ömer, daha sonra da bir başka kimsedir. Bunun üzerine, oğlu Muhammed b.Hanefi'ye şöyle dedi:
-Sonra sensin...
Amma Hazret-i Ali (ra) ona şu cevabı verdi:
-Ben, ancak, Müslümanlardan bir kimseyim.
Hulasa... Hazret-i Ebi Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in (ra) daha faziletli olma durumu, ravilerin çokluğundan ötürü, zaruret sınırına vardı. Bunu inkâr etmek dahi, ya cehaletten ileri gelir yahut taassuptan.
Şia'nın en ileri gelenlerinden olan Abdürrezzak, inkâr mecali bulamadığından gayr-i ihtiyari Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli olduklarını söyledi. Allah onlardan razı olsun. Bu manada şöyle demiştir:
-Madem ki, Hazret-i Ali (ra), Hazret'i Ebu Bekir'i (ra) ve Hazret-i Ömer'i
(ra) kendisinden daha faziletli görmüştür; ben de bu görüşüne katılıp onları Hazret-i Ali (ra) üzerine daha faziletli olarak kabul etmeseydi; ben de
onların daha faziletli olduklarını saymazdım. Benim için vebal olur ki: Hem
Hazret-i Ali'yi seveyim; hem de onun arzusuna aykırı hareket edeyim.
Hazret-i Osman'ın (ra) ve Hazret-i Ali'nin (ra) hilâfetleri zamanında fitnelerin zuhuru ve insanların işlerinde karışıklık peydah olduğu; bu yüzden dahi insanların kalblerinde sınırsız sıkıntılar hasıl olup Müslümanlara arasına buğuz ve düşmanlık girdiği için, zaruri olarak, Hazret-i Osman'ı ve Hazret-i Ali'yi sevmek, bir şahsın Ehl-i sünnetten oluşuna şart sayıldı. Allah onlardan razı olsun. Ta ki, bu yüzden bilmeyen bir kimse, Hayrü'l-be-şer Resulullah'ın (sav) ashabına kötü zan beslemeye. Resulullah'ın halifelerine ve kaimmakamlanna buğuz ve adavet gizlemeye. Ona salât ve selâm olsun. Bu manadan olarak, Hazret-i Ali'yi (ra) sevmek, ehl-i sünnet olmanın şartı oldu. Her kimde ki bu mahabbet yoktur; o kimse, ehl-i sünnet haricidir.
O kimse ki, Hazret-i Ali'nin (ra) sevgisinde ifrat tarafı tutar ve yerinde olacak miktardan daha ziyadesine düşer ve bu mahabbette galeyana gelip Hayrü'l-beşer Resulullah'ın (sav) ashabına da söver, böylelikle de ashabın, tabiinin, selef-i salihinin yolunu dahi terk edip gider, bunun adına:
-Rafızi... denir.
Ehl-i sünnet, Hazret-i Ali'nin (ra) sevgisinde, rafızilerin ve haricilerin tuttuğu ifrattan ve tefritten uzak olarak, orta hallidirler. Hiç şüphe edilmeye ki, hak ortadadır, ifrat ve tefrit iki mezmum şeydir. Bu manadan olarak, İmam-ı Ahmed b.Hanbel, Hazret-i Ali'den (ra) naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
"Sende İsa'dan yana bir benzerlik var. Yahudiler ona düşmanlık edip anasına bühtan attılar. Nasara dahi onu sevip kendisinde olmayan bir menzile oturttular."
Yani Hazret-i İsa'ya:
-Allah'ın oğludur, dediler. , Bu manadan olarak, o iki zümre için Hazret-i Ali (ra) şöyle dedi:
-Her iki müfrit dahi helake vardı. O kadar ki, beni sevenler, bende olmayanı bende sabit gördü Diğeri dahi bana düşman oldu; bu düşmanlıkla bana iftira etti.
Hazret-i Ali (ra) bu cümlesi ile, haricilerin durumunu Yahudilere benzetti; rafızileri dahi, Nasaraya... Onlar bu durumları ile, hak olan ortanın bir yanına düştüler.
Hazret-i Ali'yi (ra) sevenleri ehl-i sünnetten saymayıp da onu sevmeyi rafızilere has bilen ne kadar cahildir, hayret! Hazret-i Ali'yi sevmek, rafızi alâmeti değildir; asıl rafızi alâmeti odur ki: Üç halifeden teberri edile.. Ashab-ı kiramdan teberri etmek ise, mezmum olup öyle yapan dahi ayıplanır.
Bu manada, İmam-ı Şafii'den şöyle bir şiir vardır.
Al-i Muhammed'i sevense rafızi
Şahid olsun ins ü cin benim rafızi.
Bu şiirle anlatılmak istenen şudur: Ali-i Muhammed'i sevmek, rafızilik değildir. Yani: Bazılarının sandığı gibi... Her ne kadar, bu sevgi için:
-Rafızilik... demiş olsalar da, mezmum olan rafızilik değildir.
Zira, rafıziliğin kötülüğü ancak şu manadan gelmektedir ki, diğerlerinden teberri edilip anlatılır. Ama onları sevmek cihetinden değil. Yani Al-i Muhammed'i sevmek...
Üstte anlatılan manadan ötürü Resulullah'ın (sav) ehl-i beytini sevenler, ehl-i sünnet vel-cemaattan olmaktadır. Ki bunlar: Hakikatta ehl-i beyt şiasıdır.
Şayet ehl-i beyte mahabbet davası güdenler, kendilerini dahi onların şiasından sayanlar, eğer mahabbetlerini ehl-i beyte kısıtlamayıp diğerlerinden teberri etmeden Resulullah'ın bütün ashabına tam manası ile tazim ve tevkir edecek olsalardı ve onların arasında geçenleri daha iyiye yormuş olsalardı bunlar dahi ehl-i sünnete dahil olmak sureti ile harici olmaktan ve rafızilikten çıkarlardı. Çünkü:
Ehl-i beyte mahabbetin olmayışı, hancılıktır.
Ashabdan teberri etmek, rafıziliktir.
Bütün ashaba saygılı olarak ehl-i beyti sevmek ise, sünnettir.
Hulasa Sünni olmanın binası, Resulullah (sav) Efendimizin ashabını sevmektir. İnsaf sahibi akıllı kimse odur ki: Ehl-i beyti sevmesine binaen ashab-ı kirama buğuz etmeye... Resulullah (sav) Efendimizin sevgisine uyarak, onların tümünü seve... Zira bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Bir kimse onları severse, beni sevdiği için sever, onlara bugzeden dahi bana buğzettiği için buğzeder."
***
Biz, tekrar esas sözümüze dönelim. Deriz ki:
-Ehl-i sünnet vel-cemaatta, ehl-i beyt mahabbetinin olmayışı, nasıl zannedilebilir? Halbuki bunlar katında onlara mahabbet duymak, imanın bir parçası durumundadır. Yine onlar katında, son nefesin selâmetle verilmesi bunlara karşı beslenen sevginin kalbe yerleşmesine bağlıdır.
Bu Fakir'in muhterem pederi, pek çok zamanlarda, ehl-i beyt sevgisine rağbet ettirirdi. Kendisi dahi, zahir ve batın ilmini bilirdi. Bu manada derdi ki:
-Son nefesin selâmetle kapanmasında, ehl-i beyte olan mahabbetin büyük dahli vardır. Yerinde olur ki, bu hususta tam manası ile riayet edile.
Bu Fakir, onun ölümle sonuçlanan hastalığında yanında hazır idim. Az da olsa, bu aleme karşı bir şuuru vardır. O vakit bu kelâmını anlatıp o mahabbetin açıklanmasını istedim; o halet içinde şöyle dedi:
-Ben, ehl-i sünnet ehl-i beyt mahabbetine dalmışım. Böylece, yüce Hakkın şükrünü eda ediyorum. Ehl-i beytin mahabbeti, ehl-i sünnetin sermayesidir.
Ne var ki, muhalifler, bu manadan yana gaflet içindedirler. Onları orta halli sevmeyi bilmemektedirler. Kendileri için, ifrat tarafını tercih edip bunun ötesine de tefriti (sevgisizliği) sanarak, haricilik hükmü verdiler. Bunu da haricilerin mezhebi sandılar.
Bunlar bilmezler ki, ifrat ve tefrit arasında bir orta sınır vardır; bu da, hakkın merkezi ve doğruluğun yeridir. Bu durum dahi, ehl-i sünnet vel-cemaata nasib olmuştur. Allahu Taala, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin.
Asıl şaşılacak bir durum vardır ki; o da şudur: Ehl-i sünnet olanlar o kimselerdir ki, haricileri katletmişler ve ehl-i beyt düşmanlarını da kökünden temizlemişlerdi. Bu vakitte dahi, rafıziliğin ne ismi vardı; ne de resmi. Olanlar olsa da, yok hükmünde idiler.
Bunlar kendi fasit inançlarına göre, ehl-i beyti sevenleri rafızi tasavvur ettiler. Ehl-i sünneti dahi bu alâkadan dolayı, rafızi olarak hayal ettiler.
Bu ne şaşırtıcı bir muameledir ki, ifrat derecede muhabbet olmayışından dolayı, ehl-ı sünneti bazan haricilerden sayarlar; bazan da onlarda mahabbetin kendisi olduğu için rafızi sayarlar.
Yine bunları, cehaletlerinden ötürü görürsün ki: Muhammed'e sevgi izhar eden ehl-i sünnetten büyük velileri kendi zanlarına göre rafızilerden sayarlar.
Diğer üç halifeye tazim edip saygılı olmaya teşvik eden ve ifrat derecede muhabbetten dahi men eden pek çok büyük ehl-i sünnet alimlerini dahi harici sanırlar.
Ah! Bin kere ah! Bilhassa bu münasebet almayan cür'etlerinden dolayı.
Mahabbetin ifratından ve tefritinden Allahu Taala bizi korusun...
Mahabbetin ifratından dolayıdır ki, mahabbetin tahakkuku için, üç halifeden teberriyi şart koştular. Hatta diğerlerinden de... İnsaf gerek. O mahabbetin manası nedir ki, husulü için, Resuluilah'ın (sav) naiplerinden ve yerine kaimmakam olanlardan teberri şart olur? Hatta o Hayrü'l-beşer'in (sav) ashabına sövülüp taan dahi o mahabbetin şartı olur? Allah onların tümünden razı olsun.
Onlara göre, ehl-i sünnet olanların günahı o ki: Ehl-i beytin mahabbeti ile ashabın tümüne saygı göstermeyi birleştirmişlerdir; ikisini bir arada görmüşlerdir. O kadar ki: Onlardan hiçbirini, aralarında münazaaların olmasına rağmen, kötülükle anlatmazlar. Onları beşeri saplantılardan ve nefsani arzulardan tenzih ederler. Yani aralarında geçen işlerden dolayı. Bunu da, Resulullah'ın sohbetine tazim için yapar; onun ashabına ikram babında yerinde görürler. Durum böyle olmasına rağmen, haklıya haklı; batıla da batıl olduğunu söylerler. Ama, bu batıl olma durumunu, heva ü hevesten tenzih edip görüşe ve içtihada havale ederler.
Rafıziler ehl-i sünnet vel-cemaât olanlardan ancak şu şartlar altında razı olurlar:
a) Kendileri gibi, sair ashab-ı kiramdan teberri edecekler.
b) Kendileri gibi, bu büyüklere kötü zanda bulunacaklar. Nitekim, haricilerin rızası dahi şunlara bağlıdır:
a) Ehl-i beyte düşmanlık güdülecek.
b) Al-i Muhammed'e dahi buğuz edilecek.
Resulullah Efendimize salâtlar ve selâmlar. Ashabın, dahi hepsinden Allah razı olsun.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize hidayet eyledikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Bize, katından rahmet hibe eyle; zira sen hibesi en çok olansın."(3/8)
***
Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i sünnet vel-cemaat büyükleri katında, birbirleri ile münazaa vaktinde, Resulullah (sav) Efendimizin ashabı üç fırkaya ayrılmıştır:
a) Delil ve içtihad ile, haklı oluşun Hazret-i Ali tarafından olduğunu bilmiş olanlar.
b) Delil ve içtihad ile, hakkı olmanın diğer tarafta olduğunu görmüşlerdir.
c) Çekimser duranlardır. Bunlar, delil ile hiçbir tarafı tercih etmemişlerdir.
üstte anlatılan manadan ötürü, içtihadları iktizasına göre, Hazret-i Ali (ra) tarafına birinci taife için yardım gerekli oldu.
İkinci taifeye ise, içtihadlarının müeddi olduğu manada, diğer tarafa yardım etmeleri gerekli oldu.
Üçüncü taifeye ise, durmak gerekli oldu. Bunlar hakkında, birinden birini tercih etmek hata oldu.
Durum anlatıldığı gibi olunca, her fırka, kendi içtihadına göre amel edip kendilerine vacib olan ve uhdelerine düşen ile amel etti. Bu manadan ötürü, onlar hakkında ayıplamanın ne yeri olur? Onlara taan etmek nasıl yakışık alır? Bu hususta İmam-ı Şafii'nin şöyle dediği anlatılmıştır:
-O bir kandı, Allahu Teala, ellerimizi ondan temiz bıraktı; biz de dilimizi ondan yana temiz tutalım.
Aynı mana, Ömer b.Abdülaziz'den de anlatıldı. Allah onlardan razı olsun.
Üstte anlatılan ibareden de anlaşılıyor ki, bir tarafın haklı olduğu, diğer tarafın dahi hatalı olduğu üzere dudak oynatmak, onların her birini, hayrın dışında bir mana ile anlatmak dahi yerinde değildir.
Resulullah (sav) Efendimizin bir hadis-i şerifinde bu manayı şöyle anlattı:
"Ashabım anlatıldığı zaman, kendinizi tutunuz."
Bunun açık manası şudur:
-Ashabım, aralarındaki münazaa dolayısı ile veya başka bir hususta anlatıldığı zaman, kendinizi tutunuz; bir tarafı, diğer taraf üzerine tercih etmeyiniz.
Lâkin, ehl-i sünnet uleması topluluğu, kendilerine delillerle zahir olan manadan ötürü hakkın Hazret-i Ali (ra) tarafından olduğuna; muhaliflerinin dahi, hata yoluna girdiklerine zahib olmuşlardır. Ne var ki, burada anlatılan hata, içtihada dayalı bir hata olduğundan, levm etmekten ve taanda bulunmaktan uzak olmaktadır. Tahkirden tenzih edilip ayıplamaktan dahi beri kılınmıştır.
Hazret-i Ali'nin (ra) şöyle dediği nakledilmiştir:
-Kardeşlerimiz bize asıl geldiler; ama onlar ve küffardır, ne de fasıklar. Zira, kendilerinden küfrü ve fışkı atacak tevilleri vardır.
***
Gerek ehl-i sünnet, gerekse rafıziler; her ikisi de, Hazret-i Ali'ye (ra) karşı savaşanları hatalı bulup hakkın, onun tarafında olduğunu söylerler. Ne var ki, ehl-i sünnet, tevilden naşi:
-Hata...
Lâfzı üzerine fazla bir şey ıtlak etmezler. Yani Hazret-i Ali'ye (ra) karşı savaşanlar için onlara taan edip ayıplamaktan dillerini tutarlar. Bu babda, Hayrü'l-Beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbeti hakkına riayet ederler;
ona salât ve selâm olsun. Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: "Ashabım hakkında, benden sonra garaz tutmayınız."
Yani ashabımı ayıplayıp onlara kin, garaz bağlamaktan sakının; bu manada Allah'tan korkun. Zira, bu cümlede geçen, lâfza-i celâli, işin ehemmiyetine göre, tekid için kullanılmıştır.
Resulullah (sav) Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
"Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uysanız, hidayete erersiniz."
Ashab-ı kirama tazim ve onlara karşı saygılı olmak babında çokça hadis-i şerif varid olmuştur. Bu manadan ötürü, onların tümüne karşı izzet ikram göstermek yerinde olur. Onlann yanılmalarını dahi, iyiye yormak lâzımdır. Bu meselede, ehl-i sünnetin yolu budur.
Rafizilere gelince... bu babda galeyana gelmektedirler. Hatta o kadar ileri gitmektedirler ki, Hazret-i Ali (ra) ile savaşanların küfrüne hükmetmektedirler. Onlar hakkında çeşitli taan edip ayıplamanın çeşitli sözlerini kullanarak, dillerini kirletmektedirler.
Eğer gaye, hakkın Hazret-i Ali (ra) tarafında olduğunun zuhuru, ona karşı savaşanların hatalarını da izhar ise, bu hususta ehl-i sünnetin tercih ettiği yol yeterlidir; itidal üzeredir.
Din büyüklerine taanda bulunmak, dinden ve diyanetten uzaktır. Nitekim, rafıziler bu yolu tutmuşlardır. Sanmışlardır ki, Resûlullah'ın ashabına kötü söylemek, dinleri ve imanlandır. O ne kötü bir dindir ki; onun en büyük parçası Resûlullah'ın (sav) naiplerine sövüp onun halifelerine kötü söz etmektir.
Bid'at ehli taifeden her biri, bir bid'at yolunu tutup onunla ehl-i sünnetten ayrıldı. Ne var ki, harici ve rafızi fırkaları, onların tümü arasında haktan ve doğrudan en uzak olanıdır. Cidden durum budur. Din büyüklerine sövüp lanet okumak, onların imanlarının en büyük parçası olunca, onların haktan yana nasıl nasibi olabilir?
Rafıziler, on iki fırkaya ayrılmıştır. Bütün bu fırkalar, Resulullah (sav) Efendimizin ashabına küfür eder ve Hulefa-i Raşidin'e sövmeyi dahi kendilerine göre ibadet(!) olarak itikad ederler. Ve bu cemaat, kendilerine:
-Rafızi, isminin verilmesinden sakınırlar ve inanırlar ki, rafıziler kendilerinden başkasıdır. Şu manadan ötürü ki: Hadis-i şeriflerde, rafıziler hakkında, çok şiddetli tehditler vardır.
Keşke onlar; rafızilik sözünün manasından sakınıp Resûlullah'ın (sav) ashabından teberri etmekten dahi sakınmış olsalardı.
Hindistan beldelerinin Hanud'u, yani Mecusileri dahi, kendilerine:
-Hanud, ismini verip küfürden sakınırlar ve kendilerini küffardan saymazlar. Sanırlar ki: Dar-ı harpte olanlar küffardır. Bu anlayışta da yanılırlar. Çünkü her iki sınıf da, küfrün hakikati ile tahakkuk etmiştir.
Bunlar, Resûlullah'ın (sav) ehl-i beytini de kendileri gibi sanmışlardır. Onları da hayal etmişlerdir ki, Hazret-i Ebu Bekir'e (ra) Hazret-i Ömer'e (ra) düşmandırlar. Yine bu taife ehl-i beytin ileri gelenlerine iki yüzlülük hükmü verip onları münafık sanırlar; aldatmacı olarak kabul ederler. Yine sanırlar ki Hazret-i Ali (ra) Hutefa-i Raşidin ile otuz sene, münafık arkadaşlığı gibi, tü'kat hükmü ile arkadaşlık etti. Hakları olmadan yersiz olarak, onlara tazim edip saygı gösterdi. Bu ne biçim muameledir ve ne biçim cemilekârlıktır!...
Eğer Resûlullah'ın (sav) ehl-i beytine mahabbet, Resulullah'a mahabbet sebebi ile olmakta ise, yerinde olur ki, Resûlullah'ın (sav) düşmanlarına dahi, aynı şekilde düşman olalar. Onlara dahi, ehl-i beyt düşmanlarına sövmekten daha çok sövüp lanet edeler. Halbuki, bu taifenin hiçbirinden, Ebu Cehil'e sövüp lanet eden duyulmamıştır. Halbuki o, Resûlullah'ın en şiddetli düşmanlarından idi. Resulullah'a (sav) dahi, her çeşit ezayı ve cefayı yapmıştır. Durum böyle olmasına rağmen, onların hiçbiri, Ebu Cehil'in kötülüğünü anlatma babında dilini oynatmamıştır.
Hazret-i Ebu Bekir'e gelince, erkekler arasında, Resulullah (sav) Efendimize en sevgili olanıdır. Kendi bozuk kanatlarına göre, onu da, ehl-i beyte düşman bilip ona sövüp taan etmekle dillerini uzatırlar. Kendisi ile münasebeti olmayan işleri ona bağlarlar. Bu nasıl dindir ve nasıl diyanettir!..
Allah saklasın... Takdir eylemesin ki, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer ve sair ashab-ı kiram Resûlullah'ın (sav) ehli beytine düşman olalar. Allah onlardan razı olsun. Resulullah (sav) Efendimizin âline buğzedip adavet besleyeler.
Keşke bu insaf libasından soyunanlar, ashab-ı kiramın büyüklerinin ismini söylemeden ehl-i beyt düşmanlarına sövselerdi ve din ulularına kötü zan izhar etmeselerdi; o zaman, bu hususta ehl-i sünnet ile aralarında muhalefet kalmaz, kalkardı. Zira, ehl-i sünnet dahi ehl-i beyt düşmanlarına adavet ederler. Onları taan ederek ayıplarlar.
Ehl-i sünnetin iyilikleri arasındadır ki, küfrün her çeşidine girip o hali ile müptelâ olan belli bir şahsın dahi küfrüne kail olup da; cehennemlik olduğunu söylemezler. İşin sonunda tevbe edip İslâm dinine girme ihtimali olduğundan, ona lanet edilmesine dahi cevaz vermezler.
Onların...
-Lanet, sözü edilmesine verdikleri cevaz, bir şahıs tayini edilmeden mutlak olarak umum kâfirler üzerinedir. Bilhassa, kesin delille, son nefesini kötü olarak verdiği bilinmeyen bir kimseye öyle bir lanet edilmesine asla cevaz vermezler.
Rafizilere gelince... hiç sakınmadan, Hazret-i Ebu Bekir'e (ra) ve Hazret-i Ömer'e (ra) lanet okumakta ve ashabın ileri gelenlerine dahi sövüp taan etmektedirler. Hem de, hiç aldırış edip korku duymadan... Allahu Teala, onları doğru yola hidayet eylesin.
Bu bahiste, ehl-i sünnet ile, onların muhalifleri arasında büyük bir ihtilâf vardır. Bu dahi, iki makamda olmaktadır. Şöyle ki:
BİRİNCİ MAKAM
Ehl-i sünnet, dört halifenin de hilâfetinin hak olduğuna kaildirler. Bu dört halifeden her biri için derler ki:
-Hakkı ile halifedir.
Şu manadan ötürü ki; mugayyebattan haber yolu ile, bu babda hadis-i şerif varid olmuştur ve şudur "Benden sonra hilâfet otuz senedir."
Anlatılan bu müddet dahi Hazret-i Ali'nin (ra) hilâfeti ile sona erip tamam olmuştur.
Bu hilâfet tertibi dahi hak üzeredir.
Ehl-i sünnet muhaliflerine gelince... üç halifenin haklı hilâfetini kabul etmeyip inkâr ederler; onların hilâfetini dahi, zorbalığa ve tağallübe bağlarlar. Hazret-i Ali'den (ra) başkasını hak üzere imam olduğuna itikad etmezler.
Bu üç halifeye Hazret-i Ali'den (ra) gelen biati dahi, iki yüzlülüğe hamlederler. Ashab-ı kiram arasındaki arkadaşlığı dahi, nifak olarak kabul ederler. Aralarındaki mudarayı dahi hilekârlık, kandırmacılık tasavvur ederler. Çünkü, bunların fasit inançlarına göre, Hazret-i Ali'nin (ra) muvafıkları, onun muhalifleri ile, iki yüzlülük hükmünce münafık arkadaşlığı etmiştir. Dilleri ile, izhar ettikleri kalblerindekinin aksidir.
Bu taifenin kanaatına göre; Hazret-i Ali'nin (ra) muhalif tarafı, kendisinin ve kendisine muvafakat edenlerin düşmanıdır. Hazret-i Ali'nin (ra) ashabı dahi, nifak yollu olarak öbürlerinin ahbabıdır. Dostluk suretinde düşmanlık izhar etmişlerdir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; Resulullah (sav) Efendimizin bütün ashabı, bunların bozuk inançlarına göre münafık idi; hilekâr ve aldatmacı idi. Dış durumları ile, içlerinde sakladıklarının aksini izhar ederlerdi. Böylelikle bu ümmetin şerlileri(!) bu firaka göre ashab-ı kiramdır. Yine bunlara göre, sohbetlerin en şerlisi ve kötüsü de, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbetidir. Zira, onlara göre, böyle olan ahlâk-ı zemime ondan gelmiştir. Yine, asırların dahi, en şereflisi, ashab-ı kiramın bulunduğu asırdır. Zira, onlara göre o devir; nifak, adavet, buğuz ve hasedle doludur. Halbuki, Allahu Teala, ashab-ı kiram için, Kur'an-ı Mecid'inde şöyle buyurdu:
"...kendi aralarında merhametlidirler."
Allahu Teala, onların kötü itikadlarından bizleri korusun.
Bu taifenin anlattığına göre, eğer bu ümmetin sabıkları anlatıldığı gibi, kötü ahlâkla muttasıf idiyse, onlara sonradan katılanlarda nasıl hayır bulunur?
Bu taife, Kur'an ayetlerinde ve hadis-i şeriflerinde gelen; Resulullah (sav) Efendimizin sohbetinin fazlına, ashab-ı kiramın dahi faziletine, bu ümmetin dahi hayırlı ümmet olduğuna dair manaları hiç görmemişlerdir. Yahut onu görmüşler velâkin, ona inanıp tasdik etmemişlerdir.
Halbuki, Kur'an ve hadis, ancak ashab-ı kiramın tebliği ile bize ulaşmıştır. Ashab-ı kirama taan edilince durum nasıl olur? Onların sebebi ve onların yolu ile, Kur'an dahi zaruri olarak taana uğramış olur. Böyle bir manadan dolayı Allah'a sığınırız.
Üstte anlatılan manalar açısından bakılınca, her halde bu zümrenin kasdı dini iptal edip Resulullah (sav) Efendimizin şeriatını inkâr etmektir. Dış. surette, ehl-i beyte mahabbet izhar edip hakikatte onun şeriatını iptala çalışırlar.
Keşke bunlar, Hazret-i Ali'yi ve onun taraftarlarım hallerine bıraksalardı da, onları mekir ve nifak ehlinin damgası olan iki yüzlü olmakla damgalamasalardı.
Yine onların anlattıklarına bakılarak; Hazret-i Ali'nin (ra) taraftarlarında ve muhaliflerinde ne gibi bir hayır olabilir ki? Onlar birbirleri ile, tam otuz sene münafık olarak arkadaşlık etmişlerdir. Hile ve aldatmaca ile birbirleri için geçinmişlerdir. Şimdi bunlara nasıl itimad edilir!..
Yine bu zümre, ashaptan bu Hüreyre'ye (ra) taan ederler. Ama, bilmezler ki, ona taan etmekle şer'i hükümlerin yansına taan etmek vardır. Bu manadan olarak, muhakkikin ulema şöyle demiştir:
-Dini hükümlere dair üç bin hadis-i şerif gelmiştir.
Yani sünnet olarak, seri hükümlerden üç bin hüküm tesbit edilmiştir.
Ve bu hükümlerin bin beş yüzü, Ebu Hüreyre'nin rivayeti ile tesbit edilmiştir.
Üstte anlatılana göre, Ebu Hüreyre'ye (ra) taan etmek, şer'i hükümlerin yansına taan etmektir.
Bu hususta, İmam-ı Buhari şöyle anlattı:
-Ebu Hüreyre'nin ravileri ashab-ı kiramdan ve tabiin-i izamdan sekiz yüzü (veya altı yüzü) geçer. Bunlardan bir tanesi de İbn-i Abbas olup İbn-İ Ömer dahi ondan rivayet etmiştir. Enes b.Malik ve Cabir b.Abdillah dahi onun ravileri arasındadır. Allah onlardan razı olsun.
Ebu Hüreyre'ye taan yolunda, Hazret-i Ali'den (ra) nakledilen hadis iftira yollu bir hadistir. Nitekim bunu, ulema tahkik etmiştir.
Resulullah (sav) Efendimizin Ebu Hüreyre'ye (ra) fehimli olması yolundaki duası dahi, ulema arasında bilinen bir şeydir. Ebu Hüreyre (ra) bizzat kendisi bunu şöyle anlatmıştır:
-Resulullah (sav) Efendimizin bir meclisinde hazır idim. Şöyle buyurdu:
"Sizden kim ridasını yayar ki, ona makalemi feyiz olarak bırakayım da; onu kendisine sardıktan sonra, bir daha onları unutmaz."
Bunun üzerine üzerimde bulunan örtüyü yaydım; Resulullah (sav) Efendimiz feyiz makalesini ona bıraktıktan sonra, alıp göğsüme bastırdım. Bundan sonra da hiçbir şey unutmadım.
Din büyüklerinden bir şahsı, sırf bir zanla Hazret-i Ali'nin (ra) düşmanı bilmek ve ona sövmeye, taan ve lanet etmeye cevaz vermek insaftan uzaktır.
Bütün bu anlatılanlar, ifrat derecede olan mahabbetin afetlerindendir. O dereceye vardılar ki, neredeyse boyunlarını iman bağından sıyıracaklar.
Bir an, faraza Hazret-i Ali (ra) için, ikiyüzlü olmak cevazına varılsın. O halde, Hazret-i Ebi Bekir ve Hazret-i Ömer hakkında daha faziletli olduklarını anlatan tevatüren kendisinden nakledilen rivayetlerine ne derler?
Tıpkı bunun gibi, hilâfeti zamanında ve memleket idaresi altında iken, üç halifenin haklı olduklarına dair kendisinden sudur eden kelâma ne derler? İkiyüzlülük, ancak şunun için kullanılır ki: Kendi hilâfet hakkını gizleyip üç halifenin dahi hilâfetinin batıl olduğunu da izhar etmeye. Amma, üç halifenin hilafette haklı olduklarını izhar edip Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli olduklarını beyan etmek, kendi başına bir iş olup ikiyüzlülüğün ötesindedir. Doğru sözlü olmaya ve iyiye yormaktan başka yanı yoktur. Bu mana, ikiyüzlülükle kaldırılacak gibi değildir.
Şu da bir gerçektir ki, üç halife ve diğerlerinin faziletleri hakkında çok hadis-i şerif gelmiştir. Bunlar meşhur olup manada tevatür haddine gelmiştir. Hatta, bunlardan bir cemaat, cennetle müjdeli olmuştur. Bu hadis-i şerifler için ne diyebilirler? Çünkü, ikiyüzlü olmak, peygamberlere caiz değildir. Zira, enbiyaya tebliğ gereklidir. Onlara salât ve selâm olsun. Kaldı ki, bu hususta, Kur'an ayetleri dahi nazil olmuştur; onlar ise, ikiyüzlülük tasavvur edilemez. Allahu Teala, onlara insaf versin.
Sonra...
Akıllı olanlar katında malum bir durum vardır ki, şudur İkiyüzlü olmak korkaklıktan gelir. Böyle bir sıfatın dahi Allah'ın Arslanı Hazret-i Ali'ye bağlanması münasebetsiz bir şey olur. Beşeriyet hükmüne göre, böyle ikiyüzlü olma durumuna, bir iki saat veya bir iki gün cevaz verilse yeri olur. Amma, Allah'ın Arslanı için böyle bir sıfatı otuz sene kadar sabit görmek, bu müddet içinde de ikiyüzlü olmakta ısrar ettiğine kail olmak, cidden kötü bir şeydir. Halbuki ulema şöyle demiştir:
-Küçük günahlar üzerinde ısrarla devam edip durmak büyük günahtır.
Bu mana açısından bakılınca, şikak ve nifak erbabının sıfatlarından bir sıfat üzerine ısrar edip devamlı durmak için ne hüküm vardır? N'olurdu, keşke bu işin ne kadar çirkin olduğunu anlayabilselerdi?
Bunlar, Hazret-i Ebu Bekir'in (ra) ve Hazret-i Ömer'in (ra) önde olmasına şunun için razı olmayıp kaçtılar: Zira Hazret-i Ali (ra) küçük düşüp ihanete uğramaktadır. Yani kendi fasit zanlarına göre.
Üstte anlatılan mana dolayısı ile de, Hazret-i Ali (ra) için ikiyüzlü olmanın isbatını tercih ettiler. Ne var ki, bu sıfatın şenaatini anlayamadılar. Eğer onun şenaatına karşı anlayışları olsaydı; iki işin daha hafifini tercih ederlerdi.
Bu manada derim ki:
-Hazret-i Ebu Bekir'i (ra) ve Hazret-i Ömer'i (ra) önde görmekte Hazret-i Ali (ra) için bir küçüklük yoktur. Zira onun hilâfet hakkı olduğu üzere bakidir. Velayet derecesi, hidayet rütbesi, irşad menzilesi dahi olduğu üzere yine bakidir. Amma, onun ikiyüzlü olma isbatında onun için bir noksan ve ihanet vardır. Zira bu sıfat, nifik erbabının hususiyetleri arasındadır. Mekir ve hile erbabının ayrılmaz vasıfları arasında sayılır.
***
İKİNCİ MAKAM
Bu kısım, ashab-ı kiram arasında geçen meselelere ayrılmıştır.
Şöyle ki:
Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Ehl-i sünnet vel-cemaat, hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin ashabı arasında geçenleri ve aralarındaki münazaaları iyiye yormuşlardır. Bu işleri de, nefsani arzudan ve batıla saplantıdan uzak kabul edilmişlerdir. Zira, Resulullah (sav) Efendimizin sohbetinde; onların nefisleri pak olmuştur. Gönül sahaları dahi, düşmanlıktan, çekemez olmaktan, hasetten yana temizlenmiştir.
Bu babda netice söz şudur Madem ki, onlardan her birinin kendine has görüşü ve içtihadı vardın her müçtehide dahi ictihadi uyarınca amel etmek vaciptir; artık değişik görüşler sebebi ile zaruri olarak, bazı işlere dair aralarında bir müşacere ve muhalefet lâzım gelmiştir.
Onlardan her birinin, kendi görüşüne uyması doğrudur. Bu manadan ötürü onların muhalefetleri, muvafakatları gibidir. Zira hak içindir; nefsani heva ve heves, nefs-i emmareye ittiba için değildir.
Hazret-i Ali'nin muhaliflerini, rafıziler tekfir etmektedirler; bunlar hakkında çeşitli şenaatin yapılmasına ve taan edilmesinin her türlüsüne cevaz vermektedirler.
Biraz duralım.
İçtihada kalan işlerin bazılarında; Resulullah (sav) Efendimizin hükmüne dahi ashabın muhaletleri kötü olmamıştır; bunun için de, ayıplanmamışlardır. O zaman vahyin nüzulü devam etmesine rağmen, bu işten onları almak babında bir mana çıkmamıştır.
Şimdi gelelim işin özüne:
Nasıl olur da, içtihada dayalı bazı işlerde, Hazret-i Ali'ye muhalif olanlar kâfir olur? Ona muhalif davrananlar dahi, ne sebeple, taana uğrayıp ayıplanırlar? Böyle bir şey nasıl olur ki, muhaliflerin pek çoğu ehl-i İslâm'dan idi; sahabe-i kiramın ileri gelenlerinden idi. Hatta onların bazıları, cennetle müjdeli idi. Mana böyle olunca, onları tekfir etmek, öyle kolay bir iş değildir.
Bir ayet-i kerime meali:
"Ağızlarından çıkan öyle bir kelime ki, çok büyük."(18/5)
Zira, kendilerine taan edilip kalan muhalifler o kadar çoktur ki, dinin ve şeriatın yarısına yakın bir kısmı onlar tarafından tebliğ edilmiştir. Bunlara taan edilince, dinin yansından itimad kalkar.
Sonra, bunlar nasıl taana hedef edilir ki: Bunlardan hiçbirinden, hiç kimse, gelen rivayeti reddetmemiştir. Ne Hazret-i Ali, ne de diğerleri. Allah onlardan razı olsun.
Sahih-i Buhari ki, Allahu Teala'nın kitabından sonra, kitapların en sahihidir; bu durumu şia dahi tasdik etmiştir. Bu Fakir, şianın en ileri gelenlerinden Ahmed Tibeti'nin şöyle dediğini dinlemiştir:
-Buhari kitabı, Allah'ın kitabından sonra, kitapların en sahihidir.
Bu eserde, Hazret-i Ali'ye muvafakat edenlerin rivayetleri olduğu gibi, ona muhalefet edenlerin dahi rivayetleri vardır. Burada muvafakat ve muhalefete binaen bir tercih yapılmamıştır. Bu eserde Hazret-i Ali'den (ra)rivayet edildiği gibi, Muaviye'den (ra) dahi rivayet edilmiştir. Eğer onun rivayetinde taan şaibesi olmuş olsaydı; asla rivayetini kitabına dere etmezdi. Bundan başka, hadis tenkidçileri dahi, hadis-i şerif rivayetlerinde, muhalefeti, taan menşei olarak almamışlardır. Böyle bir tefrik yapılmamıştır. Şu hususun da bilinmesi yerinde olur ki bütün işlerde, Hazret-i Ali'nin (ra) haklı olması gerekmez. Böyle bir kat'iyet yoktur. Keza, muhaliflerinin dahi tüm işlerde hatalı olmaları gerekmez, isterse muharebe işinde, hak Hazret-i Ali (ra) tarafından olsun. Zira, tabiinden birinci asrın uleması ve müçtehid imamlar, ondan başkasının çoğu meselelerde yolunu da tercih etmişlerdir. Bilhassa ihtilaflı hükümlerin çoğunda; Hazret-i Ali'nin yoluna göre hüküm vermemişlerdir. Eğer hak, tamamen onun tarafına kaymış olsaydı; onun hilâfına hüküm vermezlerdi.
Kazi Şüreyh tabiindendi; içtihad sahibi idi. Hazret-i Ali'nin (ra) mezhebi ile hükmetmedi. Nübüvvete mensubiyeti dolayısı ile, Hazret-i Ali'nin oğlu Hüseyin'in şehadetini makbul saymadı. Allah onlardan razı olsun. Müçtehidler dahi, Şüreyh'in kavline göre amel edip onun yolunu tuttular; oğulun, babası için yapacağı şehadete cevaz vermediler.
Hazret-i Ali'nin (ra) görüşüne muhalif olan diğer meselelerde tercih edilen kavi çoktur. Bu mana, mütebbi ve musanniflere gizli değildir. Tafsil edilmesi uzun olur.
Durum üstte anlatıldığı gibi olunca, Hazret-i Ali'ye (ra) muhalefette itiraza yer yoktur. Onun muhalifleri dahi taana uğrayıp ayıplanan kimseler olamazlar.
HAZRET-İ AİŞE (Allah ondan razı olsun).
Hazret-İ Aişe'ye gelelim. Alemlerin Rabbı Allah Sevgilisinin sevgilisi idi. Taa, bu alemden intikal edinceye kadar, onca makbul ve manzur olmuştur. Resulullah (sav) Efendimiz, vefatı ile sonuçlanan hastalığında, onun hücresinde kalmıştır. Mübarek ruhu da onun hücresinde iken kabzolundu. Bu anda, onun göğsünde idi. Defni dahi, onun pak hücresine yapıldı. Bütün bu şereflerle beraber, kendisi bilgin ve içtihad ehli idi. Allah ondan razı olsun. Resulullah (sav) Efendimiz, dinin bir parçasını ona havale etmişti. Müşkillerin halli işinde ashab-ı kiram, ona müracaat ederdi. Muğlak meselelerin hallini onun vasıtası ile bulurlardı.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, böyle Sıddıka Müctehide birine, Hazret-i Ali'ye (ra) muhalefeti sebebi ile taan edip ona lâyık olmayan şeyleri yakıştırmaya çalışmak cidden münasebetsiz bir iştir. Resulullah (sav) Efendimize imandan dahi uzaktır.
Eğer Hazret-i Ali (ra), Resulullah (sav) Efendimizin damadı ve onun amcası oğlu ise, Hazret-i Aişe-i Sıddıka dahi onun pak zevcesi ve makbul sevgilisi idi. Resulullah (sav) Efendimize ve bütün ehl-i beytine salât ve selâm.
Bundan evvel, senelerce, Fakir'in âdeti şöyle idi: Bir yemek piştiği zaman, ondan bir hisseyi, Resulullah (sav) Efendimizin âl-i abası olan Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin'in ruhaniyetlerine mahsus kılardım. Allah onların hepsinden razı olsun.
Sonradan, Resulullah (sav) Efendimizi rüyada gördüm; kendisine selâm verdim; fakat o, bana teveccüh ötmedi. Bir başka yana teveccüh etti. Bu sırada Fakir'e şöyle dedi:
-Ben, yemeği, Aişe'nin evinde yerim. Her kim yemek gönderecek ise, Aişe'nin evine göndersin.
Bunun üzerine, Fakir'e yakin hasıl oldu ki; onun mübarek teveccühünün olmayışı, Fakir'in Hazret-i Aişe'ye yemeğe ortak etmeyişimdir. Bundan sonra, Hazret-i Aişe başta olmak üzere, bütün ezvac-ı tahiratı ehl-i beytten hemen hepsini o yemeğe ortak eyledim. Tevessülümü dahi, ehl-i beytin tümüne yapar oldum. Halbuki Resulullah (sav) Efendimize, Hazret-i Aişe cihetinden gelen eza ve cefa, Hazret-i Ali (ra) cihetinden gelen eza ve cefadan daha çoktur. Bu mana dahi, insaf sahibi akıllılara gizli değildir.
Üstte anlatılan mana, şu takdire göredir: Hazret-i Ali'ye (ra) sevgi gösterip tazim etmek, Resulullah (sav) Efendimizin sevgisi, ona akrabalığı dolayısı iledir.
Amma o kimse ki, Hazret-i Ali'nin mahabbetini müstakilen alır; bu mahabbet işinde, Resulullah (sav) Efendimizin sevgisine bir medhal kalmaz; böylesi bahis dışı olup kabil-i hitap dahi değildir. Zira, böylesinin garazı, dini iptal edip şeriatı yıkmaktır. Resuiullah (sav) Efendimizin tavassutu olmadan bir yol tutmak ister. Muhammed'den (sav) alıp Ali'ye rağbet ettirmek ister. Böyle bir şey sırf küfür olup zındıklığın dahi aynıdır. Hazret-i Ali (ra) böyle bir şeyden beridir. Onların yaptıklarından eza duymaktadır.
Çünkü, ashabı ve Resulullah (sav) Efendimizin damatlarını sevmek; Resulullah (sav) Efendimizin sevgisi ile olmakta ve onlara tazim, tekrim etmek dahi, Resulullah (sav) Efendimize tazim ve tekrim dolayısı ile olmaktadır. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Bir kimse onları severse, benim sevgimle sever."
Aynı manadan olarak, bir kimse de, onlara buğzederse, Resulullah (sav) Efendimizin buğzu için buğzeder; bu manada dahi Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Bir kimse, onlara buğzederse, benim buğzum için buğzeder."
Bu hadis-i şerifin daha açık manası şu demeye gelir:
-Ashabıma taalluk eden mahabbet, aynen bana taalluk etmektedir. Onlara olan buğuz dahi, aynen bana taalluk eden buğuzdur.
***
TALHA VE ZÜBEYR (Allah onlardan razı olsun).
Ashab-ı kiramın büyüklerinden olup cennetle müjdeli on kişi arasında bulunuyorlar. Bunlara taan edip ayıplamak hiç münasip bir iş değildir. Bunlara lanet edip tard edenlerin bu yaptıkları kendilerine aittir.
Hazret-i Ömer (ra) vefatından sonra, hilâfet işini şuraya bıraktı. Bu şura azalan altı kişi idi. O altı kişiden ikisi bunlardı. Bunun da, kalanların birini diğerine karşı tercih etme delilini açıktan bulamadığı için yaptı.
Bu ikisi, kendi arzulan ile, hilâfet nasibini bıraktılar. Her ikisi de tek tek şöyle dedi:
-Ben hilâfet hazzımı bıraktım.
Talha o zattır ki, Resulullah (sav) Efendimize karşı kötü edep tavrı takındığından, babasını öldürdü; başını da getirdi. Bu fiilinden dolayı da, Kur'an'da sena edildi.
Zübeyr öyle bir sahabedir ki, onun katili cehennemlik olacaktır. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz söyle buyurdu:
"Zübeyr'i katleden cehennemliktir."
Bu durumda, Zübeyr'e lanet etmek de, onu öldürmekten daha az değildir. Ona lanet eden de, öldüren de aynıdır.
Elhazer... Sonra yine elhazer... Sonra yine elhazer... Sakınmak gerektir. Bilhassa din büyüklerine taan etmekten ve İslâm büyüklerini zemden sakınmalıdır. Onlar öyle zatlardır ki, İslâm kelimesinin ilâsı, Seyyidü'l-enam Resulullah (sav) Efendimize yardım için bütün güçlerini harcamışlardır. Dinin teyidi için, gece gündüz gizli, aşikâr mallarını harcamışlardır.
Resulullah (sav) Efendimizin sevgisi için; aşiretlerini, kabilelerini, çocuklarını, karılarını, vatanlarını, su kaynaklarını, ziraatlarını, ağaçlarını, ırmaklarını bıraktılar. Resulullah (sav) Efendimizin kendisini, kendi nefislerine tercih ettiler. Onun sevgisini, kendi sevgilerine tercih ettiler. Keza, mallarından ve zürriyetlerinden daha üstün tuttular.
Bunlar, öyle zatlardır ki, sohbet şerefine nail olmuşlardır. Bu sohbette dahi, nübüvvet bereketlerini bulmuşlardır. Vahyi müşahede ettiler; yani vahyin gelişini. Meleğin huzuru ile de müşerref oldular.
Harika halleri ve mucizeleri gördüler. O kadar ki, onların gaybleri şehadet oldu. İlimleri de ayn oldu.
Onlara öyle yakın hali ihsan edildi ki, onlardan sonra, hiç kimseye öylesi ihsan edilmedi.
Hatta, başkalarının Uhud dağı kadar yaptıkları altın sadakası, bunların bir veya yarım ölçek kadar yaptıkları arpa sadakasına denk olmaz.
Bunlar, öyle zatlardır ki; Allahu Teala, kendilerini Kur'an-ı Mecid'de sena edip kendilerinden razı olmuştur. Bunlar dahi, Allahu Taala'dan razı olmuşlardır.
Allahu Teala şöyle buyurdu:
"...İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur. İncil'deki vasıfları ise, şöyledir: Filizini yarıp çıkarmış, giderek onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, sapları üzerinde doğrulup kalkmış bir ekine benzerler. Bu ekicilerin de hoşuna gider. (Ashab hakkındaki bu teşbih) onlarla kâfirleri öfkelendirmek içindir."(48/29)
Allahu Teala, onlara öfkelenip gayz edenlere:
"Küffar.."(48/29)
ismini verdi. Bunun için, küfürden hâzer edilip sakınıldığı gibi, onlara öfkelenip gayz etmekten dahi sakınmak gerek.
Bu yolda basarı ihsan eden Allah'tır.
***
öyle bir cemaat düşünelim ki, Resulullah (sav) Efendimize anlatılan manada bağlılıkları sıhhat kazanmıştır. Onun katında makbul ve manzur olmuşlardır Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin. Bunlar, bazı işlerde, birbirlerine muhalif tutuma girer ve bu sebeple aralarında bazı atışmalar olur ise, kendi görüşlerinin ve içtihadlarının gereğini yaparlarsa, kendilerine taan etmenin ve yaptıklarına itirazın yeri olmaz.
O kadar ki, o yerde hak ve doğru, ihtilâfın aynıdır; başkasının görüşüne uymamaktır.
Görmez misin ki imam-ı bu Yusuf'un, içtihad derecesine ulaştıktan sonra Ebu Hanife'ye uyması hatadır. Doğrusu, kendi görüşüne uymasıdır. Hatta imam-ı Şafii, sahabenin kavlini kendi görüşünden önde tutmazdı. Ama, hangi sahabe olursa olsun; ister Hazret-i Sıddık, isterse Hazret-i Ali olsun, Allah onlardan razı olsun. Elbette doğruyu, kendi görüşü ile amel etmekte bulurdu, isterse bir sahabenin kavline muhalif olsun.
Üstte anlatılan manaya göre, sahabe olmayan ümmetten bir kimsenin, ashabın görüşlerine muhalefet yeri olunca; birbirlerine muhalif görüşlere sahip oldukları için nasıl taat edilir, ne şekilde taana uğratılabilirler?
Bu arada şunu da söylemek isterim ki:
-Ashab-ı kiram, içtihada dayalı meselelerde, Resulullah (sav) Efendimizin reyine dahi muhalefet etmişlerdir. Ama, onların bu ihtilâfına bir zem gelmiş değildir. Hem de, o zaman, vahiy geliyordu. Bu ihtilâfları için bir engel çıkmadı. Nitekim, bu mana daha önce de anlatıldı. Şayet onların ihtilâfı, Hak katında razı olunan makbul olmayan bir şey olsaldı, elbette bunun için, engelli bir emir gelirdi. Muhalifler için, şiddetli tehdid emirleri nazil olurdu.
Görmez misin ki; seslerini, Resulullah (sav) Efendimizin sesinden yüksek tutan bir cemaat için, mani emir geldi. Bunun için, şiddetli tehdid ayeti nazil oldu. Bu manada, Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler, seslerinizi, Resûlullah'ın sesinden yüksek çıkarmayın. Birbirinize bağırdığınız gibi, sözle ona bağırmayın. Siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider."(49/2)
Bedir gazası esirleri hakkında büyük bir ihtilâf vuku buldu. Bu babda Hazret-i Ömer ve Saad b.Muaz esirlerin katline hükmettiler. Diğerleri dahi, fidye karşılığı olarak, serbest bırakılmasını istediler. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimize göre, makbul olan görüş, onları fidye karşılığı serbest bırakmak oldu.
Bundan başka yerlerde dahi, çok ihtilâflar vardır.
Resulullah (sav) Efendimizin, vefatına çıkan hastalığında yaptığı taleb üzerine, kendisine getirilen kâğıt meselesindeki ihtilâf dahi bu kabildendir. Bunu istemekle, Resulullah (sav) Efendimiz ona bir şeyler yazmak istiyordu.
Bu taleb karşısında, bir cemaat, kâğıdın getirilmesini istedi; diğer cemaat ise, buna mani oldu. Hazret-i Ömer (ra) kâğıdın getirilmesine razı olmayanlar arasında idi. Şöyle dedi:
-Allah'ın kitabı bize yeter.
İşte bu sebepledir ki, Hazret-i Ömer'e (ra) sataşanlar sataştı ve onu ayıplayıp dil uzattılar. Halbuki, böyle bir şey, hakikatte taan yeri değildir.
Hazret-i Ömer (ra) şunu biliyordu ki, vahiy zamanı kesildi. Semavi hükümler dahi tamam oldu. Hükümlerin isbatı için dahi, görüş ve içtihaddan gayrı mecal yoktur. Bu meyanda Resulullah (sav) Efendimiz ne yazacak olsa, o yazılacak şeyde, başkalarının da karışması olacaktır. Zira, o yazılacak şeyler içtihada dayalı olacak.
"Ey basiret sahipleri ibret alınız."(59/2)
Ayet-i kerimesinde mana hükmüne göre, en doğrusu, bu rahatsız halinde Resulullah (sav) Efendimizin başını ağrıtmamaktır; ondan başkasının görüşü ve içtihadı ile yetinmektir.
Bunun için de şöyle dedi:
-Allah'ın kitabı bize yeter.
Yani kıyas ve içtihad mehazı olarak Kur'an-ı Mecid yeter. Ondan hüküm çıkarmak isteyenlere de yeterlidir. Hazret-i Ömer'in (ra) burada:
-Kitab... olarak hususi manada söylenmesinden murad mümkündür ki; Resulullah (sav) Efendimizin yazmak sadedinde olduğu hükümlerin mehazı Kur'an'dır; sünnet değildir. Bunu karinelerle biliyordu; onun için de:
-Bize sünnet yeter, demesine yer yoktur.
Bu hususta, Hazret-i Ömer'in (ra) mani olması, o sıkıntılı halinde, Resulullah (sav) Efendimizin başını ağrıtmamaktı. Bu da, bir şefkat ve acıma hissinden doğuyordu.
Resulullah (sav) Efendimizin bu kâğıt isteme emri, istihsan için olup vücup için değildir. Ta ki diğerleri, onu istinbat meşakkatından müsterih olalar.
Şayet, Resulullah (sav) Efendimiz, vücub için:
-Bana getirin, manasında, ısrarla emredip üzerinde dursaydı; mücerred ihtilâf sebebi ile ondan vazgeçmezdi.
*** Burada şöyle bir soru çıkabilir:
-Resulullah (sav) Efendimizin öyle buyurduğu vakit, Hazret-i Ömer (ra) şöyle dedi:
-Hele onu iyi anlayınız. (Yani kendinde mi değil mi? Bu söz ne manaya?) Bu cümleden murad nedir? Bunun için şu cevabı verebilirim:
-Her halde, Hazret-i Ömer (ra) anladı ki, o vakitte bu kelâm, Resulullah (sav) Efendimizden, hastalık sebebi ile bir kasd ve bir ihtiyar olmadan südur etmiştir. Ki bu mana:
-Yazayım, buyurmasından da tevehhüm ediyor. Zira Resulullah (sav) Efendimiz ümmi idi. Asla bir şey yazmamıştı. Aynı zamanda şöyle de buyurmuştu:
"Benden sonra dalâlete düşmeyesiniz."
Din ki kemalini bulmuştur; nimet ki, tamam olmuştur; onunla Mevtanın rızası dahi hasıl olmuştur; bundan sonra nasıl delâlet tasavvur edilir? Bu bir saat içinde ne yazmaya kadir olur ki, onunla dalâlet ilk defa ola? Bu yirmi üç sene içinde yazılanlar yetmedi mi? Bu durumda, o müddet içinde yazılanlarla dalâlet def olmamış; bu şiddetli hastalığın varlığında bir saat içinde bir şey yazacak ve bununla da dalâlet def olacak!..
işte üstte anlatılan manalardan, Hazret-i Ömer anladı ki: O kelâm Resulullah (sav) Efendimizin mübarek dilinden bir kasd olmadan cereyan etmiştir. Yani beşeriyete binaen. Bunun için de şöyle demek istedi:
-Bunun manasını kendisinden sorarak ikinci kere tahkik ediniz.
Bu ihtilâf esnasında, sözler yükselince, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Kalkınız, ihtilâf etmeyiniz."
Zira, peygamber yanında niza iyi olmaz.
Bundan sonra, artık öyle bir şey söylemedi; ne divitten anlattı; ne de kâğıttan.
***
Şunun da bilinmesi gerekir ki, bazı içtihada bağlı meselelerde, ashab-ı kiramdan gelen ihtilâf, hem de Resulullah (sav) Efendimize nisbetle, Allah korusun, eğer onda heva, batıla saplantı şaibesi olsaydı; o zaman iş, mürted zümresine katılmaya varırdı ve başı İslâm bağından çıkarmak olurdu.
Çünkü, Resulullah (sav) Efendimize karşı edep dışı hareket ve kötü muamele küfürdür. Böyle bir şeyden Allahu Teala, bizi korusun. Herhalde bu ihtilâf:
"Ey basiret sahipleri, ibret alınız."(59/2)
Manasındaki, yüce emre göre idi. Şundan ki, bir kimsede, içtihad rütbesi var ise, başkasının içtihadına uyması ve içtihada dayalı meselelerde başkasının görüşüne gitmesi hatadır; bundan nehyedilmiştir.
Evet, bu arada şunu da belirtelim ki, görüşün ve içtihadın veri olmayan münzel hükümlere uymaktan başka çare yoktur; onlara boyun eğmek dahi vacibtir.
Burada son bir söz de şu ki: iki asırda yaşayanlar, zorlamadan uzak olup ibareleri güzelleştirmeye de ihtiyaçları yoktu. Bütün ihtimamları batın mananın ıslahı idi. Onların zahiri nazardan atılmış olup asla öyle bir şeyin mülâhazası yoktu.
O asırda, edeplere riayet etmek, hakikat ve mana itibarına göre idi; yalnız zahir ve suret itibarına göre değildi. Onların hali dahi, Resûlullah'ın (sav) emrine imtisal idi. Muameleleri dahi, Resûlullah'ın (sav) razı olmadığı şeylerden sakınmak idi.
Onlar, babalarını, analarını, kadınlarını Resulullah (sav) uğruna feda ettiler.
İhlâs ve itikadlarının tamlığındandır ki, Resulullah (sav) Efendimizin tükürüğünü dahi, yere düşmeye bırakmazlardı. O kadar ki, onu alır; yüzlerine, bedenlerine sürerlerdi. Tıpkı bir hayat suyu gibi.
Resulullah (sav) Efendimizin kanı alındıktan sonra; onu içem kasdları dahi, kemal manada ihlâstan gelir. Bu da, meşhur olup bilinen bir manadır.
Şayet bu büyüklerden, yalan ve hile dolu olan bu asır ehline göre; Resulullah (sav) Efendimize karşı edep dışı bir şeyin sudur ettiği vehmini verirse, onu da iyiye yormak lâzım gelir. O vehmi veren ibarenin hasılı dahi giderilmelidir. Hangi kısımdan olursa olsun, o lâfızlar mülâhaza edilmemelidir.
İşte selâmet yolu budur. Başarı ihsan eden Sübhan Allah'tır.
*** Burada şöyle bir şey sorulabilir:
-İçtihada dayalı işlerde, hata yeri olduğuna göre; o zaman, Resulullah (sav) Efendimizden nakledilen tüm hükümlere itimad nasıl olur? -Bunun için, şu cevabı veririm:
-İçtihada dayalı hükümler, gelecekte ve ikinci halde, semavi hükümler durumuna girmiştir. Zira, enbiyanın takririni hata üzere tutmak caiz değildir.
Hüküm çıkaranların içtihadı, değişik görüşleri sübut bulduklatn sonra; Hak katından bir hüküm inerdi; hakkı batıldan ayırdedip doğruyu dahi hatadan ayırırdı. Resulullah (sav) Efendimizin zamanında, bütün hükümler; hatadan mahfuz olarak, kati'i sübut kazandı. Zira, onlar, önden sonra kesin vahiy ile sabit oldu.
Bu hükümleri çıkarmakla, asıl gaye şu idi ki: İçtihad edip hüküm çıkaranlara; çeşitli inayetler gele ve keramet dereceleri de yüksele. Yandan da, doğruyu bulan da değişik derecelerine göre sevaba nail olalar.
İçtihada dayalı meselelerde; müçtehidlerin derecelerinin yükselmesi, bu hükümlerin de kat'iyet kazanması vardır.
Evet, nübüvvet zamanının bitiminden sonra içtihada dayalı hükümler, zanniyet olup amel için faydalıdır; itikad için tesbit edilmiş değildir. Böyle değildir ki, onları inkâr eden kâfir ola. Meğer ki, müçtehidlerin toplu olarak üzerinde karar kıldıkları bir hüküm ola. Bu dahi, itikad için tesbit edilmiş buluna.
HATİME
Bu mektubu, Resulullah (sav) Efendimizin ehl-i beytinin faziletlerini anlatan güzel bir HATİME ile bitirelim. Ona, âline ve ashabına salât ve selâm olsun.
İbn-i Abdilberr, Resulullah (sav) Efendimizin söyle buyurduğunu anlattı:
"Ali'yi seven beni sevmiş olun Ali'ye buğzeden bana buğzetmiş olur; Ali'ye eziyet eden bana eziyet etmiş olur; bana eziyet eden dahi Allah'a eziyet etmiş olur."
Tirmizi, Hâkim ihracı ile sahih olarak Büreyre'den naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
"Allauh Taala, dört kimseyi bana sevmeyi emretti; onları kendisinin de sevdiğini bana haber verdi."
Bu arada şöyle denildi:
-Ya Rasulallah, onları bize isimlendir. Bunun üzerine Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: "Ali, onlardandır."
Ravinin dediğine göre üçü dahi şunlardır: Ebu Zer, Mikdad ve Selman. Taberani ve Hakim'in İbn-i Mes'ud'dan naklen çıkarıp anlattıklarına göre, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: "Ali'ye bakmak ibadettir." Bu hadis-i şerif, hasen isnadı ile anlatılmıştır. Buhari ve Müslim, Bera'nın şöyle dediğini anlattılar:
- Resulullah (sav) Efendimizi gördüm; Hasan onun boynunda idi; söyle buyuruyordu:
"Allahım, ben bunu seviyorum; sen de sev." Buhari, Ebu Bekir'den naklen şöyle dediğini anlattı:
- Resulullah (sav) Efendimiz minberde idi. Hasan dahi onun yanında olup bir halka bir de ona bakıp şöyle buyuruyordu:
"Bu oğlum, seyyiddir. Her halde, Allahu Teala onunla Müslümanlardan iki cemaatın arasına düzeltecektir."
Tirmizi, Üsame b. Zeyd'in (ra) şöyle dediğini anlattı:
- Resulullah (sav) Efendimizi gördüm; Hasan ve Hüseyin dahi dizleri üstünde idi. Şöyle buyurdu:
"Bu ikisi, benim oğlum, kızımın oğludur. Allah'ım, ben bunları seviyorum; bunları seveni de seviyorum."
Tirmizi, Enes b.Malik'in şöyle dediğini çıkarıp anlattı:
- Resulullah (sav) Efendimize şöyle soruldu:
-Ehl-i beytinden hangisi sana daha sevgilidir?
Bunun üzerine, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Hasan ve Hüseyin."
Mesur b.Mahzeme, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlatmıştır:
"Fatıma, benden bir parçadır; ona eza eden bana eza etmiş olur."
Bir başka rivayette ise, şöyle buyurmuştur:
"Ondan şüphelenen benden şüphelenmiş olur; ona eziyet eden dahi bana eziyet etmiş olur."
Hakim'in, Ebu Hüreyre'den naklettiğine göre, Resulullah (sav) Efendimiz, Hazret-i Ali'ye (ra) şöyle buyurmuştur:
"Fatıma, bana göre senden daha sevgilidir; sen dahi, bana göre, ondan daha azizsin."
Hazret-i Aişe'nin (ra) şöyle dediği rivayet edildi:
-İnsanlar, Resûlullah'ın (sav) rızasını taleb ederek, hediyelerini vermek için, Aişe'nin gününü beklerlerdi. Sonra şöyle devam etti:
-Resûlullah'ın (sav) zevceleri iki bölüktü: a) Hazret-i Aişe, Hafsa, Safiye, Sude...
b) Ümm-ü Seleme ve diğerleri.
Ümm-ü Seleme bölüğü söze gelip kendisine dediler ki
-Resulullah ile konuş; insanlara söylesin de, onlar da hediyelerini Resulullah'ı (sav) buldukları yerde versinler.
Ümm-ü Seleme, Resulullah (sav) ile konuştu; bunun üzerine Resulullah (sav) ona şöyle dedi:
"Bana eziyet etme. Zira vahiy Aişe'den başka bir kadının örtüsü altında iken bana gelmedi."
Bunun üzerine Ümm-ü Seleme der ki:
-Sübhan Allah'a tevbe ederim ya Resulallah, kim sana eziyet edebilir?
Bundan sonra o kadınlar, Hazret-i Fatıma'yı davet edip Resulullah'a (sav) elçi gönderirler. Gelip Resulullah (sav) Efendimize durumu anlatınca, Resulullah (sav) şöyle buyurur:
"Benim sevdiğimi sen de sevmez misin?"
Hazret-i Fatıma, bunun için:
-Evet, severim, deyince, şöyle buyurur: "O halde, bu Aişe'yi sev," Hazret-i Aişe (ra) diyor ki:
-Resulullah (sav) Efendimizin kadınları arasında, Hazret-i Hatice'yi (ra) kıskandığım kadar hiç kimseyi kıskanmadım. Halbuki onu görmedim. Onun anılması çoktu. Resulullah (sav) her ne zaman bir koyun kesse, onun bir parçasını alır; Hazret-i Hatice'nin yakınlarına yollardı. Çoğu zaman şöyle derdim:
-Sanki Hazret-i Hatice'den başka kadın dünyada yok mudur?
Resulullah ise şöyle derdi:
"O olacağı kadar olmuştur. Ve ondan bana çocuk dünyaya gelmiştir."
İbn-i Abbas (ra), Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
"Abbas bendendir, ben dahi ondanım."
Deylemi, Ebu Said'den naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
"Yakınlarım hakkında, bana eziyet edenlere karşı gazabım şiddetlenmektedir."
Hakim, Ebu Hüreyre'den naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğu anlatıldı:
"Hayırlınız, benden sonra, ehlime hayırlı olanınızdır."
İbn-i Asakir, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğu Hazret-i Ali'den naklen anlattı:
"Her kim, ehl-i beytime (kötü manada) el atarsa, kıyamette ona yeterim."
İbn-i Adiy ve Deylemi, Hazret-i Ali'den naklen, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı: "Sıratta en sabit olanınız, ehl-i beytim ve ashabıma mahabbette
şiddetli olamnızdır." Bir şiir:
İlâhi, Beni Fatıma hakkına; Son nefesi bağla kavl-i iman..
Duamı ister kabul et ister red; Dostum Al Resule, girip saflarına..
***
Allahu Teala, Resulullah Efendimize; nebilerden, resullerden mukarreb melâike-i kiramdan tüm kardeşlerine ve sair kulların tümüne salât ve selâm eylesin.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 348. Mektup

MEVZUU: Tevhid ve Aynel-yakin sualine cevap mahiyetindedir.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Şeyhzade Muhammed Abdullah'a yazmıştır.

Rahman Rahim Allah'ın adı ile...

Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Allah'ın Resulüne. Sizlere dahi dualar etmekteyim.

Mahdumzade cenaplarına malum olsun ki, mübarek mektup ulaştı. Onun mütalaası ile ferah hasıl oldu.

O mektuba, huzur nisbetinin şümulü ve istilâsı dere edilmiş; güzeldir; mübarek olsun.

Bu devlet ki, size üç ay gibi bir müddet içinde müyesser oldu; diğer silsilelerde on senede müyesser olsa idi; onu büyük bir nimet sayar ve büyük bir iş olarak tasavvur ederlerdi. Nasıl yerinde olur ise, bu nimetin şükrünü o şekilde eda etmek gerekir.

Şunu biliyorum ki: Sizin üstün yaratılışınız, bu gibi hallerin güzel gösterilmesi ile, kendisinde uçup şaibesinin hasıl olmasından yana temiz ve beridir. Dolayısı ile, bu nimeti açıklıyorum. Bu hususta:
"Şükrederseniz (nimeti) artırırım."(14/7)
Mealine gelen ayet-i kerime nass-ı kafidir.
***
Yazmışsınız ki:
-Tevhid'i vücudi mukaddimesi, zuhura gelmeye başladı.
Bu devlet ki, size üç ay gibi bir müddet içinde müyesser oldu; kabul etmek gerekir. Ne var ki, bu halin galebesinde, şer'i edeylere dahi tam manası ile riayet etmek gerekir. Kulluk haklarını dahi, tam olarak eda etmelidir.
Şunu da bilmek yerinde olur ki: Bu gibi oyunlar, sıhhat ve doğruluk takdirine göre olup, mahbubun mahabbeti istilâsından dolayı neş'et etmektedir.
Şöyle ki: Seven bir kimse, bir şey görse veya idrak etse, sevdiğinden başka bir şey görüp idrak etmez. Kendisine, bir lezzet ve bir zevk hasıl olsa, onu sevdiğine bağlar. Bu surette, sevenin müşahede ettiği kesretin kendisidir; lâkin, vahdet namı ile gelir. Ama, bu yerde fena tahakkuk etmez; çünkü fenada, tamamı ile kesret şühudunu def etmek vardır. Bu da, Vahid Zat'ın şühud istilâsı dolayısı ile olur. Buna dahi fena denir, ama,
mümkinat kesretinin şühudu olmayışına nisbetidir. Fenanın hakikati ancak şu zaman tahakkuk eder ki: İsimlerin, sıfatların, şüun ve itibarların kesreti tamamen nazardan saklanır. Bu durumda, melhuz olup nazar edilen Yüce Mücerret Zat Ehadiyet'inden başka kalmaz. Seyr-i İlellah'ın tamama ermesinin hakikati dahi bu makamda tecelli eder. Yine bu makamda, zılâl ile taalluktan, bütünüyle halâs olunur. İş bu vakittedir ki: Asılların aslı ile muamele vaki olur; delâlet edenden, delâlet edilene dönülür; ilimden ayne uruc meydana gelir; mektuplaşma kalkar, başbaşa kalınır; vasl-ı üryan dahi tahakkuk eder. Daha sonra olan olur; yine olan olur. O kadar ki: Remz ve işaretin dışında bir tabirle bu makamdan anlatmak mümkün değildir. Bu dahi, müphem ve kapalı olur.
***
Mahdumzade bizden, aynel-yakin beyanını taleb etmiş ve bunun ilimde husulünü murad etmiş...
Bu, müşkil bir iş. Ne yapabilirim; ne diyebilirim? Ve onu nasıl beyan ederek, açıklayıp anlatabilirim ki? Mahdumzadenin kereminden temenni o ki, beni mazur görüp ilim talebinden hal talebine meylede.
***
Mahdumzadeden iki sual sadır olmaktadır ki, bunların her biri, üstün yaratılıştan haber verir.
Onlardan biri, aynel-yakin beyanıdır ki, kendine has beyanı olup üstte bir parça anlatıldı.
ikincisi ise... Kur'an'da geçen müteşabihatın tevili olup bunlar, rasihun ulemanın nasibi olmaktadır.
Burada anlatılan ikinci sualin cevabı, birinci suale nazaran daha ince ve daha güzeldir. Saklamak daha yerinde olduğundan, açıklayıp izhar etmeye münafi durum vardır.
Müteşabihatın tevil ilmi, resullere mahsus olan muameleden kinayedir. Onlara salâtlar ve selâmlar olsun. Tebaiyet ve veraset yolu ile, bu ilimden ümmetler arasında azdan az kimselere az bir şey ihsan olunur. Ama bu dünya hayatında, onun cemalinden peçe kalkmaz. Lâkin, ümid edilen odur ki, ahiret hayatında ümmetlerden büyük bir cemaat bu devletle müşerref oldular. Bu dahi, tebaiyet yolu ile olacaktır.
Yazılması mümkün olan miktar şu ki:
Bu anlatılan pek azların dışında, bu dünya hayatında dahi bu devletle müşerref olan vardır. Sahih olan da budur. Lâkin, ona muamelenin harikatı ihsan edilip tevili dahi inkişaf etmez.
Hulasa: Caizdir ki, müteşabihatın tevili bazılarına hasıl ola... Amma ondan ne hasıldır? bilemeye... Çünkü müşetabihat muameleden kinayedir.
Anlatılan manayı, bana intisab edenlerden bir fertte müşahede ettim; (Müşahede ettim, tabiri Arapça aslına göre doğru ise de, Müstakimzade'nin tercümesinde:
-Müşahede olunmadı, manası verilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.)
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 347. Mektup

MEVZU: Hallerin tevarüdü beyanındadır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Nur Tenari'ye (veya Ne-hari'ye) yazmıştır. Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm.
***
Sonra...
Mübarek mektup geldi; ona yazılanlar da anlaşıldı. Yani: Hallerin tevarüdü manasında.
Bilesin ki,
Sübhan Hak, bu alemin dahili olmadığı gibi, harici dahi değildir. Bunun gibi, alemden aynlmış olmadığı gibi, onunla birleşmiş dahi değildir.
Sübhan Hak mevcuttur. Lâkin, bütün bu sıfatlar, yani duhul, huruç, ittisal, infisal o Sübhan Zat'tan alınmıştır. Yerinde olur ki: Sübhan Hak, bu dört sıfattan hali olarak taleb edile. Ve bu sıfatların haricinde buluna. Bu sıfatlardan bir renk karışmış olsa dahi, zılâle ve misale taalluktan başka hasıl olan bir şey yoktur. Yerinde olur ki: Sübhan Hak, keyfiyeti ve misliyeti olmayan, zıllıyet tozundan dahi münezzeh bir sıfatla taleb edile. Bu mertebede dahi, keyfiyeti olmayan bir ittisal hasıl ola.
Anlatılan bu devlet, bir sohbetin neticesi olur; konuşmakla ve yazmakla hasıl olmaz. Yazılmış olsa dahi kim anlayıp idrak edebilir ki?
Şevkle, zevkle vazifeye devam etmek yerinde olur. Mülakat zamanına kadar da hallerin yazılması gerekir.
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 346. Mektup

MEVZUU:
a) Sevenin nazarında; sevilen, her halde sevilendir. Ondan ise elem sudur etsin; isterse nimet.. Hatta, elem, pek az kimselerin nazarında, nimetten daha çok sevginin artmasını icab ettirir.
b) Hamd etmenin, şükür etmek üzerine meziyetli oluşu.
Bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevtana Muhammed Salih Külâbi'ye yazmıştır. Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm.
***
Pek Aziz Kardeş Mevlâna Muhammed Salih'in malumu olsun.
Sevenin nazarında; sevilen, daima sevilendir. Hatta işin aslına göre, bütün vakitlerde durum budur. Hatta bütün hallerde. İster elem versin; isterse nimet, durum aynıdır; o değişmeyen sevgilidir. Hem de her iki halde.
Mahabbet devleti ile müşerref olan pek çok insanlara göre, sevilene karşı sevginin artması, elem zamanından ise, nimet zamanında daha çoktur. Yahut, her iki vakitte de aynıdır.
Amma pek azları katında, bu muamele tam tersinedir. Yani onun elem vermesi, nimet vermesinden daha ziyade sevgisinin artmasına sebep olur.
Üstte anlatılan devletin mukaddimesi, sevilen zatakarşı iyi zanda bulunmaktır. O kadar ki: Sevilen zat, sevenin boğazını bıçakla kesmeyi emretse, onun her uzvunu parça parça edip birini diğerinden ayırsa, seven kimse, bu durumun aynen kendisinin halâsı bilir; aynen felahı olarak tasavvur eder.
Seven kimsenin nazarından, sevilenin yaptığı işin kötülüğü kalkar ise ki bu, anlatılan iyi zannın husulü için olacaktır; işte o zaman; zati olan sevgi (muhabbet) devleti ile müşerref olur. iş bu zati mahabbet, bütün nisbetlerden ve itibarlardan arınmış olup, alemlerin Rabbı Allah'ın Habibine mahsustur. Ona ve âline salâtlar ve selâmlar.
Lezzeti ve ferahı dahi, o ikisinden daha çok elemde bulur.
Sanırım ki, anlatılan bu makam, rıza makamının üstündedir. Çünkü rızada, sevilenin fiilinden istenmeyenini def etmek vardır. Burada ise, o fiil ile lezzet bulmak vardır. Her ne zaman sevilen tarafından bir cefa gelecek olsa, isterse çok ve yüksek olsun; seven tarafından ferah ve sürür o kadar çok ve ziyade olur. Bu manadan da anlaşılıyor ki, ikisi arasında çok fark vardır.
Sevilen zat, seven kimsenin nazarında, işin özüne göre ve bütün vakitlerde, tüm hallerde nasıl sevilen bir zat ise... hiç şüphe edilmeye ki, aynı manadan olarak bütün vakitlerde, tüm hallerde hatta vakıada ve işin aslında övülen ve hamd edilen bir zat olmalıdır. Seven kimse, gerek onun nimet verdiği zaman, gerekse elem verdiği zaman onu övmeli ve sena etmelidir. Durum böyle olduktan sonradır ki:
-Muhibb-i Sadık... (Doğru seven...) ismini almak onun için yerinde olur.
Her halde Allah'a hamd olsun.
Hali anlatıldığı gibi olan bir seven kimse, darlıkta ve genişlikte Allah'a hamd edenlerden olur. Hem de hakiki manada...
Üstte anlatılan manaya göre; bir cihetten, hamd etmek, şükür etmek üzerine daha meziyetli bir durum alır. Çünkü, şükür etmekte, nimet verenin nimetini düşünmek vardır ki bu, sıfata dönüştür; belki de fiile bir dönüştür. Amma hamd etmekte düşünülen ise... hamd edilen zatın güzelliğidir; onun cemalidir. Bu güzellik ve cemal ise... ister nimet olsun; isters elem. Zira o Sübhan Zat'ın elemi dahi nimeti kadar güzeldir. Bu manadan ötürü, hamd etmek sena işinde daha tamam olup hüsn ü cemal mertebe sini daha çok üzünde toplar. Sıkıntı ve genişlik halinde daha bakidir. Amma şükür böyle değildir. Zira o, kusuru ile, tezce zeval bulur, nimetin gitmesi, ihsanın yok olması ile biter.
*** Üstte anlatılanlara bakılarak şöyle bir soru tevcih edilebilir:
-Bazı mektuplarında yazmış olduğuna göre; rıza makamı, mahabbet ve hubb makamının üstündedir. Burada dahi yazıyorsun ki, bu mahabbet rıza makamının üstündedir. Bu iki cümle arasında nasıl uygunluk bulunur?
Bunun için şu cevabı verebilirim:
-Bu, makam, yani anlatılan mahabbet makamını kasd ediyorum; öbür tarafta anlatılan mahabbet ve hubb makamının üstündedir. Zira bu makam, icmal ve tafsil olarak, nisbetleri ve itibarları şümulüne almıştır. Bu manadan olarak, her ne kadar bu mahabbet için:
-Zatidir...
Demişler ve bu hubbu dahi zati olarak tasavvur etmişlerse de: Lâkin onda, şüun ve itibarlardan nazarı kesmek yoktur. Amma bu makam öyle değildir. Ki bu, nisbetlerden ve izafetlerden arınmıştır. Nitekim, bu mana daha önce anlatıldı.
Bazı mektuplara dere edildiğine göre: Rıza makamının üstünde bir basamak mecali yoktur. Ancak, Resulullah (sav) Efendimiz için olan müstesna. Ve sanki o, bu makamdan ibarettir. Zira o makam, hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimize mahsustur.
İşlerin hakikatlerini bütünüyle en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
***
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki: Zahirdeki kerahet durumu, batının rızasına münafı olmadığı gibi, suretin acılığı dahi, hakikatin halâvetine münafi değildir. Şöyle ki: Kâmil bir irfan sahibinin zahiri ve sureti beşeri sıfatlardan aldığı hal üzere bırakılmışlardır. Ta ki, onun kemalâtına kubbeler olalar. Onun için dahi, iptilha ve imtihan hasıl ola. Hak dahi, batıl ile karışmış ola.
Şu mana dahi yerinde olur ki: Kâmil bir irfan sahibinin zahiri ve sureti onun batınına ve hakikatına nisbetle bir şahsın giydiği elbise gibi görüle. O sahsa nisbetle giydiği elbisenin durumu dahi malumdur. İrfan sahibinin hakikatına nisbetle suretinin değeri de budur.
Çoğu zaman, gözü kapalı, basireti örtülü olanlar, irfan sahibinin suretini dağ misali sanır. Onların suretlerini, hakikatleri olmayan kendi suretleri gibi tahayyül ederler. Bunun için de inkâr makamına girip mahrumiyet kesbederler.
Selâm, hüdaya ittiba edip Mutabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. (Ona ve âline salât, selâm ve tahiyyet)
***
 
Üst