D/okunası Yazılar (Umutsuzluk ölüler içindir)

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
SİZİN GÖZÜNÜZ NERDE?

Emily Henochowicz'in gözü!


Mavi Marmara'ya yapılan korsan baskınından bir kaç saat sonra protesto gösterilerinde İsrailli Emily İsrail askerlerinin açtığı ateşle sol gözünü kaybetti..


31 Mayıs günü İsrail korsanlarının Mavi Marmara'ya baskınından bir kaç saat sonra Filistin'de yapılan baskını kınayan gösteriye katılıp İsrailli askerlerin açtığı ateşle sol gözünü kaybeden İsrailli Emily Henochowicz ne söyler bize?


Artık görmeyen gözünün üstüne saldığı kara saçlarıyla bizi nerelere sürükler? Mustafa Nezihi, özellikle Emily Henochowicz'in bir fotoğrafından etkilenerek yazdı bunları.

Vahşetin çıkardığı göz
Emily saçlarıyla örtmüş gözünü. Siyah saçlarıyla… Bir karalık o saçlar. Yerinde, yurdunda rahatça keyif çatanlara doğru yayılıyor. Oradan, o saçların altından çekip alındı ışık. Vicdansızlığın ve vahşetin çıkardığı bir göz vardı orda eskiden. Denizden gemiler yürürken kabaran vahşet, karada da saldırmaya devam etti.

Yatağı rahat olana bir uyarıdır bu göz
Aslında yıllardır sistemli bir şekilde öldürülen çocuklar, kadınlar, gençler, yaşlılar, erkekler varken 21 yaşındaki bir sanatçı kızın gözüne odaklanmak ne kadar sahih? Bunu da soruyorum kendime. Ama işte her zulüm gibi bu da bir uyarıdır uykusu çok olana. Yatağı rahat olana. Duası az olana. Bakışı ve görüşü zayıf olana.

Bir şeylerin ardına saklanmamak
Ben oturup bunu yazıyorum. Filistin’de gözünü kaybetmiş bir Amerikalı Yahudi kızın hikâyesini. Çünkü kımıldandı o gözün sahibi. Meydana indi. Kurşuna dönüşen bir gaz bombasına hedef olacak denli sesini yükseltti. Gösterdi kendini. Saklanmadı bir şeylerin ardına. Fisitinliler’in, Araplar’ın, müslümanların barbarlığına inanmadı. 11 Eylül’ün yalan bombardımanına kanmadı. ‘Ben bir sanatçıyım, sanatımla protesto ederim’ demedi. Fırçasını, boyalarını, gönyelerini, bilgisayırını ve bilmem daha nelerini geride bırakarak yürüdü ırkdaşlarının düşman bellediği Filistinlilerle.

Emily'nin saçları tutup bizi sürüklüyor
Bir sorudur bize Emily. “Sen ne yapıyorsun?” diyen. Dışardan bir soru hem de. Emily’nin gözünün körlüğü, gözümüzün ne kadar açık olduğunu sorar. Korkularımıza, tedbirlerimize, yutkunup susmamıza yöneliyor o körlük. O saçlar bir yerlerimizden tutup bizi sürüklüyor. Vicdanımızın sesinin eyleme, duaya, sağlam bir duruşa, cesarete dönüşmesinin gerekliliğine vurgu yapıyor. Renklerin en asili siyahla. Bold bir karakterle.


Yalanın gürültüsünden Filistin'e kaçmak
Emily Henochowicz… Böyle yazılıyor adı. Nasıl okunuyor acaba? Duyarlı insan olabilir mi? Koskoca yalanlara değil de orada yaşanan acılara, zorluklara inanan bir küçük kız. Belki de hesapsızlıktır onu oraya götüren. Dengelerin canı cehenneme deyip gitmiştir. Gecenin karanlığında silahsız insanlara, kimsenin olmayan sularda, tam teçhizatlı olarak saldıran soydaşlarının kinine öfkelenmiştir. O kızgınlığını alışkanlıklarla, gevezeliklerle, miyopluklarla, savunmalarla tüketmek istememiştir. Binip bir uçağa, kaçmıştır vicdanını bastırmaya çalışan Amerikan gürültüsünden. O gürültü ancak Filistinlilerin yanan yüreklerine katılınca duyulmaz olur çünkü.

Kuleden indiren sezgi
Bu yüzden birden iniverdi yalancıların inşa ettiği Babil Kulesi’nden. Bunu bir sezgiyle sezmiş olmalı. Bir sevgiyle. İsmini bilmediği bir dertle. Zor mu diyorsunuz. Gerçekten de zor bir şey yapmış Emily. Çoğumuzun yapamayacağı bir şeyi.

http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=5256
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
KAZIĞIN BÖYLESİ!


Vay be, adam Adidas giyiyor!
Hem misli misli para ödüyor hem de bedavadan reklam yapıyor. Ne dersin böyle adama?!

23237.jpg


Ayaklı reklam bilbordları. Daha da kötüsü yaptıkları reklamlardan, reklam logosunu başlarının üstünde taşıyıp düştükleri rezil duruma rağmen beş kuruş para almamaları. Zavallıca olanı ise hem para verip hem de o ürünlerin reklamını yapmaları.

23238.jpg


Logo baş üstünde!

Kapitalizmin uşaklığının lider malları olan spor giyim markaları, ürettikleri şapkaların üstüne ince bir desen, bir sanat ve emek işlemekle vakit kaybetmiyorlar. Yaptıkları tek şey markalarının logolarını şapkaların üstüne yapıştırmak. Komik, gerçekten komik. Kendi kalitelerinde bir başka marka, reklam ihtiyacını şehrin göbeğindeki bilboardlara yüz binlerce lira vererek giderirken Adidas, Nike ve Puma gibi markaların buna ihtiyacı yok!

23239.jpg


Onların reklamını yapacak, her gün Beşiktaş’ta, Üsküdar’da, Taksim’de, Kadıköy’de, Ankara'da, Eskişehir'de gezici ve ayaklı reklam bilbordları var. Bedelsiz reklamını yapacaklar. Pardon bedelsiz mi dedim, affola. Reklamı yapacak olan müşterinin aynı kalitedeki bir şapkaya mukabelen üzerinde sadece o logo var diye ödeyeceği fazladan on kat ücret bedeli vardır. Yani reklam yapacak olanlara fazlasıya para ödettiren bir kapitalist zihniyet var karşımızda.

Bedavaya ayaklı bilbord reklamları!
Ama kızmak mı lazım? Hayır elbette. Hangi üretici sırf logosunun hürmetine o şapkayı kalitelerine mukabil kat kat fazla para verip ayakta reklamını yapacak olan kitleyi kaçırır ki!? Hem de öylesi bir reklam ki, başımızın tam üstünde şeref gibi, üç hilal gibi taşıdığımız Adidas logosu. Ha, bazıları reklam afişlerinin yerlerini değiştiriyor. Kimisi tşörtünün üstüne baştan başa bir Adidas logosu istiyor, kimisi pantolona, kimisi ayakkabısına... Ama bir gerçek var ki vücudunda Adidas logosunu gösteren âbâd oluyor. Vay be, adam Adidas giyiyor!
“Vay be adam Adidas giyiyor!” cümlesinin anlamı sokakta riya içerir ama bende karşılığı öyle değil. Bence bu tişörtleri, şapkaları nefsini öldürmek isteyen dervişler giysin. Aba’dan daha fazla nefis terbiyesi muhteva ediyor, keçeden daha kötü bir görünüm veriyor. Düşünsenize değersiz bir eşantiyon almışçasına, şapkada size ait bir şey yok da, şapkayı dağıtan üretici firmanın reklamı var. Sokaktaki değil de bendeki karşılığına geleyim bu tarz şapkaların yahut giyimlerin.
23240.jpg


Yazık adama, hem bir üretici firmayla reklam yapmak üzere anlaşıyor. Hem de yapacağı reklamın karşılığında para alamıyor. Yahu para alamıyor da, bari reklamını yapacağı şapkayı ücretsiz alsa. Yuh artık bir de ona mı para veriyor, hem de cinsinin on misline! Yuh, yuh, yuh!


Mehmet Bahadıroğlu birileri enayiyse, üreticiye sual olunmaz dedi
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ORTADOĞU GİBİ KADERİ
23278.jpg

Ünzile, kuyularda kayboldu
'bir gül gibi al ve narin / bir su gibi saydam ve sakin' bu toprakların hikâyesi o..


Dünyaya savrulmuş bir âdemkızı… Savrulmuş değil belki, adına yakışır gibi nazil olmuş. Zuhur bulmuş, Yaradan’dan kopmuş. Dönmüş dönmüş de rüzgârlarla beraber, savruluşu işte böyle olmuş.
İri iri bakıyor gözleri. Bakışları, büyük damlalarla yeryüzüne düşen yağmur gibi düşüyor adamın yüreğine. İki derin çukur, siyah, simsiyah… Kayboluyor insan içinde. Düştükçe daha derine, daha derine, en dibe… Bu yaşta nasıl da derin bakıyor böyle? Ne zaman kazınmış bunca kuyu gözlerine! Ona yönelen bakışlar dipsiz kuyuya atılan taş gibi, gittikçe gidiyor, gidiyor, gidiyor, sonra boğuk, yankılı, kalın tek bir ses dönüyor geriye. Yürekte yankılanan bir ses…
Saçlarını kısa kesmişler. “Olsun yine uzar” diyor ama kesilirken ağlamış. Gözyaşı yanaklarında çok gezinmeden yere damlamış yavaşça. Yerde aynı noktaya düşen dört damla… Sevecen bir elin dokunmadığı yanaklarını gözyaşı bile okşayamamış.

23280.jpg


Ürkek… Elimi oynattığında uçup gidecek bir kuş gibi. Gidip dönecek bir kuş gibidir belki, küllerden doğacak kuş gibi… Doğmak için yanmak gerektiğinden yanıyordur böyle. Boşuna yanılmaz elbet...

Ortadoğu gibi kaderi
Sınırları çizilmiş dünyasının. Ortadoğu gibi kaderi… Dümdüz çizgilerle bölmüşler içini şerha şerha. Ortadoğu gibi kaderi… Sınırları yüreğinden geçirmişler. Yangın yaraları da dağlar bir gün. O zaman boşuna yanmamış olur işte. Söküp atar sınırlarını. Yüreğinin kıpırtılarından akıp gelen, gözbebeklerinde ufak beyaz bir parıltıya dönüşen ışığın her şeye rağmen ortadan kaybolmamasını sağlayan o umutla…
Beyaz bulutlar geçer başının üzerinden. Mavi gökyüzü… Her sabah ışın demetleri… Yıkayıp geçerler onu usulca. Sonra yağmurlar… Aniden bastırıverince, ayakları çamur içinde, hayvanları önüne katıp koşa koşa sığınışı bir dam altına. Ayaklarına bakar. Ayaklarının ucundan akıp giden suya… Çıplak ayakları üşür. Paçaları ıslanır. Ama o suya bakar, onu da alıp götürsün diye dua ettiği suya. Suyun taşıdığı saman çöplerinin üzerine biner. Gider de gider…

Acısı içine akar
Önüne bakar Ünzile. Başı yerdedir. Üstünden akıp giden beyaz bulutlara, mavi gökyüzüne, onu yıkayıp giden ışıklara aşina değildir bu yüzden. Yere bakar o. Susar. "Adam, acı mümkün olduğu kadar kendi içine aksın diye yüzünü önüne eğmişti." diyen Zarifoğlu’nu haklı çıkarır belki de. Dışarı taşırmak istemez acılarını. Gözyaşları gibi. Hep içine akar gözyaşları. Acılarına karışır. Acılarına kardeş olacak biri de yoktur zaten.

Gülmek ve ağlamak

23281.jpg


Pazarlıkların ortasındadır. Dışındadır da aynı zamanda. Ne içindedir zamanın ne de büsbütün dışında. Masum dünyasına sığmayan onlarca “oyun” oynanır etrafında. Kucağındaki oyuncak bebek alınır, gerçeği verilir yerine. Yediği şekerin ardından dilinde olması gereken morluklar yüzündedir şimdi.
Hiç gülmez mi Ünzile? Güler elbette, bizim gülmeyeceğimiz, dönüp bakmayacağımız şeylere güler o. İnci gibi dişleri o zaman ortaya çıkar işte. O zaman yüreğinin en derin yerinden kopup gözlerinde bir nokta halini alan o ışık ağzından da çıkar sanki. Zira çok fazla konuşmadığından ağzını açtığı ender vakitlerdir bunlar. Ufacık bir güzel söz, eskilerden bir anı yeter de artar bile. O anı bekliyormuşçasına yavaşça yayılır çatlamış dudakları yanaklarına doğru. Bazen birkaç saniyelik bazen biraz daha uzun bir tebessüm… Ama asla kahkaha değil. Bunu gören olmamıştır henüz. Ağlamaktan çok da fırsat bulamadığındandır belki.

23282.jpg

Kim daha temiz?

Fotoğraflarda rastlarsınız Ünzile’ye. Yüzü hafif kirlenmiş, bembeyaz dişleri ile acı ve mutluluğun, gülmek ve ağlamanın birbirini tamamlayan dairesel duygular olduğunu, birinin bittiği yerde diğerinin başladığını hatırlatan ifadesinden tanırsınız onu. Bu çok “sanatsal” duruşu ile ilgilenirler genelde. Hikâyesini bilmeye gerek yoktur, kirli iş ilişkilerinden fırsat bulduğunda ona elini uzatıp, sınırlarını kaldırırken onu daha da kirleten büyüklerinin “kurtaracağı” herhangi biridir o. Oysa yağmur suyuyla ıslandığı için çamura dönen toprakların kirlettiği ayakları, kokuşmuş bir şehrin kaldırımlarına basan ayakkabılardan daha temizdir elbette.

Yüreğinin ortasından da geçirseler sınırları hayallerine bir sınır koyamamışlar. Hayallerinde mayınlı araziler yok Ünzile’nin. Ortadoğu’nun soluğu ile büyüdüğü her halinden belli. Patlayan bombaların dumanlarında kaybolan gökyüzü nasıl duman uçup gidince çıkarsa ortaya, Ünzile’nin bembeyaz yüreği de öyle işte.
Ünzile derin bakıyor. İçime bakıyor. Kalbime, kalbimize…
Hafif hafif bir şeyler mırıldanıyor “bir gül gibi al ve narin / bir su gibi saydam ve sakin”…


Görkem Evci
 

mostar

Profesör
Katılım
6 Ara 2009
Mesajlar
1,011
Tepkime puanı
244
Puanları
0
Ahmet Aktay’a;Hatırlar mısın? Kışlanın içinde, o numaralandırılmış zeytin ağaçlarından birinin gölgesinde oturmuş, düşünüyordum. Bana neden bu kadar çok düşündüğümü sormuştun. Cevap verememiştim. “Hiiç...” demiştim. Şimdi cevaplayabilirim.
Biz düşünmezsek Ahmet;
Allahsızlık sokaklarımıza inecek. Sokaklarımızı kaybedeceğiz. Mahallemizi kaybedeceğiz. Sevgilimize çingenelerden çiçek alamayacağız. Cami bahçeleri bu kadar sükunetli olmayacak. Otobüs biletleri el yakacak, tren biletleri pahalanacak. Terminallerden deliler, Sirkeci’den dilenciler kovulacak. Banka kredisi için uygun faiz fetvası bulmak için geç saatlere kadar düşünmüş olacağız. Namazlarımız daha çok aksayacak. Babaannelerimiz bunun için çok üzülecek. Gece demli çay içip yazı yazamayacağız. Çayı yetmiş beş kuruştan içemeyeceğiz Çınaraltı’nda. Sigara içecek yer bulamayacağız. O ünlü lahmacun firmasında çalışan kızların rimelleri daha çok akacak, belki on iki saat çalışacaklar. Ve yine ondan daha ünlü bir kıyafet mağazasında çalışan çocuk havasızlıktan, çalışma saatlerinden dolayı gözlerimin önünde yeniden bayılacak. Huzurevleri ve hapishanelerin mevcudu artacak. Anadolu Üniversitelerinde bazı kızlar parasız kalacak, sonra pezevenkler çoğalacak. Sokaklar pis bir cerahat gibi çirkefleşecek.
Biz düşünmezsek Ahmet;
Kahvenin kırk yıl hatırı kalmayacak. Alışveriş merkezleri çoğalacak. Doğulu çocuklar sevgililerine Adana dürüm yerine hamburger menü alacak. Dedelerimiz Çeçenistan’ı, Filistin’i düşünmeyecek. “Komünisttir yağmur, bölüşerek yağar” demeyecek başörtülü kız. Belki Süleymancı çocuklar kot pantolon giyecekler. Nurcu adamların bıyıkları dudaklarının üstüne çıkacak. Çocuklarımız Halit Ertuğrul, Şule Yüksel Şenler yerine Cezmi Ersöz, İclal Aydın ile okumaya başlayacaklar.
Biz düşünmezsek Ahmet;
23350.jpg
Gazetelerde, televizyonlarda, radyolarda alçaklar çoğalacak. Kelimeler yağmalanacak. Şarkılar aşksız kalıp, sahaflar kapanacak. Oysa bir şarkıyla başlar her şey, bir kitapla. Ağaçlara kimse hürmet etmeyecek. Üsküdar’ın, Kuzguncuk’un, Karabiga’nın sokakları kendilerine anlam bağışlayan birilerini bulamayacak. Simitten sonra ekmek de bir lira olacak. Ekmekleri fırınlarda bile ambalaja koyacaklar. BİM kapanacak. Öğrenciler LeCola içemeyecek. Akbiller tarihe karışacak. Çiğköfte her daim etsiz olacak.
***
Ve Ahmet;
Biz Müslüman’ız. Onun için garibiz. Onun için utanıyoruz lüks sofralarda, lüks salonlarda. Üstümüze aldığımız yeni kıyafetler yüzümüzü kızartıyor. Vitrini, boyayı bünyemiz kaldırmıyor. Temizi seviyoruz. Temiz bir kızla evlenip temiz evlerde yaşıyoruz. Anneannem öleli kırk gün oldu. Beni ziyarete gelmek istemiş annemle iki gün öncesi. “Yeni, tertemiz bir pardösü alayım” demiş ziyarete gitmeden. Almış. Giyemeden göçtü bu dünyadan. Bir ikincisi yoktur giydiği, çünkü temizdir hep. Onu, elinden düşürmediği tesbihinin şıkırtılarıyla, evinde ikindinin farzını sekiz rekat kıldığım çocukluğumun güzel hatıralarıyla anacağım. Temizliği, saflığıyla…


(Taha Süren askerliği bitirip sivil hayata dönmesini haber verdi)
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ŞİKAYET ETME İŞ YAP!


23466.jpg

Sen de güzel şeyler yapabilirsin!
Bir yanda vakit öldüren hanımlar bir yanda karınca gibi hayır için, İslam için çalışan hanımlar. Siz hangisisiniz? İslam’a çalışmak için hanım olmak şart değil herhalde...



İnegöl’de ikâmet ediyorum. Derneklerin, vakıfların, cemaatlerin, sosyal yardımlaşmanın yarışırcasına çoğaldığı, etkin insanların kenti İnegöl… İhtiyaç sahibi yaşlılara sadaka verirken elini öpüp hatrının sorulduğu yer burası. Camilerin Ramazan ayı dışında da her halükarda gelecek bir cemaati olan, sohbetlerin tıklım tıklım dolup taştığı küçükten büyük, büyükten küçük bir kent.

Bir huzur şehri
Sisten bir ipek kozası sanki; dört tarafı dağlarla çevrili… Her dağ bir yola çıkıyor, Uludağ hariç… Uludağ, İnegöl’ün sırt dayadığı babacan bir dağ. Tarihinde göçmenlerin hikâyelerini barındıran, bereketli topraklarında envai çeşit nimet bitiren bu şehrin organize olmuş Müslümanları konuşulur, görsel güzelliğinden çok. Herkesin bir sohbet kapısı, bir feyiz penceresi, dua isteyecek bir büyüğünün olduğu bu şehir içimi ferahlatıyor. Neden ferahlatıyor? Çünkü okulumu bitirdikten sonra İnegöl hanımlarıyla hemhal oldum. Bu teyzeler, ablalar, kardeşler hiç yerinde durmuyor. Her birinin bir vazifesi, bir kaygısı, derdi ve koşturmacası var.

Kentte bulunan vakıf ve dernekler dini ihmal etmeyen, ümmet bilincini ön plânda tutmuş vakıflardır. Bu çok şaşırtıcı bir durum olmayabilir. Beni şaşırtan; bu derneklerden bazılarının başkanları da, gidip geleni de, hizmet edeni de, hizmet göreni de hanım gruplardan oluşuyor.

Herkesin ikinci evi dernekler
Geçen cumartesi günü bir kahvaltıya çağırıldık. Arkadaşlarımla birlikte sık sık gittiğimiz vakfın kahvaltısına katıldık. Hem yardım ettik hem sohbet ettik. Bu vakıf öyle bir vakıf ki; gönüllerin abone olduğu bir yuva sanki. Anne karnında, abla kucağında bebekler dahi bu vakfın müdavimlerinden… Ev hanımları sabahları eşlerini uğurluyor, çocuklarını doyuruyor, okula gidiyorsa okula gönderiyor, gitmeyecekse tutuyor elinden, evdeki işlerini halledip derslere yetişiyor. Dünya mektebi sonsuzluğun göklerine merdiven dayamış bitmez tükenmez ve asla diploma vaat etmez bir mektepmiş arkadaş! Tefsir, fıkıh, İslam tarihi, el sanatları gibi derslerin verildiği bu vakıflarda yaş gruplarına ayrılmış aktif bir bloklaşma söz konusu. Küçükler için İslam ile ilgili derslerin yanı sıra iletişimi, algıyı kuvvetlendiren sohbetler yapılırken, gençler için ahir zaman tuzaklarına dikkat çeken sohbetler gerçekleştiriliyor. Orta yaş grupları için ise bir annenin, bir babanın şahsi ve ailevi vazifelerini en güzel biçimde nasıl tamamlayabileceği üzerine konuşuluyor. Konuşulmakla kalınmıyor. Haftalık sohbetlerin üçe beşe bakılmayıp olabildiğince artırıldığı, derslerin tıklım tıklım kayıt topladığı, çocuk sesine de hasta öksürüğüne de eyvallah denildiği gönül yuvaları buralar.

Kimsesizlere kimse olmak

İnegöl’de kayınvalideler de, gelinler de, anneler de "sohbete gidiyorum" dediği an müsaade ediyor. Herkesin birbirini tanıdığı, birbirinden emin olduğu bu toplulukta ‘’kimsesizim’’ diyen kimse az bulunur herhalde. Ezgi grubuyla şenlenen akşamlarda aşure ikramları, sohbetten sonra sıcacık açık çayların buğusuna karışmış tebessümler, dernekte yapılan uçsuz bucaksız kahvaltı sofraları, çocuk sesi, bir teyzenin sırt sıvazlayışı… Bu sıcaklıkta Allah’ın sevdiği kimselerle bir arada bulunduğunuzu hissediyorsunuz. Bir muhabbet ırmağı geçiyor gönüllerden. Susamış kalplerimize ‘’Kana kana iç!’’ edasıyla uzanıyor sanki. Ütopik geliyordur belki de okuyana. Belki de bizler şanslıyızdır aslında. Ama bu sıcaklığı tatmayana anlatmak yetersiz olmalı.
Tüm derneklerin birbirine saygı duyduğu, ‘’Müslüman bloklaşmaz, tek blok ümmet bloğudur’’ bilincini taşıyan insanların gülümseyişleri güven veriyor. Hatta dernekler birbirini ziyaret ediyor kimi zaman.

Yürekler toplandıkça büyür!
Geçen yıl Filistin’e gidecek yardım için farklı derneklerden kadınlar kermes açmışlardı. Birbiri ardına açılan kermeslere yerel halkın desteği göz ardı edilemeyecek kadar büyüktü. Bir günde, sadece evde yaptıkları pasta böreği satarak yardım için gelir elde eden ev hanımlarının, bir patik örüp getiren ve ‘’Kızım bunu satın, param yok ama yünüm var. Ben yine örerim.’’ diyen teyzelerin, okuldan çıkıp kermeste kasiyerlik yapan ve karşılığında hiçbir şey talep etmeyen gençlerin varlığından haberdar olmak içime Asr-ı Saadet huzuru serpiştiriyor. Abarttığımı düşünenler bu toplulukla henüz müşerref olmamış kimseler olsa gerek.

Çünkü ben şahidim; İnegöl’de bir huzur topu bir o yana bir bu yana dönüp duruyor.
Allah sisli şehirlerde, kalabalıklar içinde kendini kimsesiz hisseden kardeşlerimize ulaşan kalplerden etsin kalplerimizi. Başka şehirlerde de yaşadım. Başka insanlar tanıma fırsatı da buldum kimi zaman… Belki böylesi ortamlara girmekte pasiflik ettiğimden huzuru bulamıyordum. O yalnızlık ve boşluk kendini mutsuz bir palyaço gibi gösteriveriyordu sanki.

Yok demekle olmaz!
Elbette sadece İnegöl'de yok bunlar! Sizin yaşadığınız şehirde de var! Hatta yok diyorsanız, niye duruyorsunuz ki! Çık ve bir kardeşine, bir büyüğüne selam ver. İki gençle otur, kitap oku! Ona güzel bir şey söyle, hayırlı bir şey! Yok diye şikâyet etmekle olmaz!
Birbirimizi sevmedikçe neden cennete gidemeyeceğimizi anladım sanırım. Birbirini sevenlerin içinde yaşayan kalp, mutmain olmak adına adımlar atmış bir kalptir. Mutlu bir kalp Allah’ın sınavlarına isyan etmez, kimsesiz hissetmez. Dolayısıyla ağlayacak omuzu verene şükür halinde olur. Sık tutulmuş bir saf gibi kalbinin çevresini ören bu sevgi sepetinden kötülüğü süzer, içeriye geçmesine izin vermez. İmanın esaslarından biri ‘’birbirimizi sevmek’’ olsa gerek.
Öznur Balık İnegöl'den haber verdi
http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=5394
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ESKİDEN UCU YAKILIRDI


23338.jpg

Ne güzeldi mektup beklemesi!
Basit bir sanatı unuttuk; mektup yazmayı… Posta Kutusundaki Mızıka ve mektup üzerine...



Uzun zamandır mektup yazmadığım aklıma düşmüştü şu sıralar. Hayli zaman oldu birine mektup yazmayalı ve mektup almayalı birinden. “Bir zarfı açmak kadar kalbi titreten ne vardır?” diyor yazar. Bir zarfı açmak… Bir kalbi açmak…
Bu düşünceler üzerinden birkaç gün geçmedi ki bir arkadaşım, Ali Ural ile bir hasbihal düzenlediklerini konunun da “Posta Kutusundaki Mızıka” kitabının tahlili olduğunu söyleyince gözlerim parladı. Hemen o akşam kitabı tekrar okudum. Kalbim titremeyeli hayli zaman olmuştu…
Ertesi gün TYB’de Ali Hocamızla çok hoş ve faydalı bir hasbihal ettik. Birçok konu üzerine söyleştik. Bir hayli hissedar olduk anlattıklarından. Ve bir kez daha hatırladık: Çok basit bir sanatı unuttuk biz; mektup yazmayı.


Unutulan mektuplar üzerine
“Posta Kutusundaki Mızıka” unutulan mektubun kefaretidir diyor Ali Ural ve ekliyor; “Çok güzel bir adeti bıraktı insanlar ve bir suç işlediler. Bunun için bir kefaret lazımdı. Bu kefareti ben ödeyeyim istedim ve bu kitabı yazdım. Kitapta toplam 61 mektup olmasının sebebi hikmeti de budur. Nasıl bir insan orucunu bilerek bozduğunda onun için 61 gün kefaret orucu gerekiyor. İşte bu 61 mektup da mektup yazmak gibi güzel bir alışkanlığı bırakmamızın kefareti olsun istedim.”
“Üniversiteyi Arabistan’da Riyad’ da okudum. Mektup hayatımda çok önemli bir yer tuttu. İnsan bir şeyin önemini ancak ona olan ihtiyaç en yüksek seviyeye çıkınca anlıyor. Cep telefonu yok o zamanlar. Mektuplar on günde, iki haftada ancak geliyor İstanbul’dan Riyad’a. Hacı yolu gözler gibi mektupları gözlerdik arkadaşlarla. Mektuplar ulaşınca da arının bala üşüştüğü gibi mektupların başına üşüşürdük.”


Annemin el yazısını biliyorum
“Teknolojinin yararları da var zararları da. Ama zararları daha çok… Hiçbir mail mektubun yerine geçmez. Zarfı açmak olağanüstü bir şeydir. Kağıda dokunmak… El yazısı… Annemin el yazısını, babamın, kardeşimin el yazısını biliyorum. Bu çok önemli bir şey…”
“Mektupta bir bekleyiş var. Beklemek bizatihi değerli bir şeydir. Bir şeyi beklerseniz kıymetlenir. 5 saniye içinde 5 mail atsanız ne olur ki. Beklemeyi ortadan kaldırıyor teknoloji ve mahremiyeti de. İnternet ortamı güvenilir değildir. Gönderdiğin mail başkası tarafından okunabilir. Oysa mektup sadece senin özelindir ve senden başka onu kimse açıp okuyamaz.”


Haydi bir mektup yazalım
Velhasıl ı kelam gelişen teknoloji birçok güzelliği elimizden alıyor. Kalbimizin hassasiyetini, birbirimize verdiğimiz değeri, duygularımızın nahifliğini… Ayağımızda zincir yok ama esiriz. Buna izin vermemeli. Bir mektup yazmalı insan. Annesine, babasına, kardeşine, eşine, dostuna, sevdiğine… Kalplerimiz titremeli yeniden…
Ayşe Varışlısoy
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ERDEM BEYAZIT DEMİŞ Kİ!

Derse her zaman çalışırsın!
Bu film o yazarın öykücülüğünü tetiklemiş. Yazar, 1967 yılında Beyaz Geceler filmini izledikten sonra hayatı değişir.


Her şair ya da yazarın yazıya, şiire başlamasının bir sebebi var: Kimi devrimden, kimi bir şair/yazardan, kimi mahallesinden, kimi bir kızdan, kimisi de bir kitaptan etkilenerek başlamış yazmaya.
6226.jpg

Rasim Özdenören

Peki ya sinemanın etkilemesi?

Türk öykücülüğünün yaşayan en büyük ustalarından Rasim Özdenören’i öykü yazmaya, daha doğrusu yazı yazmaya iten saikin ne olduğunu biliyor musunuz?
Rasim Özdenören’in öykü yazmaya başlaması da sinema sayesinde olmuş. Özdenören, Ali Haydar Haksal’la yapmış olduğu söyleşide bunu şöyle anlatır: … Sınıfta kala kala başımız dönmüş. Erdem’le [Bayazıt] beraber hukuk fakültesindeyiz. “Erdem” dedim, “Bu sene artık sınıfı geçeceğim. Çalışacağım ve geçeceğim.” Erdem, “İyi olur” dedi. Fakat iki gün sonra, “Yahu” dedi, “bir film gelmiş, müthiş!” Ne olduğunu sordum. “Beyaz Geceler” dedi. Ben dersime çalışacağımı söyledim. “Derse her zaman çalışırsın” dedi. “Bu film yarın gidiyor” dedi. Erdem’in sözüne uyduk. O filmi gördük. O film benim aşağı yukarı otuz-otuz beş seneme mal oldu. Dostoyevski’nin bir öyküsünden filme aktarılmış “Beyaz Geceler”. Bunun filmi böyleyse, kim bilir romanı nasıldır? Romana başladık, hâlâ okuyoruz.
Evet, Rasim Özdenören izlediği Beyaz Geceler filmini o kadar çok beğenir ki kitabını da okumak ister. Ardından okumalar okumaları takip eder ve sonra öyküler…

23536.jpg
Beyaz Geceler, Le Notti Bianche

23537.jpg


Çetrefilli bir aşk hikâyesi

Beyaz Geceler [Le Notti Bianche] Rus roman yazarı Dostoyevski’nin aynı adlı eserinden İtalyanların dünyaca ünlü yönetmeni Luchino Visconti tarafından uyarlanmış beyazperdeye.
Film 1957 yapımıdır. Romanı okuyanlar filmin konusunu biliyordur ama biz bilmeyenler için filmin konusunu kısaca söylemiş olalım: Kasvetli ve uzun bir gecede bir kadınla bir erkek küçük bir köprünün üzerinde karşılaşırlar. Çekingen ve yalnız bir memur
olan Mario

23539.jpg


(Marcello Mastroianni) yeni geldiği bu şehirde aylak aylak dolaşmaktadır. Natalia (Maria Schell) ise bir yıl önce ayrıldığı sevgilisi (Jean Marais) ile o gece köprüde buluşmayı ummaktadır. Her iki yalnız insan da birbirlerine ilgi duymaya başlarlar. Beklenen sevgili o gece gelmez. İki yalnız insan üç gece daha buluşurlar. Bu buluşmalarda Natalia, Mario'ya hayatını anlatır, gençliğinin nasıl boşa harcandığından bahseder, kiracıları olan adama nasıl âşık olduğunu anlatır. Âşık olduğu bu adam bir denizcidir ve bir yolculuğa çıkıp bir yıl sonra döneceğine söz vermiştir. Söz verdiği saatte köprüye gelmeyen denizcinin bir otelde kalıyor olabileceğini düşünen Natalia, Mario'dan ona bir mektup götürmesini ister. Mario ise mektubu yırtıp atar ve sonraki buluşmalarında da Natalia'yı denizcinin dönmeyeceğine ikna etmeye çalışır. Ancak dördüncü gece beklenen gizemli yabancı ortaya çıkınca Natalia hemen onun yanında gider.
Devamı filmde… Rasim Özdenören’i etkileyen, dahası öykü yazmaya tekrar başlamasına sebep olan filme bir de siz bakın, bakalım ne yapacaksınız?!

Yılmaz Yılmaz
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
MÜSLÜMAN RİMBAUD!


23546.jpg

Rimbaud'ya Harar'da ne oldu?
Acaba Rimbaud Müslüman olmuş muydu? Mustafa Nezihi, Sezai Karakoç'un Eğik Ehramlar'ını okurken Rimbaud'nun peşine takıldı ve ...



Acaba Rimbaud Müslüman olmuş muydu? Mustafa Nezihi, Sezai Karakoç'un Eğik Ehramlar'ını okurken Rimbaud'nun peşine takıldı ve onunla birlikte Habeşistan'ın Harar eyaletine bir yolculuk yaptı. O ne güzel şehirmiş Allah'ım!


Şairin 'Büyük İsyan'ı!
23540.jpg


Rimbaud ‘Göçebeler gibi uzaklara gideceğim’ der ve Afrika’ya gider Rimbaud. Edebiyat Yazıları’nın III.sünde ‘Dehanın kendisinde parladığı büyük insanlardan’ biri diye niteler Karakoç onu. Sonra onun İslam’la ilişkisi üzerinde ısrarla durur. Kanaati şudur Sezai Karakoç’un: Rimbaud son döneminde İslam’la kaynaşmış ve büyük ihtimalle Müslüman olarak ölmüştür. Gençliğinde Hıristiyanlığa ve kurulu düzene başkaldıran Rimbaud’nun son on yılının ruh halini gösterir bir eseri, şiiri, mısraı yoktur.


Rimbaud'nun dördüncü dönemi
Claudel’e göre şairin üç dönemi vardır. İlkin, dehasıyla saf kötülüğün, şiddetin, kör vahşetin buyruğundadır. İkinci döneminde bir görüm adamıdır. Patetik bir mizacın psikolojik açılımları Cehennemde Bir Mevsim’in bazı sayfalarında görülür. Son dönemi ise tamamıyla bu kitabındadır, bu şiirler onu yansıtan aynalardır. Fakat Sezai Karakoç, onun bir de dördüncü ve ‘kaderin kendisine ait mahrem bir yaşantı kıldığı’ son dönemi olduğunu ekler.

23541.jpg


Rimbaud Harar'da Sarhoş Gemi'yle Harar'a yolculuk...
Sarhoş Gemi şiirinde onun ‘büyük bir değişim geçireceği’ anlaşılıyor diyen Üstad, bu değişimin de ‘Batı ruhundan kopma arzusu olduğunu’ belirtir. Zaten Cehennemde Bir Mevsim'ini de, onun Batı yaşantısını toptan reddeden bir manifestosu olarak kabul eder. Yaşantısını, kendine ölümcül azap veren psikolojiyi tüm medeniyet değerleriyle beraber geride bırakmış ve kaderin sevkiyle Habeşistan’daki Harar’a gitmiştir.

“Allah Kerim!” demeyi nerde öğrendi?
Hani ölürken durmadan ‘Allah! Allah Kerim!’ demeyi öğrendiği yer. ‘Müslümanlar gibi, biliyorum ki, başa gelen gelecektir. Hepsi bu.’ diye yazmıştır oradan gönderdiği bir mektupta. Koyu bir katolik olan kızkardeşi bize söyle(ye)mese de muhtemelen kelime-i şehadet de getirmiştir bir bacağı kesik bir şekilde Marsilya’da yatarken. Gözlerinin önünde ‘renkli ve zengin bir çınlayışla yakalanmaz İslam vizyonları’ beliriyordu. Ve o Cami diyordu. Harar’ın dar sokaklarında bir gezintiye çıkıyordu Molla Cami’yle birlikte. Belki de Harrar Medresesi’nde onun adını duymuş ve eserlerini okumuştu. Belki de kendisini ışıltılarının içine atıp huzur bulacağı bir güzel cami beliriyordu gözlerinin önünde.

23542.jpg

23543.jpg


Harar'ın kısa tarihi

Harar… Habeşistan’ın (Etiyopya) en güzel yerlerinden biri. Şu anda bir eyaletin ve o eyaletin merkezi şehrinin ismi. 63.000 nüfusu var. X. yüzyıldan itibaren Rimbaud’nun da uğradığı yerlerden biri olan Aden’den gelen tüccarlar, sufiler ve emirler sayesinde İslam’la tanışmış. XIII. yüzyılda Evfat Emirliği kuruluyor burada. Sonraki yüzyıllarda Osmanlı’yla ilişkiler başlıyor. Osmanlı burayı bir eyalet bile yapıyor. Hıristiyan Habeşlilerle, oradaki yerlilelerle uzun yüzyıllar savaşan Harar Emirliği. Buradaki son mücadeleyi veren önemli isim Emir Abdullah. 1900’lü yıllardan sonra Osmanlı, maslahatgüzar gönderiyor oraya. Önce Necip Hac Efendi’yi ardından Ahmed Mazhar Bey’i.
1930’larda İtalyanlar, 1940’larda İngilizler işgal ediyor Harar’ı. 1977’de Somali ilhak ediyor bu surlarla çevrili şehri. Bir yıl sonra Küba ve Sovyetler’in yardımıyla Etiyopya burayı geri alıyor.

23544.jpg

23545.jpg


Evliya şehrinde Şafiilik, Kadirilik

Harari dili Arapça’dan çok etkilenmiştir. Geleneklerine son derece bağlılar. O kadar ki Hararlı olmayanlarla evlenmemişlerdir. Afocha dedikleri dostluk-kardeşlik-akrabalık örgütlerini yaşatmaya devam etmektedirler.
Mezhepleri Şafiilik. Kadiriyye tarikatı etkili. Türbe sayısı öyle çoktur ki evliyalar şehri de denir buraya. En önemli türbe Hadramut’tan Somali’ye, oradan da Harar’a gelip İslam’ı yayan Şeyh İbrahim Ebu Zarbay’ın türbesidir.

Kim bilebilir böyle olmadığını?
Acaba Rimbaud surlarla çevrili bu şehrin yedi kapısının hangisinden içeri girmişti? Kimlerle tanıştı burada? Hangi medreseye, hangi tekkeye girdi? Orada nelere kulak verdi de tiksindiği Batılı silah tüccarlarından ayrılmaya karar verdi? Rimbaud orada ikamet ettiği yıllarda cömert, saygılı, sevilen biri olarak tanınıyordu. Hararlılar o yıllarda silahı bırakmışlar, o güzel Arapçalarıyla İslam’ı anlatıyorlardı. Bembeyaz evlerinde Rimbaud’yu da misafir etmişlerdir. Ve belki Rimbaud da dinledikçe ‘La ilahe illallah’ demeyi öğrenmiştir. Allah Kerim… Kim bilebilir böyle olmadığını?

Mustafa Nezihi Pesen bir güzel şehri tanıdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
AÇ İDİ AMA ŞEREFLİYDİ!


23633.jpg

Fatma Nine: İzzetle tek başına!
Kara Fatma'yı Rus kilisesine muhtaç edenler mi utansın, bu ismi hakaret için kullanan beyinsizler mi utansın?!



Yıllar önce okuyup sarsıldığım, daha sonra arşivime ekleyip unuttuğum bu yazı sorumsuzluğumun tavan yaptığı şu günlerde yine karşıma çıktı. Mustafa Armağan’ın Yedigün dergisinin 1930’lu sayılarında gözüne çarpan, kimsesizlikten Rus kilisesine sığınmak durumunda kalan Kara Fatma’yı anlattığı yazısını hepimiz için ç-alıntılıyoruz..
……………………
Hani bazen yaprakları kelam-ı kadime dönmüş eski dergi sayfalarını karıştırırken yüreğinizin orta yerine bir ağırlık, karabasan gibi çöker ya...
Yedigün dergisinin 1930'lu sayılarını karıştırırken de aynı hal arız oldu bana. Fotoğrafta, sadece o hülyalı bakışlarındaki derinliği korumuş bir kadın başı bana bakıyordu. Gözüm bir yerden ısırıyordu bu bakışları ama nereden?
Bakışlarım fotoğrafların üzerindeki başlığa kayıyor ister istemez. "Kara Fatma Rus manastırında" kelimelerini bir hamlede okuduğumda kendime, 'Yok canım, o olamaz, olsa olsa bilmediğimiz başka bir Fatma'dan bahsediyor olmalı' diye teselli vermeye çalışırken, asıl darbe, resim altı yazısında balyoz gibi iniyordu beynime. Şöyle diyordu bu iki büklüm olmuş kadının fotoğrafı altında: "Açlığımı kimseye belli etmemek için odama kapanır, ağlarım."
23634.jpg
İnanmak mümkün değil!

Yaşadığım yürek burkuntusuna rağmen yine de bu 'açlıktan ağlayan kadın' portresini bildiğim Kara Fatma'ya yakıştırmama inadım formundaydı. Ne var ki bu direnişim, asker kıyafetli bildiğimiz Kara Fatma fotoğraflarının birinin altında güneş görmüş inatçı Erzurum karı gibi eriyordu. "Şimdi 55 yaşındayım" diyordu belinde kaması ve göğsünde fişekliği olan kadın, ve devam ediyordu: "Askere gittiğim zaman 24 yaşında idim."
Çatıdan üzerime iri bir buz parçası düşer gibi oldu. Bu o... Evet, bu o...
O 9 Ağustos 1933 tarihli Yedigün'ün 22. sayısında yakışıklı bir efsane çöküyor ve ikrah ettiren acılıkta bir tarih yazılıyordu.
Mehmetçik ve Kara Fatma omuz omuza
Erkek askerler için Mehmetçik hangi anlamı taşıyorsa, orduya katılan kadın askerlere de genel olarak "Kara Fatma" denildiğini biliyoruz. Üstelik bilinen ilk Kara Fatma, 1854-1856 Kırım Harbi'ne katılmış; kendisi Çukurova'daki Cirit aşiretine mensup bir ocağın kâhyasıdır. Ayağında çizmeleri, başında tülbent sargısı, belinde silahları ve elinde kamçısıyla ve dahi güneşten esmerleşmiş yüzüyle erkekten bir farkı olmadığını, bizzat Gazi Ahmed Muhtar Paşamız anlatıyor. Hatta Sivastopol Destanı'nda adının "Nisâlar kahramanı" olarak geçtiğini dahi biliyoruz.
Lakin Kurtuluş Savaşı'ndaki Kara Fatmaların en meşhuru, Erzurumlu olanıdır. Kocası Binbaşı Derviş Bey'le birlikte kâh Kars cephesinde, kâh Balkanlarda savaşmış. Edirne'de Bulgarlara karşı mücadele vermiş, ağaç kabuğu kemirerek hayatta kalanlardan biri olmuş. Mütarekeden sonra ise kaybetmiş eşini. Sonra İstanbul'dan Sivas'a gider. O artık cephelerdedir: İzmit, Düzce, Adapazarı, İznik civarında Yunanlılara baskınlar düzenlerken, köylerden, kasabalardan gönüllü toplarken karşımıza çıkar. Bir de gazetecilere ilginç bir figür olarak görünmüş olmalı ki, 1923 yılına kadar kendisiyle çeşitli söyleşiler yapılmış, korkusuzluğu, cesareti ve yaralı olduğu halde gözünü budaktan esirgemeyişi vurgulanmış, adı Garp cephesinde bir efsane bulutu gibi dolaşmış; bir de kendisine bağlanmak istenen maaşı Kızılay'a bırakmasındaki yüce gönüllülüğü.
23635.jpg

Velhasıl Erzurumlu Fatma Seher Hanım ya da nam-ı diğer Kara Fatma, Kurtuluş Savaşı'nın sembol ismi olarak günümüzde ders kitaplarına kadar girmeyi başarmıştır.
Lakin Yedigün dergisinde bulduğum söyleşi, Kara Fatma'nın 1923-1944 arasında gözlerden uzak geçen hayatı üzerindeki karanlığı kaldırıyordu. Bugünden bakınca Kurtuluş Savaşı gazileri Lozan'dan sonra sanki yere göğe sığdırılamamış gibi geliyor bize. Onlara topyekûn sahip çıkılmış ve bir dedikleri iki edilmemiş zannediyoruz. Ne kadar yanıldığımızı birazdan bir kere daha anlayacağız.
Düşmanına muhtaç olmanın utancı ağlatıyor
Kara Fatma, 1933 yılında İstanbul'un Galata semtindeki Rus manastırının bir odasında sefalet içinde yaşamaktadır. Aradığı kişiyi 2. kattaki 9 numaralı odada bulan muhabir Mekki Sait Bey'i önce bir Rus çocuğu karşılar ve kendisine Kara Fatma'nın odasını gösterir. Muhabir onu, komşularının artıklarıyla karnını doyuran ve yalnız kaldığı zamanlarda utancından hüngür hüngür ağlayan birisi olarak anlatır bize. Kara Fatma'nın odasında iki çuval seriliymiş ya, kendisi yerde tahta üzerinde yatıyormuş. Çuval dediği, torunlarının yatağı. Köşede bir tencere, soğuk bir sac mangalın yanında aylarca evvel yere nasıl bırakıldıysa öyle duruyordur.
Kara Fatma konuşmaya, iş bulamamaktan şikayet ederek girer: Kapıcılığa, hatta çöpçülüğe bile razıdır torunlarına bakabilmek için. Ama kimse iş vermemiştir ona.
Aç ama şerefli!
Yaralarından söz eder sonra, savaşta aldığı. Kızının parmaklarını şarapnel uçurmuş, evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra ise delirmiş. Böylece torunlarına bakmak zorunda kalmış Kara Fatma. Yine de göğsüne taktığı İstiklal madalyasından gurur duymaktadır: "Bütün sefaletimi unutturan, beni yaşatan, bu İstiklal madalyasıdır. Açım ama şerefliyim!"
Aç ama şerefli kadın ağlamaya başlar o sırada. Ağlarken anlatır, anlatırken ağlar:
- Bazen çocukların elinden tutuyor, 'Şu yetimler aç kalmış, ölecekler' diye nineleri olduğumu sezdirmeden onlar için yardım toplamaya çıkıyorum. Ne yapayım, siz söyleyin!
23636.jpg
Muhabirin aklına torunlarının nerede olduğunu sormak gelir. Sokaktadırlar; birazdan geleceklerdir. Dilenmekten dönerken birinin avucunda 100, diğerininkinde 60 para olacaktır. "Al nine" derler, "hiç harcamadık, olduğu gibi sana getirdik. Bir çay pişiremez misin bunlarla? Ekmek batırıp da beraber yiyelim."
Torunlarıyla birlikte dilenen bu Kara Fatma portresine alışık olmayan yüreğiniz hop oturup hop kalktı, biliyorum ama gerçeğin yüzü bazen böylesine acımasız ve soğuktur.
79 unda bağlanan maaş
1944'te (69 yaşında) yeniden hatırlanıp Defterdarlık'ta bir işe yerleştirilen Kara Fatma, 1954 yılına gelindiğinde artık 79 yaşındadır ve yine sefil bir vaziyette İstanbul'da bir kulübede tek başına yaşamaktadır. Tek Parti dönemini perişanlıklarla geçiren Kara Fatma'ya doğru dürüst bir maaş ne zaman bağlanmıştır bilir misiniz? Demokrat Parti devrinde, 22 Şubat 1954'te. Ancak özel bir kanunla kendisine 'ömür boyu' 170 lira maaş bağlanan Kara Fatma'nın ömrü bu maaşı yemeye yetmeyecek ve ertesi yıl Erzurum'da hayata gözlerini yumacaktır.
Sağlığında bir gazeteciye, "Göğsümde bir şarapnel parçası var. Acı veriyor." demişti. Tarihimizin göğsündeki şarapneller ne olacak Fatma teyze, sen söyle?
--
R. Sercan Somuncu ç-alıntıladı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ŞİİR ÇETECİLERİNE TAŞLAR!


23625.jpg

Şiir bu kadar edepsiz olmalı mı?
Şair Mahmut Avcı şiir ortamını kirletenlere çokça kızmış. Demediğini bırakmamış dersek abartmış oluruz ama bir iyi laf koymuş...



Bir şiirin içeriğine müdahil olmak hiç şüphesiz kimsenin haddine değildir. İsteyen çiçek bahçelerinde gezinir, dileyen necaset içinde yüzer. Neyse ki iki durum için de ziyadesiyle örnekler mevcuttur Modern Türk Şiiri havzasında… Ancak bir okuyucu olarak meselenin daha iyi betimlenilmesi açısından “çiçek şairi” ya da “fosseptik şairi” ibarelerini yakalarına yapıştırırım. Yakışmış da olur, zannımca… Şairin içeriği belirlemede özgür olduğu kadar özgürümdür o vakit isim vermekte.
Kendi vicdanlarında tanımlanmış gruba dâhil olmayanlardan af dileyerek devam ediyorum yazıma. Hiç de öyle kuramsal olma çabasındaki çakma entelektüel bir üslup kullanmayacağım. Kıymetli şeyleri kıymetle söylemek gerek çünkü.
Bu yazıyı yazmaya iten saikleri tek tek saymaya kalksam emin olun onlarca sayfa karalamak gerekecek. Bir kaç başlıkta, edebiyat adına nasıl bir seviyesizliğin yaşandığını, şiir yazan adamın nasıl ötekileştirildiğini ve böylece kokuşmuşluğun hatlarını göstermeğe çalışacağım. Ama tek bir isim zikretmeyeceğim, herkes ne halt ettiğini çok iyi bilir.


Şiir yapmak
“Okunmak için olmayan şiirini sakla, hatta götür annenin çeyiz sandığına göm. Kimse anlamıyor şiirden zaten! Şiiri neden sürüyorsun ki namluya, kendini sür, afiş yap! Köşelerdeki ağabeylerle tanış, bir internet sitesi kur. Şiirin zaten bunun aracı değil mi? Sonra o büyük filozof edalarınla parlat dediklerini! Çok şeyler okumuş, özümsemiş, şiiri bitirmiş(!) gibi yap! Agresif olmayı da unutmayasın ha! Öyle ulu orta da konuşma herkesle! Her şey konuşulamasın seninle!”
Şiirin, ruhun üstüne inen bir ak bulut olmaklığını yitirdiği şu günlerde, şair dediğin adam artık “iş” çıkarıyor. İcabında, geleneğin de ışığında şiir yapıyor! Şiir yazmıyor şair, Edison ile buluş yarışında.
Adam masanın başına kuruluyor, açıyor sözlüğü, torbadan kelime çekiyor. Bir kaç dizeyi de malum gazetenin dördüncü sayfasından alıyor. Ey sevgili lotocu bakar mısın! Söyle bakalım, şu son dakika top kimde, ofsayta kim düştü! Ooo farklı olmak iyidir bu da iyi geldi. Bu top işinde, iyi buluşlar çıkıyor vesselam!
Cinayet ve kirli sokak edebiyatını da biraz kenarından koyalım. Haliyle sokaklarımız da pek tekin değil! Bir kaç yabancı kelime (sert seslilerden müteşekkil olanından özellikle) dictionary’den cafcaflı bir başlık attık mı değme keyfine…
Dur, daha küfretmedin şiir bitemez! Dün modaydı n’olduysa Amerika'yı unuttun, neyse…
Nasıl da unuttun son ayrıldığın kızı, daha onun ayıplarını sıralayacaksın. Biçim de önemli tabii ki, sayfayı kalabalık tut, saçma sapan deme dizeler uzun olsun. Zaten dize mi kaldı nesir yap gitsin. Bir de unutmadan “rap” havası ver kışkırtıcı olur şiir, yeni bir tür diye isim verirler ihya olursun. Kırdın döktün bak: Komedi komedi komedi.
Şiirin; ruh ve duyuşun değil salt basit aklın ürünü olduğunu bağıra çağıra iddia ediyorlar. Söylediklerinde kendi şiirleri minvalinde haklılar, çünkü kendi “iş”lerini şiir sayınca yargıları doğru oluyor. Yazı yazabiliyor olmaları, yazdıklarınının şiir olduğunu iddia etmeleri için yeterli oluyor.
Yine de ümidim var. Hepsi değil ama, bir kaçı için ilerde bir gün şiire döneceklerine dair içimde bir his var.


Ben yaptım imge oldu
Şiirin iç kaynakları ile ilgilenmek akıllarının ucundan geçmiyor. Çünkü şiir onları çağırmıyor kâğıda, onlar iş çıkarmak adına kelimeleri çağırıyorlar şiir dedikleri düzmece alana. Sokağa bir çeşit sır faş ediyorlar, oysaki oluşturdukları iskelet prospectus tanımcılığından ileri gitmiyor hiçbir zaman. Ne soyutlama ne de somutlama, çağrışım ya da ötesi, müziğin ifadesi olarak araçlar ve zikretmediğim ifade biçimleri, metinlerinde hırdavatçı levazımatı gibidir. Kendi içlerinden değil dışarıdan tedarik edilmektedir. Ya da edildiği zannedilmektedir.
Anlamsızlığın dip yaptığı yerde adam, imge yaptığını iddia ederek kendini savunmakta. Dıdısının dıdısını getirip ebesinin kaşına koymakta. Kırk dereden su getirmek kâfi gelmiyor şiire ulaşmaya. Vuuu! Farklı söyledin mi yetiyor, anlamsız olduğu pek önemli değil zaten. “Şair burada ne demek istemiş?” sorusu yok mu hele ki! Tüm zincirlerini kırmış o şair adamcağıza, “Sen sırrını denize at, bizim dalgıçlarımız var çıkarırlar.” mı demiş bilemiyorum, kimse kulağımıza fısıldamadı böyle şeyler.
“Ben yaptım oldu” diyorlar, “ayakkabında toz var” diyemiyorsun adama.
Dilin en önemli yozlaşma ayağını şair(sözde) oluşturuyor. Direncini kırıyor dilin. Türlerin geçirgenliği şairin haklı bahanesi olurken; dillerin geçirgenliği ile Anadolu Türkçesini değil, bilgisayar Türkçesi –çeviri Tükçesi kullanıyor şair.


Modern şair mi, özgür hayvan mı?
Her şey bu kadar şiddetle insana saldırıyorken, bir de şiirin saldırısı nasıl kabul edilebilir!
Sevgiliye şiir yazılmayacak bir ortama doğru gidiyoruz, sanki artık kimsenin bir çocuğu yok. Kimsenin çiçek kokusu almışlığı olmamış. Ağlamayı unutmuş insan, şair artık bir kalp taşımıyor. Sakın lirik deme, taşlarlar seni. Kimse sabunla yıkanmıyor, toprağa basmıyor kimsenin ayakları.
2771.jpg
Sezai Karakoç O güzel insandan geriye her geçen gün kabalaşan, bir hayvan peyda oldu. Agresif, bencil, arzuları ve tatminlerinden başka sermayesi olmayan bir üretici yaratık kaldı.
Hiç şüphesiz cinsellik şiirin vazgeçilmez konularından biri. Çok güzel örneklerini okuduk. Cemal Süreya’dan, Sezai Karakoç’tan en temizini (mahremin sanırsın).
Modern şairin takla attığı alanlardan biri de cinselliğin şiirde kullanılış biçimidir. Cinsel herhangi bir unsurun, sözcüğün hayvansal bir edim ya da organ kullanımından öteye geçmediği çokça görülmekte. Şair, böyle yapmakla neyi amaçlamaktadır? Sanatsal olan, şiirsel olan kısım neresidir kestirmek mümkün olmuyor. Be hayvan o organ yalnız sende mi var, uluorta ne tutuyorsun, demekten kendini alamıyor insan. Oysa hayvanlar sanat icra edemez bunu herkes kabul ediyor.
8811.jpg
Cemal Süreya Sınırsız ifşa, pornografik düz anlatım şiir denen o ucubenin gelip orta yerinde durunca, sen git başka türlü rahatla, şiir senin için doğru yol değil, bu iş harcın değil. Sen ya soyunmayı şöhretin kapısı sanan o sefil kızcağızın durumundasın, ya da zihni bulanmış sokak maymunusun, zil sesi seni coşturuyor. Yaptığın şey şiir dansına hiç bir şey katmadığı gibi, şiiri kirletiyorsun.
Hasta ruh, ey sapkın, selam vereceği bir tek dostu olmayan bar müdavimi, şiiri gavur olan sözde dindarımsı, selam çakmaya devam et uluslararası piyasaya. Sen, öz benliğinin çatısı altına dahi girememiş namperest sefil tip. Acıyorum doğrusu sizlere. Bohem arızalı sanatçı ayakları bile sizi temiz göstermeye yetmiyor. Sizin acılarınız yok, dününüz olmadı, yarına kurgunuz yok. Sizin toplumsal bir kaygınız yok, sizin insana dair bir derdiniz yok, sizin iğrenç saplantılarınızdan öte hiç bir şeyiniz yok. Böceklerin üşüştüğü bu bataklığı derinlik sanıyorsunuz.”
Çok az da olsa yüz akı olan şiirler de yazılıyor. “Şükür, diyorum, şükür ki insan nesli şairler henüz tükenmedi.”

İsimler çöplüğü
Sonra sizin camianızda isimler de bir garip yayılıyor. İlişkileriniz, yataklarınız, yemek masalarınız çoğaltıyor çoğaltıyor sizi... Onlarcanız birbirinizin yüzlerine aşinasınız. Şair bilirsiniz birbirinizi, ancak bir şiirinizi diğerine okutabilmiş değilsiniz. Sevmezsiniz de birbirinizini, garip! İsminiz öyle büyük ki ah anlatamam! O kalabalıkta görünmüyor şiiriniz. O zaman siz niye birliktesiniz Allah aşkına?
Karanlık birer nokta olarak ezberinizde duruyor birbirlerinizin isim(cik)leri. Siz demişsem, hem deistsiniz, hem ateist, hemi de islamist… Lobinize hayran olmamak elde değil; ırk, sınıf, inanç ayrımı yok sizde maşallah!
Bir kez çeşitli hilelerle ürün yayınlatmayı başardığı dergiye, piyasa turunu tamamlamadan selam dönmeyen sözde şair, senin derdin ne? Ne yapmaya çalışıyorsun. Yedisinde neysen yetmişinde de hala aynısın.
İhmal etme sakın, yoksa o da seni unutur. O uzaktaki arkadaşının, hiç okumadığın kitabına bir tanıtım yaz, “şair burada ne güzel saçmalamış” anlamına gelen şeyi, fiyakalı söyle zaten yazmak artık senin işin, eveleyip gevele, okunmuş bir kitabı anlatır gibi yapmak zor olmasa gerek.
Hey sen diğeri! Şiir felsefesi üzerine yazdıklarını herkes okuyor merak etme, sen yeni akımlar uydurmaya devam et. “Optirik şiir”dir yaptığım de mesela… Ya da “aruz”un yaşayan üç atlısını keşfedebilirsin. Aruzla yazıyor olamamaları seni düşündürmesin. Dostlarından olsun kâfi. Biz söylemediklerini anlarız. Çakma eleştirmenim benim, sen iliştir biz sana kanarız!


Sözün hitamında...
Şimdiye dek şiirimizin cerahati ile oynadım, yol göstermek haddim değil, elbette büyük ustalar var. Bam tellerine dokununca onlar da bir şeyler söyleyeceklerdir. Benim yapmaya gayret ettiğim şey Bolu-Düzce yolunu tıkayan eşeklerin eğilip kulağına bir şeyler fısıldamaktı. Sürç-i lisan ettikse edepli okuyucudan af dileriz…
Bunca çirkinlikten haberdar olmamız da gösteriyor ki; günahımız, en az onların yarısı kadardır. Çünkü kirlidir, cellâdın elleri.
Mahmut Avcı bin derd ile yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
SABAH KARA NERDE?


23698.jpg

Doğu Ağıtları şairi Sabah Kara!
Ne diller bilir o. Almanyalarda yıllardır. Nubihar'ı bereket oldu sürüyor nehir gibi...



İnce, zarif, esmer bir delikanlı kapıdan başını uzattı, selam verdi ve ‘Yaşar Kaplan geldi mi?’ diye sordu. Gerçi bir hayli zayıflamış daha da incelmişti ama yüzünün esmerliğinden mi yoksa o biraz da Mardinlilere has sıcakkanlı ve inceltilmiş bakışlarından mı baktım bu bizim Sabah Kara. Yaşar bey uğramadı ama buyur gel otur, hoş geldin falan dedimse de teşekkür edip aşağı caddeye doğru yürüdü gitti.
23696.jpg
Aslında onu tanımam da sessiz bir şekilde cereyan etmiş, o sandalyesinde sessizce oturmuşken öylece tanıştırmıştı Beylerbeyinde şimdi Saray Muhallebicisinin bütünleştirdiği iki dükkândan birinde süslü, desenli, renkli duvar kâğıdı işleri yapan arkadaşım Nizamettin Kurultay.
Nizamettin, iyi kitap okuyan bir arkadaşımızdı. Birleşik Dağıtım’dan kitapları alır adamına göre kitap verir, yani hediye eder, bir miktar da bana getirir ve hısım bunları da adamına göre dağıtıver der. Ben de gözüme kestirdiğimi veya bir kanaate vardığım zata bir kitap hediye ederdim. Öyle bir günlerdi o günler.
İşte o günlerin birinde Yaşar Kaplan ile Sabah Kara, Nizamettin kardeşimizin misafiri olmuşlar. Tabii hemen haber verildi bana, zaten üç adımlık bir mesafe var aramızda. Dükkâna vardım, öyle bir tanışma faslı oldu. O ara Sabah Kara midesinden (yanılmıyorsam) çok rahatsızlık ekiyordu. Zayıflığı, kilo vermesi ondan kaynaklanıyordu. Tabii aylar sonra benim dükkâna gelip Yaşar Beyi sorduğu zaman daha da zayıf düşmüştü.
Sonra 1990 yılı geldi Müştehir Karakaya ve arkadaşları Kardelen dergisini çıkardıklarında daha samimi hava oluştu aramızda. Derken İstanbul’a gelip Nûbihar dergisine mesai verirken daha sık görüşmelerimiz oldu. Benim şiirlerimi Kürtçeye çevirtip yayınlıyordu sağ olsun. Dil üzerine müthiş bir yeteneği vardı. Hani dil yatkınlığı mı derler, ne derler? Öyle akıcı bir söyleyişe sahipti.
23697.jpg
Bir gece Ahmet Şahin arkadaşımla (Ahmet iyi bilir Kürtçeyi; hatta biraz Arapça, biraz Rusça öyle bir arkadaşımızdır) Sabah Kara’nın bize epey uzak olan evine gittik geceleyin. Hoş beş sohbet derken ev sahibi bize harika bir Farsça ile şiirler okudu, bizi mest etti adeta. Arapça, Farsça, Türkçe ve ana dili olarak Kürtçe… Muhakkak Süryanice de biliyordur bir Mardinli olarak. “Doğu Ağıtları” adında bir şiir kitabı yayınladı ardından “Çağdaş İran Şiiri Antolojisi” hazırladı.
Allah selamet versin o geceki muhabbetimizden sonra Almanya’ya gitti. Göç eyledi anlayacağınız. Orada daha rahat ilmi çalışmalarımı yaparım dedi ve gitti. Zihninde Kürtçe Kur’an meali ile oralara gitti. Şimdi ne yapar, doğrusu kaç yıldır haberdar olamadım. Tabii bu benim de sorup sormada ihmalimin olduğu anlamını taşıyor.
Evet, sevgili Sabah Kara neredesin, ne işlerle meşgulsün? Allahtan sağlık, afiyet ve bereketli bir ömür dilerken çalışmalarından bizi de haberdar edersin inşallah.

Nurettin Durman Sabah Kara’yı merak etti böyle bir çağrıda bulundu.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ESKİMEZ YAZI YAŞIYOR!
23708.jpg

Vatanında mahkum o harfler ama
Osmanlı Alfabesi hangi köyde terk edilmedi? Harf devrimi sonrasına ait küçük bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyoruz.

Herkesçe malumdur ki Osmanlı Türkçesi alfabesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin en radikal devrimi ile 1928 yılında yerini Latin alfabesine bırakmıştır. Bu girişin ardından şunu söylemekte fayda var: Bu devrimin neticesi, yanlışları gibi çokça yazılıp çizilen meseleler bu yazının konusunun dışında. Burada değinilmek istenen asıl mesele küçük bir ayrıntı…

23709.jpg


Harf devriminden sonra Osmanlı Türkçesi alfabesi nerede kullanıldı?
Yeni alfabenin tamamlanması, önce öğretim üyeleri ve edebiyatçılara, sonra farklı illerde halka tanıtılması gibi işlemleri içeren 3 aylık bir sürecin ardından 1 Kasım 1928’de Latin harfleri kabul edilmiş oldu.
Buraya kadar bir girizgâh oluşturmak için verilen ön bilgiler arasında yeni bir bilgi yok. Ancak Osmanlı Türkçesi alfabesinin harf devriminin ardından bir yerleşim birinde kullanılmaya devam ettiğinin pek bilinen bir nokta olmadığı kanaatindeyim.

Lübnan’ın kuzeyinde bir köy
Wikipedia’nın İngilizce versiyonunda “Ottoman Turkish language” başlığında gezerken sayfanın sağında “writng system”/ “yazı sistemi” başlığının altında şöyle bir ifade gördüm: Ottoman Turkish alphabet (abandoned in 1928; except in a village [Kawashreh] in Akkar, north of Lebanon)
Yani Osmanlı Türkçesi alfabesi bırakıldığında Lübnan’ın kuzeyinde Akkar bölgesinde bir köy olan Kawashreh bu uygulamanın dışında kalmış. Bu alfabenin ne zamana kadar kullanıldığına yahut halen kullanılıp kullanılmadığına dair bir bilgiye ulaşmak ise henüz mümkün olmadı.
Mezkûr bölgeyi kısaca tanıtmak gerekirse; Lübnan’ın kuzeyinde yer alan Akkar, yoğun olarak Sünnî Müslümanlar ve Yunan Ortodoks Hıristiyanların yaşadığı bir bölgeymiş.
Bölge hakkında ulaştığım bu bilgilerin ardından araştırmalarıma bu köyün isminin Türkçedeki ya da yerel halk tarafından kullanılan halini arayarak devam ettim. Bu sırada gördüm ki burası aslında Türkiye’de birkaç ay önce gündeme gelen bir yer...

Türk Heyeti Kavaşra'da Kuvaşra (Kavaşra) Köyü
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geniş bir heyetle 2010’un Kasım ayında Lübnan’a bir ziyaret gerçekleştirmişti. Bu ziyaret sırasında bir de Türk okulunun açılışı yapılmıştı. Okul açılışı ile beraber Başbakanın konuşması haberlere yansımış ve okulun açıldığı köy olan Kuvaşra köyünün Türkmenlerin yaşadığı bir köy olduğu belirtilmişti. Aynı köyün isminin Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin “Unutulan Türkler: Lübnan’da Türk Varlığı” isimli 11 Şubat 2010 tarihli raporda Kavaşra şeklinde yer aldığını da belirtmiş olalım.

ORSAM’ın hazırladığı bu rapordan öğrendiğimize göre bölgedeki Türkmen varlığının daha çok 1516 Mısır Seferi ile ilişkilendirilmekte olmasına rağmen buradaki Türkmenlerin 12. yüzyılda bölgeye yerleştirilen boyların devamı olma ihtimali daha güçlü görülmektedir.

Aydamun Lübnan’da bu köyün haricinde aynı bölgede Aydamun adında başka bir Türkmen köyü daha bulunmaktadır. Şeymiye, Duris, Nana, Addus, Hadidiye ve Al-Kaa Lübnan’da bulunan diğer Türkmen köyleri.
Ancak bunlar içinde Kavaşra elbette ayrı bir öneme sahip. Zira kaderin cilvesine bakın ki Osmanlı Türkçesi alfabesini kullanmaya devam eden tek yerleşim birimi, ilginç bir şekilde yıllar sonra Türkiye’nin Lübnan’daki Türkmen varlığından haberdar olmasını sağlayan köy oluyor.

Bu ilginç hadise raporda şöyle anlatılıyor:
“Lübnan ordusunda askerlik görevi yürüten Kavaşra köyünden Halit Esad, 1989 yılında görevi sırasında Türkçe konuşurken subayı tarafından fark edilir. Subayın Halit Esad’ı Türkiye Büyükelçiliği’ne götürmesi ile ilk ilişki kurulmuştur.”
Raporun tamamına şuradan ulaşmak mümkün: http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2010615_ORSAMrapor11.pdf
Bugüne kadar hiç duymadığım tarihsel bir ayrıntının peşinden giderek günümüze kadar uzanan bu bilgiler sanki Kavaşra’nın adeta bir vefa örneği sergilemesinden çok sonra, bunun ödülünü bugün Türkiye’den gelen yardımlarla aldığını anlatıyordu. Eksen kaydı mı bilinmez ama eksenin doğru bir yerden geçtiği muhakkak!

Görkem Evci bir cümlenin peşine düştü
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
KUDÜS BİZE MİRAS

23770.jpg

Miras Derneği, Kudüs için!
Gelecek ancak mirasını sahiplenmişler için bir yol haritasıdır! “Yürü kardeşim Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin” Nuri Pakdil


Bugün yüzünüzü Kudüs’e çevirin!
Bugün yüzünüzü Kudüs’e çevirin ve Mescid-i Aksa’yı olduğunuz yerden görmeyi deneyin. Bugün bakışlarınızın derinliği ufku alabildiğince kavrasın. Gözleriniz, bugün tıpkı güneşe bakmaya çalışan insanların gözleri gibi kızarıp yaşarıncaya dek görmeye çalışsın Kudüs’ü…
Çünkü Kudüs ve Mescid-i Aksa; insanlığın, insan kalabilmekle hizalandığı ilk çizgisi ve yönelişin altın kubbeli kalbidir. Bakışlarımız iman tazelemiş olsun ve bin nefes gönderelim Kudüs’e.
Mazlum olana din sorulmazsa da, kıyamet takviminin son yapraklarına değin her yapraktaki gün ve güne verilmiş her rakam Mü’min’i işaret ediyor. Mü’min olmak her ne kadar da acı çekmek anlamına gelmese de dünya biz Müslümanlar için çok da rahat bir mekân sayılamaz.
Mü’min, mazlum ve Kudüs kelimelerinin birlikte geçtiği her cümle insani vasıfları olan ve bu özelliklerini hala taşıyan birilerinin asla anlayamayacağı ve hayra yoramayacağı fotoğraf karelerini getirir göz önüne.

Kudüs, bir fotoğraf değildir
Son dönemlerde adlarını sıklıkla duyuyoruz. Şehre oluk oluk, yağmur gibi yağdırdığı bombalarla, çoluk çocuk ayırt etmeksizin kıydığı canlarla duyuyoruz İsrail’i. Yıktığı evlerin içlerinde insanların olup olmadığıyla da ilgilenmeyen, vahşi bir anlayışın işlediği cinayetlere tüm dünya tanıklık ediyor.
Belki kimimiz yalnızca kundaktaki bebeklere sıkılmış kurşun seslerini duyduğumuzda irkildik.
Yardım taşıyan Mavi Marmara’ya saldırısına, dokuz canın şehitlik makamına yükselişine tarih tanık olurken; tarihin yanında yer alıp şahit olduk. Endişenin ötesinde yer edinmiş hislerle kulak veriyoruz, Kudüs’e.
Filistin’de can verenler, şehit olanlar, Muhammed’ler, Mahmud’lar, Dervişler yalnızca vatanlarından çıkarılma kaygısını duymamışlardı. Yalnızca vatan toprağıyla alakalı değildi bu his! Şeyh Ahmed Yasin yalnızca yaşadığı topraklar için değil aynı zamanda Mescid-i Aksa için şehit olmuştu. Bugün bir taş atılıyorsa bu aynı zamanda Kudüs için atılıyor demektir.
Muaz b. Cebel (r.a.) rivayet ediyor: Allah Rasûlü (s.a.v.) söyle buyurdu: “Ey Muaz! Allah benden sonra Ariş’ten Fırat’a kadar Şam bölgesini size nasip edecek. Oranın erkekleri, kadınları ve dulları kıyamete kadar sınır bekçisidirler (murabıt). Herhangi biriniz Şam sahillerinden birini yahut Beyt-i Makdis’i (Kudüs) seçerse kıyamete dek cihat halindedir.”
Bu coğrafyadan yansıyan fotoğraf kareleri elbette ki asıl karede duran bir fotoğrafın bir parçası ama asla bütünü değildir. Çünkü Kudüs tam sayfa okunduğunda anlaşılabilen bir coğrafyadır. Hem insanı hem tarihi birlikte okunmalıdır.

Mescid-i Aksa iyi öğrenilmeli

23766.jpg


Mescid-i Aksa Bu bağlamda İsrail, Kudüs ve çevresinde Yahudileştirme politikasını güderken yalnızca insanları öldürmekle kalmıyor, aynı zamanda İslamî eserleri ve Osmanlı Mimarisini, aklınıza gelebilecek her nevi yeri, yerle bir ediyor.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılan Mescid-i Aksa’nın surlarına, İsrail restore gerekçesiyle Siyonizm’in yıldızlarını yerleştiriyor. Ağlama Duvarı’nı turistik bir yer hale getirerek dünyadaki bütün Yahudileri ziyarete çağırıyor. Oysa bugün birçok insan, özellikle bazı Müslümanlar uydurulmuş ismiyle Ağlama Duvarının, Burak Duvarı olduğunu unutuyor ya da Müslümanlara unutturuluyor.

23767.jpg


Kubbetu's Sahra Kubbetu’s Sahra’yı, Mescid-i Aksa sanan o kadar çok Müslüman var ki… Elbette bunlar İsrail’in Kudüs’te ve çevresinde uyguladığı Yahudileştirme politikasının sonuçlarıdır. Ve elbette Yahudi politikası derken Müslümanların hatalarını görmezden gelemiyoruz.
Son olarak İsrail’de Mescid-i Aksa’nın yıkılmasını isteyen yirmi altı tane dernek vardı.
Bugün dünya üzerinde Mescid-i Aksa’nın ve çevresindeki Osmanlı eserlerinin ayakta kalması amacıyla kurulmuş bir tane dernek var ve o da Mirasımız Derneğidir!

Mirasımız Derneği
Mirasımız Derneği; Kudüs, Mescid-i Aksa ve burada bulunan, Osmanlı’nın bölgeye vakfettiği tarihi ve kültürel mirası koruyarak ve kollamayı üstlenerek tüm dünya Müslümanlarının dikkatini buraya çekmeyi amaçlamaktadır.

23768.jpg


Buradaki tarihin yok olması demek aynı zamanda bu coğrafyada söz söyleme hakkımızın bertaraf olması anlamına gelir ki, bunu da yavaş yavaş İsrail gerçekleştirmektedir.
Dernek, Kudüs ve civarındaki Osmanlı Mirasını milletimize tanıtırken İsrail bakımsız olduğu gerekçesiyle yıkmak için süre verdiği evleri, camileri vd. restore ederek buraların ayakta kalmasını sağlamakta ve önemlisi bu çalışmaları oradaki Müslümanların birbiriyle olan dayanışmasını sağlayarak yapmaktadır.
İsrail, Özellikle Mescid-i Aksa’ya yakın olan evleri yüksek fiyatlarla satın almaya çalışmakta ya da alamadığı evleri türlü bahanelerle yıkarak, boşaltmaya çalışarak Yahudileri buralara yerleştirme çabasındadır.
Bu, İsrail tarafından yapılmış stratejik bir hamledir; Mescid-i Aksa etrafında ve içinde Müslüman sayısının az olması için her anı kolladığını zaten biliyoruz.

23769.jpg


Mirasımız Derneği kaybetmemek için uğraşıyor

Mirasımız Derneği, Mescid-i Aksa’da ve çevresinde her daim Müslümanların çoğunlukta kalabilmesi için Kudüs ve çevre yerlerden Müslümanları beş vakit otobüslerle Mescid-i Aksa’ya taşımakta, burada namaz kılmayı teşvik etmektedir. Buraya gelenlerin çevredeki Müslüman esnaftan alışveriş yapmasını sağlamakta ve esnafın para kazanmasına önayak olmaktadır.
Memlukluların 5 halka ile başlatıp Osmanlı’nın 30’a çıkardığı ilim halkalarının devamını sağlayabilmek için öğrencileri teşvik edip, onlara burs vererek ilmî çalışmalar yapmaktadır.
Nuri Pakdil’in dediği gibi “Kudüs sevilmeden insanlığa girilemez. Bizim için, daha da özel bir konumu vardır: Kudüs’ü savunmak gerçek bağımsızlığı savunmaktır.”
Buradaki “savunma” kelimesini iyi anlayabilmemiz gerekmektedir. Savunmak aynı zamanda korumak ve kollamak olarak tarihe kaydını düşer.
Mirasımız Derneğine internet üzerinden ulaşmak için www.mirasimiz.org.tr yüz yüze ulaşmak için Akşemsettin Mah. Şehit Teğmen Mehmet Sarper Alus Sk. No: 4/3 Fatih-İstanbul. Telefon; 0 212 524 01 01

Rıdvan Ünal mirasımıza sahip çıkalım dedi
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ONLAR EŞYAYI BİLMEZ!
23963.jpg

Hurdacıları niçin sevmeliyiz?
Hurdacıları anlatıyor Volkan Yahşi yürekten bir dille.

Çünkü hurdacılar güzeldir! Demek ve ufaktan voltayı almak vardı ya… “Anlatmak ne kadar insani!” demek ve burada kalmak da güzel… Bu minvalde hurdacılarla ilgili size bir şeyler anlatmak niyetindeyim, konumuz hurdacılar yani.
Hani şu farklı tip arabalar kullanan, bazen o arabaları önlerinde bazense arkalarında taşıyarak, birbirlerine refakat ederek, ekmek tekneleriyle gezen, bazen büyük bazen küçük depolarda ikamet eden, genellikle bekâr odalarında gurbette, bazense şehrin varoşlarında aileleriyle yaşayan güzel amcalardan, hayret edeceksiniz ama teyzelerden de… Büyük fikirlere, karizmatik amcalara, gösterişli ve albenili diyarlara meyilli bünyeler voltayı alabilir yani. Ha bu sitenin okuru hali hazırda bu numaralara kanmayacağı için ikimiz de doğru yerdeyiz inşallah. Öyleyse kalbimizdekini zihnimizde terkip edip üç beş kelam edelim izninizle… Niyetim o ki bu değinimden sonra nerede bir hurdacı görürseniz bir dua edersiniz bu güzel insanlara.

23960.jpg


Hurdacıları sevmeliyiz

Hurdacıları sevmeliyiz çünkü hurdacılar pek çoğumuzun arayıp da bulamadığı pek çok şeye, sadece hurdacı olmaları hasebiyle sahiptirler. Sadece ilginç eşyalar ve öyküler değil, bizim sahip olamadığımız bir nazarla bakarlar dünyaya, onların dünyası verili değildir, her an yeniden kurulur ve Nasreddin Hoca’nın desturu gibidir. Ya tutarsa… Kendinden menkul bir değerleri vardır işlerinin bu anlamda.
Örneğin hurdacılar yürür, evet biz de yürürüz, ama biz yürürken içerdeyizdir genelde, kafamızın içindeki yolda yürürüz, verili bir dünyada yani. Yollar kurgular vasıtasıyla kafamızda şekillenir ve biz a noktasından b noktasına bu kurgusal yolu takip ederek gideriz. O arada sınavda aldığımız düşük notu, son okuduğumuz kitabı, kız veya erkek arkadaşımızın hüsnü cemalini, ya da muhabbetin tuzu biberi ufak kaprislerini, tuttuğumuz takımın tutamadığımız yerlerini düşünürüz genelde. Hâsılı yürürken yitirdiğimizi düşündüğümüz vakti değerlendiririz, aslında değerlendirmişizdir de. Lakin bu yürüme sırasında düşüncelerimiz hep içerdeki referanslara göre biçimlenir, yani yol, rüzgar, kediler, ağaçlar, kaldırım taşları, çöp kutuları ıskalanmıştır, onlarla bir işimiz yoksa tabii.

Dünyadan yürüyerek geçmek
Oysa yürümek hem içerde hem dışarıda olan bir eylemdir, yürürken yüreğimiz atar, gideceğimiz menzile göre tekâmül ederiz. Yolda karşılaştıklarımızı gönlümüze ve zihnimize taşırız. Bu anlamıyla yürüme eylemi pek çok kültür ve irfan geleneğinde önemli bir yer tutar. Bu minvalde size eski Yunandan falan bahis açayım ki siz de hem hayret edin hem de zihninize hitap eden bir şey olsun bu, hem de boş konuşmamış gibi olurum biraz daha. Evet, eski Yunan malumunuzdur, kim önemli olduğunu düşündüğü bir şeyi anlatmak isterse banko başvuracağı yerdir. Bir nevi meşruiyet motorudur. Sistem çalışmıyorsa koyun oradan bir eski Yunan, çalışmasa bile meşrudur artık. Eski Yunan önemlidir. Neyse bu konuyu ayrıca yazmak isterim bir ara. Şimdilik yürümekten devam etmek gerekirse, ki hatırlatırım hurdacılar yürüyordu, eski Yunanda sofistlerin gezgin bilginler olması, Aristo’nun yandaş ve öğrencilerinin adı ise malumunuzdur peripatetiklerdi yani gezenler, yürüyenler. Biz de ise yine malumunuzdur İbn-i Sina ve Farabi’nin temsil ettiği meşşai gelenek yine yürüyerek ders yaparlardı ve yine mesela tarikat bildiğimiz üzere yollar demek, dervişler yürürlerdi, hala da yürüyorlar maşallah, hep yürürler inşallah. Refakat ise yoldaşlık, eşlik etmek. Evvel refik bad’el tarik demiş Araplar, önce yoldaş sonra yol yani. Dünyaya karşı yürümekle meşhur İsmet Özel’den de ben nakletmiş oldum. Şairlerin de pek çoğu yürür, dursalar da yürüseler de yürürler onlar. Hâsılı yürümek önemli arkadaşlar, uzun uzun yürüyerek anlatmalı yürümeyi. Haliyle bu kadar yürüyen hurdacı arkadaşlar güzeldir de.

23959.jpg


Hurdacıları sevmeliyiz… Çünkü hurdacılar yürürken işleri gereği gözleriyle değerli şeyler de ararlar dışarıda. Âlimlerin ve ariflerin âlemde Allah’ın tecellisini aramaları gibi, sanatkârın ilham araması gibi, ya da otacıların şifalı bitkileri aramaları gibi, veya öğrencilerin ders notu aramaları gibi… Buldukları şeyleri içerideki birikimin onayından geçirdikten sonra yanlarına alırlar. Daha sonra onları, ki bunlar kitaplar, gümüş veya pirinçten şamdanlar, bilgisayar parçaları, kulaklıklar, giysiler, ayakkabılar, halılar, soba boruları, içkiler, gazete ve naylonlar, plastik şişeler ve benzeri bir sürü şeydir, yine bunları almaya niyetli, işin erbabı alıcılara satarlar.

Neler atılmıştır bu hayattan?
Biz onlara dışardan bakarken bu teknik olay aslında beraberinde tefekkürü de doğurur, yine her arama eyleminde bulunan insandaki gibi. Mesela bir hurdacı bir şeyler arar ve bazen bir şey bulur ve düşünmeye başlar. Bu nedir diye? Sahi bu nedir? Niğde’nin veya Nevşehir’in herhangi bir köyünden geleli birkaç ay olmuş bir hurdacı için o şey nedir? Televizyonda görmemiştir o şeyi, din ona anlatmamıştır, anne ve babası da ona böyle bir şeyden bahsetmemiştir. Bu şey bir şeylere benzemektedir. Bazen o şey büyüktür bazen küçük, bazen parlaktır, bazen mat, bazen ağır bazen hafif. Bazen bir makine parçasına benzer, bazen ne işe yaradığı belli olmayan bir alete, bazen yakındır, bazen uzak. Hâsılı o şeyi beraberine alması için güvenebileceği az şey vardır, modern psikolojinin vasat kavramıyla içgüdü, hadi zorlarsak sağduyu, bizde ve dünyada kendine hala bir şekilde ve çok şükür yer bulabilen kalbinin sesi ama aslında en temelde ve en geniş anlamıyla hala Allah’a hamdolsun ki İslam’ın ve Anadolu’nun koynunda yeşermiş irfandır bu. Ona der ki, bu şey para eder, al sen onu, olmadı atarsın, Hayy’dan geleni geri çevirmek olmaz, Hu’ya gitmesine vesile olmak güzeldir her şeyin. Alınan şey bazen 1950 Alman yapımı bir el kamerası çıkar, bazen eski bir hokka takımı, bazen kemer delme aleti, bazen müzik notası sehpası, bazen bir hac hatırası, bazen bir aile yadigarı… Bazense bir şey çıkmaz ondan, mesela eski bir şifreli televizyonun artık hiçbir işe yaramayan dekoderi veya kullanılmayıp stoklandığı ve halka verilmeyip çöpe atılan ve ne hikmetse o hurdacıların eline geçen kilolarca ilaç çıkar bu şey. Hatırlarsınız bu ülkede çöpten uranyum çıkmışlığı vardır. Şükür ki yine o irfan, her ne kadar çevresi kurşun madeniyle kaplı olsa ve epeyce para edecek olmasına rağmen bir bilene sormayı akıl edecek kadar güçlüdür Allah’tan.
Hâsılı hurdacılar hala o irfana kulak verecek kadar gönülleri geniş adamlardır. Aslında dolaylı olsa da biz de bunu yaparız, bir şeyler okuruz, dinleriz ve sevdiklerimizi, gönlümüzün tamam dediklerini gönlümüze taşır ve daha sonra onlarla yaşar, yazar ve/veya yayarız. Benim şu anda yaptığım gibi. Yani hurdacılarla ayrılıktan çok bir yakınlığımız vardır bu anlamıyla.

Alaeddin’in lambası onlarda

23961.jpg


Hurdacıları sevmeliyiz. Çünkü hurdacılar kalender adamlardır. Gün görmüşlerdir, süsü püsü takmazlar, iktidara arada sunturlu küfürler etseler de zabıtalar onlara bulaşmadığı sürece iktidarı pek sallamazlar, hoş iktidarın da onlarla pek bir işi yoktur, inşallah böyle de kalırlar. İktidarlar yani, yoksa hurdacılar Alaeddin’in sihirli lambasını satarken bile bu meyanda insanlardı. Sihirli lambalarla işleri yoktur hurdacıların, vesile olmalarına rağmen bundan dolayı gönenmeyecek kadar yalnızca bilgisiz ve umursamaz değil, aynı zamanda ve daha çok mütevekkil insanlardır.
Öyle ki üç kuruşa sattıkları şeyin bin kuruşa alındığını duyduklarında bile eyvallah derler, gönüllerine otursa da, aslında pek de oturmaz, açmayıp gönüllerini susarlar. Ellerinin nasırlarının sertliği kadar gönülleri yumuşaktır hurdacıların, size mesela kurnazlık yapsalar bile naif bir kurnazlıkları vardır, pazarlık yapmayı severler ve yapmayan adam onları kıllandırır. Kısaca dedikleri şudur, sende para var bende yok, olabildiğince çok parayı bana bu şeyin karşılığı olarak ver. Saftır yani kurnazlıkları bile. Deli pazarlığı yaparsınız onlarla. Bazen hiç değeri olmayan şeylere fahiş fiyatlar çekerler bazense dünyanın parasına alamayacağınız şeyleri üç kuruşa size hediye ederler. Bana yaramaz ağabey, ben uğraşamam başkasına göstermekle al hayrını gör deyip haklarını helal de ederler. Yalnızca ilmin ve irfanın değil bu anlamıyla mülkiyetin de hakkaniyet ölçüsüyle kamusallığına inanırlar.

23962.jpg


Hurdacı Fatoş Teyze

Çok uzatmışım ve hala meseleye gelemedim, yani ben ve hurdacıların yollarının kesiştiği yerlere. Onlardan aldığım kitapları, anlattıkları hikâyeleri anlatamadım daha, mesela bir Fatoş Teyze var ‘70’lerde Yeşilçam’da figüranlık yapmış, bence başlı başına bir öykü onunki. Hele bir bitpazarında karılarına bir şeyler almadıkları için erkeklere savurduğu küfürleri duysanız, değme feministlere taş çıkarır.
Yollarımız kesişmese de onların geri dönüşümün(!) gizli kahramanları olduklarını anlatmadım, tamam onlardan aldığım kitapları değerlendiriyorum, yuvalarına döndürüyorum tabii ama söz geldiği için söylüyorum, hurdacılar bugün ‘aman ne çevreciyim nükleere hayır, ben çevreyi çok seviyorum, yaşasın çiçek böcek’ diye dolaşan artist ve ucuz çevrecilerden takriben bir on bin kat falan daha çevrecilerdir. Her şeyi geçtim sırf bu nedenle bile duayı hak ederler, ki doğayı bu geri dönüşümle korudukları yetmezmiş gibi fakir fukaranın ihtiyacı olan ayakkabı, giysi, şapka, soba, tencere, tava vs ucuz yollardan onlara sağladıklarını, baskısı olmayan, kitap dükkanı zincirlerinde dünyanın parasına satılan kitap, cd ve dvdleri nasıl kurtardıklarını, bit pazarlarındaki sosyo-ekonomik yapıyı anlatamadım henüz. Bunlar şu anda aklıma gelenler ama olsun bir yerinden başladık. Başladığımız yer olarak burada hurdacıların hangi akılla bunları yaptıklarını açıklamaya çalıştım. Müsaade ederseniz burada biraz soluklanıp yine hurdacıları niçin sevmemiz gerektiğini, onlara neden dua etmemiz gerektiğini anlatmaya devam edeceğim inşallah.

Volkan Yahşi kalbi yürüyerek yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
SEZAİ KARAKOÇ SENE 1955!
24006.jpg

Ötesini söylememesi ne güzeldi?
Sezai Karakoç’un 1955’te yazdığı Ötesini Söylemiyeceğim şiiri Tunus’taki direniş üzerineydi.

Sezai Karakoç’un en önemli şiirlerini içeren Şiirler III Körfez/Şahdamar/Sesler kitabında Tunus’tan Cezayir’e, Polonya’dan Çekoslovakya’ya, Kafkasya’ya direniş hareketlerini destekleyen şiirler de var. Ötesini Söylemiyeceğim şiiri, Tunus’un bağımsızlık mücadelesi üzerine yazılmış bir metindir.

Ötesini Söylemiyeceğim

Kırmızı kiremitler üzerine yağmur yağıyor
Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz
Yağmur yağıyor ve bazı tahtalar vardır
Suyun içinde gürül gürül yanan
Dudağımı büküyorum ve topladığım çalıları
Bekçi Halilin kız kardeşinin oğluna ait
Daha doğrusu halasından kendisine kalacak olan
Arsasındaki yıkık duvarın iç tarafına saklıyorum
Hiç kimsenin bilmesine imkan yok
İmkan ve ihtimal bile yok sizin bilmenize Bay Yabancı
Ve yağmur yağıyor ben bir şeyler olacağını biliyorum
Ellerime bakıyorum ve ellerimin benden bilgili
Bir hayli bilgili olduğunu biliyorum
Bilgili fakat parmaklarım ince ve uzun değil
Sizin bayanınızınki gibi ince ve uzun değil
Annemi babamı karıştırmayın işin içine
İnanmazsınız ama onların şuncacık
Şuncacık evet şuncacık bir alakaları bile yok
Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar
Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor
Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi?
Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz
Tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz emi
Boynunuzdaki o uzun ve süslü şeritleri de
Kirli çamaşırları tahta döşemelerin
Üzerinde bırakmamanızı yalvararak istiyeceğim
Yalvararak istiyeceğim diyorum Medeni Adam

Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem
Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir
Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi
Hatta Matmazel Nikolun o kırmızı ipekli gömleğini
Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya
Bile giymek istemem istemiyeceğim
Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz
Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan
Hem şu bildiğiniz usule de lüzum yok
Tepesi demir askerleriniz babamı alıp götürmeseler
O zaman siz görürsünüz Bay Yabancı
Ağaçların tepesine çıkabileceğimizi
Ben ve kardeşim Alinin anlayabileceğinizi umarım
Siz uyuduktan sonra odanıza girebileceğimizi
-Ben bunu ispat edeceğim-
Hani sizin şu yüzü kurabiye bir bayanınız var ya
Beyaz ve yumuşak
Hani tepesinde ikisi kısa biri uzun üç tüy var
Onu siz başka yerlerden getiriyordunuz
Sayın Bayanınızın gözleri çakmak çakmak yanıyordu
Siz ötekini Bay Yabancı gizli gizli öpüyordunuz
Elinizle onu belinden tutuyordunuz sonra öpüyordunuz
Siz bizi görmüyordunuz
Biz ağacın tepesinden seyrediyorduk
Siz onu çok öpüyordunuz
Ötesini söylemiyeceğim Bay Yabancı
Ben siz belki bilmezsiniz on yaşındayım
Annem böyle konuşmak ayıptır dedi
Annem o kadına şeytan diyor
Bizim kediler de ona tuhaf tuhaf bakıyorlar
Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba Bay Yabancı
Siz şeytanı niçin bu kadar çok öpüyorsunuz
Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel
Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç
Onu hiç görmedim o bize hiç gelmiyor
Hele yağmur onu hiç deliğinden çıkarmıyor sanıyorum
Ben yağmuru çok seviyorum Bay Yabancı
Sizin ıslak saçlarınızı hiç sevmiyorum
Tunusluların saçlarına benzemiyor sizin saçlarınız
Bizim saçlarımıza benzemiyor sizin saçlarınız
Ben karayım beni de amcamın oğlu seviyor
Sizin o kadını sevmiyor Süleyman
Süleyman benden başka kimseyi sevmiyor
Ben de onu seviyorum
Onu ve bizim evi seviyorum
Bizim evin her tarafı tahtadandır
Ayrıca matmazelin üzerine
Bir akrep atabileceğimi de düşünün
Tam karnının beyaz yerinden tutarsanız bir şey yapmaz
Ama onu Matmazel bilmez ki o tam kuyruğundan tutar
Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz
Halbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor
Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor
Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı
Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez
Onun için gidip şapkalarınızı da beraber götürün
Melekler bir demir parçasının üzerine oturmuşlar
Her biri bir damla atıyor aşağıya
İşte yağmur bunun için yağıyor
Ben bunun için yağmuru seviyorum
Yağmur bizim için yağıyor
Çalılar için Süleymanın tabancası için
Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine
Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor
(Şiir metnindeki noktalama işaretlerinde şairin tercihine bağlı kalınmıştır.)

24003.jpg


Fransızlar Kuzey Afrika’da

Bilindiği üzere 19. yüzyılın sonlarından başlayarak, İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonlarına kadar Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar hatta Almanlar, Afrika’nın kuzeyinde; Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Sudan, Habeşistan(Etiyopya + Eritre) üzerinde sömürgeler kurmuşlardır. Bu sömürgecilik faaliyetleri; dünyada bir halkın diğerini yönettiği her adaletsiz yerde olduğu gibi, yerli halklara karşı askeri operasyonlar, işgaller biçiminde tezahür etti. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sürecinde bu batılı devletler, Kuzey Afrika’da birbirleriyle de savaştılar.
Fransızlar, batılı devletlerin, kendilerinden teknik bakımından geri kalmış ülkeler üzerindeki yayılmacı politikalarının bir uzantısı olarak 1881 yılında Tunus'u işgal ettiler. Düşünce yazılarında ve şiirlerinde Doğu-Batı çatışmasına çokça yer veren doğulu bir şairin; Sezai Karakoç'un Tunus'un bağımsızlık mücadelesi üzerine söylediği bir şiirdir, Ötesini Söylemiyeceğim şiiri. Şairin, 1962’de yayımlanan Şahdamar adlı ikinci şiir kitabında yer alan bu şiirin Türk Edebiyatında emperyalizme karşı yazılan şiirler içerisinde gerçekten de bambaşka bir yeri vardır. On yaşındaki Tunuslu bir kız çocuğunun ağzından serbest bir biçimde söylenen dizelerde ideolojik yaklaşımın baskın olduğunu görürüz. Hıristiyan batının tahakkümüne Müslümanca bir duyarlılıkla karşı koyuş.

Şiirin anlatıcısı on yaşındaki kız çocuğu
Savaşın korkunç yüzü en iyi bir kız çocuğunun masum gözlerinden anlatılabilir olmalı ki Nazım Hikmet, Hiroşima katliamı içerikli şiirini yedi yaşında bir “Kız Çocuğu”nun ağzından yazmıştır.
Sezai Karakoç’un tamamı tek parçadan oluşan Ötesini Söylemiyeceğim metninde sıkça yapılan tekrarlar ve çocuksu anlatım, bu uzun metni bir bütün halinde tutmuş. Asıl vuruş gücünü içeriğinin zenginliğine borçlu olan bu şiirde göze çarpan ilk nokta, pasif karakterlerin oldukça fazla oluşudur. İçerik, on yaşındaki bir kız çocuğunun algı düzeyine uygun gözlemlere dayandırılmıştır. Şiirin başlarında geçen Bekçi Halil, onun kız kardeşinin oğlu, halası şiire doğrudan girmezler. Bir arsa dolayısıyla şiire giren bu kişileri küçük bir kız çocuğunun bile ayrıntılarıyla bilmesi, Tunus geleneğinde akrabalık bağlarının ya da komşuluk ilişkilerinin ne denli güçlü olduğunu gösterir bize:
"Bekçi Halilin kız kardeşinin oğluna ait
Daha doğrusu halasından kendisine kalacak olan arsa…"

24004.jpg


Sizin defolup gitmenizi istiyorum Bay Yabancı!

Şiirdeki kahraman anlatıcı olan küçük kızın muhatabı Bay Yabancı, sömürgeci Fransızların ileri gelenlerinden seçilmiş bir tiptir ve muhtemelen küçük kızın varlığından bile haberdar değildir. Yani o da pasif bir karakter olarak giriyor şiire. Bay Yabancı şiirde Batıyı, küçük kız ise Doğuyu simgeler. Umursamaz ve ahlaksız Batının büyüklüğüne karşı, duyarlı ve utangaç Doğunun küçüklüğü...
Tuhaf ve acayip şapkalarıyla, boyunlarında uzun ve süslü şeritleriyle üniformalı öteki yabancılar ve Bay Yabancı çok itici gelmektedir küçük kız için:
"Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar
Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor
Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi?"
Bu işgal güçleri insanı öldürmüyorlarsa küçük kızın nefreti nerden kaynaklanıyor? Belli ki küçük kız, her tarafı tahtadan olan Tunus evlerinin tahta döşemeleri üzerinde (Tunus kültürü kast olunuyor) kirli çamaşırlar (çağdaş sefahatler, ahlaksızlık) bırakılmasını istememektedir. Şiirde üzerinde durulan temel sorun Tunus'un Müslüman geleneği ile sömürgeci Fransızların sefih ve şımarık tutumlarının çatışmasıdır. Tunus halkı işgalcilerin taşıdığı ahlaksız kültürün farkındadır:
"Annem o kadına şeytan diyor
Bizim kediler de ona tuhaf tuhaf bakıyorlar"

Eski kuşaktan umut yok mu?
Burada ilgi çekici olan, bu ahlaki sorunu fark ettikten sonra ona direnmeye yeltenebilecek bilince erişmiş kişilerin en genç kuşak arasından seçilmiş olmasıdır. 10 yaşındaki kız ile amcasının oğlu ve sevgilisi Süleyman'ın küçüklüğüyle verilmek istenen mesaj, bu yapıdaki bir direnişin henüz çok toy olduğu gerçeğidir. Açıkçası şair/düşünür, eski kuşaktan umudunu kesmiştir. Ne olacaksa, ne yapılacaksa bu yeni kuşak tarafından yapılacaktır ama bu da henüz çok yetersiz kalmaktadır. Eski kuşağın(anne-baba) en küçük bir ilgisi bile yoktur bu direnişle. Onlar; içinde bulundukları durumu kavramaktan uzak, mücadele alanında hiçbir iddiası bulunmayan kişilerdir:
"Annemi babamı karıştırmayın işin içine
İnanmazsınız ama onların şuncacık
Şuncacık evet şuncacık bir alakaları bile yok"
Şiirde nasılsa son derece bilinçli bir karakter olarak öne çıkan küçük kız, bir zaman sonra kendi kardeşinin bile Fransız gömleği giyeceğini düşünerek üzülür:
"Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem
Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir"
Ancak kendisi kararlıdır. Çok beğendiği, içten içe hayranlık duyduğu ("Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya") Matmazel Nikol'un o kırmızı ipekli gömleğini bile giymek istemeyecektir. Böylece soylu bir protesto sergileyecektir ahlaksızlık olarak değerlendirdiği bu kültürel aşınmaya. Öte yandan Bay Yabancı'ya karşı çocukça bazı tuzaklar kurmayı düşünse de, uygulaması halinde bunun kendisine pahalıya patlayacağını bilir. Yapacağı eylemin, miğferli askerlerce alınıp götürülen babasının akıbeti üzerinde olumsuz bir etkisinin olabileceğini göz önünde bulundurur.
Fransızların, işin içine annesini, babasını katmasına bir anlam veremez küçük kız. Değil mi ki yabancıların defolup gitmesini isteyen yalnızca kendisidir. Çünkü onlar yerli kültür üzerinde az zamanda çok işler, yani büyük tahribatlar yapmaktadırlar. Sözgelimi Bay Yabancı, kız çocuğunun annesinin "şeytan" diye nitelediği bir başka kadınla karısını aldatmaktadır. Çocuk bir gün ağaç üzerindeyken şahit olmuştur: Bay Yabancı bu kadını gizlice öpmektedir. Küçük kızın muhayyilesinde bu görüntü çok kalıcı, çok derin bir iz bırakmış olmalı ki öpme eyleminin biçimini özellikle vurguluyor:
"Elinizle onu belinden tutuyordunuz sonra öpüyordunuz
Siz bizi görmüyordunuz
Biz ağacın tepesinden seyrediyorduk
Siz onu çok öpüyordunuz"

24005.jpg


Batının kültürü mü, Doğunun ahlakı mı?

Oysa o, daha önce bir çiftin böyle açıkta, bir bahçede öpüştüğünü görmüş değildir. Kendi kültürlerinde mahremiyeti vurgulanan ("Annem böyle konuşmak ayıptır dedi") böylesi bir durumu çok yadırgadığı için tanık olduklarının ötesini söylemeyecektir. Bu utanmazlığın bir gün gelip kendi halkına da yayılabileceğini düşünerek kendi aşk geleneklerinin sınırını çizer: Amcasının oğlu ve beşik kertmesi Süleyman ile birbirlerini çok sevmektedirler. Ancak bu şiddetli ilgi yüce bir duygu olarak kalmakta, sırf tensel hazlarla ucuzlatılmamaktadır. Aralarında henüz bir nikah bağı bulunmadığı için fazlaca yüz-göz olmaları bile yerli geleneğin nezdinde ayıp karşılanmaya yetecektir.("Onu hiç görmedim o bize hiç gelmiyor") Oysa ayıp kavramı Fransızlara çok ilkel gelecektir. İşte bu yüzden küçük kız yabancılarla asla uyuşmayacaktır. Doğu ahlakı, Batı ahlakıyla asla uzlaşmayacaktır. Böylece Batının kadına haz merkezli bakışıyla doğunun ahlak merkezli bakışı karşılaştırılıyor:
"Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel
Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç"
Ayrıca doğuya ve batıya göre ölüm yorumu da yapılıyor:
"Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz
Halbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor
Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor
Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı
Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez"
Tunus’un üstüne yağmur yağıyor!
Malum, Sezai Karakoç şiirlerinde yağmur kelimesiyle sıkça karşılaşılır. Ötesini Söylemiyeceğim şiiri boyunca yağan yağmurun anlamı geçen zaman olabilir. Söz yağmurla açılıyor ve yine yağmurla kapanıyor. Küçük kız, duyduğu bir söylenceden yola çıkarak yağmura manevi bir muhteva yüklüyor. Her bir yağmur damlasını bir meleğin gökten yollaması vahyi çağrıştırıyor. Bu maneviyatla barışık olan toplumun geleceği hakkında umutlu, çünkü şimdilik kötü bir durumda olsalar da sonuçta yağmurun kendileri için yağdığına inanıyor:
"Melekler bir demir parçasının üzerine oturmuşlar
Her biri bir damla atıyor aşağıya
İşte yağmur bunun için yağıyor
Ben bunun için yağmuru seviyorum
Yağmur bizim için yağıyor"
Küçük kızın toplayıp da hiç kimsenin bilemeyeceği bir yere sakladığı çalılar, evlerin hep tahtadan oluşu, daha da önemlisi suyun içinde gürül gürül yanabilecek nitelikte tahtaların varlığı, yağmurun(zamanın) engelleyemeyeceği büyüklükte bir yangının küçük kız ve Süleyman'ın şahsında genç kuşaklarca başlatılacağının işaretiymiş gibi idealist, soyut bir izlenim veriyor.
Nitekim şimdi Tunus tutuşmuş, yanıyor! Sezai Karakoç şimdi neler diyor acaba Tunus için?

Mehmet Sait Çakar, Ortadoğu'daki tüm direnişçileri selamlayarak haber verdi

http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=5561
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
DÜNYA BİR MEYDANDIR


24063.jpg

Tahrir’de Tarih Yazılır
Mısırlı çocukların Firavunlara başkaldırısını anlattı Zeki Bulduk.




Mısırlı çocukların derdi ne?
Diğer çocukların derdi ne ise onların derdi de o; Yaşamak sancısı! İnsanın boğazına yapıştığında o sancı; bir daha iflah olmaz o derde düşen.
Zira kölelik ne kadar kadim bir acı ise; yaşamak ağrısı da bir o kadar eskidir insanın tarihinde.
Mısır’ın çocukları vinçlerin bile kaldırmakta acizlik gösterdiği taşları gökyüzüne doğru dayamış çocuklardır; karın tokluğuna.
Petrol şirketleri yedi kız kardeşin elinde olan seksen beş milyonluk bir ülkenin çocukları hayatlarını Nil’in timsahlarına vermeyecek denli çok şey kaybettiler hayatlarından. Ömürlerinin geri kalanında sadece karınlarını değil; kalplerini, çocuklarını ve onurlarını düşünmek istiyorlar.
Bu sebepten her gün onlarcası öldürülüyor. Ölüme giderken yaşama doğru gittiklerini, ölmeden yaşamın filizlenemeyeceği topraklarda doğduklarını çok iyi biliyorlar.

24060.jpg


O çocuklar, sadece çocuk değiller!
“O çocuklar öyle mahzun ağlamaya gidiyorlar” belki de. Gözyaşları dünyayı sele veriri mi zaman gösterir ama o selde Nuh’un ve Musa’nın izleri var…
Bir Yusuf zamanında bir de Musa zamanında kullandıkları dille sesleniyorlar Tahrir Meydanı’ndan Firavunun sarayına ve dünyaya: “Defol!” diye. Yusuf; kölelerin de efendi olacağını, efendi olduğunda kölelerin zincirlerini çözeceğini öğretti Mısır’ın çocuklarına. Musa; kekeme çocukların da cümleler kurabileceğini, kurdukları cümlelerle zalimlerin saltanatını yerle bir edeceklerini gösterdi Nil kıyısında durup ağlayan çocuklara. O çocuklar, Arapların onursuz olmadığını anlatıyorlar serin bir meydanın korumasızlığında. Gökyüzüne dualarını sütun gibi uzatıp o duanın tam altında bekliyorlar inatla…
Evet; Amerika’nın bir hesabı var. Evet; İsrail’in birbirine dokunmayan kırk hesabı var. Evet, dünya silah ve kaos şirketlerinin binlerce hesabı var Mısır’da ölen ve meydanlara dökülen insanlar üzerine. Lakin o çocuklar artık hesap yapmıyorlar! Kaybedecek bir şeyi olmayan insandan kork! Demişlerdir. Doğru. O çocuklar bu sözün ne denli kıyıcı olduğunu biliyorlar. O sebepten olsa gerek “cesaretlerini” kaybetmeden verilmiş en büyük nimetleri olan canlarını sürüyorlar kirli oyuna; korkusuzca!


İnsan adına eyleme çıkmak
Biliyorum; ne Asr-ı Saadet’e özenen bir devrim ne de varoşların açlığını bastıran bir komün hareketi o meydanda olan ve devam eden. Biliyorum; o meydanı boşaltıp evlerine döndüklerinde dünya güllük gülistanlık olmayacak. Ama dünya artık eski dünya olmayacak! Mesela, Paris o kadar rahat duramayacak durduğu yerde. New York o denli kibirli bakmayacak diğer şehirlere. Pekin’in gözüne uyku giremeyecek. Google da Tunus, Mısır, Yemen isimlerini perdeleyecek. Sadece Arap şeyhleri ve devlet başkanları değil seçilmiş başkanlar ve devlet yöneticileri dahi her adım attıklarında aç bir insanın üzerine basıp basmadıklarını hesap edecekler. Karnı, kalbi, beyni, bedeni aç insanlardan korkmayı bir daha hatırlayacak iktidar sahipleri. Çünkü tahrir demek; kompozisyonu yeniden yazmak, düzenlemek demektir insanlığın topallayan yanlarını.


24061.jpg



Yenilgi, artık çekilebilirsin alnımdan!
Evet; o çocukların babaları Arap-İsrail Savaşında yenildiler. O çocuklar “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” sözünü hançerelerinde büyüte büyüte küçülmeden indiler meydana. “Ömer, belki de yaklaşmaktadır Tahrir Meydanı’na” diye fısıldayan rüzgârın sesine dayadılar kulaklarını. Belki de Musa’nın peşi sıra gitmenin zamanıdır diye evlerini boşalttılar…
O çocuklar, kendilerinden fazlası için nöbet tutuyorlar insanlığın en açık arenasında. Bir gün atlar ve develerle, başka bir gün arabalarla, hesap dışı bir zamanda da suikast silahlarıyla dalıyorlar açık arenaya. Tüm dünya, insan avının bitmediğini bir daha seyrediyor artık hiç de rahat olmayan koltuklarında. Zira şehirlerin meydanları vardır ve bu meydanları hakkı gasp edilmiş mazlumlar istila edebilirler.

24062.jpg


Dünyada zalime karşı yürümenin atası olan Hz Hüseyin ölmüş olabilir. Hain oklar bedenine 72 kere saplanmış olabilir. Ama o okları bir bir çıkaran çocuklar her çağda bir daha bir daha doğacak belki de binlerce defa oklanacaklardır o naaşın başında. Evet, Tahrir Meydanında Hz Hüseyin’in naaşı yattığı için o çocuklar evlerini terk ettiler. Sahaya- meydana indiler. Dünya; Tahrir Meydanı kadardır. Bu meydanda doğar, acı çeker ve ölürüz. Bu meydanda güler, eğlenir, dua eder ve kazanırız parayı, günahı, sevabı, cenneti, cehennemi... O çocuklar, canlarına mal olacak bir duaya durdular; o çocuklar, canlarına değecek bir duaya durdular meydanın tam ortasında.


İnandım; dünya Kerbela’dır.
İnsanlığın en eski ve en onurlu eylemi için meydanda duruyorlar; ölülerimize sahip çıkıyorlar. Bize kavga etmeyi, bize hayatın iman ve cihat olduğunu öğreten kadim kahramanlarımız Hüseyinler için o meydanda duruyorlar. Karşılarından binlerce Yezid, karşılarında Yezid’den daha zalimler olsa da…
O çocuklar yalnızca kendileri için değil; bizim için de duruyorlar meydanın tam ortasında. Biliyorlar ki insanlık ancak direniş ruhuyla insaniyetini koruyabilir.
Ve şükür ki Ömer Muhtar’ın, Şeyh Senusi’nin kardeşleri olduklarını bir daha hatırlattılar dünyaya.
Çok şükür; dünya Tahrir Meydanı’ndan sonra eski dünya olmayacak!
Dünya Tahrir Meydanı kadardır. Tahrir Meydanı ise Kerbela’dan farksızdır. Allah Kerbelaya düşenin neden düştüğünü en iyi bilendir!

Zeki Bulduk, Nil kıyısında erguvan koklamanın mübarek bir eylem olmadığını bilerek yazdı.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
BU SORULARIN CEVABI VAR MI?

24096.jpg

Entelektüel olmak sıkıcı mı?
Neden sevdiğimizi ve takip ettiğimizi söylediğimiz programların reytingi düşük? Yalancı mıyız biz?


Aslında bütün sorun bundan mı kaynaklanıyor? Aslında içten içe popülist olana mı meylediyoruz? Evlilik programlarını izlemek daha mı keyifli tartışma programlarının içinde kavga olmayan versiyonlarından? Caner ile Tülin daha mı sempatikti Kerem ile Aslı'dan? Birilerinin hayatını “flash” cümlelerle ekrana yansırken takip etmek ve bir yandan çekirdek çitlemek daha mı eğlenceli? Yazarlar, bol “ııı”lı cümleler kurarken gözkapaklarının ağırlaşması normal mi? Yoksa yazarla beraber o düşünce sürecinin içine girmek, aklından geçen ve fakat dillendirmekte zorluk çektiği sözcükleri tahmin etmeye çalışmak ve sonunda hangi kelimelerde karar kıldığını duymak bizi heyecanlandırmalı mı? Heyecanlandırmıyorsa bu bizim suçumuz mu, biz mi entelektüel değiliz, yoksa yazar mı çok kuru konuşuyor?

Beynimizi nerede çıkardıydık?
Biz magazin programında “Azz soonnra” dendiğinde kanalı değiştirememek, yayınlanacak haberin hayatımızda hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini ve hatta ömrümüzden vakit çalacağını bilmek ama yine de ekran karşısındaki koltukta uzanmış bir halde durmak, elde kumanda öylece beklemek ve sosyal ortamımız içinde öğrendiğimizi söylemeye utanacağımız gereksiz bilgileri edinmek için beklemek, bu bekleyişin muhakkak bir reklam arası ile uzatılacağını ve bir “az sonra” anonsundan sonra bir reklam anonsu daha uzayacağını bilmek, yine de beklemek, iki reklam arası ve aslında iki namaz kılımı zaman geçtikten sonra o görüntüleri izlemek, üstüne üstlük fragmanda verilenden daha fazla bilgi de alamamak... İşte tam da bu halde iken, hayatımızdan çalınan dakikalara üzülmek yerine hafiften bir keyif almak da neyin nesi? Kafamızı boşaltmaya mı ihtiyacımız var hakikaten? Ya da bu sistem, “kafa boşaltmak” için yeterince iyi mi? Gün içinde ne zaman bilgiyle doldurduk ki kafaları?
Herkeste böyle midir acaba? Herkes boş zamanlarında Erdem Beyazıt okumak ister mi? “Boş zamanlarda kitap okurum” cümlesi ne zaman bu kadar popüler oldu? Bu cümle kurulalı beri kimse boş zamanlarında kitap okumuyor, farkında mıyız? Bunun için, insanlık olarak bir cami avlusuna toplanmalı ve bütün gücümüzle utanç duymalı mıyız? Okumak için bir kitap aldığımızda, onun “best-seller” listesinde olmasına özen gösteriyorsak, bu bizim suçumuz mu? Ya da bu bir suç mu? Suçsa, bize ve diğer insanlara -yayıncılara örneğin- -ya da yazarlara- -ve hatta vitrinleri ışıklarla süsleyen zihniyete- suçun ne kadarı düşüyor? Yüzde kaç suçluyuz? Bu suçu birileri yüzümüze vurmalı mı?

Biri kitapları kurtarsın


Çocuklara neden bu kadar çok kitap alıyoruz mesela? Boyama kitabı, eğlenceli kitaplar, ilginç masallar, çocuğun hayal gücünü ve yapıcı yanlarını geliştiren kitaplar... Bu kadar kitap o çocuğa fazla mı? Ya da bir çocuğa bu sayıda kitap düşüyorsa, bunları ona alan yetişkinin en az iki katı sayıda kitap okuması gerekmiyor mu? Neden gerekmiyor? Gerekiyorsa neden hiç böyle olmuyor? Kişisel gelişim için kitap okumak yerine, neden sadece “kişisel gelişim kitapları” okuyoruz? Bir kitapla kişilik gelişir mi? Kısa yolu mu seçiyoruz?
Erkekler de kızlar da aniden “entelektüel” olsa ve bunlar kâh kendi aralarında, kâh birbirleri ile dünya barışından ve Filistinden ve gemilerden ve sanattan ve sanatı geliştirmekten ve coğrafyadan ve Mısır'dan ve dirilişlerden ve Tarık Tufan'dan konuşsalar nasıl bir yer olur ki dünya? Neden sevdiğimizi ve takip ettiğimizi söylediğimiz programların reytingi düşük? Yalancı mıyız biz? Neden “hayatta izlemediklerimiz” bu kadar çok reklam alıyor? Hayatta değil miyiz? Neden Sezai Karakoç sadece Mona Rosa? Neden bugünlerde tasavvuf sadece Şems?
Ciddi ciddi merak ediyorum, zevkli değilse söz veriyorum uzak duracağım, entelektüel olmak sıkıcı mı?

Sümeyye Karaarslan
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
BİR GÜN MUTLAKA!
24210.jpg

Marşlara ayarlıdır sesimiz bizim!
Birlikte marş okumaları yapmak istiyoruz. Günümüz gencinin garip bir uyanıklıkla uzak durduğu marşları okuyacağız dunyabizimde! Tüm gençlerimiz öyle değil çok şükür...


Ezgilerim, marşlarım var benim! Beni güzelleştiren, inancımı tazeleyen, bereketlendiren, umutsuzluğa düştüğümde elimden tutup kaldıran ezgilerim var. Yapayalnızken dahi, eğer inanıyorsam bütün dünyaya bedel olduğumu haykıran ve beni kendime getiren marşlarım…
Şimdiki gençler arasında şanslı görüyorum kendimi zira daha çocukken annemin sevgisi gibi beni kuşatan, içimi coşturan, dünyayı anlamlı kılan marşlar dinledim ben. Çocukken marşların dünyasına girdim ben. Ömer Karaoğlu’yla ilk tanıştığımda onun bana söylediği gibi diyeceksiniz belki “Çocukken dinlerdin şimdi bıraktın demek?”. Tabi ki hayır! 5 yaşında fark ettim, ortaokul ve özellikle lisede keşfettim, şimdi hala keşfetmedeyim. Ezgi ve marşların dünyasına bir kez giren onun birkaç kez dinlemeyle keşfedilemeyeceğini, daha doğru bir deyişle tükenmeyeceğini bilir. Bu zoraki olmadığı gibi gelip geçici bir bağlılık da değildir... Marşlarım hep benimle!

“Çatlasa dünyanın sabır taşları"
bu marşı ilk duyduğunuz anı düşünün. İşte Afganistan isimli bir kaset. Çocuklar söylüyor. Marşı söyleyen çocukların arasında yanlış bilmiyorsam Cahit Zarifoğlu'nun kızı Betül ve Ayşe de var. Bugün Cafcaf yazarı olan Betül Abla. Kasetin kapağında korodaki çocukların isimleri yazmıyor. Keşke yazsaymış.
Sizinle marş okumaları yapmak istiyorum. Sesimi duyar mısınız, bilemem. Bu marşı birlikte okumak istiyorum.
Çatlasa dünyanın sabır taşları
Dürülür defteri zulümün bir bir
Bunu sonradan İlk Cemre kasetinde de dinledik. Aykut Kuşkaya'dan. Daha sakin bir söyleyiş, daha yumuşak bir ses. İlk Cemre efsane gibi bir kasettir. Bir birikimin patlamasıdır İlk Cemre. Yılların birikimi vardır o kasette.
Elvan elvan çiçek açar sabahlar
Marşın burasında "sabahlar" sesine yerine "silahlar" denmektedir bir kayıtta.
9732.jpg
Bu biraz sert bulunmuş olmalı ki çiçek açan silah değil, "sabah" olmuştur.
Bugün olmazsa yarın bir gün mutlaka”
Şiir Abdülbaki Kömür'e aitmiş. Beste de onun belki. Baktım, Erkan Mutlu'nunmuş. Bestenin Zülfü Livaneli'nin Yiğidim Aslanım'ını andırdığını iddia edenler var. Ama minik de olsa bir fark var ve ikisi de farklı kulvarlarda yolunu sürdürmüş bu iki beste.
9748.jpg
Şartlar ne kadar çetin olursa olsun biz iman etmişizdir çiçek açacak sabahların gelişine… Zalimin zulmünün yanına kar kalmayacağına… Öyle bir iman etmişizdir ki kendimiz bile sökemeyiz bu inancı aklımızdan, kalbimizden.

Cihad üstüne türkü!
“Bir ömür beklemek kahır yüküdür
Dağlar kente yürür mekan kımıldar
Gönülden gönüle bir sevda akar
Bugün olmazsa yarın bir gün mutlaka”
Ruhlarımızı kemiren bu cansız sistem bir gün boyun eğecek dağların taşların canlılığına ve lerzeye gelip hayat bulacak. Kalpten kalbe bir yol vardır biliriz. Bir gün o yolu tıkayanlar sevdamızın önünde duramayıp savrulacak ve yeniden düşeceğiz yollara, birbirimizi bulmaya..
“Türküler söylenir cihad üstüne
Düşünsene gülüm, cihad marşları söylenir demiyor, cihad türküleri söylenir diyor. Cihad üzerine türküler söylenmesinden bahsediyor sene 88 muhtemelen. Marşlarımıza yabancı, kötü, niteliksiz muamelesi çeken çok bilmişlere taa 1988 yılından bir cevaptır bu marş. Biz türkünün içine dek gireceğiz. Türkü ile mesafeli değiliz. Ama öyle ki türküyü de dönüştüreceğiz, türkünün içinde acı varsa, hüzün varsa, ayrılık varsa, aşk varsa cihad da olacak diyor! bu bilinçten, bu zenginlikten, bu yerlilikten güzeli olabilir mi? Birilerinin sandığı gibi yerli ve yerel olanı yok sayması değil bu İslamcıların. İslamcılar o yanlışı pek yapmadı aslında. İşte ispatlarından biri de bu dizedir, cihad üstüne türkülerin söylenmesini dile getiren bu dize...
Sabah yakındır derim gece üstüne
Dünya kıyama durur ezan sesine
Bugün olmazsa yarın bir gün mutlaka”

Marşın en güzel yeri!
Öyle bir güven var ki bizde öyle bir korkusuzluk, karanlığın esas olmadığını bilip ona gündüzü haykırır, onu gündüze çağırırız. Sabah hep yakınımızdadır.. Ve bir gün herkes her şey irkilir bir ezan sesiyle, uyuyanlar uyanır, kıyam eder ölüler ve tüm dünya! Marşın burası en güzel yeridir. Dünya kıyama durur ezan sesine! Ah bunu binlerce kere söylüyorum. Binlerce sesle dolarak. Sabahı duy dostum, ezanı duy! Duy!
“Şarkı benim, cihad benim, umut ben
Sabır benim, zafer benim, müjde ben
Türkü ile barışıklık hakkında söylediklerimizi doğrulayan bir dize daha işte: şarkı da bizden uzak değil. "Evrendeki her şey ile barışığım ben!" diyor adeta bu dizeler. Ve yine bal gibi bir mısra:
"Yüreğim bir bomba ateş bekleyen
Bugün olmazsa yarın bir gün mutlaka”
Marşlarımızı söylemeye, yürümeye, umut etmeye devam edeceğiz. Başka kimselere bırakmadan bu yükü, en önce biz sırtlanarak devam edeceğiz. Yüreklerimiz açılana dek, dışarıdan nasıl görünürsek görünelim kaynayan kalbimiz bir gün taşana dek, her an yeniden yaratılarak, her an yeniden tazelenerek…

Fatma Ünal
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Dağılmaktan bıkmadık mı arkadaşlar!

TAHRİR BEYAZIT’TAN BÜYÜK!


24181.jpg

Dağılmaktan bıkmadık mı arkadaşlar!
Tamam, çok tartışmalı bir konu bu, lakin ben bu şekilde düşünüyorum. Tahrir Beyazıt’tan büyüktür ve “Dağılıyoruz arkadaşlar” diyen liderlerimiz Tahrir’den ders almalı…



18 gündür ekran başındayız ve hop oturup hop kalktık. Bu heyecanlı atmosferde “devlet kurup, devlet yıkarken” kimi dostların; “Biz olsak böyle olmazdı” ya da “Saray’a neden yürümüyorlar ki? Biz orada olsak dağıtmıştık” türünden mesajları ile sık sık karşılaştık.
Tamam, bizim de bu süreçte; “Ah Beyazıt’tan üç beş kişi orada olacaktı ki…” şeklinde başlayan cümlelerimiz oldu. Ama arkadaşlar, durun bir dakika!!! Gelinen bu noktada Tahrir, Beyazıt’tan daha büyük olduğunu en açık şekli ile ortaya koymuştur.
Bu kadar…

24180.jpg


Bir daha düşünelim!

“Yok, be” diyen dostlar, lütfen şunları da düşünsün;
1: Mısır onca yıldır zulüm altında, tamam. Ama benzeri zulümleri biz de yaşadık. Hatta bazı konularda çok daha kötülerini yaşadık…
2: Mısır’da Müslümanlar baskı altında. Liderleri şehit edildi. Tonlarcası tutuklandı. Binlercesi hapislerde çürüdü. İyi de aynısı ve hatta daha beterleri bizde de oldu. İstiklal Mahkemelerini hatırla mesela. Mısır’da insanlar İhvan üyesi oldukları için feci şekilde cezalandırıldılar ama bizde de sadece ve sadece “şapka” giymediği için nice canlar alınmadı mı? Bu ülkede Başbakanlar dahi idam edilmedi mi?
3: Mısır’da olmadı ama bizde camiler yok edilmedi mi? Kur’an Mısır’da yasaklanmadı ama bizde yasaklandı. Mısır’ın tarihi ile bağları kopartılmadı ama harf devrimi ihaneti ile bizim en yakın atalarımızla bağlarımız kopartıldı. Dilimiz yasaklandı, dinimiz yasaklandı, bizi biz yapan değerlerimiz yasaklandı…
4: Ekonomik olarak Mısır’ın bugününden daha zor günlerimiz oldu. Üstelik Mısır’a oranla daha tüketici bir toplumuz ve bizim “hissettiklerimiz” onların hissettiklerinden daha fazla. Bizim bir gecede, anayasa kitapçığının fırlatılması ile bilmem ne kadar “içeri gittiğimiz” gerçeği orta yerde. Ama hepsini geçelim, ben Mısır’ın karne ile ekmek, yağ, şeker filan almak için sıraya girdiğini okumadım henüz.
5: İsrail mi? Evet, Mısır 30 yıldır ihanet içinde. Ama peki Türkiye? Bizim ihanetimiz 63 yıl olmuş. İlk biz tanımışız İsrail’i… Mısır can verirken, kan verirken, toprak verirken biz zaten İsrail ile omuz omuza imişiz.
Son dönemlerde mi?!
Mesela 28 Şubat’ta… Allah’ın emri, ayeti başörtüsü yasaklandı. Bütün bütün bütün okullarda… Devlet dairelerinde, her yerde. Yaşlı yaşlı annelerimiz hastanelerde tedavi edilmediler, bundan dolayı vefat ettiler. Katledildiler. Nesiller, gönüller, vicdanlar katledildi. En fazla birkaç saatliğine sokaklara döküldük. Haksız mıyım?
Tamam, yasak hala devam ediyor. Bilmem hangi mahkeme yine bir şeylere karar vermiş. Eskisi kadar değil ama hala devam ediyor. Üç beş yerde, onurlu bir avuç insan her hafta direnmeye devam ediyor… Ama o kadar. Sadece onlar…

24182.jpg


Tahrir bize yeni şeyler öğretti

Başörtüsü için, Filistin için, Kudüs için, Gazze için toplanırız zaman zaman. Beyazıt’ta, Cuma Namazından sonra. Ne güzel. Muhteşem. Ciğeri beş para etmez herifler Otorite’ye kulluk ederken onurlu mü’minler Beyazıt’ta toplanır, zulme karşı haykırırlar. Elhamdulillah. Ama bunun yeterli olmadığını Tahrir öğretti bize.
Milyonların oyları ile iktidara gelen Menderes idam edilirken millet balkonlarında kebap yapmaktaydı. Bir Allah’ın kulu meydana inmedi. Şimdi öyle değil. Ama üç beş tekbir ile yetinmememiz gerektiğini de Tahrir öğretti bize.
İstanbul Üniversite’sinde bir zulüm mü oldu… O halde o zulüm hallolana kadar İHH, AGD, MAZLUMDER, ÖZGÜRDER, HAKSÖZ… Beyazıt’a yerleşmeli. Günler, haftalar, aylarca orada çadır kurup direnmeli. Geceler boyu ateşler yakılmalı, gündüzleri Türkiye ayağa kaldırılmalı.

24183.jpg


Tahrir bize örnek olsun. Dua bitip “amin” dedikten sonra birileri; “Arkadaşlar programımız bitmiştir, olaysız bir şekilde dağılıyoruz” demesin artık. Olay çıksın, heyecan gelsin, aşkımız daim olsun.
Oturalım Beyazıt’ta Ürdün Akabe’de olduğu gibi
Yakalım meydanın ortasında ateş, Ömer abi söylesin o ateşin başında “Esir olmuş yüreklerimiz…” diyerek en heyecanlı eserlerini. Ateşe patates atalım, sabahlayalım orada. Hanım kardeşlerimiz börek yapsınlar en feminist olmayan tarafından… Birileri araya aracılarını soksun ve biz mevzu hallolmadan onlarla iletişime geçenlere “hain” gözü ile bakalım, sorun olmaz.

24184.jpg

24185.jpg


Tahrir ayrı, Beyazıt ayrı...

Emin olun Tahrir, Beyazıt’tan büyük olduğunu net olarak gösterdi bize. Ama ikna olmayan dostlara son söz söyleyeceğim. Bakın dostlar!.. Tamam, şartlar eşit değil, Mısır ile Türkiye bir değil, aslında Beyazıt daha büyük filan diyebilirsiniz ama şunu kabul etmeniz gerekir ki Beyazıt ile Tahrir arasındaki en büyük fark şudur;
Beyazıt’ta direnirsen en fazla
• Jop yersin
• Biber gazı yersin
• Gözaltına alınırsın

24186.jpg


• Hakkında soruşturma açılır vs
Oysa Tahrir’de öyle mi;
• Ya meydanda ölürsün
• Ya sonra vatana ihanetten idama mahkûm edilirsin
• Ailen de seninle birlikte cezalandırılır
• Eğer ölmezsen en az 20 yıl hapse atılırsın
Ve buna rağmen Beyazıt’ta “dağılıyoruz arkadaşlar” denilip Tahrir’de “direniyoruz arkadaşlar” deniliyorsa Beyazıt, Tahrir’e selam durmalı, yapacak bir şey yok…
Beyazıt’tan Tahrir’e bin selam!...

M. Mustafa Uzun Tahrir’i selamlarken Beyazıt’ın da hakkını vermeye çalıştı
 

Mahpeyker

Kıdemli Üye
Katılım
2 Eyl 2009
Mesajlar
4,456
Tepkime puanı
742
Puanları
0
söylenilen (veya yazılan diyelim ) herşeye itiraz eden kişilere M.Mustafa Uzun'un yazısında sorduğu soruları cevapliyabilirler mi ? delil mi istiyorsunuz ? Türkiye'nin yakın tarihi size delil olarak yeter .bu millet neleri görmedi ki ? nerde o çok dindar geçinen siyasetciler ? zirvede değiller mi ? isteseler kökünden halledemezler mi bazı şeyleri ? neden kendi şahıslarına gelince adama kök söktürüyorlar da , dini vicdan konusunda gözler kapatılıyor ? neden eller mahkum rolü oynanıyor ? ya arkadaşlar hakikaten , benim üye olduğum tek forum burası- başka foruma gerek duymuyorum çünkü aradığım herşeyi bu forumda buluyorum .ama bu konuda gerçekten çok duyarsızız millet olarak . benim her yazdığım her şeyde anlatmaya çalıştığım tek bir şey var - o da , neden sorgulamıyoruz herşeyi ? neden bize söylenilen şeyler ile yetiniyoruz ? neden sonuç alassıya kadar davamıza devam etmiyoruz ? ya ölüm ya sonuç ? neden bunu diye miyoruz ?

yazıyı yazan kişiden de burda bizimle paylaşan Sessizlik Abiden de Allah razı olsun .bir millet tek yürek olmadıktan sonra ,gerçekler zorla insanın gözüne sokulsa da , fayda etmiyor işte ...
 
Üst