Mahmud Samİ Ramazanoglu(k.s) Hazretlerİ

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Musa Topbaş Hocaefendi,Sami Sultan'ı Anlatıyor;

Muhterem Üstaz Mahmud Sâmi Ramazanoğlu kuddise sirruh 1953 senesinde, İstanbul'a teşrif ettiklerinde, Tahtakale semtinde bulunan, kendisini sevenlerden, bir
müessese sahibi, kendilerine defterlerinin muhasebeciliğini yapması için ricâ ediyorlar.Muhterem Üstaz kuddise sirruh hemen kabul etmemiş, evvelâ defterlerini tetkik etmişlerdir. Alış verişleri nasıl? Meşru mu? Yoksa karışık mı? Faizle alâkası var mı? İhtikârı ve bazı yolsuz hareketleri var mı? Bu hususları iyice tetkik ve tesbit ettikten sonra, müessese sahibini yapılması gerekenleri, yerine getirmesi için ikaz
etmişlerdir. Tam arzuları, istekleri tahakkuk ettikten sonra, muhasebecilik vazifesini deruhde etmişlerdi.

Muhterem Üstaz kuddise sirruh'un kendilerinden nasihat ve öğüd almak için ziyaretlerine gelenlere ilk sualleri, mesleklerini ve helâl haram hususuna dikkatli
olup olmadıklarını sormak olurdu, daha sonra başka bilgiler alırlardı.
Bu bilgileri aldıktan sonra, muhatablarına gerekli nasihatları yaparlardı.
Helâl kazanç, dinimizin ve dürüst olmanın temeli olmuş oluyor. Bir kimsenin temiz, ihlâs sahibi, istikamet ehli olduğunu anlamak ister isek, onun kazancının, alın teri ile,
helâl olup olmadığına dikkatli oluruz. Bir adamı Hazreti Ömer radıyallahu anh'a övüyorlardı. Hazreti Ömer radıyallahu anh hazretleri sordu:
- Onunla alış veriş ettiniz mi? Komşuluk, yahud yolculuk yaptınız mı? sualine "Hayır" cevabını aldıklarında
- Demek sizin o adam hakkında bilginiz yok, buyurmuşlardır.
Bütün Peygamberân-ı izam, sahabe-i kiram, kibar-ı ehlullah hazerâtı hep helâl lokma ile gıdalanmışlar, helâlden gayrısından kaçınmışlardır.
Bir insanın, müttakî olduğunu, yaptığı nafile ibadetlerle değil, muamelâtının temiz, kazancının helâl olub olmadığından anlarız.

Muhterem Üstaz hazretleri, "istikamet farz-ı daim" buyururlardı. Diğer ibadetlerin muayyen zamanlan olur. Fakat istikametten bir an ayrılındı mı, insan hem dinini,
hem ihlâs üzere işlediği amellerini, hem iz'ânını, hem de irfanını kaybeder. Allahü teâlâ muhafaza eylesin! Hüsrana uğrayanlardan olur.
Ali bin Şihab kuddise sirruh der ki:
– Duyduğuma göre helâl yoldan alınan gıda ile gelişen bedeni kat'iyyen toprak eritmez... çürütmez... yemez...
Oğlu diyor ki:
– Babamın bu sözüne beldesinde bulunan bazı fakihler itiraz ettiler.
Dediler ki:
– Bu durum peygamberlere ve şehitlere has bir şeydir.
Babam vefat etti. Aradan tam yirmi bir sene geçti. Babamın:
"Duyduğuma göre: Helâl yoldan alınan gıda ile gelişen bir bedeni kat'iyyen toprak,
eritmez... çürütmez... yemez..." sözü dillere düştü... yine itirazlar başladı. Gerçeği anlamak ve anlatmak babında, çareyi babamın kabrini açmakta buldular.
Açıp bakdıkları zaman: İlk gün koydukları gibi buldular... ve Lahdi yapan mezarcı, o itirazcı fakihlere adam yolladı, çağırttı.
– Durumu gözlerinizle görünüz... dedi.
Gördüler, inandılar...
Allah'dan bağış talebinde bulunup tevbe ettiler.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
"Bir Gönül Sultanı..."

Sami efendiyi zahiren tanıyamadım. Onun yetiştirdiği insanlarla, dostlarıyla ve eserlerinin feyz ve bereketiye tanıştığım için kendimi bahtiyar hissediyorum.1892 yılında Adana’da dünyaya gelmişler ve 1984 senesinde Medine’de Dar-ül Beka’ya göçüp Cennet-ül Baki’ye defnolunmuşlardır.

Dergahta hocasının yanında bulunduğu yıllarda herkesten önce kalkar ve temizliği yapardı. Hocasının yanına her sabah gusül abdesti almadan çıkmazdı. Adana’da bulunduğu zamanlarda dergaha götürmek için elleriyle buğday ayıklarlardı. Bir gün

babası ambarlar buğday dolu niye uğraşıyorsun dediğinde, babacığım en güzel hediye kişinin kendieliyle hazırladığı hediyedir buyurmuşlardır. Kendisini yetiştiren insana ne derece önem verdiği, gönlüne girmek için her türlü hizmet ve fedakarlığa

gösterdiği görülmektedir. Bu yüce şahsiyet bizlere” Hz. Ali’nin bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözünün yaşantısının, hal ve zuhurunun böyle olması gerektiğini mi gösteriyordu?

Kendisine gelen iş teklifini ince eleyip sık dokuyup Hakkın rızasına muhalif olmadıklarını anlayınca kabul etmişlerdir. Helal kazanıp helalinden yiyebilmek. Biz ne kadar dikkat ediyoruz. Yediklerimizden, hayatımızı idame ettirebilmek için tüm

kullandığımız eşyayı helalinden kazanmazsak ahlakımızın değişeceğini, şeytanın ve nefsimizin oyuncağı olacağız. Yüce yaradan asi olacağımıı ve şeytanlaşıp huzurdan kovulacağız.Ne kadar farkındayız ne kadar gafletindeyiz. Hiç tefekkür ettik mi?

Ailesinden kalan mirası kişi için en iyi kazanç kendi eliyle kazanıp yediğidir diye reddetmişlerdir. Bir gün otururlarken kapıya bir kişinin geldiğini ve kendisine yemek verilmesini istemişlerdir. Kimseyi görmediklerini söylediklerinde dikkatli

bakılmasını istemiştir. Kapı açılınca bir köpekle karşılaşılmış ve karnı doyurulmuşyur. Bir hayvana dahi ismiyle hitap etmiyerek küçük görmemişlerdir.

Yaratılmışlara rahmet ve merhametle muamelede bulunulması gerektiğini anlatmak mı istemişlerlerdir?

İnsanların yanlışlarını yüzlerine vurmamış onları hali ve tavrıyla irşad etmişlerdir. Bir öğrencisinin evine ziyarete gittiklerinde gördüğü yanlışı yüzlerine

vurmamışlardır. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra gidildiğinde yanlışlığın düzeldiği görülmüştür.

İşe gelip gittiği yıllarda vapur ücretini bozuk para olarak önceden hazırlar ve gişe memuruna takdim ederdi. Bizlere zorlaştırmayın kolaylaştırın mı diyordu?

Bir asırlık Hak,Sırat-ı Müstakim ve Resülü Zişan aşkıyla geçmiş bir hayatı birkaç satıra sığdırmak mümkün değil. Gönül ve mana ikliminin yüce sultanlarından İnsan-ı

Kamil Mahmud Sami Hazretlerinden bahsedebildiğim için Cenab-ı Allah’a Hamd-ü Senalar olsun. Kendilerine olan muhabbetimi paylaşabilmenin mutllluğunu yaşarken Sami efendiyi rahmet, minnet ve şükranla anıyorum.

bu yazı http://seyyahin.blogcu.com/1330779/ sitesinden alıntılanmıştır...
Yönetici notu: Lütfen alıntı yaptığınız yazılarda alıntı yaptığınızı belirtiniz...
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri...

Edeb, incelik, nezâket, zarâfet gibi ahlâkî meziyetler, insanların ve özellikle Allah dostlarının en güzel süs ve meziyetleridir. Onlar, diğer üstün ahlâkî vasıfları yanında bu edeb ve zarâfetleri ile gönüllerindeki hassasiyet ve olgunluğu göstermiş olurlar. Sergiledikleri bu kemâl ve güzellikler sebebiyle de insanların gönlünde taht kurarlar.

Şüphesiz bu edeb ve kemâlin zirvesi, Peygamber Efendimiz’dir. O, her hâliyle ümmetine örnek olduğu gibi edeb ve hayâsıyla da müstesnâ bir örnektir. O’nun hayatının her safhasına vâkıf olan Ashâb-ı Kiram, Allah Rasûlü’nün örtünün arkasındaki bâkire bir kızdan daha edepli olduğunu rivâyet etmişlerdir.

Peygamber Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanmaya gayret gösteren Allah dostları da her bakımdan O’nu taklit etmeye özen göstermişler ve zamanla O’nun -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ahlâkında fânî olmuşlardır.

Gerçekten böyle bir Allah dostunu tanıma bahtiyarlığına eremeyen kimseler, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Nebevî’nin çizdiği “kâmil insan portresi”ni kolay kolay zihinlerinde canlandıramazlar.

Biz de tam anlamıyla “kâmil bir insan”ı, muhterem Mahmud Sami Ramazanoğlu’nu tanıma şerefine erenlerdeniz. Onu tanıyan nice insanın da itiraf edeceği gibi, Mahmud Sami Efendi, Peygamber Efendimiz’in ahlâkının güzelliklerini hayatına aksettirmiş nadide şahsiyetlerden birisiydi. Oturması, kalkması, konuşması, sükûtu, edeb ve nezâketleri, misafir ağırlama ve seyahat esnasındaki hâl ve tavırları; devrimizde nasıl bir ahlâk yaşanabileceğinin en güzel örneği olmuştur.

Onu tanıyanlar arasında kendinden incinen, kırılan kimse olmadığı gibi onunla bir ömür beraber olma imkânına kavuşan, muhterem âilesi Râbia annemiz de, kendisinin edep ve zarâfetini anlatmakla bitirememiştir. Ev içinde, iki kişi olarak yaşadıkları hâlde annemizin kapısını tıklatmadan odaya girmemişler; seyahate çıkacağı veya bir misafiri eve dâvet edeceği zaman muhakkak annemizle istişâre etmişlerdi.

Kendileri genellikle sükûtu ihtiyar ettikleri gibi zaman zaman “sükut sohbetleri” yaparlardı. Herkesin kendi içinde derinleşip tefekkür âlemine daldığı bu kıymetli vakitler, feyz ve huzurun sağanak sağanak yağdığı “rahmet meclisleri” hâline gelirdi.

Sohbetlerinde âyet ve hadis-i şeriflerden istifade ederler, daha çok ashâb-ı kirâm menâkıbını naklederlerdi. İnsanın merkezi mevkiinde olan “kalb” üzerinde çok dururlardı. Bazen birkaç saat süren sohbetlerde bile dizüstü oturmaya devam ederlerdi. Her zaman Allah’ın huzurunda bulundukları şuuru içerisinde her türlü laubâlilikten, aşırılıktan, kabalık ve kırıcılıktan uzak bir hayat sürmüşlerdi.

Onların güzel ahlâkından hisseler alabilenlere ne mutlu!..
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Sami Efendi'den Nasihatler...

Mahmut Sami Efendi, talebelerine birçok konuda nasihat vermişlerdir. Ancak, üzerinde en çok durduğu konulardan biri insanın nefsiyle mücadele etmesi gerektiği olmuştur. Bu konudaki sözlerini şöyle örneklendirmek mümkündür:
İnsanın bir sureti, bir de sıreti vardır. İnsan sıretiyle, kalbiyle insandır. Kalıbıyla değil. İnsan kalıb olarak ahsen-i takvim (en güzel biçimde) olarak yaratılmıştır. Ama bu ahsen-i takvim oluşu kalbinin ihyasına bağlıdır. Kalbin ihyası (dirilmesi) da nefsin ölümüne (terbiyesine) bağlıdır.
İnsanları sürekli Allaha yöneltmeye çalışan Hoca Efendi, yalnızca Allahtan yardım dilemek gerektiğini şöyle anlatmışlardır:
Binâenaleyh, bütün işlerinizde Allah-u Teâlâdan yardım talep edin. Zirâ düşmanların şerrini sizden defedecek Odur. Ondan gayrı bir Mevlâ yoktur. İtâat ile murad, onlarla müşâveredir. Ve sâir husûsâtta (diğer hususlarda) emirlerine itâattır. Ayetteki hüsran, dünyâ ve ahirete şâmildir (geçerlidir). Dünyâda hüsrân; kâfirlere itâat ve tezellül (aşağılanmak) ve düşmana arz-ı ihtiyâç etmek (ihtiyaç duymak) gibi şeylerdir. Düşmana boyun eğmek, envâ-ı zilleti câmi (bütün aşağılanma) dir. Ahirette hüsran; cehheneme girmek ve cennetten mahrûm olmaktır.
Hoca Efendi insanları şu sözleriyle Allaha şükretmeye çağırmıştır:
Bir insan bir kula hizmet ediyor, mukabilinde ücretini, mükâfatını alıyor. Şu halde mahlûkattan mükâfat alınırsa Cenâb-ı Hakk için çalışan acaba mükafatsız mı kalır? Bir kimse bir kuldan müteaddid (çok) defalar ihsân görürse ona dâima minnettâr kalır. Ve hatırından çıkarmaz. Şu halde Cenâb-ı Hakk'ın binlerce ni'metini gördük, şükretmek lâzımdır. Tefekkür edilmezse küfrân-ı ni'met (nimet inkar) edilmiş olur.
Mahmud Sami Hoca Efendi bir sözlerinde dünyanın geçiciliğine ve ahiretin varlığına dikkat çekerlerken boş zaman geçirmemeleri için inananları şöyle uyarmışlardır:
"O halde, akıllı kimseye yakışan odur ki: İyi insanlarla sohbeti tercih etsin, gece ve gündüz âhirete hazırlansın, mal ve makama aldanmasın ve uzun uzun emellerle Allah'tan uzaklaşmasın. Zirâ dünyâ fânidir (geçicidir) ve dünya üzerindeki herkes de fânidir. Öyle ise her an ve her zaman Allah'tan korkunuz".
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Sami Efendi'den Sohbetler...

Peygamberimiz (s.a.v.)’in Hakk Teâlâ’yı Görmesi
Yazar: M. Sami RAMAZANOĞLU

Riyâdu’n-Nâsihîn’degeçtiğine göre Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur: “Mi’rac gecesiRabbimi kalb gözüyle gördüm.”

Mevâhib-iLedünniyye’de nakledildiği vechile Efendimiz (s.a.v.) Hakk’a yakınlığıesnasında buyurdular:

- Ya Rabb! Muhakkak ki Sen geçmişümmetlere çeşitli dünyevî azablar verdin. Bazı ümmetlerin üzerine taşlaryağdırdın ve bazısını yere geçirdin ve bazısını insan sûretinden çıkarıphayvan sûretine çevirdin. Acaba benim ümmetime ne eyleyeceksin?” dedi.Allah Tebareke ve Teâlâ ve Teakaddes Hazretleri buyurdular ki:

- Senin ümmetine edeceğim şudurki, üzerlerine rahmet inzal eylerim ve günahlarını hayrat ve hasenata tebdileylerim ve onlardan bir kimse Bana dua ederse Ben karşılık veririm, yani duasınıhüsn-i kabul ve icâbet ile telakki ederim, âsilerin hatalarını dünyadasaklar, âhirette dahi onlar hakkında Senin şefaatını makbul kılarım. Eğerdost dostun muatebesini (paylama, tekdir etme) sevmiyeydi Senin ümmetinimuhasebe kılmaz idim. Yani Sen Benim muatebemi sevip hoş göreceğin için ümmetinimuhasebe ve ibtilaya maruz kıldım.

Veyine buyurmuştur ki:

- Ya Muhammed (s.a.v.)! İndimdekikadrinin mahşerde mahlûkata zahir olması için bu gece ümmetinin üçtebirini Sana bağışladım. Kıyamet gününde de üçte ikisini bağışlayacağım.

- Ya Muhammed (s.a.v.)! ŞüphesizSenin ümmetin itaat de eder isyan da. Onların itaatı rızamla, ma’sıyetleride kazamla (takdirimle)dir.

- Ya Habîbim! Ümmetine çokmal vermedim ki, kalbleri taş gibi katılaşmasın. Ümmetini kabirlerindefazla kalmaması için ahir zaman ümmeti kıldım. Yani âhir zamanda dünyayagönderdim. Cennet sen girinceye kadar diğer nebilere, senin ümmetin girinceyekadar da diğer ümmetlere mahremdir.

PeygamberEfendimiz (s.a.v.), Allah Teâlâ’ya:

- “İlâhi ve Seyyidî!Senden ne babamı ne de annemi istiyorum. Senden ümmetimi istiyorum, ümmetimiyâ Rabbi!” diye yalvardı.

AllahTeâlâ buyurdu:

- Yâ Muhammed! Ben latîf birİlâh, Sen şerif bir nebi, ümmetin ise zaif bir topluluktur. Nasıl olur dalatif ile şerif arasında bulunan zâif ümmetin zâyi olur? Yâ Muhammed! Senümmetim, ümmetim diye nida ediyorsun. Ben azîmüşşan “rahmetim,rahmetim” diyorum. Rahmetim de her şeyi kuşatmıştır.

Mi’rac-ıNebevî’de Allah Teâlâ:

- “Ey Habîbim! Her mahbûbhabîbine geldiğinde bir hediye ile gelir. Huzûruma hangi şeyle geldin?”diye sordu.

Efendimiz (s.a.v.), şöyle buyurdu:

- Ya Rabbi! İki şey ilegeldim ki, Senin hazinen bunlardan hâlidir. Allah Teâlâ bildiği halde:

- O iki şey nedir, dedi.

Efendimiz (s.a.v.):

- Birisi noksan ibadet diğeriümmetin isyanı.Allah Teâlâ buyurdu ki:

- Habibim! Sen huzuruma acz vei’tiraf ile geldin. O halde Sana misli misline ecir verdim ve ümmetinin isyanınıaffetmekle gufrana tebdil ettim.

Bu ma’nada Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “İşte bunlarınkötülüklerini Allah hasenata tebdil eder.” Sonra Allah –azze ve celle-şöyle dedi:

- Ya Muhammed! Sağ tarafınabak. Baktı ki büyük dalgalı bir deniz, içinde bir oda, o odada bir ağaçve o ağacın üzerinde gagasında bir parça toprak tezek bulunan bir kuş gördü.

Allah Teâlâ bunu izah ederek şöyle buyurdu:

-Yâ Muhammed! Bu deniz rahmetim, bu ağaç ve oda, dünya ve onun bahçeleri, kuşinsan, tezek de insanların ma’siyetleridir. Bu azıcak tezek engin denizibulandırabilir mi? Rahmet denizi bir dalgalandı mı, o günde zerresi yok olurgider. Sen şefîu’l-müznibinsin, ben de erhamü’r-rahîmim.

Rasûl-iEkrem (s.a.v.)’in Hakk Teâlâ’yı Mirac’da kalb gözüyle veya baş gözüylegörmesi hakkında ihtilaf vardır.

Abdullahb. Mes’ud ve Ebû Hureyre (r. anhüma)’nın Hz. Aişe (r. anha)’denrivayetine göre:

- Hz. Muhammed (s.a.v.) Rabbinigördü mü, şeklindeki bir suâle cevâben Hz. Âişe demiştir ki:

- Her kim Hz. Muhammed (s.a.v.)Rabbini gördü derse yalan söylemiştir. Sonra şu âyeti okumuştur:

“GözlerAllah’ı idrak etmez. Fakat Cenâb-ı Allah gözleri idrak eder. ÇünküAllah azze ve celle latîftir, görülmez, habîrdir, her şeyi görür.” (En’am,6/103)

Abdullahbin Abbas (r.a.) dahi Rasûlullah (s.a.v.)’ın Rabb Teâlâ ve TekaddesHazretlerini gözleriyle görmüş olduğu haberini meşhur olarak nakletmiştir.

Taberi’ninMu’cem-i Evsât’ında kuvvetli bir isnad ile İbn-i Abbas’dan rivayetine göre:“Hz. Muhammed (s.a.v.) Rabbine nazar etti. Cenâb-ı Hakk, kelâmı Musa’ya,hulleyi İbrahim’e, nazar ve rü’yeti de Hz. Muhammed (s.a.v.)’e tahsisbuyurdu.” demiştir.

Rü’yet hakkında uzun mütâlalar var ise de hulâsâsı budur.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Sami Efendi'den Sohbetler...

Hazreti Ebu Bekir Efendimiz (rh.a)
Yazar: M. Sami RAMAZANOĞLU

Ebûbekir Hazretleri (r.a.) fasih bir lisana sahip, yüzü aydın, nahif vücutlu, uzuna yakın orta boylu, kuruca yüzlü, çukurca gözlü, yumru alınlı, seyrek sakallı idi. Aşkullah, haşyetullah, muhabbet-i Rasûlullah (s.a.v.)’dan daima mahzûn idi.

Bedenen zayıflığına mukabil kuvvet ve dirayet sahibi; cesur, cildi ince, göz pınarları derin, yüzü nurlu, alnı ve yüzü beyaz ve açık idi. Sakalının üst kısmı hafif olup, sakalını kına ve benzeri şeylerle tezyîn eylediği “Şemail-i Şerif”te tarif olunmuştur. Belindeki kemeri şiddet üzere bendeylemeğe mail olduğu halde, hey’et ve suretini sun’i güzelliklerle tahsin etmeğe heveskâr değildi.

Fil Vakası’ndan yani Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in doğumundan iki sene sonra doğmuştur. Kur’an’ın, hükümlerini layıkıyla bilen, meziyetlerine vâkıf, ahlâk-ı hamîde ile muttasıf, fevkalade muttaki, iffetli, âdil ve insaf sahibi, âdil ve bununla beraber cesur idi.

Bir gün Hz. Ali (r.a.) meclisinde bulunanlara, “Nâsın en şecaatlisi kimdir?” diye sormuş “Sensin.” dediklerinde:

- Ben her kim ile savaş meydanına çıktım ise öcümü aldım, demiş ve tekrar: “Nâsın en şecaatlisi kimdir?” diye sormuştu. Onlar da:
- Bilmiyoruz, “kimdir” dediklerinde Hz. Ali (r.a.) de:
- Hz. Ebûbekir’dir. Bedir günü, Râsûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.)’e müşriklerden bir kimse hücûm etmesin diye bir çadır yapıldı ve, “Kim bekleyecek?” denildi. Kimse yanaşmadı. Ebûbekir kalktı. Kılınç elinde olduğu halde Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.)’in başı ucuna durdu. Her kim hücûm etti ise kılınç ile karşılayıp defeylerdi. İşte nâs’ın en şecaatlisi odur, dedi. Hz. Ebûbekir (r.a.) fıtraten halim, selim, son derece refîk ve şefîk idi. Bununla beraber vazife ve mesuliyet işlerinde zerre kadar müsamaha göstermezdi. Onun rıfk ve mülayimliği, şahsî muamelatına ait idi. Din ve millet işlerinde en küçük bir tereddüdü, en basit müsamaha ile göz yumduğu görülmezdi. Ve fakat kusurlarını i’zam etmez onlara kusurları derecesinde muamele gösterirdi. Mücrimleri takip ve cezalandırma hususunda zerre kadar ihmal göstermemekle beraber siyasi mücrimleri icâbına göre muamele ve affederdi.

Ehl-i zimmetin hukukunu, emniyet ve masûniyetini gözetirdi. Gayr-i müslimlerin hiç mâbed ve kilisesini yıktırmadı. Ve onları, çanlarını çalmaktan, âyinlerini yapmaktan men etmezdi.

Hz. Ebûbekir (r.a.), Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in en sevgili dostu, nübüvvet sırlarının en samîmi mahremi idi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), yaptığı işleri Ebûbekir Sıddîk ile yapardı.

Rasûlullah (s.a.v.)’ın Hz. Ebûbekir (r.a.)’e muhabbeti başka bir neş’e ile tecelli ediyordu. İrtihal buyuracağı sırada Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şu sözleri buyurmuştu:

“Dostluğu, yardımı itibariyle kendisine en çok minnettar olduğum arkadaşım Ebûbekir’dir. Rabbimden başka bir halîl edinecek olsam yine Ebûbekir’i dost edinirdim. Onunla benim aramda İslamiyet kardeşliği ve meveddeti vardır. Mescidin bütün kapıları kapansın, yalnız Ebûbekir’in kapısı açık kalsın.”

Amr bin As, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.)’e:
- En çok sevdiğin kimdir, diye sormuş, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de:
- “Aişe.” buyurmuş.
- “Erkeklerden en çok sevdiğin kimdir yâ Rasûlallah?” diye sormuş.
- “Âişe’nin babası.” buyurmuşlar.
- Sonra kimi seversin dediğinde:
- “Ömer”i demişler. Sonra daha başkalarını saymışlardı.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hilafına bir hareket olup da müteessir olduklarında Hz. Ebubekir gelecek olursa derhal tebessüm eder, tessür ve iğbirarı (gücenmişliği) ortadan kalkardı.

Hz. Ebûbekir (r.a.), görüşlerindeki isabeti, muamelelerindeki doğruluğu, tecrübe genişliği, nefsine hakimiyeti, hayırhahlığı ve samimiyeti ile mâruf idi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in fazl-ı kemâlatından en çok istifade eden şüphesiz Ebûbekir (r.a.) idi. Arapların en kıymetli sözleri onun hafızasında menkuş idi ve natıkası kuvvetli idi. Arap kabilelerinin tarih ve ilim ensâbına vukufu mükemmel idi. Hz. Ebûbekir (r.a.), İslamiyet’e vakıf olması yönüyle de şüphesiz Ashab’ın en âlimi idi. Çünkü onun kadar Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’e bağlılığı kuvvetli bir kimse yoktu. Hazarda ve seferde her yerde; başlangıçta, ortada ve nihayette her zaman onunla en çok ülfet eden ve şeref-i sohbetinden istifade eden o idi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Dünyada hiçbir kimsenin malı benim için Ebûbekir’in malı kadar faideli olmamıştır.”

Müslüman köleleri, efendilerinin zulmünden kurtarmak için pahalı bedel mukabilinde alarak âzad eylemiştir. Hz. Ali (k.v.) diyor ki:

- Rasûlullah (s.a.v.)’ın halifesi Ebûbekir Sıddîk (r.a.)’e, bu menzileye varıp bizi geçmeye muvaffak olduğun bu azîm dereceyi ne ile kazandın?” diye sordum. Hz. Ebûbekir (r.a.) dedi ki:
- Beş şey ile:
1. İnsanları iki kısım gördüm. Kimisi dünyayı ister, kimisi ahireti ister. Ben ise Mevlâ’yı tercih ettim.
2. Ben İslam’a dahil olduğumdan itibaren doyasıya dünya taamı yemedim. Zira marifetullah –celle celâluh- lezzeti ile meşguliyet, beni dünya taamı lezzetlerine meylettirmedi.
3. İslamiyet’e dahil olduğumdan itibaren dünya içeceklerini kana kana içmedim. Zira Hâlikımın muhabbeti dünya içeceklerinden fazla geldi ve beni muhabbetullah meşgul etti.
4. İslâmiyet’e duhûlümde beni iki amel karşıladı. Dünya ameli ve ahiret ameli. Ben âhiret amelini dünya ameline ihtiyar ettim.
5. Rasûlullah (s.a.v.)’ın sohbetine bağlı kaldım. Hatta Rasûlullah (s.a.v.)’dan bir saat bile ayrılmadım. Ki, mağaraya girerken beraberdim. Mevlâ bizleri şefaatinden mahrum etmesin.

Ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-Âlemîn.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Sami Efendi'den Sohbetler...

Bereket
Yazar: M. Sami RAMAZANOĞLU

Ashab-i Kiram'in âdetleri idi ki, her meyvenin turfandasim gördüklerinde o turfandayı huzûr-i Rasulullah (sav)'a getirirlerdi. Rasulullah (sav) da meyveyi alır ve şöyle dua ederdi: "Ey Allah'ım! Bizim meyvelerimize bereket ihsan eyle. Ey Allah'ım! Bizim şehrimize bereket ihsan ey!e. Ey AlIah'ım! Bizim mahsülerimize, miidlerimize bereket ihsan eyle. Ey Allah'ım! Muhakkak ki ibrahim Senin kulun, dostun peygamberindir. Ben dahi Senin kulun ve Senin Peygamberinim. İbrahim peygamber Sana Mekke için dua etti. Ben de Sana Medine için dua ederim. İbrahim Peygamberin'in Mekke için Sana dua ettiği gibi ve İbrahim Peygamberin Mekke için dua ettiğinin bir mislini de ihsan buyurman için dua ederim." (Mevahib, 2/23) Rasul-i Ekrem (sav), o turfanda meyveyi mübarek eline alıp zikrolunan dualardan sonra gördiiğii çocukların en küçiiğünü çağırıp ona verir idi. Bu hadis-i şerifte izah edilen meseleler: l.RasuI-i Ekrem (sav) ürünlerin bereketi için dua buyurdular. Zira dünya geçiminin büyük bir kısmı bunlar üzerinedir. 2.İbrahim (as)'in Mekke hakkındaki duası su ayet-i celilede beyan buyrulmuştur "Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulurki bu nimetlere şükrederler." (İbrahim, 14/37) 3.Rasul-i Ekrem (sav)'in Medine hakkında buyurduğu duanın semeresinin zuhuru kendi zaman saadetlerinde ve hulefa-i raşidin döneminde, doğu ve batıdan Medine-i Münevvere'ye gelen ürünlerde malın çokluğuyla ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar hep Rasul-i Ekrem (sav)'in hürmetinedir.

4.Hz. İbrahim (as)'e halil isminin verilmesi.Hz. İbrahim'in kalbinin Allah adıyla dolu olması sebebiyledir. Hakk'ın dostu ve Hakk muhabbeti, kalb-i İbrahim (as)'de dolu olduğu içindir. Nitekim Rasul-i Ekrem (sav) de Hz. Hak (cc)'m sevgilisi olduğu için "Habibullah" diye isimlendirilmiştir. 5.Turfanda bir meyve bir kimseye getirildiği o kimse Hakk Teala ve Tekaddes Hazretlerine hamd ü sena edip sonra o nimeti getiren kimseye de dua etmeli ve o turfanda meyveyi o hanede en küçük kim var ise evvela ona vermelidir. Hatta Rasül-i Ekrem (sav)'e turfanda bir hediye geldiğinde, huzurlarında ehl-i beytten başka bir çocuk bulunursa, yaratılışlarındaki üstünlük ve güzel ahlaklarının bir gereği olarak başkalarının çocukların ehli beyti üzerine tercih eder ve bu meyveyi evvela başka çocuklara verirlerdi. 6.Rasul-i Ekrem (sav)'e getirilen turfanda meyveyi kendilerinin almamasının bir hikmeti şudur ki, o meyve, herkesin alıp yiyeceği kadar çoğalmadıkça, başkaları bundan mahrum iken Kendilerinin o turfanda meyveden alıp yemeleri uygun değildir. 7.Turfanda meyveyi evvela çocuğa vermenin bir hikmeti çocukların günahsız olmalarıdır. 8.Rasül-i Ekrem (sav)'in küçük ve büyüklerle olan güzel geçimi ve onlara olan iltifatlarına bu hadis-i şerif delalet etmektedir.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
el-Hac Ramazanoğlu Mahmûd Sâmî Hazretleri (k.s.)

İbrahim Genç


Nakşibendiyye’de “Silsile-i Âliye”nin otuz üçüncüsüdür.

Sahibü’z-Zaman’dır. Muttakiler imamı, veliler başbuğu, arifler sultanı, bâb-ı Ebâ Bekirü’s-Sıddîk (r.a.)’ın son dönem postnişinlerindendir. Zü’l-cenaheyndir. Haya, edeb, takva, vera’, hikmet, irfan, nezaket timsâlidir. Cenâb-ı Hak Teala’nın ümmet-i Muhammed’e asrımızda bahşettiği Hak dostu, Hak rahmeti ve Hak nurudur. Gününün yirmi dört saatini Rasûlullah Hazretlerinin (s.a.v.) “Sünnet-i Seniyye”lerine ve “Her biri birer hidayet yıldızı” olan Ashâb-ı Kiram (r.anhüm) hazeratına uyduran ahlak-ı hamide sahibi bir veli-yi âli-i kadir’dir. Yetmiş yılı aşan irşad dönemlerinde ümmet-i Muhammed’den binlerce kimse kendilerinden, sohbet ve telifatlarından feyz almışlardır. Cedleri, Oğuzların Üçoklar kolundan Adana ve civarında beylik kuran Ramazanoğulları Beyliği’ne dayanır, ki soyadlarını buradan almışlardır. Cedd-i âliyesi ve şecere-i âlileri, Nureddin Şehid (rh.a.) yoluyla Rasûl-i Ekrem Hazretlerinin (s.a.v.), “Halid Allah’ın kılıçlarından bir kılıçtır.” diye tebşir buyurdukları Halid b. Velid (r.a.)’e dayanmaktadır.

Babaları Müctebâ Bey, dedeleri Abdurrahman Efendi, anneleri Ümmügülsüm Hanımefendi’dir. Hicrî 1310’da Adana’nın Tepebağ Mahallesi’nde dünyayı teşrif etmişlerdir. Henüz dünyayı teşriflerinden önce bir gün Hızır (a.s.) bir ziyaretçi gibi evlerinin kapısını çalar. Hizmetçi kadın kapıya çıkıp kapının arkasından kapıyı çalana ne istediğini sorar. “Evin Hanımefendisi ile görüşmek istediğini” söyler. Vâlide Ümmü Gülsüm Hanımefendi ise, “Ne isterlerse veriniz.” buyururlar. Ziyaretçi, ille “Hanımefendi ile görüşmek istediğini” ifade edince, Valide Hanımefendi kapı arkasından hafifçe ne istediklerini sorar. Ziyaretçi: “Evladım! Hamile olduğunu biliyor musun? Senin vasıtanla bir büyük zât dünyaya gelecek ve sol eğe kemiği üzerinde de büyükçe bir ben olacak. Uzun müddet İslâmiyetin hadimliğini yapacaktır. Bu müddet zarfında ittika üzere olunuz, şüpheli şeyler yemekten sakınınız ve çok dikkatli olunuz. İsmini de Sâmi koyunuz” deyip tebşiratta bulunur.

Teberrüken de bir gömlek isterler. Ümmügülsüm Hanımefendi gelinceye kadar da ziyaretçi sırra kadem basar. Anne ve babaları Hz. Sami (k.s.)’yi titizlikle terbiye ederler. İlk, orta ve lise tahsillerini Adana’da, yüksek tahsillerini de İstanbul Daru’l-Fünûn Hukuk Fakültesi’nde üstün başarı ile birincilikle ikmal ederler. Devrin ulema ve müderrislerinin derslerine devamla zahiri ilimlerde yükselirler ve tasavvufa meylederler. Ali Baba isimli bir zat vasıtasıyla bir müddet Gümüşhanevi Dergahı’na devam ederler. Sonra eski Beşiktaş müftüsü Fuad Çamdibi Efendi’nin babaları Bayezid Dersiamlarından Rüşdî Efendi’nin vasıtasıyla Meclis-i Meşayih Reisi ve Kelâmi Dergâhı postnişi Muhammed Es’ad Erbili (k.s.)’ye giderler. Üstadına, dergaha ve ihvanına titizlikle hizmet ederler. Geceleri hiç yatmazlar, kıbleye karşı oturur, örtünün altında huzurla meşgul olurlar, herkesten önce hizmeti görür ve her sabah Üstadının huzuruna gusül abdesti alarak çıkarlar. Üstadından icazet ve inabe alarak Adana’ya giderler. 1951’de İstanbul’u teşrif ederler. 1953’te Hac dönüşü daimi ikamet niyetiyle -dokuz ay kadar- Şâm-ı Şerif’te kalırlar ve tekrar İstanbul’u teşrif ederler. Sade, mütevazı ve muntazam bir hayatları vardı. Ahlakları, dillerinden düşürmedikleri Sahabe (r. anhüm)’nin ahlakına benzerdi. Emanete riayet ederler ve verdikleri söze titizlikle sadakat gösterirlerdi. 94 senelik ömürlerinde kimseyi incitmemişlerdi. Bu uzun ve mübarek ömrü Hakk Teala’nın emrinde ve taatinde geçirmişlerdi. Allah u Teala’nın zikriyle, fikriyle ve şükrüyle dopdoluydular. Öyle ki en çetin ızdırapları çektikleri günlerde bile zikir, fikir ve şükürden bir lahza ayrılmamışlardır. Sohbetleri ve vaazları esnasında hemen bütün konuları neredeyse kitap veya defterden okumalarına veya huzurundaki herhangi bir şahsa okutmaların rağmen, kalp mevzuunda bizzat kendileri herhangi bir kaynağa bakmadan konuşurlardı. Bir seferinde buyurdular ki: “Kalb-i selîm, ne incinen ne de inciten kalptir. İncinmemek incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir, fakat incinmemek elde değildir.” Kendilerinin terbiye ile meşgul olduğu kimselerin hallerini gördükçe üzülür, fakat yüzlerine karşı ve arkalarından tevilli sözler bile olsa hiç bir şey söylemezdi. “Hiç kimseden incinmem ve kimseyi incitmemeye çalışırım.” derdi. Hiç kimseye, “Şunu niye yaptınız veya şunu niye yapmadınız.” demez, yeme, içme ve giyinme hususunda, “Şunu alın yiyelim, bunu alın içelim, şöyle olsun veya böyle olmasın.” demezdi. Mahmud Sami Efendi (k.s.), bir sohbet sırasında büyüklerden şu sözü nakletti: “Kalbin nurlanması için beş şey lazımdır. Birincisi; az yemek, az uyumak, ikincisi; devamlı Allah Teala’nın ismini anmak, üçüncüsü; seher vaktinde kalkarak teheccüd, gece namazına devam etmek, dördüncüsü; namazlarda huşu üzere bulunmak, beşincisi; sadıklarla beraber olmak.” Mahmud Sami Efendi (k.s.) hiç kimseye, “Bizden ders al, bizim sohbetimize katıl, sakal bırak, sarık sar, cübbe ve şalvar giy.” gibi emirler vermezdi. Dikkat çekecek, fitne uyandıracak hareketlerden kaçınırdı. “Bizim kapımız hak kapısıdır. Nasibi olan gelir. Hiç kimseyi zorlamayız.” derdi.

1974 yılı hac mevsiminde Efendi Hazretleri (k.s.), Mekke-i Mükerreme’de bulunuyorlardı. Adetleri üzere ikindi namazını müteakiben Altınoluk’un karşısında oturup tefekküre dalarlardı. Oradaki bir mücavir zat da gelip Efendi Hazretleri (k.s.)’nin dizinin dibine sokulur, kara gözlerini o mübarek yüze diker ve hep mübarek yüzden gözünü ayırmazdı. Herkes Beytullah’ı zikrederken o yüreğine aşk kıvılcımı düşmüş, Mahmud Sami (k.s.) Hazretlerinin yüzlerine bakmaya doyamayan zata niçin böyle yaptığı sorulunca (tatlı bir tebessümle): “Can meclisinde istek kumaşları dokunuyor, halbuki sizin hiçbir şeyden haberiniz yok.” diye cevap verir. Zemzem taşıyan sakalar, Efendi Hazretleri (k.s.)’nin gelişini beklerlerdi. Ne zaman bu Ulu Pir, Altınoluk’un karşısında yerini alır, onlar da o zaman sıraya girerler. Efendi Hazretleri de onlarına avuçlarına para koyarlardı. Bu hal, hep böyle devam eder ve hiçbirini de boş çevirmezlerdi. İşte, Mahmud Sami Hazretleri, infak ve ikramı bu kadar çok severlerdi. Çok defa içtikleri çaydan bir yudum alırları, sonra o bardağı teberrüken ihvana ikram ederlerdi. 1979 Hac mevsiminde Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri tarafından mücavir olarak Medine-yi Münevvere’ye kabul buyrulup hicret ederler. 94 senelik ömr-i muazzezlerinde bütün efal ve ahvallerini “Sünnet-i Seniyye”ye uydururlar. “Medine benim evimdir.” diye buyuran Nebi (s.a.v.) Hazretlerinin evlerinde, 12 Şubat 1984’te saat 4:30’da üç defa şehadet parmaklarını kaldırarak, “Allah! Allah! Allah!” diye rûh-ı tayyibelerini Allah u Teala’ya teslim ederler. Cennütü’l-Baki’de Said el-Hudri (r.a.), Fatma binti Es’ed (r.s.) ve Sa’ad b. Muaz (r.a.)’a dünyada olduğu gibi ahirette de komşu olurlar.

Cenâbı Hakk Teala bizleri isr-i paklerinden ayırmasın ve şefaatlerine nail eyleyip vasıtalarıyla cennet ve Cemâlullah’la müşerref eylesin. (Amin.)
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri...

Onunla Yeşerdi Gönüllerimiz...

Tarih 1930... Sami Efendimiz, Yeşilhisar’ın içmece denilen, şifâlı suların bulunduğu mahalle gelmişler. Oradan da babam Mustafa Hulusî Efendi ile görüşmek için Yahyalı’ya gitmeyi arzu ediyorlar.

İçmece ile Yahyalı arası 30 km. O günkü şartlarda ancak at, merkep, araba v.s. ile ulaşım sağlanıyor. Bu şekilde ücretiyle yolcu taşıyan bir nakliyeci bulunuyor. Ekşi Ali namındaki bir adamla görüşülüyor:

- Götürür müsün?

- Bir at ile bir merkebim var, merkebe binmeye razı olursa götürürüm.

- Peki.

Hareket saati gelince Ali Amca atı çekiyor.

Sami Efendimiz:

- Hani biz merkebe binecektik, Ali Efendi?

- Hayır Efendim, önce kötüyü göstereyim de sonra iyiye bindireyim, diye latife ettim. Siz buna lâyıksınız.

Birlikte yola revan oluyorlar. Tozlu topraklı bir yol. Epey bir süre hiç konuşmadan, Sami Efendimiz önde diğeri arkada gidiyorlar. Bir süre sonra Ali Amca:

- Efendim, diyor, böyle yolculuklarda merkepli önde gider ki, atın çıkardığı tozdan rahatsız olmasın.

Sami Efendimiz:

- Yaâ öyle mi Ali Efendi, ben bilmiyordum, buyurun öne geçin.

- Hayır Efendim, sizin gibi insanların ayak tozu bizim için şereftir. Deminden beri hiç konuşmadınız da, sesinizi duymak, sizi konuşturmak için böyle söyledim.

Bir süre sonra bir mezarlığın kenarından geçerken, Ali Amca düşünüyor:

- Böyle insanlar kabir ahvalini bilirmiş derler. Acaba bu zât da bilir mi?

Sami Efendimiz yavaşça dönüyorlar:

- Ali Efendi, bu bir velinin en küçük hâli.

Akşam üzeri Yahyalı’ya giriyorlar. İlk defa gittikleri halde, Abdullah Efendi isimli bir ihvanın bahçe evini işaret edip:

- Biz buraya inelim, buyuruyorlar.

O sırada 18 yaşlarında idim. Kapıdan kardeşim Hacı Abdullah girdi:

- Abi, müjde! dedi.

- Kardeşim, ben dünya için müjde vermem, söyle bakalım.

- Dünya müjdesi değil, Sami Efendimiz gelmiş!

Bahçelerin arasından uçarcasına koşuyorum. Sevincim, kontrolden çıkmış bir sel gibi. Eve yaklaşınca Sami Efendimiz buyuruyorlar:

- Abdullah Efendi, Mustafa Efendi’nin evladı çok heyecanlı geliyor, yanımızda yabancılar var. Dışarda biraz sakinleştir.

Sevgi ve hasretiyle yandığım Efendimizin mübârek ellerinden kemâl-i edeple öptüm. Hal hatır sordular. Ve pederimle görüşmek üzere Dereköy’e gidilmesi kararlaştırıldı.

O sırada, zamanın idarî baskısından dolayı, nisbeten gözden uzak olan bu köyde, fahrî imamlık ve irşad görevi yapmakta olan babama müjde götürdüm. Mendeme denilen yerle Dereköy arasındaki yarım saatlik yolu himmetleriyle bir kaç dadikada almışım.

Köyde hazırlıklar yapıldı. Herkesi dayanılmaz bir sevinç ve heyecan kapladı. Allah dostunu, Allah için seven insanların gönüllerinde muhabbet rüzgarları esti. Saatler süren, hiç kimsenin bitmesini istemediği feyizli sohbetler oldu.

Bir sohbetin akabinde, Efendimizi annemin mezarına götürmek niyetiyle, ayakkabılarını hazırladım.

- Hayrola Hasan Efendi, annenizin kabrine mi gideceğiz? buyurdular.

Efendimiz önde, ben arkada, köyün dolambaçlı yollarından yürüyerek gidiyoruz. Mübârek lisanları boş durmuyor, bana öğüt veriyorlar:

- Hasan evlâdım, ölüm insana gözün akıyla karası gibi yakın. Dünya hayatı da insanın suya kafasını sokunca geçirdiği süre gibi. Ne kadar durabilir insan? Biraz sonra bunalır ve kafasını çıkarır. Kafamızı suya soktuğumuz dünya. Dışarı çıkardığımızda ahirettir.

Mezarlığa vardık, eliyle koymuş gibi annemin kabrinin başında durdu, okudu, duâ buyurdu. Aynı zamanda keşif ehli olan babam daha sonra haber veriyor:

- Vallahi Hasan, Sami Efendimizin okuyarak geçtiği hiçbir mezarda kabir azabı kalmadı....

Annemin de bu ziyâretten son derece memnun olduğunu mânen haber alıyoruz. Sohbet, muhabbet, füyûzât... Âdetâ mânevî bir bahar yaşadık o günlerde... Duygularımı ifâde eden bir şiir yazmıştım. Babam güzelce yazdırıp, Sami Efendimize takdim etmek isteyince, ben utancımdan kaçtım. Efendimizin hoşuna gitmiş, şiiri alıp ceplerine koymuşlar.

Nihayet ayrılık vakti geldi. O günün imkânlarıyla Postalı Osman katırla götürecekti Efendimizi. Hep beraber uğurladık ve ayrılık yaşları döktük. Yeşilhisar-Niğde yolundaki Höyük tren istasyonuna gidinceye kadar katıra bir saat Efendimiz biniyor, vakti gelince hemen inip;

- Haydi Osman Efendi, bir saat de siz binin, buyuruyorlarmış.

Sami Efendimiz yaya yürürken binmek ne mümkün? Tabiî, edebinden binemiyormuş. Bunun üzerine katır boş gidiyor, dinleniyor, kendileri de o bir saat içinde; yolda taş, çalı, diken ne varsa temizleyerek gidiyorlarmış. Böylece istasyona varmışlar.

Bir an Allah’tan gâfil olmayan, bir an hizmetten geri durmayan Sami Efendimizin Yahyalı seyahati böyle geçti.

Rabbimiz, şefaâtlerinden mahrum etmesin...

Yahyalılı Hacı Hasan Efendi Hazretleri...
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Sami Efendi(ks) Maiyyetinde Kutsal Bir Yolculuktan Notlar

Hacer Kınsu

1968 yılında Sami Efendimiz, Hac hazırlığına başladılar. Erenköy’deki evlerine çağrıldığımda Sami Efendimiz’in hanımı Hacı Annem, “Bu sene gideceğimiz Hac yolculuğuna siz de gelin.” dediler. Hacı Annemler, bizden evvel Ramazan umresi yapmak üzere gittiler. Biz de onlardan sonra Ramazan bayramında Medine’ye gittik. Onlar Ravza-i Mutahhara’ya yakın bir yerde kalıyorlardı. Biz de onlara yakın bir otele yerleştik. Ben her sabah Hacı Annemlerin bulundukları otele gider, yemeklerini yapardım. O sırada Cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay Medine’ye gelmişti. Cumhurbaşkanı, Ravza’nın arkasındaki kütüphanede Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Habeşistan Kralı’na yazdığı mektubu ziyaret etmek üzere davet edilmiş. Bu ziyarete Efendi Babamın da teşrifi istenmişti. Onlar gittikten sonra Hacı Annemle birlikte kütüphaneye gittik. Erkekler ziyaret ettikten sonra kilitli bir sandık içindeki deri üzerine yazılmış olan o mübarek mektubu ve mührü Annemle birlikte biz de ziyaret ettik.

Hz. Hamza (r.a.)’yı Ziyaret

Medine-i Münevvere’de bir gün Hamza (r.a.)’yı ziyarete gitmiştik. Efendi Babam, duvarları alçak, kapısız bir yer olan kabri ziyaretlerinde, ayakkabılarını çıkarıp toprağın üzerinde bembeyaz çoraplarıyla yürüyordu. Bunu gören ihvanlar da aynı şekilde ziyaret ettiler. Edeben ayakkabılarını çıkarmaları çok dikkatimi çekmişti.
Arafat’a çıkmadan önce Mina’da bir gece kaldık. Ay ışığında ihvanla birlikte yaptıkları zikir görenlere hayranlık verecek güzellikteydi.

Hacı Annene Bak!

Medine’den Mekke’ye hep birlikte gittik. Orda aynı otele yerleştik. Hacı Annem hastalandığı için pek fazla tavafa gidemiyorduk. Bir gün ziyarete gelen ihvanlardan, “Sen de tavafa gel.” diyenler oldu. Ben de bizim efendiye rica ettim. Hacı Annemler uyurken kapıdan çıktık. Giymiş olduğum çarşaf bir çiviye takılarak yırtıldı. Biz bu ikazı anlamayarak tavafa gittik. Sabah ezanına yarım saat kala otele döndük. Biraz dinlenmek için uzandığımda uyku ile uyanıklık arası bir halde Efendi Babamın çehresini bir tepsi büyüklüğünde gördüm. İşaret parmağıyla, “Hacı Annene bak.” dedi. Uyanınca buradaki vazifemin tavaftan daha üstün olduğunu anladım.

Nur Evliya

Efendi Babam ihvanlarla önde, biz Hacı Annemle arkada tavaf ederken, Hacerü’l-Esved’in önüne gelindiğinde Efendi Babamı görenler kenara çekilip, “Nur evliya geliyor.” diyerek yolu açıyorlardı. Tavaf sırasında yere düşmüş olan kağıt parçalarını toplayarak, ihvanından olan Dişçi Baba’nın boynundaki torbaya atardı. Kur’an-ı Kerim’in kağıda yazılmasından dolayı kağıda olan hassasiyeti çok fazlaydı.

İnceliklerin Sahibi

Arafat’tan inişimizde, minibüsle Mekke’ye giderken Efendi Babamın inerek elinde gazozlarla dönüşünü ve bizlere ikram edişini hiç unutamam. Bu güzel yolculuğumuz bayramın 5. günü Cidde’den İstanbul’a dönüşümüzle sona erdi.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Yahyalılı Ali Ramazan Dinç Efendi Hazretleri:

Evimizle, etrafımızla, müminler ve insanlarla hoş geçinmeliyiz. Evinin damını delip odasını ihtiyaç yeri gibi kullanan Yahudi komşusunu güzel muamelesiyle İslâm’la tanıştıran İmam-ı Azam (r.h.a.)’ı hatırlayalım. Mutfağındaki yemeğin kokusundan dolayı komşusuyla helalleşen Allah’ın sadık dostu Üstazımız Hacı Hasan Efendi (k.s.)’yi ve, Sami Efendimizin (k.s.) zevce-i muhteremesine, “Sen tesettüre riayet ettiğin için bana Sami Efendi diyorlar.” demelerine karşın Valide Sultanın, “Sizin edeb-i İlâhî ile edeplenmenizden dolayı bize de valide sultan diyorlar.” demelerindeki inceliği, aile fertleriyle en güzel geçimi ifade eden bu tatlı sözleri hiç unutmayalım.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Büyük Allah Dostu Şeyh Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri

Prof. Dr. Osman Öztürk

“Salih insan”a dünyamız bugün her zamankinden daha muhtaç. Salihleri çoğaltmak bütün insanlığın hedefi olmalıdır. Çünkü salih insanlar; salih çevre ve muhit oluştururlar, salih çevre de bütün mahlukatın ve varlıkların huzur ve saadetinin tek çaresidir. Öyleyse; bütün zamanların ve mekanların değişmez kurtuluş projesi, “salih insan” yetiştirme çabası olmak mecburiyetindedir. Merhum Şeyh Sami Ramazanoğlu Hazretleri eski iklimimizde var olan, bugün ise ender bulunur bir salih zat idi.*
“Mevtamızı hayırla anmak.” bir dini vecibe olduğu gibi, “Salihler anıldığında rahmet yağması” da sağlam kaynaklı bir müjdedir. Biz de bu yazı vesilesiyle bir taşla iki kuş vurmak istiyoruz . Hem sene-i devriyesi dolayısıyla merhum Üstazımızı hayırla anmış hem de bu vesile ile yağan rahmet yağmurları ile gönüllerimizi yıkamış olacağız. Tanımayanlar birinci elden O’nu tanımış, tanıyanları da Hazretin evvelce bilmedikleri hususiyetlerini öğrenmiş olacaklardır.

Merhum Şeyh Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri :

Kalbi insanlarla gönlü Allah’la olan bir mübarek zat idi. Mesela sohbet esnasında çay ikram edilir, şekeri yoksa ses çıkarmadan içer, sormaksızın limon koyarlarsa ona da sesini çıkarmaz, bazan Üstaz sohbete dalmışken birisi şeker koyar ve karıştırır biraz sonra diğeri de şeker atılmamış zannederek tekrar şeker atar ve karıştırırdı, daha sonra merhum o şeker küpü çayı hiçbir reaksiyon göstermeksizin içerdi. Ne bir gün şeker nerede dediler, ne de bir defa olsun şekerli olmuş bunu değiştirin buyurdular. Meşru herşeyi mütalaasız benimsemiş veya gönlü Sahibine o derecede rabtetmiş ki olan bitenler kendisini ilgilendirmiyordu. Bir Hacc yolculuğunda havaalanında saatlerce bekleniyor, merhum bir defa olsun; “Niçin bekliyoruz?“ veya “Daha ne kadar bekleyeceğiz?” diye sormuyor, sadece namaz vakitlerinin gelip gelmediği ile ilgileniyordu. “Zahirin halk ile, batının Hakk ile” olması bu olsa gerek.
Nakşibendilikte vazgeçilmez bir eğitim tarzı olan sohbet geleneğini en zor şartlarda bile devam ettirmeye çalışır, düğün ve sünnet yemekleri, bayram ziyaretleri bile sohbetsiz geçmezdi. Zaten Üstazın bulunduğu mecliste; dünya kelamı konuşulmazdı . “İşler nasıl?”, “Havalar soğudu.”, “Siyasette ne var ne yok?” ve benzeri kelamı hiçbir kimse işitmemiştir. Sohbet konuları; Kur’an-ı Kerim’den, Hadis-i Şerif’lerden ve Ashab-ı Kiram’ın menkıbelerinden meydana gelirdi. Evliya kerametleri, uçanlar, kaçanlar sohbet gündeminde yer almazdı
Âlimlere ve meşâyiha yaşlarına bakmazsızın itibar ederlerdi. Bayramlarda onlardan iâde-i ziyarete gelmeyenlerin de muntazaman ziyaretlerine gider, sohbet meclislerinde bulunan ilim erbâbını mutlaka yanı başlarına oturturlardı. Bunlar arasında; merhum Ali Haydar Efendi, Ömer Nasuhi Bilmen, Bekir Haki Yener ve Ali Yekta Sundu Hocaefendiler, Reisülkurra Mustafa ve Zahid Efendiler, Seyyid Şefik ve Sarıyerli Nuri Efendiler, Cemal Öğüt ve Ali Yakup, Mehmet Zahid Kotku ve Mahir İz Hocalar; ilk anda hatırıma gelenlerdir. Hatta merhum müfti Ali Yekta Efendinin vefatından sonra bir vefakârlık nişanesi olarak damadı Emin Saraç Hocaya da bayram ziyaretinde bulunduklarını hatırlıyorum. Üstaz, merhum bu ziyaretlerde dinlemeyi tercih eder ve ayrılmadan evvel ev sahibinden müsaade alarak hazırûndan birisinin bir aşr-ı şerif okumasını isterlerdi. Her gittiği yere bir hediyye götürmesi vazgeçilmez adetlerindendi. Bu ziyaretlerde şahit olduğumuz edeb manzaraları unutulacak cinsten değildi. Bir defasında Üstazla beraber evlad-ı Râsul (a.s.)’den Seyyid Şefik Efendi’yi Eyyüb Sultan’daki evinde ziyaret ediyoruz. Şefik Efendi merhum, yatakta, kalkamıyor. Efendi Hazretleri yatağa eğilerek Hoca Efendinin elini öpmeye gayret gösterirken O, bir taraftan elini çekmeye çalışıyor, diğer taraftan da mahalli şivesiyle: “Vay ben senin ayaklarından öpem.” diyordu. Bilhassa şeyh ve hoca adaylarına ne güzel bir edeb dersi değil mi?
Cami ve cemaate şartların imkan verdiği ölçüde devam ederlerdi . Merhum Mustafa Alemdar Amcamızın Eminönü’ndeki işyerinde çalıştıkları müddetçe öğle namazlarını hep Rüstem Paşa Camii’nde eda etmişler, Erenköy’de ise daha çok ikindi namazı olmak üzere namazlarını Zihni Paşa’da kılmışlardır. Camiye herkesten önce girerler ve herkesten sonra çıkarlardı .
Ramazanoğulları sülalesinden intikal eden muazzam serveti haram karışmış olabilir endişesiyle vakfettikten sonra, Efendi Hazretleri maişetini bir süre imamlık ve bir müddet de muhasebecilik yaparak temin etmiş ve kimseye yük olmadığı gibi, herkesten çok tasadduk ve infakta bulunmuştur. Çok dikkatimi çekmiştir; sadaka verirken elini cebine sokar ve çıkanı saymadan verirlerdi . Kendilerine kaldı mı, ne kadar kaldı bunun hesabını hiç yapmazlardı. Bir defasında Ashab-ı Suffe’nin makamlarında otururken her el uzatana verip, en son talebi; “kalmadı” kelimesiyle boyun bükerek mahcup bir vaziyette reddetme durumunda kalışları, görüntülenip bizlerin defalarca seyretmemiz gereken bir ibret ânı idi..
Nezaket ve zerafet timsali idiler. O mubareğin akşam işten dönerken Haydarpaşa’dan bindiği banliyo trenine biz de mekteb çıkışı biner ve hergün yanında boş olan yere müsaade ile otururduk . Merhum Üstaz eve hergün muhakkak birşeyler getirir ve bunlar imrendirici olmasın diye çıkınlanıp taşınırdı. Erenköy’e yaklaştığımızda biz destur alarak bu çıkını taşırdık. Evlerinin bahçe kapısına geldiğimizde “müsaade” kelimesiyle paketi almak isterler, ısrarımız üzerine izin verirler ve evin dış kapısına kadar geldiğimizde tekrar “müsaade” buyururlar yukarıya kadar çıkarma talebimizi kabul buyurup nihayet son bir defa daha “müsaade” deyip çıkını teslim alırlar, ellerini öptüğümüzde ise avucumuzun içerisinde hurma, şeker, tesbih ve koku gibi hediyeler bulurduk. Bu hergün böylece tekerrür ederdi.
Sohbetlerinde: “Kıllet-i kelam” (az konuşma), “Kıllet-i taâm” (az yeme) ve “Kıllet-i menâm”(az uyuma) üzerinde çok dururlar, kendileri bunları harfiyyen tatbik ederlerdi. “Mâlâyaninin” (boş söz) hiçbir zaman sadır olduğuna şahit olmadığımız gibi, kelamı O’ndan daha muhtasar kullananı da pek görmedik. Abdest alırlarken birisi paltosunu tutuyor olsa da daha sonra giyerken yardım etmek istese; bize yaptığı gibi tek kelime ile yani “müsaade” kelimesiyle elinden almak isterlerdi. Birlikte pek çok ziyafette bulunduk, çeşit ne kadar çok olursa olsun Hazretin yediğinin tamamı bir kap yemek kadar ancak olurdu. Zaten günde iki öğün yemek yerlerdi. Zaif ve nahif oluşları da kıllet-i taama riayetin çok açık bir göstergesiydi. Uykularının azlığı ve hafifliği ise seyahatlerde kendisini belli ederdi.
Hayatı muntazam çalışan bir saat gibiydi. Teheccüde kalkıştan, yatak istirahatına geçişe kadarki 24 saatte yapılacak işlerin hepsi bir plan dairesinde ve aksatmaksızın dakik olarak uygulanırdı. Camiye, sohbete ve trene gelişlerden tutunuz, bütün harekat ve sekînet fevkalade muntazam idi. Sohbete veya Cuma namazına götürmek üzere hangi saatte mutabık kalındı ise, o saatte hanelerine vardığımızda, kendilerini dış kapıda hazır bulmuşuzdur. Bir ara Erenköy Zihni Paşa Camii’nde Bayram vaazları yapmışlardı. Kürsiye çıktıklarında cep saatlerini önlerine koyarlar ve namaz saati geldiğinde dakika gecikme olmaksızın kürsiden inerlerdi. Allah’ın bir lutfu olarak lise talebeliğim esnasında sabahları aynı trenle (7.32 treni) Haydarpaşa’ya kadar beraberce gitmiş olduk. Kendileri oradan gemi ile Karaköy’e geçerler ve Galata Köprüsü’nden yürüyerek Eminönü’nde çalışmış oldukları iş yerine giderlerdi. Trene ne çok erken gelip beklerler ne geç gelip telaşlanırlardı. O zamanlar banliyo treni ücreti 1. Mevki 35 kuruştu. Gişe memuru olan zattan sonraları öğrendiğimize göre bu meblağı hergün bozuk olarak, kuruşu kuruşuna verir böylece Allah’ın kullarına kolaylık sağlamanın da ecrini zayi etmezlerdi .
Evlerinin alışverişini kendileri yapmaya itina gösterirlerdi. Erenköy’ün Perşembe pazarına beraberce çıkardık. Esnaf o zaman oldukça kadir–şinas idi. Üstazın kendilerinden alışveriş yapması için can atarlardı. Birşeyler almak için kendisine doğru ilerlediğimiz esnaf kasketini ters çevirir ve saygı ile el öperdi. Satın aldıklarımızı; içerisindekileri göstermemesi için zembil, bez torba ve sepette taşırdık
Merhum Üstazımız kılık kıyafetine son derece itina gösterirdi. Pırıl pırıl ve ütülü giyinirlerdi. Ayakkabıları ve mest lastikleri daima bakımlı olurdu .
Konuşmalarında; “ben”, “biz” yerine “fakir” kelimesini kullanırlardı. Varlık kokusu taşıyan herşeyden uzak dururlardı. Soyundan-sopundan, babasının servetinden, hukuk fakültesi mezunu olduğundan ve yabancı lisan bildiğinden asla bahsetmezlerdi. “Şöyle yaptım”, ”böyle dedim” veya “söyledim” gibi nefsine ait sayılacak hiçbir kelime ve cümleyi hayat boyu telaffuz etmemişlerdir. Hele bazılarının yaptığı gibi kerametlerinden bahsetmek veya bir müridin rüyada gördüğü keramete sahip çıkmak, hatta memnuniyetini yüz hatlarıyla olsun belli etmek; Hazretin hiç semtine uğramadığı şeylerdi.
Merhum Mahir İz ve Ali Yakub Cenkciler Hocalarımın ilerlemiş yaşlarına kadar kimseyi beğenmeyip Efendi Hazretlerine intisab etmeleri; O’nun sîretine hayranlıklarının bir sonucu idi. Her iki merhum hocamız da mürşidde; salah ve takva ile beraber ilim ve gayretin de bulunmasını isterlerdi. Mahir Bey Hocamız müthiş bir rüyanın tesiriyle, Ali Yakub Hocam da; Üstazın sohbetlerinde şahid olduğu Arapça’ya hakimiyetine ve ilmi iktidarına kail olduktan sonra, büyük bir heyecan ve iştiyakla intisab etmişlerdi. İntisab hadiselerini kendileriyle birlikte yaşadığım için bu konuda sahib olduğum hatıraları evvelce neşretmiş olduğumdan burada tekrara lüzum görmedim.
Allah cümlesini ğarka-i ğarîk-i rahmet eylesin. Şefaatlerine nailiyyet nasib buyurup, isr-i mubareklerinden yürüyenlerden kılsın, “Amin”.
Şairin dediği gibi: “Tarifi yerde bitmez, arşa çıkan kibarın.”
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
"Melek Huylu Sultan"

Yahyalılı Ali Ramazan Dinç Efendi Hazretleri

Kardeşlerimiz Sami Ramazanoğlu (k.s.) hakkında yazı istediler bizden. Ne yazabilirim diye hayli düşündüm. Camide sabah evradını okurken gönlümde hatıralar canlandı; belki de duygulanıp gözümden yaşlar boşandı. Elime kağıdı-kalemi aldığımda, adeta kağıt-kalem dillendi, ben sustum. Kağıt; Hakk’ın zikriyle, fikriyle, sonsuz azametini tefekkürle kalbi nur bir velî idi deyip, ekledi durdu.

Biiznillah bu nurla baktığı gönüller hep aydınlıktı. Nazarlarıyla ölü kalpler diriydi. İsyanla kuruyan göz pınarları daima aşk-ı İlâhî ile kaynayıp, sel olup coşardı. Baktığı her eşyadan ders alıp, ibretle seyrederdi âlemi. Kulaklar günah kirlerini atıp, kuru topraktan sesler duyardı. Belki de semada melekler, su altında semekler, balıklar, ağaç, taş, her varlık onunla dilleşirdi. Çünkü Rabbimiz ona Kevser Sûresi’nin sırrının tecellisiyle çok, pek çok hediyeler vermişti. Veren cömert olduğu için, o da istidatlı, kabiliyetli gönüllere bolca infak ederdi. Bileğini bileğine yapıştırıp, kalbini kalbine dayadığı kimsenin nazarında dünya zerre kadar kalır, kişi manevî okyanuslarda yüzerek Habîb-i Zîşân’ın ve Zât-ı Kibriyâ’nın aşkında fânî, yok olur, Hâlik-ı Lemyezel’in ve Rasûl-i Ekrem’in ahlakıyla, edebiyle edeplenirdi. Yaratılış sırrına ererek, insanları irşad için diyar diyar dolaşır, herkesin kaldıramayacağı dert ve ıstırabıyla ziyaretçilerine saatlerce sohbet ederdi. Gönüllerde öyle bir tesir bırakırdı ki, ona bakanlar; yönünü ahirete, Mevlâ’nın rızasına, aşkına, muhabbetine çevirir; onu seyre dalanların gözünde dünya, bir toz kadar bile kalmaz, el çalışır, kafa, işleri tespit edip ayarlar ama kalp daima Hakk’ı zikrederdi. İnsanlar onun elinden ve dilinden zarar görmezdi artık. El; emin, inanılacak, emanetlerin kendisine tevdi edileceği bir sıfata bürünürdü.

Üstazımız hakkında bir bilgiye sahip olma düşüncesi; gönülden bağlılarını, yıkayıcı elinde ölü gibi teslim olanları, her türlü sıkıntıya katlanan, ibadette daim, isyandan kaçan, sabırlı, bütün varlığıyla Allah’a teslim, tevekkül ehli, rıza postuna bürünen, ne gelirse başına, yârdan, dosttan geldi diyen merziyye sahiplerini görünce kafadan, gönülden kalkardı. İnsanın son derece dikkatle dokunan halı ve kilime, çok sanatkârane işlenen bir el işine, mâhirane yapılan bir mimari esere bakıp, nakış böyle de nakkaş nasıl acaba dediği gibi. Onu baş gözüyle görmediği halde ârifler; seherlerde kalplerinin kalbine dayandığı, canlarının nûra boyandığı, Fahr-i Kâinât’ın kendisini medhettiği, Allah’ın izniyle elinden tutup isyandan kurtardığı, rüyasına girip irşad ettiği veliyy-i kâmili daha görür görmez tanırlardı. Ricâlullahtan olan Pakistanlı Muhammed Can Hazretleri, kalbini öyle bağlamıştı ki ona; Yediği-içtiği, parası-pulu, her türlü ihtiyacı hallolur da, açılırdı Kabe’nin yolu, kim görse derdi ona, Hakk’ın sevgili kulu. Ağır hastalıklarında bile, gayr-i ihtiyari, elinde olmadan dediği âh ü vahlara, göz yaşlarıyla istiğfar okuyan, günlerce, haftalarca, aylarca, belki de yıllarca, iyi görmeyen gözlerinden şikayet etmeyen; ağrıyan dişinin ızrdırabını yakın dostu Muhammed Mustafa (s.a.v.)’ya bile söylemeyen Sıddîk-ı Âzam ahlakında sabırlı bir Kutbü’l Aktab’tı o.

İşleri sağlam ve düzenli, sözleri hak ve doğru, özleri Allah (c.c.)’a aşık, marifet ve hakikat ehli, sıdk deryasında mahir bir kaptandı o. Elinde avucunda ne varsa onu, Hâlikımızın yolunda sarfeden; infak ettiğine -bilinmemek için kılık-kıyafet değiştirse de sâili bildiği halde ona- yine de bolca veren cömertler cömerdi Cevâd-ı Kerîm’in seha ve kerem ummanında münfik, mükrim bir mürşid-i kâmildi o. Seherlerde istiğfar adeti olan, geceleri pek uyumayan, kaldığı hanelerin üzerine nurdan bir sütun dikilen, murakabe halinde yanıp-kül olan manevi alev, mü’min, müslim, âbid, muhlis bir kuldu o.

Kaybolup da bulunan eşyasını, bir başkasının da böyle bir yitiği olur diye almayan, satın alınan evin pazarlığına yalan karıştı diye oturmaktan vazgeçen, muamele ehlinin öncüsü, müttaki, vâris-i enbiyâ idi o. Her zaman ve her işte Allah (c.c.)’ın rızasını arayan, malını-mülkünü, canını O’nun yoluna koyan evvab, emr-i İâhîye son derece saygılı hafîz, kemâl ehlinin incisiydi o.

Sırr-ı İlâhî’ye mahremiyetle ğaybe imanı, bütün hücresiyle, zerresiyle, olanca varlığıyla Allah (c.c.)’a teslimiyetle münîb, esrâr-ı vahdet, arzusu Zât-ı İlâhî’ye vuslat, medhi, senası Hakk’a âit bir saf velî idi o.

Yazdı kalem bunları
Nasıl anlatsın dil
Bu makbul kulları.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
"Hazret-i Sami Nezih Bir Hayat’a Sahipti"

Şefik Can

Fakir, Mevlanâ’nın dışında çok yararlandığım bir veliden de bahsetmek isterim.
Son dönem Nakşî büyüklerinden Hacı Sami Ramazanoğlu’nu tanımak bendenize nasip oldu. O’nun Afrika’dan gelen İngilizce mektuplarını Türkçeye tercüme ederdim. Müridleri Pakistan’dan, Cenûb-i Afrika’dan, ona İngilizce mektuplar yazarlardı. O zât da bana verirdi. Onları Türkçe’ye tercüme eder zât-ı âlilerine götürürdüm. Damadı Ömer Kirazoğlu Beyfendiyle de yakınlığımız oldu. Sami Efendi, gerçek bir velî idi. Vapur gişesine giderken parayı avucunda bozuk olarak hazırlar, hemen verirdi; isterdi ki parayla meşgul olurken insanları bekletmeyeyim. Bu kadar ince düşünen bir insandı. Tertemiz bir hayatı vardı.
Bendeniz nerede, hangi tarikatta olursa olsun böyle tanınmış kişileri ziyaret ederdim. Bir dostum vardı. Sonra kayın pederim oldu, Suphi Bey. Seni Hacı Sami Bey’e götüreyim, dedi. Hacı Sami Efendi, Esad Efendi’nin halifesidir. Kubilay hadisesinde, Menemen’de, Esad Efendi’yi asacaklardı. Erenköy’deki köşkünden aldı götürdüler. Oğlu Ali Efendiyle beraber Menemen’e gitti. Çok yaşlıydı. Ali Efendi’yi astılar. Kendisi, hasta yatağında öldü. O’na götürdü beni. Sirkeci’de, bir tüccarın katipliğini yapıyordu. Girdik içeriye. Efendim bu albay sizinle görüşmek istedi, getirdim, dedi. O zât benim üzerimde çok etki bıraktı. Bazı sıkıntılarım vardı. Çocuklarımın annesinden ayrılmak üzere olduğum senelerdi. Çok perişandım. Onları keşfen bildi. Beni teselli etti; heyecanlandım, ağlamaya başladım. Bana Mevlânâ’dan şiirler okudu:
“Dünya nedir, dünya Allah’tan gafil olmaktır.” diyordu okuduğu bir şiirde. Zengin olmuşsun, kadınların, çocukların, servetin var. Bu değil dünya. Dünya Allah’tan gafil olmaktır. Beni çok tesir altına aldı. Orada bir saat kadar sohbetini dinledim, içime bir ateşi düştü Hazretin. Nasıl göreceğim diye düşünür oldum. Patronu olan tüccar, Alemdar Amca isminde Kayserili birisi idi, ona, haftaya gelsem dedim. Yok Efendim, dedi. Zaten Nakşî şeyhlerinden olduğu için takipte. O zamanlar Halk partisinin takipli zamanları. Toplantıları izliyorlar. Ben size tâ aylar evvel izin aldım, gördünüz, dedi. Benim bu heyecanlı görüşme arzumu, özlemimi görünce, O’nunla görüşmenin sana bir kolaylığını söyleyeyim, dedi. Sen, cuma günleri bana telefon et, hangi camiye gittiğini öğrenirsem sana söylerim, sen o camiye gidip, camide görürsün onu, dedi. Ben artık Cuma günlerini iple çeker oldum. Cuma günü geliyor, Alaaddin Bey’e telefon ediyorum. Yeni Cami’ye gidecekler, diyor. Ben kalkıp Yeni Cami’ye gidiyorum. Arkasından Arpacı Camii’ne gidecek diyor. Başka gün Arpacı Camii’ne gidiyorum. Uzaktan görüyorum. O da beni görüyor. Tebessüm ediyor. Çok mütevazı biri. Onu görünce babamı görmüş gibi seviniyorum.
Aradan zaman geçti. Damadı Mühendis Ömer Kirazoğlu vasıtasıyla Efendi Hazretlerine hizmet etmek nasip oldu. Biraz önce arz ettiğim gibi, mektuplarını İngilizce’den Türkçe’ye tercüme ediyordum. O zaman haftada bir defa görüşüyordum. Evinde görüyordum. Erenköy’de Kazım Karabekir caddesinde 5 numarada oturuyordu. O zaman çok yakınlık duyduk birbirimize. Hacca gidecekti; her sene hacca gidiyordu, bana da, gitmen lazım, dedi. Ben de O’nun emriyle kalktım hacca gittim. İlk haccım onun tavsiyesiyle 1975’te oldu. Fakat hacda Sami Efendi’nin hâli bana çok tesir etti.
Sami Efendi birgün bana, sen hangi tarikattansın, tarikatın ne dedi. Ben evvelden beri Mevlevi’ye mensubum dedim. Mevlevi’lerin okudukları dua kitabı vardı. Onu çıkardım. İçinde Es’ad Efendi ile oğlu Ali Efendi’nin beraber çekindikleri bir fotoğraf da vardı. Sami Efendi o fotoğrafı görünce gözleri doldu, ağladı. Sonra ders kağıdımı aldı-baktı; sen buna devam et, fakat şu vazifeyi de yap, dedi. Bana bir vazife verdi, kısa bir vazife. O vazifeyi yaptıktan sonra bende namaza karşı bir şevk uyandı. O zamana kadar namazım alaca idi. Sabah namazını kılarım, subayım, bazen hiç kılmam. Bazen cumadan cumaya giderim. O Hazretten vazifeyi alınca adeta namaza âşık oldum. Aç kalayım namaz kılayım istiyorum.
Her neyse, beni Kuleli’den Konya’ya tayin ettiler. 1964 senesi. Gittim, Hacı Sami Efendi’ye Allah’a ısmarladık dedim, Konya’ya gideceğimi söyledim. Okumak için hangi kitapları götürüyorsun yanında, dedi. Efendim, Mesnevi’yi, Abdülkadir Geylâni Hazretlerinin Sohbetlerini götürüyorum, dedim. İyi, iyi, bir de Kuşeyrî Risalesi al, dedi bana. Peki Efendim, dedim. Allah’a ısmarladık diyerek ayrıldım. Elini öptüm. Dua etti bana.
Harcırah işim uzadı. İki üç gün sonra gidecekken 15 gün sonraya kaldım. O zaman da bir dostun evindeydim. Çünkü kiralık evimi boşaltmıştım. Kanlıca’da belli bir zaman için bu dostun evinde oturuyordum. Nasıl olsa yolcu olacağım, yatağımı hazırlamışım. Bir gün Kadıköy’e gideceğim bir işim var, dolmuşa bindim. İçime Hz. Sami’nin hayali düştü. Görme isteği içimde çoğaldıkça çoğaldı. 15 gün evvel gittim, veda ettim artık. Kendi kendime, ne göreceksin yahu; sıraya girmiş bekleyenleri var, diyorum. Ama içimde bir ateş, git Hacı Sami’yi gör diyor. Ben böyle tereddütler içindeyken Üsküdar’da dolmuştan indim. Kendimi vapurda buldum. Kadıköy’e gidecektim. Vapura bindim. Sirkeciye, köprüye geldim. Sirkeci’de Hacı Sami Efendiye gidiyorum. Artık tereddüt kalmadı. Efendim harcırahım gecikti, onun için gidemedim, tekrar size Allah’a ısmarladık demeye, bir görmeye geldim, diyeceğim. İçimden böyle karar verdim. Dükkana gittim, kimse yoktu. Patron beni tanıdı. Albay rütbeliyim. Kapıyı çaldım, gel, dedi içeriden, seni bekliyordum, dedi. Burada, Konya’da Dişçi Mehmet Efendi’ye yazılmış bir mektup var. Sana ev bulsunlar, dedi. Bakın keramete. Sana ev bulsunlar, dedi. Şaşırdım kaldım.
Konya’ya gittikten sonra mektubu Dişçi Mehmet Efendi’ye ilettim. Bana yardımcı oldular. Dişçi Mehmet Efendiyle ilgili de bir hadiseyi anlatayım size:
Mevlana’nın türbesinin yakınında bir camide abdest alıyordum. Akşam da Yorgancı lakaplı birinin evinde bir sohbet var, ben de oraya davetliydim. Abdest alırken yan tarafımda da iki kişi abdest alıyordu. Yorgancı denilen o zat da oradaydı. O iki kişi Yorgancı’ya Mevlana Hazretlerinin türbesini sordu. Yorgancı da, onlara nereden geldiklerini sordu. Onlar, Niğde’den geldiklerini söylediler. O da onlara, ne işiniz var burda, ta oralardan bu adamı görmeye gelmişsiniz, dedi. Benim Mevlana Hazretlerine karşı ayrı bir muhabbetim var. Yalnızca, niçin öyle söylüyorsunuz, diyebildim. Ama bu söz içimde bir ukde olarak kaldı. Akşam da Yorgancı’nın evindeyiz, o sebeple de birşey diyemedim. Akşam sohbete gittik. Ben mahzun olarak bir köşeye çekildim. Herkes geldi. Dişçi Mehmet Efendi de geldi. Daha hiçkimse ile görüşmeden direkt olarak yanıma gelerek bana, Mevlana’nın kıymetini herkes bilmez, değer bilmez insanlara aldırma dedi. Daha sonra Yorgancı’ya dönerek, sen bilmez misin ki, Es’ad Efendi Hazretleri, Yenikapı Mevlevihanesi’ne devam ederdi, dedi. Bendeki mahzuniyeti giderdiği gibi Yorgancı’yı da ihtar etmiş oldu.
Sami Efendi’ye bağlı olduğunu bildiğim Ladikli Ahmet Ağa ile de beni Dişçi Mehmet Efendi tanıştırdı.
İlk görüşmemizde Ahmet Ağa aynı Yunus gibi çok güzel şiirler okudu, adeta kendinden geçti. Ben edebiyat hocalığı yaptığım için şaşırdım bu coşkunluk karşısında. Daha sonraki zamanlarda tek başıma onu ziyarete gitmeye başladım. Bir defasında yalnızca ikimizin bulunduğu ortamda ona, Ahmet Ağa, sen bu hali nasıl elde ettin, dedim. Ahmet Ağa, bende bir hal yok, ben ümmi bir çobanım, dedi. Kendisine, ama zaman zaman siz, göreve çağırıyorlar diyorsunuz, çıkıp gidiyorsunuz, sizi göremiyoruz deyince, anlatmak zorunda kaldı: “Seferberlik zamanında Gazze’de savaşıyorduk. Düşman bizi muhasara altına aldı. Bir hafta boyunca ne su, ne yiyecek bulabildik. Daha sonra yardım ulaştı, kazanlar kaynamaya başladı. Yemek dağıttılar bize. Bir ekmeğin içine tahin koymuşlardı. Ben, ekmeği ısırdım, bir lokma ağzıma aldım. O sırada karşımda bir deri bir kemik kalmış bir köpek gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Biraz ekmek bölüp ona attım. Yanımdakiler, Ahmet delilik etme, ye yemeğini, diyorlardı. Ancak benim gönlüm bu hale elvermedi. Bir lokma kendim yedim, bir lokma köpeğe verdim. Gece uykuya dalınca Peygamber Efendimiz (s.a.v.) teşrif ettiler, sırtımı sıvazlayıp, “Ahmet! Evladım, Ben seni sevdim.” buyurdular. Daha sonra uyandığımda Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e karşı büyük bir aşk başladı içimde. O günden beri bu haldeyim.”
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
dsc0003sz4.jpg

"Hayatı Kur'andı"

Yahyalılı Ali Ramazan Dinç Efendi Hazretleri

Ulemâ-i kiram, kavimlerinin seyididir. Sami Efendimiz (k.s.) de, bizim seyyidimiz (efendimiz) olduğundan dolayı, onun hakkında bize birçok şey anlatıldı.
Kendilerini bizzat görünce, onunla ilgili anlatılanların hepsi aklımdan çıktı. Zihnimde, sadece gönlüme o an gelen güzel düşünceler kaldı.
Kalbimde, Sami Efendimiz (k.s.)’e karşı çok büyük bir muhabbet oluştu. Leylâ ile Mecnûn’a, Ferhat ile Şirin’e, Aslı ile Kerem’e o zaman hak verdim.
Her an gözetimi altında bulunduğumuz Üstazımız Hacı Hasan Efendi (k.s.), gönlümde, Allah (c.c.)’tan gayri bir şeye meyil belirdiğinde, derhal müdahale ederlerdi. Buna sebep olarak da, şeyh-i kâmilde yok olanın, bu dönemde, bir başkasına ilgi duymasının uygun olmayacağını ifade buyururlardı.
O günlerde, Sami Efendimiz (k.s.)’in bir yakınına mektup yazmıştım. Kardeşlerimize olan sevginin Sami Efendimiz (k.s.)’den, ona olan hasretin Fahr-i Kâinat (s.a.v.)’dan, İki Cihan Güneşi (s.a.v.)’ne olan muhabbetin de Rabbimiz (c.c.)’den geldiğini beyan ederek, bütün sevginin kaynağının Cenâb-ı Hakk (c.c.) olduğunu ifade etmeye çalışmıştım. Sami Efendimiz (k.s.)’den gelen mektup, sözlerin doğruluğunu tasdik ediyordu.
Her şeyin israfı olduğu gibi, sevginin de israfı vardır. Bu israf, başkalarının ancak, Cenâb-ı Mevlâ (c.c.)’nın muhabbetinden dolayı sevilebileceğini idrakle önlenir.
Onu görünce, “Acaba Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) nasıldı?” diyorduk.
Hacı Hasan Efendimiz (k.s.), Sami Efendimiz (k.s.)’i, askerliği sonrasında ziyaret ettiğinde, bu görüşme esnasında kendilerine Sami Efendimiz (k.s.) tarafından teveccüh olur. Bu teveccüh ânında kalpleri rikkate gelir ve gönlünde şu düşünce canlanır:
“Bir mürşid-i kâmilin teveccühü, kalbindeki nûr-i İlâhîyi gönüllere yansıtması böyle olur da, Fahr-i Kâinât (s.a.v.)’ın teveccühü, Allah Teâlâ (c.c.)’nın Cemâl’i nasıl olur acaba?”
Beşerdi ama zamanın insanlarına hiç benzemiyordu. Onu görenler, ondaki hâlin güzelliğinden ibret alıyorlardı.

Hak Teâlâ (c.c.)’nın izni ile, yiyecek ve içeceklerdeki helallik ve haramlık durumlarını biliyordu. Bir defasında, sabah kahvaltısında önüne getirilen, her zaman yediği bisküvileri yemez. Daha sonra, o bisküviyi üreten fabrika sahiplerinin fâize bulaştıkları öğrenilir.
Küçücük yavruların kabiliyeti, nûr-i İlâhî ile bakan gözlerine malûm olurdu.
İşitmeleri pek hassas olan Üstazımız (k.s.), kulağa hoş gelmeyen nâme ve sesleri dinlemezdi. Son nefeslerinde bile, “Kur’an-ı Kerim dinlemek istiyorum.” buyurmuşlardı.
Bir hâfızın Kur’an tilâvetini, arştan daha yeni iniyormuşçasına dinlerler, bu lâhûtî sadâ sanki, âyât-ı İlâhîyye’yi indiren Cenâb-ı Mevlâ’dan geliyormuş gibi kendilerini bir huşû kaplardı.
Öğüt, nasihat, tesbîhat ve evradla meşgul olan dilleri, Hak Teâlâ’nın râzı olmayacağı hiçbir kelâmı konuşmazdı.
Okuduğu ya âyet, ya hadis, ya da ehlullâhın sözleri olurdu. Mübarek dilinden dökülen kelimeler adeta kalplere yazılırdı.
Seslerinde de bir kerâmet olacak ki, tane tane ifadeleri, zâhiren duyulması mümkün olmayan yerlerden işitilirdi. Bahçelerinde görüşmek için beklerken, odalarında konuştukları mübarek sözleri, kulağımıza net olarak geliyordu.
Keşif ehli olanlar, onunla aynı mekânda olmadıkları halde, emir ve tavsiyelerini duyarlardı. Hind’de, Yemen’de bulunanlara da nasihat eder, hoş sohbetlerini onlar da işitirdi.
Herkesin kendisini istirahat ediyor zannettiği zamanlarda, -biiznillah tayy-i mekân ile- dostlarıyla mânen halleştikleri çokça anlatılır.
Develi ilçesinden Borazan Hacı Mehmet Kalkan’la uzun süre sohbet ettikleri yâd edilir.
Kâğıt ve kalemle elleri, edebî kelamlarıyla dilleri hep insanlığın kurtuluşu için gayret etmiş, gecesini gündüzüne katarak telif etmiş olduğu eserleri, zihinleri Kur’an ve Sünnet çizgisine çekmiştir.

Fakire, yoksula seller gibi ikram eden; elleri, dilleri, gönülleri elbette tarife sığmaz.
Niğde’nin Şeyhler köyünden, yedilerden Hüseyin Efendi’ye gönderdiği hediyeler, kılık-kıyafet değiştirerek kendisinden defalarca yardım alan fakirlere bu durumu ifade etmemesi, daha neler neler geliyor hatıra…
Hayır ve hasenata, hasta ve düşkünlerin yardımına koşan; kabir, sual, defter, mîzan, sırat, mahşer görmeden Hak Teâlâ (c.c.)’nın huzuruna varan Efendim! Rabbimiz (c.c.) sizi ve emsalinizi, “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar, iman edip de takvaya ermiş olanlardır.” (Yunus, 10/62-63) âyetiyle vasfediyor.
Ne mutlu sizin gibi bir hayat yaşayanlara ve ne mutlu bu yolda gayret edenlere...
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretlerinden Bize Yansıyanlar

Prof. Dr. Mehmed Emin Ay

Bir Mürşid-i Kâmil Olarak Ramazanoğlu Mahmud Sami Hazretleri (ks)Ramazanoğlu Mahmud Sami Hazretleri (ks)’nin bir kereste ticarethanesinde muhasebecilik yaparak kendi el emeğiyle geçimini temin etmeye çalıştığı Tahtakale semti, İstanbul’da âdeta paranın kalbinin attığı yerdir. Ancak böyle bir ortamda bile kendileri öylesine bir zühd ve takva anlayışı ile temayüz etmiştir ki, onu görenler serapa bir İslam âlimi, bir zâhid ve mürşid-i kâmil ile yüz yüze olduklarını kısa sürede anlamışlardır. İşte eğer, paranın kalbi sayılan bir mekânda, “kalb-i selim”in ne olduğunu varlık sahibi insanlara hal ve kaaliyle, sözleri ve davranışlarıyla anlatabilmiş ve bu insanları irşada muvaffak olabilmişse, burada zât-ı âlilerinin, dünyaya ve dünyalıklara karşı zâhidane tavrının son derece önemli yeri vardır. Kendileri için söylenen sözlerden biri de, “Dünyayı ve dünyalıkları gerçek manada terk eden ve bu sâyede onun peşinden bütün dünyanın koştuğu kimseydi…” Peki; “Derdi, tasası ve arzusu neydi?” denilecek olursa, böylesine zirve şahsiyetleri değerlendirmek haddimize değil ama kıymetli eserlerinden bize yansıyanları aktaracak olursak, Ramazanoğlu Mahmud Sami Hazretleri (ks)’nin en önemli arzusu, eserlerinde de yer verdiği “kalb-i selim” sahibi olarak Mevla’nın huzuruna varmaktı.Merhum Efendi Hazretleri, bahsini ettiğimiz “Kalb-i Selim” konusuna eserlerinde geniş yer verdiği gibi, sevenlerine yaptığı sohbetlerde de bu mevzu üzerinde hassasiyetle dururmuş. Özellikle, “O gün ne mal ne de evladın faydası vardır. O gün ancak Rabbine kalb-i selim ile gelebilenler kurtulacak olanlardır.”(Şuara 26/79) âyetini sık sık tekrar ederlermiş. Yine, son derece sarsıcı ve dikkat çekici ifadesiyle mü’minleri uyanmaya davet eden şu âyet-i kerime de merhum Efendi Hazretlerinin sıkça okuduğu ve sohbetlerine bahis mevzuu ettiği ayetlerden biri imiş: “Sonra kalpleriniz taşlar misali katılaştı, hatta ondan bile katılaşarak kaskatı oldu. Çünkü nice taşlar vardır ki, ortasından sular fışkırıp akar. Nice taşlar vardır ki, ikiye ayrılır da ortasından su çıkar. Ve nice taşlar da vardır ki, Allah’a olan haşyetinden dolayı yukarılardan yuvarlanarak düşer. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara, 2/74)

Onun üzerinde önemle durduğu “kalb-i selim” konusunda geniş bilgiyi eserlerine müracaat ederek öğrenebileceğimizi ifade ederek zat-ı âlilerinin gerek kalb-i selim’e ulaşmak gerekse “gönlün ağarması” tabiriyle ifade buyurdukları mertebeye nail olmak için tavsiye ettikleri şu formülü buraya kaydetmek istiyoruz.

1. Açlık ve az yemek yiyerek oruca devam etmek.

2. Az uyuyarak, teheccüde devam etmek.

3. Huşu ile ibadete, manasını düşünerek Kur’an okumaya devam etmek.

4. Zikri dâim içinde bulunmak.

5. Sâlih ve sâdıklarla beraber olmak.

Konuyla ilgili olduğunu düşündüğümüz bir hatıralarına yer vererek bu bölümü tamamlamak arzusundayız. Şöyle anlatmışlardır:

“Bizim çocukluğumuzda Adana’da biz bir bukalemun yakaladık, getirdik, kaçmasın diye onu bir fesin altına kapattık. Fes kırmızı idi. Açtığımız zaman baktık ki, bukalemun da kıpkırmızı olmuş. Bir müddet sonra eski rengine dönmüş. Sonra siyah bir kadın çarşafı ile örttük. Açtığımız zaman da simsiyah bir renge girmişti. Sonra da eski rengine dönmüştü. Bukalemun hangi rengin yanında olursa o renge girdi. İşte kalp de böyledir. Yanındakilerden renk alma kabiliyeti vardır. Huzurlunun yanında huzur alır, gâfilin yanında gaflet alır.”

Şimdi ise merhum Efendi Hazretlerinin incelenmesi gereken diğer yönlerinden biri olan Sünnet-i Seniyye’ye bağlılıkları üzerinde durmak istiyoruz.

Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri (k.s)’nin Sünnet-i Seniyye’ye Bağlılıkları.Merhum Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri (ks)’nin, himmetlerini bütünüyle sarfettiği diğer bir gayeleri de, sünnet-i seniyye ve mahabbet-i Rasûl üzere bir hayat yaşamaktı…

Sünnet-i Seniyye’ye bağlılığının çeşitli örnekleri onun hayatını öylesine kaplamıştır ki, kendisiyle karşılaşma ve tanışma bahtiyarlığına eren herkes onu “mücessem bir Sünnet-i Seniyye örneği” olarak tarif etmek durumunda kalmıştır. Bir diğer ifadeyle zât-ı âlileri, Sünnet-i Seniyye’yi ruh ve bedenlerine ince ve nâzenin bir giysi gibi geçirmiş ve hayatları boyunca bu giysi “güzel kulluğa” güzel bir süs olarak yakışıp kalmıştır. Sadece bir tek örnek vermekle yetinelim isterseniz.Yemek yerken sırtını yaslamaktan özenle kaçınan ve buna önem veren, ardından “Ben bir kulum ve ancak bir kul gibi yemek yerim.” buyuran Rasûl-i Ekrem Efendimiz Hazretleri (sav)’nin bu sünnetini hayatı boyunca tatbik eden merhum Efendi Hazretleri, tüm yaşantısı içinde bir kez bile sırtını dayayarak yemek yememeye özen göstermiş, kulluğun ve sünnete bağlılığın en güzel örneklerinden birini de yaşamıştır hayatı boyunca…Peygamberimiz Hazretlerine (sav) olan mahabbetiyle de çevresinde parmakla gösterilen bir şahsiyet olan merhum Efendi Hazretleri, kendisine kabir tahsisi hususunda danışıldığında, “Eğer herkesi bu hususta kendi arzusu üzere bırakacak olsalardı, bizim gönlümüz, Medine-i Münevvere’yi, Cennetül-Baki’i arzu ederdi.” demişti. Böylece onun daha hayatında iken bu arzuyu hep taşıdığı ve nihayet son nefeslerini Medine-i Tahire’de vererek buna nail olduğu görülmektedir. Bugün, arzu ettiği üzere, Cennetü’l-Bakî’de yatan naaşı ile Sevgililer Sevgilisi’ne komşu olmanın bahtiyarlığını yaşarken, aziz rûhu ise yetiştirdiği binlerce mânevî evladının okuduğu binlerce fatiha ile telezzüz ediyor… Ne büyük saadet, ne büyük lütf-i ilahi…Mevlamız Teâla ve Tekaddes Hazretleri, âhirette şefaatlerine nail eylesin. Amin…
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Hamdi Boydak İle Sami Efendi Hakkında Konuştuk

Bu asırda sünneti tam yaşanmaz sananlar onu görünce yanıldıklarını anlamışlardır. Kamil mürşit yok sananlar onu tanıyınca pişmanlık duymuşlar ve çoğu kerede teslim-i külli ile teslim olmuşlardır.

Efendim, Sami Efendi Hazretleriyle ilk kalbi münasebetiniz hangi vesile saikıyla oldu?
İlkokula gittiğim yılların bir yaz tatilinde bağ bahçe işleri ile meşgul olan amcamın yanında bulunuyor ve ara sıra ona yardımcı oluyordum. Bu arada bol bol sohbet ediyorduk. Daha doğrusu O, benim sorduğum sorulara cevap veriyordu. Söz döndü dolaştı okumaya yazmaya ve memlekete hizmet etmeye geldi. Ben de “Memleketimizin en alimi kim?” diye sordum… O da hiç duraksamadan hemen cevap verdi: “Hacı Sami Efendi.” Efendi Hazretlerinin ismini ilk duyuşum böyle oldu. Ve hafsalamda bu alimin büyüklüğü yer etti. Kendimi zirvenin eteklerinde bir kum tanesi mesabesinde gördüm. Gönlüme atılan bu sevda tohumu, takdiri ilahi,1978’de Yahyalı’ya tayinim çıkıp da Hacı Hasan Efendi Hazretleriyle tanışma şerefine nail olunca filizlenmeye başladı.
Ayrıca çocukluk çağımdan beri iyi bir gözlemci olduğum söylenebilir. Mahallemizdeki yetişkinlerden farklı olan bir tek kişi vardı. Çocukluk saikiyle o zatı ve halini hep merakla takip ederdim. Beş vakit namazını camide kılar selamlaşma dışında yolda hiç kimseyle konuşmaz önüne bakarak yürürdü. Duyduğuma göre herkesin yemeğini yemez, gecelerini ibadetle geçirir, çevredeki olup bitenlere hiç karışmazdı. Belli ki ayrı bir dünyanın insanıydı. Bu ayrıcalığın sebebini bir hayli zaman sonra öğrendim. O bir sufi idi ve Hacı Sami Efendi ile alaka kurmuştu. Onun arkadaşlarından bir iki kişiyi daha tanıyınca gönlüm onların tarafına doğru meyletti ama aralarına katılma fırsat ve imkânını bir türlü yakalayamadım. Fakat varlıkları bana yetiyordu.
Hacı Sami Efendi Hazretlerini bize tam ve gerçek veçhesiyle tanıtan Hacı Hasan Efendi Hazretleri oldu. Üstadın memleket çapında tanınmasına pek çok emeği geçti. Sami Efendi için iki Hasan çok önemliydi. Birisi Adanalı Hasan Efendi diğeri Yahyalılı Hasan Efendi .

Sami Efendi Hazretlerini bizzat görebildiniz mi efendim?

1983 yılının şubat tatilinde bir grup öğretmen arkadaşlarımız ve öğrencilerimizle umreye gittik Alınan randevu üzerine –hasta olmasına rağmen-göz ziyareti yapmak şartıyla H.Sami Efendinin devlet hanelerine gidecektik. Şu saatte mescid-i Nebevide şu namazı kıldıktan sonra şurada buluşmak üzere sözleştik. Ben o saatte o yerde bulundum. Lakin sözleştiğimiz arkadaşlardan hiç kimseyi göremedim. Gördüğüm zaman ise ziyaret yapıp geldiklerini anlamıştım. Nasıl olur da onlar beni ben onları göremedim hala onlar da ben de anlayamadık. Ve işin içinden çıkamadık. Demek kaderde dünya gözü ile sultanı görmek nasib olmayacakmış. Lakin bende meydana getirdiği derin tesirleri kelimelerle anlatmak mümkün değil. Halime muttali olan –biiznillahiteala-Hacı Hasan efendimiz k.s dönüşümüz akabindeki bir ziyaretimizde beni yanına aldı, baş başa kaldık. Bana özel seans yaptı. Veysel Karani’den Emir Sultan’dan ve daha nicelerinden örnekler vererek beni teskin ve teselli etmeye çalıştı. Üstadlarını ziyarete giden üç arkadaştan birini huzuruna çıkıp görüştüğünü diğerlerinin bahçede kalıp hanesine giremediğini ve nihayet üçüncüsünde dış kapıda kalakaldığının hikâyesini anlattılar. Bunlar içinde en kârlı çıkanın üçüncüsü olduğunu izah buyurdular.

Burada şu hususa açıklık getirmek lazımdır. Uzun yıllar aynı dönemde yaşamış olmama rağmen niye son çaba hariç Sami Efendimizi görme teşebbüsü olmadı? Hacı Hasan Efendimizden önceki hayatım için söyleyecek bir sözüm yoktur. Ondan sonrası için ise söylenecek söz şudur: Sohbetlerinde bize Sami Efendimizi o kadar çok ve sık anlattılar ki sanki hep onu yudumladık, hep onunla hemhal olduk, hep onunla dolduk. Böyle birisinin halini anlatmak için aklıma hep şu misal gelir. Leyla! Leyla! diyen Mecnunun yanına onu getirdikleri zaman ilgisiz kalmış ve hep Mevla! Mevla! demeye başlamış. Bu temsilde elbette bizim yerimiz yoktur ama üstadımızın büyüklüğü ve ustalığı vardır. Hacı Sami Efendimizin kendisine; “Hasan efendi seni gören beni görmüş gibi olur. Senin kabulün benim kabulüm, senin reddin benim reddimdir.” dediğini nakletmişti bana.

Mahviyet ve mahfiyet sahibi bir veli

Hacı Sami Efendi mahviyet ve mahfiyet sahibi sırlı bir veli idi. Kendini hep saklardı. Bir görüşme esnasında gizli bir şey söylemek isteyen kapıya doğru bakınca “Bizim kalbimiz sırların mezarıdır” buyurmuşlar. Siz şöylesiniz böylesiniz diye manevi derecesini söyleyenlere “siz ne derseniz deyin ben kokulu bir sudan olduğumu ve kabre konacağımı düşünüyorum.”demişlerdir.

Hacı Sami efendi k.s hayatta idiler. Cuma akşamları bazı hoca arkadaşlarla Tâc isimli hadis kitabını okuyorduk. Bir hadisi şerifin açıklanması esnasında aramızda ilmi müzakere başladı. İyiler hep önceden mi gelip geçti, şimdi onlar gibileri var mı? Sualler çoğaldı ama cevaplar yetersiz kaldı. Sabahleyin arkadaşlarla Hacı Hasan Efendinin yanına vardığımızda sohbetinin bir yerinde bize dönerek ve isimlerimizi tek tek söyleyerek şöyle buyurdular. ”Bazıları derler ki iyiler hep eskiden mi gelip gittiler şimdi zamanımızda böyleleri var mı? Evladım, güneş eski meyve ve sebzeleri o zaman olgunlaştırıyor. Mevlamız aynı Mevla eskiden onları yarattı şimdi de zamanımızdakileri. Kim bilir gelecekte de daha niceleri yaratacaktır. Şunu bilesiniz ki bizim sultanımız Beyazıdı Bestami ve Cüneydi Bağdadi denginde bir efendidir.”

Efendi Hazretlerinin size en çok tesir eden vasfı ne olmuştur? Helâl rızka riayet hususunda çok titiz olduklarını biliyoruz. Bununla ilgili bir hatıranız var mı?

Hem kendisi Adana da hem de bağlıları diğer illerde ve ilçelerde İmam Hatip Okulu ve Kuran Kursunun yapılmasına vesile olmuşlardır. Nice camilerin yapım ve onarımı da buna dahil edilebilir. Bilhassa Kuran öğrenimi ve dini bilgiler öğrenilmesi için etrafındakileri teşvik etmişlerdir; ticari, zirai, sınai ve benzeri alanlarda çok önemli tavsiye ve yönlendirmelerde de bulunmuşlardır. Kayseri’nin Yeşilhisar ilçesinde bulunan içmesinde kalben traktör alma niyeti taşıyana o sormadan “araziniz müsait alın” buyurmuşlardır.

“Kalb-i selîm, incinmeyen ve incitmeyen kalptir” buyuruyorlar. Muhaliflerine muameleleri nasıldı Efendim?


Onun dünyası kalp merkezli idi. Söz kalpten açılınca veya söz kalbe gelince mutlaka o konuşurdu. Bu hususta en yakın ve en sevdiği kişilere dahi sadece dinlemek düşerdi. O gönüller sultanı olarak bu manevi saltanatım sahibi ve ehli olduğunu herkese tasdik ve kabul ettirtmiş olurdu diye yorumlanabilir. Mühür kimde ise Süleyman odur derler onun büyüklüğünü gösteren alametler sıralanırken devrin maneviyat ve maddiyatta ileri gelenlerinin önünde diz çöküp oturmaları ve huzurunda varlık göstermemeleri anlatılır. Bu nüfûz ve ağırlık onun manevi gücünden ilmi ve fikri üstün seviyesinden geliyordu. Daha açık bir ifade ile velayet mertebesinin en üst noktalarında cevelan eden ve temsil ettiği rasulün gerçek takipçisi olmasındandır. Onun (s.a.v) ahlakıyla öylesine ahlaklanmış bir sultan idi ki herkes onun bir tek yanlış iş yaptığına ve söz söylediğine şahit olmamış olduğundan kendisini “Melek huylu Sami Efendi” diye tavsif etmişlerdir.

Onun da düşmanları hasımları istemeyenleri olmuştur. Fakat o herkese karşı şefkatle muamele etmiş af ve ikramda mukabelede bulunmuştur. Adana’dan İstanbul’a teşriflerindeki asıl sebep de bir kısım kendisini bilmezlerin yanlış ve lüzumsuz söz ve davranışlarından ötürü olmuştur. Benzeri söz ve düşüncelerin saiki ile bir ara Şam-ı şerife hicretleri vuku bulmuştur. 60 ihtilalinde çalıştığı yerin etrafında oluşan görüntülerden biiznillah salimen halas olmaları “Ya settar ! Üstürna !” virdine devamın bereketine bağlanmıştır. Maksatlı ziyaretçilerin hiç eksik olmadığını hem yakınlarının hem de bizzat ziyaretçilerin itiraflarından anlıyoruz. Fakat kendileri zahiri ve batını tedbirleri hep almışlar, bunda hukukçu olmalarının ve ferasetlerinin büyük tesiri vardır. Tüm bunlar onların büyüklüklerini gösterir. Düşmanın, hasmın ve rakiplerin çok güçlü olmalarına rağmen onları etkisiz hale getirilmesi onların mağlup ve mahcup edilmesi hiç şüphesiz kazanılan başarının önemini ve değerinin yüksekliğini kanıtlar. Ayrıca dost taraftar mensup ve sevenlerinin kemiyet ve keyfiyet bakımından en üst seviyede olması da asıl haz ve zevkin doruk noktalarında seyretmesi neticesini verir onun sevk ve idaresindeki üstün yeteneğini ise onu tanıyan herkes biliyor ve onaylıyor. Onunla olmak ayrıcalık ve güven veriyor. Mutlu ve huzurlu yapıyor. Bir tek kişi bile pişmanlık duymuyor.

Sami Efendi, sevenlerine “şunu şöyle yap” demezler, tevazuan “biz kendimizi düzelttikçe onlar da düzeltirler” buyururlarmış. Tasarruf güçleri hakkında bizi aydınlatır mısınız Efendim?

Zenginin kapısına dilenmek için yoklukla varılır, varlıkla varılmaz. İhtiyaç listemiz ne kadar kabarık olur ve kendimize ne kadar acındırırsak içeriden ona göre bir şeyler verirler. Fakat bir sürü servet sayılır da ondan sonra el açılıp istenirse o zaman hem azarlanır hem kovulur. Bu sebeple büyüklerin huzuruna yoklukla varılır, varlıkla varılmaz derlermiş. Dolayısıyla boş gelenler dolu döneler dolu girenler boş çıkarlarmış o mübareğin huzurundan.

Sami Efendi hazretlerinin Hacı Hasan Efendi ve onun aile efradıyla münasebetleri nasıldı?

1980 de umreye gitmişlerdi. Dönüşlerindeki sohbetlerinin birinde kendisine H. Sami Efendimizin üç defa vekilim ol! buyurduklarını fakat layık değilim diye ağladıklarını anlatmışlardır. Orada anlattıklarını tekraren 16.06.1984 Cumartesi günkü sohbetlerinde bir daha anlattılar. Notlarımıza bunu şöyle kaydetmişim. Bana sultanımız üç defa vekilim ol!” dedi. Damadı Ömer Bey de oradaydı.Ömer Bey, “neden çıldırmıyorsun? Ben olsam bu iltifattan sonra kendimden geçerim” dedi. Bende layık değilim dedim. Çünkü layık değilim diyen layıktır. Nitekim sultanımız Esad Efendimizden sonra rabıta edelim mi? Denildiğinde layık değilim demiştir. Ben Halife vs. sözlerini sevmem. Ben bu yolda Efendimizin hizmetkârıyım, kapısının köpeğiyim, ayağının tozuyum…” derdi.

Hacı Sami Efendinin hanelerinde büyük bir muhabbet halesinin oluşması ve isminin çok geçmesi sebebiyle Valide Sultan anamızın bir hac mevsiminde tavaf ederken uzaktan kendisine gösterilmesi arzusu üzerine Hacı hasan Efendiyi görür. Kerimeleri de aynı sebep ve arzudan olmalıdır ki Hacı Ali Ramazan Efendi ile görüşür. Burada bir aile fotoğrafı vardır. Onların aile fotoğrafları silsileleridir. Bu hakkın yolunda olanlara çok güzel bir lütûftur.

Hacı Hasan Efendimize Kutb-ı cihanlığın verilmesi ve mukaddes emanetlerin getirilmesi ihvan arasında çokça konuşuluyordu. Onun hakkında önceden ve şimdilerde görülen rüyalar anlatılıyordu. Eski ve yeni birçok olaylar ve şahitleri dilden dile dolaşıyordu. Bir takım yorumlar yapılıyor ve Kutb-ı Cihan Yahyalı’ ya ilk getiren Yahya Efendiden sonra bu görevin Hacı Hasan Efendiye verilmesinin hikmetleri üzerinde duruluyordu. Yine bir akşam sohbetlerinde hep bunlar konuşuldu. Ben de nasipleneyim istedim. O gece rüyamda Hacı Sami Efendimizi gördüm. Kendinden sonra yerine kimi bıraktığını soran bir kardeşimize Hacı Hasan Efendimizin ismini söyleyerek vekil bıraktığını ifade burdular. Benzeri bir rüyayı daha sonraları da gördüm. Bu tür manevi işaretler gönül dünyamıza ayrı bir renk ve heyecan katıyor. Takviye ve teyid ediyor, huzur ve sükûna kavuşturuyor.

Sami Efendinin sevenlerine tavsiyeleri neler olurdu?

“Malıyla iftihar edenin yanında daha zengin birine getirir veya daha zengin birinden bahsedin. İlmiyle gurura kapılan birisiyle daha alim birini görüştürün. Şu ya da bu şekilde kendinde bir üstünlük gören veya özüne ondan daha üst düzeyde daha meşhur ve daha büyüğünü getirin ki boş ve yersiz kuruntulara kapılmasın da kendini mahvetmesin. Mütevazi ve sade olsun, kibir ve gurur hastalığına yakalanmasın “. Bu mealde verdiği öğütlerin tesiri derhal kendini gösterir de bir nicelerinin ayağının kayması önlenirdi.
 
Üst