D/okunası Yazılar (Umutsuzluk ölüler içindir)

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ERTELE ERTELE NEREYE DEK
24203.jpg

Ümmetin erteleyenleri helak olacağız!
Ooo, bizi bir bıraksalar neler yapacağız neler... Ama işte fırsat olmuyor, şu oluyor bu oluyor hep erteliyoruz!

O gün gelecek ve biz en iyi kitabı yazacağız, o gün gelecek ve biz namaza başlayacağız, o gün gelecek uzun zamandır görüşmediğimiz dostumuzla görüşeceğiz ve o gün gelecek evleneceğiz, yeni bir iş kuracağız, teheccüde kalkacağız, hatim indireceğiz… Neler yapacağız neler…

24204.jpg


O gün gelmiyor hanımlar beyler… Ve biz neleri erteliyoruz hayatımız boyunca o günü bekleyerek? Bugünkü birçok sıkıntımızın altında bir işi aklımıza geldiği anda yapmamak yatmıyor mu? Erteledikçe zihnimizde üst üste yığılmıyor mu bütün yapacaklarımız? Sonra gözümüzde büyüdükçe büyüyüp, hangisinden başlayacağımızı şaşırdığımız için hepsini yapmaktan vazgeçmiyor muyuz? Yapacağımız iş için ilk adımı bile atamadan düşüncede öyle eskitiyoruz ki, yeni fikrin, yeni işin heyecanı yok olup gidiyor. Heyecan gidince işi yapma düşüncesi de uçuyor beraberinde.

Ne büyüt gözünde ne de küçült!
24205.jpg


Ya çok küçümsediğimizden “nasılsa yaparım” diyerek, ya da gözümüzde çok büyüttüğümüzden başlayamadığımız onca şey bir kurt olup kemirmeye başlıyor bizi. Erteleye erteleye haftalarca yapmadığımız bir şeyin yapınca sadece yarım saatlik bir iş olduğunu görmemiz de yetmiyor huylunun huyundan vazgeçmesi için.
Hani bir hadis-i şerif var ya; “İman yetmiş küsür derecedir. En üstünü "Lâ ilâhe illallah (Allah'tan başka ilah yoktur)" sözüdür, en düşük derecesi de rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır. Hayâ da imandandır.” Daha yolu açmadan ‘la ilahe illallah’ demenin peşine düşünce imanı tamamlamak da nasip olmuyor. Büyük olanın peşinde küçükleri ertelemekten erişemiyoruz zirveye.
“Eğer ben yazarsam en iyi kitabı yazmalıyım, teheccüde kalkarsam hiç fire vermemeliyim, evleneceksem en güzelini, en akıllısını bulmalıyım, arkadaşımla görüşeceksem bütün günü onunla geçirmeliyim, şu işlerim bir hafiflese hatim indireceğim, hadis okuyacağım” gibi düşüncelerle küf tutuyoruz.

Kendini beğenmişlerin hastalığı ertelemek…

24206.jpg


Gözünde büyütmek kadar küçültmek de insanın işe başlamasını engelleyenler arasında. Kendimiz yapmadığımız gibi yapanları sürekli eleştirmekten de geri durmuyoruz.
-Namaz kılarken rükûda tam eğilmiyor,
-Bu da kitap mı yazmış yani ben bir otursam 3 günde yazarım bunun yazdığını,
-O kadar bekledi de bunu mu buldu evlenmek için, diye uzayıp gidiyor bahanelerimiz, kulp takmalarımız. Kendimizi temize çıkarmalarımız…
Ne mi oluyor sonra? Helak olup gidiyoruz. "Erteleyenler helak oldu" diyor Muhammed (as). Ardımıza baktığımızda sadece yapmak istediklerimizle kendimize bir rol biçtiğimizi görüp, hiçbir zaman hayata geçirememenin verdiği acıyla onu bunu eleştirip, üstünü örtüyoruz. Erteleyerek kaçırdığımız fırsatlar, söyleyemediğimiz sözler, gidemediğimiz yerler çöküyor omuzlarımıza. İşte o anda silkinip bir işin ucundan tutmak gerek. Ucundan tutabilme gücünü bulan tamamını da yapıyor zaten…

Not: Bu konuda yazmam gyy’ye verilen sözü ertelemem üzerine belirlenmiş, ertelene ertelene ancak yazılabilmiş, yazar bu satırlarda önce kendine seslenmiştir!


İsmihan Şimşek daha fazla erteleyebilirdi ama yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İETT BİZİM!


24260.jpg

İnsan İETT otobüsünü neden sever
İstanbul'un belediye otobüsleri niçin sevilir? Çünkü başka hiçbir toplu ulaşım aracının girmediği, varmadığı mahallelere gitmeye ve oradan kalkmaya devam ediyor bu uzun araçlar.



Çoğu büyük şehrin belediye otobüsleri vardır. Ben başka şehrin bu otobüslerini bilmem ama İstanbul’unkilerini bilirim. Hem de yaklaşık 30 yıldır. Ömrümün tanıklarından biridir onlar. Onların binlercesinde hikayelerim vardır. 1980’lerin sonunda başlıyor benim belediye otobüsü maceram.

Biletli günler...

24264.jpg


Esenler’de oturuyorduk o zamanlar. Çamlıca’da bir Kur’an Kursu’na başlamıştım ilkokul bittikten sonra. Haftada bir veya on beş günde bir, cuma akşamları Çamlıca’dan belediye otobüsüne biner, biletimi otobüsün o özel bölmesine atar (akbil, elektronik bilet uygulaması nice yıldan sonra gelecekti ) ve genelde ayakta yolculuk yapardım. O zamanlar da Boğaz köprüsünün trafiği insanı çok yorardı. Gıdım gıdım ilerlerdi araçlar. Topkapı’dan bir otobüse daha biner ve evime uzun bir süreden sonra ancak ulaşabilirdim.

Kışın üşürdük belediye otobüslerinde
Sonra pazar akşamları yeniden yatılı kaldığım yurda geri dönüş. Yıllarca sürdü evle yurt arasında bu yolculuklar. Özellikle bazı çetin kış günlerinde, akşamlarında yollarda çok üşüdüğümü hatırlıyorum. Her ne kadar otobüslerin kaloriferleri yanıyorduysa da elbette bu günkü kadar konforlu değillerdi. Kapı aralarından, altlardan soğuk ve toz, otobüsteki yolcuların nefeslerine karışırdı. O zorlu ve uzun yolculuklarda bir yer bulup oturabilmişsem açıp cevşen okurdum bazen. Bir de küçük risaleler olurdu elbise çantamın içinde. Alıp okurdum uhuvveti, gençliği, küçük sözleri… Bir süre sonra uyuyakalırdım. (Yaşım ilerledikçe şiirler, romanlar, öyküler, üniversite ders notları, felsefe tarihleri ve daha bir sürü kitabı bu otobüslerde okudum.) Uyandığımda ineceğim durağa yaklaşmış olurdum. O ilk gençlik günlerimin kronik yorgunluğuyla, bezginliğiyle inmem gereken durağı kaçırdığım da olurdu. Çünkü uykuda değilsem bile düşlerin, hayallerin puslu havasından uyanmak mümkün olmuyordu.

24261.jpg


Bir yanda deniz, bir yanda erguvanlar

Sonra Üsküdar İmam-Hatip’te lise yılları… İstanbul’da gezmek, dolaşmak cesaretine ve imkanına kavuştuğum günler başlamıştı artık. Beykoz’daki, Alemdağ’daki, Çengelköy’deki arkadaşlara ziyaretler. Oralarda konuk olmalar. Üsküdar- Beykoz hattındaki belediye otobüsüne binmek, denizi, boğazı seyrede seyrede menzile ulaşmak için yapılan yolculuk ne büyük bir zevkti. Hala da öyledir. Hele bir de mevsimlerden baharsa ve çıldırtan güzelliğiyle erguvanlar açmışsa…

Otobüste İsmet Özel'le karşılaşmak mümkün mü?
Tabi belediye otobüsleriyle yapılan bütün yolculuklar böyle değildi. Şimdi de öyle değil çoğu. Ama ısrarla bu vasıtalara binmeye devam ediyorum. Niye? Diğer araçlardan daha ucuz olmaları bir etkense de tek etken bu değil. Bir kere İsmet Özel hala belediye otobüsleriyle iniyor Rasathane’den Üsküdar’a. Bu bile O’nu sevmemiz için çok önemli bir sebep. Sonra orda başka yerde göremeyeceğim benim ve benzerlerimin hikayeleri yaşamaya devam ediyor. Bir samimiyet, bir dayanışma, bir yardımlaşma havası solunuyor ve yaşanıyor hala oralarda.

24262.jpg


Mahallenin içine giden tek araç!

Başka hiçbir toplu ulaşım aracının girmediği, varmadığı mahallelere gitmeye ve oradan kalkmaya devam ediyor bu uzun araçlar. Sabah birbirlerini tanıyan mahalleli esnaf, öğrenci, memur beraber aynı otobüse biniyor. Merhabalaşıyorlar, selamlaşıyorlar, bir kaç kelam ediyorlar. Birbirlerine yer veriyorlar. Bazıları diğerlerine yan gözle bakıyor. Bazıları her gün aynı yüzleri görmekten sıkılıyor ve gözlerini kapatıp uyumaya çalışıyor. Akşam iş çıkışı yorgun argın bir halde eve dönmek için aynı otobüsün durağında başlayan muhabbet, otobüste daha da koyulaşarak ve sesler yükseltilerek sürer. Sabahki kadar dinç değillerdir ama sevinçlidirler. Çünkü eve, çocuklarına geri dönmektedirler.

24263.jpg


Besmele ve duayla güne başlayan sıkı insanlar!

Belediye otobüsleri benim ilkgençlik dönemlerimdeki gibi hikayeleri, kırıklıkları, umutları, aşkları, sevinçleri, uykusuzluklukları, yorgunlukları, acemilikleri, mütevekkilleri, memnuniyetsizleri, güzellikleri ve daha bir sürü halleri, kişileri taşımaktan şikayetçi değil. Belki besmele çeken şoförler, yolcular, teyzeler, amcalar azaldı ama onlar hala halkın nabzının yakalanacağı önemli mevkiler. Kente teslim olmayan, duaya, salavatlara dirençle ve gülümserlikle yapışan sıkı insanlar taşınıyor o otobüslerde.

İftara yetiştiren vefakar binek!
Oruç tutanların çokluğunu orada görürsünüz en çok. Ramazan sabahlarında uykusu yarım kalmış yüzler vardır. Akşamları, iftara eve kavuşmanın heyecan ve telaşını da en çok o kalabalık otobüslerde görürsünüz. Bu yüzden belediye otobüslerine hiç binmemiş kişilerde bir şeylerin eksik olduğunu düşünürüm. Her ne kadar kent, çoğumuzdan bir şeyleri çaktırmadan alıp götürüyorsa da o araçlarda tefekkür etmeye, düş kurmaya, dua etmeye, günün muhasebesini yapmaya devam eden birilerinin varlığını hissetmem, görmem beni karamsarlıktan berî tutuyor. Bu yüzden hala o vefakar otobüsleri sevmeye ve onlara binip yolculuk etmeye devam ediyorum.

Mustafa Nezihi İstanbul'un otobüslerindeki yaşamı anlattı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
TARİHİ İSLAMİ RAP ÇIKTI!


24301.jpg

RapSantral muhafazakar değilmiş!
Müziklerin ritimleri benzeşse de sözler şarkıdan şarkıya o kadar değişiyor ki... Peki, Rapsantral ne söylüyor?



RapSantraL farklı müziği ve farklı sözleriyle internet ortamında çığ gibi büyüyen bir müzisyen. Şarkılarının internet kullanıcıları arası dağılımı çok hızlı. Bilhassa yeni şarkılarını gözleyen gençlerin sayısı oldukça fazla. Sosyal paylaşım sitelerinde kendisini ismiyle aratmanız gerekiyor çünkü her ay birkaç sayfası kapattırılıyor. Kendisi için adresi sürekli değişen bir underground rapper diyebiliriz.
RapSantraL’ın yaptığı müzik kendi deyişiyle Rap + İslâm + Tarih = Radikal, sınır tanımayan tarihi ve İslami rap.
Ben Müslümanım diyorsan
Elinden geldiğince gerçek tarihi ''Ben Müslümanım!” diyen herkese ulaştırmayı hedefleyen rapper “Ruhumu elinde bulunduran Allah'ın izniyle herkes artık tabulardan kurtularak gerçeği görmeye, gerçeği tartışmaya ve gerçeği araştırmaya başladı!” diyor.
“Ben, kendimi Allah'ın dini olan İslam'a adamış vaziyetteyim. Arif Nihat Asya'nın dediği gibi ‘Fatih’in İstanbul'u fethettiği yaşta’yım. Ne yazık ki şuan İstanbul'un halinin mantalite olarak Fatih Sultan Mehmet'in fethettiği Konstantinopolis'in haline benziyor! Bu yüzden Fatih'in kılıcına denk gelmemek için uzaklaşıyorum bu mel'unların cirit attığı şehirden.”
RapSantraL adını daha çok “Puta Tapanlar Belgeseli” ismini verdiği parça dizisiyle duyurmuş bir müzisyen. An itibariyle 12. bölüm üzerinde çalışıyor. TV dizilerine ateş püskürüyor: “Önce dini nikâhı çağdışı gösteren sonra da Sultan Süleyman'ı adeta kadın ve zevk düşkünü gösterip yeni nesile “İslam halifesi” olduğunu unutturan, bunun üstünü örten TV kanalıyla ilgili diyeceklerim var, bekleyin!” diyor.
Derdi çok dinlenmek değil; anlaşılmak
Evet, RapSantraL çok dinleniyor ama onun yine de bu konuda şikâyetleri var. Öznesi ve yüklemi yer değiştirmiş yüzlerce e-posta aldığını söyleyen müzisyen sürekli olarak sound kalitesinden, ritimden sözlerin ne denli iddialı olduğundan bahseden mailler aldığını söylüyor. Bunun dışında ise şarkılarını paraya dönüştürdüğüne dair postalar aldığını da söyleyen rapper:
“Bakın güzel kardeşlerim, Ben hiçbir şarkımı parayla yaymadım, yaymayacağım da. Hiçbir konser için ücret talep etmedim, etmeyeceğim de. Karşı görüşümde olup yaşayan hiç kimseye kin beslemem aksine Allah'ın ıslah etmesini beklerim ve eğer kin besleseydim İzmir'de bana domatesler fırlatıldığında kin beslerdim!”
Ve altını çiziyor: “Unutmadan; ben muhafazakâr değil şeriatçıyım!”

Kerem Abadi hiphop sever
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Mehti aleysselam kimin torinidur?

Resim_1298108114.jpg


Sen ne ***um hoçasun da, İprahim’i tanimaysun?..


Arabam yok. Hayatım yollarda geçiyor. Halkımla birlikte halk otobüsünde, belediye otobüsünde, vapurda, tramvayda, trende yüz yüze, karşı karşıya, sırt sırta, omuz omuza yolculuk ediyorum.
Yine otobüsteyim. Hava soğuk, trafik yoğun, otobüsün içi kalabalık. Güç bela Üsküdar Bağlarbaşı’ndaki İlahiyat Fakültesi’nin önüne kadar geldik. Durağa daha var. “Kapıyı açar mısın?” diye bir ses… Otobüsümüzün şoförü oralı olmadı. Ezan okunuyor. Adamın sesi tekrar duyuldu. Şoför, “durak haricinde yolcu indirmek yasak” dedi. İhtiyar bu defa, “Ne olursun kapıyı aç, hoca beni çağırıyor (okunan ezanı kastediyor)” dedi. Şoför kapıyı açıp adamı azat etti. İhtiyar adam şoföre nasıl dua ederek koşuyordu camiye, bir görseniz!..
İhtiyar amcanın “ne olursun kapıyı aç, hoca beni çağırıyor” deyişindeki samimiyet, otobüsten alel acele inerken şoföre dua
18_Subat_2011_21_34_18_8751489520.jpg
edişi, camiye içtenlikle koşuşu müthiş bir şeydi. Amcazade, o sözüyle otobüsteki birçok kişiyi hem tebessüm ettirmiş hem de dinin direği, müminin miracı namazı hatırlatmıştı.
Yaptığım şehir içi ve şehirlerarası yolculuklarda bu ve buna benzer birçok ilginç, komik ve trajikomik olayla karşılaştım. Yaşadığım bu olay bana İslam Tarihi profesörü İhsan Süreyya Sırma hocanın “Seyehatnâme-i Süreyya” adlı kitabının hemen başlarındaki bir olayı anımsattı.

Muhterem hocamız olayı şu şekilde anlatıyor:
“İslam Düşüncesi Sempozyumuna gidiyordum. Uçakta, aynı sempozyuma katılacak diğer hocalar da vardı. Koltuğumuzu buldum ve oturdum. Emniyet kemerimi bağlıyordum ki, bir yolcu kısık bir sesle, “selamün aleyküm” deyip yanımdaki koltuğa yerleşti. Trabzon Havaalanına ininceye kadar, aramızda geçen ve her biri bir makale konusu olacak kadar ilginç olan olaylardan bir tanesi, tam da şimdi yaşadığımız güncel olayları açıklar mahiyetteydi.
Trabzon’a gidecek olan zat Of’luymuş… Benim hoca olduğumu öğrenince, ilgilenmeye, daha doğrusu beni imtihan etmeye başladı.
Bir ara sol dirseği ile beni dürterek:
- Sen pana Hoça olduğini soyledun. Te bagayim! İprahim’i taniymisun?
-Tanımıyorum! dedim.
- Sen ne ***um hoçasun da, İprahim’i tanimaysun?
- Hocalar her şeyi bilmez! dedim.
- Ulan hoçalar İprahim Peygamber’i nasıl pilmas?

18_Subat_2011_21_39_18_3939630389.jpg


- İbrahim Peygamber’i tanımıyorum tabi! dedim.
-Peki İprahim nedur?
- İbrahim, Peygamberdir! dedim.
- Oni sormayrum! Nedur diyorum!
Ben susuyorum.
- O halde, soyle bagayim, İprahim nerelidur?
- Urfalı! dedim.
- Pildun oni! O halde İprahim Turk’tur!
Ben sustum, o devam etti:
- Peki Muhammet kimin torinidur?
Ben susmaya, o da konuşmaya devam ediyor:
- Muhammet İprahimun torinudur, yani o da Turk’tur!
Ben hâlâ susuyorum. O yine sordu:
- Mehti aleyhisselam kimin torinidur? Muhammet’in teğil mi? İşte o ta Turk’tur anladin mi? Sen hoçasun, ama hiçbir şey de pilmeysun!
Bu sefer sorma sırası bana gelmişti:
- Nemrut’u tanıyor musun?
- Heee! O mel’uni taniyrum! dedi.
- Nemrut’la Hz. İbrahim aynı kavimdendiler değil mi? dedim.
Bizimki hafif sola döndü, elleriyle ceketinin iki yakasını düzeltir gibi yaptı ve kaşlarını çatarak şöyle dedi:
- Ulan orayi karişturma! Orayi karişturma!”

Yaşar Yeşil
HaberKültür.Net

 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
BU TESFİRİN AMACI BAŞKA
24296.jpg

Basit meselelerle ahmaklar uğraşır
Seyyid Kutub, halkının, Müslüman Kardeşler’e yapılan darbe karşısındaki tepkisizliğine tepki olarak, Fi Zilâl-il’Kur'an adlı tefsiri yazmış.


Mısır’da Mübarek’i devirmek için sokaklara dökülen Müslüman halkın Prof. Dr. Seyyid Kutub’un eserlerini okuyup okumadığını merak ediyorum.
Hemen her eserinde Müslüman halkı bilinçlendirmeyi amaç edinen Seyyid Kutub 1906'da Mısır’da doğar. Mücadele dolu bir hayat sürer. 10 yıllık hapis hayatından sonra Cemal Abdülnasır’ın sosyalizm devrimine karşı olduğu için 1967 yılında şehit edilir. Birçok eserinin yanında, Türkçeye de çevrilen Fi Zilâl-il’Kur'an adlı tefsiri, bizde 16 cilt olarak basılmıştır. Çevrildiği başka dillerde cilt sayısı farklı farklı olarak basılmış.
Fi Zilâl-il’Kur'an sıradan bir tefsir değildir. Darbe üzerine yazılmış inkılabî bir tefsirdir. Seyyid Kutub, Fi Zilâl-il’Kur'an’ın bir kısmını 1954 yılında yani tutuklanmadan önce, geriye kalan kısmını ise hapiste yazar. İlk 13 cildini daha sonra yeniden yazar. Yeniden yazmasının sebebini kardeşi Muhammed Kutub şöyle anlatır:
“Halkın “Müslüman Kardeşler” topluluğuna karşı girişilen darbe hareketini normal karşılayıp seslenmemesinin nedenlerini o, uzun süre düşünmüştü. Cemal Abdülnasır İslam davasına böylesine ağır bir darbe indirirken halk neden tarafsız durmuş ve ses çıkarmamıştı? Bu konuda nihayet şu neticeye varmıştı: Kitleler “La ilahe illallah” kelimesinin anlamını ve kelime-i şehadete Allah nizamının hâkim kılınması arasındaki irtibatın derinliğini kavrayamamaktaydı. Yani kitlelerin kafasında kelime-i şehadet, dolayısıyla Allah nizamının hakimiyeti konusu tam olarak yerleşmiş değildir. Şu halde Allah davasına koşanların ana vazifesi kelime-i şahadetle, Allah nizamının hayata hakimiyeti arasındaki köklü irtibatı anlatmak ve öğretmekti.” İşte bu düşüncelerinden dolayı Kutub, tefsirin yazılan kısımlarını yeniden yazar ve yeni ciltleri de bu düşüncelere göre şekillendirir.

24297.jpg


Seyyid Kutub Din kılıfı giydirilmiş komünizm ve misyonerlik
En’am suresinin tefsirine baktığımızda Müslüman Kardeşler örgütüne indirilen darbeye karşı sessiz kalan Müslüman halkı bilinçlendirmeye çalışıldığını açıkça görüyoruz. Prof. Dr. Seyyid Kutub, bu surenin tefsirinde siyonist Yahudilerle haçlı Hıristiyanların, Afrika’yı, Asya’yı ve Avrupa’yı içine alan geniş İslam memleketlerinde dini yok etme ya da başka bir dine çevirme ümitlerini kestiklerini, İslam’ı tanımış yahut da en basit şekli ile İslam mirasına konmuş insanları başka dinlere çekebilmenin imkansız gibi bir şey olduğunu anladıklarını, bu yüzden İslam’a karşı koymayı bırakıp komünizm ya da misyonerlik yoluyla İslam kıyafetine bürünmüş iddialı bir takım nizamlar ve sistemler geliştirerek dini doğrudan reddetmeyen fakat inanç sistemini körelten metotlara başvurduklarını izah ediyor.

Bir lokma, bir hırka... Yönetim senin neyine?!
Bu metotlarla zavallı halk, kendilerinin Müslüman bir cemiyette yaşadığını vehmedip bütün bu hallere rağmen yine de Müslüman olduğunu sanmaktadır.
Öyle değil mi ya? Bir takım hoşgörülü insanlar namazlarını kılmıyorlar mı? Oruçlarını tutmuyorlar mı? Onlara karışan mı var? Ama hakimiyetin tek başına Allah’a ait olduğu veya ayrı ayrı tanrıların ilahlığı gibi konular onun nesine. Çünkü hıristiyanı, siyonisti, misyoneri, sömürgecisi, müsteşriki ve bütün propaganda ve reklam vasıtaları ‘hâkimiyet mevzuunun dinle alakası olmadığını onlara anlatıp’ durmamış mı? Ve aldatmamış mı kendilerini? Müslümanların bütün günlük hayatı İslamiyetle ilgisi bulunmayan hükümlere, sistemlere, düşünce tarzlarına göre idare edilmiş olsun ne fark eder? O yine Müslümandır ve Allah’ın dinindedir.

24298.jpg


İslam nizamı gerekli!

Fi Zilâl-il’Kur'an’daki binlerce cümlede Müslüman halkı uyandırma çabası açıkça görülmekte ve Müslümanlara tavsiyede bulunmaktadır Seyyid Kutub: “Müslümanlar, ana kuvvet kaynağı İslam dinine ve şeriatına dayalı bir hayat nizamı kurmalıdırlar.”
İtaatsizliğin cezasına hazır olun
Şayet Yahudilerle haçlı Hıristiyanların görüşlerini kabul etmeyen bir kitle mevcutsa onları da baştan uyarıyor Seyyid Kutub. Bir bakıma kendini örnek gösteriyor: “İşte bu şer kuvvetleri o kitlenin üzerine her türlü sindirici ve bastırıcı harb vasıtalarını yığınak halinde gönderirler. Bir takım yalan ve ithamlarla onları bastırmaya çalışırlar. Bütün bunların yanı sıra beynelminel basın ve yayın vasıtaları, haber ajansları bütün bu baskı vasıtaları karşısında kör, sağır ve dilsiz gibi hiçbir şey konuşmadan susarlar, görmezlikten gelirler ve hiçbir şey duymamış gibi olurlar.”

İyi niyet mi cahillik mi?
Her şeye boyun eğen halka karşı sitem ve uyarı doludur Fizilal: “Durum böyle olmasına rağmen bir takım iyi niyetli kimseler, müsamahakar Müslümanlar da bu küfürle iman arasındaki savaşın şahsi bir savaştan ibaret olduğunu ya da tamamıyla bir kitleye karşı açılmış bir harp olduğunu binaenaleyh bu savaşın tamamıyla İslam’a karşı girişilmiş bir harp manasını taşımayacağını zanneder dururlar. Büyük bir ahmaklıkla dini ve ahlaki hamiyete sahip olacakları yerde gidip basit meselelerle meşgul olurlar. Küçük kötülükleri ve günahları bertaraf etmek için çalışırlar. Bu gizli sayhalarla üzerlerine düşen vazifelerin hepsini ifa ettiklerini zannederler.” diyerek bu tiplere karşı teyakkuz halinde olmak gerektiğini söylüyor Şehid Seyyid Kutub!

Meryem Uçar, uyanık Müslümanlar olmamız temennisiyle yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ÇÖLDE ÖLDÜRÜLÜYORUZ!


24324.jpg

O Arap çocuk neden ölüyor?
Ne çok aşağıladılar o çocukları; ne çok öldürdüler. İlk kez konuşmak istiyorlar, bırakın da konuşsun o çocuklar!



Araplar bizi neremizden vurdu?
Osmanlıdan arta kalan bir “vatan” üzerinden ve de misak-ı milli sınırları içerisinden dünyaya bakanların feci bir kanaati vardır: Araplar bizi arkamızdan vurdular! Bu cümlenin trajik, erotik ve de komik yanlarını bir yana bırakırsak, düşük akıl ürünü bayat bir ulusalcılığın bu cümle içerisinde nasıl bir faşizm sakladığını görürüz. Hemencecik Cemal Paşa üzerinden Yemen Harbine girişiriz çöllerde Araplarla. Karşımızda sanki her biri başka bir Lawrence varmış gibi dalarız garip Arap çocuklarına. Bu hikâyeyi geçelim. Artık, ulusalcılar da bıktılar bu yalanın kuyruğuna dolanmaktan.

24325.jpg


Soru şu: Araplar neden bu kadar gayretle yürüyorlar ölüm yolunda?

Cevap olarak romantik bir yaklaşımla; Mısırlılar, Yusuf’un ve Musa’nın da peygamberleri olduğunu hatırladıkları için; Tunus ve Cezayirliler, Tarık Bin Ziyad adlı komutanın ekmeklerini yedikleri sularını içtikleri için; Bahreyn ve Ürdünlüler, Ashab-ı Kehfin topraklarında bir sabah uyandıklarında kelp yerine konmamak için… Devam edebiliriz romantik bir bahane dizisi yazmaya... Ama, kazın ayağı öyle değil. Araplar, aşağılanmaktan bıktılar!
Bir Türk başbakanın söylediği cümleyi, ekmeklerini ve özgürlüklerini çalan liderlerinin de söylemesini istiyorlar. “Yeter!” demenin coşkusunu bir kez olsun denemek istiyorlar. Bu yüzden eylemler “Kifaye!” diye başlıyor. “Nahta!” diye devam ediyor.
Yıllardır sömürge devleti iken, milli ya da aşiret devletine dönüşmeleri, ardından da hiç sorgusuz paralarının üzerine konan uşak liderler tarafından yönetilmek istemiyorlar.
Evet, o kadar dini ya da devrimci kaynaklara dayamıyorlar sırtlarını. Ama, şurası bir gerçek ki artık “insan” olduklarının görülmesini istiyorlar.

24326.jpg


Üç yoldan dördüncüsünü seçen çocuklar

Dünya arenasında yeni yapılanmaların pilot bölgesi gibi görünmüyor da değiller. Mesela, Yeni Osmanlıcılık hareketinin halk isyanlarının olduğu ülkelerin feryadına ses vermesi, Yeni Türkiye’nin “hinterlandını” gözler önüne seriyor.
Yeni Osmanlıların dışında bu bölgeler için ABD ve AB’nin de düşünceleri olduğu aşikar. Zira, diktatörler değil de batıcı ve demokrat insanlar görmek istiyorlar karşılarında. Yeni pazar, demokrasinin işlerlik kazandığı topraklarda daha yaygın bir alan bulabilir gailesi…

24327.jpg


Dünyayı yeniden şekillendirenler bu aşamada daha güçlü bir İsrail ile orduları kendi halklarına silah doğrultmuş Arap ülkelerini bir müddet kaosta bırakmaya göz yumuyorlar belki de… Bu kaos sırasında İsrail hem siyasi hem de askeri anlamda epey yayılma alanı bulabilir.
Şahsen her üç halde de Arap çocukları pisi pisine ölüyorlar gibi görünüyor. Belki birinci görüş en ehven-i şer olan. Lakin, Yeni Osmanlılar isyanlarla boğuşan ülkelerle sadece vize kaldırma ve “kültürel İslam” ortak noktalarında buluşursa, olan doğmakta olan “özgürlük ve öze dönüş” fikrine olacaktır. Zira, “misak-ı milli” topraklarından neşet eden fikir “oraya demokrasi gelecekse onu da biz getiririz/o topraklara şeriat gelecekse onu da biz getiririz” devletçiliğinden öte bir körlük değildir.
Arap atlarından daha ünlü çölleri olan çocuklar, bir çöl sabrıyla beklediler konuşacakları günü. Belki de seslerini çıkaracakları gün bugün. Bu yüzden dördüncü yolu tercih ediyorlar. Susma haklarını kullanmayıp, çölün sesini çıkarıyorlar artık kan revan!

Bingazili babalar neyi bekliyorlar?
Arap çocuklar, yedikleri tüm dayakların, aşağılanmaların hıncıyla yürüyorlar namluların üzerine. Öyle ya üzerlerinde “hain, korkak, batının uşağı, petrolün kölesi” gibi yaftalar var. O yaftaları bir bir atıp gidiyorlar; kaybedecek bir canları kalan dünyadan.
Şu yazıyı yazdığım sırada Bingazi’de bir evde uyumayan insanlar var; sosyal paylaşım ağlarına giremiyorlar, şarkı söyleyemiyor, sevdiğine sarılıp yatamayan ev sahipleri var… Muhtemelen sokaktaki “o Arap çocuğu” bekleyen bir yaşlı adam var ışığı söndürdüğü odasının penceresinden dışarıyı gözleyen: “Bizler Ömer Muhtar’ı sevdik, Kaddafi’den korktuk. Ama, dışarıdaki çocuklar, Ömer Muhtar’a inandılar ve Kaddafilerden korkmuyorlar!” diyen.
Arap çocuklar belki Allah rızası için ölmüyorlar, yeşil ya da kızıl devrim için ölmüyorlar; Yunan site devletlerinin ürünü bir siyasal rejime aşık oldukları için de ölmüyorlar. Tuarekler gibi, insanlığın en eski savaş sebebi için ölüyorlar; yaşam hakkı için, insan olduklarını iliklerine kadar hissettikleri için ölüyorlar. Mekanları cennet olsun!

Zeki Bulduk, çöle kulağını, Akdeniz’e gözlerini dikti.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
BANT TİYATROLARI


24342.jpg

Bant tiyatroları vardı bir zamanlar
Bizim çocukluğumuzda bant tiyatroları vardı. Hafta sonu geceleri annem kaseti teybe koyar, olayları zihnimizde canlandırarak onları dinlerdik.



İslam’ın güzelliklerini taşırlardı bize…
Ne güzeldi o kasetler! Peygamber döneminin en önemli olayını anlatan Hicret kaseti, Tebük seferinde cihattan geri kalanları konu alan Tevbe, Bir annenin kızına nasihatleri, bir babaannenin torunlarına İslam'ı soru cevaplı bir şekilde anlattığı İtikat kaseti ilk aklıma gelenler.

24341.jpg


Bu kasetlerle tevhidi öğrenir, Kabe'nin içindeki putları yıkan Peygamberi yanımızda hisseder, kendimizi Asrı saadette hayal edip Medine sokaklarında gezinirdik. Öyle güzel ve sıcak duygulardı ki yaşadıklarımız, metalik radyonun ardında bize görünen başka bir dünya vardı sanki.

Zorluk Seferi: Tebük
En çok etkilendiğim, zaman zaman hala dinlediğimiz, müziksiz marşların bol olduğu Tevbe adlı bant tiyatrosundan bahsetmek istiyorum. Ömer Karaoğlu'nun yazdığı ve besteleriyle süslediği kaset, düşmanın adının Rum olduğu Şam seferini anlatıyor.
Hurmaların iyiden iyiye olgunlaşması, güneşin caydırıcı sıcaklığı ve düşmanın kuvveti zorluk seferini daha da zorlaştırmıştı. Münafıklar türlü bahaneler bulup seferden kaçarken, bir yandan da Müslümanların gözünü korkutmaya çalışıyorlardı. İslam ordusu sefere çıktığında güçsüzler, özürlüler ve münafıklar dışında da geri kalanlar vardı: Ebu Hayseme. Kınadı nefsini, düştü yollara, yetişti Allah'ın askerlerine.
Es rahmet rüzgârı es üstümüze
Bugün sımsıcak çöl kumlarında
Zorluk seferinde zorluk erleriyle
Hedef bellidir yolumuz Şam'a!
Mümin oldukları halde ihmalcilik yüzünden sefere katılamayanlar da olmuştu. Bunlar: Kâ'b bin Malik, Mirâre b. Rabî' ve Hilâl b. Ümeyye idi. Ka'b bin Malik ve iki arkadaşını cihattan geri bırakıp, Medine'de alıkoyan ne idi? Bunun cevabını kendileri de veremedi.
Rumlar cizye vermeyi kabul etmişti. Peygamber ve ordusu Medine'ye döndüğünde yanlarına giden Ka'b'a onu alıkoyanın ne olduğu soruldu. Ka'b hiçbir özrünün olmadığını, bu konuda Allah Resulüne bir mazeret bildirmeyeceğini söyledi. Peygamber de ona "Allah sen ve arkadaşların hakkında hüküm verinceye kadar bekleyin" dedi.

Tam burada Ka'b bin Malik ve iki arkadaşı için bestelenmiş bir marş var ki...
Biliyorlardı Onlar Allah'ı
Tanıyorlardı Rasulullah'ı
Ama bir kere zorluk ordusu
Çoktan aşıp gitti çöl yolunu!
Zorlu bir imtihan ve sabır süreci başlamış oldu böylece. Arkadaşlarının onlarla konuşması yasaktı, Peygamber onlardan yüz çeviriyordu mescidde. Akabe ehlinden Ka’b pişmanlık, hüzün, yalnızlık ve keder dolu gözyaşları içindeydi şimdi. Tam 50 gün boyunca dar geldi onlara dünya, bütün genişliğine rağmen.


Ve tüyleri diken diken eden bir marş daha…
Ağlamak, ağlamak beyin eriyene kadar
Secdeden kalkmamak alın çürüyene kadar!
Ve müjde geldi sonunda! Müjde sana Ey Ka'b, Ey Mirare, Ey Hilal! Allah tevbe edenlerin tevbesini kabul etti. Affolunma sevinciyle içlerinde huzurla secde ediyorlardı şimdi. Ka'b bin Mâlik ve arkadaşları bu ilahi iltifata, doğru sözlülükleri ve samimi davranmaları sayesinde kavuştular.
Bedbaht olana, ye'se düşene
Nefsine uyana tevbe nasip et!
Allahu Teâlâ bu üç sahabenin halini ve affedilmelerini şöyle bildirir: "Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah 'tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır" (Tevbe/118).
Nefsimize yenilsek bile günahta ısrar etmeyip tevbe etmeyi nasip etsin Allah hepimize!
Bant tiyatrolarını hazırlayanların, seslendirenlerin, bize bu güzellikleri yaşatanların eline sağlık!

Ayşegül Sena Kara hatırlattı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
KİM TUTAR ELİMİZDEN?
24349.jpg

Mustafa Cihat ezgileri yüreğimizde
Günümüzde de geçmişin ruhunu kaybetmeden, bizleri geleceğe taşıyacak sanatçılarımız ve marşlarımız mevcut. Yeter ki kıymetini bilelim

Mustafa Cihat’ın sesiyle evvela 2002’de "... ve hüzün mısraları" ile tanıştık. Zaten bir tanıştık pir tanıştık vesselam. Hamza Yürekliler’i, Adanırsın’ı, hele hele Suskunluğun Bedeli (Muhammed Durre)’ni anlatan, zalimin masum bir yavruya bile kıyacak kadar acımasız olduğunu, hafızamıza kazıyan muhteşem yorumunu hatırlamayan yoktur herhalde. Mustafa Cihat’ın tüm ezgilerinde mümin bir insana dair, vicdani sorumluluk ve samimiyetli, vakur duruşu hissedebiliyorsunuz. Ayrı bir dünyada yaşayıp da, mikrofona geçip, işi bitince de bırakıp gidenlerden değil (inşallah da olmaz). Onu dinlemek tıpkı Ömer Karaoğlu, Eşref Ziya, Taner Yüncüoğlu veya Aykut Kuşkaya ile Hakan Aykut dinlemek gibi. Zaten kaç isim sayabiliriz? Yaşadığı ve inandığı gibi söyleyen, kalbimizi ferahlatan, bizlere niçin, nasıl yaşadığımızı unutturmayan ve vicdanlarımızı diri tutan üç-beş, bilemedin on. İşte o kadar. Az olsun öz olsun diyeceğim lakin gyy’nin şerhinden korkuyorum. “Bir Ömer Karaoğlu olacağına, yüz tane olsun fena mı?” derse ne derim? Hiç fena olmaz elbette, dileğimiz dua niyetine kabul olur umarız.

24350.jpg


Hem albümün hem gönüllerin birincisi

Hiç unutmuyorum, "Tut Elimizden" albümünü kızımın ısrarlı talebi üzerine çıkar çıkmaz almıştım. Zira radyoda dinledikçe, ‘alalım’ diye tutturmuştu. Sonra Amenna, daha sonra Mahcubuz ve son olarak da Hz. Zeyd’in Gözleri... Hakikaten her biri bizim için birbirinden kıymetli sözleri ve müzikleri barındırıyor. Neredeyse çoğunun sözü, müziği kendisine ait. Bu da gösteriyor ki çok yetenekli ve bereketli bir sanatçımız. Sevdiğim bir sanatçının albümünü almışsam eğer (sevmediğimi niye alayım zaten) benim için hepsi dinlemeye değerdir. Dolayısıyla müziklerinin ayrı ayrı insanda, zuhur ettirdiği duygular farklı. Zeyd’in Gözleri’yse hem albümün hem de gönüllerin birincisi malum;

24351.jpg


Aşkına yandığı inci gözlerini gördü Zeyd’in gözleri
O an geçti anadan babadan yardan,
Taif’te ve Akabe’de sımsıkı tuttu ellerini,
Heyhat olamadık Zeyd’in gözleri ve elleri.
Zeytin siyahıydı Zeyd’in gözleri,
Doyamazdı Sana bakmaya Ey Nebi.
diye devam ediyor.

Üzerimize düşen görevi yapıyor muyuz?

Bizler, Mustafa Cihat’a armağan ettiği bu güzel çalışmalar için teşekkürü borç biliriz. Öyleyse sanatçılarımızın çıkardığı albümleri alarak hiç değilse onlara biraz destek olmalıyız diye düşünüyorum. “Nerede o eski marşlar, ezgiler?” diye geçmişten dem vurup, hayıflanmakla olmuyor. Pamuk eller ceplere ağabeyler, ablalar. Günümüzde de geçmişin ruhunu kaybetmeden bizleri geleceğe taşıyacak sanatçılarımız ve marşlarımız mevcut inşaallah. Yeter ki kıymetini bilelim. Son söz albümün kapağından;
Uslandım demez, usandım dersin.
Yazgım demez, yazdım dersin.
Yaşadım demez, yaşlandım dersin.
Ya bugün son gününse ne dersin?

F. Kebire Gündüz Karaaslan, "Andolsun" ezgi dinlemekten bıkmadı.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ÖKTEN HOCA NE GÜZELMİŞ


24363.jpg

Ekmeği yiyorduk şimdi tüketiyoruz!
Sadettin Ökten Hoca Şehir Üniversitesinde "Yaşadığım Şehir" konulu ders verdi.



İstanbul Şehir Üniversitesi’nde dört gözle beklediğimiz “Dersimiz İstanbul” Sadettin Ökten Hoca’nın “Yaşadığım Şehir” adlı semineriyle nihayet başladı. Dersten 20 dakika önce konferans salonunu önden yer kapmak için doldurduk ve hocayı beklemeye koyulduk. ‘Dersimiz İstanbul’un koordinatörü Yunus Uğur hocamızın giriş konuşmasının bitmesine yakın Sadettin Hoca salona girdi ve ders başladı.



Eski İstanbul’u yaşadım
Daha önce birçok kez farklı kaynaklardan okumuştuk eski İstanbul’u ama bu sefer farklıydı. O günleri yaşayan bir insanın ağzından dinleyecektik. Ve Saadettin Hoca öğrendiklerinin zekâtını fazlasıyla vererek farkı hissettirdi. O günleri anarkenki sesinin tonu, gözünün parlayışı, bize o eski İstanbul’da iki saatte de olsa yaşama fırsatı verdi.
“Doğma büyüme İstanbulluyum, nerede terk-i diyar ederim bilmiyorum” diye söze girdi hoca ve öznel İstanbul’u anlatacağını, kimsenin nesnel olarak İstanbul’u anlatamayacağını ekledi. Elde kalem, dizde defter bekliyorduk. Hoca damardan girdi mevzuya: “Şu an Beykoz’da bir köyde oturuyorum. Bakın! Zamanla dil ve ona bağlı olarak mantalite değişiyor. Eskiden ‘oturuyorum’ derdik, şimdi ‘yaşıyorum’ diyoruz. Ekmeği yiyor idik, şimdi tüketiyoruz.”



Edebin kalmadığı yerde İstanbul kalmaz!
İlk ısınma turundan sonra resti çekti hoca. Aslında restten daha çok bir temenni, bir rica idi: “Anlatırken kodlarımızın tutması biraz zor, ama tutmalı. Kodları tutturamazsanız ne Frenk olabilirsiniz ne yerli.” Hoca yaşadıklarını anlatıyordu samimi bir şekilde, dedenin kucağındaki torununu hayata hazırlaması gibi: “Bir şehirde, hele de İstanbul gibi müeddep bir şehirde oturmak edep ister. Edebin kalmadığı yerde İstanbul da kalmaz. Osmanlı bakiyyeleri edeplice yaşıyorlardı, o insanlardan kalmadı artık. O insanlar çoğulcuydu, farklılıkları kabullenmiş bir arada yaşayabiliyorlardı. Doğduğum(1942) yıllarda İstanbul’un nüfusu 700.000 idi ve 300.000’i Rum, Ermeni ve Yahudi’lerden oluşuyordu. Onlardan kaç kişi kaldı şimdi; hayata çoğulcu bakamaz olduk, gittikçe tektipleşiyoruz.”
Kendimizi kıyaslamalı sağlam bir dersin içinde bulduk. Hoca geçmişle günümüzü kıyaslıyor ve kaçırdığımız, daha doğru bir ifadeyle elde etmemiz gerekenleri bir bir önümüze döküyor, bizi heyecanlandırıyordu: “Çocukluğumda Atikali’de oturuyorduk. Atikali yavaş yaşayan bir yerdi. Oraya girince bir çocuk olarak farkı hissederdim. İnsanlar daha bir yavaş yaşar, daha bir güler yüzlü olurlardı. Uhrevi bir hava vardı. Bu seküler insanın sevmediği bir şeydir. İnsanların birbirine ilgisi menfaate değil muhabbete dayanırdı. Onlar yokluğun peşindeydi, bugünün insanı varlığın peşinde.”, “Evler ahşaptı. Ahşap ev insan gibidir, ses çıkarır; yağmurda farklı ses çıkarır rüzgârda farklı. Yazın kurur, çıtır çıtır seslerini duyarsınız. Bu sesler insanla direk ilişki kurabilirdi. Ahşap evde yaşayan insanlar evle bütünleşirlerdi. Eskiden şükür kavramı vardı. Aynı odada oturur, yemek yer, muhabbet eder, yatardık. Ne hikâyeler anlatılırdı o odalarda. Maddi sıkıntılar hiç üzmezdi onları.”


Ok Meydanına abdestli girilirdi
Bununla da kalmıyor, o engin bilgisinden damlaları üzerimize şifa niyetine serpiyordu Ökten Hoca: “Sizin mahrum olduğunuz güzel bir imkânımız vardı: Sayfiye evi. Yazın Kanlıca civarındaki ahşap bir köşke sayfiyeye giderdik... Eskiden Okmeydanı vardı şimdi kalmadı. Okmeydanı’na girilirken ayakkabı çıkarılır, takke takılır abdestli girilir. Ok atan son padişah Abdülaziz’di.” Çoğumuzun notlarının ekseriyetini oluşturan bu tür bilgilerdi zannedersem. Arda kalanları yazamazdık, sadece hissedebilirdik ve hissediyorduk da.
Konu geçmiş olunca önümüzde bir umman beliriyor, hele onu yetkin bir ağızdan dinliyorsak. Dikkat buyrun, Hoca ne güzel reçete veriyor: “İnsanlara küçük yaştan itibaren özgürlük ve sorumluluk verilirdi. 8-9 yaşlarında bir çocukken; yazın her sabah 7.30’da Boğazdan vapura biner, satılan yerden gazete alır, eve dönerdim. Şimdi “aman çocuğum yorulmasın, psikolojisi bozulmasın, aman çocuğum kaçırılır” deniliyor. Annem babam endişelenmiyor muydu? Endişeleniyorlardı elbette ama ‘hayatı öğrensin, alışsın’ diye yolluyorlardı.”


Sardunya saksısı Vita yağları…
“Seyyar esnaflar vardı. Simitçisi, sütçüsü, gazetecisi, şekerlemecisi edepli bağırırdı. Roman vatandaşlar müzik satardı. Darbuka, keman ve ufak bir oynayan kız. Biraz daha muhafazakâr yerlerde oynayan kız olmazdı. Pencereden para atarsınız, alırlardı. Sokaktan tamirciler geçerdi, muslukçu, tenekeci... Musluk mu bozuldu, nereden yeni musluk alıyorsun? Muslukçuyu çağırırsın, bir keçe sarar, tamir eder yeniden kullanılır hale getirirdi. Bakır kaplar ancak zengin evlerinde olurdu. Fakirler teneke kap kullanırdı; yemek kabı, su kabı vs. için. Sonra Vita Yağı çıktı. Kabına çok güzel sardunya dikilirdi. İhtiyarlar özellikle sardunya diker, kedi beslerlerdi.”
“Büyüklerle beraber oturulurdu. Anne babayla evi ayıranlara kötü gözle bakılırdı. Eskiden herkesin mizahi bir tarafı vardı. Bu iletişim araçları bizim mizahımızı köreltti, bizi pasifleştirdi. Küçük esprilerle kırmadan karşısındakini ti’ye almak bir İstanbul rengiydi.”
“Bizim civarda muhallebici olurdu. Pastaneler Beyoğlu taraflarındaydı ve Rumlar işletirlerdi. İlk pastaneyle 18 yaşımda tanıştım.”


İstanbul semalarında hoparlörsüz ezan sesleri
“Ezanlar klasik Türk musikisinin temel makamlarında (Hicaz, kemah, nihavent vs.) çıplak sesle okunurdu. Bir beşeriyet hissedilirdi. Ezan sesi sanki gaipten geliyor gibiydi. Hafızlar Kur’an’ı temsili okurdu. Azap ayetlerini vurgulu, rahmet ayetlerini yumuşak bir şekilde... İmam ve müezzinler görevlerinin dışında başka iş yapmazlardı.”
“Hademeler işlerinden dolayı aşağılanmaz, bir mühendisle aralarında bir fark gözetilmezdi. İnsansa hürmete layıktı. Rızkın Allah’tan olduğuna iman edildiğinden hiç kimse kimseye karşı eziklik hissetmezdi. Beraber yenilir, içilirdi.“
Hoca’nın “Bugünlük bu kadar, kalanını haftaya anlatırız artık.” demesiyle zaman yolculuğumuz sona erdi. Dinlediklerimizin etkisinde, o günlerin özlemini dimağımızda bir yük gibi taşıyarak salonu boşalttık.


Abdullah Şahin mest oldu, haber yaptı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
NE ZAMAN CAMİYE GİRSEM
24393.jpg

Çok şey mi istiyorum Rabbim?!
Ezan, çağrısını bağıra bağıra tekrarlar Hz. Bilal'den beri. Ama duyanı azdır. İşi olmayanı azdır.


Ne zaman bir camiye girsem, önümde iki seçenek durur: Ya bir turist heyecanı ile inceleyeceğim mimariyi ve yavaşça gezeceğim halılar üzerinde ya da oturup kendimi teslim edeceğim bu eşsiz atmosfere ve her seferinde yeniden imana geleceğim.

Çağrı bağıra bağıra yapılır
24390.jpg
Ne zaman bir camiye girsem, kahve içesim gelir. Cami içinde bir şey yemek-içmek yasaktır, kaderime küserim. Oturalım isterim, konuşalım. Cami ehli kim varsa, hepsi anam-babam-kardaşım. İnsanları seçerek toplayan ender mekânlardandır çünkü cami. Herkesi çekmez. Herkesi çekmediği için seçicidir kabulünde. Çağrısını bağıra bağıra tekrarlar Hz. Bilal'den beri. Ama duyanı azdır. İşi olmayanı azdır. Camiye gitmemek için sayısız bahanemiz vardır. Oysaki kahve içesim gelir benim. Kahve, yaşamı anlamlandıran, kopkoyu bir bağdır. Peygamberin sohbet ettiği mescitlere gider aklım. Oturan, kalkan, soru soran, nikâh kıyan, ağlayan, sığınan, uzaklaşan, yakınlaşan, dinleyen, gülen sahabelere özenir bir yanım.
Ne zaman bir mescide girsem, bütün mekânları terk edip, Rabb adına kurulmuş mekâna adım atarım. Süs varsa ‘onun adına yapılana emek’; süs yoksa ‘onun adına yapılana sadelik yakışır’, der bir yanım. Bütün yanlarım, birbiriyle barışır camideysem. Biri yolu sorsa ters ters bakamam, biri dert anlatsa susturamam. Değil mi ki, mekânları terk ettik O'nun için, yarattıklarına kıyamam camideysem. Beş vakte yayabilsem ziyaretleri, ah adımlarıma söz geçirebilsem… Hümanizm kelimesini oluşturanların, dili henüz oluşmamışken kardeşlikten söz edenin ümmetiyim ben.
24391.jpg

İnanç akılla sınırlanmaz
24392.jpg
Ne zaman bir camiye girsem, pencereden sızan ışık kalbime değer. Isınırım ve şair olurum camideysem. Yeşil halılar üzerinde gezinir kim bilir kaç secde. Aklı bir kenara bırakıp, sadece kul olmanın dayanılmaz hafifliği ile gezinirim aralarında. İnancı akılla sınırlamam. Bir mekâna bu kadar bağlıysam, mantıkla açıklanacak kadar basit bir sevgi değildir aradığım. İsterse bütün mantık kalıplarını ezer benim inancım. Yine de oturup da hesaplamam: gökyüzünde kaç yıldız var, Cebrail'in görevleri ne kadar… Beni düşüneni ve sormayı akıl edemediklerimi önüme sereni hatırlatır bu mekân. İçinde özgürce gezerim, içinde özgürce dolaşırım. İçinde ne kadar özgür olursam, dışarıda da o kadar özgürlük vaad eder bana bu mekân.
Ne zaman bir camiye girsem ve sadece bir katın bana ayrıldığını söyleyen olursa, darılırım. “Yeryüzü bana mescit kılındı” der bir yanım.
Ne zaman camiye yolum düşse, randevu zamanıdır illaki, boyun eğerim. İnsanım, insan kalmak için eğilirim, kalkarım.
Ne zaman bir camiye girsem, namaz kılarım.

Sümeyye Karaarslan, camilerin Peygamberimiz dönemindeki fonksiyonlarına yeniden kavuşması dileğiyle yazdı.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
KÖROĞLU ÖLDÜ MÜ?
24398.jpg

Polat Alemdar, Köroğlu gibi bakar
Edebiyat öğrencisi olmak adama neler öğretiyormuş. Köroğlu'na sınav için hazırlanan Hamdi Enes neler bulmuş neler.

Türk Halk Edebiyatı dersi final sınavında Köroğlu’ndan sorumlu olmam sebebiyle Köroğlu ile ilgili birçok kaynak taramak zorunda kaldım. Bu kaynakları taradığım esnada aklıma gelen bir meseleyi yazıya dökmek gerektiği kanısına vardım.
Sınava çalışırken Beşir Ayvazoğlu’nun ‘Halk Şiirinden Tarihe’ ve Mehmet Kaplan’ın ‘Tip Tahlilleri’ eserlerinden faydalandım. Bu kaynaklardan hareketle Köroğlu’nu farklı bir bakış açısından hareketle sizlere anlatmak istiyorum.

24396.jpg


Köroğlu aslında bir eşkıya mıydı?

Köroğlu denince aklımıza ilk olarak başrollerini Cüneyt Arkın ve Fatma Girik’in üstlendiği Türk filminin gelmesi muhtemeldir ve doğrudur da. Bu filmdeki Köroğlu, Halk edebiyatına konu olan Köroğlu’na bağlı kalınarak tasvir edilmiştir. Zaten edebiyatımızda da, toplumumuzda da birbirinden farklı Köroğlu motifleri vardır. Şöyle ki; Ayvazoğlu Köroğlunu’nu hemen hemen bir halk kahramanı şeklinde –her ne kadar devlete başkaldıran bir celali de olsa-tasvir etse de, Kaplan Köroğlu’na bazı kaynakları delil göstererek homoseksüellik atfetmiş ve onu yozlaşmış bir alp tip olarak anlatmıştır. Bunlar meselenin akademik kısmıdır, doğruluğu veya yanlışlığını tartışmaya ben vakıf değilim. Ben Ayvazoğlu’nun kaynağından yararlanarak Köroğlu’nu farklı bir bakış açısıyla ele almak istiyorum.
Köroğlu, Başbakanlık Arşivlerinde asıl adı Ruşen olan ve Köroğlu adıyla ünlenen bir celali şeklinde karşımıza çıkar. 16. yüzyılda Bolu civarında yol keserek, soygunculuk yaparak ün kazanmıştır. 16. yüzyılda Osmanlı’da ekonomik yapının bozulması ve bununla birlikte halktan ağır vergilerin alınması Celali isyanları olarak tarihe geçen isyanlara ve başkaldırma hareketlerine sebep olmuştur. Devlete göre Köroğlu da bu isyancılardan biridir.

Efsaneye karışmış gerçek hikayeler…
Devletin gözünde isyancı bir kişi olan Köroğlu halkın gözünde zenginden alıp fakire veren, her zaman zalimlerin karşısında ve mazlumların yanında olan, zalim beylere karşı halkı savunan bir kahramandır. Buradaki çelişki çok da anlaşılmaz değildir. Bozulan devlete karşı halkı savunan ve devlete karşın halk için savaşan bir kahraman... Köroğlu halk için böyle bir anlam taşımaktadır. Ayvazoğlu bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “Köroğlu bir mit. Bir fikir, bir semboldür. Halkın zulme, haksızlıklara, yolsuzluklara karşı tepkisini somutlaştırdığı hatta hikâye ve efsanelerle büyülü dünyasında çaresizliğini yiğitliğe dönüştürerek belirli dönemlerde belirli kişilere giydirdiği bir kimliktir.” (Ayvazoğlu,1991,s.52)
Ayvazoğlu’nun belirttiği şekilde halk ağır vergiler ve zalim yöneticilerden -ki Köroğlu’nda Bolu Beyi’dir- korunmak için tepkisini Köroğlu adlı bir kahramanda somutlaştırmıştır.
Köroğlu babasının intikamını almak için Kıratı ile dağa çıkmış, yanına Demircioğlu, Koca Bey, Bıyıklı Köse gibi yiğitleri de toplamış, halk içinde itibar kazanmış, zenginlerin kervanlarını soyarak fakir halka dağıtmış, ‘zalim’ Bolu Beyine, dolayısıyla devlete karşı halkı savunmuş bir isyancı ya da halk kahramanıdır. Bir yandan da koçaklamalar söyleyerek savaşçı kimliğinin yanında âşık kimliğini de ustalıkla yerleştirmiştir. Ve son olarak ‘tüfenk icat oldu, mertlik bozuldu’ mısraları ile ortadan kaybolmuştur. Ölmüş müdür ya da öldürülmüş müdür, kesin bir bilgi yok. Zaten bir mezarı da yok. Köroğlu’nun ab-ı hayat içtiği ve Kırklara karıştığı da rivayet edilir.
Ölüp ölmediği konusunda Ayvazoğlu ‘Yaşayan birinin mezarı olur mu’ (Ayvazoğlu,1991,s.61) yorumunu yapmıştır. Evet, haklıdır da… Bir mit, bir fikir olarak geçmişi İskitlere dayanan Köroğlu hala yaşamaktadır.

24397.jpg


21. yüzyıl Köroğlusu: Polat Alemdar

Köroğlu bugün de karşımıza bir televizyon dizisinin kahramanı olarak çıkmaktadır. Şöyle ki; bu kahraman, devletin bekası ve varlığı için çalıştığını iddia eden ancak devletin kurumları tarafından suçlu ilan edilen, kanunsuz olarak adam öldüren, kendi kanunlarına göre infaz yapan, buna rağmen halk tarafından sevilen ve örnek alınan bir tiptir. 16. yüzyılda Bolu Beyi olarak karşımıza çıkan bozulan ve halka zulüm eden devlet bu dizide Ünsal Kemal ve Ersoy Ulubey olarak karşımıza çıkmaktadır. Köroğlu’nun yanındaki yiğitler 16. yüzyılda Demircioğlu, Koca Bey olarak karşımıza çıkarken, bugün bu kahramanların yerini Abdulhey, Memati, Zaza, Baba Memduh ve Zülfikar Ağa’ya bırakmıştır. Bu kahramanlar her ne kadar karanlık işlerle uğraşsalar da izleyici/halk tarafından sevilmektedirler. Köroğlu tüfeğin icat edilmesini mertliğin bozulması olarak kabul eder ve kılıç kullanmaya devam eder. Dizideki kahramanımız ise mertliğin bir kenara koyulup düşmanın çocuğunun bile öldürüldüğü bu devirde hala mertçe savaşmaya çalışmaktadır. Yani kısaca, Köroğlu bugün karşımıza Polat Alemdar olarak karşımıza çıkmaktadır. Yukarıda her iki tip arasında birçok benzerlikler sıraladım. Yazdıklarım kimilerine hayal ürünü olarak gelebilir. Ama yazmak istedim yine de.
Köroğlu bir mit, bir fikir ve sembol olarak Polat Alemdar’da somutlaştırmıştır. Tıpkı Köroğlu’na olduğu gibi P. Alemdar’da kanunsuzdur ancak halk tarafından sevilir. Mazlumun yanındadır. Bu yüzden de Köroğlu’nun mezarı yoktur. ‘Yaşayan birinin mezarı olur mu?’

Hamdi Enes Akçay hayal etti ve yorumladı.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
NEDEN ÇİMLERDE DEĞİLSİNİZ
24399.jpg

Üniversiteliysen oturacaksın çime!
Dimağlarımıza kazınmaya çalışılan üniversite fotoğrafı bu değil mi: Çimlerde kızlı erkekli oturanlar...


Beş sene öncesine kadar üniversite okumanın bir ayrıcalık olduğu ülkemizde durum bugün daha farklı. Bugün ülkemiz, herkesin üniversite okuma aşamasına geldiği bir noktada. Meselem üniversiteleşme oranı değil. Meselem dimağlarımızdaki üniversite algımız. Şimdi sizlere dimağlarımıza kazınan üniversite fotoğrafından bahsedeceğim. Çok iyi betimlemelere gerek yok. Bu kare zaten hepimizin hafızalarında. Kampüste çimenlerin üzerinde, önlerinde laptop bulunan, sahte ve yılışık gülüşlerle birbirine bakan genç erkek ve kızlar. Sanırım hepinizin gözleri önüne geldi bu sahne. Gazetelerde, televizyonlarda, internette üniversite adı geçen her yerde bu fotoğraf karşımıza çıkıyor. Çimenlerde yayılan gençler!

O fotoğrafsız mezun olunmaz (mı?)

Üniversite kavramı ile özdeşleşen bu fotoğraf dimağlarımıza öyle kazınmış ki. Lise birinci sınıfta okuyan kuzenim üniversiteye gidince yapacağı ilk işin böyle bir fotoğraf çektirmek olacağını söylüyor. Benim neden böyle bir fotoğrafım olmadığını sorguluyor. Kendine göre haklı. Fotoğrafa biraz daha dikkatle bakalım ve ayrıntılara girelim. Fotoğraftaki genç erkeklerimiz uzun saçlı ve küpeli olmak zorunda.
Neden üniversite denilince aklımıza kütüphaneler, kitaplar, konferans salonları gelmez de hep bu kare gelir. Dimağlarımızdaki üniversite kavramı bu oldukça her köye üniversite açsak da muvaffak olamayız.
Vesselam!

Hamdi Enes Akçay kütüphane fotoları neden boş diye sordu
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ÇÖPE ATILIR CEVHER BİZDE
24466.jpg

Hüda'nın laneti kimin boynunaymış?
Geçen gün bir öğrenci teyzemiz hararetle geldi. “Hoca!” dedi, “Bak bakalım bunlar neymiş?”


Geçen gün bir öğrenci teyzemiz hararetle geldi. “Hoca!” dedi, “Bak bakalım bunlar neymiş?”

24467.jpg


Hadi baştan anlatayım: Mutad olan Kuran derslerimize başlamıştık ki derse geç kalmış teyzelerden biri nefes nefese girdi kapıdan. “Oo... Dilek Abla nerelerdesin ya?” diyecekken diğer ablalar şakayla karışık, “Hocam, Dilek Abla geç kaldı hani ona ceza?” dediler. Sözü Dilek Abla aldı o Sarıkamış şivesiyle:
“Evet hoca geç kaldım ama bir sor niye geç kaldım. Benim karşı komşum bi yaşlı kocakarı var idi, çok mübarek kadındı haa, haber aldım ki ölmüş Allah rahmet eylesin. Gittim baktım evini boşaltıyorlar zavallının. Oğlu mu ne gelmiş. Yalnız yaşıyordu zavallı kadıncağız. Kapının önüne yığmışlar teee bi dolu kitabı. Ya bunlar niye burda, dedim. İstediğin varsa al zaten atıyoruz, dedi. Ben de dedim bu kitaplarda Arapça filan Kuran gibi şeyler yazıyor. Hocaya götüreyim ben bunları dedim kaptım geldim hoca, ondan geç kaldım. Te bak bakalım ne imiş bunlar?”
Osmanlı’dan miras kitaplar...
Baktım, nuh nebiden kalma, lime lime kitaplar... Bir tanesinin kapağını kaldırdım. Kitabın sebeb-i telif-i kitab kısmında ilk cümle şu:
“Evvel budur malum ola ki iş bu kitab-ı azimi ve hitab-ı kerimi cem ve terceme eyleyen Yazıcıoğlu Ahmed-i Bîcândır.”

24469.jpg


Binbir teşekkürle aldım kitapları eve getirdim, inceledik eşimle beraber. Hepsi de mis gibi Osmanlı Türkçesi. İlk kitap, Yazıcıoğlu Ahmed-i Bîcân tarafından tercümesi yapılmış bir eser. Adı da Meğarib’üz-Zaman. Yalnız, tercüme edilirken adı Envar’ül-Âşıkîn diye değiştirilmiş. Kitabı bilenlerin aaa dediğini duyar gibiyim. Basım tarihi Hicri 1318.
Diğer iki kitabtan birisinin müellifi, yazarı görünmüyor. Eksik sayfa var herhalde. Bu kitabın adı da Mecmua’l-Âdâb. Bir fıkıh ve âdâb kitabı.
Son kitap ise Feridüddin Attar’ın Mantık’ut-Tayr’ı. “Mantık’ut-Tayr Hazret-i Attar fi Tercemet-i Nâm Mantık’ul-Esrar” diye başlıyor. Bu da tercüme bi eser. Şöyle başlıyor:
Hamd ol Allah’a kim oldur ehad
Vasf-ı zati hem ezeldür hem ebed

Cümleden hem evvel ü ahirdir ol
Cümle şeyde batın ü zahirdir ol

24468.jpg


Kitaptaki ayrıntı: Lanet olsun ona ki...

Kitapların üçü de baskı, el yazması değil. Ancak yıllardır kimler okuduysa izler bırakmışlar kitaplarda. Kitapları belki de özel yapan ayrıntılar bunlar.
Okuyanların notları, çocukların doğum tarihleri... Bir de lanet iliştirmişler Mantık’ut-Tayr’ın ilk sayfasına el yazısıyla: “Her kim Dedebağ Sultan dergahından kitab götürüben egerçi getürmezse Hudanın laneti boynuna olsun ya ehi!” Bir de dergahın mührü var. Bu lanet o dergahı kapatana mı gider artık kimbilir!
Yani özetle çöpten neredeyse tarihi eser olacak üç kitap çıktı. Vay be, nasıl da bihaber yaşıyoruz!

Zeynep Çınal Pekuz bihaber kalmayalım diye haber verdi.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45

DUALARIMIZ FUTBOLCULARLA



24658.jpg

Ümmet futbolla dirilecek!
Beklediğimiz İslam toplumuna, futbol aşkı ile kavuşabilir miyiz? Bir kâfir gücü ile yapılan maça, tüm ümmet dua edince çok mu kötü oluyor?



İnsan bu! Kendisinde oluşan yığılmaları, sürekli boşaltma ihtiyacı duyan varlık. İlk toplumlardan bu yana, bireyin dışa vuracağı eylemlerle toplumun istemleri arasında bir uyum sağlamanın formülleri aranmıştır hep.İlk toplumlarda toplumsal dengenin sağlanmasında seçkin ve karizmatik olma önemli bir faktör olarak işlev görür. Şaman denilen ya da politik lider olarak kabul edilen kişilerin şahsında, bir kitlenin teskin bulabilmesi söz konusu olmuştur genelde. Bu toplumlarda doğal olarak sağlanan bir denge vardır. Toplumda kabul gören mevcut normlara ya da uygulamalara karşı ancak bireysel türden başkaldırılar olur ve bu tür tepkiler de taraf bulamamanın yalnızlığını yaşayarak sesi sedası kesilir duruma gelir. Başlıkla daha sıkı bir bağ yakalamak için, temel dayanaklar bulmak için biraz geriye gidelim.
Toplumsal denge futbolla sağlanıyor
Şehir devletlerinin ortaya çıkması, bir takım kurumların oluşmasını beraberinde getirmiştir. Mesela kölelik kurumsallaşmasını, site devletlerinin oluşumuna borçludur. Şehirler, ortaya çıkan sorunları, daha çok kurumlar oluşturarak çözme yoluna gitmişlerdir. Toplumların büyümesiyle, denge sorunu yeni boyutlar kazanıyor ve daha geniş çözüm arayışları başlıyor. Mesela Roma döneminde, imparatorluğun güdümüne giren Hıristiyanlık, baş kaldırıcı ruhunu kaybederek bireyleri, manastırlarda etkisiz hale getiren öğretilere yönelmiştir. Yani mistisizmin kökenini, o dönem insanlarının iç dünyasında oluşan bir talep yerine, Roma yöneticilerinin bu yöndeki çabalarında aramamız gerekir. Egemen güçler üzerinde etkisi olması beklenen bireyler, zararsız kitlelere dönüştürülmüş oldu. Maksat hâsıl oldu. Artık tıpkı mistisizm de olduğu gibi toplumsal denge, kitlesel motivasyonun sağlanabildiği projelerle (futbol en etkili olanı) sağlanıyor.
24656.jpg


Sanayileşme kitleleri başkaldırtıyor

Kitlelerden gelecek tepkilerin dinamizmine bakacak olursak, sanayileşme dönemine kadar farklı toplumsal mekanizmalarla oluşması muhtemel tepkiler bir tehlike oluşmadan engellenmiştir. Kitlelerin kendi idari yapı ve işleyişlerine toplu olarak başkaldırmaları sanayileşmeyle birlikte görülmüştür. Sanayi devrimi bunun göstergesidir. İlk toplumlarda ise başkaldırılar, genellikle bir peygamber ve onun birkaç arkadaşı ya da küçük muhalif gruplarla başlamış tepki ya da reaksiyonlardır. Sanayileşmeyle birlikte toplumlar atomize edilerek birer kitle yığınına dönüşmüşlerdir.
Üretim amaçlarını kaybeden köylü halk kesimi, yavaş yavaş şehirlerin kenar mahallelerinde iskân edilmeye başlandı. Gelişen toplumun üretim mekanizmasının bir parçası oldu bu insanlar. Emeğini satmak zorunda bırakıldılar. Patronlar, asgari ücretlerle insanları, kadın çocuk demeden günde on altı saat çalıştırarak köleleştirdiler. Bu zor koşullar, halkın kitleler halinde tepkisine yol açıyordu.

İsyanı bastırma formülü: futbol
İş, para ve iktidar mekanizmaları da bu tepkileri yok edecek yatıştırıcı formüller üretmeye başladılar. Sportif faaliyetlerin işleyiş biçiminin çekirdeği bu dönemde atılmış oldu. Daha çok seyirci toplayan uzmanlık alanları aranarak futbollun temeli atıldı. Bir karşılaşmayı milyonlarca insan büyük bir ilgiyle izleyebiliyor hem de saatlerce. Gazete ve TV yayınlarında ciddi bir oran, spor ve futbola ayrılıyor. Kitleleşen halkın dikkatleri bu sportif yöntemlerle dağıtılabiliyor. Enerjileri ve psikolojik gerilimleri yok edilerek tepkisizleştiriliyor. Bir futbol karşılaşmasında yerinden zıplayarak havalara uçan, sokaklara taşarak iddia, toto, loto salonlarında mesai harcayarak tüm gerilimini boşaltan bireyden, hangi başkaldırının, hangi fikri, ideolojik ya da fiili bir tepkinin dinamizmini bekleyebilirsiniz.

24655.jpg


Kafalardaki inanç, kuram ve sendromların yerini spor ve futbola ait öğeler doldurdu. Egemen yapı ve ideolojiler karşısında yumruğunu sallayan birey, bu kez arkasında yürüyüp dualar ettiği takımın galip gelmesi için sallamaya başladı yumruğunu. Sporun hemen hemen tüm branşlarında öncülük eden Batı, uluslararası spor platformlarında kitleleri peşinden sürüklüyor.

Sporun arkasında "iktidar" var
Öte taraftan kapitalist üretici için ciddi bir sektör daha ortaya çıkmış oldu. Spordan büyük kazançlar elde edilir hale geldi. Üretici kesimin bunca gözünü kamaştırmasına rağmen, sporun arkasında duran en önemli kesimin her zaman iktidar sahipleri olduğunu söylemek durumundayız. Dünyada, kimliği ne olursa olsun sporun arkasında durmayan iktidar yoktur.
Modern hayat, toplumu dönüştürmek için önce kitleleştirmek durumundadır. Oysa İslam, kitleden değil bireyden işe başlar. İslam bireyin kitleleşmesine müsade etmez. Sporun ve futbolun kurumsallaşması da kitleleştirmeyi beraberinde getirir. “Takım ruhu, taraftarlık” dediğimiz hadise kitleleşmenin edebi yönüdür. Ya da en masumane tabirle; farkında olmadığımız bir teslimiyettir. Var olan spor kulüpleri veyahut takımlar kendine has amblemleri, flamaları, marşları, finans kaynakları, (kitlelerin mabedi konumundaki) statları, eğitim kampları, bültenleri, medyaları, oyuncuları, yorumcuları, reklamcıları, lotoları, fanatikleri, holiganları vs. ile örgütlenmiş ideolojik yatıştırma formülleridir. Konuyla ilgili dikkat çeken bir yön daha var. Özellikle futbol bağlamında düşünecek olursak, futbolun dünyanın gelişmiş ülkeleri arasında değil de gelişmekte olan ya da gelişmemiş ikinci dünya ülkelerinde daha ön plana çıkarıldığını görüyoruz. Güney Amerika ülkeleri Brezilya, Arjantin sonrasında Güney Afrika, Türkiye gibi ülkeler de bunun örneği durumundadır.

24657.jpg


Dindar camia sporla çok barışık

Spor birçok boyuttan analiz edilebilir. Mesela milli karşılaşmalar, toplumların şuur altında saklı duran ortak duyguları açığa çıkaran coşkun ve tahrik edici bir güçtür. Futbola sadece bir oyun gözüyle bakmak yanlıştır. Olay sosyolojik bir vakıadır. Son dönemde özellikle dindar camianın da futbolla arasındaki duygusal bağlar güçlenmektedir.
Birkaç futbolcu ve teknik direktör hakkında söylenen sözler bu bağları sağlamlaştırıyor. Mesela 2008 Hırvatistan maçında son saniyede gol atan Semih Şentürk’ün “Top önüme geldi, Allah’ın verdiği güçle vurdum” demesinden tutun da Volkan Demirel’in “70 milyonu bırakın tüm Müslümanlar bizim için dua ediyor” demesi, Hakan Şükür, Ertuğrul Sağlam gibi isimlerin namazlı niyazlı insanlar olması, Cuma namazı kılan örnek futbolcuların olması vs. Dindar camianın genelinde bu sosyal vakıa karşısında gösterdiği muhalefeti sürdürenleri hayli azaltmıştır.
Halbuki, kitlelerin kontrolü noktasında ortaya çıkan vakıa, bu tarz duygusal tepkimeleri kaldıramayacak kadar ciddidir.

Galibiyet mi teslimiyet mi?
Mesela Türkiye’nin son dakikada Hırvatistan’ı yenmesi ya da başka bir egemen karşısında aldığı başarı, Arap ülkelerini, Malezya’yı, Mısır’ı, Afrika’yı, Endonezya’yı ayağa kaldırıyorsa, bu ülkelerin halklarını sokaklara döküyorsa, bunu ümmet bilinci diye değerlendirmek de yorumlamak da bir Müslüman zihin için aslında acziyettir. Bu tarz milli müsabakalar, derunumuzda saklı ümmet bilincini ortaya çıkarmıyor. Aksine bu bilincin yaratabileceği dinamizmi duygusal bir tepkimeyle etkisiz hale getiriyor. Var olan gerilimin yönünü ya da zeminini değiştiriyor. Dikkat etmemiz gerek: Tribünlerde oynanan galibiyetimizin değil, teslimiyetimizin maçı olabilir.

Enes Günaslan, futbolu seveceksen sev ama abartma demek istedi
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
PEKİ BİZ NEREDEYİZ?
24578.jpg

Ümmet bu kadar kalabalıkken...
Alnımızda damla damla ter vardır hep, yorulmanın son raddesinde sallanır da dururuz ama biliriz ki birileri yorulacaksa bu biz olmalıyız.


Boynumuz hep büküktür bizim, eziliriz bunca külfetin altında aslında hiçbir şeye sahip değilken. Hep bir yara taşırız kalbimizin en derininde acısını iliklerimize kadar hissettiren. Alnımızda damla damla ter vardır hep, yorulmanın son raddesinde sallanır da dururuz ama biliriz ki birileri yorulacaksa bu biz olmalıyız.
Soğuk rüzgarlar eser de kimi zaman aldırış etmeyiz hava sıfıra meydan okurken bile içimizde, çünkü biliriz bâtınımızdaki yangın ısıtır bizi, zâhirimiz ne kadar soğuk olsa da aldırış etmeyiz üstümüze, üstlerine… Varsın eski olsun, varsın yıllarca giyilmekten zamana dayanamamış olsun melâbisimiz; setretimiz nazif ise gerisi boş laftır bize.

24579.jpg


Toprağın aynasında gördük halimizi

Baktık mı içi görmeye çalışırız sûret perdesinden kurtulmayadır bütün çabamız, isteriz ki açalım perdeleri de güneş girsin içimize, içlerine…
Toprak aynamızdır bizim, ona baktık mı kendimizi görürüz. Zalim olacağımıza mazlum olalım deriz çünkü O ‘Ezilenlerle birlikteyim!’ der, biliriz. Ayaklar yüzümüze komşudur, ol sebepten hangi ayaklar öpülesidir yine biliriz.
Yüzümüzü havaya kaldırmaktan hayâ ederiz lâkin bulutlar belki simamızın müştâkıdır diye bakarız arada. Bir nazar atarız gökyüzüne ve görürüz ki yine toprak misali aynadır aslında sema; yeryüzünün aynası… Değersiz, uçsuz bucaksız ve bomboş… Yokluk kendi benliğimizde varlık mahiyetine girer. Nitekim bize namütenahi eşlik edecek olan ruhumuzdur, biliriz.

24580.jpg


Çifte Vav, 1817 tarihli: Hasan bin Mehmed Her nefeste iki nimet iki şükür

Aldığımız her bir nefesin değerini biliriz, her bir alışımızda ‘Allah! İşte temiz hava.’ der ciğerlerimiz. Büyük bir hışımla üfleriz kirli havamızı zira bize en ufak bir kir, leke bile yakışmaz, biliriz. Ağzımız bir ‘Hu!’ der ki zerre miktar necisten arınmanın verdiği huzur ile, biz bile halimize hayret ederiz.
Yediririz yemekten çok. Lokma ekmeğimiz olsa onda bin bir yetimin, mazlumun hakkı vardır biliriz. Biz de yeriz ama nefsimize yedirmeden. Bizi yaşatacak, onu ise divane edecek nevîdendir taâmımız. Kendini düşünmekten bizimle uğraşmayı bıraksın isteriz de, ne mümkün, ne kadar kavî olduğunu biliriz.

24581.jpg


Mal, mülk, para ıraktır bize. Bir lokma, bir hırka kâfidir hepimize. Elimize geçen az miktarda meblağ olsa dahi heba etmeyiz, acele hibe ederiz. Çünkü biliriz O (sav)’ nun aklını bile huzur-u ilahide fazlalık bir mal işgal etmiştir de, edâ fiili biter bitmez infak etmiştir yükünü.

Az yeriz, az uyuruz...
Uyku kelimesi uykumuzu kaçırır. Biliriz zaten uyuduğumuzu da, ondan… Gaflet, gaflet de gaflet deriz hep içimizden. Düşman ordumuzun en ön saflarında yer alan, Halîk’ten ıraklaştırmakla muvazzaf erdir gaflet. Zehirli bir ok atar ki hakikati unutturur. Bu yüzden daima düşünmemiz gerektiğini ve neden sürekli ‘Akletmiyor musunuz?’ dendiğini, biliriz…
Bir minval üzereyiz ki Rahman’ın rahmet olarak gönderdiğinin peşinden gideriz. ‘Nasıl yaşanır?’ın ahsen misâli, saffet ile müsemma, edeb-i ilahiye ile müeddeb olan en muteber âdem mürşidimizdir bizim. Takva derler bulunduğumuz halet-i ruhiyyeye. Sonsuz saygı , korku, sevgi, muhabbet hissiyâtı cem olmuştur bu hal üzerinde.
En yakınımızı biliriz. Allah deriz, kendimizden geçerek…
Peki biz nerdeyiz, neden biz, biz değiliz?

Tuncay Sandıkçı ‘biz,biz olabilseydik…’ dedi ve yazdı.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
HER YERDE İHLAL VAR


0.jpg

Az tüket, özgür ol!
Üsküdar’da bir dernek tüketirken tükenmemek için kolları sıvayıp uyarıyor: Birileri bizi bizden alıyor!



Teknoloji çıra kadar aydınlatmıyor
Dünya; savaşlar, çatışmalar, kültürel yozlaşmalarla boğuşurken, birileri gücünü dayandırdığı metal ve kâğıt yığınlarının üstüne yeni dünyalar inşa etme çabasında. Hepimiz özgürlüklerin kısıtlanmasından ve özellikle kanın hiç durmadığı coğrafyalardaki ihlallerden bahsediyoruz; oysa birileri yediğimizi, içtiğimizi, giydiğimizi ve daha da önemlisi görüp düşündüğümüzü sunileştiriyor. Teknolojik gelişmelerin gözlerimizi körelten parıltısı, çıralarla aydınlanan büyüklerimiz kadar ileriyi görmemize izin vermiyor. İşte tüm bu dertler içerisinde 2010 yılında Üsküdar’da bir dernek kurulmuş. Onların amacı dünya üzerinde gerçekleşen ihlalleri sadece çatışma bölgeleri ile sınırlayanların oluşturduğu perdeleri aralayıp, tüm dünyanın gidişatını tehdit eden ihlalleri ortaya koymak.
3. sayfalarda toplum çöküyor
Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi(UHİM) ekonomiden sağlığa, hukuktan siyasete, kültürden eğitime kadar belirlediği çeşitli başlıklarda dünya üzerinde oynanan oyunlarla ilgili bir bilinç oluşturmayı hedefleyen bir dernek. 4 Mart Cuma günü Malta Köşkü’nde düzenledikleri bir basın toplantısı ile amaçlarını ve hazırladıkları “2010 Dünya Hak İhlalleri Rapor”larını tanıtan UHİM; gündeme sıradan olaylar olarak düşen, üçüncü sayfa haberi olarak genellenen; ama toplumu köklerinden sarsan ciddi konuları gündeme getirerek, bir bilincin oluşmasını hedefliyor. Malta Köşkü’nde gerçekleşen kahvaltılı basın toplantısında çeşitli sivil toplum kuruluşları ve basın mensuplarına yaptıkları çalışmaları açıklayan dernek başkanı Ayhan Küçük; sivil inisiyatiflerin karşılaştıkları sorunlara dikkat çekerek, küresel aktörlerin etkin bir mücadele içinde olduğunu vurguladı.
Az tüketin özgür olun!
İHH, Tüketiciler Derneği, Medeniyet-Der gibi sivil toplum kuruluşlarının katıldığı toplantıda; basın açıklamasının ardından katılımcılara UHİM’in hazırlamış olduğu rapor dağıtılırken, raporla ilgili soru-cevap kısmında özellikle kaynak sorunu gündeme geldi. Kaynak noktasında da Uluslararası kuruluşların yönlendirilmesine tabi olunduğunun altı çizilerek, sahih akılla verilerin bir süzgeçten geçirilmesi gerektiği vurgulandı. 21.yy insanın en gaddar tüketici olması ve tüketici haklarının önümüzdeki yıllarda ihlaller noktasında ilk sıralarda yer alacağının üzerinde durulurken, aslında ne kadar az tüketilirse o kadar özgür olunduğu dile getirildi.

Fadime Türkölmez
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
KUR'ANSIZ NEREYE KADAR!
24768.jpg

Murat Belge Kur'an'ı ne kadar anlar
Kur’an-ı Kerim her dönem, edebiyatımızda yer bulmuştur. Peki, son yüzyılda Kur’an’ı Kerim’in edebiyatımızdaki yeri neresi?


Türkiye'de yaşanmakta olan modernleşme sürecinde, edebiyat cephesinin sanatsal yönüne vurgu yapmadan, Kur'an'a dair tasavvurlarının ‘nasıl'lığına dair genel bir okumanın gerçekleştirilmesi gerekmektedir.

Ömer Lekesiz Edebiyat dünyasına yoğunlaşan bu yazı, tarihten günümüze uzanan kuşbakışı bir okumadır. Sistematik bir çözümleme belki. Düşünsel kodlarını hep seküler metinlerle aşmaya uğraşan yazar ve şairler, Kur’an konusunda bilgilemeyi ihmal ediyorlar.
İlk örnek olarak, geleneğe bağlılığını kültürel anlamda sürdüren Murat Belge'nin, Kur'an'ı "köylülüğün manifestosu" olarak aşağılayan yaklaşımıdır bunları yazmamızı tetikleyen. Aksi yönde bir kanaat ise edebiyat eleştirmeni Ömer Lekesiz'in, Türkiye'deki Müslümanların İslami bir sanat tasavvuru oluşturamadıklarını vurgulayan yaklaşımıydı. Bu iki görüşün şekillendirici etkisiyle değerlendirme yapmalıyız.

Şiiri Kur’an’la temellendiren şair!
Modernizmin baskın bir proje olarak tasarlandığı zamanlar göz önünde tutulduğunda Türk şiirinde en göze batan ve söylemsel bir devrimi ilk olarak Kur'an'la temellendiren Mehmet Akif, başlangıç bakımından önemli bir isimdir. Edebiyatı siyasal bir kavga unsuru saydığını açıkça söyleyen Akif’in: "Doğrudan doğruya Kur’an'dan alıp ilhamı asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı" dizelerini hatırlamalıyız. Ama Akif’in edebiyat dünyasında köklü bir devrime yol açamadığı da bir gerçektir. Bu yıllardan itibaren genel olarak edebiyat dünyasında Kur'an’la ilgili var olan tutumları şu şekilde kategorize edebiliriz:

Edebiyat dünyasında Kur’an’ın yeri neresi?
* Divan ve Tekke Edebiyatındaki şairlerin ayet ve hadisleri iktibas etmesi. Buna şiir düzleminde peygamber kıssalarına yapılan atıfları da ekleyebiliriz.
* Yazarların dinî gün ve bayramlarla ilgili metinlerinde görebildiğimiz nostaljik bakış(geçmişe özlem). Örneğin Cumhuriyet şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın Kur'an'a temas eden çocukluk yıllarıyla ilgili şu mısraları bu duruma örnek teşkil ediyor.
"Kur'an okurdu babam bazen
Galiba Kadir gecelerinde”
24769.jpg


Mehmet Akif Ersoy * Muhafazakar çevrelerde çok dillendirilen Yusuf-Züleyha kıssası üzerinden kaleme alınan aşk edebiyatı. Bu kıssa sadece Kur'an'la temellendirilmemiştir. Örneğin Halide Edip'in “Kenan Çobanları” ağırlıklı olarak İbrani kaynaklardan ve Kitab-ı Mukaddes'ten esinlenmiştir. İskender Pala ve Nazan Bekiroğlu da bu çerçevede analiz edilebilir.
* Kur'an'ı aşağılayan metinler. (Tevfik Fikret, Nazım hikmet, Melih Cevdet Anday vb. yazarların eserlerinde yer alan şiir ve yazılar)
* Kur'an merkezli bir sanat anlayışını oluşturmaya çalışan yaklaşımlar. (Mehmet Akif, Sezai Karakoç, İsmet Özel, M.Önal Mengüşoğlu, Cahit Zarifoğlu, Ali Günvar vb.)
Kur'an-ı Kerim edebiyat sahasında kimi fikirlerin açıklanması sürecinde müracaat edilen bir kaynak da olmuştur. Kur'an-ı Kerim'in edebiyata etkisi hakkında ciddi çalışmalar ne yazık ki göze çarpmıyor.

24770.jpg


Tevfik Fikret Modern dönemde küfrün öncüsü: Tevfik Fikret!
Servet-i Fünun Dönemi edebiyatçılarından Hüseyin Cahit, Kur'an'ın Hz. Muhammed'in eseri olduğunu iddia ediyor.
Kur'ana, karşı bir dil geliştirenlerin ilk örneğini Tevfik Fikret oluşturur:
"Yırtılır ey kitab-ı köhne, yarın
Medfen-i fikr olan sahifelerin"
(Yırtılır ey köhne kitap, Yarın düşünce mezarı olan sayfaların.)
Tevfik Fikret, modern dönem edebiyat dünyasında Kur'an'a küfreden şairlerin ilki olmakla birlikte yeni bir çığırdır da.

24771.jpg


Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yakup Kadri Karaosmanoğlu da bu konudaki düşüncelerini daha hikayevari bir üslupla dile getiriyor. “Erenlerin Bağından” adlı yapıtında: "Âdem cennetten kovulduğu için değil, Havva'dan ayrıldım diye ağladı ve ilk kan yere sevda yüzünden düştü." der.
Nazım Hikmet “Meşin Kaplı Kitap” şiirinde Kur'an-ı Kerim'i eleştirir:
“Ay battı güneş doğdu
Kalbimde ateş doğdu
Yaldızlı meşin kabı
Parçalanmış kitabı
Varsın gömülsün diye bir ebedi uykuya
Attım bir kör kuyuya
Yazık, yazık bize ki asırlarca aldandık!"

Ayette bildirilen azgın şairler kim?
Edebiyat dünyasının bu temsilcilerinin öne çıkardıkları bu düşünceler, Kur'an'ın bütünlüğünden habersiz görüşlerdir. Vahyi anlaşılmaz, akıl ermez, bir bilgi yığını olarak görürler. Gerçeği çarpıtan Türk edebiyat dünyasının Kur'an'a bakışı, Tevfik Fikret'le başlayan bir gelenekle edebi inkarını nesilden nesile aktararak devam ettirmiştir. Şuara suresinin (224,225,226) şairlerle ilgili ayetlerinin muhataplarını bu pencereden daha rahat görebiliriz. Bu bakımdan Fikret'i ve onun söylemini sahiplenerek devam ettirenleri Kab bin Eşref gibi şairler arasında konumlandırabiliriz.


Yeni Mehmet Akif’lere ihtiyacımız var!
Allah'a, kelamına teslim olanlar vahye sarıldıkça onların öfkeleri daha da artacaktır. Ellerindeki kalemlerden kin damlatarak saldırganlaşacaklardır. En güzel ve en edebi şeklide mücadele, müdahele bilinci ve söylem oluşturmalıyız. Hassan bin Sabit gibi Mehmet Akif gibi, karşı cephelerde kendimizi donanımlı ve dirençli kılmalıyız.

Enes Günaslan Kur’an’ı anlayan edebiyatçılarımızın çoğalması dileğiyle yazdı.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
YAZININ MEKTEBİ VAR MI?
24803.jpg

Bu bölümden edebiyatçı çıkmaz!
Edebiyat bölümü okumakla, sahih edebiyatçı olmak arasında uçurum var. Rasim Özdenören’i, Cahit Zarifoğlu’nu, Necip Fazıl'ı bilmeyen bir nesil var.


Hüsrev Hatemi hocayı ziyaretim esnasında, çokça alışılagelmiş bir sözü hatırlattı bana. “Tıp fakültesinden her şey çıkar, arada bir doktor da.” Sahiden, bir işte alaylı olmak ya da eğitimini almak diye bir şey vardır. Bu durum edebiyat fakültelerinde okuyanlar için de geçerli. Acaba Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okuyan öğrenciler, bu fakültelerde öz yeteneklerini keşfederek, edebiyat memuru olmaktan uzaklaşabiliyorlar mı? Bende bu bölümde okumuş biri olarak, genelleme yapmadan söylemem gerekirse üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı okumakla sahih edebiyatçı olmak arasında uçurum var. Öyle ki daha Rasim Özdenören’i, Mustafa Kutlu’yu, Cahit Zarifoğlu’nu bilmeyen bir nesille karşı karşıyayız. Fakültede gördüğümüz dersler, bize normal edebiyatı çağrıştırmıyor bile. Bizde bu durumu çeşitli üniversitelerde okuyan arkadaşlarımıza sorarak, edebiyatçılıkla edebiyat memurluğu olma yolunda ki serüveni araştırdık.

İyi bir edebiyatçı yerine iyi bir edebiyat memuru!
Tuğba Havuz
Türk Dili ve Edebiyatı Öğrencisi
Fatih Üniversitesi
Esasen Türk Dili ve Edebiyatı okumak hakikaten tahkiki okumalar, düzen ve takip gerektiren bir niteliğe sahiptir. Üniversitelerde okutulan bu bölümün amacıyla, bölüme kaydolan öğrencilerin amacı çok farklıdır. Bu fakülteye kaydolan her öğrencinin çoğu iyi bir edebiyatçı olmak yerine edebiyat memuru olmayı yeğliyor. Öyle ki, artık durum edebiyat memurluğundan da uzaklaşarak, kopyala yapıştır bir sisteme dönüştü. Henüz Muhammed İkbal’i, Cahit Zarifoğlu’nu, Mehmet Akif Ersoy’u ve daha nice büyük şahsiyetleri tanımamış, kutsal bir kitabı meâlinden okumamış insan portreleri var. Edebiyatçı olmak yetenek ve buna bağlı yaşantı gerektirir. En azından bu bölümde, içinde edebiyatçılığı saklamış kişiler kendilerini keşfetsinler deriz ama eğitim sistemi ve akademisyenlerin mekanikleşmesi bu durumu çokça zorlaştırıyor. O yüzden edebiyatçı olmak için üniversite fakültelerde değil, dergilerde ve edebiyatın içinde okunmalıdır. Çevremizde çokça tanık olduğumuz daha garip olaylar mevcut. Bugün birçok dergide ve gazetede yazan genç edebiyatçı arkadaşların hepsi buralarda aradığını bulamamaktadırlar. Sadece tekniğe ve teoriğe dayalı bir sistem mevcut. Bugün bu fakültelerde ki birçok profesör bile bu edebi zevkten mahrum.

Edebiyatçı olmak isteyenler uzak dursunlar!
Üniversite içinde ki etkinlikler olsun, bölümün hocalarıyla edebi etkileşimler tamamen yerlerde. O işin teorisini bize veren hocalar, o işin gerçek kısmını bilmeden yapıyorlar. Yıllardır bu duruma çözüm arayan arkadaşlar var ama böyle gelmiş böyle gider. Hakikaten edebiyat okumak isteyen arkadaşlar varsa, Yediiklim, Dergâh, Türk Edebiyatı gibi dergilerin yolundan gitmelidirler. Hatta bu bölümden uzak durarak perspektiflerini genişletmelidirler. Felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi bölümler buna daha elverişli. Bunun yanında en büyük diğer problem, nitelikli okumama. Yazma ve velut bir edebiyatçı olmanın ön şartı iyi okumaktır. Bugün baktığımızda tek bir kitap okumadan mezun edilen! öğrenciler var. Hadi onu geçtik, güncel edebiyattan bihaber onca akademisyen.
Buna ek Edebiyat bölümünün Güzel Sanatlar Fakültesi’ne dahil edilmesi gerektiğini de düşünüyorum. Hatta özel yetenek sınavıyla girilmeli.

Güzel Sanatlar Fakültesi’nde yer almalı!

Görkem Evci

Türk Dili ve Edebiyatı Öğrencisi
Boğaziçi Üniversitesi
"Edebiyat fakültesinin hikâye ya da şiire yarayacağını sanmıyorum" diyor, Cahit Zarifoğlu da. Edebiyat bölümlerinin böyle bir misyonu olduğunu da düşünmüyorum ben zaten. Neticede buradaki dersler, edebiyat tarihi, edebiyat kuramları ve dilbilim üzerine dersler... Yani bir "yaratıcı yazarlık" dersi söz konusu değil mesela. Kaldı ki edebiyat bölümleri hep bir yönüyle ele alınıyor. "Dilbilim" kısmını hep atlıyoruz. Bununla beraber buraların, edebiyatçı yetiştirmek için var olduğu düşünülüyorsa, bu bölümlerin "Fen-Edebiyat" değil "Güzel Sanatlar" fakültelerinde yer alması gerekirdi.
Edebiyatçı yetiştirmek bir yana, edebiyat bölümlerinin edebiyat sevgisini öldürdüğünü de söyleyebiliriz. Çünkü edebiyat kuramları, edebiyat tarihi, estetik ve sanatla ilgili şeyler değil. Edebiyatı sevmek, şiir okumak, iyi bir okur olmak ayrı şeydir; bunu akademik kurallar içerisinde bir disiplin olarak öğrenmek başka şey.
Edebiyat kuramları, akımları, yazma teknikleri gibi bir takım meseleler de aslında yaratıcılığı engelleyen hususlardan... Hasbelkader hikâye yazan biri olarak bu gibi teknik bilgileri öğrendikten sonra "acaba bu hikâyede modernist mi oldum, şu cümleyi yazmakla fazla mı realist davrandım, olayı bu karakterin gözünden anlatarak 'sınırlı anlatıcı' mı kullandım" diye düşünmeye başlamam beni kısıtlayan bir şey oldu mesela.
Kısaca; edebiyat bölümünden de edebiyatçı çıkar ama diğer bölümlerden çıktığı kadar. Daha fazlasını beklemek yanlış olur. Çünkü bu bölümlerin maksadı edebiyatçı yetiştirmek değil.

Okuma ve yazma problemi var!

Necip Şahin

Türk Dili ve Edebiyatı Öğrencisi
Fatih Üniversitesi
Edebiyat bölümlerinden pek de şair ve yazar çıkmamasının en önemli sebeplerinden ilki bence iyi okumamaktır. İyi ve nitelikli okuma problemi var edebiyat bölümü öğrencilerinin. İkinci önemli sorun ise edebiyat bölümlerinin müfredatında yazma uygulamasına neredeyse yer verilmemesi. Şair ve yazarlarda yaradılıştan gelen özellikler var kuşkusuz ama bunun anlaşılması okunulan ve yazılan ortamın içinde olmakla anlaşılır. Edebiyat bölümlerinin iyi okuma ve yazma problemi her yönüyle değerlendirilmeli. Böylece yazmak isteyenlere önemli seçenekler sunmalı, yollar, açmalı üniversiteler ve hocalar yani yol göstermelidir. Teknik konularla sınırlı kalmamalıdır verilen bilgiler.

Öğrenci ne istediğini bilmeden geliyor!

Pelin Koda

Türk Dili ve Edebiyatı Öğrencisi
İstanbul Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde daha yeni olmama rağmen bu konuda kafamda bazı oturmuş düşünceler var. Her şeyden önce insan sevdiği bir alanı, iş alanı haline getirdiğinde o, farklı bir boyuta geçiyor. Bazen hobi olarak bazen merak ederek okunulan kitaplar, şiirler artık incelenmesi gereken hatta kelimesindeki köküne kadar didik edilecek bir şey haline geliyor. Sıkılınabiliyor, ne gerek var denilebiliyor, saçma ve çok detay gelebiliyor. Ama o alan, artık eskisi gibi pencereden göründüğü kadar değildir. Okumanın yazmanın, güzel söz söylemenin, sevmenin çok daha ötesindedir. Bu yüzden de ya hayal kırıklığına uğranabiliyor ya daha çok seviliyor, daha da bağlanılıyor ya da bir şekilde idare ediliyor. Öğretmen çıkmak isteniyor yahut akademik kariyer yapmak amaçlanıyor. Ama bütün bunları yaparken öncelikli amaç çoğunda "edebiyat" olmuyor. Onu özüyle alıp sindirmek ve onu yapmak için bir tıpkı bir hattatın sabrı ve aşkı gibi bir durum sergilenmiyor. İlk baştaki heves ve isteklerin hedef suretine bürünmesi pahalı geliyor ve ne yazık ki alınacak tat alınmadan çekilip gidiliyor. Ben bu güzel ve bir o kadar da zor bölümden, buraya gelirken aslında tam olarak ne istenildiğinin bilinmemesinden dolayı edebiyatçı çıkmadığını düşünüyorum.

Çok şey öğreniyoruz da değerlendirmiyoruz!

Gülcan Söğüt

Edebiyat Öğretmeni
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mezunu
Şimdi bu belli olmaz ki hani kendini geliştirmekle ilgili bu bence. Çok iyi bir üniversite okuyabilirsin, hatta çok da bilebilirsin ama bu tek başına yeterli değil. Bunu geliştirip kullanmak gerek. Bir de söyle bir şey var: Dersleri detaylı görmek ve daha okurken branşlaşmak daha doğrusu bir alana daha çok eğilmek mümkün olmuyor. Mezun olup da edebiyatçı olmak derken eğer sanat adamını kastediyorsak bu biraz da maderzatlık gerektiriyor. Bilip de özgünleşmek gibi bir şey belki. Ama bu bölüm mezunlarının çoğu zaten edebiyatı değil öğretmenliği tercih ediyor ki çok farklı şeyler. O zaman da mekanikleşip üretici olamıyorsun zaten. Aslında sorunun tam yanıtı olmadı sanırım. Bizim bölüm mezunları ve yapılanları düşününce ilk bunlar geldi aklıma. Aslında epey şey bilip bunları değerlendirmeyen üstü örtülü mezunlarız. Pek çok şey bilerek mezun oluyoruz. Bunları değerlendiremiyor ya da derlendirmeyi bilmiyoruz. Zaman geçtikçe bu bilgileri tazelemez ya da bunlara yenilerini eklemezsek bence son söylediğimden de mahrum kalırız.

Sosyoloji bölümünde daha iyi edebiyatçı yetişir

Hülya Havuz
Edebiyat Öğretmeni
Fatih Üniversitesi Mezunu
Edebiyat Fakültelerinde edebiyat yapma yöntemleri, şiir yazma, roman, hikâye, türüne ait örnekler değil edebiyatçılarımız, (edebi şahsiyetleri hayatları eserleri) öğreniliyor. Bu fakültelerde üretmeden değil üretilenler hakkında görüş ve düşüncelerden bahsediliyor. Bu yüzden edebiyat fakültelerinde değil sosyoloji ve felsefe bölümlerinde daha çok edebiyatçı ve daha verimli edebiyatçılar yetişebilir… Şöyle ifade etmek gerekirse, edebiyat fakülteleri yetkin eleman yetiştirmek yerine, zamanında yetişmiş yetkin isimlerin eserlerini inceliyor.

Hocalar bakış açımızı daraltıyorlar

Esra Kapancı
Türk Dili ve Edebiyatı Öğrencisi
Boğaziçi Üniversitesi
Ben üniversitedeki edebiyat hocalarının öğrencilere yeni ufuklar açmaktan çok görüşlerini sınırladıklarını düşünüyorum. Edebiyat gibi geniş bir alanda belli görüşlere göre sınırlanmak neyin güzel neyin kötü olduğu konusunda beğeni zevkimizi kısıtlıyor. Daha özgürlükçü bir yaklaşım olmalı sadece eleştirel bir bakış açısı kısıtlayıcı kalıyor.Bu da yaratıcılığımızı öldürüyor diye düşünüyorum.


Orhan Özekinci illâ edebiyat dedi!
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
SAFAHAT HAREKETİ LAZIM


24862.jpg

Safahat Okuma grupları kuralım!
Safahatla ilgili geniş çaplı olarak ne yapabiliriz diye düşünürken aklıma, bundan birkaç yıl önce başlatılmış güzel bir organizasyon geldi.



Mehmed Akif Ersoy'un vefatının 75. ve İstiklal Marşı'nın kabulünün 90. yılı olan 2011 yılı Başbakan tarafından Mehmed Akif Yılı olarak belirlendi.
2011 Mehmed Akif Ersoy Yılı, bir çok şehirde seminer, sempozyum veya panellerle kutlanıyor. Mehmed Akif’in hayatı, kişiliği ve düşünceleri anlatılıyor. Biz de kendi şehrimizde bir şeyler organize etmeye çalışacağız inşallah. Acaba daha geniş çaplı olarak ne yapabiliriz diye düşünürken aklıma, bundan birkaç yıl önce başlatılmış güzel bir organizasyon geldi.
Bin Safahat hareketi
“Bin Safahat” isimli bir organizasyon vardı. Herkes kendi Safahat Okuma Grubunu oluşturuyor ve düzenli bir şekilde Safahat okuyordu. Hatta grubuna bir isim bulup bu ismi de www.binsafahat.com isimli siteden duyuruyordu. Sitenin bir çağrısı vardı:
“Türkiye’nin her tarafında Safahat okuyoruz arkadaşlar! Üniversiteli arkadaşların öncülüğünde safahat okuma grupları oluşturuyoruz. Grubunuz iki kişiden de oluşabilir, kırk kişiden de! İster bangır bangır okursun, ister hafif sesle. İster kampüste oku, ister yurtta, ister camide, ister evde! Haftada bir, on beş dakika Safahat okuyoruz. Sen de katıl, sen de bir grup kur! Al eline Safahat'ı!
Safahat bize neler öğretti?
30 gün gibi bir sürede 1000 Safahat okuma grubu hedeflenmiş ve 1250 grup oluşmuştu. Biz de “2 Tuğba 1 Belde” grubu olarak 3 arkadaş okumalara başlamıştık.

Safahat’ın içerisinde birçok farklı hayat hikâyeleri ile karşılaştık. Ayrıca kelime hazinemizi de geliştiriyorduk. Mükemmel bir edebi dille ve aruz ölçüsü ile yazılmış olan “Safahat”ın edebi yönünün ağırlığına rağmen aynı zamanda manzum hikaye kısımları ile akıcılığını koruyor bu hikayelerde içimizden birilerinin profilini çiziyor hatta bazı sosyolojik sorunlara değiniyordu. Ayrıca “Milli Şair”imizin şahsını, fikirlerini iyice tanıma fırsatı buluyorduk. “Safahat” Bir şiirden daha öteydi. Bir müddet bu okumalara devam ettik. Sonra arkadaşlarımızın zorunlu şehir dışına çıkma sebepleri ile grubumuz dağıldı. Artık birlikte okuyamıyorduk. Lakin bir alışkanlığımız olmuştu. Safahat’ı artık tek başımıza da okuyorduk. “Safahat”ın önemini kavramıştık.
Yeniden Safahat hareketi lazım!
Şimdi bunları paylaşmamın nedeni, acaba bu güzel organizasyona kaldığımız yerden devam edebilir miyiz?
Her yerde Safahat grupları oluşturabilir miyiz? Mavera Gençlik Hareketi bu konuyu gündemine alır mı? Mesela, veya MTTB veya Genç Öncüler?
Çok verimli bir edebi yolculuğa çıkarken belki “Milli Şair”e olan vefa borcumuzu da ödemiş oluruz.


Tuğba Erişen olsa keşke dedi
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İVAN İLYİÇ'İN AKLI!


25021.jpg

Tolstoy İslamcı mı Nurcu mu AKPli mi
Tolstoy romanlarında neden ibreti okurun gözüne sokar. Ondaki bu mesaj kaygısı nereden geliyor.



Tolstoy’un kaleminden doğan ve hayalimizde capcanlı gezinen karakterlerden biri İvan İlyiç. “İvan İlyiç’in Ölümü” isimli uzun hikâyesinde, özel işler memurluğundan, sorgu yargıçlığına terfi eden bir memuru anlatıyor. Diğer Rus yazarların eserlerinde rastladığımız gibi yine orta sınıftan bir karakter...
Yeni makamının verdiği forsla birlikte, yavaş yavaş eski arkadaşlarını hayatından çıkarır ve seçkin zümreden kendine yeni arkadaşlar edinir. Kendince uygun gördüğü biriyle evlenir İlyiç.
İvan İlyiç yükseliyor (mu?)
Üç yıl sonrasında iyi bir memur olduğu için ikinci bir terfiyle savcı yardımcısı olur. Daha sonrasında başka bir ile savcı olarak atanır. Orada üç çocuğunu kaybeder. Maddi durumunu bir türlü düzeltemez ve daha üst bir makama gelmek için hayaller kurar, durur. Yakın tanıdığı Zahar İvanoviç’in devletin üst makamlarından birine atanmasıyla, İlyiç de adalet bakanlığında iyi bir yere geçer.

25022.jpg


İlyiç’in ölümü buradan sonra başlıyor. Yeni gittiği yerde tam istediği gibi bir daire tutar ve her yerini özenle düzenler. Evin tasarımı hayatının bütün gailesi olur ve duruşmalarda dahi koltuk takımlarının, perdelerin renklerini düşünür. Bir gün tadilat esnasında duvar kaplamacısına zihnindeki tarifi anlatmak için merdivene çıkar ve dengesini kaybedip göğsünü dolap kapağının mandalına çarpar. Doktorların da teşhis koyamadığı bir ağrı duruşmalarda bir kararı açıklarken ve hayatının muhtelif anlarında böğrüne saplanır durur. İlyiç bu acıyla uzun zaman mücadele eder. Hastalığı ağırlaşır ve önce işine gidemeyecek sonra da şahsi ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak kadar elden ayaktan düşer.

Güzel günler çok eskideydi
Hasta yatağında yatarken hayatının güzel anlarını düşünüp mutlu olmaya çalışır. Neşe, arkadaşlık ve umut dolu çocukluk yıllarını özlemle anar. Gençliğinde yaşadığı aşk hatıralarından başka geriye kalan hayatında öldürücü çalışma ve para hırsıyla, huzurun daha iyi bir yaşam şartlarında olduğunu sandığı 11 yılı düşünür. Geçen yılların muhasebesini yaparken hayatın anlamını ve hastalığının sebebini sorar kendi kendine. Ölüm korkusu ve yaşama umudu arasında gider gelir.
Ailesinden ve hanımından beklediği şefkati, uşakları Gerasim’de görür ve son anlarında onu hep yanında ister. Günahsızlığın maddi ve manevi hafifliğini günah çıkarttığında hisseder. Bundan sonra daha çok yalnız kalmak ister.

Bir dolap mandalının ettiği
Yalnızlık anlarından birinde artık beklediği ölüm gelir. Böğründeki sancı hafifler. Karısı ve çocuklarının gözü önünde can çekişerek hayata gözlerini yumar.
Tolstoy; babil kulesine çıkıp insanlığa vaaz eden bir vaizdir benim gözümde. İvan İlyiç’in Ölümü’nde maddeye düşkün ve tek gayesi bir üst makam olan insanların, kazandıklarıyla mutlu olamadıklarını, aksine daha da mutsuzlaştıklarını gözümüzün içine sokuyor. Ayrıca küçük bir dolap mandalının İlyiç’i ölüme götüren hastalığa sebep olması, koca hükümdarlıkları bir sineğin yıktığı menkıbeleri anımsatmıyor değil.
Huzur duraklarını gösteren, şiiri hızla akan ırmak Cahit Zarifoğlu’nun “Bazı Özlemler” şiirinin “modern salonlar, koltuk takımları, büfeler/ başköşede sadece bakılan bir şamdan/ gümüş bir sürmedenlik düşündük/ ayaklara düşmüş kıymetlerini iade ettik sandık/ anne çehizlerinin” mısralarında maddenin insan hayatını istilasını duyabiliriz.
Tolstoy ve Zarifoğlu’nu dünyanın gönüllü ruh doktorlarına ekleyebiliriz böylece...


Ömer Asım yazdı
 
Üst