Evliyaullah, Rabıta ve Hadis-i Şerfilerle+Alimlerin Görüşleriyle Tasavvuf

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
ALİMLERİN GÖRÜŞÜYLE TASAVVUF - ERZİNCANLI ABDURRAHİM REYHAN EFENDİDEN ..

"İnsan, Tarikat olmadan hakikate geçemez. Tarikatın da sadece suretinde kalmayacak. Onun da özüne geçmek lâzım. Eğer bir insan tarikatı yaşarsa hakikate geçer..."

"Hakikate ulaşmak, insanların ruhunun makamına ulaşmasıdır. Allah'tan gelen ruhun Allah'a ulaşmasıdır. Bu yükselme de tarîkatle olur. "

"Şeriatla bu ahlâk-ı zemimelerin hepsi atılmaz. Tarîkatla atılır. Ahlâk-ı zemimelerin hepsi atılır, ahlâk-ı hamideler elde edilirse, insan hakikate geçer. İşte o zaman insan beşeri sıfattan melekî sıfata geçer. .."

"İlimden mânâ Allah'ı bilmek, Allah'a itaat etmektir. Fakat ilim insanlara varlık oluyor. Eğer ilmi ile âmil olamıyorsa ilim insanlara varlık oluyor. Bunu dünyaya harcayabiliyor. Ama ilmiyle âmil demek; o ilmini Allah için kullanmak ve ilmiyle amel etmektir. Bu ancak tasavvufta olabiliyor. Tarîkatı olmayan ilim varlığına düşer. Tarîkatı olan ilim varlığına düşmez. İşte ilim varlığına düşmezse o ilim onun için kıymetli olur. "

"Mecnûn, Leylâ'nın zahir güzelliğine, şerefine asaletine değil, Leylâ'nın yüzünde Allah'ın sıfat nurunu görmüş. O kadar güzel göstermiş onu ki Mecnun'a Leylâ'yı o kadar güzel göstermiş ki Cenab-ı Hakk; eğer Leylâ gerçekten o kadar güzel olsaydı, zenginler ona talip olurdu. Mecnun fakir, sefil. Leylâ'nın babası, ailesi zengin. Mecnûn fakir diye vermediler. Çok güzel olsa, zenginler talip olurdu ona. Hiç kimse talip olmamış Leyla'ya... Ama Cenab-ı Hakk Leylâ'yı Mecnun'a o kadar güzel göstermiş ki dünyada ondan güzeli yok. "

"Velîler vâris-i enbiyâdır. Madem ki Peygamberlere inandıksa, velîlere de inanacağız."

"Nimeti, dünya nimeti bilip de dünya nimetleri ile kananlar aldanmışlardır."

Kaynak: Sohbetlerinin kaydedildiği "Gül'den Bülbüllere - 2" kitabından..
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
HADİS-İ ŞERİFLERLE TASAVVUF - TASAVVUF DÜNYA SEVGİSİNİ KALBDEN SÜRÜP ÇIKARMAKTIR ..

5. (1969)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor:

"Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışların başıdır. Bir şeye olan sevgin seni kör ve sağır yapar."

[Rezin ilâvesidir. Beyhakî Şuabu'l-Îman'da kaydetmiştir. Hadisin ikinci yarısı Ebû Dâvud'da tahric edilmiştir. (Edep 125, (5150).)

AÇIKLAMA:

1- Münâvî, hadisin "Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır" kısmıyla ilgili şu açıklamayı yapar:

"Bunun doğruluğuna tecrübe ve müşâhede şehadet etmektedir. Çünkü dünya sevgisi açık ve gizli her çeşit hataya dâvet eder. Hele sevilen şey o hatayı işlemeye bağlı ise .. Sevgi, âşığı öylesine sarhoş eder ki artık sevgisidir. İblisin hatâsı da aynı. Zîra onun da sebebi dünya sevgisinden daha zararlı olan sevgisi idi. Firavun, Hâman ve askerlerinin küfrü de dünya sevgisidir. Cehennemi ve ehlini ebedî kılan dünya sevgisi olduğu gibi, cenneti ve ehlini ebedî kılan da dünya buğzudur. Böylece denilir ki: "Dünya, şeytan şarabıdır; kim ondan içerse, onun sarhoşluğundan hüsran ve pişmanlık içerisinde teneşirde uyanır."

Gazâlî der ki: "Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm):

"Dünya sevgisi her çeşit hatanın başıdır" buyurmuştur. Ne var ki insanlar dünyayı sevmeseler âlem helâk olur, hayat iptal olur. Öyleyse O (aleyhisselâm), bildi ki dünya sevgisi helâke atıcıdır ve onun helâke atıcı olduğunu söylemek, küçük bir azınlık dışında, büyük çoğunluğun kalbinden onun sevgisini çıkarıp atmaz, bu küçük azınlığın sevgiyi terk etmesiyle dünya hayatına bir zarar gelmez. Bu sebeple O (aleyhissalâtü vesselâm), dünya sevgisinin getireceği tehlikeleri hatırlatıp nasihat etmeyi terk etmemiştir..."

2- Bazı âlimler, hadisten şu hükmü çıkarmışlardır: "İlmin, insanların dünyaya en az bağı olanından alınması gerekir. Çünkü böylesinin kalbi daha nurlu, dînî meselelerde asgarî derecede sıkıntıdadır. İlim, nasıl olur da, kalbinde mevcut hatâların başını cem'etmiş olan kimseden alınır? Bu, Allah'ın huzuruna, Resûlü'nün huzuruna girmeye mânidir. Çünkü Allahu Teâlâ'nın huzûru O'nun kelâmıdır, Resûlü'nün huzûruna girmek ona müyesser olmaz, namazında bile. Çünkü kimse, yüce sıfatı, O'nunla mücâleseye (beraberliğe) sâlih olmadıkça kavrayamaz. Kim, Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm) gibi, dünyayı terk ederse, O'nun kelâmını anlamaya ehil olur. Fakihlerin çoğunluğu gibi, dünyaya rağbet eden, buna ehil olmaz ve Şâri'in muradını anlayamaz."

Rebî İbnu Haysem: "Kalblerinizden dünya sevgisini çıkarın ki oraya âhiret sevgisi girsin" demiştir. Resûllulah da şöyle buyurmuştur:

"Dünya (âhirette) evi olmayanın evidir, malı olmayanın malıdır. Dünyalığı, ancak aklı olmayan yığma derdine düşer."


(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/242-244.)

***

Bu konuda, tasaavvufla alaka kurmak, böylece açıklamak için daha fazla kelama ihtiyaç yok.. Dünya sevgisini kalbden çıkaran ancak ve ancak Allah sevgisidir.. Allah sevgisi gerçek manada ancak Allah aşıklarından elde edilebilir; bu sevginin kalbde yer tutup kalıcı olması için mutlaka "Velayet tavassutuna" ihtiyaç vardır.. Bu çokça tecrübe de edilmiştir.. Hatta diyebiliriz ki bütün insanlar söylese de söylemese de yani aşikar etmese de kalbinden dünya sevgisinin çıkıp çıkmadığını çok iyi bilir.. Herkes kendisiyle başbaşadır..

Hadis-i Şerifte geçen kör ve sağırlık, Hakkı görmemek, Hakkı duymamaktır..
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
ALİMLERİN GÖRÜŞÜYLE TASAVVUF - HIZIR EFENDİDEN ..

"Tasavvuf, bütün düşüncelerden kalbi boşaltmak demektir. (Hatta, Allah arzusundan başka) Cennetten ve Cehennemden ve içindekilerden de boşaltmak lazım.

Yaramaz şeyler (dünya arzuları, nefs hevesleri) gönlü doldurmuş onları tasavvufsuz boşaltmak mümkün değil.
"


Kaynak: http://forum.halidiye.com/index.php?topic=303.msg1564#msg1564
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
ALİMLERİN GÖRÜŞÜYLE TASAVVUF

Yine Ali Ramazan Dinç Hoca Efendi:

"Tasavvuf, kulun vakit içinde, o vakte en uygun şeyle baş başa olmasıdır."

"Takva, imandan İslam'a, İslam'dan ihsana çıkıştır."

"Nefsin zincirlerini kıramayan asla özgür olamaz"

"Zengin olun ama kalbinizde mal sevgisi, para sevgisi olmasın, Mevla’nın verdiği zenginliği yine O'nun yolunda iyi harcayın..."

"Hatta seçim Cennetü’l-Müşâhede’de olur. Mürşid-i Kamilin görevlendirilmesini, üçler, yediler, kırklar ve bütün ricâl tâifesi tasdik eder. Cahil olanlar, '(İcazet diye) Verdikleri bir kâğıt parçası, biz de veririz onu' der, ancak icazetli, müsaadeli olanlar dersleri nuruyla verdikleri için, buna, cin ve şeytan müdahale edemez."

"Allah’ın izniyle bu mânevî erler, kıyamete kadar devam edecektir"

"Marifet, gönülde Allah (c.c.)’tan gayrı bir şeyin kalmamasıdır. Rabbimiz ancak; isim, sıfat ve fiilleriyle tanınır. Cenâb-ı Hak, Zât’ını tanıyan, muhabbetine erişen kimselerle kurulan alakayla tanınır."

"Marifete erenin de sözü ve sohbeti; ümmete, nasibi olan herkese ıslah, irşad olarak yansır"

"Kur’an’da belirtilen vesile tanımını haiz olan ârifler kabiliyetli taliplerini Allah’ın muhabbetine kavuşturur. “Allah’a sevgili olanlar, kulunu Hakk’a sevdirenlerdir.” buyrulur hadis-i şerif’te."

"İrşâd, irfan sahibinin, insanları, Allah’ın yolunda ilerlemeleri için söz ve davranışları ile teşvik etmesidir"

"Peygamberlerden boşalan irşad görevi, "Alimler, peygamberlerin varisleridir.” (Buhari, İlim, 10) buyrulan, ulemaya tevdi edilmiştir."


(Kavacıklı'dan alıntıdır)
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
ALİMLERİN GÖRÜŞÜYLE TASAVVUF - OSMAN NURİ TOPBAŞ EFENDİDEN ..

"Cenâb-ı Hakk’ın rızâsından gayri bütün emelleri gönülden söküp atmak (ihlaslı olmak), müslümanın îfâsına mecbûr olduğu büyük bir vazîfedir."

"Muhabbetullah'ın zirvesi mübarek Peygamber Efendimizdir. Bütün güzel ahlakların zirvesi O'dur. Marifetullah ve irfânın, lutuf ve ihsânın, İhlas ve takvanın zirvesi de O."

"Sahabe neslinin ardından, onların fazilet düsturlarına güzelce tabi olarak kıyamete kadar teselsül eden bütün Evliyaullah da, hakikatte Allah Resulü’ nün fazilet güneşinden feyizlenmenin bereketiyle yücelmişlerdir."

"Güzel ahlakın özü, hiç şüphesiz ki Hazret-i Peygamber’e ve O’nun izinden giden Salih kullara dost olmaktan geçer. Faziletler halkasına tutunmanın ilk şartı budur."


"Bizleri Hak katında makbul kılacak üstün faziletlere nailiyet için Hak dostlarına ve onların da etrafında adeta pervane oldukları Hazret-i Peygamber'e can u gönülden muhabbet besleyip güzelce tabi olmak zaruridir."


Kaynak: Mübarek Osman Nuri Efendinin "Asr’ı Saadetten Günümüze Faziletler Medeniyeti" isimli Kitabından alınmıştır.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
ALİMLERİN GÖRÜŞÜYLE TASAVVUF - MEVLANA CELALEDDİN RUMİ HZ.DEN ..

"Ululuk sahibi Allah’ın kullarından, velîlerden baş çeker, uzaklaşırsan bil ki onlar senden hoşlanmıyorlar, onlar seni istemiyorlar. Onların kehlibarları vardır, meydana çıkarırlarsa senin saman çöpü gibi olan varlığını deliye döndürür, kendilerine çekerler. Kehlibarlarını saklarlarsa derhal seni azgınlığa teslim ederler."

"Agâh ol ki velîler, zamanın israfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler. Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar. Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Allah sesinin işidir."

"Hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır? Ancak Sûr’un üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibaret olan yüce azizlerin sesleri, bundan müstesnadır; onların sesleri bakidir.

Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle bir yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan var olmuşlardır.
"

"Bazen bir mürit, davacı ve yalancı bir şeyhe adamdır diye sadakatle inanır, itikat eder. Bu itikat yüzünden öyle bir makama erişir ki şeyhi, o makamı rüyada bile görmemiştir. Bu suretle müride su ve ateş bile zarar vermez. Halbuki şeyhe zararlıdır. Fakat bu nadirdir."

"Akıllı, bu varlığı, bu kibir ve gururu terk eder; çünkü Firavun’un halini hatıra getirir. Eğer ululanmayı (büyüklenmeyi) bırakmaz, ibret almazsa onun azgınlığından başkaları ibret alır!"

"Mustafa, 'Beni görene, benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu' dedi."
 

abla

Doçent
Katılım
21 Kas 2006
Mesajlar
694
Tepkime puanı
16
Puanları
0
"Ululuk sahibi Allah’ın kullarından, velîlerden baş çeker, uzaklaşırsan bil ki onlar senden hoşlanmıyorlar, onlar seni istemiyorlar. Onların kehlibarları vardır, meydana çıkarırlarsa senin saman çöpü gibi olan varlığını deliye döndürür, kendilerine çekerler. Kehlibarlarını saklarlarsa derhal seni azgınlığa teslim ederler."..

"Agâh ol ki velîler, zamanın israfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler. Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar. Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Allah sesinin işidir."
:crying:.

Rabbim salih kullarıyla hemdem eylesin,onların gönüllerinde yer bulmayı ve kalplerimizin ihyasını nasip etsin cümlemize.
İhdinassıratal mustakim.
sıratallezine en amte aleyhim.
 

Edibe Ziyâi

Agâh ol ey nefsim..
Katılım
13 Kas 2006
Mesajlar
2,550
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Şu soru hep sorulur: Ashab-ı Kiram ve mezhep imamları zamanında tasavvuf, mürşid, mürid var mıydı? Mezhep imamları hangi tasavvuf koluna mensup idiler? Alimin mürşide ne ihtiyacı olur? Herkese Kur’an ve Sünnet yetmez mi?
Mürşid, mürid tasavvuf gibi kelimeler, Peygamberimiz A.S ve Ashab-ı Kiram zamanında yoktu. Fakat bunlarla anlatılan her şey vardı. O devirde iman, ilim, ihlâs, ibadet, amel, takva, edep, hizmet, mücahede gibi dinin bütün emirlerinin üzerinde aynı derecede duruluyor ve gereği yapılıyordu. Her şeyden önce kalbe önem veriliyordu. Kalp, bütün ibadetlerin ve güzel ahlâkın temeli görülüyordu. Çünkü din bunun için gelmişti.


ZAMANLA AZALAN HASSASİYETLER
Ancak, Saadet Asrı’ndan sonra aynı hassasiyet gösterilemedi. Belirli vazifeler yerine getirildi, fakat birçok ilâhî emir ya ihmal ya da terk edildi. İşte ihmal edilen bu vazifelerin başında kalbe ait ilimler, edepler, hal ve ahlâklar geliyordu. Namaz, oruç, zekât, hac ve kurban gibi zahirdeki ibadetlere sahip çıkılıyor, fakat yakîn, ihlâs, huşu, huzur, zikir, fikir, sabır, şükür, ilâhî takdire rıza, tevekkül, tefekkür, murakabe gibi kalbe ait ibadet ve ahlâkların üzerinde aynı derecede durulmuyordu. Öyle ki, çokları bunların tarifini ve gereğini dahi bilmiyordu.

Yine müslümanlar umumiyetle içki, kumar, hırsızlık, faiz, rüşvet, yalan gibi bedenle yapılan günahlardan uzak durmaya çalışıyordu. Fakat çoğunluk, kibir, haset, benlik, gösteriş, gaflet, ölümü unutma, Yüce Allah’tan çok mala ve halka güvenme, dünyayı aşırı sevme, tevbeyi terk, kader ve kazaya itiraz gibi kalple işlenen ve görülmeyen büyük günahlara hiç aldırış etmiyordu.

İşte gerçek sufiler, kâmil mürşidler, ümmetin içine düştüğü bu boşluğu doldurmaya çalıştılar. Müslümanların zahiri gibi batını da güzelleştirmek ve İslâm’ı ihlâsla, bütünüyle yaşatmak için gayret ettiler. Öncelikle kalbe yöneldiler, nefsin terbiyesi ile meşgul oldular, ilâhî sevgiye ulaşmanın yollarını aradılar. Buna mani olan şeyleri tespit ettiler. Kalple Allah arasına giren engelleri temizlediler. Böylece güzel kulluğun yolunu açtılar.

MÜMİNİN İÇ ALEMİNİN İLMİ

Yani tasavvuf, İslâm dininin ihsan kısmıyla ilgili ilimleri ve halleri hedefe aldı. İhsanı bizzat Hz. Rasulullah A.S. Efendimiz tarif buyurmuşlar ve dinin vazgeçilmez bir parçası olduğunu belirtmişlerdir (Sahih-i Buharî, İman). Hadis-i şerifin tarif buyurduğu ihsan hali, kalbin ihya edilmesi, gafletten uyanması ve manevi kirlerden arınıp Yüce Allah’ı müşahede edecek bir temizliğe ulaşmasıdır. Güzel kulluğun ve kurtuluşun temeli budur. Bunun yolu da manevi terbiyedir.

İhsan ilmi ve edebi, İslâm tarihinde bir disiplin içinde daha çok tasavvuf mekteplerinde okutuldu. Büyük veliler bu ilimde mütahassıs oldular, zirveye çıktılar. Onu isteyenlere öğrettiler. Herkes nasibi kadar bu ilimden ve ilâhî sevgiden istifade etti. Bu hizmet tarih boyunca böyle yapıldı.

Allah dostlarının işleri ortada, hizmetleri meydandadır. Veli de, fakih de dinin emrettiği ilimleri ihya için uğraşıyor. Bütün İslâm alimleri bir bütünün parçalarıdır. İslâm aleminde fakihler fıkıh alanında, müfessirler tefsir sahasında, muhaddisler hadis ilimlerinde ve diğer alimler kendi dallarında nasıl büyük hizmetler gördü iseler, sufiler de dinin en önemli ilmi olan ihsan ilmi ve manevi terbiye alanında büyük hizmetler görmüşlerdir. Halen de görüyorlar.

MEZHEP İMAMLARI VE TASAVVUF

Gerçek sufilerin yöneldiği kalp ve maneviyat ilminin ne kadar önemli olduğunu bilen alimler, onlardan övgü ile bahsetmişlerdir. Bununla da yetinmeyip, onlardaki ilme ve edebe talip olmuşlardır. Öyle ki, tevazu gösterip halkalarına girmişlerdir. İşte mezhep imamlarımızın bu ilme bakışı:

İmam Malik Rh.A.: “Kim tasavvufun öğrettiği ahlâk ve manevi hal ilmiyle yetinip fıkıh öğrenmezse, dinden çıkacak işler yapar, zındık olur. Kim de fıkıhla yetinir, ahlâk ve manevi halleri öğreten tasavvuf ilmini öğrenmezse büyük günahları işler, fasık olur. Her iki ilmi öğrenen kimse gerçek bir müslüman olur.” (Aliyyu’l-Kâri, Şerhu Ayni’l-İlim)

Bu manada İmam Şafii Rh.A. bir hikmet pınarı olan şiirinde şöyle der:

“Hem fakih, hem sufi ol, sakın birisiyle yetinme.

Bu sana hak için bir nasihattir dostum, incinme.

Sade fakihin kalbi katı olur, tadamaz takvayı,

Öbürü de cahil kalır, nasıl yapar ıslahı.” (Muhammed Afif, Divan-ı Şafii)

İmam Malik Rh.A. der ki:

“İnsan kendi nefsine hayır veremezse, insanlara da hayır veremez.” (Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya)

Hanefi mezhebinin imamı İmam-ı Azam Rh.A., her iki ilmi bünyesinde toplamış kâmil bir insandı. İlim ve takvasıyla herkese örnek olmuştu. Devrindeki tasavvuf büyükleri ondan ilim ve feyz almışlardı. Meşhur velilerden Davud et-Taî K.S., ilim ve tasavvuf terbiyesi aldığı hocalarını sayarken İmam-ı Azam’ı zikreder. Hanefi fakihlerinden İbnu Abidin Rh.A., İmam-ı Azam için şu değerlendirmeleri kaydeder;

“O, bu meydanın yiğitlerindendi. Vera, takva, edep, zikir ve fikirde zirvedeydi. Kendi zamandaki herkes onu ilim gibi takvada da imam görüyorlardı.” (Reddu’l-Muhtar)

SUFİLERİN YANINDA SAĞLANAN FAYDA

Velilerden Davud et-Taî K.S.’yi zühd ve tasavvuf yoluna sevk eden İmam-ı Azam’dır. Davud et-Taî, İmam-ı Azam’ın ilim meclisine devam ederdi. Bir gün İmam Azam Rh.A. kendisine künyesi ile hitap ederek:

- Ebu Süleyman! Sana yeterince ilim öğrettik, dedi. Davud et-Taî:

- Bundan sonra ne yapayım? Diye sordu. İmam:

- Öğrendiğin ilimle amel et, cevabını verdi. (Kuşeyrî, Risale)

İmam Şafii Rh.A., ilminin ve halinin yüceliğine rağmen sufilerle otururdu. Kendisine:

- Şunların meclis ve sohbetinden ne fayda gördün? diye sorulunca, İmam şu cevabı verdi:

- Onların en fazla şu sözlerinden istifade ettim: “Vakit bir kılıçtır. Sen onu kesmezsen, o seni keser. Yani sen vakitten istifade etmezsen, o senin ömründen bir parça kesip atar. Sen nefsini hayırlarla meşgul etmezsen, o seni kötülüklerle meşgul eder.” (Sülemî, Tabakatu’s-Sufiyye)

Aynı şekilde, İmam Ahmed b. Hanbel Rh.A. de sufî Ebu Hamza el-Bağdadî K.S. ile oturup kalkar, marifet meselelerinde bir zorlukla karşılaştığında, “ya sufi, bu konuda ne diyorsunuz?” diye ona sorardı.

İmam Ahmed b. Hanbel, önceleri pek tanımadığı için ilgilenmediği hatta bazen tenkit ettiği sufileri yakından tanıyınca, etrafındakileri sufilerle oturmaya teşvik etmeye bağladı. Şöyle derdi: “Onlar bildikleriyle amel ederek bize üstünlük sağladılar.” (Şaranî, Envaru’l-Kudsiyye)

Yine İmam Ahmed b. Hanbel Rh.A. sık sık Bişr-i Hafi K.S.’nin meclisinde bulunurdu. Tam manası ile ona bağlanmıştı. Bir defasında talebeleri kendisine:

- Sen hadis ve fıkıh alimi bir müctehitsin, birçok ilimde bir benzerin daha yok. Buna rağmen, niçin böyle hali-ahvali basit bir insanın yanına gidip geliyorsun, bu sana yakışır mı? dediklerinde, İmam:

- Evet, şu saymış olduğunuz ilimlerin hepsini ben ondan daha iyi bilirim, ama o da yücelerden yüce Allah’ı benden daha iyi tanıyor, diye cevap verdi. (Feridüddin-i Attar, Tezkiratu’l-Evliya)

İmam Ahmed’in oğlu Abdullah, babasına: “Maruf el-Kerhi’nin yanına hadis almak için mi gidiyorsun?” Diye sorunca, İmam Ahmed b. Hanbel:

- Hayır, hadis almak için gitmiyorum. Fakat işin başı olan Allah korkusu ve marifetullah ondadır. İstifade etmek için gidiyorum, cevabını verdi. (Ebu talib El-Mekkî, Kûtu’l-Kulub)

Tabiun’un büyük müctehitlerinden Süfyan es-Sevrî K.S.: “Eğer sufi Ebu Haşim’i tanımasaydım, kalple ilgili halleri ve riyanın inceliklerini bilemezdim.” der. (Sühreverdî, Avarif)

ONLARIN YOLU EN DOĞRUSU’

Hüccetü’l-İslâm İmam Gazali Rh.A. de şöyle der:

“Kesinlikle anladım ki, bütün halleriyle Allah yolunu tutmuş kimseler ancak sufilerdir. Onların tutumları en güzel tutum, yolları en doğru yol ve ahlâkları en temiz ahlâktır. Daha dorusu, bütün akıllıların aklı, tüm hakimlerin hikmeti ve dinin inceliğini kavramış alimlerin bilgisi bir araya gelse ve onların hal ve ahlâklarını daha iyisi ile değiştirmek isteseler, buna güçleri yetmez. Çünkü, gerçek sufiler dini en mükemmel şekliyle yaşamaktadır. Onların zahirî ve batınî bütün hal ve hareketleri peygamberlik nurundan alınmadır. Bilindiği gibi yeryüzünde nübüvvet nurundan başka aydınlanacak başka bir nur da yoktur.”

“Tasavvuf yolu hakkında ne denebilir ki? Bu yolun ilk şartı manevi temizlik ve kalbi Allah’tan başka bütün şeylerden arındırmaktır. Bu yolun esası, kalbi tamamen Allah’ı zikretmeye adamaktır. Sonu ise O’nun irade ve rızasında fani olmaktır.”

“Bu öyle bir haldir ki, usulünce yoluna girenler bizzat tadarak öğrenirler. Onu bizzat tadarak, yaşayarak öğrenemeyenler, bu yolu kat etmiş sufilerle sık sık beraber oldukları takdirde, tecrübeyle ve işiterek bu halin varlığına kesin olarak inanır, yaşanan manevi haller sayesinde onu iyice anlarlar, Sufilerle düşüp kalkanlar, onların sohbetlerine katılanlar, onlardan bu imanı ve irfanı elde edebilirler. Çünkü sufiler öyle kimselerdir ki, onlarla oturan şaki (rahmetten mahrum) olmaz.” (el-Munkiz mine’d-Dalâl)

Sultanu’l-ulema Şeyh İzzuddin b. Abdüsselam Rh.A. de şöyle der: “Ben gerçek İslâm’ı ancak Şeyh Ebu’l-Hasen eş-Şazelî’ye intisaptan sonra anladım.” (Şaranî, Letaifu’l-Minen)

Son olarak büyük fakih ve arif İmam Şaranî Rh.A.’i dinleyelim:

“İslâm’ın ilk asırlarında manevi ve kalbî hastalıklar çok az olduğu için, insanlar bir kâmil mürşide ihtiyaç duymuyorlardı. Onlar bildikleri ile amel ediyor, bir bütün olarak takva ve edebi koruyorlardı. O nesil gidip de ortalığı manevi hastalıklar kaplayınca, cahiller bir tarafa, alimler bile amelden geri kaldılar. Bu nedenle bildiği ile amel edebilmesi için, alimlerin bir kâmil mürşide intisapları zaruri oldu.” (Envaru’l-Kudsiyye)

Bu büyüklerin mezhebine bağlı olan herkesin, onlardaki ilâhî aşk, edep ve tevazuyu örnek alması gerekir. Hak adamı nefsinin değil, hakkın tarafındadır​
 

Edibe Ziyâi

Agâh ol ey nefsim..
Katılım
13 Kas 2006
Mesajlar
2,550
Tepkime puanı
3
Puanları
0
MÎMŞÂD ED-DÎNEVERî:
"Tasavvuf, serâire ıttılâın verdiği safâ ve Hakk'ın razı olacağı amelleri işlemek halk ile ancak zarurî hususlarda temas etmektir".28
Bu tariften de anlaşılıyor ki tedricen hakaik-i ilahiyye anlaşıldıkça kalbte husûle gelen itminan insana en büyük huzuru verir. Bütün efal ü muamelatında Hakk'ın rızasını düşünmek, halk ile rastgele münasebetler kurmayıp, onlarla teması zarurî hususlara hasretmek, seyr ü sülükün icabıdır.

Bilinmemek, faydasızdan sakınmak
"Tasavvuf, mâsivallahdan müstağni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".29
Tasavvuf, ihtiyaç içinde bulunulmasına rağmen müstağni görünmek, masivaya rağbet etmemek, bilinmemeyi tercih ve ihtiyar etmek, hayır ve faydası olmayan şeylerden sakınmaktır ki, ihtiyacı izhar eden kimse züll-i suale (dilenme alçaklığına) kapı açıyor demektir. Bu izzet-i İslam'a iras-ı halelde bulunmak gibi bir günaha vesile olabilir. Şeref ve haysiyyeti muhildir.
İkincisi, hüviyetini, şahsiyetini, kıymet ve meziyetini meydana koymamak, ahad-ı nasdan biri gibi hareket etmek, adab-ı sofîyyeden olan bir tevazu'dur. Hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktan maksat da efal-i mübâhada bile hayrı gözetmektir.


ALÎ BİN EL-ISFAHANî:
"Tasavvuf, Hakk'ın gayrından uzak ve masivallahdan halî olmaktır".30


EBÛ MUHAMMED EL-CÜVEYNî:
"Tasavvuf ahvâli kontrol etmek ve güzel olan şeyleri iltizam etmektir"31
Daima iyiyi ve hayrı aramak, insanın içinde bulunduğu ve maruz kaldığı ahvalin tetkikiyle zararları def ve faydaları celp için çalışmaktır.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
ALİMLERİN GÖRÜŞÜYLE TASAVVUF - ALLAH'I GÖRMEK ..

Salâhuddin ibnü Mevlâna Sirâcüddîn Hazretleri buyurdular ki:

"Eğer bir kimse bu âlemde Allâh’ı görmenin hakikatini anlamak isterse, rûhunu bu makama çıkarmalıdır. Aksi takdirde Kitap ve sünnet ile sâbit olan ru’yete, bildirilen şekliyle iman ederek bu işin nasıl olduğunu araştırmamalıdır. (Yani, Allah, dünyada değil ahirette keyfiyetsiz görülecektir şeklinde olan Ehli Sünnet inancına kail olmak) Çünkü bu hakikati münâsip olan tarzda anlamak, ancak bu sûretle mümkündür... En sağlam yol budur."

Salâhuddin ibnü Mevlâna Sirâcüddîn, Mektuplar ve Bazi Mesâil-i Mühimme, s. 102.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
ALİMLERİN GÖRÜŞÜYLE TASAVVUF - RABITA MANEVİ GIDAMIZDIR

Yahyalılı Ali Ramazan Dinç Hocaefendi Hazretleri:

Nefis ve şeytanın, insanı kahretmek için ilk meşgul olduğu yer sadır’dır. "O sinsi vesvesecinin şerrinden (insanların Rabbine sığınırım), o ki, insanların göğüslerine vesvese verir durur. Gerek cinlerden, gerekse insanlardan olsun." (Nas: 4-6)

İbn-i Sina (ö. 428/1037): “Nefsin ilk ilgilendiği, sine ve gönüldür. Gönlü istila ettikten sonra, kalp aracılığı ile diğer azalara yayılarak onları ifsat eder.” der. İmam Gazali (rh.a) (ö. 505/1111), kalbi bir kuyuya; el, ayak, göz, kulak v.s.’yi o kuyuya akan su arkına benzetir. Arktan gelen sular pis olursa, kuyu necasetle dolar. Temiz, berrak sular akarsa bal olur. İşte bu sebeple mürşid-i kamiller; kalbi, nefis ve şeytanın tasallutundan kurtarmak için zikir telkininde bulunurlar.

İmam Gazali (rh.a), "Dikkat ediniz, (halk) yaratma da, emir de O’nundur." (Araf: 54) ayetinde geçen “Halk” (yaratma) kelimesini; su, hava, ateş, toprak ve nefisten ibaret olan bu beden olarak (âlemi halk); emir kelimesini de, "âlemi emir" olarak anlar. Kişi sadırda bulunan kalp, ruh, sır, hafî ve ahfa’yı zikirle ihya ederek, "Onları, Allah, karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara: 257) Kelâm-ı İlâhî’si doğrultusunda; küfürden, nifaktan, şehevi ve hayvani duygulardan, şek ve şüpheden, tereddütsüz imana, İslam ve ihsana (Allah’ı görür gibi taat yapmaya) kavuşturur.

Sol memenin altında bulunan, nuru sarı, Adem (a.s)’in kademi, ayağı altında olan kalp; zikirle, bilhassa rabıta ile, Hakk’ın feyzini mürşid-i kamilin arş-ı âzam olan gönlünden içerek yanar, batar ve şiddetle vurmaya başlar, tarif olunmaz bir zevk hasıl olursa; mükafatını bizzat Rabbimizin ihsan buyurduğu, dil hareket etmeden yapılan, Sıddık-ı Âzam’a öğretilen kalp zikri talim edilir ehlince. Sağ memenin altında, kırmızı renkte nuru olan Nuh (a.s.)’ın kademi altında yeralan ruh bulunur. Kalbin üzerinde, nuru beyaz olan, Musa (a.s.)’nın kademi altında bulunan yerde sır; ruhun üst kısmında, nuru siyah, İsa (a.s.)’nın kademi altında hafi; döşün tam ortasında yerini alan, nuru yeşil olan, Cenab-ı Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın kademi saadetlerinin altında ise ahfa bulunur. Bu merkezlerde kalpdeki gibi haller olur, bu merkezler zikre başlarsa o vakit, "Onların sadırlarında, içlerinde kin namına (hasetlik ve her türlü ahlaki rezalet) ne varsa hepsini söküp atmışızdır." (Araf: 43) buyrulan cennet ehlinin halleriyle hallenir derviş. Şeytan ve nefsin istilasından sadır ülkesi kurtulur biiznillahi teala. Hükmü altında bulundurduğu sadır ülkesini kaybeden, alnın ortasında yerini alan nefis de, ister istemez teslim olur. Manen, kılıç elinde gelen mürşid-i kamilin katletmesiyle kötülüğünü atan nefis, Allah’ı zikirle durulmaya başlar. "Gerçek kurtuluş bulmuştur onu (nefsi) temizlikle parlatan." (Şems: 9)

Emir aleminin zikrinden sonra, halk alemi (su, hava, ateş ve toprak) diye belirtilen beden de zikr ile nura kavuşmaya başlar. Vücudun her zerresi de zikrullaha geçerek, zikr-i küll olur beden. Çam kozalağı gibi düşünülen vücut; ânî, tepeden tırnağa nura boyanarak zikr-i sultani olur. Nurdan yaratılan ruhla, kötülüğün menbaı olan nefis, zikir sayesinde birbiriyle anlaşır ve bedende sulh temin edilir. Zaten tasavvufun anlamı da budur.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
ALİMLERİN GÖRÜŞÜYLE TASAVVUF - RABITA GÖNLÜMÜZÜN OLMAZSA OLMAZIDIR

Yahyalılı Ali Ramazan Dinç Hocaefendi Hazretleri:

Toprağın içerisindeki bileşikler bitkileri, bitkiler de hayvanları, bitkilerin, hayvanların ürettikleri de, insanları büyütüp, geliştirir. Rûhî hayatımızın devamı için de rabıta, insan-ı kamilin yetişmesi için manevi bir gıdadır.

Arabanın motoru mesabesinde olan kalbin, bünyeye canlılık verdiği gibi, Allah’ın feyzini, (İlâhî nazarını,) aşkını, muhabbetini gönlünde taşıyan mürşid-i kamilin, arş-ı azam olan, (dokuzuncu kat semada bulunan, bütün varlığı kuşatan, Allah’ın kudret ve azametinin tecelli ettiği yer olan,) kalb-i saadetlerinin altına konulan kalb de, Hakk’ın nurunu kana kana içerek sıhhat ve afiyete kavuşur

“Beni (muhabbetimi) ne yer aldı ne de sema, ancak kâmil müminin kalbi aldı” buyurulan bir gönülden, İlâhî tecellilere, (ğayb âleminden kalbe akseden nurlara) vahdet-i vücud (Allah’tan başka her şeyi yok bilme) ve şühûda ( Cenâb-ı Hakk’ı hâlik, ğayrını mahluk bilme haline) eren, fenâ ve bekâ sırrına mazhar olan kalb sahibinin derunundan içilmez mi hiç aşkın şarabı?

Yedi kat semayı yok farzedip, arş-ı azama açılan gönül alemi, murakabe (Allah’ın her yerde görüp, işittiğini bilme) sayesinde nasıl istifade ediyorsa Rahman olan Allah’ın (c.c.) feyzinden, rabıta-i mürşid vasıtasıyla da aynı istifade gerçekleşir sadık müridde.

Rabıta, alaka ve bağ anlamına gelir. Kafada, gönülde mürid, şeyhiyle beraber olmak suretiyle, Allah’ın muhabbetine erişmeye çalışır.

Dil öğrenimi için hazırlık sınıfına, Deryaya dalabilmek için, havuzlarda yüzmeye, kendi kendine yiyeceğini temin edip, uçuncaya kadar yuvada yavru kuşun, anası vasıtasıyla yemlenmesine, Keban ve Hirfanlı’dan gelen cereyana tahammül edemediği için kabloların, trafo vasıtasıyla ışığın evlere taşınmasına benzer rabıta. Aynen bunun gibi Derviş de, (kendisini Mevlâ’ya veren de,) belli bir döneme gelinceye kadar, on letaifi, (insanın göğsünde bulunan kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ ve bedenle alakalı bulunan su, hava, ateş, toprak ve nefs derslerini) geçinceye kadar, manevi vasıta mesabesinde olan, mürşid-i kamlin Allah’ın hazinesi olan gönlünden içer Hakk’ın feyzini.

Murakabe haline gelmeden, vasıtasız Mevlâ’dan istifade edeceğim derse sâlik, (manevi olgunluğa ermeye aday kişi) trafoya bağlanmayan cereyanın lambaları patlatmasına, uçacağım diye yavru kuşun, pat diye düşüp yere parçalanmasına, yüzmeden habersiz bir kimsenin denizde boğulmasına, yabancı dille eğitim yapacak talebenin, hazırlık sınıfını terk edip sınıfta kalmasına benzer.

Rabıta döneminde sâlik, bir ağacın köklerinin toprakla münasebeti sayesinde, dal ve budak, yaprak ve meyve verdiği gibi, Üatazının kalb-i münevverleri, (nurlu kalpleri) vasıtasıyla, manevi derece ve makamlar elde eder. Kur’an-ı Kerim’de geçen nefsinin mertebelerini aşar. Fecr suresinin son ayetlerini yaşar. (Allah mümin kullarına ise) “Ey nefs-i mutminne (kamil bir iman sahibi olarak huzura ermiş olan nefis)! (Hem) razı olunan (sen Rabbinden, O da senden razı) olarak Rabbine dön! Artık (salih) kullarımın arasına katıl! Ve (onlarla) Cennetime gir!”

Üstazının kalbinden faydalanmayan kimse de, toprakla ilgisini kesen ağacın kuruduğu gibi, taatlerde tembellik göstererek gönül yaprakları, göz pınarları kurumaya, irfan çiçekleri ve meyveleri pörsümeye yüz tutar.

Kaynayan suda zararlı mikropların öldüğü gibi, güneş gibi olan rabıtayla da kalp, İlâhî ateşle yanarak kötü ahlak tohumlarını kökünden sökerek, silip atar. Gazabı hilmiyyete, yumuşak huyluluğa, kibri tevazua, hayvani ve şehevi duyguları iffete, namusunu korumaya, her türlü kötü davranışları güzel ahlaka dönüşür. Herkesin örnek alacağı güzel bir hale bürünür rabıtayla kişi

Ne kadar rabıta yapsam da istifade edemiyorum diyen kimselerin hali de şuna benzer. Arsasına su tutan kişinin arkı, sağa sola açılacak olursa tarlaya su gelmez. İlâhî edeplere riayetsizlikle, dilin yalan gıybet, dedikodu, iftira, söz getirip götürmelerle, kalbin, kendi namusu varken başkasının namusunu düşünmekle, haset ve kin ateşiyle yanmasıyla, Dînî emirlere riayet arkı bozulacak olursa, gönül arsasına feyiz gelmez

Edebin en güzel tarifi olan sünnet-i seniyyeye, Peygamberimiz (s.a.v.) İn söz ve fiillerine riayetle, şeyh-i kamile muhabbetle, rabıtayla, ,arştan inen manevi nimetle sadık derviş, insan-ı kamil olmaya aday olur. Yüzünden, gözünden, her zerresinden nur lemaan etmeye, fışkırmaya başlar. “Şu ne güzel adam, biz de böyle olsak” dedirterek kendisine, haliyle irşat eder insanları.

Üsve, hareketleri bir başkasınca taklit edilen kimse anlamına gelen rabıta, sadece şekil ve şemaile yapılmaz. İyilik ve takvada birbirleriyle yardımlaşıp, kötülükten kardeşlerini vaz geçirerek fena filihvan, Allah (c.c.) Ve Resulünün yoluna kılavuzlayan şeyh-i kamile muhabbetle fena fişşeyh, canından daha ziyade severek Peygamberimiz (s.a.v.) İ fena firresül, her şeyden daha fazla saygı ve sevgi göstererek Allah (c.c.) A fenafillah olan Hak dostunun, ahlak-ı fazılasıyla ahlaklanmaktır asıl rabıta. Bastığı yere ayağını koyan müride Bayezid (k.s.), “değil izimize basmak, sözümüzü tutmadıkça, derimizi de giysen fayda vermez” der.

Şeyhim şeyhim diyen birine, üçlerden bir zat, “evladım, senin şeyhim dediğin kadar ben, Rabbim desem kurtulurum” der. Velayetin nurunu taşıdığı için mürşid-i kamilleri, nübüvvet ve risaletin mührünü taşıdıkları için de Enbiya-i İzam’ı severiz.Şahsına değil tutkumuz, taşıdıkları mana ve esraradır

Kendisinde ademiyyet kokusu bile kalmayan, nafilelerle Hakk’a yaklaşan, her zerresinden Rahmânî koku duyulan ârif-i billaha yapılan rabıtayla, Resûlü Ekrem (s.a.v.) e ve Cenâb-ı Hakk’a kavuşmaktır asıl gaye.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Evet, dört teşekkür ile rekorumuzu yeniledik :D

Allah razı olsun Kavacıklı, pek mübarek bir nakilde bulunmuşsun, emeklerin için teşekkürler ediyorum...
 

özgürr

Üye
Katılım
25 Tem 2007
Mesajlar
1
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
ağzına ve ellerine sağlık "hirahos" abiciğim, Saygılar.(KAYSERİ)
 

bilal habeş

Asistan
Katılım
29 Haz 2007
Mesajlar
217
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Fıkıh ve Tasavvuf İlişkisi
Tasavvuf çevrelerinde yaygın olan uzlaşmacı bir yoruma göre; "Cibril hadisi"(1) olarak da bilinen hadisin belirlediği çerçeve içinde "İman nedir?" sorusuyla alâkalı olarak Kelâm ilmi, "İslâm nedir?" sorusuyla ilgili olarak fıkıh ilmi, "İhsan nedir?" sorusuyla ilgili olarak da tasavvuf ilmi ortaya çıkmıştır.(2)
İslâm ilimleri tarihinden anladığımıza göre İslâm'ın ilk devirlerinde, İslâm'ın hükümleri yazılı değildi ve ilmî bir tarzda düzenlenmemişti. Bu hükümlerin ibadete, itikada ve muamelata ait olanları hatırda tutuluyor ve ezberleniyordu. Fakat çok geçmeden din işleri ile, onlara ait şer'i hükümler bir ilmî metot dairesinde toplanmıştı. Tedvin işinin başlaması üzerine ilim adamları önce amelî ilimle, yani zâhiri hükümlerle alâkalı olanlarla uğraşmış, bu sebepten fakihler, İslâm Hukuku ve fıkıh usulü hakkında eserler ve risaleler yazmışlar, sonra Kelâm İlmiyle ilgilenmişler ve onun meselelerine dair eserler vermişlerdi. Velhasıl Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerife bağlı olan ilimlere ehemmiyet vermişlerdi. Fakat bu ilmî durumu ele alanlar, yalnız fakihler değillerdi. Mutasavvıflar da, şer'i hükümlerin fıkıh gibi zâhiri ile değil, bu hükümlerin bâtını ile ilgilenerek aynı şekilde hareket etmişler, fukahanın yazdıkları eserlere, söyledikleri sözlere ve tuttukları mezheplere bakarak, kendi riyazetlerini, zevklerini, ruhî hayatlarını, kalbi tasfiye ve nefsi tezkiyeyi, velhasıl dinî bütünleştirmeyi gözeten hâllerini tanzim eden bir ilme muhtaç olduklarını anlamışlardı. Bu yüzden zahidlerin zühdü, âbidlerin ibadeti, fakirlerin fakrı gibi amelî esaslara dayanan İslâm ruh hayatı, ilmî bir mahiyet almıştı. Bunun sonucunda kendine göre metodu, meslek ve meşrebi, konuları ve kaideleri, ıstılahları ve mezhepleri bulunan tasavvuf ilmi ortaya çıkmıştı. Bu ilmin erbabı mutasavvıflardı ve bu yolda söz söylemek onların hakkıydı.(3)
Böylece şeriat ilmi birbirinden ayrı iki ilme ayrılmıştı: Biri ibadetlerden, muamelelerden bahseder, umumi hükümler verir ve fukaha ve müftüler tarafından idare olunurdu. Diğeri murakabe, muhasebe, riyazet, mücahede, hâl ve makam ve bunlara ait her şeyden bahseden ilimdi. Bu da bâtın ilmi ya da tasavvuftu.(4)
Fakihler, kitaplar yazarak Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları hükümleri kaydetmişler, mutasavvıflar da eser yazarak yaşadıkları vecd ve keşfettikleri hakikatleri kaydetmişlerdi. Fakat fukahanın fıkhı ile mutasavvıfların tasavvufu metod ve konuları bakımından birbirinden ayrıydı. Ayrılığın sebebi, fıkhın ibadetlere, âdetlere ve muamelelere ait zâhirî hükümlerle meşgul olması, yani insanın dış hayatını düzenleyen ilim olması, buna karşılık, tasavvufun ruhu terbiye etmek, kâlbi tatmin etmek, kısaca içe ait yönü düzenleme ilmi olmasıdır. Elhasıl şeriat ilmi iki ilim olmuştu. Biri insanın ibadetler için nasıl temizleneceğini, namazı nasıl kılacağını, zekatı nasıl vereceğini, sonra muamelatta hangi esaslara riayet edeceğini, alışveriş, feraiz, kısas meselelerini nasıl halledeceğini ve bütün bu işleri nasıl düzenleyeceğini anlatıyor; diğeri kâlp ve nefsle, bâtın işleriyle meşgûl oluyor, bâtınî amellerin mahiyetini anlatıyor ve bu bakımdan kemâle ermenin yolunu gösteriyordu. Onun için mutasavvıflar kendilerini hakikat erbabı, başkalarını da zâhir erbabı veya rüsûm ulemâsı olarak tanımışlardır. Böylece tasavvuf; konusu, metodu ve hedefi olan bir ilim olarak ortaya çıkmış ve mutasavvıflar onun hususiyetlerini izah eden eserler yazmışlardır. Muhasibi (243/857) Vesaya'yı, Riâye'yi ve Muhabbet Üzerinde Bir Fasıl'ı; Kelâbâzi et-Taarruf li-Mezhebi Ehli't-Tasavvuf'u, Tûsi el-Lüma'ı; Ebu Talib Mekkî Kutü'l-Kulûb'u; Kuşeyri (465/1072) ise Risale'yi yazmıştır. Bunların içinde nefsi hesaba çekmek ve terbiye etmek gibi tek mevzular üzerinde eserler verenler de bulunduğu gibi, çeşitli konular üzerinde yazanlar da bulunuyordu. Sonunda İmam Gazalî (505/1111) gelip muazzam eseri İhyâu Ulumi'd-din'i yazarak tasavvuf yolunun bütün edep ve erkânını anlatmış, ıstılahlarını ve işaretlerini izah etmiş ve böylece tasavvuf bir ibadet yolu olmakla kalmayarak muntazam ve bağımsız bir ilmî disiplin olmuş, daha önce bu ilim; tefsir, hadis, fıkıh, usul ve Kelâm çerçevesi içinde kaldığı hâlde artık o da bunların yanında varlığını kabul ettirmişti.(5)
Mutasavvıfların, ilmi, fakihlerinkinden ayrı olmakla ve fakihleri zâhir ehli sayarak onların ilmini tasavvufa göre ikinci plânda görmekle birlikte, onların ilminden tam manasıyla faydalanıyorlardı. Onun için Sühreverdî Avarifü'l-Maarif adlı eserinde tasavvuf ilimlerinin doğuşunu, mutasavvıfların takva esasını gönüllerine yerleştirmelerine ve dünyanın gelip geçici alayişlerinden yüz çevirmelerine atfederek, gönülleri için ilim çağlayanlarının çağladığını ve onların nakil ve akıla istinat eden her ilimden hisse sahibi olduklarını, ibadetlere ait zâhir hükümleri öğrenerek bunlarla amel ettiklerini, sonra diğer din âlimlerinden ayrılarak kendilerine mahsus bir ilimle temayüz ettiklerini, bu ilmin tasavvuf ilmi olduğunu, dinin kaidelerini ve esaslarını araştırmakta derinleşerek dinin hakiki manasını anlayan zâhid ve müttaki âlimlerin bu manaya erdiklerini ve bununla tam itikat ve teslimiyete kavuştuklarını, esasen dinin de, insanın Rabb'ine sahih itikat içinde yaşamak olduğunu anlatır.(6)

Fıkıh
Fıkıh, kişinin hak yetki ve yükümlülüklerini bilmesinin ilmidir.(7) İslâm dininin dünya yönetimi ve kişiler arası ilişkileri düzenleyen, devlet yönetimine dair temel ilkeleri içeren kaidelerinin tümüdür. Şeriat ve şeriat hukuku da denir.(8) Genel olarak ibadet, muamelât ve ukubâttan bahseder.(9)

Tasavvuf
Tasavvuf arapça yün giymek anlamında bir kelimedir. Kul ile Allah (c) arasında ihsan olayının gerçekleşmesi veya kulun ihsan vasfını kazanmasının yollarını gösteren bir ilimdir. Bâtınî fıkıh da denir. Tasavvufun binden fazla tarifi yapılmıştır. Her sûfî içinde bulunduğu hâle göre tasavvufu tarif etmiştir. Biz, "Kur'ân-ı Kerim'i Hz. Peygamber (s) gibi yaşamaya çalışmak" şeklinde tanımlayabiliriz.(10) Erzurumlu İbrahim Hakkı'ya göre ise Tasavvuf bir ilimdir ki Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarından ve ona nasıl erişileceğinden bahseder. Kulu, bu ilmi öğrenmeye sevkeden Allah sevgisidir. Kâlbinden Allah'dan gayrısını temizleyen sûfî(11) bu ilmi öğrenir. Kişinin Allah'tan başkasına olan sevgiyi kâlbinden atması ve gönlünü yalnız Cenab-ı Hakk'ın muhabbetine bağlamasıdır. Ehl-i Sünnet ve Cemaat üzere itikadını tashih edip Hz. Peygamber'in (s) sözlerine, hareketlerine ve ahlâkına uyup izinden gitmektir. Bir başka tanımla kötü ahlâkını değiştirip en güzel ahlâkı benimsemek(12), daimi ve içten gelen bir duygu ile Allah'ın zikrine devam etmek ve bu yolla onun huzuruna varmaktır.(13) Tasavvuf, İslâm dininin, daha çok ahlâkî kurallarından bahseden, kişinin insan-ı kamil olmasını ve dolayısıyla toplumun olgun bir toplum olmasını amaçlayan bir sistemdir.(14) Daha çok takip edilecek ve uygulanacak yöntem manasındadır.(15) Yapılan tariflerde, sûfînin mizaç ve meşrebi, sosyal durumu, aynı zamanda önceki hayatı da etkili olmuştur.(16)
Tasavvuf ilmi, Müslümanlar arasında sonradan vücuda gelen şer'i ilimlerdendir. Bu ilmin esası şudur: Sûfîler tarafından tutulan yol (tarikat) bu ümmetin selefi, yani Sahabe ve Tabiin'in büyükleri ve bunlardan sonra gelenler tarafından espirisi ve özü itibarıyle bir hak ve hidayet yolu olarak daimi sûrette kabul edilegelmiştir. Tasavvuf ilminin İslâm'daki kökü de şudur: Devamlı ibadet etmek, her şeyden alâkayı keserek Allah'a yönelmek, dünyanın süs ve âlâyişinden yüz çevirmek, herkesin itibar ettiği mal, mevki ve şehvet gibi maddî menfaatlere sırt çevirmek (zühd), ibadet etmek için halktan ayrılarak tenha bir yere çekilmek (halvet). Sahabe ve ilk çağlardaki Müslümanlar genelde bu şekilde ibadet ederlerdi.(17)
Bu sebepten Horasan'ın Nişabur şehrinden olan büyük mutasavvıf İbrahim Nasrabadî (367/984) şöyle der: "Tasavvufun aslı kitap ve sünnete yapışmak, heva ve bid'atleri terketmek, meşayihe hürmet, halkın kusurunu bağışlamak, dostlarla iyi geçinmek ve hizmetlerini görmek, güzel ve ahlâklı olmak, evrâd ü ezkâra devam etmek, ruhsat ve tevilleri terketmektir."(18)
Tasavvufa göre "Umulur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır,"(19) âyeti gereği belâlar sabırla karşılanmalı ve kadere rıza gösterilmelidir. Nitekim Mevlâna Celâleddin-i Rumi'ye "Tasavvuf nedir?" diye sorulunca; "Üzüntü geldiğinde kâlpte sevinç bulmaktır," diye cevap vermiştir.(20)

Fıkıh-Tasavvuf İrtibatı
İslâm Hukuku'na fıkıh veya fıkh-ı amelî, akaid ve kelâma fıkh-ı itikadî, tasavvufa da fıkh-ı bâtınî veya vicdanî denir.(21) Fıkıh kitapları, genelde maddî temizlik konusuyla başlar, çok nadir olarak temizliğe eşlik etmesi gereken kâlbi duyguların tanzimini ve sonra namaza başlanılmasını ele alır. Namazın şartları, erkânı, farzları, vacipleri, mekruhları ve müfsidleri gibi konuları ele alırken, bu konulara paralel takdim edilmesi gereken huşu ve onu kazanma yolu ve faktörlerine değinilmez. Hâlbuki fıkıh temel İslâmî ilimlerden birisidir.
Bu konuda fıkhı tamamlayan ilim hangisidir? Şüphesiz bu tasavvuftur. Çünkü manevî konular onun sahasına girer ve böylece ihlas, onu kazanmanın yolu ve benzeri gibi bâtınî konularda fıkha yardım eder. Hatta fıkhî ahkâmı terketmeme kabiliyetini insana o verir. Bu ahkâm da tatbik edilmeyince insan kemâle eremez. Allah'da, fiilerinde, sıfatlarında ve nihayet ahkâmında fani olma, mutasavvıfların bahsettiği konulardandır. Marifetullahdaki zevkin en normal sonucu, ahkâm-ı ilâhiyyeye tam sarılmaktır.(22) Fıkıh İslâm'ı bilmek ve anlamaksa, tasavvuf da bunu yaşamak va bazan da anlatmaktır.(23) Bu noktada tasavvufa karşı çıkanların ne kadar yanıldıkları ortaya çıkmaktadır. Sanıyorlar ki, seyr u sülûk ahkâm-ı ilâhideki tatbikatı sekteye uğratır ve hâlel getirir. Hâlbuki bu imkânsızdır. Çünkü Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (s)'e "Biz sana şeriati verdik, ona tam ittiba et ve cahillerin yoluna uyma"(24), buyurmaktadır. Bu sebepten Cüneyd şeriatin hükümlerinde aksaklık göstererek Allah'a vasıl olmaya çalışan bir grub hakkında, "Evet vasıl oldular, yalnız Allah'a değil cehenneme." demiştir. Aynı nedenle fukaha eskiden "kim ki fıkıh öğrenir de tasavvufu bilmezse fasık olur, kim tasavvufu öğrenir de fıkhı bilmezse zındık olur ve kim de her ikisini birleştirirse ehl-i tahkik olur."(25) demişlerdir. Tasavvuf fıkhın bir mükemmili olarak gereklidir. Fıkıh ise tasavvufa bir yol gösterici ve kontrol makamında her zaman lâzımdır. Her ikisi de tek başına yarım kalır.
Fıkıh ve tasavvuf, birbirlerini tamamlayan iki ilimdir. Eğer ikisi çatışırsa, yanlış olur. Çatışmadan maksad, sûfînin fıkhın tasavvuf üzerindeki kontrolörlüğü rağmına, ondan uzak olmasıdır. Bunun yanında fakihin de ahkâm-ı ilâhiyi tatbik etmemesidir ki fasıklık alâmetidir. Şeyh Ahmet Zerruk, Tasavvufun Kaideleri isimli kitabında şöyle der: "Fakih mutasavvıfa hükmedebilir, fakat mutasavvıf fakihe hükmedemez."(26) Konu açıktır. Biz bir fakihin tasavvuf veya bir sûfînin fıkıh öğrenmesi gerektiğini söylediğimizde kasdımız; fakihin ahkâm ve onun tatbikiyle alâkalı yolları öğrenmesi, sûfînin de kendine lâzım olan ahkâm-ı şer'iyyeyi öğrenmesi ve yaptığı her hareketi doğru ilme bina etmesidir. Bu sebepten Şeyh Rufaî gibi büyük mutasavvıflar "Ulemâ ve sûfîlerin vardıkları sonuç birdir." demiştir. Bunu burada söylüyoruz. Çünkü bazı cahil sûfîler hemen herkese "şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" sözünü söylüyorlar ve cahil şeyhine ittibaya çağırıyorlar. Bazen sûfî cahil, şeyh ise âlim olabilir. Yalnız cahil sûfî bu sözü nerede kullanacağını bilmiyor. "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" sözündeki şeyhten maksat ulûm-ı şer'iyyeyi öğretecek âlimdir. Yani öğrenmeyen ve öğrenmeyi reddeden bir insanın, elbette şeyhi şeytandır, manasına gelir. Fakat ilim üzere hareket eden bir adamın şeyhi şeytan olamaz, aksine ilim ve şeriattir.
Şeyh Zerruk'un Tasavvufun Kaideleri isimli kitabında anlattığı konulardan birisi de müridin şeyhe olan ihtiyacıdır. Der ki: "Takva, bir şeyhe muhtaç değildir. Öz olarak kitap akıllı bir insana yeter. Fakat kendine itimadı olmayabilir."(27) Öyleyse asıl olan kişinin öğrenme kabiliyetidir. Öğrendikçe gereği üzere amel eder. Bu, insanları Allah'ın mükellef kıldığı asgarî durumdur. Kendinde öğrenme ve anlama kudreti olan herkes mevsuk kitaplardan kendine lâzım olanı öğrenebilir. Aynı zamanda, güvenilir âlimlerden de ilim alabilir ve bunların sûfîlerden olması şart değildir. Bütün bunlardan anlaşılan, fıkıh ve tasavvufun birbirini tamamlayan iki ilim olduğudur. Her insanın kabiliyeti diğerinden farklı olabileceği gerçeğinden hareketle, herbiri istediği dalda derinleşebilir.
Tasavvufî hayat tarzının İslâmî hükümlerin sınırları dahilinde olması, bu sınırların dışına çıkılmaması ve İslâmî esaslara muhalefet edilmemesi gereği konusunda ilk sûfîler kanaatlarını şöyle ifade etmişlerdir: "Tasavvufun esası âyet ve hadislerin hükümlerine sımsıkı bir şekilde yapışmak, bid'atları, heva ve hevesi bırakmak, tevil yapma ve ruhsat arama teşebbüsünden uzak kalmaktır. Ruhsat aramakla uğraşan bir mürid gördün mü, bil ki ondan hayır gelmez. Tasavvuf, emir ve yasakların altında sabretmektir. Bir kimse Rasulullah (sav)'in sünnetine uymadan amel ederse, amelî batıldır.
Cüneyd diyor ki: Bizim bu yolumuz Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerifin esaslarıyla kayıtlıdır. Rasulullah (s)'in izinden giden, sünnetine tabi olan ve onun yolunu takip edenler müstesna, bütün insanlar için Allah'a giden yollar kapalıdır. Hz. Peygamber (s)'e uyanlar için ise bütün yollar açıktır. Ârif-i billah kimse O'nun emrine uymak ve Peygamber (s)'in sünnetine tâbi olmak konusunda en çok gayret gösteren kimsedir. Bir kimse düşünce ve arzularını itham ederek fiilerini, sözlerini ve hâllerini Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerifle ölçmezse defterin hanesine "ricalullah" diye yazılmaz. Bir kimsenin Cenab-ı Allah ile özel bir hâli olduğunu iddia ederken görürsen, şayet bu hâl onu şeriatın dışarısına çıkarıyorsa, sakın ona yaklaşma. Zâhire uymayan ve doğruluğu bir delille sabit olmayan bir hâl iddia eden birisini görürsen, din konusunda onu ittiham et. Sûfînin sıfatından birisi, Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerifin zâhiri ile çatışan bâtınî bir hükümden bahsetmemesidir. İş, ahlâk ve davranışlarda Habibullah'a (s) tabi olmaktan daha şerefli bir makam yoktur".(28)
Sûfîler bu noktada haddi, hesabı olmayan çok söz söylemişlerdir. Naklettiğimiz sözler sûfîlerin İslâm doktrini karşısında takındıkları tavrı belirtmeye, İslâm'ın hükümlerinin dışına çıkanların kimler olduğunu anlatmaya ve bu konuda kimlerin ihmalkâr davrandığını tayin etmeye kafidir.
Bu şekilde tasavvuf yoluna girmek, İslâm'ın hakikatini ve esasını anlayıp, Kur'ân ve hadise sıkı bir şekilde sarıldıktan sonra, İslâm doktrinine uygun düşmekte idi. Bu sebepten büyük sûfîler, Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerife uymak için teşvikte bulunmuşlardı. Zira onlara göre bu iki kaynağı iyice belleyip manasını kavramadan sülûk etmek mümkün değildi. Tasavvuf yoluna girmek isteyenlerin ilim tahsil etmeleri farz olarak telâkki edilirdi. O hâlde bir kişi önce ilim, sonra amel sayesinde sûfî oluyor ve böylece tasavvufta tuttuğu yolun İslâm ahkâmına uygun olmasını temin ediyordu.
Abdülvahid b. Zeyd şöyle der: "Düşünceleri ile sünnetin manasını anlamaya çalışanlar, kâlpleri ile bu husus üzerinde duranlar ve nefislerinin şerrinden Allah'a sığınanlar gerçek sûfîlerdir." (29)
Sûfî, İslâm cemiyetinde örnek insan demektir. Şeriatı ve âdâbını bilmeyenlerin, örnek insan kabul edilmeleri uygun ve mümkün değildir. Nitekim bu konuda, Cüneyd şöyle der: "Kur'ân ezberlemeyen, hadis yazmayan ve fıkıh öğrenmeyen bir kimseye bu yolda tâbi olunamaz." Haris el-Muhasibi'nin (243/857) "Allah seni muhaddis mutasavvıf kılsın, mutasavvıf muhaddis kılmasın." sözünün manasını Ebu Talib Mekkî (386/1005) şöyle izah ediyor: "Sen önce hadis ve eser öğrenir, sünnet ve fıkıh hakkında bilgi sahibi olur, sonra zühd ve ibadet yolunu tutarsan yükselir ve ârif bir sûfî olursun. Tersine önce ibadet, takva ve manevî hallerle meşgul olur, sonra ilim ve hadis öğrenmeye çalışırsan, hadisi ve dinin esaslarını bilmediğin için; ya galat, ya şatah veya şeriata muhalif söz söylersin. Onun için zâhirî ilimlere ve hadis yazma işine müracat ederek halini düzelt. Çünkü esas olan budur."(30) Seriyy-i Sakatî (251/857) diyor ki: "Bir insan önce zühd ile meşgul olur, sonra hadis yazarsa ayağı sürçer, fakat önce hadis öğrenir sonra zühd ile meşgul olursa durumunu sağlamlaştırmış olur."(31)
Tasavvufun parmakla gösterilen meşayihinden her biri, dinî ve zâhirî ilimler alanında yüsek bir mevkide bulunuyordu. Ebu'l-Kasım İbrahim b. Muhammed en-Nasrabadî (367/984) kesirürrivaye bir hadis âlimiydi. Ebu Hamza el-Bağdadî (289/904) İmam Ahmed b. Hanbel'in kendisine fıkıh ve kıraat sorduğu bir âlimdi. Amr b. Osman el-Mekkî (291/906) hadis rivayet eden bir usul âlimiydi. Ruveym b. Ahmed el-Bağdadî (303/919) Davud Isfehanî'nin kurduğu Zâhiriye Mezhebi'nin fıkıh âlimlerindendi, hem kadılık yaptı, hem de kıraatı bilirdi. Hamdun b. Ahmed el-Kassar (271/886) Sevrî mezhebinin fıkıh âlimlerindendi, hadisi senediyle rivayet edebilirdi. Muhammed b. Fadıl el-Belhî (319/935) çok miktarda hadis öğrenmişti ve İşrâkiyye felsefesini de bilen bir filozoftu. Malikî mezhebine mensup olan Şiblî (334/951) ilim, zerâfet ve hâl yönünden zamanının şeyhiydi. Ebu Ali er-Ruzbarî fıkıh, hadis ve edebiyat âlimi olan bir sûfîydi. Fıkıhta hocası Ebu'l-Abbas b. Cüreyc, tasavvufta hocası Cüneyd'di. Ebu Sevr mezhebinin fıkıh âlimlerinden olan Cüneyd, hocası Ebu Sevr'in yanında halka da fetva verirdi.(32)
Bunlar ve tasavvufun ilk büyük temsilcilerinden olan diğer büyük isimler hadis ezberlemişler, fıkıh, kelâm, lügat ve Kur'ân ilimlerini tahsil etmişler ve ferâizî öğrenmişlerdi.

Sûfîler ilme büyük önem vermeleri, bu konuda şöhret sahibi olmaları, hadis ve fıkıh ilimlerini rehber görmeleri sonucu olarak, beş kişiyi her bakımdan kendilerine tabi olunması gereken örnek insanlar olarak tanımışlardı. İlhamla öğrenilen ulûma ek olarak şeriata vakıf olan bu beş zat hakkında İbn Hafif: "Ruveym b. Ahmed (291/906), Haris b. Esed el-Muhasibî (243/857), Cüneyd b. Muhammed (297/913), Ebu'l-Abbas b. Ata (309/925) ve Amr b. Osman el-Mekkî'ye (291/906) uyunuz. Zira bunlar ilimle hakikati telif etmişlerdir."(33) der.

Fıkıh ve Tasavvufun Birbirini Destekleyen Yönleri
Cemiyet hayatını ve insanlar arasındaki karşılıklı ilişkileri tanzim eden iki çeşit kaide ve müeyyide vardır. Bunlardan biri maddî ve hukukî müeyyideler, diğeri ise manevî ve ahlâkî müeyyidelerdir. Ahlâk hemen her din ve toplumun ortaklaşa güzel kabul ettiği duygu ve davranışlardır. Ahlâksız dinler bulunduğu gibi, dinsiz ahlâklar da mevcuttur. İslâm'da ahlâk, dinin prensipleriyle uygunluk arzeder ve beraber bulunur. Ahlâkın konusu insanî davranışlar olduğundan, davranışlar din ve dünya üzerindeki bir mutluluğu sağlama amacına yönelik tarzda gerçekleştirilmektedir.
Gerek fert ve gerekse cemiyet hayatının huzur ve saadeti için yukarıda zikredilen iki çeşit müeyyidenin sağlıklı bir şekilde tatbik edilmesi gerekir. Ancak cemiyetteki insanları yalnızca maddî ve hukukî müeyyidelerle idare etmek mümkün değildir. Bunun yanısıra ahlâkî değerlere gerekli önemin verilmesi şarttır. Zaten manevî ve ahlâkî değerlerden yoksun bir ictimaî yapıda, maddî ve hukukî değerlerin uygulanması mümkün değildir.(34)
Bu noktada İslâm Hukuku (şeriat-fıkıh), ahkâmıyla amelî emrederken, tasavvuf da aynı şeyi yapar. İmam-ı Rabbani, sünnete uymanın Nakşibendiliğin en önemli şartı olduğunu söylerken, aynı zamanda ruhsatla değil de azimetle amelî teşvik etmiştir.(35) Yine "Şeriat da, tasavvuf da, Allah'a yaklaşmayı emreder. Kerametler tasavvuf ve velâyetin bir şartı değildir." der.(36) Bütün bunlar "başlangıcı ilim, ortası amel ve sonu da ilâhî bir mevhibe olan tasavvuf"(37)un İslâm Hukuku ile beraber olduğunu, aynı gayeye hizmet ettiğini ve birbirlerini desteklediğini gösterir.
Gazzali İhya isimli eserinde fıkıh ve tasavvuf yolunu (zâhir-bâtın) birleştirdi. Önce, takva ve şeriata uyma konusunu sistemleştirdi. Sonra sûfîlerin riayet ettikleri âdâb ve gelenekleri açıklayarak, mutasavvıfların ibarelerinde geçen ıstılahları izah etti. Başlangıçta tasavvuf, sadece ibadetten ibaret olup şeyhlerin hâllerinden ve ağızlarından öğrenilen bir bilgi hâlinde iken, bu çalışmalar neticesinde; Müslümanlar arasında tefsir, hadis, fıkıh ve usul gibi tedvin edilmiş bir ilim hâline geldi.(38)
Büyük İslâm Hukukçusu Şatıbî (790/1304), tasavvufta seyr ü sülûkün aslının, azimetle amel olduğunu söyler.(39) Şeriatin namaz, oruç, hac... gibi ahkâmı zaten yapılıyor. Bunlar zaten ruhsat kısmındandır. Azimetle amel ise Nakşibendilik veya bir başka tarikatin kaide ve vazifelerini tatbikle mümkündür. Bu vazifelerin tamamı ise kitap, sünnet, icma ve kıyastan alınmıştır(40) ki, bunlar aynı zamanda, fıkhın kaynaklarıdır. Bu konuda İmam Rabbani şöyle söylemektedir: "Bu konuda esas olan zikr-i ilâhi, şeriatin emridir. Yasaklardan sakınmak ise bu yolun zaruriyatıdır. Farzları îfâ ise mukarribattandır. Kul ve Mevlâ arasında vesile ve vasıta olmaya müstehak olmuş, manevî yolu iyi bilen ve ona ulaştırabilen bir şeyh aramak da yine şeriatin emridir. Çünkü Cenab-ı Allah kendisine yaklaştıracak vesîle aramayı emrediyor."(41)

Fıkıh ve Tasavvufun Birbirinden Farklı Yönleri
Şeriatın ahkâm olarak bir insanın dışına, yani organlarına taalluk eden tarafı, bir de sadece kâlbe mütallık tarafı vardır. Kâlbe ilişkin ahkâm, bâtın konusunu, organlara ait olanlar da zâhir konusunu teşkil eder. Ayrıca, yine şeriatın, âyet ve hadislerden hemen doğrudan anlaşılan bir tarafı vardır. Buna zâhir denir. Bir de anlaşılması bir tetebbû isteyen, diri bir gönül ve ilhama bağlı bulunan ve zâhirin anlamlarla çakışmayan bir manası daha var ki, buna da bâtın denir. Tasavvufta, şeriâtın zâhir ve bâtın boyutunun her ikisi de çok önemlidir. Zâhir önemlidir, ondan vazgeçilmesi mümkün değildir, hatta esastır. Zâhir ulemâsını bâtınî manalar konusunda telaşlandıran, zâhiri hiç kabul etmeyen ve kendi görüşlerini zâhiri düşüncenin alternatifi sayan Bâtınîlik cereyanı mensuplarıdır. Sûfîlerin batın anlayışının, mezkur cereyanla bir ilgisi yoktur. Zaten ehl-i tasavvuf kendini zâhirin alternatifi de görmez. Cenab-ı Hakk'ın "Allah nimetlerini zâhiri ve bâtınî (zâhiraten ve bâtıneten) olarak size bolca ihsan etmektedir."(42) beyanı da şeriatın bu iki tarafına işaret etmektedir.(43)
Şeriat ve tasavvuf arasında fark yoktur. Şeriat ve tasavvuf ilmi arasında da fark yoktur. Fark ulemânın bilgisinin istidlal ve ilme, meşayihin bilgisinin keşf ve zevke bağlı olmasıdır.(44) Yani arada metod farkı vardır.
Fıkıh, kişiye göre uygun olanı kendisine bırakırken (ruhsat), tasavvuf azimeti tercihi söyler.(45) Sadece ahkâm-ı şer'iyyeyi tatbikle yetinen fukahaya karşın mutasavvıflar daha derûnî bir İslâm anlamışlar ve buna hakikat demişlerdir. Şeriat, ilk insandan kıyamete kadar değişebilirken, hakikat değişmez.(46) Tasavvuf emirden ziyade, teşrî' hikmetine bakarak gerçek gayeyi hedeflerler. Dolayısıyla teklif zâhire değil kâlbe hitap eder. Kulun kurtuluşu sadece amelleri ifasında değil, aynı zamanda niyetindeki ihlastadır.(47)
Fıkıh, ahkâmı farz, vacip, sünnet, mendup, mübah, mekruh ve haram gibi sınıflara ayırırken; tasavvuf güzel kulluğun gerçekleşmesi için sürekli alt yapı hazırlar(48) ve ahkâmın tatbik edilip edildiğine bakar. Eğer yapılması isteniyorsa, farz, vacip ve mendubu ayırmaz. Yapılması istenmiyorsa, mekruh ve haramı ayırmaz. Dolayısıyla tasavvufta, her mendup, vacip ve farzın yapılması söz konusudur. Yine ahiret yolunda her mekruh ve haramı terk etmek esastır. Bu sebepten mutasavvıflar içinde menduba farz, mekruha da haram diyenler olmuştur. Onlara göre ruhsatlar mübah dairesindedir.(49) Bu tasavvufun azimet anlayışının sınırıdır.
Şeriat motamot açıklamalar yaparken, tasavvuf (bâtınî fıkıh) âdetleri ibadetlere çevirme ve her nefese varıncaya kadar ibadet şuurunu geliştirmeyi amaçlar. İmam-ı Rabbani bunu örneklendirirken der ki: "Yemek, ibadet gücü olsun diye nefsi kuvvetlendirmek için olmalı ve insan bu mertebeye çıkmaya çalışmalı. Giymede maksat, ibadet için güzelleşmek olmalı. Gösteriş için olsa haramdır. Yine bütün hareketler Hak rızası için olmalı. Mesela uyumak isteyen ibadetteki yorgunluğunu atmak için uyumalı, ki böyle uyku da ibadettir. Aksi hâlde normal uyku bir gaflettir. Bu sırdan dolayı "âlimin uykusu ibadettir" diye haberde varid olmuştur. Tabi ki bu seviyeye namazı gereği gibi kılmak ve kâlbî zikre devamla varılır."(50)
Fıkıh âlimleri ve müftüler, sonraki mutasavvıfların bazı şatahatlı sözlerini ve o neviden görüşlerini reddetmeye koyuldular. Bu konuda daha ileri giderek tasavvuf mesleğinin diğer esaslarını da, reddiyelerinin sınırı içine aldılar. Bu ulemânın mutasavvıflarla olan münakaşaları üzerinde biraz etraflıca durmak doğru olacaktır. Zâhir ulemâsı mutasavvıflarla şu dört meseleyi münakaşa etmiştir:
1- Mücahede ve mücadeheden meydana gelen manevî zevk ve vecd halleri üzerine konuşmak, işlenen fiiler konusunda nefis muhasebesi yapmak, böylece bu hâlleri birinden daha üstün olan diğerine geçilen makamlar vaziyetine getirmek.
2- İlâhî sıfatlar, arş, kürsi, melekler, vahiy, nübüvvet, ruh, gördüğümüz ve görmediğimiz bütün varlıkların hakikatleri, yaratıcısından sudur eden âlemin terkibi ve tekevvünü gibi gayba ait olan, fakat keşf ve hakikat ile idrak edilen konular üzerinde konuşmak.
3- Mutasavvıfların keramet nevinden olmak üzere kainatta ve âlemde tasarrufta bulunmaları konusunda konuşmaları.
4- Mutasavvıf imamların bir çoğundan zuhur eden ve "maksat zâhiri manadır." gibi sözler üzerinde konuşmaları.(51) Bu türden "Ene'l-Hak" gibi mevhum sözlere tasavvuf dilinde şatahat denir. Bunların zâhirî manasını anlamak güçtür. Bu sebepten bu nevi sözlerin bazıları red, bazıları tasvip ve bazıları da tevil görmüştür.(52)
Burada tasavvufun, bâtın ilmi ve ibadet yolu olmak dolayısıyla şer'i hükümleri ruhî manalarıyla ve kâlpler üzerindeki tesiriyle telakki ettiğini ve bu bakımdan ibadetleri ve muameleleri dış yüzü ile ve dış şekilleriyle anlatan fıkıhtan ayrıldığını söylemek mümkünse de(53) tasavvufun daha başka bir cephesi vardır.(54) O da, yakînî marifeti ve hakiki bahtiyarlığı araştırarak tasavvuf yoluyla bulmaktır. Onun için tasavvuf, marifete erdiren ve bahtiyarlığa kavuşturan yol sayılmış(55) ve böylece kelâm erbabı içindeki görüş sahiplerinin yoluna tekabül eden bir yol tutmuştur. Bu yüzden, tasavvufa verilen isimler çoğalmış ve herkes ona ayrı bir isim vermiştir. Fıkıh ilminin mukabili olarak onu bâtından bahseden bir ilim olarak telakki edenler ona bâtın ilmi, esrar ilmi, ahvâl ve makamat ilmi, süluk ilmi, tarikat ilmi demişler; onu kelâm ilminin mukabili olarak nazarî ve aklî marifetten değil, fakat zevkî marifetten bahseden bir ilim sayanlar ona maarif ilmi, mükâşefe ilmi ve hakikat ilmi demişlerdir. Ona bâtın ilmi diyenler daha çok hicri 3. ve 4. asırlarda; ona marifet ve bahtiyarlık ilmi diyenlerse, hicretin 5. ve 6. asırlarında göze çarpıyorlar.(56)
Fıkhın incelediği konulardan biri hikmet-i teşrîdir. Tasavvuf da ibadet ve tâatlerdeki hikmetleri genelde manevî incelikler olarak ele alır. Tasavvuf kitaplarında esrâru's-salat ve esrâru's-savm gibi konular buna dahildir. Zâhirî fıkhın üstadları, şeriatın zâhirî ahkâmını delillerinden istinbat ettiği gibi, sûfîler de kâlp ve iç âleme ait hükümleri delillerinden öylece çıkarmışlardır. Fukahanın dışardan incelediği konuları, mutasavvıflar içerden anlamak ve anlatmak istemiştir. Nasıl ibadetlerin zâhiri bir şekli varsa ve bunlarla ilgili hükümler fıkıh ilminin konusunu teşkil ediyorsa; ibadetlerdeki kâlp huzuru, hudu ve huşu'un da öylece bâtınî şartları vardırki, o da tasavvuf ilminin konusunu teşkil eder. Bedenin zâhiri olan fiil ve hareketinde, iyilik veya kötülüğe meyletmesi, kâlbin salah ve fesadına bağlıdır. Çünkü kâlpteki salah ve fesad, Hz. Peygamber (s)'in buyurduğu gibi vücudun her tarafına tesir eder.(57)
Yine fıkıh ve tasavvufun irtibat ve farklılığı konusunda Ebu Nasr es-Serrac Tusî diyor ki: "Tasavvufî makamlar ile hallere ait ahkâmı anlayıp kavramanın faydası; boşama, köle azad etme, zıhar, kısas, şer'i hudud ve miras taksimi gibi konuları öğrenmekten daha az önemli değildir. Çünkü bu tür ahkâma insan, belki ömründe bir kere ihtiyaç duyar. Böyle bir hadise başına geldiğinde herhangi bir âlimden alacağı cevapla amel ederek bir başka mesele ile karşılaşıncaya kadar kendisinden bu ilim sakıt olur. Sûfîlerin inceden inceye üzerinde durduğu hâl, makam ve mücahede gibi konular ise, bütün müminlerin her an ihtiyaç duyduğu konular olduğundan, herkesin bunları öğrenmesi gerekir. Sıdk, ihlas, zikir gafletten kaçınmak gibi makam ve hâllerin belli bir zamanı olmaz. Bilakis kul, her an kast ve muradının ne olduğunu, gönlünün neyi arzuladığını bilmek zorundadır. Yerine getirilmesi gereken bir hak söz konusu olduğunda onu yapmak, nefsin bir hazzı söz konusu olduğunda ondan kaçınmak gerekir. Cenab-ı Allah Peygamber (sav)'e 'Kâlbine bizi anmaktan gaflet verdiğimiz, heva ve hevesine uymuş, işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme'(58), buyurmaktadır." Tusî devam ediyor; "Sûfîlerin, manevî hâllere ait ilim ve inceliklerin kavranması konusundaki çalışmaları, fakihlerin zâhir ahkâma ait istinbatlarından daha çoktur. Çünkü maneviyat ilminin nihayeti yoktur. Tasavvuf ilmi, Hakk'ın lütuf denizlerindan gelen ve ancak ehli tarafından anlaşılabilen bir takım manevî işaret, ilham ve mevhibelerden oluşur. Diğer ilimlerin bir sınırı vardır. Tasavvufun ise sınırı yoktur. Çünkü maksudun sonu yoktur. Tasavvuf, Allah'ın dostlarının gönlüne Kelâm-ı ilâhisini anlamak, hitab-ı ilâhisinden hüküm çıkarmak üzere açtığı bir keşf ü ilham ilmidir. Bütün ilimler neticede tasavvufa ulaşır."(59)
Bazı fakihlerin, sûfîleri, dinde bid'at çıkarmakla, bazı sûfîlerin de onları katılık ve ruhsuzlukla itham etmeleri kaçınılmaz bir durumdur. Sûfîlerin, dini, şekil ve kurallarla dolu cansız kaideler haline getiren fakihlere karşı çıkmaları bir gereklilikti. Kendilerini dinin hâmisi olarak gören fakihlerin de, sûfî yaklaşıma muhalefet etmeleri kaçınılmaz bir olaydı. Gerçekte sûfîler dini, Rab ile kul arasında ferdi bir ilişki olarak görmüşler, kulun taatını sadece şeriatın zâhirine uygunluk açısından değil, aynı zamanda şeriatın ruh ve hakikatına uygunluğuna, dolayısıyla ihlâs ve samimiyete bakmışlardır. Bu sebepten onlara göre gerçek fakih, sadece şeriatın zâhirî hükümlerini bilen değil, dinî işinde basiret sahibi ve şeriatın hakikatını anlayan kimsedir.(60)
Şeriat-Tarikat-Marifet ve Hakikat Değerlendirmesi
Şeriat sözlükte yol ve su kanalı anlamına gelir. Istılahta ise dinin zâhirî yönüne ait kaideler veya dinin hukuk kuralları manasına kullanılır. Tasavvufa da bâtınî hukuk veya bâtınî fıkıh denir(61). Tasavvufta şeriat, tarikat-ı ilâhiye manasına kullanılır.(62) Tarikat; sâliklerin Allah'a vasıl olmak için makamat üzere gerekli menzilleri katetmesidir.(63) Marifet; keşf ve ilhamla hâsıl olan vasıtasız bilgi, manevî ve iç tecrübe ile öğrenilen ilim, tasavvufî irfan(64) demektir.
Yakîn anlayışı da marifetle irtibatlıdır. Buna göre yakîn üçe ayrılır: İlme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn. Birincisi öğrenilen, ikincisi görülen, üçüncüsü de yaşanılan bilgidir. İlme'l-yakîn akıl sahibi olanlara, aynel-yakîn ihsan sahibi olanlara, hakka'l-yakîn ise marifet sahibi olanlara mahsustur. Hakikata ayan beyan olarak ancak marifet sahibi olanlar erebilir.(65)
Hakikat ise; kâlbin daimi surette Allah'ın huzurunda bulunması, bir ân bile şüpheye düşmemesi, ilâhî âlemde müşahede edilen fakat ifade edilemeyen manevî gerçekler66 veya şeriatın örtüsüyle gizlenmiş bâtınî mana67 anlamına gelir.68 Bu sebepten Sülemî; "Şeriat emir, hakikat da Hakk'ın o emirdeki muradıdır", der.(69) Hakikatin gizliliği, avamın anlamada güçlük çekmesi manasınadır. Yoksa şeriata muhalefeti manasına değildir.(70)
Tarikat, şeriat çerçevesinde kişiyi Hakk'a götüren daha hassas ve özel yollardır. Tarikat ehli Allah'a giden yolda dört mertebe kabul etmiştir. Bunlar şeriat, tarikat, marifet ve hakikattir. Bunlar dört katlı bir ev gibidir. En alt katta şeriat vardır. Alt kat yıkılırsa, üst katlar da yıkılır. Bu dört mertebe kırk tane makam ihtiva eder. Kul Cenab-ı Allah'a ancak bu mertebeleri geçerek vasıl olur. Bunlardan onu şeriata, onu tarikata, onu marifete ve onu da hakikate aittir.
Hacı Bektaş-ı Velî Makâlât'ında diyor ki; şeriata bağlılığı mükemmel olmayan kimseye tarikat, marifet ve hakikat mertebeleri de kapanık olur. Bu mertebeleri usulüne uygun olarak tamamlayan kimse sonradan şeriata bağlılığını bozarsa; tarikat, marifet ve hakikati de bozmuş olur. Nitekim Hz. Peygamber (s) buyurur ki: Şeriat bir ağaçtır; tarikat onun dalları, marifet yaprakları ve hakikat de onun meyvalarıdır. Ağaç mevcut olmazsa dalları, yaprakları ve meyvaları da olmaz. Bu suretle anlaşılır ki şeriat asıl, diğerleri teferruattır. Teferruatın varlığı ancak aslın varlığıyla mümkündür. Asıl olmayınca teferruat da olmaz.(71)
Dörtlü sıralamada hakikatı marifetin önüne koyanlar da vardır. Bu durumda, avamın normal olarak kurallara uygun yaşadığı İslâm'a şeriat; dinde biraz takva cihetine ağırlık verenlerin yaşadığı ve ulaştığı inceliğe tarikat; takva ve verâda titizlikle varılan sonuca hakikat ve nihayet bu yaşamanın mana açısından kişide ifade ettiği bilgi plânındaki sonuca da marifet denir ki meydana gelişi yaşamakla sıkı sıkıya irtibatlıdır. Hacı Şaban-ı Velî bu dört mertebeyi şu şekilde anlatır: "Şeriat beden için, tarikat kâlp için, hakikat ruh için ve marifet Hakk içindir. İlim ile marifet, birmiş gibi görünmesine rağmen aralarında ince bir fark vardır. İlmin zıddı cehl iken, marifetin zıttı inkardır. İlim kesbî iken marifet vehbidir."(72)
İmam-ı Rabbani Mektubat'ında şöyle der: "Bazıları ilhad ve zındıkaya meylederek maksud-ı asli şeriatın mâverasında olduğunu tahayyül etmişlerdir. Haşa ve kella, sümme haşa ve kella. Böyle bir itikattan Allah'a sığınırız. Tarikat ve şeriat birbirinin aynıdır. Aralarında kıl ucu kadar muhalefet yoktur. Şeriata her muhalif olan merduttur ve şeriatın reddettiği her hakikat davası zındıklıktır."(73)
Yine İmam-ı Rabbani şeriat, tarikat ve hakikat bahsinde: "Meselâ dilin yalan söylememesi şeriat, kâlpten yalan hatırasını nefyetmek eğer tekellüf ve teamül ile olursa tarikat ve eğer bila tekellüf olursa hakikattir. Velhasıl bâtın olan tarikat ve hakikat, zâhir olan şeriatın mükemmilidir. Binaenaleyh tarikat ve hakikat yoluna sülûk edenlerden esna-yı tarikatta zâhiren şeriata muhalif ve münafi umur zuhur eylerse, hep bunlar sekr-i vakitten ve galebe-yi hâldendir. O makamı geçip ayıldıkları vakit, o münafat bilkülliye kalkar ve o zıt ilimler tamamıyla hebâen mensura olur."(74) demektedir. Zaten bu mektup tarikat ve hakikatin şeriatın tamamlayıcısı olduğunu belirtmek için yazılmıştır.(75)
Kuşeyrî ise şeriat ve hakikat hakkında şöyle der: "Şeriat ubudiyetin gereğini yapmaktır. Hakikat ise rububiyeti müşahede etmektir. Hakikatla desteklenmeyen şeriat makbul olmadığı gibi, şeriatla kayıtlı olmayan hakikat da aynı durumdadır. Şeriat mükellefiyet getirir. Hakikat ise, Hakk'ın tasarrufatını haber vermektir. Şeriat ibadet etmek, hakikat ise müşahede etmektir. Şeriat emredileni yapmak, hakikat ise olanı, gizli ve açığı müşahede etmektir. Bu sebepten Üstad Ebu Ali Dekkak şöyle der: "Fatiha'daki "İyyake na'büdü" şeriatı özetler, "Ve iyyake nestain" ise hakikati ıkrar eder. Allah'ın emri olması itibarıyla şeriat hakikattir. Marifet de Allah'ın emriyle olması itibarıyla, hakikatte şeriat olur."76
İmam-ı Rabbani, tarikat ve hakikatin şeriata hadim olduğunu belirten 36. Mektup'ta şöyle der: "Gerçek şeriata sarılmak gerekir. Bil ki şeriat üç parçadan oluşur: İlim, amel, ihlas. Bu üç parça gerçekleşmeden şeriat gerçekleşmez. Ne zaman şeriat gerçekleşirse Hakk'ın rızası da gerçekleşmiş olur. Ki bu makam, dünya ve ahiret saadetlerinin hepsinin üstündedir. Zaten şeriat dünya ve ahiret mutluluğunu temin için vardır. Tasavvufun temayüz ettiği tarikat ve hakikat, şeriatın üçüncü parçası olan ihlasa hizmet için vardır. Tarikat ve hakikat şeriatı tekmil için vardır, başka bir sebepten dolayı değil. Tarikattaki sûfîlere arız olan hal, vecd, özel ilim ve irfan gibi şeyler, tarikat çocuklarının terbiye edildiği bir takım vehim ve hayallerdir. Bütün bunlar aşılmalı, sülûk ve cezbe makamlarının sonuncusu olan makam-ı rızaya ulaşılmalıdır. Öyleyse tarikat ve hakikat menzillerini katetmekten maksat, makam-ı rızayı gerektiren ihlâsı elde etmekten başka bir şey değildir. Hâl ve vecdleri maksat yapıp müşahede ve tecellilere talip olanlar, vehim ve hayal hapsinde kalıp şeriatın kemâlâtından mahrum olurlar. İhlâs makamına ulaşıp rıza mertebesine vasıl olmak bu hâl ve vecdleri geçmeye, tarikat ilim ve irfanını almaya bağlıdır. Bütün bunlar gerçek maksut için başlangıç ve hazırlayıcı edevattır. Bu fakire, bu mana tarikatla on sene uğraştıktan sonra ortaya çıktı."(77)
Şeriat, tarikat ve hakikat üçlemini kısaca şöyle anlatmak mümkündür: Şeriatta "şu senin, bu benim", tarikatta "bu hem senin hem de benim" ve hakikatta "şu ve bu, ne senin ne de benim, her ikisi de Allah'ın."(78)
Bu üçlüye marifeti de ekleyecek olursak Mehmet Ali Hilmi Dede Baba'nın şu dörtlüğü ortaya çıkar:
Şeriattır tarikatın kapısı, Tarikattır hakikatın yapısı,

Hakikattır marifetin tapısı, Marifet gevheri hazinetullah.(79)
Bu noktada Bediüzzaman Said Nursi'nin konuyla ilgili veciz iki değerlendirmesini zikretmek istiyorum:
1- Şeriat doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, ehadiyet sırrı ile mutlak rububiyet noktasında ilâhî hitabın sonucudur. Tarikat ve hakikatın en yüksek mertebeleri şeriatın parçaları hükmüne geçer. Yoksa daima vesîle, başlangıç ve hizmetçi hükmündedirler. Neticeleri şeriatın muhkemâtıdır. Yani; hakaik-ı şeriata yetişmek için tarikat ve hakikat meslekleri, vesile, hadim ve basamaklar hükmündedir. Gitgide en yüksek mertebede, şeriatın kendinde bulunan mana-yı hakikat ve sırr-ı tarikata inkılap ederler. O vakit, şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. Yoksa bazı tasavvuf ehlinin zannetikleri gibi; şeriatı zâhirî bir kışır, hakikatı onun içi, neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir. Evet, şeriatın insanların derecelerine göre inkişafları ayrı ayrıdır. Avam tabakaya göre olan şeriatın zâhirini gerçek şeriat zannedip, havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine "hakikat ve tarikat" ismini vermek yanlıştır. Şeriatın bütün tabakalara bakacak mertebeleri vardır.
İşte bundan dolayıdır ki tarikat ehli ve ashab-ı hakikat ileri gittikçe hakâik-ı şeriata karşı incizapları, iştiyakları ve ittibaları artıyor. En küçük bir sünneti en büyük bir maksat gibi telakki edip ona uymaya çalışıyorlar ve onu taklit ediyorlar. Çünkü vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise, vahyin meyvesi olan âdâb-ı şer'iyye de o derece ilhamın meyvesi olan âdâb-ı tarikattan yüksek ve önemlidir. Onun için tarikatın en mühim prensibi, sünnet-i seniyyeye uymaktır.
2- Tarikat ve hakikatın vesîlelikten çıkmaması gerekir. Eğer gerçek gaye hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkematı ve pratiği ve sünnet-i seniyyeye ittiba şekli hükümde kalır, kâlp öteki tarafa yönelir. Yani; namazdan çok zikir halkasını düşünür, farzlardan çok evrâdına müncezip olur, büyük günahlardan kaçınmaktan çok tarikat âdâbına muhalefetten kaçar. Hâlbuki muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine bütün tarikat virdleri karşılık gelemez ve yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarikat ve evrad-ı tasavvuf o ferâizin içindeki gerçek zevke medâr-ı teselli olmalı, kaynak olmamalı. Yani; tekkesi camideki namazın zevkine ve tadil-i erkanına vesile olmalı, yoksa camideki namazı çabucak şeklen kılıp da gerçek zevkini ve kemâlini tekkede bulmayı düşünen hakikatten uzaklaşıyor!...(80)
Sonuç
Fıkıhla tasavvuf birbiriyle çatışmaz. Fıkıh bir insan bedeninin iskelet ve organları gibidir. Tasavvuf ise o insanın kâlp hayatı, ibadet, aşk ve şevki, haramlardan korunma duygusu ve iman kuvvetini ateşleyen bir iksir gibidir. Bu sebepten tarikat hep azimeti teşvik eder ve evâmir-i ilâhiyyeye ittibaı artırır. Dolayısıyla şeriatın (fıkıh-İslâm Hukuku) tatbikini netice verir. Bu sebepten tasavvufun insana kazandırdığı meziyetlerden mahrum bir fakih aldanabilir. Bunu Muhasibî Riaye'sinde şöyle anlatır:(81)
Helâl ve haram konularını öğrenip fetva ve kaza işlerine bakanlar, fıkıhla aldanabilirler. Bu da ilim öğrenen kişinin aldanması gibi, hatta daha büyüktür. Kendinden daha fazla Allah'ı bilen yok sanır. Çünkü helâlı ve haramı, fetva ve kazayı kendisi bilmektedir. Ümmetin din işlerini o yürütmektedir. Bir ihtiyaç anında ona koşarlar. Eğer o ve benzerleri olmasa din kaybolup, şeriat ortadan kalkıp, helâl ve haram bilinmeyebilir! Rivayet ehlini küçük görür. Çünkü onlar helâl ve haramdan, kaza ve fetvadan anlamazlar.
Ona göre, din işlerini sadece o yürütmektedir. Allah onun gibisine azap etmez. Onun gibisi Allah'ın hoşuna gitmeyen şeye inanmaz, sevmediğine bel bağlamaz. Şeytan onun gibisinden ümidini kesmiştir. Çünkü şeytan, Allah'ın helâl ve haram kıldığı şeyleri bilmeyenleri yoldan çıkarır. İşte bu duygularla aldanır. Sonra Allah'tan sakınma ve korkusu azalır. Kendisi hakkındaki helâl ve haramlarda Allah'ın emirlerini tam olarak anlayamadığından bir çok günahı kendisine gizli kalır.
Bundan nasıl kurtulunabilir?
Allah'ın büyüklüğünü, celâl ve heybetini, kudretini, vadettiği sevabı ve tehdit ettiği ikabı bildiren fıkhın daha büyük, daha şerefli ve ancak bu fıkıhla helâl ve haram konusundaki fıkhın bir şey ifade edeceğini bilmekle kurtulunabilir. Çünkü, O'nun büyüklüğünü, celâl ve heybetini, kudretinin gücünü, sadece O'nun zarar ve fayda vermeye malik olduğunu, vadettiği sevabı ve tehdit ettiği ikabı anlayan O'ndan korkar, O'nu büyük görür, O'ndan utanır, O'nu görür gibi ibadet eder. Çükü O'nun azamet, celâl ve rububiyetini, vaat ve vaîdini, cennet ve cehennemi kâlbiyle müşahede ediyor gibi anlamıştır. Kâlbiyle azabın dehşetini müşahede edince, havfı şiddetlenir, kâlbine yerleşen büyük sevap ve nimetlerden ötürü de O'nun yakınında olmaya şevki artar.
İşte o zaman Allah'tan korkar. O'ndan heybet duyar, öğrendiği bütün haramlardan kaçınır, O'nu ümit eder, O'na yakın olmaya müştak olur, vaat ettiği sevaba nail olmak için, yerine getirilmesi gereken vecibeler eda edilirken ortaya çıkan bütün güçlüklere katlanır. Kâlbini etkilemiş olan bu anlayıştan dolayı Allah'ın hoşuna gitmeyen şeyleri terkeder, emirlerini yerine getirir. Çünkü bu anlayış onu hoş olmayan şeylerden alıkoyar, vecibeleri de yerine getirmeye sevkeder.
Bunu anlayınca asıl fıkhı terkettiğini, sadece aleyhinde delil olan fıkhı öğrendiğini ve şu âyetten ötürü gerçek fakihlerden olmadığını anlar: "Allah'dan ancak âlim kulları korkar."(82) Bu âyette bildirilen havf sahibi fakihlerden olmadığını da anlar. Hz. Peygamber (sav) de şöyle buyuruyor: "Allah kime iyilik dilerse onu dinde fakih kılar."(83) Allah kime iyilik dilerse, kendi hakkında ve helâl-haram konusunda onu fakih kılar. O zaman da O'ndan korkar, O'na ümit bağlar, bildiği haramlardan kaçınır, Allah'ın emrettiği vecibeleri yerine getirir.
Allah'ın hakkını zayi eden ve öğrendikten sonra nehyettiklerini yapan hayra muvaffak olmamış, aleyhindeki hüccetlerin büyüklüğünden ötürü imtihana maruz kalmış ve imtihanı şiddetlenmiş, Allah'ın azabına maruz kalmış, fetva ve hükmü bilse de fâcir âlimlerden olmuştur.
Bazen Allah'ın dininden öğrenilen fıkıhla ahiret değil de dünya istenir. Bunu bilince, Allah korkusu ve haşyet olmadıktan sonra kendini âlim saymaz. Nitekim halk onun, fetva bilen bir âlim olduğunu düşünerek Şa'bi'ye (103/712), "Ey âlim bize fetva ver!" deyince onlara şu cevabı vermiştir.: "Âlim, Allah'ın kendisini onunla tehdit ettiği şeyleri anlayan ve O'ndan korkan kimsedir. Âlim, Allah'tan haşyet içinde olan kimsedir."
Hasan Basri'ye, "Bizim âlimlerimiz fetva verdiği hiçbir konuda böyle demiyorlar." diyen adama şöyle cevap verdi: "Sen hiç fakih gördün mü? Fakih dediğin, gece kaim, gündüz saim ve dünyaya karşı zahid kimsedir. Dinî emirlere karşı basiretlidir. Allah Teâlâ'nın 'Din ilimlerini inceden inceye öğrenmeleri için...'(84) diye bahsettiği âyetteki zâhir ve bâtın bütün ahkâmı bilirler.(85)
Bunlar fakihin Allah'ı bilen, anlayan kimse olduğunu ve bu anlayışın onu Allah'ın sevdiği şeylere sevk ettiğini sana haber veriyor. Neticede dünyaya karşı zahid davranır ve Allah'ın ona bildirdiği faniliği, ondan ötürü çekilecek şiddetli hesap, ona dayananların sevaplarının azlığı ve çekeceği azaptan dolayı ondan kaçınır. Ayrıca O'ndan öğrendiği nimetlerinin devamı ve sevabının çokluğu, onu sabahlara kadar ibadet etmeye, gündüzleri oruçlu geçirmeye ve bunları elde etmek için dünyayı kenara atmaya sevk eder.
Yine Hasan Basrî'den birisi bir fetva sorar. Aldığı cevaba karşılık, "Bizim fakihlerimiz böyle demiyor" deyince, "Sen hiç fakih gördün mü? Fakih durumu göz önüne alarak, görüşünü net söyler, şüpheli konuşmaz. Allah'ın hikmetini tefsir eder. Kabul edilirse Allah'a hamd eder, reddedilirse yine Allah'a hamd eder."(86)
Bu gerçekler, fakihin Allah'ı anlayan ve O'nu kâlpten büyük gören kişi olduğunu haber vermektedir. O'nun dışında ne zarar ne de fayda verebilecek kimsenin olduğuna inandığı için, halkın tavrı ona hafif gelmektedir. Onlardan gizlediği bir şey olmadığı için riyakârlık yapmaz, Allah'ın bildiği hikmeti gizlemez, aksine onu ızhar eder. Kabul ederlerse Allah'a hamd eder. Çünkü ondan aldıkları şeyle sevap almış, halkı Hakkı kabule yöneltmiş olmaktadır. Yanlarında değerinin arttığına sevinmiş değildir. Şayet reddederlerse yine Allah'a hamd eder. Çünkü halk reddetse bile, Allah onu, hakkı neşre muvaffak kılmış ve sevap vermiştir. Onların nazarında değerinin düşmesine ve tenkit etmelerine üzülmemektedir. Yaptığını bilen, onlardan değil Allah'tan korkar. Her hâlde O'na hamd eder, halka değil O'na tevekkül eder.
Kul bu durumu anlayıp kâlbine yerleştirince, bildiği ve anladığı konularda Allah'tan korkmaya ihtimam gösterir. Bunun sonucunda da bildikleriyle amel etmeye dikkat eder. Allah için korkmaya ve amel etmeye kendini kilitleyince, O'nu tanıma ve anlamaya önem verir.
İşte o zaman kendini, Allah hakkını zayi eden cahillerden sayar. Nefsini ümit ve korku arasında bir hale getirinceye kadar, gerek kendi nefsinde gerekse halk arasında, Allah'ın emrine riayet eder. Çünkü fakihlerin yükü, cahillerden daha ağırdır. Çünkü Allah, bildiklerini yaşamalarını ve halka da anlatmalarını emretmiştir. Zira bildiklerini gizlemeyip halka açıklayacaklarına dair onlardan söz almıştır.
Bunları bilince, Allah'la aldanma zail olur, bildikleriyle amel etme, gizlisiyle açığıyla Allah hakkını gözetme konusunda, kâlbini endişe ve korku kaplar. Bunları nefsinde bilmeye, O'nun marifetine engel olacak günahlarının, onu kuşatmamasına önem gösterir. Haşyet vermeyen marifete kani olmaz. O öğrendiği ve anladığı konularla amel etme endişesi içindedir. Allah'ın bu konuları soracağından endişe eder, aleyhine hüccet olacağından korkar.
Ebu'd-Derda'nın şöyle dediği rivayet edilir: "Ya Uveymir, ne öğrendin?" denilmekten değil, "Ya Uveymir, öğrendiklerinden hangisiyle amel ettin?" denilmekten korkuyorum. Allah dünyada kime ilim vermişse mutlaka ona bu ilimle amel edip etmediğini soracaktır. Eğer "biliyorum" desem, "bildiklerinden hangisiyle amel ettin?" denilecektir. Bir de bakacağım ki hiçbir delilim yoktur."(87)
İşte bu şekilde fakihler, fıkıhla aldanmaktan kurtulabilirler.
Bu sebepten büyük fukaha tasavvufun amacı olan ideal hayatı yaşıyordu. Bu noktada İmam-ı Gazalî'nin onlarla ilgili bu konuda verdiği misallerden birer tane zikretmek istiyorum. Zaten İmam-ı Gazalî kendisi de fıkıh ve tasavvufu birleştiren(88) bir âlim olarak bu noktada gerçek bir fakih olmuştur. Bu seviye için beş özellik söyler: Abid olmak, zahid olmak, âlim olmak, dünya adına insanların maslahatını gözetmek ve fıkıhla rızay-ı ilâhiyi istemek.
Ebu Hanife (150/767), az konuşan, çok düşünen ve dünyaya kâlben çok önem vermeyen birisiydi. Kuşeyrî, Şafiî bir mutasavvıf olmasına rağmen, hem ilmi, hem de tarikatı Ebu Hanife'den aldığını söyler.(89)
İmam Malik (179/795) der ki: "İlmiyle rızay-ı ilâhîden başkasını isteyen birisi, anlamadığı şeyi sırtına yüklemekle kendine yazık etmiştir."
İmam-ı Şafi (204/820) der ki: "Kendisini kötülüklerden koruyamayana ilmi fayda vermemiştir. Fıkıhta maksat sadece rızay-ı Bâri olmalıdır. İmam-ı Şafii'nin sûfîlerin sohbetine on yıl devam ettiği rivayet edilir."(90)
İbn Hanbel (241/855) ve Süfyan-ı Sevrî (161/778) de zühd ve vera konusunda çok hassastılar.(91) İbn Hanbel'in sûfî sohbetlerine gittiği ve oğluna da tavsiye ettiği rivayet edilir.(92)
Bütün bunlar; fıkhı, Allah'a yaklaşmak için öğrenmek, kullukta ihsan sırrını yakalamaya bir basamak yapmak ve Allah ve Rasülü'nün sevgisiyle dopdolu, kâlben itminana kavuşmak için öğrenilip öğretilebileceğini ortaya koymaktadır. Ki, bu noktada aynı gayeye hizmet eden tasavvufla birleştiği açıktır. Zaten İslâmî ilimlerin birbiriyle çatışması da söz konusu olamaz.
Dipnot
1 İmam-ı Buhari, Câmiu's-Sahih, İman 1, c. 1, s. 30.
2 Konur, Himmet, "Şeriat ve Tasavvuf", İslâmiyat Dergisi, Sayı: 4, Ankara 1998, s. 119.
3 Doğrul, Ömer Rıza, Tasavvuf, İstanbul 1948, s. 68.
4 Ensari, Abdülhak, Şeriat ve Tasavvuf, çev.:Yusuf Yazar, Ankara 1991, ss. 50-51.
5 İbn Haldun, Abdurrahman, Mukaddime, çev.: Zakir Kadiri Ugan, İstanbul 1989, c. 2, s. 545.
6 Doğrul, Tasavvuf, s. 69.
7 Dağcı, Şamil, İslâm Ceza Hukukunda Şahıslara Karşı Müessir Fiiller, Ankara 1996; Şafak, Ali, Hukuk Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992, s. 136.
8 Şafak, a.g.e., s. 223; Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu, İstanbul, c. I, ss. 13-14.
9 Atar, Fahrettin, Fıkıh Usulü, İstanbul trz., s. 2.
10 Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 689-696.
11 Büyük ihtimalle nefsi terbiyede zühd ve mütevazi bir hayat yaşamak için yün ve benzeri kaba elbise giydikleri için bu isim onlara verilmiştir. Bkz.: İbn Haldun, Mukaddime, c. 2 s. 541; Doğrul, Tasavvuf, ss. 60-61; Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1990, ss. 24-27; Aynî, Mehmet Ali, İslâm Tasavvuf Tarihi, İstanbul 1985, ss.36-37.
12 Hz. Peygamber (s)'in "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." (İmam Mâlik, Muvatta, Hüsn-i Huluk, 8, s. 904) hadis-i şerifleri de bunu gösterir. Bkz.: Sunar, Cavit, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1975, s. 164; Aynî, İslâm Tasavvuf Tarihi, ss. 41-42,49 vd.
13 Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname, sadeleştiren: Turgut Ulusoy, c. 2, s. 35; İbn Haldun, Mukaddime, c. 2 s. 540-1; Burckhardt, Titus, İslâm Tasavvuf Doktrinine Giriş, çev.: Fahrettin Arslan, İstanbul 1982, s. 15 vd.; Afifi, Ebu'l-Ala, Tasavvuf, çev.: Ekrem Demirci-Abdullah Kartal, İstanbul 1997, s. 39; Kotku, M. Zahit, Tasavvufî Ahlâk, İstanbul 1975, c. 2, s. 25; Küçük, Hasan, Tarikatlar, İstanbul 1976, s. 43; Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 43.
14 Temren, Belkıs, Tasavvuf Düşüncesinde Demokrasi, Ankara 1995, s. 17.
15 Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1986, s. 2.
16 Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul 1979, ss. 13-14.
17 İbn Haldun, Abdurrahman, Şifaü's-Sail, hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul 1977, s. 237; Cürcani, Ali b. Muhammed, et-Ta'rifat, ss. 59-60.
18 Necatioğlu, Halil, "Tasavvufun Aslı", İslâm Dergisi, Aralık 1983, ss. 2-3.
19 Bakara/216.
20 Ustaosmanoğlu, Mahmut, Ruhu'l-Furkan, İstanbul 1991, c. 2, s. 529.
21 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 275.
22 Bu sebepten Bediüzzaman Said Nursi 5. Mektup'ta Nakşî tarikatının üç perdesini anlatırken, ikinci perde olarak; "Feraiz-i diniyyeye ve sünnet-i seniyyeye, tarikat perdesi altında hizmettir." diyor. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, İstanbul 1994, s. 20.
23 Tabakoğlu, Ahmet, "Tasavvuf ve İktisat", Vefatının 10. Yılı Sebebiyle M. Zahit Kotku ve Tasavvuf Sempozyumu, İstanbul 1991, s. 184.
24 Casiye/18.
25 Necatioğlu, Halil, "Şeriat ve Tarikat Üzerine", İslâm Dergisi, Eylül 1983, Sayı 1, s. 31.
Bu sözü İmam Malik'e nisbet edenler de vardır. Bkz.: Ebu Medyen, Tasavvufun İncisi, şerh: İbn Atâullah el-İskenderânî, çev.: Halit Sevimli, Konya 1974, s. 65; İnce, Ahmet, Tasavvufun Hakikatları, Bursa 1405/1984, s. 33.
26 Havva, Said, Terbiyetüne'r-Ruhîyye, Beyrut/Dimeşk 1399/1979, s. 68.
27 Aynı eser, ss. 67-70.
28 İbn Haldun, Şifaü's-Sail, s. 292.
29 Aynı eser, s. 293.
30 İbn Haldun, Şifaü's-Sail, ss. 293-294.
31 Aynı yer.
32 Aynı eser, ss. 294-295.
33 Aynı eser, ss. 295-296.
34 Kılıç, Cevdet, Muhammet İkbal (Hayatı-şahsiyeti-fikirleri), Ankara 1994, ss. 196-197.
35 İmam-ı Rabbani, Mektubat, İstanbul trz., 22. Mektup, c. 2, s. 34.
36 A.g.e., 92. Mektup, c. 2, s. 138.
37 Sühreverdî, Abdü'l-Kahir b. Abdullah, Avarifü'l-Ma'ârif, Beyrut 1403/1983, s. 57.
38 İbn Haldun, Şifaü's-Sail, ss. 241-242.
39 Ebu İshak İbrahim b. Musa b. Muhammed el-Haymi el-Ğarnati, el-Muvafakat fi-Usuli'ş-Şeria, şerh ve tahriç: Abdullah Draz, Beyrut trsz., c. 3, ss. 179-180.
40 Ustaosmanoğlu, Ruhu'l-Furkan, c. 1, ss. 94-95.
41 "Ona (Allah'a) ulaştıracak vesile arayın." (Maide/35); "Bilmiyorsanız ehl-i zikre (âlimlere) sorunuz." (Nahl/43, Enbiya/8); "Rahman'ı bilene sor." (Furkan/59); "Bana yönelen insanın yoluna uy." (Lokman/15) âyetleri de şeriatı iyi bilen bir manevî öndere (şeyh) bağlanmaya şer'i delildir. Zeki İbrahim, Muhammed, Ebcediyyetü't-Tasavvufi'l-İslâmi, s. 34; Ustaosmanoğlu, a.g.e., c. 2, s. 63.
42 Lokman/20.
43 Tûsî, Ebu Nasr Serrac, el-Lüm'a, Hazırlayan: H. Kamil Yılmaz, İstanbul 1417/1996, s. 549-550.
44 İmam-ı Rabbani, Mektubat, 15. Mektup, c. 1, s. 21; Yılmaz, Hasan Kamil, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994, s. 66.
45 İmam-ı Rabbani, a.g.e., 23. Mektup, c. 2, s. 234.
Azimetin faziletine dair âyetler vardır. Bu konuda üç örnek verebiliriz:
1- Mükrehin Allah'ı inkarına Kur'ân, takıyye yollu cevaz verirken, sabredip ölümü tercih edenlere ecr-i azim var, der.
2- Borçlunun, borcunu geciktirmesine izin vermek iyidir. Ama aynı 'deyn' âyetine göre tamamını bağışlamak daha hayırlıdır.
3- Kaza orucu için fidye verip borçtan kurtulunabilir. Ama Bakara sûresi 157. âyete göre oruç olarak kazası daha hayırlıdır.
Bu sebepten Şeyban er-Râî "Size göre beş devenin zekatı bir koyundur. Bize göre ise develerinin hepsini fukaraya vermek gerekir." der. Yine Abdülkadir Geylani ve İbn Arabi gibi tasavvuf erbabı visal orucu tutmuş, bu konudaki yasaklayıcı hadisleri de, "Biz de Rasulüllah gibi Allah katından rızıklanıyoruz." diyerek açıklamışlardır. Böylece hadisteki derin hikmeti yansıtmışlardır.
46 Konur, Şeriat ve Tasavvuf, s. 120.
47 Afifi, Tasavvuf, ss. 108-109.
48 Mutasavvıflar zühd, takva ve ihlas gibi bâtınî ahkâmı halka sunmakla, fukahanın boş bıraktığı alanı doldurmaya çalışmışlardır. Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 65.
49 Şatıbi, el-Muvafakat fi-Usuli'ş-Şeria, c.3, ss. 179-180.
50 İmam-ı Rabbani, Mektubat, 17. Mektup, c. 3, ss. 25-26; en-Nedevî, Abdülbari, Tasavvuf ve Hayat, çev.: Mustafa Ateş, İstanbul 1967, ss. 28-30.
51 Râzî, şeriatın zâhir ve bâtını olduğunu kabul eder ve Âl-i İmran suresi 164. âyeti delil gösterir. Bu âyette geçen "kitap" kelimesi şeriatın zâhirine, "hikmet" kelimesi de şeriatın bâtınına işaret eder, der. Yüce, Abdülhakim, Razi'nin Tefsirinde Tasavvuf, İzmir 1996, s. 128.
52 İbn Haldun, Şifaü's-Sail, s. 254; aynı müellif, Mukaddime, c. 2, s. 558; Doğrul, Tasavvuf, ss. 79-80; Cebecioğlu, Ethem, "Alandışı/Laymanlerin Tasavvufu Anlayamamalarının Nedenleri", İslâm, Mayıs 1997, ss. 12-16.
Ebu's-suud Efendi (982/1574) Yunus'un;
Cennet dedikleri bir ev ile birkaç huri,
İsteyene vergil anı, bana seni gerek seni.
beyti sebebiyle küfre girdiğini söylemiş ve böyle diyenlerin sarih küfürleri sebebiyle öldürülmelerini mübah görmüştür. Fakat bu, Yunus'a göre gerçek dindarlığın ifadesiydi. Konur, Tasavvuf ve Şeriat, s. 120.
53 Küçük, Tarikatlar, s. 218; Çiçek, Yakup, "Peygamberimiz Devrinde Tasavvuf", Mavera Dergisi Tasavvuf Özel Sayısı, 1984, s. 15.
54 Bu anlayışa göre; dinin zâhirî yönü, Hz. Peygamber (s)'in nübüvvet göreviyle, bâtınî yönü de velâyet göreviyle alâkalıdır. İkinci yön, dar-ı bekaya irtihallerinden sonra velilere kalmış ve tebliğ edilmeyi beklemektedir. Bu derûni yön, yazıya geçirilmemiştir, geçirilememiştir ve geçirilemez de. İbn Arabi bu velâyet yönünü, "Nebilerin teşrî dışındaki sözleri", olarak tanımlar. Konur, Şeriat ve Tasavvuf, ss. 123-125.
55 Bu noktada mutasavvıflar sürekli düz ahkâmdan bahseden fıkıhçıları beğenmese sezadır. Çünkü insanı kemalata yükseltmek bir esastır. Bu şekliyle Erol Güngör'ün mutasavvıfların fıkıhçıları beğenmediğine dair sözü, haklılık kazanır. Bkz.: Güngör, Erol,İslâm Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul 1982, s. 74.
56 Doğrul, Tasavvuf, s. 70.
57 Nedevi, Tasavvuf ve Hayat, s. 41; Yılmaz, Tasavvuf, ss. 66-67.
58 Kehf/28.
59 Tûsî, El-Lüm'a, ss. 19-20.
60 Afifi, Tasavvuf, ss. 113-114.
61 Aynı eser, s. 105; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 671.
62 Rağıb el-Isfehani, el-Müfredat, tahkik: Safvan Adnan Davudi, Dimeşk/Beyrut 1412/1992, s. 450.
63 Cürcanî, Ta'rifat, s.141; Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, mektup no: 28, s. 426; Küçük, Tarikatlar, s. 62; Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, ss. 359-360.
64 İbn Haldun, Şifaü's-Sail, s. 344.
Tasavvuf tarihinde akıl ile keşf arasında uzlaşma arayışlarının tezahürlerine de rastlanmaktadır. Nakle göre, aklı ön plânda tutan İbn Sina ile sûfî Ebu Said bir odaya çekilerek üç gün üst üste çeşitli konuları görüşür ve tartışırlar. Toplantıdan çıkan Ebu Said'e, İbn Sina'yı nasıl bulduğu sorulunca, "Benim gördüğümü o biliyor." der. İbn Sina'ya, Ebu Said sorulunca, "Benim bildiğimi o görüyor." diye cevap verir. Konur, Şeriat ve Tasavvuf, s. 126.
65 Konur, a.g.e., s. 123.
66 İbn Haldun, Şifaü's-Sail, s. 338.
67 Afifi, Tasavvuf, s. 105.
68 En-Nedevi, Tasavvuf ve Hayat, ss. 215-216.
69 Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985, s. 305.
70 Ayni, İslâm Tasavvuf Tarihi, s. 168.
71 Sezgin, Abdülkadir, Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik, İstanbul 1998, ss. 70, 144-145; Oğuz, Muhammed İhsan, Kastamonu 1976, ss. 188-193.
72 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, ss. 486-487.
73 İmam-ı Rabbani, Mektubat, c. 1, s. 58; yine bkz.: Ensari, Abdü'l-Hak, Şeriat ve Tasavvuf, çev.: Yusuf Yazar, Ankara 1991, s. 122.
74 İmam-ı Rabbani, a.g.e., c. 1, ss. 20-21.
75 Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1979, c. 5, s. 3271.
76 el-Kuşeyri, Ebu'l-Kasım Abdü'l-Kerim, er-Risâle, thk.: Abdü'l-Halim Mahmud-Mahmud b.eş-Şerif, Kahire 1972, c. 1, s. 261. Bu noktada Razi biraz farklı düşünür. "Ve iyyake nesteîn" in tarikatı ifade ettiğini, zira gayb âlemine giren salikin her şeyi Allah'ın kudretinde görüp O'ndan medet isteyeceğini, söyler. Ki, bu noktada hakikate intikal ederek "İhdine's-Sırata'l-Müstekim" diyeceği kanaatindedir. Yüce, Razi'nin Tefsirinde Tasavvuf, s. 127; Arvasi, Abdülhakim, Tasavvuf Bahçesi, sad.: Necip Fazıl, İstanbul 1996, ss. 63-64.
77 İmam-ı Rabbânî, Mektubat, c. 1, s. 50.
78 Bu söz "Yer ve göklerin mirası Allah'ındır." âyet-i kerimesindeki vahdeti anlatmak için kullanılır. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 671.
79 Aynı eser, ss. 687-688.
80 Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, (29), ss. 434-435.
Bu sebepten Cenab-ı Allah Taha suresinde namazı kendine ulaştırıcı bir sebep olarak görüyor ve "Beni anmak için namaz kıl" buyuruyor. Bu gerçeğe sûfîler "Allah'ı anmak her şeyden büyüktür" âyetini de eklemiş, gece murakabe ve zikrine çok önem vermişlerdir. Ve "Zikir namazda, namaz zikirde" gibi bir kolerasyon oluşmuştur.
81 El-Muhasibi, Ebu Abdillah el-Haris b. Esed, er-Riaye, çev.: Abdülhakim Yüce, İzmir 1997, s. 449 vd.
82 Fatır/28.
83 Buhari, Sahih, İlim 10, c. 1, s. 25.
84 Tevbe/122.
85 Tusi, el-Lüm'a, s. 19.
86-Muhasibi, er-Riaye, ss. 451-452.
87 Muhasibi, er-Riâye, ss. 449-453.
88 Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, s. 79.
89 İnce, Ahmet, Tasavvufun Hakikatleri, s. 32.
90 Aynı eser, s. 34.
91 Gazzâli, İhya, c. 1, ss. 28 vd.
92 İnce, a.g.e., ss. 34-35.

 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
ALİMLERİN GÖRÜŞÜYLE TASAVVUF - Mevlana Celaleddin Rumi Hz. "Fihi Ma Fih'den" kısa kısa:

1- Güneş, taşları lâl, yakut, inci, mercan haline getirir; dağları bakır, altın, gümüş madeni yapar; toprakları yeşertir, tazeleştirir; ağaçlara çeşit-çeşit meyveler bağışlar. Onun işi, sanatı vermektir, bağışlamaktır.

2- Cenab-ı Hak buyurdu: “Korkuya düşünce benden umut kesmeyin ki sizi bu korkudan kurtarmaya, emin etmeye gücüm yeter.”

3- Peygamber Efendimiz buyurdu: “Canımın ta içinde gizli bir kulağım vardır, kim şüphe ve kâfirlik zünnârını koparırsa o gizli kulakla o koparma sesini duyarım, can kulağıma gelir.

4- Suçta da umut kesme O’ndan; yalvar-yakar, o ibadetten suçu meydana getirenin, şu suçtan bir ibadet meydana getirmeye de gücü yeter. Sana bundan bir pişmanlık verir önüne sebepler çıkarır..

5- Bize her şeyi, nasılsa öyle göster de tuzağa düşmeyelim, biteviye yol azıtmayalım. Peygamber o kadar keskin, o kadar aydın, o kadar aydınlatıcı görüşüyle gene de "Her şey nasılsa öyle göster bana" der miydi?

6- Birisi yüz binlerce mucize görse, söz duysa, kerametler seyretse kendisinde o peygamberle yahut o erenle bir can bağdaşması yoksa fayda etmez.

7- Her şeyin hayali, insanı o şeye çeker. Bağ-bahçe hayali, insanı bağa-bahçeye çeker, dükkân hayali dükkâna. (Rabıtanın izahıdır)

8- Tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, kalya isterim, meyve isterim, hurma isterim; İstek, sayı gösterir, sayıyı dile getirir amma temeli birdir, temeli açlıktır, o da birdir.. Erene bir derler, şu çokluk halkaysa yüz derler, bin derler..

9- Doğruluk, Musa'nın sopasına benzer, o eğrilikler ise büyüler gibidir. Doğruluk geldi mi hepsini yer gider.

10- Kötülük ettiysen kendine ettin.

11- Allah, madem ki bir hayırlı işe meyil vermiş, ona aşırı rağbet göstermeniz Allah yardımına mazhar oluşunuza delildir. Fakat bu meyilde bir gevşeklik, bir usanç hâsıl oldu mu bu, Allah yardımından mahrum oluşunuza delildir.

12- Şeyh, bizden-benden geçmiştir, onun, o oluşu yok olmuş-gitmiştir; varlığı kalmamıştır; Allah ışığında helâk olmuştur; "ölmeden önce ölün" sırrına ermiştir. Artık o Allah ışığı haline gelmiştir. Kim Allah ışığından yüz çevirir de yüzünü duvara tutarsa kesin olarak kıbleyi arkasına almıştır; çünkü o şeyh, kıblenin de canı kesilmiştir.

13- Peygamberimiz buyurdu: “Her vakit kendini çaresiz görürsen iyidir. Çünkü senin gücünün- kuvvetinin üstünde bir güç-kuvvet var ve sen, her halde Hakka karşı yok olmuş-gitmişsin. Onun gücünü-kuvvetini gör de kendini her zaman çaresiz, elsiz-ayaksız, bunalmış yoksul olmuş bil.”

14- Allah, bir kulu seçti de kendisinden geçirdi mi, kim onun eteğini tutarsa, kim ondan muhtaç olduğu bir şeyi isterse, o ulu kişi, Allah katında onu anmasa, istemese de Hak, o istekleri ziyadesiyle yerine getirir.

15- insan dünyaya bir tek iş için gelmiştir, maksat odur. Onu başarmadı mı, hiçbir iş başarmamış demektir. İsterse diğer bütün işleri yapmış olsun.. O işi de gördü mü, onda ne zalimlik kalıyor, ne bilgisizlik.

16- Sonucu şu beden, atındır senin, bu dünya da o atın ahırı. Atın gıdası, ata binene gıda olamaz; onun da kendisine göre gizli bir uykusu, gizli bir gıdası, gizli bir beslenmesi var.

17- Mecnun, Leylâ'nın bulunduğu yere giderken aklı başında olunca deveyi Leyla’nın köyüne doğru sürerdi. Fakat bir soluk da Leylâ'ya daldı mı kendisini de unuturdu, deveyi de. Devenin de arkadaki köyde bir köşesi vardı. Fırsat buldu mu geri dönerdi. Mecnun kendine geldi mi bir de bakar, görürdü ki iki günlük yolu gerisin geriye dönmüş. Böylece üç ay yollarda kaldı da “bu deve, başıma belâ oldu” diye bağırıp deveden yere atladı, yaya olarak yürümeye koyuldu.

18- Birisi kuşların ötüşünü taklit eder, onlar gibi öter, fakat kuş değildir, kuşların düşmanıdır, avcısıdır o. Öter, şakır; maksadı, kuşların kendisini kuş sanmalarını sağlamaktır.

19- Özsüz beden, nasıl bir işe yaramazsa bedensiz öz de bir işe yaramaz. Hani tohumu, kabuksuz olarak yere ekersen baş vermez, tutmaz; fakat kabuğuyla ekersen tutar, büyük bir ağaç olur.

20- İnsana yolu gösteren derttir, hem de her işte.

Meryem de doğum ağrısı başlamadan baht ağacının yanına gitmedi. "Doğum ağrısı, onu hurma ağacının dibine sevk etti." Onu, ağaca götüren o dertti de kuru ağaç meyve verdi. Beden Meryem'e benzer. Her birimizin bir Îsâ'sı var. Bizde dert meydana gelirse Îsâ'mız doğar; fakat dert olmazsa Îsâ, geldiği o gizli yoldan gider, gene aslına kavuşur; ancak biz mahrum kalırız; faydalanamayız ondan.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Maraş Göksunlu Şeyh Hakkı Efendi buyurmuşlar:

" ... Şeriat, tarikat, hakikat. Şeriatın gemi gibi, tarikatın deniz gibi, hakikatın inci gibi olduğu söylenir. İnci isteyen gemiye biner ve denize açılır ve inciye ulaşır. Bu tertibi terk eden inciye ulaşamaz."

(Müridlerinden nakildir)
 

Ahi Evran

Profesör
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
1,695
Tepkime puanı
14
Puanları
38
Yaş
45
İmamı Pezdevi: " Şeriat hakikattir.Hakikat şeriattan başka değildir. Bazı sofilerin ve zikir ehlinin görüşü ise; hakikat, şeriattan ayrı ve başkadır. Bu görüşü benimseyenler evliyayı, enbiyadan üstün kabul edenlerdir. Bunlar: "Peygamberler şeriat ile, veliler hakikat ile amel eder" diyenlerdir. "Şeriat elli dirhemden sadaka vermeyi icabettirir, hakikat ise hepsinin tasadduk edilmesini gerektirir" derler. Bunlara "evliyacılar" adı verilmiştir. Sapık bid'atçilerdir. Bunlar Allahu Teala (cc)'nın kitabına ve ResuI-i Ekrem (sav)'in sünnetine muhalefet ederler. Batın, gizli ilim iddiasında bulunurlar. Bu kişiler karamıta mezhebine mensupturlar. Gerçek şudur: “Bütün hakikatlerin aslı şeriattır” (İmam Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi)
 
Üst