D/okunası Yazılar (Umutsuzluk ölüler içindir)

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
BANA ABİ DEMESEN!!


25914.jpg

İki hayatı mı var sanatçılarımızın?
Öncü ve özgün sanat adamı Ömer Karaoğlu, sanat algımızı "darağacındakini görmezden gelmenin vebali" metaforuyla kaleme aldı.



“Allah insanın içine iki kalp koymamıştır” (Ahzab suresi, ayet:4)

İnsan nasıl başıboş yaratılmamışsa aziz okuyucu, onun sanatı da yaratıcıdan ayrı ve O’na karşı sorumsuz olmak gibi bir kudreti haiz değil. Öyleyse sesi ve nefesi, eli ve parmakları lutfedenden bağımsız müzik yapmanın imkânı yok. Yaptığı müziği dinleyen kulakların ve beğenen ruhların gerçek sahibi dururken “beni sizler var ettiniz” yalakalığının da bir kıymet-i harbiyesi yok aslında. Dünya hayatı ve ötesi ne ifade ediyorsa insan için, hem sanatçı hem de eseri o anlam dairesinde karşılık bulur. Merhum Zarifoğlu’na ait duyduğum “Söyleyin iki hayatınız mı olacak? Birinde inancınızı fiilen yaşarken, ötekiyle sanat mı yapacaksınız?” ifadesi meseleyi anlatmaya kâfi. İnanan insan için hayatını çevreleyen sınırlar, sanatı da çevreler. Meşruiyetin çerçevesi sanata torpil geçmez.

İnsan gibi sanat da acz içinde
Birileri “çirkin de sanat ve estetiğin konusudur”dan kalkıp “sanat için soyunulur”a varan farklı sonuçlara yol bulabilirken inanan insanın kutsalları, sanat ve sanatçı algısının şekillenmesine kılavuzluk etmeye devam eder. İnsan acz (kusur ve eksiklik) ile malul ise eğer, eseri de bundan farklı olmamalı. Batı kaynaklı “yarı tanrısal” sanat ve sanatçı miti bize yabancı. Bizim memlekette de sıkça rastlanan, sahnede veya ekranlarda görünen adama yaka bağır parçalamak, ona bir kerecik dokunmak gibi garip sevgi gösterileri hep bu çarpık algıların ürünü.
Bir büyük endüstrinin gereği üzere çuvallarla para harcanarak medya plan ve stratejileri yoluyla pazarlama konusu yapılan “star”lar ve eserleri sanattan çok birer piyasa metaı görünümündedir. Sanatın ve özelde müziğin eğlendirici fonksiyonu ölçüsüzce kışkırtılırken onun toplumsal içeriği tümüyle boşaltılır. Gününü gün etmeye çağrılan genç kitle, yüksek frekanslı müziğin çılgın ritimleri altında ülkesinde ve dünyada olan bitene sağırlaştırılır. Popülerlik, değerin terazisidir artık. Medya-magazin dünyası peşine düştüyse “mühim”sin demektir.

Bu işte kim haklı?
Din-sanat, ideoloji-sanat ilişkileri bağlamında pek çok şey söylenmiş ve yazılmış, inanç veya ideolojilerin tarih boyunca doğuda ve batıda sanatla/sanatçıyla irtibatı tartışılmıştır. Bir de kutsallarını sanata taşımaya çalışan, yaşadığı zamana ve mekâna dair itirazlarını, inandığı değerleri, ses, söz, alet, renk ve ahenkle buluşturmak isteyenler olagelmiştir. Sanatın değerlerin hizmetine koşulmasında değerlerden sanata veya sanattan değerlere yönelen eleştirileri sıklıkla duyarız. Bizde İslami hassasiyetlerin yönlendirdiği bir kısım müzik çalışmaları estetik düzeyleri bakımından (bazen maalesef haklı gerekçelerle) eleştirildi. Bu hassasiyetleri önceleyen insanlar ise mevcut popüler müzik piyasasının ifsad ediciliğinden yakınıyordu.

Biz de deriz ki,

Sanatçının inançlarıyla ilişkisi verimli ve üretken olmalı. Slogan dilini aşan, emeksizliğe ve niteliksizliğe prim vermeyen, biçim ve içerik arasındaki irtibatı gözetirken estetiği içerik adına örselemeyen bir yönelime ihtiyacımız var. Şekillere teslim olan, bilinçlendirme adına insanın kulağına, gözüne ve gönlüne eziyet edene sanat demek zor. Toplumsal anlam veya bir siyasal temayı eserin dokusunda eritmek yerine onun önüne geçirmek, o işi sanat eseri olmaktan uzaklaştırır.
Öte yandan tüm boyutlarıyla hayatın ve düşüncenin sanatın hammaddesi olduğu gerçeğini görmezden gelen, güya “değer ve ideolojilerden arı bir sanat” anlayışını savunarak farkında olsa da olmasa da kurulu düzenlere sadakate ve mevcut çarpıklıklar karşısında sanatçıyı dilsizleştirmeye çağıranlara ne demeli!... Bir ara okumuştum, sanırım bir Fransız ressamın “sanat için sanat”ı resmeden tablosundan söz ediliyor ve durum şöyle anlatılıyordu; adamın biri ağaçtaki ipte, asılmış vaziyette sallanıyor. Ressam tuvali önünde, cesedi görmesine rağmen manzara tuvale şöyle yansıyor: “bir saksı çiçek ve elmalar!”
Darağacındaki adamı görmezden gelmek gibi bir lüksü olmamalı “sanatçı”nın (sanatçı tırnak içinde yazılmış olmalı).
Sanatçının toplumuna ve insanlığına yabancılaşmaması, hele ki egosunun esiri olmaması umulur.
Yeri gelmişken alkışın ve beğeni tezahüratlarının insanı sarsmaması için sağlam bir sığınağa ihtiyacı var. Had bilen bir “marifet” ve ölçülü bir “iltifat”tan yana olmak sağlıklı olanı. Bana sorarsanız en az alkış kadar “dua”ya ihtiyacı var sahnedekilerin…

Diyalog:
-abi herkes sana ulaşamamalı
-neden?
-sen sanatçısın abi
-doğru galiba
-iyi bir klip
-eee
-yeni bir imaj
-okey
-ver elini müzik sosyetesi ver elini şöhret…
-tamam ulan
-tabi o zaman bizi tanımazsın abi
-bana abi demesen!
-!!!

Ömer Karaoğlu yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
BİR BEDENDE 3 HAYAT VAR


25982.jpg

Marangozluğa layık görüldü!
İncinmiş bir çölde Hazreti Bilal’in “ehad” sesleri ve yerde henüz üzgün bir kum tanesi; Hacc Malik el-Şahbaz.



Malcolm Little, Malcolm X, Hacı Malik el-Şahbaz aynı bedene sığmış üç farklı hayat. Yenilgiyi baştan kabul etmiş Hıristiyan Babtist bir baba ve dünyaya bıraktığı son resim: Bir eş, sekiz çocuk ve paramparça edilmiş bir beden. Evleri yakıldığında dört yaşında bir çift göz, kırmızı alevler, beyaz adamlar ve gece rengi ses. Malcolm renklerin dilini ilk o gün öğrendi aklını hayata rehin bırakmış bir anne ve devletin “şefkat” eliyle dağıttığı kardeşler damarlarındaki isyanı ateşledi. Bir çocuğun ömrünce her gün süt içip çikolataya el sürmemesi mücadelesinin belki de ilk hareketiydi.
Avukatlık yerine marangozluk
Kimliğini derisinin renginde taşıması bile okulda birinci olmasını engelleyemedi ama en hakikatli tokatlarından birini o zaman yedi “Avukat olmak mı? Biraz gerçekçi ol Malcolm sen bir zencisin. Neden marangoz olmayı denemiyorsun?”. Bu sözler öğretmenine aitti.
Harlem’in kirli sokakları esrar, eroin, içki, kumar ve bir serseri; Malcolm Little. Tüm bu sebeplerin kaçınılmaz sonu; Hapishane ya da Medrese-i Yusufiye. Günlük beş saat uyku sonra okumak, okumak ve okumak. Kardeşleriyle gelen hidayet. Yeni kimliği bilinmezliğin işaretçisi; Malcolm X
“Beyaz Adam” a olan öfkesi Elijah’a (İsmi Nebi Muhammed burada kullanılmamalı) tabi oluşu on binleri sıkılmış bir yumruk gibi toplayışı, fotoğraflara sığmayıp Tom Amcanın, Sam Amcanın gözüne soktuğu şehadet parmağı. Negro Devrimi hayali ve bir nevi ırkçılık.
Malcolm bu öfke içinde dahi saldırgan bir tavır yerine dirayeti, kudreti ve sarsılmaz bir savunma stratejisini ön görür. ‘Beyaz Adam’ın siyahlara reva gördüklerini Ebu Cehil duysa öyle zannediyorum hasedinden ağlardı.
2857.jpg
Ve Hacc: Artık ırkçı değil

Malcolm’un üçüncü ve en güzel hayatı, miracı. Hakkı ve hakikati görmesi, kavraması ruhunu aydınlatması.
O artık ırkçı bir adam değildi o artık Elijah’ın adamı da değildi çünkü Hacc’da beyazdan daha beyaz adamlarla yemek yedi, tavaf etti gülümseyen gönüllerine dokundu. İslam’ın hiçbir renk tanımayan bir güneş olduğunu Müslümanlığın kardeşlik için yeter de artar bir nefes oluşunu soludu.
O artık Peygamber Efendimizle kölelikten insanlığa erişen, üstünlük ancak takva iledir sırrına eren Bilal-i Habeşi’nin iz düşümüydü.
Ve yine bir gün yine konuşurken yine şehadet parmağını ileri dikmiş eşitlik isterken on altı kurşunla Hakk’a yürüdü.
Onu daha da yücelten dört çocuğundan gayrı tek kuruş miras bırakmadan kırk yaşında bu dünyadan göçüşüydü.


Bedrettin Kara hatırlattı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
TAA ESKİDEN YONTULDUK!


26127.jpg

Kapitalist amentü o çizgi filmdeydi
Televizyonda her gün izlediğimiz, çocuklarımıza vakit geçirsin diye izlettiğimiz Amerikan işi çizgi filmlerin dedelerinden o...



Okul öncesi ve ilkokul dönemlerinde izlediğim bir çizgi filmi hatırladım. Sonradan herkese hitap edip izlenilmesi için sinema filmi de çekildi. Çizgi filmin adı; Richie Rich. Modern hayatın yansımalarına baktığımda bu alelade (!) çizgi filmden ne kadar da başarılı bir sonuç elde ettiğine tanıklık ediyorum. Richie Rich’e yeni nesil kardeş ve çocuklarımız pek âşina değil; çünkü onlar; Pokemon, Ben Ten, Bakugan gibi çizgi filmleri izleyip yepyeni düzenin dayattığı savaş, dövüş ve mücadelenin tekniklerini öğrenmekle yükümlüler.
26128.jpg
Ne kadar tüketim o kadar ahlak

Bizim dönemin kahramanı Richie’ye gelince… İnsanlığa ve medeniyete kapitalizmin güzel yüzünü tanıttığı için kendisine ne kadar teşekkür etsek azdır... Ahlaki ve erdemli olmanın koşulunun çok tüketmekten, debdebeli bir hayat yaşamaktan geçtiğini ondan öğrendik. Sıradan insanların arasında yaşayıp onlardan zarar görmemek için mümkünse yüksek duvarları olan dört bir yanı güvenlik kameralarıyla donatılmış ve en ufak tehlike anında da muazzam güvenlik önlemleriyle bertaraf edilen evler inşa edilmesi gerektiğini fark ettik. 11 Eylül saldırıları da en ufak dalgınlık (!) sonucunda bir rüyanın( American Dream) öcüler tarafından nasıl istila edildiğini gösterdi. Kısacası Richie’nin kaldığı mâlikâne ideal bir dünya ve Amerika’yı bizlere tanıtarak zamanında ulvi bir görev üstlendi.
Ayrıca, sıradan ve GSMH’nin oranını düşüren Güzel Gloria bile kendi seviyesinde olan onca insan dururken esas oğlan Richie'ye aşık olması gerektiğini öğrendi; çünkü etrafındaki avam erkekler istediği zaman istediği şeyi alamayacak ve onu mutlu edemeyecekti. Onların görgüsüz, medeniyetten uzak tavırları, çatalı sol elle kullanma konusundaki eksiklikleri Gloria’yı üzebilir.
26129.jpg
Halkın değeri ne kadar?

Aslına bakarsanız geriye kalan halk yığınlarının kapitalist kahramanımızın köpeği (Dolar) kadar bile bir kıymeti yoktur. Onca insan açlıktan, yokluktan kıvranırken onları düşünüp üzülmektense bir köpeği sahiplenip ona insanca bir hayat bahşederek vicdan azabından kurtulmanız mümkündür. Bir de dışarıdaki aç insanların nankörlük etme riskine karşın sadık köpekler bulup önüne atacağınız kemikle size minnet duymasını sağlayabilirsiniz. O da yetmedi siz önemli işler peşindeyken muazzam servetinizden ufak kırıntılarla tuttuğunuz uşaklar sizin yerinize günlük sıradan işlerle uğraşıp size vakit kazandırabilir.
Ayrıca başınız sıkıştığında (haşa) Allah'a gerek yok. Dünyanın neresindeolursanız olun Irona (Ayronaaa demek hep hoşuma gitmiştir nedense) bir nefes kadar yakın... Canınız sıkılıp dünyanın dört bir yanına huzur götürmek istediğinizde işler ters gittiği anda bir basımlık düğme uzaklığında olan robotlar üretebilirsiniz. Kim bilir, eşref-i mahlukat eseri olan Irona hayatta olsaydı bugünkü Tomahawk ve Cruise kardeşlerini görseydi nerden nereye deyip oturup sevinçten ağlardı belki de… Sahi ya şimdi aklıma geldi; o bir robottu ve kalbi yoktu…


Nurullah Demir dikkat çekti
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
SURİYE’DE BİR MUHALİF


26305.jpg

Mücadele ölümle dahi bitmez!
Suriye’deydim. İsyan ateşi henüz Suriye sokaklarını ateşe ve kana boğmazken, eski bir direnişçiyi, İbn-i Teymiye’yi ziyaret etmiştim.



3 Mart 2011
Suriye’de isyanın ve Baas katliamının başlamasından yaklaşık on gün önce, başkent Şam sokaklarında ilerliyoruz. “Halk Beşşar’ı seviyor” kara kampanyasının aksine, yılların getirdiği öfkeyi içinde tutan Suriyeliler, kentin hemen hemen her yerinde Libya’daki çatışmaları takip ediyorlar. Yanından geçtiğimiz her dükkânda yorumsuz ve sessiz bir şekilde haber kanallarını takip eden insanlar, sanki birbirleriyle anlaşmış gibi bir tavır içerisindeler. Mısır’da, Tunus’ta, Yemen’de ve Bahreyn’de milyonlarca kişinin sokaklarda sabahlamasına tanık olan insanlar, her an yanlarında bir muhaberat elemanı olabileceği ihtimaliyle, birkaç cümleyle ve imalı gülümsemelerle sözlerini kesiyorlar.
26302.jpg
Şam'ın arka sokakları Şam’ın yer yer iki metre genişliğe kadar düşen varoş sokaklarında yürüyoruz. İlgili ilgisiz her yerde Hafız Esad ve çocuklarının tuhaf portreleri karşımızda. Bir yerde takım elbisesiyle selam veren Beşşar Esad, beş metre ileride askeri üniforması ve güneş gözlükleriyle meydan okuyor. İş yerlerine Esad ailesinin portrelerini asanlardan birçoğunun, ertesi gün rejim düşmanı olarak hesap vermemek için böyle bir önlem almak zorunda kaldığını öğreniyoruz.
İstikametimiz, vefatının üzerinden yaklaşık yedi yüz sene geçmesine rağmen, Baas diktatörlüğü tarafından rejim muhalifi olarak görülen mücadele insanı merhum İbn-i Teymiyye’nin kabri. Şam’ın merkezine doğru ilerlerken, bir gün öncesinde, itimat ettiğimiz bir dostumuzdan aldığımız adresi bulmaya çalışıyoruz. Zira ziyaretin yasak olduğu mezarın yerini herkese sormamamız gerektiğini iyi biliyoruz.
26304.jpg
İbn-i Teymiyye, Şam'daki Kabri Çağları aşan bir mücadele
Şeyh-ül İslam İbn-i Teymiyye, hicri 661 yılında bugünkü Suriye topraklarında doğan, fiilî ve fikrî bir savaşın ardından hicri 728 yılında (miladi 1328) Şam’da cezaevinde vefat eden bir fakih ve muhaddis. İlmi çalışmalarının yanında, Moğol istilası karşısında aktif biçimde rol almış, savaşmış ve halkı ısrarla savaşa davet etmiş âlim bir kişi. Müslüman toplumun çok çeşitli kesimlerinden hem övgü hem de ağır ithamlar alan, ancak çizgisini Kur’an ve Sünnet olarak belirleyen, eserleri Türkçe dâhil birçok dile çevrilerek, kendisinden yedi yüz sene sonra dahi okunan, okutulan, tartışılan bir önder. Dolayısıyla kendisinden sonraya ışık tutan her önder gibi, bu dünyadan ayrılalı ne kadar zaman olursa olsun hala zorba rejimlerin muhatap aldığı diri bir muhalif, etkin bir direnişçi.
26303.jpg
İbn-i Teymiyye, Şam'daki Kabri Bir kabir ve zulmün fotoğrafı
Kabrin bulunduğu yere Şam Üniversitesi’nin bahçesinden geçerek girmek zorundayız. Üniversitenin kapısındaki görevliyi atlatmak, içeriye girmenin birinci şartı. Kafasındaki şapkayı burnuna kadar indiren ilgisiz tavırlar içindeki görevli, bizi Arap zannediyor. Tek kelime etmeden ve göz göze gelmeden kapıdan girip, ağaçların arasından kimseye fark ettirmeden kayboluyoruz. Yürüdüğümüz çöplüğü andıran yer, giderek daha da kötü bir hale dönüyor. İnşaat kalıntıları ve paslı demirler üzerinden güçlükle yürüyoruz. Nihayet kabir karşımızda duruyor. İlk anda yaşadığımız şaşkınlık, gerçekten tarif edilmesi mümkün olmayan türden. Fikirleri, asırları aşan İbn-i Teymiyye’nin kabri; tek başına, adeta bir çöplüğün içinde, tahrip edilmiş ve tecrit edilmiş bir şekilde karşımızda. Önceden bilgi edinmemiş birinin buranın bir mezar olduğu hakkında fikir yürütmesinin bir hayli zor olacağı açıkça ortada. Daha uzun kalamayacağımızı anladığımız bu ıssız yerde, son bir hamleyle fotoğraf makinemize el atıp “zulmün fotoğrafını” çekiyoruz. Kapıdaki görevlinin, dönüşte daha dikkatli bir şekilde süzgecinden geçerek ayrılıyoruz. Burayı bizim gibi gizlice ve heyecanla ziyaret edenlerin dillerine doladığı “merhum zaten kabir ziyaretlerini hoş görmezdi” nüktesi, tanık olduğumuz zorbalığın şaşkınlığını gidermeye yetmiyor.
Sükûtları anlamlı
Dönüş yolunda zulüm ile abad olanların sonunu düşünüyoruz. Haber kanallarının evlerden ve kahvelerden yükselen hararetli sesi ve Suriyelilerin anlamlı sükûtu çok şeyi ifade ediyor. O an için algılayamasak da devrime beş kala bir vakitteyiz. Mezardaki ölülere rejim muhalifi gözüyle bakan Baas diktatörlüğünün, Hama’da katlettiği insanları, yıllarca haber alınamayan suçsuzları, altmış yıldır hâlâ mülteci kamplarında yaşayan Filistinlileri, ne mülteci ne sığınmacı ne de vatandaş olarak kabul edilen ve bir kimlik kartından bile yoksun olan Kürtleri düşündükçe her şeyi yerli yerine oturtabiliyoruz. Bugünlerde ise, her an yeni katliam haberleri aldığımız Der’a’da, Humus’ta, Banyas’ta, ölüm gerçeğine rağmen sokaklardan çekilmeyen gençlerin, mücadelenin ölümle bile bitmediğinin bilincinde olduğunu anlıyoruz.


Hüseyin Buladı gördüklerine üzülerek yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
OPERASYONUN ADI GERONİMO


26260.jpg

Geronimo'nun şiiri yazıldı!
Ladin'in katledilme operasyonuna “Geronimo” verilmesine ilk tepki Cumali Ünaldı Hasannebioğlu'ndan bir şiirle geldi.



Üsame Bin Ladin’in öldürülmesiyle sonuçlandığı iddia edilen ‘operasyon’ sonrasında ortalığa saçılan bilgiler arasında biri vardı ki çok dikkat çekiciydi. CIA, Bin Ladin’i “Geronimo” kod adıyla işaretlemişti. Ballandıra ballandıra anlattıkları ve medyaya servis ettikleri ‘operasyon’ detaylarından öğrendiğimize göre, Bin Ladin öldürüldüğünde Amerikan askerlerinden biri merkeze “Geronimo öldü” mesajı göndermiş. Kurgu müthiş, sahne harika, oyuncular yetenekli.
26261.jpg
Geronimo: Ben, Sen, O!

Belli ki Amerika’nın Geronimo’ya kini dinmemiş, aksine bu simge ismi düşmanlarına verdiği bir kod ad olarak bâki kılıyor. Üsame Bin Ladin’e verilen “Geronimo” kod adı, Bin Ladin’e en uzak görüşteki bir mazlumu/mustazafı dahi onun safında gösteren bir isimlendirme. Geronimo’ysa adınız, sizin safınızda bir saniyeliğine de olsa durur mücadelesi gaspedilmiş bir insan. Büyük anlatıların ve planların adamı olmayan herkes o safta birleşir, o adın etrafına toplanabilir. ABD, bu kodlama marifetiyle karşısına aldığı tarafları bir kez daha konumlandırmış oldu.
Şiirin adı: Geronimo Ölürken!
Bu detay önce dünya basınında, sonra da oradan tercüme manşetlerle Türkiye’deki çoğu gazetede sitayişle veya tarafsız görünme perdesinin ardından selamlansa da çoklukla, bu simgesel ve merkezî duruma işaret eden yazarlar, şairler olacağı tahmini zor bir durum değil. Bunlardan ilkinin haberi ulaştı bile. Cumali Ü. Hasannebioğlu bütün bu kindarlığı anlatan bir şiir yazdı: “Geronimo Ölürken”. Habil’i, Malcolm X’i, Hz. Yahya’yı, Barbaros Hayreddin Paşa’yı, kod adı “Geronimo” olan bütün beşeriyeti aynı safta birleştiren “kara ve muhalif” bir şiir. Sıradaki seslenişleri bekliyoruz.


M. Fatih Kutan haberdâr etti
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
GÜLMEKTEN BİR HAL OLDUM!


Yayın yönetmeni de insan, kardeşim!
Titizlik yorucudur, ortaya güzel ürünler, eserler çıkar belki ama bu arada birilerinin canı çıkar...



Geceleyin iki otuzda artık yeter dedim, şimdi gidip uyuyayım yarın erkenden kalkarsam devam ederim deyip bilgisayarı kapattım. Elimde, okumam için bir önceki hafta Pazar günü takdim edilmiş Jan Devrimin “Sakin Bir Gün İçin” adlı öykü dosyası vardı. Birkaç sebepten dolayı hafta içinde bakamaz olmuştum. Evin hanımının hastalığı, doktora gidip gelmeler, bu arada benim tembelliğim fala böyle sebeplerle bakamamıştım. Eh öykücü sağ olsun dosya yayına girmeden görmemizi istemiş, okumamızı murad etmiş artık titizlikle okuyup varsa tashihlerini dahi yapıp iade etmek lazım gelir değil mi ama…
Evet, okumalarımı kalkar kalkmaz yapmak için sandalyeme oturdum. Kahvaltını yapsaydın, diye pencerenin önünden mülayim ve sevecen bir ses duydum ama dönüp bakmadım. Sonra, dedim önüme bakarak.
Kırk beşinci sayfada kalmıştım geceleyin.
“Resim” adlı öyküde...
Nihayet okumaları, tashihleri bitirip mail adresine gönderdim. Tabii bir de not yazdım. Çünkü bazı kelimeler eklemiş çok az da olsa bazı kelimeleri çıkarmıştım. Bu tarz öykücü ile aramızda kötü olarak algılanmayan normal bir güvene ve samimiyete dayanan bir durumdan kaynaklanıyor tabii.
Rahatladım iletiniz adresine ulaşmıştır ibaresi karşıma çıkınca. Bir de ilk defa bir derginin yeni çıkan sayısında yayınlanan bana gönderilmiş ve tashih ile redakte edilmiş öyküyü yazarına göndermediğimi hatırlamış oldum o arada. Haydi, onu da gönder de rahat et dedi içimdeki ses.
Bir zamanlar kalem defter var idi.
Evet, hakikaten insan rahatlıyor. Böyle üzerinizde bir ağırlık varmış ve o ağırlık üzerinizden kalkıp gitmiş gibi oluyorsunuz bu işlemler bittikten sonra. Buna da herhalde sanal bir ağırlık dememiz icap ediyor. Dijital ortamın dünyası bambaşka oluyor haliyle. Bilhassa bizim gibi artık yaşını başını almış yazmayı beyaz kâğıt üzerinde kalem oynatmak olarak anlayan nesil için evet çok sanal bir dünya.
İşimi bitirince maillerime bakayım dedim. Kızım bir mail göndermiş tiroid hastalığı hakkında. Tiroidin yaptığı tahribatları anlatmış doktorlar yazıda. Kızımın annesi o hastalıktan da muzdarip olduğu için bütün ailenin alakadar olduğu bir konu böyle yazılar ve haberler. Baktım yazıdan yararlanacak öğeleri bir göz atımından sonra ileri bir zaman dilimine gönderdim. Cumali Ünaldı maili var “Geronimo’nun şiiri yazıldı” diye bir ileti ve link işareti. Hemen baktım tabi. İşaret edilen linke girdim şiiri okudum.
“Geronimo Ölürken” şiir uzun… Şairimiz döktürmüş maşallah. “Geronimo, Malcolm X, beyaz adam: obama”
Cumali Ünaldı iyi bir şiir yazmış meğer beş mayısta. Hayret dedim bana söylemedi geçen telefon konuşmamızda. Cumaliyi aramalı tebrik etmeli.
Mail oldum vesselam.
Tekrar döndüm mail kutuma. Aaa yayın yönetmeninden bir uzunca not gelmiş. Yayın yönetmenlerini bilir misiniz bilmem amayayın yönetmenliği bambaşka bir yönetim biçimidir. Ya da şöyle söylersek daha anlaşılır olacak herhalde, yayın yönetmenliği krallık gibidir. Öyle başına buyruk bir şeydir. Tabii başına buyruk derken yönetiminin kurallarını kendi belirlemiştir. Hoşuna gitmeyen bir huy, davranış, tavır olursa hemen müdahale ederek o olguyu ilga eder. Tabii hoş olan, çekici olan hatta zaman zaman baş ağrıtan durumları da vardır. Öyle ki haddini bilmeyen bağlıları veya müntesipleri hadlerini aşarak soru sormaya kalkışır ve bu da haliyle yayın yönetmeninin canını sıkmış olur. Başına ağrılar girer, sinir sistemi felce uğrar, hatta yolda yürürken yalpalamaya dahi başlar bir müddet. Ha bazen de uykuları bile kaçar yayın yönetmeninin.
Neyse bunlar şimdi konulaşacak şeyler değildir tabii konumuz itibariyle. Gelen maile dönecek olursak sanal bir mevkutenin yayın yönetmeni ki ben de o sanal mevkutede arada bir de olsa arzı endam oluyorum kendimce ya o başka tabii. Bir de ben ayrıcalıklı oluyorum biraz da gyy tarafından. Beni azarlamıyor hissettiğim kadarıyla. Niye ki diyecek olursanız şöyle bir izaha muhatap olursunuz hemen. Bu gayretli gyy daha lise öğrencisiyken bizim arkadaşlarla çıkardığımız o zaman kâğıttan mamul bir edebiyat dergisine ürünlerini gönderirdi. Sıcak, terbiyeli ve bu delikanlıda iş var tabirini doğrulayacak tarzda mektuplar da yazardı. Mesela işyerinizden içeri adım atar ve ben falan ile filanım der adeta kendisini neredeyse bile isteye sevdirirdi size. Böyle bir delikanlı şimdi alanında en çok takip edilen sanal bir mevkutenin yayın yönetmeni olunca bütün şirinliğiyle bakıyorum gene aynı güzel hareketleri sergiliyor. İşi zor tabi, biliyorum. Ben de onu bildiğim için çok mecbur kalmasam aramıyorum.
Neyse gene laf uzadı.
Maili açtım. Okumaya başladım. Derken bir gülme aldı beni. Ya sevgili gyy bu kadar da olmazdı yani. Tamam, nükteyi, güfteyi seviyorsun ama bu kadarına da pes yani. İyi ki gülme krizine girmemişim, kimseler de yok yanımda yöremde; hafazanallah bir haller olacak bana. Yazısı duyuru şeklinde, nasihatleri uzun olarak sıralanmış ama ben, beni güldüren bölüm ile alakadar oluyorum tabii. GYY maşallah bir döktürmüş ama tam döktürmüş. Gel de şimdi yayın yönetmenini bu ince ve neşeli tavrından dolayı tebrik etme. Olur mu öyle yakışıksız bir şey? Haliyle olmaz, zinhar olmaz. Tabii ki tebrikler bu şakacıklıklı yazılı yaklaşım için. Yani artık gyy'nin öneri ve taleplerinden sonraki bölümün belki de en hassas ve can alıcı ve tabii ki bir hayli de güldürücü notunu noktasına virgülüne hiç karışmadan okuyabiliriz.
Nihayet yayın yönetmeninin söylediğidir:
“bir kaç hususta bilgi rica hatta şikâyet mi ne ediyor gyy kardeşiniz!”
*bu arada bana da metnim geldi mi diye sormazsanız memnun olurum.
çünkü gelen metne anında bakamıyoruz.
bir günde 30 kadar mail cevapladığım oluyor arkadaşlar. telefonlarla
mücadeleme hiç girmiyorum. eskiden rahmetli bir şair abimiz vardı,
günde 2-3 kere arardı. bir haber metni için 6-7 kez aramış olurdu.
1.si sana bi haber yazıyorum demek içindi.
2.si yazmaya başladım çok güzel olacak demek içindi
3.sü yazdım yollayacağım demek içindi.
4.sü yolladım diye haber vermek içindi.
5.si asım metin çıkmadı hala diye sormak içindi
6.sı metinde ufak tefek değişiklik veya düzeltiler içindi
7.si tepkiler nasıl diye sormak içindi.

üstelik bu şairimiz ile aynı işyerinde mesai yapardık. zaten her gün
görüştüğümüz biriydi. Allah rahmet eylesin, hayırlı ömürler versin(!)
ama bana da hayırlı ömürler versin Allah'ımız, değil mi? Sabır versin,
vermiş, metanet versin, vermiş.. ama huzur da versin kardeşim.. Daha
az radyasyonlu, mümkünse radyasyonsuz bir hayat versin.. (amin)
:)
kardeşlere dua ile duyurulur.”

Bu hoş, ironik serzenişin püf noktası ki ben hem yayın yönetmenini iyi tanıyorum hem de şairi tanıyorum. Bana biraz da bu gülme hakkını bağışlayan bu tanış olma durumlarından dolayıdır. Sağlık, esenlik olsun, gönüllere sıcaklık dolsun, ömürleri bereketli olsun inşallah…

Nurettin Durman o kadar yoğunluktan sonra şimdi gel de gülme krizine girme birader diyerek yazmadan edemedi
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ŞEHİD HALA TAHTINDA MI?


26412.jpg

Değişerek dönüşen neye benzedi?!
Hala mücadele, müstekbir, mustaz’af, şehid… Olacak şey mi şimdi! Ömer Karaoğlu yazdı.



“Şehid hala tahtında mı?” sualinin yersizliğine dair

“Taş taş değil bağrındır taş senin
Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin”
(Osman Sarı)
“sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı.
Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi”
(Cemil Meriç)
Hak ve adalet yürüyüşü uzun soluk gerektiriyor. Soluğu şu ya da bu nedenle kısa düşenlerden olmamak için sığınmalı sığınılacak olana.
Kimi kez, bir vakitler bizimle aynı ezgileri terennüm edenlerin dudaklarında acıyan bir ifadeyle “siz hala aynı yerde misiniz” dediklerini işitiyoruz. “Aynı yer?...”
Kalp ritimlerimizin daha net duyulduğu, “seslerimizin Peygamber (A.S)’ın sesinden yüksek çıkmamaya” titizlendiği, hevamızın bize meşruiyet fetvaları üretmekte fazlaca maharet kazanmadığı yer midir kastedilen!

Hala mücadele hala mustaz’af

Bizim gibilere yönelik çok uzunca bir zamandır aşina olduğumuz örnekleri hatırlatan dolaylı bir “gericilik(!)” iması sanki. İncinip rahatsız olmuyoruz ancak üzülüyoruz bu çeşit tavırlardan. Bir yakınımızın başına kötü bir iş gelmiş, bir hastalığa yakalanmış ya da kazaya uğramış gibi… Bize yönelttiği yukarıdan bir bakış, küçümseyen bir ifade… Dünya küresel bir köye dönüşürken, iletişim ve teknoloji alıp başını gitmişken, birileri özgür “bireyi (!)” “siyaseti (!)” “ekonomik realiteyi (!)” ve “aşkı (!)” keşfetmişken tüm bunlardan habersiz… Hala mücadele, müstekbir, mustaz’af, şehid… Olacak şey mi şimdi!
Peki, neden olacak şey değil. Çünkü artık “dünya değişmiş”. Kerameti kendinden menkul bir gerekçe. Toplumsaldan ve sorumluluktan yalıtılmış bir birey, kutsalı kalmamış bir siyaset, adalet ibresi dağılmış ve yıkıcı rekabetin merhametine terk edilmiş çıkar merkezli bir ekonomi ve mahremiyet ve safiyetine sür-git tecavüz edilen iğdiş edilmiş bir aşk, öyle mi?
Varsın başkalarının olsun “değişimin nimetleri(!)” Hak ve adalet mücadelesinden yana değişmeyen hakikatler, bizim sabitelerimiz olmaya devam etsin.
Saygı duymak zorunda mıyım?!
Farklı tercihlere “saygı duyma”yı öğrenmeliyiz oysa. Nasıl öğrenebiliriz? Sözgelimi bazen aynı mekanları, zevklerini, taleplerini doğal karşılamalı ve hoşgörmeliyiz öyle mi?!
Bizim gibi inanmak zorunda değil kimse. Varlıklarına tahammülsüzlük gösterecek değiliz elbet. Saygı duymaya gelince… Hayır efendim. İnandığım ilkelere göre değersiz, reddi gerektiren, yeryüzünü ifsada ve insanı tahribe davet eden hiçbir tercihe saygı duymak zorunda değilim. Olsa olsa “tahammül” gösterebilirim. Çünkü iki yoldan birini seçme özgürlüğü tanıyan Rabbim, bana zor kullanmayı değil haberi iletmeyi emretti. Bu arada, zulmetmemek kadar, zulme rıza göstermemeyi de öğretti.
İnsan, bir arada yaşamanın dilini ve yollarını ararken “kimlerden” olduğunu unutmamalı. Tüm renklere kucak açalım, “mozaik” falan derken, kendi orijinal rengini mozaiğin dışına terk etmemeli. Bir başka deyişle, bir tek kendi renginden utanır hale gelip başka renklere öykünmemeli.
Derinin rengi değil aslolan!

O halde sözü edilenin, ten rengi olmadığını bilmem söylemeye gerek var mı?
Her eser içinde doğduğu ortamın bir tür açıklayıcısıdır ve bu onun tarihsel-toplumsal bir değere karşılık olduğu anlamına gelir. Hayallere ve hülyalara dalmış naif görünümlü sanatçı milleti, tam da bu özelliği nedeniyle kurulu baskı düzenlerine isyan ve itiraz tavrını ısrarla sürdürebilenlerdir. Ancak incelebilen yürekler acıyı, merhameti, sevgiyi, öfkeyi derinden hisseder. Hem adına sanatçı diyecekler, hem de etrafında olan biten karşısında üç maymunu oynayıp “eğlenceye meze olmaktan” başka hünerin olmayacak. Hadi canım sen de!!
Hâsılı dostlar…
Zulüm diyar diyar dolaşmaya devam ediyor,
ve bir yanımız durmadan kanıyorsa,
….
Her bir şey değişip dönüşse de,
Mü’minler için izzet ve şeref, hak ve adalet duygusu yüreklerde sabit,
Ve hiç şüpheniz olmasın ki…
Şehid hala tahtında ve Rabbe gülümsemeye devam ediyor…
Diyalog:

-değiştik galiba
-yok yok geliştik
-onu diyorum, gelişerek değiştik
-bence değişerek geliştik
-hayır, değiştik de henüz gelişemedik
-değiştik ama dönüşmedik
-hem değiştik hem dönüştük mü yoksa?
-hadi geç oldu dağılalım…
-dağılalım dedin de… değiştik ama dağılmadık diil mi?
-….
(ertesi akşam)

-üstad biz değiştik mi?
-yok bence geliştik…
-….

Ömer Karaoğlu yazdı
 

ibrahimi

Has Uşak
Katılım
19 Haz 2006
Mesajlar
23,463
Tepkime puanı
1,831
Puanları
0
Yaş
37
Konum
forvet arkası
Bu yazı ancak Ömer Karaoğluna yakışırdı.
Şehid tahtında Rabbe gülümser,ah binlerce canım olsaydı der.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
CEVDET KILIÇLAR


26529.jpg

“Vurulmuş tertemiz alnından…”
“Filistin’e Yolaçık” kara konvoyunda olmayı istemiş, olamamış, konvoyun ardından da akıtmıştı gözyaşlarını…



Bahattin Yıldız ve Faruk Aktaş Afganistan’da uçak kazasında şehit olduklarında haberlerini izlerken hıçkıra hıçkıra ağlamıştı… Gıpta etmişti şehadetlerine, arkadaşı Faruk Aktaş’ın yerinde olmayı dilemişti. Son duası olmuştu bu, son arzusu... “Filistin’e Yolaçık” kara konvoyunda olmayı istemiş, olamamış, konvoyun ardından da akıtmıştı gözyaşlarını ve karar vermişti o gün bir daha Filistin’e doğru bir sefer olursa ne pahasına olursa olsun gidecekti. Ar geliyordu uzaktan seyretmek, ağır geliyordu ruhuna. Ruhundaki fırtınalar gözyaşı tufanına dönüyordu sonra.
26530.jpg
Yaşarken de güzeldi

Her sabah ve akşam evlatlarını öperek ardında bırakan, öperek karşılayan bir babaydı. Eşine ise hem hayat yoldaşı hem can yoldaşıydı. Kimsesizliğinin kimsesiydi Rabb’inden sonra. Ev işlerine yardım eder, elleriyle tost hazırlardı çocuklarına. Bir evde yapılabilecek her işi öğrenir ve yapılmasına yardımcı olurdu yüksünmeden. Sesini yükselttiğine şahit olmamıştı iş arkadaşları. Hep sükûnetle, sabırla, ağırbaşlılıkla yapıyordu işini. İşte Filistin’e bir sefer daha vardı ve bu defa seferde olacaktı. İnsani yardım gemisi Mavi Marmara’daki yerini almıştı ısrarla.
Suçu, fotoğraf çekmek(!)
Saldırı başladığında ise tüm bağlantılar kesildiği için fotoğraf makinesini alarak basın odasından dışarı çıkmıştı. Tek suçu katliamı görüntülemekti. O anlarda da “çatıda askerler var” diyerek uyarıda bulunuyor çok değil bir kaç dakika içinde kendisini bulacak kurşunlardan habersiz yol veriyordu sedye ile yanından geçen yaralılara.
Derler ki, insanın kendisine isabet edecek kurşunda yazarmış adı. Sağanak halinde yağan yüzlerce kurşundan birine öyle yazılmış ki adı hiç ıskalamadan gelip bulmuş Cevdet’i, alnının tam orta yerinden. Önceden işaretlemiş alnını ta, üniversite yıllarında: “Nasıl Şehid olmak isterdin?” diyen arkadaşına “Alnımın ortasından vurularak” demiş bir gün işaret parmağını alnının orta yerine koyarak. Ve yıllar sonra da olsa ak alnını bulmuş kurşun. Her zamanki sessizliğinde yürümüş Rabbine, bir ah bile edemeden. Dr. Mevlit Yurtseven şöyle ifade ediyor onun son halini : “Akif’in şiirinden çıkmış gibiydi: Vurulmuş tertemiz alnından uzanmış yatıyor…”



26531.jpg



Evde tek çeşit yemek…
Gemide elinde fotoğraf makinesiyle güverteye çıkarken işgalci askerler gemiyi de işgal etmesin diye “Arkadaşlar burayı boş bırakmayın Allah Rızası için” demişti. Geminin her karesine kurşunlar yağdı her zerresine zulüm, her bir yanına ölüm… Geminin tüm boşlukları kanla tutuldu, kanla dolduruldu boş bırakılmadı bir karesi bile işgalciler ele geçirmesin diye… Onun boşluğunu ise kimse dolduramayacak ne evinde ne iş yerinde. Gazze’ye Dökme Kurşun operasyonu başladığında karar almıştı tek çeşit yemek yiyeceklerdi. Nasıl ki kuşatma altındaki kardeşlerinin sofrasında çeşit çeşit yiyecek yoksa en azından bu saldırılar bitene kadar tek çeşit yemekle Gazzeli kardeşleriyle hemhal olacaklardı. Harcı değildi kimsenin böylesi bir kardeşlik.
Harcı değildi kimsenin, herkesin evine - eksiğine yardıma koşmak. Harcı değildi kimsenin, yuvasının her köşesini istisnasız emeği - sevgisi ile doldurmak, alıp eline iğneyi ipliği sevgili kızına bez bebek dikmek mesela! En sert ifadelere ve yüksek seslere bile sakince cevap verebilmek... Onun içindir ki Cevdet Kılıçlar’ın yeri doldurulmaz doldurulamayacak.
Cevdet: İyilik, güzellik, kusursuzluk, cömertlik demekmiş. O da, fani ömründe, Cevdet olmuş olabildiğince.


Demet Tezcan bir şehidi andı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ÜSTADIN İDEAL GENCİ!?
5023.jpg

Genç Adam at yorganı!
Nasıl bir gençtir Necip Fazıl’ın ideal genci, Şahin Gürçay dunyabizim için araştırdı!



Üstad Necip Fazıl yaşamı boyunca, insanın kendisiyle yapacağı ve en çetin sınavı olan varlık muhasebesinden bahseder. Bu muhasebenin; insanın ruhuyla kendisi arasında bir hesaplaşma, insanın bütün ideallerini ve realitelerini ortaya koyacağı bir saha olacağını söyler. Bu muhasebede insanı mutlak güzelliğe karşı her zaman küçük görür ve işe yaramaz olarak betimler. Bunun yanı sıra ise idealini ortaya koyar. İşte bu ideal bizi Necip Fazıl’ın ideal gencine götürür. Peki nasıl bir gençtir Necip Fazıl’ın ideal genci?
Fildişi kulelerde değil!
Necip Fazıl, dava ehli gençlerin öncelikle toplumun içerisine inerek, sorunlarla karşı karşıya gelmesini ve bu sorunları içselleştirmesi gerektiğini vurguluyor. Yani kendi deyimiyle yangın yerini fildişi kulelerden izlemek yerine Hz. İbrahim’e su taşıyan karınca misali safımızı belli etmemiz gerektiğinin önemini anlatıyor.
Ruhu değerlerle dolu!
Üstad, ideal gencini ilahi varlık muhasebesi üstüne inşa ettiği için, ondan hem ideal bir aksiyona hem de gerektiğinde ferdiyetçi bir isyan ahlakına sahip olmasını istiyor. Bu nedenle de ideal gencinin ruhunun, cemiyete anlatmak istediği değerlerle dolu olması gerektiğini vurguluyor. Yani Necip Fazıl; gençlerin sadece konuşan, tepki gösteren veya eylemde bulunan bireyler değil; aynı zamanda düşünen, düşündüklerini uygulayan ve benimseyen bireyler olmasını istiyor.
Düşmandan bihaber değil!
Üstada göre, gençler ruhlarını topluma açabilmek ve dertlerini anlatabilmek için “iman tılsımlı kılınç” ile kuşanmalı ve böylece aksiyon ruhunu elde etmelidir. Bu noktadan sonra ise Necip Fazıl, gençlerin yapacakları aksiyonlarda, ilahi varlık muhasebesiyle birlikte imanlarını, mücadeleci ruh haliyle de güçlerini ortaya koymaları gerektiğini düşünmektedir. Sadece haklı olmanın yetmediği bu dönemde, üstadın ideal genci ayrıca düşmanının silahlarını bilmeli ve ona göre hareket de edebilmelidir. Yani, ideal genç kendini düşmanından bihaber bırakmamalıdır. Bu şekilde, hem haklı hem de güçlü olmuş olan ideal genç, çağımızda beklenen değişimin de öncüsü olacaktır.
Fikir işçisi!
Necip Fazıl’ın ideal gencinin özelliklerinden biri de karşılıksız çalışan fikir işçisi olmasıdır. Bu gençler, yaptıkları hizmetlerin karşılığını, hitap ettikleri kişilerden değil, Allah’tan beklemektedir. Mütevazılık konusunda hassas olan bu gençler, nefisleriyle de devamlı bir mücadele halindedirler. Nefse hakimiyet konusunda devam bir ahenk içinde olmak, üstadın ideal gencinin en önemli özelliklerinden biridir.
İtidalli!
Necip Fazıl böylelikle ideal gencin evrensel mana kazanarak evrensel manada çözümler üretebileceğini vurgulamaktadır. Böylece genç, cemiyet mevzusunda sosyolojizmin ifade ettiği gibi toplumsal mevzuları değerlendirirken aşırıya kaçmayacaktır ve geride de kalmayacaktır. Bunun sağlanabilmesi için ise gencin hakiki manada hürriyeti kavrayabilmesi gerekmektedir.
İbadet ve tefekkür!
Helal ve haram konusunda da nefis mücadelesindeki kadar hassas olması gereken ideal genç, ayrıca karşılıksız bir tefekkür ve ibadet içinde olmalıdır. Hüsn-ü Mutlağa kalbi bir şekilde bağlı olan gençler, Allah aşkı sevdasında ve O’nunla bir ahenk içindedir.
Başı dik!
Necip Fazıl, gençlerin hayat davalarının başında şaşıracaklarının ve bu davanın genç beyinlerin körpe omuzlarına ağır bir yük getireceğinin farkındadır. Bu yük kaldırılması güç ve genci girdap misali içine sürükleyen bir yüktür. Bu buhranın içine kapılan gençler ya başı dik bir şekilde kurtulur veya dava şuurunu kaybederler. Bu noktada aksiyon ruhu imanla harmanlanmış olan ideal gençler, bu buhrandan kurtulacak olanlardır.
Yükü ağır!
Üstad, buhrandan kurtulmuş olan gencin daha güçlü bir şekilde ve aksiyona yön verebilecek bir yeterlilikle geri döneceğini vurgular. Bunun bilincine varan genci büyük bir sorumluluk beklemektedir. Çünkü gelmiş geçmiş bütün olayların ve gelecekte yaşanacakların yükümlülükleri bu gencin de omuzlarına binmiş olur. Ancak bu, ideal genç için, korkulacak veya çekinilecek bir şey değil aksine seve seve kabuledilecek bir yükümlülüktür.
Gençliğe hitabe!
Necip Fazıl’ın, gençlerin ruhi ve akli düşüncelerini aksiyon ve dava metodolojisiyle aktarmalarında gençlere ışık tutmak için sunduğu mumun son alevi Neci Fazıl’ın gençliğe hitabesidir. Bu hitabe ruhi ve akli düşüncenin, aksiyonun hedefi, misyonu ve vizyonudur.
Üstad; gençliğe hitabesinde ve diğer yazı, şiir ve konuşmalarında ideal gencinin özelliklerini bizlere bu şekilde sunuyor ve bu gençliğin geleceğinden de ümitli olduğunu, bunun kutlu bir doğum olacağını belirtiyor. Üstadın ideali olup olamamak da bize kalıyor.


Şahin Gürçay araştırdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
NEREDE O ESKİ SEN?!


24342.jpg

Eski ezgilerin fazileti hakkında
Kıymetli eski eserlere ve hatta yaşanmışlıklara, hatıralara bitmeyen bir nostaljimiz var. Ömer Karaoğlu, bu duruma farklı bir pencereden bakıyor.



“…Görüyorsun ki hareket de bir sırdır…”​
(Mevlana /Rubailer’den)​

Nerede o eski marşlar!
Sevgili okuyucu,
Sıkça karşılaştığım bir meseleyi daha paylaşmak isterim. Kimi dostlar “nerede o eski marşlar” diye çoğu kez sorar gibi yapıp, kanaatimce “kendi eskilerine” bir özlemi ya da mevcut müzik örneklerinden hareketle gidişattan şikayetini dile getirir. Biraz sohbet ettiğimizde, etrafındaki insanların bir vakitler sahip olduğu samimiyet ve heyecanı yitirdiğinden yakınır.
Soruyu her birimiz tek tek kendimize yöneltmeli değil miyiz oysa? Eski ezgilere dairmiş gibi görünen bu tesbit ve yorumlar, yaşadığımız süreçlerle doğrudan ilgili. Aksi düşünülemez zaten. Çünkü yaptığınız ya da dinlediğiniz müzikler, zevkleriniz kadar özlem ve kaygılarınızı da yansıtır. Hayatınızın fonunda derinden gelen bir melodi çalar daima…Farkında olalım ya da olmayalım. Bazen hızlı ve gürültülü, bazen yavaş ve duru…
Nerede o eski sen?!
“Nerede o eski marşlar” ifadesi bir soru ise eğer, kendimi bir an taca atıp “demek artık marş söyletemiyorsunuz bize” diye cevap verebilirim. Çünkü marşlar, ritim ve melodi örgüsüyle kalbin daha diri çarpmasıyla ilgilidir. Bu durumda sorunun muhatabı sorulan kadar sorunun sahibidir de. Yani “Nerede o eski sen?!” diye soruyu adresine iade etmek geçer içimden.
Yukarıdaki ifade bir soru değil de sitem içeriyorsa ve soranın kendisini de içine alarak halimizden yakınmak anlamını taşıyorsa şayet, benim cevabım biraz uzun olacak ama şudur sevgili okuyucu:
Eskiyi elbette severiz ama...
Eskiler elbette bizim için özel ve kıymetli. Onları diri tutup paylaşmayı sürdürelim. Ama eski lezzetleri tazeleyebilmek adına yeni şeyler de söylemeye çalışalım. Mazimizden gocunmadan yeni zamanlara bir şeyler söyleyebilmeliyiz. Aksi halde sözgelimi ceddimiz Dede Efendi’nin, Itri’nin ya da Koca Sinan’ın eserleriyle övünmekten ibaret bir sanat yolculuğu bizi mazur kılmaz. Onlar, zamanlarının en seçkin eserleriyle bir medeniyetin tanıkları oldular. Oysa sanatın ve sanatçının kendi zamanına belgeler düşürmesi gerekli. Bu sorumluluğu dedelerimize havale etmek haksızlık olur. Yaşadığımız onca bireysel ve toplumsal travmaya rağmen, düşe kalka da olsa üretebilen ya da üretme sancısı çeken arayışlar çıkmalı içimizden.
Sanatın kuşkusuz bir devresi taklide dayalıdır. Sesin, sözün, rengin usta çırak ilişkisi içinde şekillendiği geleneksel sanat birikimimiz, kuşkusuz zengin bir esin kaynağıdır. Bu yakın zamanlarda tecrübe ettiklerimiz, bazıları için kaydadeğer görülmese dahi bizim için değerlidir. Daha yüksek ve nitelikli eserler üretebilmek için de denemek zorundayız. Sessiz bekleyişlerden, avunmalardan ve sürekli ertelemekten daha anlamlı bir yaklaşım bu.
Eleştiriler mi?
Hayrı, onarmayı ve geliştirmeyi amaçlayan iyi niyetli teklif ve yorumlar için ne denebilir ki. Doğuda çok söylenen bir söz var:
“başımla beraber!…”
Başka niyet ve yorumlar için zaten konuşmaya değmez, vesselam!
Allah “yeni eskilerimizi” üretebilme imkan ve kabiliyeti versin.
Diyalog:
-neydi be abi o eski marşlar, eski ezgiler…
-diil mi ama…
-abi ne günlerdi ya, söyler söyler coşardık…
-diil mi ama
-bambaşka dünyalardaydık o zaman
-diil mi ama
-abi kalmadı şimdi böyle şeyler ya. Geçen bi yerde sizin ezginizi dinledim, bizi nerelere götürdün be abi!
-nerelere?
-işte bilirsin…o günlere…
-ne yapıyorsun şimdi?
-iş güç…yoğunluk be abi…
-!!!
-abi bi de, böyle herkesin dinleyebileceği türden şarkılar yazsanız diyorum…
-herkesin mi?
-evet herkesin…
-son albümün adını biliyor musun?
-şey…abi son yıllarda pek takip edemedim…
-HANİ BİR YANIMIZ???

Ömer Karaoğlu yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
HUZURA GİDEN YOLDA


26622.jpg

Ayşe Şasa deyip geçmiyoruz artık!
Yeşilçam sokağından geçmiş, kendini ve hayatı sorgulayan kadın; Ayşe Şasa. Kendi dilinden Hakikat yolculuğu hikâyesi



Arayışlar her zaman bulmalara gebedir
‘‘Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim’’ hadisi insanın bir hakikati olması gerektiğini, nedensiz yaratılmadığını ve dünyada da bir başına bırakılmayacağını hatırlatır bana. Gayesi, gayreti ulvi görevin çerçevesine girmemiş hayatların sancıları, girdapları, bunalımları inanç kavramını akıllarına sindirememiş insanlara seçenek sunuyor. Ya inancını hayatının her safhasına yayacaksın ya inançsızlık buhranında boğula boğula ölüm sonrasının olmadığına kendini inandıracaksın.
Ayşe Şasa da iman ferahlığına kavuşana kadar hayatında ağır bedeller öder. Ömrünün ilk yarısını korku filmi olarak değerlendiren Şasa, fikir anaforları yaşar, içten içe onun için sihirli kelime olan ‘‘hakikatin’’ arayışına girer. Bir Ruh Macerası kitabını okurken hayatıyla ilgili yöneltilen sorulara verdiği yanıtlar siyahın yoğunluğunun göze çarptığı bir film şeridini getiriyor gözlerinizin önüne.
Ecnebi mürebbiyelerin elinde küçük bir kız; Ayşe Şasa
Asrın icabına göre(!) yetişmesi için doğumundan on ikili yaşlarına kadar Yahudi- Hıristiyan mürebbiyeler elinde yetiştirilir. Savaştan kaçmış mürebbiyelerin bombalardan, insanların diri diri gömülüşünden korku verici olaylardan bahsetmeleri Ayşe Şasa’nın şuuraltında uzun süre hayatını etkileyecektir. Hitler, Naziler, Gestapolarla şekillenir çocukluğu. Lieber Gott’a (Almanca Tanrı kavramı) dua etmeye başlar karanlık ve yalnız gecelerde. Allah ismiyle değil Gott ismiyle yakarır. Birtakım ayinlere paskalya şenliklerine götürülür. Ana dili, dadı dili olan Almanca olur ve Türkçeyi öğrenmekte hayli zorlanır küçük Ayşe Şasa…
1940’ların başıdır. İslâm kültürünün zengin sosyete kültürüne değişildiği bir aile içerisinde anne ve babasının batılılaşma sevdasının hissizliğinde çırpınmaktadır ruhu. Âlemdeki varlığının sebebini sorgulayan Şasa, ‘‘bende aidiyetimi sorgulamak vazgeçilmez bir yere sahipti. Kurcaladıkça hangi zümreye, çevreye ait olduğum; âlemde yerimin ne olduğu meselesi belirsizlik olarak çıkardı karşıma.’’ Bu hal Şasa’nın çocukluk ve gençlik yıllarında zihninde fırtınalar estirecektir.
Yıllar sonra gerçekleşen dua
Ayşe Şasa 16 yaşındadır. Dua kavramına yabancıdır o yaşlarda. İç karmaşası yaşadığı bir gün Şişli’deki La Paix Hastanesinin önünden geçerken ‘‘Hakikate vasıl olmama vesile olacaksa yolumun bu hastaneden geçmesine razıyım’’ der. Nitekim otuz yaşında yolu bu hastaneye düşer. Nihilist, sosyalist akımlara kapılarak ters yönlerde arayışa girer. Bu hal onu daha çok iç karışıklığına itmekten başka işe yaramaz… Kolej hayatı, ailenin ilgisizliği yalnızlığının sorularını bunalımlarını çıkmaza itmekte, süregelen psikolojik yıkımını pekiştirmektedir.
Lise yıllarından sonra sinema girer hayatına. Film senaryoları kaleme alır. Bu yıllarda Kemal Tahir’le tanıştırılır. Çalkantılar devam etmektedir hayatında. Kemal Tahir’in evinde Üstün İnanç kendisine bir Sezai Karakoç kitabı hediye eder. Okuduğu kitabı Kemal Tahir’e vererek Üstün İnanç’tan tarihe, topluma, insana ait bir şeyler naklederek ‘‘aramızda bir faşist dolaşıyor’’ der. Kemal Tahir kitabı inceledikten sonra Ayşe Şasa’nın yüzüne bakarak ‘‘o faşist dediğin her kimse doğruyu söylüyor’’ der.
İbnî Arabî’yle açılan huzurun kapısı
Bir kitap katalogunda karşılaştığı İbni Arabî’nin Füsusul Hikem kitabını İngiltere’den getirtir. Doktorların şizofren teşhisi koyduğu dönemlerdir. Takati el verdiğince Füsus’u okumaya başlar Ayşe Şasa ve büyük değişim başlamıştır artık. Hazreti Allah gençliğimde düştüğüm küfürden dolayı beni cehennemine batırdı batırdı çıkardı, Füsus’la birlikte cennete giden yolu göstermişti bana der.
İslam’ın ‘‘Vurun Kahpeye’’ filminden ibaret olmadığını öğrenir. O dönemde okuduğu ‘‘Waldo Sen Neden Burada Değilsin’’ kitabıyla alt üst oluşu devam ediyor. İsmet Özel’i bulup sorularına yanıtlar bulma arayışına girer. Ardından namazla ve örtünmeyle devam eder devrimi…
Birbirini Allah için sevenlerin arasında
İslam’dan uzak batılı gibi yetiştirilen bir Türk kızının engebeli hayatını okuyorsunuz Bir Ruh Macerası kitabında. Yeşilçam’dan, Yılmaz Güney, Aziz Nesin’in arasından çıkıp hakikat mahallesine yerleşmiş bir kadın. Çocukluğunda başlayan arayışın manevi ferahlıkla sonuçlanmasına kadar zorluklarla, kaosla geçmiş bir senaryo yazarının hayatı. Bir devrin fotoğrafı şekilleniyor zihninizde modernlik adına çözülmeye uğrayan hayatların yollarını kaybetmişlerin resmi… Şizofrenin müzminleştiği bir beynin İslam’la gelen iyileşme süreci.
İlginç ayrıntıların göze çarptığı bu kitap Timaş Yayınları arasında ilk baskısını 2009’da okurlara sunulmuş. İç mücadelelere sahne olmuş bu hayattan kendimizden çok şey bulacağız..

Zeynep Saylan bu kitaba dikkat çekti
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
“İNSAN KALIN!”


26633.jpg

Kalın insanlar öldürdü onu!
‘İnsan kalın’ diye imzalar atan çocuk! Senin sınıfında kalanlar, kalmak fiilinden öte geçemeyenler insanlığın kanına girdiler. Utanıyorum.



Allaha emanet olasın Vik!
Vittorio hakkında kanımızı kızıldan karaya çalacak ağır bir itham yazısı yazabilirim. Evet, bunu yapabilirim. İtalyan çocuğun kanlı gömleğini elime alıp : “Ne çok seviyoruz gömleğin kanlısını!” diye kabilemin tam ortasına o gömleği bırakabilirim. Yusuf’tan, Hüseyin’den yadigâr bir gömlek gözlerimizi kapatıyor şimdi. Kim dost, kim düşman, demeden palalarımızı savuruyoruz. Oysa Yusuf’un gömleği kör göze şifa değil miydi? Vittorio’nun tişörtünde ‘Gaza’, kolunda ‘Mukavemet’ yazmıyor muydu?!
26634.jpg
Hüseyin’e kaç bin mektup yazmıştık, “Kufe’ye gel, bizi kurtar!” diye? Bizim için geleni yine biz öldürmemiş miydik? Bizim için ölmeye geleni öldürmekte mahir olacak denli cahil olabildik Vittorio’nun kanını akıtırken de... Bakma öyle çocuk! Birazdan piponu alacaklar ağzından. Dilini alacaklar mesela. Onlar için kaldırdığın, onlara uzattığın el birazdan yere düşecek. Benim de yüzüm, kelimelerim, kimliğim yere düşecek sen düştükçe yükselirken.
Sevgili Vik,
Kısa cümleler kuracağım. Uzun bir hikâyen yok senin. Derin ama derli toplu bir hikâye bıraktın geriye. Yakıcı. Coşkun. Direnen. İnsanca. Yakışıklı. Çocuk yüzlü. Daha çok da “İnsan kalın!” diyen bir gülümsemesin sen şimdi.
Sahi, senin de evin vardı. Annen, baban, uğruna kavga edeceğin arkadaşların, tapu kadastro dairesinde üzerine alacağın babandan kalma tapuların. Sahi ya, ne işin vardı senin Allahın Gazze’sinde?!
İsrail hücumbotlarıyla Gazzeli balıkçıların tekneleri arasında duruyorsun tam şimdi. İtalya’da balıkçılar ağlarını toplamak üzeredirler. Otranto’dan Roma’ya giden bir otobüste muhtemelen bir tanıdığın vardır. Ayaklarını Doğu Akdeniz’e saldığında, eline bir Filistin bayrağı alıp salladığında muhtemelen Berlusconi telefonla konuşmakta ve ağza alınmayacak sözlerle kadınları taciz etmektedir.
İnsanlar su toplarıyla oyun oynamak için deniz kenarlarına, Güney sahillerine inerlerken; ölümüne çıktığın teknede su topuyla yaralanan çocuk!
Çok güzel güldün; korkunç bir şekilde öldün! Yaşın daha otuz altıydı! Fanon’la aynı yaştaydın yani…
Tütünü, Hanzala’yı, gülmeyi ve oyun oynar gibi kavga etmeyi seviyordun.
26635.jpg
Filistin yaşasın diye öldün sen

Haber bültenlerinde “Italian activist Vittorio Arrigoni killed...” diye başlayan cümleler duyduğumda aklıma “Viva Pilistinya!” diye ünlediğin zamanlar geldi. Evet, Filistin yaşasın diye öldün sen. Filistin’in ekmeğini yemiş gözleri kör, kulakları sağır, izanları bağlı vandallar, -evet söylüyorum- katiller öldürdüler seni!
Evet, senin kitabın Kur’an, İncil, Tevrat ya da başka bir kitap değildi. Kitabının adı Restiamo Umani (Bırakın, İnsan Kalalım- İnsan Kalmak) idi. İmzanı her daim Gazze’den Vik, diye atarken “İnsan Kalın!” notunu da mutlaka, amin der gibi dipnot düşüyordun. Seni öldürenler hangi kitaba göre öldürdüler, bunu anlamak mümkün değil ama insan kalın sözünü anlamadıkları aşikâr…
Hılf’ul Fudul yolcusu
Uluslararası Dayanışma Hareketi ile yaptığın hareket biliyor musun, yerini, yurdunu, evini, huzuru, rahatını seven insanların pek cüret edecekleri cinsten değil. Hılf-ul Fudul denli masum ve adil bir yolda yürüdün sen. 25 ülkeden 15 gemiyle Mayıs ayında Gazze’ye gelecek dostlarını bekliyordun… Ahirete gemi mi kalkar be Vik?! Ama, toprağa ve zincirlerine aşkla, tutkuyla, psikopatça bağlı olan yazıcı senin inancında, inatçılığında, insanlığında olanların gemileri ahiretin kıyısına kadar götürebileceklerini anladığı gün “insan kalmanın” ne demek olduğunu inan, anlayacaktır. Evet, inandım; siz beyaz derili, insan yürekli çocuklar gemilerinizi hayallerin ötesine götürebilecek denli insansınız.
26636.jpg
Hani arkadaşına son mesajında ne yazmıştın?
“Misyonumuzu nasıl tamamlarsak tamamlayalım... Bu bir zafer olacak. İnsan hakları için, özgürlük için. Abluka fiziksel olarak kırılmazsa eğer, duyarsızlığın ve terk edilmişliğin ablukasını kıracak. Bu da Gazze halkı için çok önemli. O nedenle limanda bekliyoruz! Yüzlerce Filistinli ve Uluslararası Dayanışma Hareketi yoldaşları ile seni tıpkı ilk seferde olduğu gibi, karşılamaya geleceğiz. Tüm gemiler Gazze'ye seni karşılamak için açılacaklar. Kötü İngilizcem için kusura bakma... Sevgiyle kucaklarım... İnsan kal. Vik.”
Ütopya’ya anlam veren çocuk
İngilizcen kötüydü ama imanın kaviydi; direnişin amacına ulaşacağına dair. Bu sebepten seni seviyorum Vik! Çünkü inanç kardeşlerimiz bizleri terk ettiğinde itimat edeceğimiz insanların olduğunu gösterdin bizlere. Dünyada nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu kentte, tünellerde ölen insanlar için ağlayan gözlerin toprakla doldu biliyorum. Bu hale üzülsem de toprak denli bereketli bir yolda yürüdüğün için seviniyorum. Peygamberlerin yürüdüğü yolda yürüdün ey insan kardeşim!
Sen öldürüldükten sonra annen Bretta senin için ne dedi biliyor musun?
“Yitirdiğimiz bu çocuk öncesinden çok daha canlı şimdi. Toprağa düşen ve bereketli mahsuller vermek için ölen tohum gibi... Vittorio aracılığı ile bir insanın “Ütopya”ya anlam verebildiğini, adalet ve barışa susamışlığı, kardeşlik ve dayanışmanın nasıl dimdik kalabildiğini ve Vittorio'nun da dediği gibi, 'Filistin'in kapınızın hemen önünde olabileceğini' anladılar. Vittorio'dan çok uzaktaydık ama artık ona her zamankinden daha yakınız. Capcanlı varlığı her geçen saat daha da büyüyor; sevgili Akdeniz'inden, Gazze'den gelen ve onun umudunu ve sesi olmayanlara, zayıflara ve ezilmişlere duyduğu sevgiyi taşımak için esen güçlü bir rüzgâr gibi...”
26637.jpg
Mukavemet sendin!

Vittorio Arrigoni: İnsan. Gazzeli. İtalya’ya defnedildi. Bir de ölülerle dolu kalbimize.
Vittorio Arrigoni. Göbek adı; Ütopya. Dedesi Nazilere karşı savaştı. Pipo tütünü içmeyi, Hanzala’yı, şehirlerden Gazze’yi, tünellerden Gazze-Mısır tünellerini, denizlerden Akdenizi, insanlardan mağdur ve mazlum olanları, balıklardan ise İsrail hücumbotlarının taciz ettiği Gazzeli balıkçıların yakalayabildiği her tür balığı seviyordu.
Vittori Arrigoni. Ütopyasını gerçekleştiren adam. Bir kan davasında, bir kız meselesi sonunda, bir töre cinayetiyle, sokakta bir tinerci saldırısıyla ya da bir trafik kazasında, yumuşak yatağında ölmeyen adam. “Başkasının kanı” için kendi kanının akmasına razı olan adam. Öldürme, öl; dövme, dövül; sövme sövül demişti ya erenler… Bu sözlerin altına insan kaldığını da yazıp giden adam. Uğrun açık olsun Vik!


Zeki Bulduk, Ahiretteki bir dostuna yazdı bu mektubu
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
MİSK KOKAR O EV, O ŞEHİR


26773.jpg

Furkan’ı gördüm rüyamda
Erciyes’in zirvesinden selamlar yükseliyor burada. “Beş kurşunla şehit olan gencin şehridir burası” nidaları kuşatıyor dağları taşları.



Vurulmuş tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna ya Rabb! Ne güneşler batıyor…
Peygamberi bir rüyayla diriliyor mübarek bir kardeşimizin gönlü. Anlatıyor Şehit babası Ahmet Doğan’a ve ağlıyor. Sesi titriyor… Nefes almakta güçlük çekiyor ve “Furkan’ı” diyor. Susuyor… Şehit Furkan’ın susmaları gibi susuyor… “Furkan’ı gördüm! Peygamberimizle, şehitlerle beraber Cennet sofralarında oturuyordu. Nebiler Nebisi’nin sağ yanında Furkan’ı gördüm Ahmet ağabeycim. Mutlu, mesut ve bahtiyar… Olmak istediği yerde… Sükût ediyor Nebiler Nebisi’nin yanı başında… Peygamberim beni de davet edince o sofraya; icabet ediyorum. Furkan konuşuyor: “Annemin ellerini, yüzünü benim için öpüp koklar mısın?” diyor. “Elbette” diyorum. Alnı, Nebiler Nebisi’nin yanında nur ile parlıyor. Efendim (s.a.s.) parlıyor, o parlıyor. Vakarlı, zarif bir dokunuşla ikramlarda bulunuyor şehit sofrasında Furkan. Uyanıyorum. Elimde telefon sizi aradım Ahmet ağabeycim. Üzülmeyin kalbiniz, gönlünüz ferah olsun. Furkan çok güzel makamlarda…”


Şehit Furkan’ın edasıyla susuyoruz…
İlkin bizler de sustuk… Haykırdık içimizde avazımız çıktığı kadar ama onun kadar susmayı beceremedik… Her susmamızda ayetler nazil oldu kalplerimize. Ve cevap kıldı Rahmeti Rahman ayetleri “ ... Şüphesiz hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda kendilerine eziyet edilenlerin, çarpışanların ve öldürülenlerin kötülüklerini örtecek ve kendilerini altından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Bu Allah katından bir karşılıktır. Karşılığın en güzel olanı Allah katındadır.” (Ali İmran, 3/195)
"Allah yolunda çarpışıp öldüren ve öldürülen mü'minlerden, karşılığı cennet olmak üzere, mallarını ve canlarını satın almıştır. Bu O'nun üzerine, Tevrat, İncil ve Kur'an'da vadedilmiş olan bir haktır. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterebilen kim vardır? Şu halde yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İste büyük kurtuluş budur." (Tevbe suresi, 111.ayeti celile)
Büyük kurtuluşa eren şehitlerimize Fatihalar ile…


Furkan’ı Ahzab dağında buldum..
Zor geliyordu gözler önündeki vahşet, katliam… Saniye saniye izlemiştik gemide olup bitenleri. İsrail askerleri ocaklara ateş düşürüyordu. Elimiz kolumuz bağlıydı o seher vaktinde; içimiz, gözümüz gönlümüz kan ağlıyordu. Şehitler veriyorduk… Gül alnından vurulan şehitler… Şehadet şerbetini yudumlayan Peygamber Efendimiz (s.a.s.) elinden tutup semaya yürüyen şehitler…
Ertelenmesi güç planlarımız vardı o günlerde. Bizler umre yapmak için yollara düşerken, şehitlerimiz bir bir memleketlerine geliyordu. Onları Allah-u Ekber nidalarıyla karşılayamamanın verdiği bir hüzünle Medine’ye gidiyorduk. İlk uğrak yerimizse şehit toprağı Uhud oluyordu. Ahzab dağında nazil olan bir ayeti celile ile şehitlerimizi anlatıyorduk. Bakın birkaç gün önce üst üste verdiğimiz şehitler için bu ayeti celile tekrar tekrar nazil oluyor gönüllerimizde diyorduk. Yürekler titretiyordu Allah’ın kelamı, Ahzab dağında Uhud günü gibi yankı yapıyordu ayeti Celileler. Ruhları Huzur-u Pak’e sunulan nice şehitler için Allah (c.c) şöyle diyordu: “Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, Onlar Allah'a verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor.” Ahdinde sadık olan şehitlerimiz ve özlemle bekleyenler…
Emiroğullarından Şehit Furkan Doğan? Burda!
Evet, burada Şehit Furkan Doğan! Dua edilen bütün gönüllerde… Güzellikle, hayırla anılan her kalpte… Şehit olmayı arzulayanların dualarında… Cenab-ı Allah’ın sözünde:Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine onlar diri olup Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar. Allah'ın lütfünden kendilerine vermiş olduklarıyla sevinç içindedirler ve arkalarından henüz onlara kavuşmamış olanları, kendilerine bir korku olmayacağı ve üzülmeyecekleri üzere müjdelerler.” (Ali İmran suresi, 169-170. Ayetler)
Müjdeler dağıtıyordu Nebiler Nebisi gelmiş geçmiş, gelecek ümmetlerine. Nasiplenenler ise çoktu. Nice Furkanlar Şehitlik makamına ulaşmayı arzu ediyordu. Ölmeyi değil diri olmayı, arkalarından dualarla yad edilmeyi niyaz ediyorlardı. Cenab-ı Hak icabet ediyordu dualara... Alnından vurulan bir genç ömrünün baharında: “Allah yolunda Varım” diyordu. Dualarda isminin zikredildiği her yerde yeniden diriliyordu! Adı şehitti, gül alnından vurulan bir şehit! Cenab-ı Allah’ın adını ayrı bir zümrede haşreylediği bir şehit!


Divane bir gönüldü onunkisi
Şehit Furkan, Mehmet Emin Ay’ın gençlere beyaz bir dilekçe olan “şu benim divane gönlüm” ilahisini bıkmadan usanmadan defalarca kez dinliyordu. Kendini buluyordu belki de o satırlarda. Çok seviyordu sanki her bir mısra Furkan’ın Rahman’a olan özlemini, hasretini anlatıyordu. Güzel bir gidiş istiyordu. Gönül penceresini aralayan rüzgara hoş geldin demek istiyordu. Atlasta libasta gözü yoktu. Arzuladığı bir yudum şahadet şerbetiydi. Ahlıyordu, içi yanıyordu Furkan’ımızın; vuslatını bekliyordu halini yalnızca Rahman’a arz ettiği vuslatı…


Yolumuz Kayseri
Erciyes’in zirvesinden selamlar yükseliyor burada. “Beş kurşunla şehit olan gencin şehridir burası” nidaları kuşatıyor dağları taşları. İlkin arkadaşlarına soruyoruz Furkan’ı: “Namaz onun için feraha erdiği tek kapı idi, zalimin zulmünden gece uykuları kaçan bir mü’mindi. Sabah namazları ile gününü açan, yatsı namazları ile gününü nihayetlendiren, cami yolunu ev bilen, bizleri de vakit namazlarında cemaatle kılmaya teşvik eden bir arkadaştı.” diyordu aziz dostları.


Ziyaretçisi eksiksiz bir kabri şerif burası
Genç şehidimizin kabri şerifi hiç boş kalmıyor. Gelen, çiçekler ekip bakımını yapıyor. Onu hiç yalnız bırakmayan kuşlar için su kaplarını dolduruyorlar. Her şeyden ziyade gelenler dolu gelip gidiyor. Azık torbasını şehidimizin yanı başında Fatihalarla, Yasinlerle dolduruyor. Kabir hesabına, vicdan hesabına tutuyor kendisini. Hayatına bakıyor, silkeleniyor… Gelenler arasında kadim yolcu ağabeylerinden Bülent Yıldırım’a, Ümit Sönmez ağabeyimize rastlıyoruz. Göz pınarları durmaksızın, titreyen sesiyle “Genç şehit” diyor. Devamını söyleyemiyorlar. Selam verip dualar ediliyor. Belki de Furkan’la yaşadıkları her bir saatleri hatırlıyorlar. Doktor olma arzusunu, gemide yolcu arkadaşlarına su ikramlarını, hizmet aşkını, vuruluş anını, şahadetini…


Ahh o defter! Yazılanlar, o kalem ve o şahadet…
Şehit Furkan’ımızın bir defteri vardı. Gemide olan biten bütün güzel hadiseleri kaleme aldığı, sayfa sayfa anılar… Şehit Furkan’ımızın kıymettar babası Ahmet ağabeyimiz “Furkan hep son noktayı koyardı bugün de koydu son noktayı” diyordu. Şehidimizin son kelamları, son noktası da geride kalan bütün insanlığa ibretlik, öğüt dolusu sözlerdi. Titreyen kalemiyle beyaz sayfalara: “Şehadet şerbetine son saatler” diyordu. Geçmek bilmeyen saatlerin dakikaların tek şahidi ise Allah’tı. Özlemi bambaşka olan Yar, tek şahidiydi. Şimdi o defteri okuyanlar vardı. Yakın gözlüklerini takıp, şehit ailesini ziyarete gelen Başbakanımız, gözyaşlarıyla sayfaları okuyordu. Mavi Marmara günlerinde elinden düşürmediği bir kalem, kağıt ile ömrünü özetleyen Furkan’ın defterine şahitlik edenler oluyordu. Hamza yürekli bir şehidin ailesi hiç yalnız bırakılmazken, Başbakanımız da bu evi taziye ziyaretinde bulunanlardan oluyordu. Üzülmeyin demeye mecali olmayan Başbakanımız, Ahmet ağabeyimizin dimdik şehit babası duruşu ile moral buluyordu.

Hatice Tüfekci yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
TOPÇU'NUN İZİNDEKİ ŞAİR


21816.jpg

Tenekeci’nin çantasında sadece şiir var
İbrahim Tenekeci, Türkçe’nin arı duru mısraları etrafında dolaşsa da fikir ve düşünce üzerine yazılar da yazdı.




İbrahim Tenekeci. Şair. Yazar değil. Sözü yormadan şiirlerini yazan, şiirlerini karanlık sulara hapsetmeyen bir şair. Sözü yormaması onu tek düze yazdığı manasına gelmez. Berrak bir suya baktığınızda dibini görebilirsiniz. Fakat, o suya girdiğinizde boyunuzu aşabilir. İbrahim Tenekeci’nin şiirleri de böyledir. Ne kadar sade görünse de, bu sadelik derinlere açılan bir kapı gibidir.

Cüzdan unutturan muhabbet
Yıllar önce Nişantaşı’nda bir şiir akşamında Hüseyin Akın sayesinde tanıştık. O gün aklımda kalan tek şey, “yaşınız kaç” sorusuna karşılık “17” cevabıydı. O günden tam üç yıl sonra Beyazıt’taki kitap fuarında görüştük. Araya her ne kadar üç yıl girse de, samimi olmanın verdiği cesaretle kendisini ve şiirini daha yakından tanıma fırsatı buldum. Osman Toprak’la birlikte üçümüz Beyazıt’tan çıkıp uzun bir yürüyüş yaptık. Nereye yürüdük, neler konuştuk söylemeyeceğim. Muhabbetin mahremine girmek istemiyorum. Osman Toprak’la ayrıldıktan sonra bir yerlerde çay içtik. Şiir konuştuk. Muhabbet öylesine içine almış ki beni, çayım buz gibi olmuş. Mekândan, ayrılırken telefonumu ve cüzdanımı orada unutmuşum. Muhabbet çayla değil, şiirle süslenmiş.

İbrahim Tenekeci’nin şiirlerini ciddi manada önemserim. Şiiri saf bir şuurla yazması, anlatımındaki sadelik beni her zaman kendine çekmiştir. Bazı şairlerin yazdığı öyle karmaşık, öyle karanlık dizeler ruhumla birlikte okurluğumu da kendini de kapatır. Ancak Tenekeci’nin şiirlerindeki açık renkler, saf mısralar beni şiirine yakınlaştırmıştır. Özellikle söz oyunlarını derin manalarla birleştirip, beyni kurcalayan imgeler kullanması; bir iç kanama gibi sessiz ve derin bir şekilde şiirini yüceltmiştir. Tekrar çiçek açıyor ağaçlar, bu olsa gerek iade-i itibar”

Her kitabından birkaç mısra ayırsam...
Endülüs, Kırkayak, Kırklar, Derkenar gibi dergilerde sıkça şiirlerine rastladık. Yaklaşık 17 yıldan bu yana, Dergâh Dergisinde editörlük yapıyor. Dergâh, onun için baba ocağı diyebiliriz. Bu güne kadar beş şiir kitabı yayınladı. Bu beş kitapta beni çarpan dizelerini bir kenara ayırsaydım;
Üç Köpük’ten “İçimden dedim gömülü bir ırmağın yalnızlığıdır bu / Beraber yürüyelim olur mu?”
Peltek Vaiz’den; “Ele geçirmiş çocuk meleğin tarifini / Komik bir tarafı bu var bu sırrı saklamanın”
Giderken Söylenmiştir’den; “Kur-an okunurken susuyor herkes / geçiş üstünlüğü onundur çünkü”
Güzellik Uykusu’ndan “Elimdeki gülü kaldırıp mezarlıkta / Sağlığınıza dedim, hepinizin sağlığına”
Ağır Misafir’den; “Şairsen yaşarsın / Uyum sorunu” mısraları olurdu.

Bu beş şiir kitabının dışında, şiirden arta kalanları Uçuş Denemelerikitabıyla okura ulaştırdı. Bu kitapta yazılanlar da bir şairin günlüğü gibi, bir şairin şiire sığdıramadığı cümleler gibi... Hayatını bu kitapta şu iki dizeyle anlatıyor. “Hızla giden bir taksiyi durdurup şoföre saat sormak… Benim hayatım böyle bir şey olmalı” Onun dışında bugün baskısı olmayan Üzgünlükadlı kitabı şairin günlüklerinden oluşuyor. Bir okuyucunun dediği gibi, bu kitaptaki yazılar; şiirlerinin görünmeyen yüzü.
6400.jpg
Yolculuk Yeni Söz'de devam ediyor
Milli Gazete’de uzun süre düşünce-analiz sayfasının editörlüğünü yaptı. Edebiyatı dava olarak görmesinden mütevellit, bu gazeteye yıllar yılı emek verdi. Bu gazetede yazdığı yazıları, Son Düzlükadıyla Birun Yayınları’ndan kitaplaştırdı. Bu kitap, şairin nesir yazılarının toplandığı ilk kitaptır. Son olarak yine Milli Gazete’de yazdığı yazılarını Tüfeksiz Hareketleradıyla kitaplaştırdı. Siyasetten ırak bu yazıları, yine dava bilincinin bir tezahürüdür. İbrahim Tenekeci ayrıca, Birun ve Profil Yayıncılık’ta edebiyat serisinin editörlük görevini üstlenmiştir. Son dönem Profil Yayınları’ndan çıkan edebiyat kitapları, Tenekeci’nin emeğinin ürünüdür. Ayrıca 90 kuşağı şairlerinin kitapları da bu editörlük serüvenin sonucunda çıkmıştır. Belki de Türk Edebiyatı’nda ilk defa, belli bir kuşağın şiir kitapları topluca basılmıştır.
Siyasi sebeplerden dolayı Milli Gazete’deki editörlüğünden, sadece ceketini alarak ayrıldı. Şuan yeni bir oluşum olan Yenisöz Gazetesi’nin düşünce-analiz sayfasının editörlüğünü yapmaya başladı. Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır diyerek, bu görevinde Allah utandırmasın diyorum. Bütün bunlara, Dergâh Dergisi’nde yayınlanan hikâye ve şiirleri güldeste serisiyle bir araya getirdiğini de eklersek İbrahim ağabeyin velut bir edebiyatçı olduğuna beis yoktur.

Teknolojiye mesafeli bir şair
İbrahim Tenekeci, teknolojiyle arasında mesafe koymuş. Ancak tamamen kopmamış. Hani onun da dediği gibi “Mesafe iyidir, ayrılık değil”. Şiirlerini hala kâğıt kalemle yazıyor. Müsvedde kâğıt kullanıyor. Evinde henüz bilgisayarı yok. Yıllar önce gazete işleri dolayısıyla hayatına giren bilgisayarı işyerine geri göndermiş.
Daha ilginç hobileri de var. Mesela imzalı kitap koleksiyonu yapıyor. Bu koleksiyon sadece kendi adına imzalı kitaplardan oluşmuyor. Yakın çevresi ve sahaflardan bulduğu imzalı kitaplar da buna dahil. Sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok imzalı kitabı var.

Çiçekleri çok seviyor, bir de çay içmeyi. Yürümeyi ve seyahat etmeyi... Doğayla baş başa kalmak istiyor. Bir de yaşamakla...

İbrahim Tenekeci; şiir onu çok seviyor.

Orhan Özekinci, İbrahim Tenekeci’ye ağabey dedi
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
O BENİM 3. DEDEMDİ!


26803.jpg

80'inde en sade haliyle bir devrimdi!
Ağla ey gönül; şimdi hüzün vaktidir. İmam’ın ölümünün üzerinden bunca yıl geçmişken hala tefrika hala ayrışma...



“Ağla ey gönül, sus ey dil.
Göçtü heybeti Musa aramızdan ağla ey gönül!
Göçtü botşikeni Humeyni aramızdan, ağla ey gönül sus ey dil!
Arifler, abidler, adalet âşıkları; Pir-i Cemeran aramızda yok artık!”
Bu dizeleri işittiğinde acaba kaç kişinin yüreğine ince bir sızı saplanmıştı 89’un Haziran’ında… Kim bilir ne kadar ‘akleden gözyaşları’ döküldü köşe başlarında sessizce… Erkekçe ağlamanın en güzel hallerini yaşadı belki de binlerce Müslüman…
O güne dair öyle enteresan hikâyeler dinledim ki bu zamana kadar… Vefat haberi geldiğinde, bir anda sessizliğe bürünen ve yerini ‘iç’lere bırakan sohbet halkalarından mı bahsetsem; ‘pis papaz’ nitelemesine başvuracak kadar aşağılık bir insana atılan okkalı bir yumruktan mı; yoksa kanatlarının koptuğunu hisseden bir mazlumun “bırakma bizleri ey İmam!” diyen haykırışlarından mı? Acının ve tarifsiz hasretlerin, insanları pişirdiğine fazlasıyla inananlardanım… Keşke diyorum; keşke o güne dair bana da acıdan bir iz kalsaydı da takvimler her 4 Haziran’ı gösterdiğinde, içimdeki hüznü/hasreti/sevgiyi; ama en çok o coşkuyu layıkıyla anlayabilseydim…
O, benim de İmam’ımdı…
İmam’dan bahsediyorum kardeşlerim… Mazlumların imamından; benim imamımdan… İmam Humeyni’den…
Sizin kaç dedeniz var bilmem; ama benim tamı tamına 3 dedem oldu çocukluğumdan beri… Ne yalan söyleyeyim daha İmam’a dair hiçbir bilgiye sahip değilken dahi, en çok Humeyni dedemi sevdim ben. Resmini diğer dedemlere gösterip; “bakın bu benim dedem” dediğimde, babama nasıl kızdıklarını hatırlıyorum da şimdi… Sanıyorum hayatımda bu kadar çok yer edinmesi de bir tesadüf değildi. Hastalığının son süreçlerinde, hastane odasında çocuklarının ve talebelerinin eşliğinde kıldığı namazları hatırlarım hala… Ah o eski video kasetler… Namazın ne demek olduğunu ilk olarak o kasetlerden anladığımı yeni yeni fark ediyorum… Sonra, lise ortamının sıkıntısından ötürü okulu terk etme kararı aldığımda, yine İmam vardı zihnimdeki sorgulamanın bir köşesinde… Hiç bilememiştim; o sorgulamada ne işi vardı ki İmam’ın?
Talebelerinde hocayı görmek, böyle bir şey olsa gerek…
Geçen yıl bu zamanlarda, Mavi Marmara ile ilgili yapılan bir programa iştirak etmek amacıyla İstanbul’a gelen İranlı genç bir Hüccetülislam ağabeyimiz, o esnada liseli kardeşlerimizle yaptığımız kampımıza katıldığında, daha bir iyi tanımıştım İmam Humeyni’yi. Aslına bakarsanız; İmam Humeyni ile ilgili konuşmamız birkaç cümleden öteye de geçmemişti. Babası İran-Irak Savaşı’nda şehit olan bu üstadın, yaşayışında ve duruşundaki samimiyet, yüzündeki tebessüm ve vakar, zihnindeki ümmet bilinci ve kardeşlik; mazlumların imamının talebesi olmanın ne demek olduğunu hatırlatmıştı bana. Öyle ki kampa intibakları noktasında sıkıntı çektiğimiz bazı genç kardeşlerimiz bile, üstadın dua ve konuşmalarından etkilenerek kendilerine çeki düzen verme kararı almışlardı.
O gün kanaat ettim ki; önyargılarımızı şöyle bir kenara koyarak yolumuza devam etsek, ümmetimiz öyle güzel günlere gebe ki… Emperyalistlerin pişirip pişirip tekrar önümüze sunduğu “Şii-Sünni” ayrışmasına çanak tutan veya aldanan Müslümanları gördüğümde, bilgilerini birincil muhatapları olması gereken Şii kardeşlerinden edinmelerini öğütlüyorum sürekli… Ve bir Sünni olarak, “Şii kardeşlerimi gerçekten sevdiğimi” haykırmanın ne kadar da “ümmetçe” bir dil olduğunu iliklerime kadar hissediyorum her geçen gün…
İmam demek, örneklik demektir…
26804.jpg

İmam’ı her yıl bu tarihlerde hassaten anarken, o yılın sosyal-siyasal şartlarının Müslümanlar üzerindeki etkisini düşünerek, onunla özdeşleşen birtakım özelliklerini hatırlamayı kendime görev bilirim. İmam Humeyni deyince aklıma ilk gelen kavramlar, “basiret, zühd, vakar, sabır, aşk ehli oluşu, cesaret, ihlâs ve nafile ibadetler” oluyor…
Bunların her biri ayrı ayrı ele alınmayı hak ediyor. Ama müsaadenizle, bu yıl iki kavram ile hatırlamak istiyorum pamuk dedemi: “Vahdet” ve “ahiret odaklı-mütevazı yaşam”…
La Şiiyye La Sünniyye vahde vahde İslamiyye…
Kanaatimce, İmam Humeyni’nin bu ümmete bıraktığı en önemli miraslardan biri, büyük şeytan Amerika’nın yaptığı planları boşa çıkaracak kadar güçlü bir tarafı olan “vahdet” vurgusu… Bir Şii, Sünni kardeşini; bir Sünni ise Şii kardeşini sevmeli ve ihtilaflara değil ittifaklara odaklanmalıdır. Bu kaşınan yaranın arkasında yatan suni gerekçeleri bir kenara bırakır isek, temel noktalarda ittifak etmiş olan bu ümmetin Şii ve Sünni evlatları karşılıklı olarak birbirlerini anlama derdi içerisinde olacaklardır… İmam Humeyni’nin bu vurgusuna, günümüzde her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz.
Bugün Ortadoğu, görünenden çok daha öte bir takım kırılmalar yaşıyor. Gönül isterdi ki çizilen tüm bu pembe tablolar gerçek olsun ve Müslümanlar artık dünyada inisiyatifi ele geçirsinler. Ama tablo bu kadar parlak olmadığı gibi, diğer bir yandan da bugün bölgeye dair dünyanın kan emici müstekbirleri tarafından yapılan planlar, Şii-Sünni düşmanlığını hortlatmak üzerine odaklanıyor. Bunu son süreçte, Suriye üzerinden yapılan tarafgir açıklamalarda görmekle birlikte, gelecekteki elli yıl boyunca Müslümanların bu hastalıkla mücadele etme uğraşının engellenmeye çalışıldığına da şahit oluyoruz. Dolayısıyla, bugün İmam Humeyni’nin “vahdet” vurgusunu, her zamankinden daha fazla anlamaya ihtiyacımız var…
Dünya hayatını tiye almak, ahiret hayatına aday olmak demektir…
Bir diğer husus ise, “İslami/Müslüman burjuvazi” gibi terimlerin revaçta olduğu şu dönemde, basit ve mütevazı eviyle/yaşantısıyla bu dünyanın nasıl bir oyun ve oyalamadan ibaret olduğunu bizlere canlı şahitliği ile gösteren İmam’ın “dünya” algısını örneklemenin gerekliliğidir.
Bu dünyada zahid, abid olmak; öncelikle bu dünyanın gösterişlerinden ve aldatmacalarından uzak durmaktır. Son zamanlarda Türkiyeli Müslümanların dünya ile olan imtihanlarında “yaşam standartları”nı nasıl da yükselttiklerini gördükçe, İmam Humeyni olmanın ne çaba ve kıymet gerektiren bir şey olduğunu bir kez daha idrak ediyorum…
Şimdi dünya çok daha kötü; şimdi hasret çok daha derin…
İmam Humeyni, hayatı ve eserleri ile okunmayı hak eden örnek bir kuldur. Onunla ilgili hatalı ifadelerde bulunduğunu gördüğüm kimselerin, önyargıdan ibaret bilgilerle konuştuğunu gördüm bugüne kadar… Bu öncelikle kendimize zulümdür…
Dünya mazlumları her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyorlar İmam’larına… Şahsiyeti ve yaşantısıyla gönüllerde kurduğu sevgi imparatorluğu, bir İslam İnkılâbı’nı besledi mümin kalplerde.
Bugünlerde hayat garip bir oyun oynuyor liberal sahnede; bizim mahallenin çocuklarının ahlakını sınamadan geçirecek ölçüde güzel vaatlerle süslüyor oyununu. Kendi kendime içleniyor ve mırıldanıyorum: “Sınanmamış ahlak, ahlak değildir!”
Sonra düşünüyorum; “Durgun su pislik tutar” ne demek?
Kalın ve büyük harflerle tekrar tekrar bir şeyler yazıyorum defterime, ne olduğunu pek de bilmeden: MÜCADELE... Ve yine İmam geliyor aklıma ister istemez… Elimde değil, gerçekten seviyorum…
Artık, herkesin “deli” dediği ideal adamlar arıyorum; çünkü biliyorum ki bugünün delileri; geçmişin devimcileri, geleceğin dervişleri…
Gelin o uçağı hep beraber karşılayalım…
Bugünle bir sıkıntınız yoksa, bilin ki “umut tamlamaları”nız da yoktur…
Bugünle bir derdiniz yoksa, gelişini düşlediğiniz bir İmam’ınız da yoktur…
Ben hala Paris’ten gelecek uçağı bekliyorum… Gel artık be İmam’ım; Tahran’a, Ankara’ya, Şam’a, Kahire’ye, Bağdat’a gel diye bekliyorum… “Mesih nefesli aşk”ın ile gel…
Tekrar o video kasetlerini arıyorum; biliyorum o secde görüntüleri artık internette de var… Ama ben sadece seni değil; secdeni, yakarışların ile umut olduğun dünyayı, o dünyanın değerlerini de özledim…
Şimdilerde umut devşiriyorum bizim mahallenin delilerinden; hoyratça ve haylazca değil; Rabbime kul olmanın verdiği ciddiyet ve sorumluluk ile…
Ya İmam’a gitmeli; ya da adam gibi İmam olmalı dostlar…
İsmail Duman pamuk dedesinin yolundan gitmeye and içti
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
BU SBS’YE GİREN KAZANDI


2855.jpg

Malcolm X, SBS'de soru oldu!
Böyle bir haber için dünyabizim olarak olsa keşke derdik. Hatta zaman zaman yalan haber bile yaptık. Ama bu gerçek bir haber!



4 Haziran 2011 tarihinde 8. Sınıf öğrencileri dünyanın en zenci SBS’sine girdiler.
Kara değil, zenci! Hatta mü’min bir zencinin ferah yüzüyle karşılaştılar Sosyal Bilgiler sorularından 18. soruyu gördüklerinde. Belki çocukların çoğunluğu ilk kez görüyorlardı Malik Şahbaz adlı adamın suretini.
O suret, göğ ekin gibi yere düşen bir adama aitti.
O Suret, Hacc farizasını yapan bir adamın gördüklerini anlattığı duru bir bakışla mecz olmuştu.
O suret, ezilen, aşağılanan, insan yerine konmayan Afro-Amerikan bir adama ait değildi! Ömrünü yakıp yerine Süleymaniye denli bir mabed gibi kendini yeniden inşa eden bir adama aitti. Malik el Şahbaz: Malcolm X. Evet, isminin sonuna X ibaresini koyan adama aitti. Çocukların çok iyi bildikleri bir lisanın harfidir X; bilinmeyen.
Malcolm X, bilinen olmak için X’in altını kanıyla çizen adam.
2858.jpg
Vazgeçerseniz sizi çözüp atarlar!
Bir SBS sınavında çocuklara adeta, “Direniş var yılgınlık yok!”; “Vazgeçerseniz, soruları çözmezseniz sizi çözüp atarlar!” demek için gelmişti. Çok uzaklardan geldi… Evet, bunalmış, sınavlarla at yarışına tutuşturulmuş gibi sürekli bir yerleri törpülenen çocuklara: “Korkmayın! Sistemler, okullar, eğiticiler sizin kalbinizdeki o köklü devleti, özgürlüğe mahkum/mecbur/aşık/tutkulu/yazgılı o devleti (yürek devleti) yıkamazlar!” demek için gelmişti.
Her kim akıl etmişse, çocuklara hakiki bir kahramanın resmini göstermiş oldular. Kendi külünden yeniden doğan bir Anka’yı, insan olmanın hiç de kolay olmadığını bilen bir sureti çocuklara bir kere olsun gösterenler iyi bir şey yaptılar. Ezberlenmiş şair, yazar ve öykücülerin üzerine ömrünün altını kanla ve sözle ve yazıyla ve samimiyetle çizen modern zamanların devrimci, derviş, samimi bir insanını gösterdiler. Ne de iyi ettiler! Malcolm X; bu ülkenin sağından soluna, politik ve inanç farklılığı olan her insanına gösterilebilecek nadir bir insan. Bir insan!
26817.jpg

Yerlilere değerlerinin kıymetini hatırlatan bir yüz. Yerliliğinden utananlara tokat gibi sözleri olan bir insan.
Hacc ümmeti birleştirir!
Haccın birleştirici, eşitlikçi, öz be öz kıyamet denemesi olan yönünü ten renginden dolayı aşağılanan bir insan hatırlatıyor bize. 18. Soru sadece Hacc değil, sıkıştırıldığımız kadrolu müfredat kahramanları olan yazar, çizer, şair, öykücünün sıradan ve banalleştiren dünyasından bizleri alıp “eşit olduğumuz bir dünyaya” götürüyor. Bu yüzden diyorum ki 18. sorunun tüm şıkları doğru kabul edilmeli. Hatta E şıkkı olarak: “Malik el Şahbaz, ne güzel baktın sen çocukların yüzüne!” diyorum ve dünyanın en zenci, en eşit, en sıra dışı, en kalıpkıran SBS’sine giren tüm çocukların 500 puan almayı hak ettiklerini düşünüyorum.
Bu yüzleri tanıyın çocuklar!
O çocuklar; Malcolm’ün yüzüne baktılar. 500 puan almasalar da, fen liselerine, anadolu liselerine girmeseler de üzülecek bir şey yok. Malcolm, eminim o bakışlarıyla çocuklara söyleyeceğini söylemiştir: ‘Muhammed Ali, Martin Luther King, Malcolm X tüm maçlarını ve sınavlarını DİRENEREK ve İNANARAK kazandılar. İnanmıyorsanız sınavı bırakın çocuklar!’
“İnsanlar arasındaki tüm ayrımcılıkların kalktığı bu manzara, Allahın gücüne olan inancımı perçinledi.” diyor ya Malcolm, daha ne desin?! Ayrımcılıklar 18. soruları, adil imtihanları, sıra dışı sınavların sorularını çözen çocuklar kaldıracaklar.
Malcolm çocuklara şunu da demiş olabilir:
"Sevmek için mücadele et.
Sevdiğini bir daha söyle..."

Zeki Bulduk, ayrımcılık olmayan ve adil nice sınavlar dileğiyle yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ACININ BAŞKENTİ


27001.jpg

Gazze Hava Yolları da olacak bir gün
Zeki Bulduk, gitmediği, görmediği, bilmediği, özlediği ve utandığı –tanıdık- bir kente yolculuk yapmanın yollarını yazdı.



Her kent Allah’ındı;, Dublin de Londra da, Mardin de…
O şehirde bir akrabam yok; ne dayım, ne amcam, ne halamın oğlu, ne de kardeşim…
O şehirde evim yok.
O şehirde anılarım ya da o şehre dair gelecek düşlerim yok. Mesela Doğu Akdeniz kıyısında bir güzel yazlık yapıp denizi izlemek gibi hayallerim olmadı hiç.
O şehirde çocukluğum geçmedi.
O şehirde bir arkadaşım olmadığı gibi sokak ve cadde isimlerini de bilmem; Rachel Corrie Caddesi hariç.
O şehirde şeyhim olmadığı gibi ihvandan bir kardeşim de yok.
26999.jpg

O şehir, Dublin kadar uzak aslında.
O kent, Londra gibi, Mardin gibi, gri ve soğuk ama dirençli Dublin gibi Allahın mülkünde. Belki de Allahın elinin değdiği ve kavganın sürdüğü kentleri sevdiğimden özlüyorum o kenti. Kent dümediği için, direndiği için de olabilir; bilmiyorum.
Bazı gemiler bazı atlara benzerler; mesela, acı çekerler ama mutludurlar
O kente yakında bir gemi kalkacak yaşadığım kentten. İçerisinde yaklaşık beş yüz yolcusu olan bir gemi… O beş yüz kişiden biri de ben olayım diye dua ediyorum o kent her aklıma düştüğünde.
Bilmediğim, tanımadığım, resimlerden ve filmlerden gördüğüm insanların yaşadığı bir kent neden bu kadar umurumda, neden bu denli o topraklara gitmek istemem; reel bir açıklaması yok. İnsanlık adına, onurum adına, gelecek adına, kulluğum adına, zulme uğrayanlara şifa olsun diye, çorbada benim de tuzum olsun diye, kan akan yaraya bir gram da olsa su dökeyim diye mi? İnanın bu denli büyük cümleler kurup da, kurduğum cümlelerin altında ezilmek istemem. İnsanlığa derdi verenin, acıları bize kardeş kılanın Rabbim olduğunu içimin ta içinde hissediyorum; acı her ne kadar ağlatacak denli, bağırtacak denli derin olsa da. Acı, bizler gibi yaratılmış bir varlıktır. Acı; Allah’tandır. Ama yürümek ya da denizler geçmek, yahut bilmediğin bir kente köyün kadar, mahallen kadar, evin kadar yakın durmak, orayı özlemek de insani olandır.
O kente giden gemilerin diğer gemilerden farkı yok, doğru. Demirden, sertleştirilmiş plastikten ve ahşaptan mecz olmuş, suda yüzen araçlar… Oysa bazı gemiler vardır ki bazı atlar gibi farklıdırlar. Mesela Burak, mesela Düldül, mesela Aşkar, mesela Zülcenah… Diğer atlardan farklı olmalarının sebebi menzilleri ve üzerlerinde taşıdıklarıdır. Mavi Marmara adlı gemi de bu sebepten kendine benzeyen su üstü araçlarından ayrılır. İnsana benzer; acı çeker, kanar, ölür bir yerleri, dirilir başka yerleri; insan gamı, insan sevinci, insan mutluluğu ve insan direncini taşır. Taşıdıkları onu öylesine bir gemi olmak sıradanlığından kurtarır.
O gemide olmak; şehit olmak için avans almak gibi belki de… Böyle düşünenlere sözüm yok. O gemide olmak insan olmaktır, en yalın haliyle. Cesur olmak, ölmekten ve zulme uğramaktan korkmak, bir hedefe yönelmek, bir yolculuğa çıkmak “başkalarının da yaşama hakkı olduğunu” düşünenlerle… Bu çok güzel. Dedim ya, tam da insanca olan.
Martılarla, yunuslarla, vicdanlı insanlarla çağırayım Mevlam Seni
Martılar ve yunuslar bizimle yarış ederken çığlık çığlığa; pruvada demli bir çay içerken Hz Ali’den bahseden bir dostumla ya da yeni tanıştığım bir yolcuyla Arap Direniş Edebiyatı ve Nizar Kabbani hakkında konuşurken eminim bir gemiden ve yolculardan fazlası olurdu manzarada. Meleklerin ya da insanların ordusundan bahsetmiyorum; Akdeniz’in mora çalan sularındaki eşsiz manzara da değil dikkatimi çeken. ‘İnsan olmanın yola çıkmakla başladığı’ bilgisinde saklı o manzara.
27000.jpg
Akdeniz… Ali Askar için su isteyen Hz Hüseyin’e okla cevap verirler. Altı aylık Ali Askar şehid olur. Cansız bedenini çadıra getiren Hz Hüseyin atına bindiğinde: “ Hüseyin isterse su mu yok?!” dediğinde atı Zülcenah’ın ayağını vurduğu yerden su fışkırır. Rivayet ne kadar doğru bilmiyorum ama Hz Hüseyin istediğinde suyu verecek olanın Allah olduğunu biliyorum. Akdeniz, üzerinden Zülcenah geçmiş gibi duruyor karşımızda. Suyun öte yanında suyu verirken bile kendilerini “hayatın ve ölümün sahibi” gibi gören bir kavim var. Bir kent var orada. Adına Gazze diyorlar. Gazze, Osmanlıca Sözlük “Şam’ın(Şam-ı Şerif’in değil) doğusunda bir yerin adı” diyor umursamazca. Sonra birden umursayıp: “Peygamberimizin ceddi Haşim’in kabrinin olduğu yer” diyor. (Mezarlıklarla anılacak bir yer olduğunu mu düşünmemiz gerekiyor her dem!)İngilizce sözlükte ise (Filistin bir ülke değil bir yerleşke adı İngiliz kurnazlığında)Filistin’in güneybatısında yer alan, Gazze Şeridi’nin en büyük şehri, diyor. Şairler ve o şehre baktıkça canı yananlar ise yeni anlamlar veriyorlar o şehrin adına. Oysa, Gazze, Gaza, Gazavat, Gazi, Gazel, Güzel… derken gözümün önüne Kerbela geliyor. Suyun kıyısında susuz kalan bir kent! Kendi suyunda büyüyen, doyan, etlenen balıkları bile yakalamalarına izin verilmeyen bir kent. O da kendisine yelken açan insan-gemi kadar insan-kent. İnsan bir kere ona gözünü dikti mi, bir daha iflah olmuyor. Her dem aklında paslı bir çivi gibi dönüp duruyor; o kenti yalnız bırakmama fikri. O kent; masum bir kadın gibi. Saraybosna, Bağdat, Priştina, Kabil; mütecavizlerin elinden biraz olsun kurtulabilen diğer masum kadınlar. Gazze; hem kadın hem Kerbela. Nasıl gitmez insan o kente? Her gün her gün aynı zulme şahit olan, o kente, o kentin insanına düşman bile olsa bırakın gemiyi yüze yüze gider o kente! O kent; acının başkenti. Dünyaya gelen elbet acıyla yüzleşir bir gün; acı acıya su sancıya, deme kolaylığının dışında acının başkentinde beş dakika insan yüzlerine bakmak; ne zordur oysa…
Kim bekliyor seni orada?
Gazze’ye gidecek olan bir yardım filosunda olup olmayacağımı bilmiyorum. Ama biliyorum ki bir gün insanlar o kente uçaklarla, araçlarla, atlarla, yalın ayak gidecekler. O gemilerden, insan yürekli motorları olan o gemilerden birileriyle gidemeseler de Gazze Hava Yollarını kuracaklar gökyüzünün de istila edildiği bir zamanda. Kolları yerine kanatları olan, vicdanları olan, utançları olan insanlar uçarak varacaklar kente. Gökten fosfor bombası değil insanlar yağacak!
Evet, o kentte özlediğim bir dostum, akrabam, mürşidim, evim yok. Ama o kentte gelmemi bekleyen Ali Askar yaşında, susamış bebekler var. Acı var, benim gibi yaratılmış olan ama Gazzeli bebeklerin boynuna yılan gibi dolanmış öylece duran… Belki de bir mezar vardır; bunu yalnızca Allah bilir.
Zeki Bulduk, denizaşırı kentleri özleme nedenlerimizden birini yazdı.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
DOKTORA ÇIRAK OLACAK!


27132.jpg

Doğru şıklar yumuşak uçlu kalemler
Adam yetiştirmek için ölçmeyelim, seçmeyelim, test etmeyelim. Ellerine bakıp, gönüllere yerleştirip çırak yapalım ki ustasını bilsinler.


“Aman da aman!” diye başlayan, “benim oğlum / kızım okuyacak kocaman adam olacak” diye biten, ardından adamlığı ÖSYM’nin doğru şıklarından birine bağlanan ebeveynlerin çocukları; doğal olarak adım atmadan yumuşak uçlu kalem ile doğru şıkkın içini doldurmayı, yanlış ve doğru hesabı üzerinden kâr zarar dengesi kurmayı öğreniyor. Sonunda da ameliyattan çıkıp kendinden bir merhamet bekleyen zavallı doğru şıktan habersiz insanlara “X” deyip olayı bitiriyor. Şimdi bu kimin suçu? Elbette benim değil. Küçücükken başımı okşayan, sakallarından sosyalizm, kapitalizm ve devrimcilik kelimeleri zihnime nakşedilen sevgili arkadaşım “konservatuar” demişti “gel seni de götüreyim!”
Aaaa sorular çalınmış!
Elbette okuyup adam olacaklardan olarak bu sevimli arkadaşımın davetine icabet edemedim; ama beni götüremediyse de giderken beni kimlere bıraktığından ötürü bir söz söylememesi, içimde ona karşı olan incinmişliği de silmiyor. Senelerce yanlışlar ve doğrular; klasik usuller ve testler; en sonunda değişen sistemler… Sahi ben ve neslim kaçar kez sınavlara girmiştik? İhtilal bizi anne karnında mı vurmuştu? Düşünün sınavdan çıkmışsınınız “Robert olmazsa Hüseyin Avni ile idare ederiz” diyen sevgili danışmanlarınızın zihinlerini kirlettiği ebeveyninize sarılmadan, bir adam elindeki gazeteyi gözünüze sokup “Bu soru var mıydı?” diyor. Nasıl olur, benim iki şık arasında gittiğim soru değil mi bu? “Evet” diyorum, “baba ben bunu yapamadım” orada da mı takip, ya ağlayacağım galiba! Babam, yumuşacık elleriyle yüzümü saklayıp ateş saçan gözleriyle adamı defetse de ne kendi kaderinden ne de kaderini alan kızından kurtulabildi? Aaaa sorular çalınmış!
Çırak olsun çırağa çıkarılmasın!
Nedeni yok aslında. Siz ne kadar bir tapınakta çocukları kurban etme ayinine dönüştürürseniz birileri de o kadar bu töreni bozmaya, onunla oynamaya ve zavallı kurbanlarınızı katletmeye götürür. Her gün yeni bir sistem ve her gün yeni bir katliam; bu seneki sorular çalınır, öbür senekilere şifre konur ve daha nice öncekilerin ne olduğunu sırlı dosyalardan başkası bilemez. O halde; bence ellerine bakalım çocukların, sonra gözlerine, sonra da hiçbir şıkka tabi tutmadan onları verelim, çırak eyleyelim. Kime mi? Tabi ki adam gibi ustaların ellerine! Usta baksın, çocuğun ölçüsünü alsın, konuşsun, dinlesin, şıp diye verip notu sınasın. Kalfa olacak gibiyse ister doktor, ister mühendis, ister şair, ister yazar, ister ressam olsun; ama önce çırak olsun, çırağa çıkmasın!
Kahraman kokoreççi
Şimdi bir kokoreççi abim var; ilkokul mezunu ya da belki de yüksek tahsili Harvard’dan, çok da önemli değil. Muhabbeti gani, adamlığı şıksız. Geçenlerde kendini İstanbul Üniversitesi’nin şerefli bir doğru şıkçısı olarak gören kaliteli bir dosta; “Canın kokoreç mi istedi? İki sokak ileri de amcaoğlu var, benimkinin aynıdır. Git, selamımı söyle, benden olsun” dedi. Hem de bunu, sadece ona yardım eden genç arkadaşına, bakışlarıyla “sen de kimsin?” dediği için yaptı. Çocuğun ifadesi, giderken “ya kız arkadaşım sinema- televizyon okuyor, senin şu yönetmen garsonla bir konuşsa” demesi, mizaha konu olsa da bu ülkede hâlâ çocuklarını doğru şık için çırak çıkaranları hatırlatan tam bir trajediydi.
Şimdi söyleyin; çocuğunuzu “oğlum adam olmamışsın” diyerek hiçbir eveleme geveleme yapmadan - işsiz yönetmen- çırağını ezdirmemek için müşteri demeden yollayan sevgili kokoreççimin yanına mı; yoksa doğru şıkkı çok iyi dolduran, yumuşak uçlu, sert gövdeli makinelerin yanına mı verirdiniz?

Fadime Türkölmez dikkat çekti
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İLİŞME ACIMA MELEĞİM


27300.jpg

Dünya nasıl kurtarılır?!
Güray Süngü, usta kalemi ile Angelina Jolie'ye sesleniyor: İlişme acılarıma meleğim!



Biz üç kişiydik. Annem, ağabeyim ve ben.

Annem bakkala ekmek almaya gitti. İki kişi kaldık. Bir süre ağabeyimle birbirimizi seyrettik. Sonra ağabeyim sıkıldı beni seyretmekten ve yüz çevirdi benden. Ben bir süre daha seyretmeye devam ettim onu. Bu sefer seyredilmekten sıkıldı ağabeyim ve bana kendisini seyretme yasağı koydu. Ona yasaklarla yaşayabilecek birisi olmadığımı söyledim. Aferin deyip başımı okşadı ve oy kullanmaya gitti. Apartman yöneticisi seçilecekti ve bu yüzden apartman toplantısında her daireye bir oy verme yükümlülüğü verilmişti. Sadece yedi numaranın iki oy hakkı vardı. Çünkü yedi numaralı dairenin ebeveyn banyosu vardı. Ona toplantının saat sekizde olduğunu hatırlattım. Biliyorum dedi bana. Ama yine de gitti. Anca gidermiş. Duvardaki saate baktım. Durmuştu. Annem bakkala ekmek almaya gittiğine göre henüz sabahtı. Anlamadım ağabeyimin ne yapmak istediğini ama sorun etmedim. Ağabeyim benden daha akıllıydı, elbet bir bildiği vardı.



Evde yalnız kalınca yapacak bir şeyler bulmam gerektiğini düşündüm. Evde hiçbir şey yapmadan durmak iyi birşey değildi. Hiçbir yerde hiçbir şey yapmadan durmak iyi birşey değildi. İhtimalleri gözden geçirdim ve biraz kafa yordum. Dünyayı kurtarmaya böyle karar verdim. Annem bakkala, ağabeyim oy kullanmaya gitmiş ve ben evde yalnız kalmışken.
Dünyayı nasıl kurtarırsın?


Dünya nasıl kurtulur?
Bu konuda da ihtimalleri gözden geçirdim. Çok kısa sürdü ihtimalleri gözden geçirişim. İhtimaller gözümden düştü. Çok azlardı, bu kadar azken onlara saygı duymam olanaksızdı. Yine de ihtimallerin gözümden düştüğünü söylemesem daha iyi olurdu. Neyse. Uzun vadeli bir plana girişmeyi düşündüm çaresiz. Dünyayı kurtarabilmem için öncelikle bir kostüme ihtiyacım vardı. Sonra ise dünyanın kurtarılabilir bir hale gelmesine. Bunu benim için kimse yapmayacağına göre bu işi ben yapmalıydım.
Dünyanın kurtarılabilir bir hale gelmesi… bu ne demekti? Şu demekti; dünyayı kurtarılmaya muhtaç bir hale getirmek. Bunun için yapmam gerekenleri düşündüm sonra. Kafamın en az ağabeyiminki kadar çalıştığını o an anladım. Çünkü fena şeyler geldi aklıma. Köşedeki dilenci geldi mesela. Hayır aslında şöyle; köşede dilenci filan yoktu, ama olsaydı ona çok güzel yardım edebilirdim, evden havuç götürürdüm ona, çok güzel olurdu. Sonra mesela, binadaki yangını tek başıma söndürsem… tamam işte, önce binayı ateşe verip sonra da binayı yanmaktan kurtarırsam. Bu şekilde planlarla, mikrodan makroya… iç savaşlar, isyanlar, devrim kılıklı kıyımlar… güzeldi. Uzun uzun planladım her şeyi. Çok yoruldum bu arada. Annem bakkaldan geldiğinde beni çalışırken görünce çok duygulandı. Ağabeyim apartman toplantısından geldiğinde beni çalışırken görünce o da çok duygulandı.


Onların o kadar duygulandığını görünce ben de çok duygulandım. Duygulanınca çalışmaya ara verdim. Duygularımı işime karıştırmak istemedim. Zaten epeyce yorulmuştum, biraz eğleneyim diye televizyonu açtım. O kostümü o zaman gördüm. Televizyonu açınca. Epeyce güzel bir kostümdü üstelik. Köfte gibi dudakları, hayatında hiç karınca ezmemiş gibi bakışları, her renkten bir tane olmak üzere çocukları ve bradpit diye de bir kocası vardı. Bizim aşağı mahalleye gelmiş, öte mahalleden kaçanlara havuç veriyordu. Olduğum yere çöktüm kaldım. Ulan dedim, bir şeyi de benden önce birisi düşünüp uygulamaya koymamış olsa ya… neyse. Kapat televizyonu anne, seni de kandırıyorlar diye bir şarkı söyledim, hayalkırıklığımı kendimden gizleme hevesi kursağımda…

Güray Süngü Cafcaf Mizah için yazdı
 
Üst