D/okunası Yazılar (Umutsuzluk ölüler içindir)

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
SALLAMA ÇAY OLUR MU!


27404.jpg

Her yiğidin çay içişi farklıdır!
Her ne kadar kahveyle başlasa da keyif yolculuğumuz çaya öyle bir geçiş yapmışız ki değme çay kültürüne taş çıkarır.




Kırk yıl düşünsem hatırlı yazarların, kahvelerini höpürdeterek üzerine titredikleri eserlerinden birgün başlarını kaldırdıklarında, karşılarında duran çaya serenatlar döktürecekleri hiç aklıma gelmezdi. Dünya işte, oluyormuş demek ki… Sizin de dikkatinizi çekti mi bilmem; son yıllarda çaya dair kitaplar, yazılar, çeviriler damak zevkimizi fazlasıyla okşamaya başladı. Hele işin inceliklerini bir ibadet huşusu ile yazıya geçirenleri okudukça çayın gümrah tadını ve insana huzur bahşeden rengini hep yanıbaşımda arzular oldum. Oysa kuru incir, fındık, üzüm, zeytin ve turunçgilin sahibine hatırı sayılır kâr bıraktığı zamanlarda, çayın adını bile anmak kimsenin aklına gelmezdi. Hayır, düşündüğünüz veçhe ile tecimevlerini çekip çeviremeyecek kadar ham bilginin yük olduğunun farkındayım fakat çay bir dileğin, ırmaklar gibi bereketli misafir eline tutuşturulan bir meşale değil miydi yoksa?
Derler ki çay, kahvenin o çok nazenin gururundan fedakârlık yapmaya pek de öylesine yanaşmadığı yıllarda girdi dünyamıza. Gururluydu çünkü, sarayların inci mercan döşeli, el oyası işlemeli mutfaklarında ağırlanıp kallavi sefirlerin, elçilerin, paşaların divanında huzura kabul edilirken, birden yerini yadırgayanlara mahsus kırgınlıkla üzerine kuma getirilmiş gibi somurtmaya başladı. Hani kırk yıllık hatır olmasa bir gün dahi durmazdı ya, neyse… Hem, o güne kadar kenarın dilberi sayılan çaydan nazenin olur muydu hiç? Olmazdı elbet, uzunca bir zaman olmadı da. Fakat çayın, hoş rayihalar eşliğinde gönlümüze aktığı ilk günden bu yana dil ucuyla dahi olsun kahvenin hatırını yine de sormadık değil. Her ne kadar şunca yıllık dostluğumuza halel getirmemeye çalışmış olsak bile yiğidin hakkını yemek de aklımızın ucundan geçmezdi tabii ki. Orhan Veli sağolsun, “kıskanma güzelim kıskanma/ senin yerin başka, onun yeri başka” dememiş olsaydı, nasıl tamamlanırdı ki bu faslın sonu?

Kahvenin hakkı kahveye

27405.jpg


Rivayet muhtelif, ancak Hoca Ahmet Yesevi’nin duası olmasaydı, hiç bu kadar bağlanır mıydık sanıyorsunuz çaya? Bu bir tarafa, ya Çinlilerin “Tatar atlılarının çizmeleri gibi kara, güçlü bir öküzün boynuzları gibi kıvrımlı, tatlı bir meltemin dokunduğu göl kadar parlak” şeklindeki övgüsüne ne demeli? Nice övgüler arasında kısmetime bu çıktı, demeyeceğim. Tarih nasılsa kahvenin hakkını kahveye, çayın hakkını da çaya verecektir elbet. Niyetim şimdiden belli olsun; ruhumuzda derin bir tazelik aralayan çay, başlı başına bir kültürel değer sayılsa yeridir. Dünyanın dört bir köşesinden anlık tatlarla örülü haberler almaya bu kadar dikkat kesildiğimiz başka hangi damak dostu vardır ki? Varlığını Çinlilere borçlu olsak da çay, Japonların, İngilizlerin, Rusların, Fransızların ve Moğolların binbir çeşit ritüel ve ayin havasında geçen çay keyfine dair sımsıcak anlatılarla dolu. Özellikle içine çay doldurulan nesne ile başlayan bu keyifli yolculuk, günlük hayatımızın olmazsa olmazları arasında eni konu bir yer işgal ederken, geniş coğrafyalardan terkibi bütün haberler de devşirir bizlere. Çayla ilgili tekerlemeler, bilmeceler, maniler, ilahiler, efsaneler, fıkralar, gelenek ve görenekler başlı başına kültürel değerlerdir. Çay içme fasıllarının önemini kabul etmekle birlikte, bu fasılları tafsilatıyla sefirlerin anılarından öğrenmek bile çayın hâlihazırda devlet ricalinde ne denli önemsendiğinin bir nişanesidir.
Her yiğidin çay içişi farklıdır
Bakın, Fransız entelektüellerinin sıklıkla uğradıkları mekanların daha sonraları birer çay salonlarına dönüştürüldüğünü, bu kültürde çayın porselen bir fincanda ikram edildiğini, ikrama ilave olarak küçük bir çikolata, krokan veya prafin ile birlikte yudumlanan çayın eşsiz lezzetine dair yazıları sağolsun Pierre Loti’den okudum. Japonlar için ise çay ve beraberindeki seremoni tam bir ayin havasında geçmektedir. Özel çay evlerinde ağırladıkları konukları için, birbirinden güzel tatlarla sunulan bu hoş ikram konukseverlik gösterisi olarak neredeyse biricik ölçü kabul edilmektedir. Şimdi İngilizleri anmamak olmaz elbette; İngilizler için çay, ilk zamanlar prenslerin, asillerin, şansölyelerin vazgeçemeyecekleri bir içecek haline geldiğinde, bildiğimiz ikindi vakti olan ‘beş çayı’nı bütün bir dünyaya da armağan etmişlerdir. Bu arada İngiltere Kraliçesi’nin çay suyunu gittiği bütün gezilerinde yanında taşıdığını biliyor muydunuz?
Çaya şiir de yazılmış ilahi de
Yaygınlık kazanmaya başlayan çay, beraberinde sıkı tiryakileri ve bu işin pek de heyecanlısı olmayanlar tarafından alel usûl hazırlanmış ikramları getirdi. İflah olmaz bir çay tiryakisi olarak söylemek zorundayım; öyle her kahvehanenin, her çay bahçesinin çayı içilmez. Çünkü kahve kadar iyi demlenmiş, tavını almış çay hazırlamak da büyük bir maharet ister elbet. Ben Erzurumluların yalancısıyım, közde hazırlanan çay suyuna, sıkı elenmiş ve çırpma usulünün bütün incelikleri eklenerek kıvama getirilmiş çay kadar lezzetlisi olmazmış güya. Bilemem, ancak kıtlamanın mucitlerine bu yaştan sonra iyi çay demlemenin inceliklerine dair gizli sırlarımı paylaşmak istemeyecek kadar da kıskanç olduğumu itiraf etmeliyim. Hem Ahmet Mithat Efendi’nin damak tadına güvenenleri haklı çıkartacak birçok yazı var elimde. Olur ya Efendi’ye bile itiraz edecekler çıkabilirse de aramızdan, bir kez dahi olsun ona kulak vermekte kararlıyım. Şöyle diyor:
“Bûyu hoştur, rengi hoştur, taamı hoştur, şurbu hoş,
Demlenirse pek hoş olur, afiyetle iç çayı.”
Az daha unutuyordum, şiirin devamında “bardak ile iç çayı” diyen Efendi’nin gönlünü hoş etmek adına, hatırasına duyduğumuz saygıdan, semaver gibi müthiş bir buluşu gözden kaçırmamak gerekiyor. Hoca Ahmet Yesevi’nin mirası sayılan şifa iksiri çay, asıl şöhretini semavere borçludur elbet. Çünkü semaver, bir şifa dağıtıcısı olduğu kadar, insanlara bir hayat, muhabbet verici, dertlere deva olarak görülmüştür Orta Asya bozkırlarında. Oysa şimdilerde, değil semaver, cam bardak dahi ortadan kalkmış ve zıpır denilecek çağda, birden ortalığı kaplayıveren “cafe”ler, çayı porselen ya da cam fincanlarda sunmaya başladılar müşterilerine.

27406.jpg


Bu adet de nereden çıktı?!

Ah ah, ya sallama çaya ne demeli? Yüzyıllardır bildiğimiz, babadan görme usulle tavına getirilerek demlediğimiz çay, şimdi sıcak suya bırakılan sözümona poşet çay ile görücüye çıkıyor. Kim inanır bu çayın güzelliğine, kim aldanır albenisine? Ben ince belli bardaktan içtiğim çayın tadına ne porselen ne de diğer envai tür nesnede varamadım. Bu konudaki kırgınlığımı bağışlayın, çay içmenin ahengine kendisini kaptıranları yakından görmek şerefine erenlerdenim; ya çayı alelade bir içecekmiş gibi tez canlılıkla içenlere ne demeli?
Evlerimizin, sohbet halkalarının, arkadaş gruplarının kral içeceği çaya biraz saygı lütfen!.. Hani hatırlayanlar mutlaka çıkacaktır, çay ilahileri dahi vardır. Erbabından dinlemeli.
Çay kültürüne dair yazılanları ve çay sohbetini bitirmeye pek gönüllü olmasam da içimizde her gün, her mevsim bizleri çağıran o mayhoş kokunun peşinden gitmeye hazır bekleyenlere selam olsun diyorum. İzninizle şu çayımı bir demleyeyim!..

Reşit Güngör Kalkan çay tadında yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
CİNAYETİ GÖRDÜM!..


27632.jpg

3. sayfa haberi değil bu!
Her cinayet aynı değildir ama öldüren de ölen de tanıdık olduğu sürece trajedi sürer gider.




Edebiyatın iflah olmaz takipçileri başlığa bakıp, yine pek uğursuz olduğunu hissettikleri bir mayına basacaklarını düşünebilirler. Eh, bunda haksız da sayılmazlar. Zira “cinayeti gördüm” başlığının arkasına sığınan muharririn, birazdan nasıl da sinsiliğe bulanmış konfetiler yağdıracağını çok iyi bilmektedirler. Hem nasıl bilmesinler ki; başlığın hemen girişinde muharrririn, o çok bilmiş kasıntılar eşliğinde “hadi itiraf edin, şaşırdınız değil mi?” (Ahmet Turan Alkan üstadımızın şimdi kulakları çınlıyordur, eminim) sorusunu, müşterisini kafakola almaya çalışan ve bunda oldukça da başarılı olduğu gözlenen otogarlardaki klasik seyyar satıcı fenomeniyle karışık tavırlarından çıkarmanız pekâla mümkün. Ve devamında akıllara eza, keyif çayına uzatılan sigara gibi, “gördünüz mü, nasıl da hemen sarıldınız yazının devamını getirmek için kitaba!” bilgiçliğini buz gibi sineye çekmeniz işten bile değildir.
Bu cinayet başka!
Başlarken bir cinayeti sorgulamak ya da ne bileyim, yakası açılmadık itirafnameler sunmak gibi bir düşüncemiz olmamasına karşın, var olan, günübirlik yaşadığımız gerçek bir cinayetin, “kitap cinayeti”nin fevkalade önemli, kutsal(!) bir vazife anlayışıyla akıllara durgunluk verdiğini de görmezden gelemeyiz ey erenler!.. (Ünleyişimi bağışlayınız lütfen; çünkü hem okur olup kitaba bigâne kalmak, hem de ermiş olmak ancak bize mahsus bir ayrıcalık olsa gerek.) Hemen düzeltiyorum, vebali üstad Peyami Safa’nın boynuna dolansın, neme gerek! Üstadın ta 1935’te yazdıklarını, göçebe ruhu taşıyan bir toplumun yerleşik hayata uyum sağlamaya çalışırkenki tedirginliğini, dolayısıyla kitaba karşı takınılan tutumun bilinçaltı gerçeğini ortaya çıkarması bakımından realitesini nasıl olur da sade suya tirit kabilinden ademe mahkum edebiliriz? Bakınız o ne diyor ey erenler: “Türkiye’de kitap kadar hakarete uğrayan hiçbir mal yoktur. Hamidiye suyu değil, izmarit, kirli paçavra, eski kundura, boş şişe hatta molozların içinden çıkarılan kırık tahta veya demir parçaları bile sırasına göre, hammaddesinin tartısından fazla fiyat ve alıcı bulurlar. Yalnız kitap, kör olası kitap, adı batası kitaptır ki, yerlerde köpek tersiyle bir hizada altına bir bez parçası bile yayılmadan pazara çıkarılıyor. İlmine, edebiyatına tabanlarıyla bir sırada yer veren ve kafasının gıdasını ayaklar altında süründüren bir memlekette kitabın bakkal dükkânlarında hiç olmazsa bir iki metre yüksekliğe asılan süpürge kadar da haysiyeti kalmamış demektir.”

27633.jpg


Magazin nevinden haberler söz konusu olduğu vakit âleme nizamat vermeye kalkışan eşsiz güzellikteki ülkemin eşsiz ekabiri ve de yüksek ricali, hanidir okuma işine ‘ehli kitap’ olup bir irtifa kazandıramadılar ya, o saat cinayet vaktinde ellerine bulaşan maktule ait kanın farkında bile değiller, pek esef!.. Günden güne yozlaşan, aşınan, eskiyen hiçbir alışkanlığımız kalmamıştır ki okuma işine vakit ayıranların iç sızısını az da olsa dengeleyecek kadar olmasın. Şimdi rakamların (en azından bu metin içinde) iç karartan derinliğine dalıp başka ülkelerle kıyasa tutuşmanın hiçbir mantığı olduğunu sanmıyorum. İşlediğimiz cinayetin ‘nefsi müdafaa’ kaldırır hiçbir tutamağı da yok. Yok ve maktulün kanı üzerine bina edeceğimiz kültüre ve medeniyete dair ne varsa, ağır bir vebal olarak er geç karşımıza ‘zombi’leşerek çıkacağından da kimsenin şüphesi olmasın. Kitaba kıyılan ve kitabın her vakit, her dönem ateşle dans ettiği bir coğrafyanın üstünde yaşanan bu kültür katliamının; muhalif seslerin önüne yığıldığı gibi, her gün televizyonların envai çeşit kanallarında adeta ‘bakın görüyor musunuz, eğer siz de çoluk çocuğunuzun kitap okumasına izin verip onları görmezden gelirseniz, er geç bir gün çocuğunuzu da böyle alnını yere dikmiş bir şekilde izlemeniz işten bile değildir’ mesajıyla karışık korkutmalar neyin nesidir dersiniz?
Kitaba küstük mü?
Aslında kitaba doğru yapılacak yolculuk denemesine üstadın ifadelerini ters yüz edici bir mantıkla çıkabilirdik. Bu hem evrensel ölçüdeki entelektüel duyarlığa sahip bireylerin sağlam duruşu açısından, gerçekte, “dantellektüel” söylemlerin inandırıcılıktan ne kadar uzak olduğunu ispatlamaya yetecek ve artacaktı bile. Ama olmadı. Her ne kadar, içi kitap dolu(!) yolculuklara çıkarken yanımıza hiç olmazsa roman, şiir, hikâye, deneme, biyografi türünden bir tek eser dahi olsun almıyorsak da, “Türk’üz, doğruyuz, çalışkanız biz!..” Toplumsal değişim tüketiciye şirin gelen kabuğunu binbir süsle sarıp sarmalarken o müthiş dimağları en az kabartan nesne nedense hep kitap olmuştur. Nedendir, niyedir diye sormak, patavatsızlığın en önemli alâmet-i farikasından sayıldığı için ekonomik sebepleri öne sürerek kirişi kırmak sanırım yapılacak en akıllıca iş olacaktır! Kültürel mirası geniş bir seyir izlemiş çok eski bir geleneğin köküne kibrit suyu dökercesine iş bu varislerdir ki; gelecek nesiller ya da sözümona kültürel gelişmişlik adına kitaba bu derece kayıtsız görünmeleri doğrusu anlaşılır bir durum değil desem, kimin umurundadır sanki? Ya da yılda beş, bilemediniz altı bin telif eserin basıldığı bir ülkenin kitaba yaklaşımı genel nüfus oranına vurulduğu vakit ortaya çıkan korkunç tablonun dehşetinden kim veya kimler, neden ürkecektir ki? Nasılsa devlet katlarında ‘iyi’ ve ‘kötü’, ‘bizden’ ve ‘karşıdan’ tasnifine çanak tutan sözümona bu ülkenin kültürel açılımı için ‘savaşım’ vermeye amade yiğitler her daim o cengaver saldırganlıklarıyla hazır beklemektedirler.
Bir Mankurt diyarı
Anlaşılan o ki, üstad Peyami Safa’nın yaşadığı yılların Türkiye’si buhran anaforundan kurtulmak adına bir arpa boyu yol alamamış maalesef. Düşünsenize; adına kitap denilen nesnenin serencamı üzerine o kadar çok şey söylendiği, yazıldığı, çizildiği halde bizler özelinde eğitime yatırım yaptığımızı söylerken ders kitaplarının dışına çıkaramamışız insanımızı. Bütün bunların ötesinde yazının, kitabın önemine haiz gerekçeli inancı yerleştirmeyi becerememişiz vicdanlara. İçimizdeki okuma hevesi hep ertelenen bir tören havası içinde geçmiş. Sonra şunu da düşünüp cevaplamak gerekmez mi, içindeki kitap pusulası bozuk olan okuyucunun uğrayacağı salim bir liman neresi olabilir acaba? Kıvırtmadan söyleyeyim; İdeolojilerin o içi kof kavramları arasında boğulmuş, varlığını sadece pek nazenin bulduğu ‘eylem güzeli’ne adamış, sürekli çatışmacı, sürekli devinen bir ruhla sığ suların güvenliğinden kendini sorumlu tutan bir acayip ‘mankurt’ diyarı…
Cinayeti gördüm dedim ya!
Farkındayım, cinayeti gördüğümü söylediğim zaman, tafsilatlı ve pek akademik bir üslubu bekleyenleri yeterince hayal kırıklığına uğratmış bulunuyorum. Zahirde pek iyi niyetli gibi gözüküyor olsa bile bu yazıyı efkâra teşmil etmek gibi bir düşünce hâsıl olmadı fakirde. Nice kitap tutkunlarının adı geçen cinayet karşısında ellerinin, ayaklarının buz kestiğini görür gibiyim şu an. Onların kitaba zulmedildiği bir çağa denk düşen hayatları binbir pişmanlıklar, öfkeler, sitemler yumağıdır doğrusu. Ancak yine de ümidimi yitirdiğimi gösterir bir belgeyi cinayet faillerine, cürm-ü meşhud halde yakalanmış olsalar dahi vermeyi kesinlikle düşünmüyorum. Toplumsal bilincin lif lif dokunduğu, sancılı kafaların ve kaygılı yüreklerin henüz kafakol hareketlerine maruz kal(ın)mayı sükut halinde sürekli izleyecek kadar sözlerinin bitmediği kanısındayım. Bu ülkenin dilini her gün dört koldan kesmeye azmetmiş, kültürünü dilinden daha da beter duruma getirmiş sözümona aydınlanmacılardan kurtulmadığımız sürece bahsi geçen cinayetlere her gün bir yenisinin eklendiğini görmek ve yaşamak acısını yazmaya devam edeceğimizden kimsenin şüphesi olmasın.
İş bu değini, cinayeti gören rikkat sahibi bir fakirin kaleminden sadır olmakla birlikte, gördükleri karşısında kılı dahi kıpırdamayan pek muteber devlet ricalinin ve ‘aydıncık’larımızın aziz ruhlarına ithaf olunur!..

Reşit Güngör Kalkan dikkat çekti
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
RAMAZAN GELDİ!


27757.jpg

Soluklandığımız mavera: Ramazan!
Reşir Güngör Kalkan Ramazan'ın arifesinde bereketli vakitleri selamlıyor.



Susam ve tütsü kokulu bir çocukluk rüyası
Cümle sıkıntılarımız bu pek naif, pek asude mevsimin dili ile bitiverecek sanki. Nasıl derler, Ramazan kokusu bütün bütün ülfet kurmaya başladı ruhumuzla. Ramazan diyorum, hani susam ve tütsü kokulu bir çocukluk rüyasından geriye hatırlanan tek güzel şey… Kapısı şimdi sımsıkı kapalı ve evlerin bahçelerindeki cümle yeşilliklerin birer birer kurumaya yüz tuttuğu geçmişin usta anlatıcısı… En çok hatırlanandır Ramazan mevsimi, en çok hatırda kalanların biriktirildiği bir kucak maneviyat ikramı biz insanlara. Kimseye kıyamıyorum ya, yine de vardır aramızda unutmaya hevesli olanlar, hatırlatmalıyım; Haminnelerin, hatmilerin, akasyaların birer birer mevsiminden sökün ettiği bu tek değişmeyen gerçek, yakamızdan usulcacık yine asılıverdi. Bir kaçış olsun diye mevsimlerden söz açtığımı düşünmeyiniz lütfen. Ramazan her yıl âlicenaplığını gösterip on gün daha erken çalıverir kapımızı. Çalınan kapımızdan şikâyetimiz yok olmasına yok elbet; doğrusu içten içe, biraz da pek belirsiz bir ülfet sızısı ile karışık bu heyecan faslı için, cömert sayılabilecek cümleler geçiyor gönlümden. Hani, bütün günahlardan azade kılınmış ve iyimser olan bütün annelerin çocukları için ettiği dualar gibi. Şimdi, birazcık akıldâneliğimi hoş görürsünüz diye soruyorum; sokakların, caddelerin, şehirlerin ve dahi dünyanın ruhuna sinen o lezzet kumkuması kokuyu duyuyor musunuz siz de? Bildiğimiz, dört başı mamur sofraları süsleyen taamların ötesinde, varlığımızı kuşatan ve bilincimizi yeniden yeniden kudreti sonsuz bir güce çağıran o mümbit iman kokusu gibi var mıdır insana bahtiyarlık bahşeden başka bir şey?


27754.jpg



Her adımda bir yaşadığımızı hissettiren o kudret sırrının Ramazan'a ermenin çok çok ötesinde, maveradaki buhurdanlıktan süzülen bu koku ile mutlaka bir yakınlığı olmalı. Gün bir yana, hele sahurun… Sahurda etrafına toplanıverdiğimiz hiçbir açlık yoktur ki gün boyunca tok tutuversin insanı. Şafak vakti dünyanın göz alabildiğine birer renk cümbüşüne döndüğü pencerelerden sızan ışıklardaki mutluluk paylaşılırken bile kıskandırıveriyor insanı. Ev halinin binbir hünerli ellerde hizaya dizdiği mevsimine özgü yemeklerin sahur sofralarındaki bereketini nasıl açıklamalıyız peki? Öyle ya, nefsimizin binbir tatlarla örselendiği ve bütün tamahların akşam ezanıyla dağılıverdiği o büyülü an, hangi rikkat ehlinin gözünden kaçar dersiniz? Doğrusu, örselenen nefis atı, nefis taamlara bir at hızıyla koşturuverse de içimizdeki arınma duygusu, günah kaygısı gözlere şenlik sofraları hepten bastırıyor.
Zaman ve Ramazan arasında duran insan
Şu günlerde Ramazan kelimesinin her hecesinde renklenen bir şey oluveriyor zaman. Zaten zaman ve Ramazan arasında duran insan için ümitle beklemekten başka ne vardır ki şu dünyada? Geride kalanlara rahmet penceresinin ardına kadar açıldığı ve dünyalıklara ise sabır, sükûnet telkin eden ağzı bağlı bir ay doğuyor sofralarımıza. Hele çocukların ilk oruçlarının gün içindeki seyirlik hallerine doyum olmadığını nasıl anlatmalı; sabahın ilk ışıklarıyla okula ayarlı minicik bedenler, annelerin oruç faslını pek ciddiye almadıklarını gösterir bir tavırla ceplere yerleştirdikleri paraların nasıl harcanacağı düşüncesi ortada durmaktadır şimdi. Hani körpe yüzlerinden okunan masumiyetle orucun cümle saflığını âleme seyrettirdiği öğle vakitlerinde artık suya hasretliği ziyadesiyle artmışken olur mu şimdi köşe başında pamuk şeker yemek? Gayrı dizlerdeki dermanın kesildiği ikindi sonrası bekleyişler, kazanacağını düşündüğü sevapların hatırına değil mi sanki varsın olsun, nasılsa birazdan top gürleyecek. Bak top dedim de aklıma geldi, belki birazcık top faslı vakit
27755.jpg
geçirmeye iyi gelir, neden olmasın. Akşam çökmüştür artık, o ince sızı dizlere kadar inmeye başlamıştır, hani ne de zormuş oruç tutmak diye bir an düşünür ya, yok yok, inadı inat illaki bundan sonraki günlerde de tutacak. Ve işte top sesi, işte ezan; “Ya Rabbi, şükürler olsun bizlere verdiğin nimetlere, sağlık ve afiyete…” Sonra, hatırlarsınız çocukluğun o minicik avuçlara sığıştırmaya çalıştığımız ve dökülmesinden korktuğumuz iftar dualarındaki gizli sevinci. Hiç kimsenin günahını almak istemem, huzur demlerini hep ramazan faslı söz konusu olunca yaşadığını itiraf eden üstad Ahmet Rasim’siz bir sohbet düşünülebilir mi dersiniz? Bindokuzyüzlerin başlarını ve daha önceki Ramazanları anlatırken üstadın tadına doyum olmaz dili, üslubu ve konusu enikonu bir ziyafet çekmenize fazlasıyla yeter de artar bile. Ramazan davulcusundan tutturun da giyilen elbiselere, gezilen yerlere, mekânları adınca dolduran kabadayılara, gizli gizli oruç yiyenlere ve Ramazan muakaşalarına değin bir güzel feraha erdirir okuyanı.
İftarı meleklerle beraber yaşıyoruz
Açıkçası günün bütün şekvasını sırtladığımız o son saatlerin dayanılmaz sabırsızlığını bütün meleklerle birlikte yaşadığımızı düşünüyorum. Sofralarımıza konan ramazan kanatlı meleklerin, hiç olmazsa bir tek hurma veya zeytin tanesi kadar şefkat dolu üfleyişlerini hissedebiliyorum. Bakmayın siz İstanbul’un ramazanlarını ballandıra ballandıra anlatanların kasılmalarına. Ramazan, bütün celadeti ve munisliği ile yanık bozkırların alabildiğine uzandığı Anadolu şehirlerinde soluklanmaktadır her yıl. Bütün saflığını, duruluğunu sırtlanarak taşraya misafir olan Ramazan, köylerin sırça köşkleri aratmayan o sıcacık ker*** damları arasında ve mevsimine göre tarlaların, yazının yabanın alazlanan kavurucu sıcağı altında diller lal olana değin müthiş bir inanç kilidi ile kaim iken, kışın ise ılık yağmurların, pek cevval karların altında, geçmişe dair hikâyelerin ısıttığı hepsi bir dem olmuş derviş gönüllülerin bir göz odada ezan saatini beklerken söyleştikleri ulvi, candan cümlelerle karşılanır.
27756.jpg
Alıştığımız tatların, kokuların, alışkanlıkların sükûn zamanına varınca, pek şekvacı müstakbel keyif ehlinin ağzını bıçak açmaz olur. Nasılsa gözü tok bir niyetle sabrettikleri mevzuu, şunun şurasında otuz günlük bir perhiz provasıyla kaimdir. Fakat takdire şayan bu hal, mevsimlik tatlı bir anı hükmündedir çoğu zaman. Hani evlerimize konuk olan o tatlı telaş ve şenlik, yıkılacak bütün günahların kefareti olacaktır. Her yüzde okunan ve dalga dalga yayılan iç huzuru, bütün sokakların, caddelerin gönülleri okşayan süruru ile revnaklanır o saatlerde. Gece yolcularına ‘seferi’ hallerinin verdiği ve bütün göklerin merhamet sükûnu ile açıldığı söylenen Ramazan, içimizde biriken ve birikirken kirlettiğimiz isimlerimizin gündüz beklediğimiz duraklardaki şifresi oluverir. Nedir bizleri isimlerimizin sırrına varmaya engelleyen sır? Herkes içinde biraz da Ramazan taşımaz mı sahi? Halimiz bir bahçede izini süren bir nefes ve bir günlük kelebeği andırıyor. Yoruldukça daha çok çırpınan, çırpındıkça izini daha çok kaybeden bir koza kelebeği… Artık rehin bıraktığımız dudaklarımız, dua vakitlerinin misk kokulu heyecanıyla çarpacak secdeye. İki dudak arasında büyüyen yepyeni, dupduru bir dünyaya yürümektedir kalplerimiz. Füsun ve rüya demlerinin, hani üstad Ahmet Rasim’in söylediği “gülleri açmış, sümbülleri, laleleri, zerrinleri, fulyaları yetişmiş, bülbülleri şakıyan otuz günlük bir baharistan” olan Ramazan ile seyretmekteyizdir âlemi. Dünyaya dair ne varsa, uhrevi haleler içinde kaybolan insan tabiatımızı çağıracak yeniden. Aç ve susuz kalmanın tezekkür halini lezzete çeviren melekiyetimiz dirilecek. Fikrimiz yalın, zikrimiz kalbî, şükrümüz asude durulukla çınlatacak geçtiğimiz mekânları.
Aklım rindmeşrep ehlinde
Kimseyi gücendirmeye niyetli değilim ama, Ramazan’ın büyük bir iştiyakla beklendiği Şaban’ın arife günlerinde, güngörmüş, pek un eleyip elek asmış tavırlarla, “nerede o eski Ramazan eğlenceleri” türünden sözümona hayırhah merasimlere hiç ısınamadım. Kemal-i ciddiyetle, halis bir gönlü bulandırmanın hiç taraftarı olmadım. Aklım hep bütün irfanını, yekpare mevcudu ve insana neşe veren manevi ibadet huşusu ile renklendiren rindmeşrep ehlinde kaldı. Onlar ki ibadetlerini neşeye, eğlenceye rapteyleyen anlayışlarıyla uzak birer yıldızdı(r)lar.
Kudreti sonsuz sır bizleri de Ramazan’ın hatırına o uzak yıldızlarına komşu kılar inşallah. Ramazan’ınız mübarek olsun efendim.
Reşir Güngör Kalkan bereketi anlattı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ONLAR EMANETLER


26920.jpg

Senin Peygamberin de bir yetimdi
Ömer Karaoğlu yetimlerin gözlerine bakmanın lüzumuna dair yazdı




“öyleyse sakın yetimi üzüp kahretme…”​
(Duha suresi/9)​
Yetimler…
Allah’ın bize yeryüzündeki emanetleri…
Bir yetimin gözüne baktığında insan, onun gözlerinin diğer çocuklarınkine şaşırtıcı derecede benzediğini fark eder.
Kendi kurtuluşumuz için onlardan çok bizim onlara ne kadar ihtiyacımız olduğunu bu işe gönül veren kardeşlerimle bir özel proje için gezerken bir kez daha anladım.

26921.jpg


İHH’dan sevgili kardeşim Ümit, “maskesiz” yönetmen Gökhan kardeş ve kameraman arkadaşlarla yetimlerimizi yurtlarında ziyaret edip onlarla birlikte bir klip çalışması yaptığımız sıralarda, tüm çocukların aynı dili konuşabildiğini gördük. Bir kaç kelimesini kabiliyetimiz ölçüsünde zamanla anlayabildiğimiz özel bir dil bu.
Şükür, organizasyonlarımız var!
İHH ve Yardımeli’nin Uluslararası çocuk buluşmaları ve kardeş aile programlarında buluştuğumuz rengarenk yavruların her biri bir başka âlem. Kimi kıpır kıpır yerinde duramıyor, kimi nazlı ve sulu göz, kimi büyümüş de bir bilge olup sonra küçülmüş gibi... Son tahlilde “çocuk”… Bir farkla ki babasız yahut annesiz… Saf, masum, hilesiz, ön yargısız… Bir meleğin kanatları gibi kolları. Küçücük elleri bir parça güven duyup yürek sıcaklığınızı hissederse uzanıveriyor elinize.
Sevginin evrensel dili
Afrika’da yüz kadar yetimin bir arada kaldıkları derme çatma yetimhaneye ilk kez uğruyorduk. Onlarla biraz şakalaşınca, yanı başımda beliren bir çift minik siyah elin ellerimi ve tenimi şaşkınlıkla incelediğini fark ettiğimde, daha önce arkadaşlardan dinlediğim benzer öykülerin insanı sarsan gerçekliğiyle yüz yüze gelişimi hatırlıyorum. Hiç bilmediğim yerel diliyle evrensel bir şeyler fısıldıyordu ve her nasılsa onu anlayabiliyordum.
Bu yolculuk süresince Ağrı’da, Sabra ve Şatilla’da, Beyrut’ta ya da Afrika’nın bir ucunda gördüğüm bu çocukların gözbebeklerinde hep aynı ibareyi okudum: UMUT!
Bir yetime anne olsak baba olsak
Yeryüzünün tüm yetimleri... Rengi, ırkı, ülkesi ne olursa olsun… Fıtratın melek yüzlü çocukları…
İlla da gözleri…

26922.jpg


Merhamet olunmak isteyenler için gözleri, ne kadar da davetkar.
Allah’ın elçisine Uhud’da şehid düşen bir Müslümanın oğlu sorar:
-Babam nerede?
-Baban şehid oldu.
Ağlayan çocuğun başını okşayıp kucaklayan Allah’ın elçisi çocuğa sorar:
-İster misin ben baban olayım, Aişe de annen?
Bu ülkeden ya da uzak diyarlardan gözleriyle bize bir şeyler söylemek isteyen çocuklara bir yol bulabilir miyiz? Geç olmadan, şimdi… Kim bilebilir, belki cennetimiz onların gözlerinde ve küçük avuçlarında saklıdır.
Bir ses ver. Orada mısın aziz okuyucu?
Diyalog:
-gözlerin ne kadar büyük amca?...
-seni daha iyi görebilmek için
-ellerin ne kadar büyük ve tırnakların ne kadar da uzun…
-seni daha iyi tutabilmek için
-ya dişlerin… ne kadar keskin ve sivri…
-seni daha kolay yiyebilmek için
-ya kalbin…kalbin ne kadar kara!
-???...
-neden öyle donuk, dehşetli bakıyorsun amca?
-gözlerin çocuk… gözlerin ne kadar AKSA!!!

Ömer Karaoğlu yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Haber-20110813-19155.jpg



spacer.gif
Eski Eşyalar
spacer.gif

yazi_1.gif
yazi_22.gif
yazi_33.gif
yazi_44.gif
spacer.gif
spacer.gif
Canan Candan Yazdı... / Eskidiğini düşünerek attığımız o eşyalar. Ne kadar anı yüklemişiz onlara. Belki de bu yüzden..
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
Bir sabah uyandığınızda etrafınıza bakıp kendinizi olduğunuz yerde yabancı hissettiniz mi? Bazen hepimize oluyor bu. En çok da yeni bir eve taşındığınızda bunu yaşıyorsunuzdur. Hele bir de eşyalarda yeniyse... İçte içe kendinizi emanet gibi hissetmeye başlarsınız. Hayat boyu her şey değişiyor yaşanmışlıklar, duygular,düşünceler, hayaller bile. Ama ben bu gün değişen başka bir şeyden bahsetmek istiyorum.
Yıllarca kullandığımız ve farkında olmadan bütünleştiğimiz eşyalarımızdan. Bütünleşmek dediysem abarttığımı sakın düşünmeyin. Sizin de evinizde vardır; babanızın oturduğu olmazsa olmaz koltuğu... Annenizin sürekli kullandığı mutfak eşyaları... Kendinizin küçükken küstüğünüzde ağlamak için sığındığı bir yatağı bir divanı...
Eskidiğini düşünerek attığımız o eşyalar… Ne kadar anı yüklemişiz onlara... Belki de bu yüzden bu kadar çabuk eskidi. Yenisini almak, hemen yerleştirmek için ne kadar da sabırsızlanıyoruz. Bir anda eskiyen eşyalara sırtımızı dönebiliyoruz. Oysa ki her sökülen her dökülen her kırılan her yırtılan yerinde bir yaramazlık saklı; solan renklerinde ömrümüz saklı. Eşyalar değişiyor biz değişiyoruz ; biz değişiyoruz eşyalar değişiyor.
Baktığımız eski yırtık bir resim bunu çok iyi anlatır. İlk baktığımız şey kendimiz olur. Ne kadar değişmişiz. Sonra oturduğumuz kanepe, koltuk yere serdiğimiz halı, ortalığa saçtığımız kıyafetler... Hatta camdan görünen o dört köşeli manzara her şey değişmiştir. Zaman hem bizi hem eskitmiş hem de eşyaları……
Bugün ben de resimlere baktım. Hepimiz ne kadar da büyümüşüz. O resimlerde neler saklı neler. Bir anda o zaman ki umutları heyecanları fark ettim. Sonra da eşyalara gözüm takıldı. Annemin evde diktiği pileli divan örtüsü kendi elleriyle işlediği kırlentleri... Ne kadar da doğal ve sıcak.
Resimdeki duruşumuzdan yaramazlığımız... Fotoğraf makinesine olan yabancılığımız... Yüzümüzdeki şaşkın gülüşümüzle tam bir aile tablosu olmuşuz. Resimler değişikliğe göre, zamana göre sıralanmıştı. Önce kanepelerimiz değişmiş (bu eve taşındığımızda aldığımız ilk mobilyalar). Ardından o çok sevdiğim divan gitmiş, sonra perdelerimiz değişmiş, biz değişmişiz, yüreğimiz değişmiş. Eşyalarla doğru orantılı olmuşuz. O zaman ki sorumsuzluğumuz, hayatı ciddiye almayışımız, kahkahalarımız, gözyaşlarımız, umutlarımız eşyalara sinmiş.
Değişen eşyalarsa eskinin yerini almaya çalışmış ama bunu başaramamış ve odalarda sığıntı gibi durmuş. Ne bir mana var ne de bir sıcaklık. Şimdiyse bunlarda eskimişler. Eskimelerine rağmen yerini aldıkları o eşyaların eskiyen tadını vermiyorlar. Çocukluk bitti, yaramazlık bitti. Eşyalar da bizim yaramazlığımızdan kurtulmuş olacak ki şimdi bu kadar manasız. Dört çıtadan oluşan pencereden gördüğüm manzara bile değişmiş, sokaklar değişmiş, camdan evimize sinmiş, sonra da içimize……
Kaybolmuşuz hiçlikler arasında
Yok olmuş çocuksu duygularımız
Sevgiyi unutmuşuz,
Atmışız eskiyen eşyalarla.

Canan Candan
Haberin Dünyası


 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
HANGİ BAYRAK SENİN?!


28070.jpg

Şaşırma, doğru bayrağı doğru tut!
Öyle bir bayrağa emek vermelisin ki, aklını, kalbini mutmain etsin. Yıkasın yıkasın durulasın; güneşe açsın seni.



Mesele doğru bayrağı tutmaktır.
Daha iyisi; doğru bayrağı doğru tutmaktır.
Öyle bir bayrağa sevdalanmalısın ki, an’dan sonsuza sözü olmalı.
Öyle bir bayrağa emek vermelisin ki, aklını, kalbini mutmain etsin. Yıkasın yıkasın durulasın; güneşe açsın seni. Geceleyin dindirsin, emzirsin, günle meydana salsın seni.
Öyle bir bayrağı tut ki, bir tek insanı sınırdışı etmesin.
Sa’ye sarıl, hikmete ram ol!
Her an tazelenen sözü olsun. Varlığa, yokluğa; güne ve asıra… Dünyaya ve sonsuza sarsılmayan; dağlardan kavi söylemi olsun. Öyle bir dâvâ uykularını kaçırsın ki, onun sıkıntısı senin gücün, kuvvetin olsun. Öyle sıkı sarıl ki ona; ikinizi birbirinden ayıran güç bulunmasın.
Bayrağınla öyle bir bütünleş ki, dünyada sen onu dalgalandır; sonsuzda, o seni sarmalasın.
Herkes an’dan konuşabilir. Sen rengarenk, göz kamaştıran hizmetlerle insanı yücelt, ihsana mazhar ol. Ölümle bile seni terk etmeyen bayrağını en yükseğe taşı. En yüksek yerden doğan bayraktaki bileklerden biri senin olmalı.
Ezilenlerin sesi, adalet arayanların arzusu, o bayrağın yüksekliğince teselliye kavuşacak.
Sınırlarla sınırlanma!
O bayrağı tutarken arazi sorun bahsine girmesin. Ekranlar, finans lehçeleri, sınırlar, namlular, değişim deyip duran dudaklar; kalabalıklar, istatistikler, uzay masalları; hepsi arazide çakıl taşları.
Sen bayrağını; gönlünle, aklınla, terinle ve büyüyüp duran aşkınla; zaman ve mekan seçmeksizin yükselt ha yükselt. Ta ki, sema’ya karışsın, mavi gökle buluşsun.
“Ve iyiliği yaymak; kötülüğe engel olmak;” yani fitne dünyadan kalksın için yükselen bayrak sana, sen o bayrağa, nasıl da yakışıyor olacaksın.
* “Sen” derken, “ben” gayri değilim

Ahmet Mercan yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ŞU BİZİM GARP KOMPLEKSİ!


3579.jpg

Muhafazakârlık bir batılılık biçimidir!
Sağcılık, muhafazarkarlık nasıl oluyor da batıcılık oluyor. Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı kitabı, Batılılaşma maceramıza bir izah daha getiriyor.



Tepeden inme laiklik!
Batıcı anlayışın revaçta olduğu günümüzde bu akımın insanımıza nasıl empoze edildiğini düşündünüz mü hiç? Bu fikir akımın öncüleri kimlerdi? Batılılaşmayı tek gaye tek hedef gösterenler, Batıyı masum bir “ilericilik” biçimi olarak model alan, ötekileşmeye yazılı sözlü fikirleriyle ilk katkıda bulunanlar kimlerdi? Sizleri batıcılık fikrinin muellifler tarafından dillendiği ve savunulduğu yıllara yani Cumhuriyetin ilk yıllarına, Tanzimat dönemine götürmek istiyorum. Zira Rasim Özdenören'in çarpıcı ve bir o kadar da muhteşem tespitlerinin olduğu kitabı ‘‘Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı?’’ kitabını okudum. Bir yanda “masumca” batının “ilmî” uygulamalarını savunanlar, bir yandaysa Kemalizm’in amaçladığı batıyla özdeşleşmiş bir Türkiye mevcut.
Kemalizmin getirdiği laiklik, dini devletten ayrımak değil, dini ortadan tamamen kaldırmak ve dini hiç bir yetkiye sahip olmayan güçsüz bir yapı haline getirmekti. Nitekim kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’yla din kontrol altına alınmış, laikliğin gereği din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılma kuralıyla çeliştiği görülmüştür.
Muhafazakârlar ve sosyalistler
Rasim Bey’in ifade ettiği gibi “tepeden inme laiklik” bir çoklarını tamamen Batılı olma yönünde heveslendirmiş ama doğurduğu sonuçlar hiç de beklendiği gibi gelişmemiştir. Muhafazakâr olarak fikirlerini beyan edenlerle sosyalistlerin Batıya baktıkları pencerenin nerdeyse aynı olduğunu görüyoruz kitabı okurken. Muhafazakâr cepheden bakan Peyami Safa, Batı zihniyetinin benimsenmesini savunmuş ve Batı gibi ülkede din ve devlet işlerinin ayrılmasında herhangi bir beis görmemiş. Manevi ve ahlâki çöküntüden de yakınan Peyami Safa aslında benimsetmek istediği batı zihniyetinin normal kıstasları, toplumsal sonuçları olduğunu ve kendisinin de bu bağlamda bir batılı gibi deği de İslam ahlâkı penceresinden bakıp bu değerlendirmeyi yapar, bariz bir çelişkiye düşerek.
Bu ünlü roman yazarıyla da kalmıyor Batının İslâm medeniyetiyle sentezine ön ayak olmalar. Rasim Hoca’nın Ziya Gökalp'in Garp medeniyetinden ve aynı zamanda İslâm ümmetinden olduğunu iddia eden sözlerine getirdiği eleştirinin de dikkate şayandır. Okunmasında büyük faydalar olmakla birlikte gölgede kalmış bir çok meselenin arka yüzünü öğrenmek açısından elzemdir diye düşünüyoruz. Muhafazakârlığında aslında Batıcılık anlayışından beslendiğini vahye dayanan hakikat yerine akla dayanan Batının nasıl bir tercih olduğunu unutmamalıyız. İslâm; ilmi, ahlâki, fenni ve hukuku bir arada hakikate ulaştıran tek ve mutlak küll olduğu bizlere nasılda unutturulmaya çalışılmış diye düşünüyorum kitabın sayfaları arasında dolaşırken.. Bizde olanı bırakıp “muhafazakâr batıcılar” haline getirilen toplumun önemli kısmının değerler evrimine uğradığını sokağa çıktığımızda veya evimizden tv kanallarına baktığımızda görmek pek mümkün.
Hakiki garplılık
Mümtaz Turhan Türkiye'nin yüz elli yıldır neden Batılılaşamadığının üzerinde epeyce durmuş Batılı gibi düşünenlerle birlikte dini ilimden ayırıp sadece Hıristiyan uygarlığında görülen bu özelliği İslâm'a ilintileme yoluna ada gitmiş. “Hakiki garpli” olmanın yolu budur onun için. Nurullah Ataç'ın Batıcılığından bahsederken Özdenören şu tespiti yapıyor; “Batılaşma konusunda Ataç, ne Gökalp'in ne Peyami Safa'nın ne de Mümtaz Turhan'ın başvurduğu fikir cambazlıklarına iltifat etmiştir. Batı uygarlığı denen yaşama tarzının onun ahlakından, onun ilmi zihniyetinden ayrılmasının, İslamla bağdaştırılmasının söz konusu olamayacağını açık seçik ifade etmiştir.”
Muhafazakâr mısınız?
Bugün Türkiyenin son yüzyılda geldiği noktaya çemberin dışına çıkıp bakarsak bu ‘‘müelliflerin’’ amaçladıkları toplum yapısı şekline nasıl yaklaştığımızı, iç ve dış gayretlerin boşa gitmediğini görürüz. Bu tarihi bir evrimdir zannımca. Özgürlüğün, ahlâkın, hukukun karşıladığı anlamların yer değiştirdiğini “ötekileşmeye” başladığımızı Batı medeniyetiyle aramızda sadece bir çizgi kaldığını iddia etmek mümkün halde. “%99’u müslüman olan” ülkemizde, bu değişimin kökenini sorgulamalı anlamlandırmaya çalışmalıyız. Bu bağlamda Rasim Özdenören’in yazdığı “Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı” kitabı önemli ve gözden kaçırılmaması gereken bir kaynak.

Zeynep Saylan yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Ey Kalbim! Senden Çok Özür Dilerim!
spacer.gif

yazi_1.gif
yazi_22.gif
yazi_33.gif
yazi_44.gif
spacer.gif
spacer.gif
Canan Candan Yazdı... "Ey Kalbim Seni En Çok Da Ben Üzdüm"...
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif
spacer.gif

Ey kalbim! Seni en çok da ben üzdüm; yalnız kendimi düşünecek kadar bencil oldum.
Merhametlilerin en merhametlisi ruha gömlek gibi bedenimi giydirdiğinde ben değil miydim söz veren?
Ben değil miydim emanetçi, verilene de…?
İnsanlar Allaha emanet olmaz… Allah ile olur, Allah ile kalır, Allah ile yaşar
İnsanlardaki merhamet, Allah'ın rahmet ve merhametinin bir tecellisi, bir yansımasıdır.
Merhametli olmayı biz yaradandan öğrenmedik mi? O zaman neden yaptıklarımız için böbürlenir olduk?
Kendimizden başlayarak bütün yaptıklarımızın hesabına çekildiğimiz gün ne diyeceğiz? Biz mi geldik diyeceğiz? Bizden kasıt kimi anlatacağız? Harama uzanan elerimizi, kibirden kabaran kalbimizi, baktığımız göz, yumduğumuz kötülüklere şahit tuttuğumuz gözlerimizi mi? İşitip de ses vermediğimiz dilimizi mi?
Hangi özrümüzü Kainatın yaratıcısı olana götürüp de "seni işittik kalbimizle iman ettik bedenimizle yansıttık dilimizle tastik ettik" diyeceğiz.
"Merhamet etmeyene merhamet edilmez" (Buhari, Edeb, 18) buyurmuştur. Diğer bir hadislerinde de insanın merhametinin Allah'ın kendisine göstereceği merhametin nedeni olduğunu şöyle belirtir: "İnsanlara merhamet etmeyen kimseye de Allah merhamet etmez" (Müslim, Fezail, 66). "Siz yerdekilere merhamet edin ki göktekiler (Allah ve melekler) de size merhamet etsin" (Ebu Davud, Edeb, 58; Tirmizi, Birr, 16) hadisi de aynı olguyu farklı biçimde yeniden vurgular.
Ey mü'minler! And olsun ki, içinizden size sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, mü'minlere şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir" (Tevbe, 9/128).
Bununla birlikte birçok sahabenin hayatına bu konuda örnek teşkil etmektedir
Allah Resulü (s.a.v) Ebu Zerr el Gıfari hakkında şöyle buyurmuştu.
Tek başına yürür…
Tek başına ölür…
Tek başına diriltilir…
Özü doğru, sözü doğru... Kalbi doğru dili doğru bir sahabe için Allah Resulü(s.a.v) bu sözleri sarf etmişti. Cesaret ve doğruluk, Ebu Zerr’in mayasıydı, özüydü, cevheriydi…
Müminlerin birbirlerine gösterdikleri en güzel merhamet şekillerinden biri de birbirlerinin iyiliği için dua etmeleridir. İmanları gereği Allah'ın dilediği an dilediği her şeyi yapabilecek şekilde sonsuz güç sahibi olduğunu bilirler.
Ayrıca Allah, "Kullarım beni sana soracak olurlarsa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad olurlar." (Bakara Suresi, 186) diyerek müminleri dua ederek Kendisinden istekte bulunmaya çağırmış ve onların bu dualarına karşılık vereceğini bildirmiştir.
EY KALBİM
Ey kalbim gün gelecek sende yorulacak beni terk edeceksin... O gün gelmeden bugün sana sarılmalı ve bugün seni kırmaktan vazgeçmeliyim…
Bedenimin sarılacağı bir bez parçasından önce, ruhumun sarıldığı merhametime dönmeliyim.
Ey rabbim Bana bahşettiğin kendiliğinden olmayan senden gelen bütün iyi niyetlerim, merhametim ve sabrım için sana hamdolsun…
Biz gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç şüphesiz o saat de yaklaşarak gelmektedir; öyleyse (onlara karşı) güzel davranışlarla davran. (Hicr Suresi, 85)
Selam ve dua ile…
******************
Kaynak: http://www.malatyakarar.com/koseyazisi/Cananin-Kaleminden/Ey-kalbim-senden-cok-ozur-dilerim-60
Malatya Karar Gazetesi

 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45


Vefa nedir, bilir misin?


Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur…
"Vefa nedir, bilir misin? Vefa arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır. Vefa; dostluğun asaletine, bir dua sonrası verilen sözlere, hayallere ihanet katmamandır. Vefa; ötelerin sonsuz mükafatı karşısında, cehennemi hafife almaman, ulvi güzellikleri dünyaya satmamandır." (Mevlana)
Vefa, sözünü yerine getirme, sözünde durma, sevgi, dostluk ve bağlılıkta kararlılık ve dini sorumluluklarını yerine getirme anlamlarına gelir.
Gerçek vefa, Allah'a verilen sözlere sadık kalmaktır. Örneğin, 'Ben Allah'ın kuluyum... Ben yalnızca Allah'a kulluk ederim... Dinim İslam'dır" ifadeleri söz verme anlamındadır. Vefalı olmak, bu sözleri fiili olarak da doğrulayarak, sadakatle Allah'ın sınırlarını korumak, kulluk sorumluluğunun bilincinde olmak ve Allah'ı derin bir aşkla sevmektir.
Vefa tam, mükemmel, içten, sağlam ve sarsılmaz kalp bağlılığıdır. Samimi inanan insan vefalıdır, sadıktır. Rabbinin rızasını kazanma yolundaki engel ve zorlukları aşmak için azimle çaba harcar, yapması gerekenleri titizlikle yerine getirir. Bu anlamda vefa ve sadakat, müminlerin yaşamları süresince ihtiyaç duydukları ve kendilerine Allah'ın hoşnutluğunu kazandıracak olan üstün ahlak özellikleridir. Sevgi, şefkat, merhamet, hamiyet, yiğitlik ve vefa gibi duygular müminlerin silahıdır. Bu duygular, Kur'an ahlakını yaşama yolunda diğer insanların da şevklerini tetikler, coşkularını artırır.
Kur'an, gerçek iyileri, "ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler" ifadesiyle tarif eder. Vefa, bir mümin özelliği, vefasızlık ise münafık özelliğidir. Peygamberimiz (sav), münafıkların özelliklerinden söz ederken onların üç özelliğini şöyle sıralar: "Konuştuğu zaman yalan söyler. Söz verdiği zaman sözünü tutmaz. Emanete ihanet eder.”
Allah'ın tarif ettiği müminler ise doğru sözlü, dürüst, güvenilir, sadık, vefalı ve sorumluluk sahibidirler. Küçük dünyevi çıkarlar ardında koşmazlar. "Onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyen) riayet edenlerdir. (Mearic Suresi, 32) Bu yüzden, bir ahdi yerine getirme ya da bir emanete en güzel şekilde uyma konusunda güven duyulan insanlardır.
Ahitleşme ve emanet konusu oldukça önemlidir. İnsan, eğer kaldırabiliyorsa ahitleşmeli ve emaneti üstlenme sorumluluğunu almalıdır. Ahdi tutmamanın ve emanete ihanet etmenin önemine Kur'an'da dikkat şöyle çekilir:
... Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur. (İsra Suresi, 34)
Ey iman edenler, Allah'a ve resulüne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin. (Enfal Suresi, 27)
Ancak kişinin yapabileceği halde, üşengeçlik ya da başaramama endişesiyle bu sorumluluklardan kaçması da yanılgıdır. Hayırlı bir işi bahanelerle yapmamak da insan üzerinde vebal olur. Allah yolundaki mücadeleden bu geçersiz bahanelerle kaçmak itaatsizliktir. İnsan samimi niyet, çaba ve dua ile sorumluluğunu üstlenmelidir. Sadık ve vefalı olduğunda insan, emrolunduğunu büyük bir teslimiyetle yerine getiren melekler gibi olabilir.
Vefa şeytanı müthiş kızdırır. "Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır."(İsra Suresi, 53) ifadesiyle dikkat çekildiği gibi müminler, şeytanın planlayıp uygulamaya koyduğu sinsi tuzaklarına düşmemek için birbirlerine hatırlatmalarda ve uyarılarda bulunurlar. Kendi hatalarını düzeltmeye çalışır, mümin kardeşleri bir hata yaptığında bırakıp gitmez, ona destek olur, yardım ederler.
İşte gerçek sevgi de budur. Bir mümin ahirette yalnızca kendi vereceği hesabı düşünmez. O, kardeşlerinin de sonsuz kurtuluşuna vesile olabilmeyi ister. Bu sevgi herhangi bir dünyevi çıkar kaygısı ile bozulmamış sevgidir; Rabb’lerinin müminlerin kalplerinde kıldığı bir nimettir.
Sevgi, Allah rızası için olmalı, insan sevdiğini Allah’ın tecellisi olarak sevmelidir. Bu sevgide şefkat ve koruma hisleri hakim olmalıdır.

19_Agustos_2011_11_52_46_7677270770.jpg


İnsan sevdiği kişiyi sağlığında da hastayken de sevmeli hatta hastayken ya da yaşlandığında daha fazla sevgi duymalıdır. Sevgi Allah rızası için olmadığında ise bir hastalık ya da bir kaza durumunda kişinin dostları birer birer yaşamından çıkar.
Örneğin önemli bir hastalığa yakalanan kişi, tedavisi için gerekli olan parayı karşılamak amacıyla önce malını mülkünü satar. Maddi varlığının ardından eşini, dostunu, çevresini ve sağlığında gördüğü sevgi ve saygıyı yitirir. Sevgi, Allah rızası temeli üzerinde değilse kişi sonunda bu vefasızlıkla, bu acı gerçekle karşılaşacaktır. İnsan, Allah'ın hoşnutluğunu asıl amaç haline getirirse, o zaman mutlu olur. Allah ona huzur ve güzellik verir. Aksinde ise canı çok yanar; vefasızlık çok can yakıcıdır. İnsanın, parası, toplumdaki yeri ya da güzelliği için sevilmesi ya da sevmesi oldukça aşağılayıcıdır; sonu ise ürkütücüdür.
İman sahipleri, müminlerin sayılarının azlığını ve her bir mümini Allah’ın seçtiğini düşünerek, O’nun seçtiği kulu beğenmemenin hata olacağını bilirler. Birbirlerini koruyup kollar, her koşulda birbirlerine destek olur, birbirlerinin hatalarını bağışlar, birbirleri için dua ederler. Yüce Allah müminlerin, Allah yolunda "birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak" inkarcı görüş ve felsefelere karşı mücadele ettiklerini bildirir.
Allah, sadakat ve vefa konusunda imtihan eder. Güzel tavırlar sergileyip, güzel söz söylemek önemlidir. Kötü söze ya da kötü davranışa güzellikle karşılık vermek de imtihanın bir parçasıdır. Vefalı insan, hata yaptığında dostunu yalnız bırakmaz, bağışlayıcı olur. Son kez affetme" düşüncesi müminin sözlüğünde olmaz; o, Allah için bağışlar.
Vefalı insan, beklentisi olmayan, çıkar gözetmeyen kimsedir. Müminin özverisi ve vefası; onun, Allah'ı kendi nefsinden, yaşamından ve sahip olduğu maddi manevi herşeyden daha çok sevdiğinin açık göstergesidir. O, Allah'ın sevgisini kazanabilmek için, içinde asla burkuntu olmadan herşeyini yolunda feda edebilir. Canı, malı ve herşeyi ile Rabbine teslim olmuştur.
Zorluk zamanlarında insanın aşkı, sadakati ve vefası daha ortaya çıkar.
Bediüzzaman’ın da söz ettiği gibi, elmasla kömür burada ayrılır; bu, insanın ateşle imtihanıdır. Ham altın ateşe konulduğunda işe yaramayan, kötü kısım üste çıkar. O kısım atıldığında saf/tertemiz altın kalır. Allah da insanları böyle zorlukla imtihan eder. Ancak imtihanda hep iyi olanlar, hep güzel ahlaklı olanlar kazanır. Kaliteli, aklı başında, yiğit, dürüst, samimi müminler zorluklardan asla etkilenmez, her zaman sadakatlerini devam ettirirler.
Allah’a bir kez iman edilir. Bir kez dost olunur. Bir kez aşık olunur ve bir daha sonsuza kadar asla bırakılmaz. Sadık ve vefalı mümin, başına her ne gelirse gelsin, hep aşkla “Allah” der. Gerçek iman, gerçek Allah sevgisi, gerçek vefa ve sadakat budur.
Bugün, büyüklerine sevgi ve saygı duyan, sadık, vefalı, şefkatli, merhametli, derin düşünen, Allah’tan başka kimseden korkmayan, birisi çirkin bir söz söylediğinde, söyleyeni uyaran, sevdiklerini koruyan insanların sayısının artmasına ihtiyaç vardır.
Allah, az sayıda da olsalar müminleri bulundukları yerden alır, bir araya getirir, onları birlikte kılar ve cennete hazırlar. Müminler arasındaki kardeşlik, derin sevgi, vefa ve muhabbet, cennet halkının özelliklerindendir. Allah’ın dünyadaki tecellileri olan müminlerle beraberse insan, umulur ki Rabb'i onu ahirette de ahdine vefa gösteren müminlerle birlikte kılar.
Peygamberimiz (sav)'in, kulun Allah ile olan ahdi konusundaki duası bizlerin de duası olsun:
“– Allâhım! Ben Sen'in kulunum. Gücüm yettiği kadar ahdine ve va'dine sadâkat gösteriyorum!" (Buhârî, Deavât, 16)


Fuat Türker
HaberKültür.Net

 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
KUŞ EVİ DÜŞ EVİ


28479.jpg

Merhamet kuşları da düşünür!
Dünyayı imarla mükellef kılındığına inanan Sultan, yalnız insanların değil, can taşıyan her varlığın umurunu da vazife bilmiş. Bilhassa kuşların.




Sanırdım ki insan, ‘nohut oda bakla sofa’ya tav olup dünyalık her birşeyini şükür niyazıyla Kadir Mevla’ya sunar. Sunar ki, klozet kapakları dahi altın kaplama otellerin aynasında asılı kalmış sureti, dünya tellallığı arasında kararmasın. Karnı tok sırtı pek ve de salla başı al maaşı enstrümanına gözü kapalı oh çekenlerden değilseniz sizinle bir meselemiz olduğu kesin Allah kesindir. Takdim etmeliyim ki bu ruhu bedeninde taşıyan Şarlo hayranı Reşit Güngör Kalkan nam âdemoğlu, memurîn muhakematına tabi, altıyüzelliyedilikler familyasından olup korkak bir kentsoylu asla değildir. Zira Şarlo, ‘modern times’ta üstüpüden bile sayılamayacak günlerin ağırlığı altında, fabrika çarkları arasında umutları sönen insanın robot tavrını sanayi devrimine kapılanan altın boynuz sahiplerine asıl suretinde iade etmişti. Bayım, buna inanamazsınız siz. Çarka dahil olmadıkça ev sahibi olamayacağını bilen asrî insan, faiz dünyasının renkli atmosferi arasında sunulan ‘sabit seçenek garantisi’ ile kukuletalar, konfetiler eşliğinde çarka davet edilir! Bayılırım bu seyirlik sahneye; çok bilmiş suratsız bir herifin peşi sıra yol alan evin ‘dişi kuşu’, kataloglar arasında göz zevkini tastamam ruhuna kadar zerkeder ve fakat bizim biti yakasından düşen ‘kılıbık’tan ses soluk çıkmaz!.. Çok bilmiş suratsız herif için malzeme hazır beklerken, hedef ‘dişi kuş’un dilinin altında saklı duran ‘bunu beğendim’ isimli sihirli cümlenin artık lambadan çıkmasına kalmıştır. Biti yakasından düşen ‘kılıbık’ hemcinsim için ise ‘dişi kuş’un mutluluğudur asıl kayıt altına alınması gereken. İyi, güzel; ev alınır, tokalar havada uçuşur, mutluluk fotoğrafları çektirilir, evli evine yazar kalemine… De, -her zaman de’si vardır bu işin, bilmelisin sevgili okur- o dağ gibi faiz üstüne faiz doğuran kurban olduğum kredi borcu nasıl ödenir, aman köse sakalım, hadi deyiver bana!..
Kuş yuvası kokan günler

28480.jpg


Cevrine naz ettiğimiz ‘iki kapılı han’, Adem’(a.s.) den beri, silinmez bir tek izin rızasına düşürmüştür cümle başları; kırmızı panjurundan, silinmez rujundan vazgeçtik, hepi topu şöyle iki başın sığışabileceği bir yeryüzü mekânı; dört duvar, bir pencerecik… Namahremi olan sakınır elbet, sakınsın hem de billahi. Lakin arabesk ergenliğin deli sayfalarında duran Ferdi Tayfur’un icra makamı hanidir dilime bulaştı yeniden: ‘Yuvasız kuşlar gibi / Ben de kaldım yuvasız.’ Merakım mazur görüle, tevellüdü yetmişlerin başı ile ortasına denk düşenlerin avuçları bir dönem kuş yuvası kokmuş ve dahi ‘hayatları hergün kazandıkları yalnızlıklarla zenginleşmiş’ ise sözüm ruberu onlaradır. Onlar ki, zenginlik kattıkları yalnızlıklarını bir kuş yuvası görmenin, ona dokunmanın anlatılmaz gönencini modern dünyanın demode anılarına asla değişmeyenlerdir. Zira Aziz Mahmut Hüdai hazretlerinde arzular kevsere doğrudur ve ‘günler gelip geçmektedir / kuşlar gibi uçmaktadır’ hep.
Çiniler, yazıtlar, kuş evleri...
Günlerin gelip geçtiği elhak doğrudur. Ancak kuşların uçtuğu, daha doğrusu fiili olarak değilse bile manaya nispetle uçtuklarına pek inanasım gelmez. ‘Betondan tanrılara kulluğun zırhı’ giydirilen seküler hayat, şehirleri mamur kılmakla kul hakkını komedi filmlerinde ana tema halinde biz fanilere seyrettirirken diğer canlılar figüran olarak dahi yer etmemiş dünyamızda.

28481.jpg


Buna acımalıyız. Buna acımalıyız çünkü, kuş evinin aynı zamanda düş evi olduğunu unutturan bir aymazlığın içinde sürüyor yolculuğumuz. Taşranın yüzü aydın olsun, Türk Mimarlığı’nın bugün yüzüstü bırakılan bir yanının kuş evleri veya köşkleri olduğu söylenir. Öyle ki, “tarihi yapıtlarımızın çiniler ve yazıtlardan sonra akla gelen bir süsünün de bunlar olduğu, tek kabartma süsün kuşlara iyilik etmek, sevap kazanmak için yapıldığı ifade edilir. Bu düşünce bu eserlerde açıkça belirdiği gibi, bu zarif, fakat o nispette dayanıksız bu minyatür köşkler, evcikler, bu yapılarda her şeyden önce yıpranmaktadır. Eski ahşap evlerin bütünü kuşlar için barınak halini aldığı kadar insanlarla bütün yaratıklar, adeta akraba idiler. Evlerin üst kısımlarında güvercin, serçe, kumru, leylek, alt kısımlarında ise büyükbaş veya küçükbaş hayvanlar... Bu tıpkı Süleyman Peygamber’in resimlerine bakıldığı zaman üstte ‘ervah-ı latife’nin, uçan meleklerin; altta ‘ervah-ı sakile’nin, dev ifrit ve zebanilerin göründüğü gibidir.”
Dev ifrit ve zebaniler yerinde ağırmış, biliriz ki kuşun dişisi de erkeği de makbuldür elbet. Sözü tam da bu kavşaktan kıvıracağım malumdur hâldan bilene. Kuşun ve yuvanın varlığı, irad eylediğim birkaç cümleden mürekkep olsa zil takıp oynarım ya, Osmanlı mevsiminde bu iş, dişinin yapacağı ulvi sıfatın dışında bekler olmuş. Zira yuvanın imarına memur kılınan paşaların iki dudağı arasında durmaktadır mutluluk: “Tiz, bu sarayın şimaline ve de cenubuna onar aded tayr hane kondurula!..”

28482.jpg


Hacı leylekleri severdik

Dünyayı imarla mükellef kılındığına inanan Sultan, yalnız insanların değil, can taşıyan her varlığın umurunu da vazife bilmiş. Bilhassa kuşların. Öyle ki, hanların, şadırvanların, hamamların, sarayların, köşklerin, camiilerin, kasırların, mescidlerin hayatla bağ kuracağına inandığı bir veya birkaç köşeciğine hayra karışsın diye kuş evleri kondurmuş. Nihavend bir özlem tadını maveradan önce merak edenler, Osmanlı mevsimine karışan estetik sadeliği bu evlerde seyre dalabilirler. Sadece bu toprağın erenleri, kızları kızanları değil, insan olmanın kahrıyla birlikte, aynı zamanda insanlığın ulvi yüceliğini insana has betimlemeler eşliğinde bu küçümen hayat bağları arasında yeniden tefekkür edebilmeyi bir ‘elkızı’nın, Lady Montagu’ın kaleminden okumak, hayatı daha bir manalı kılıyor. Türkiye Mektupları nam eserinde Montagu demekte ki: “Burada (İstanbul) masumiyetlerinden dolayı güvercinlere dindarca bir hürmet besliyorlar. Bu yüzden adetleri gün geçtikçe artıyor. Leyleklere de aynı saygı gösteriliyor. Çünkü bunların her kış Mekke’yi ziyarete gittiklerine inanıyorlar. Velhasıl bunlar Türk İmparatorluğunun en bahtiyar teb’ası. Zaten onlar da imtiyazlarını fark ettikleri için sokakta rahatça dolaşıyor, evlerin üst katlarına yuva yapıyorlar. Evlerine yuva yapılan halk kendilerini şanslı sayıyorlar. Bütün sene ne yangına ne de vebaya uğramayacaklarına inanıyorlar. Odanın penceresinde bu uğurlu yuvalardan bir tane bulunduğu için ben de bahtiyarım.”
Şarlo’nun ‘modern zamanlar’ı daha çok tüketim kültürü ile sokulduğu hayatımızda, kuşun dişisinin dahi dişlerini birer birer sökerken yuvanın tarumar olması kimin umurunda hem?!.. Kiracıların muhabbeti kavi olsun, aslanlar gibi her ayın başında ev sahibinin eline tıkır tıkır saydıkları paralar analarının ak sütü gibi helal hoş olsun. Oysa kuş evi düş evi diye başladığımız yazı, pek insicamsız bir hanede durdu ki, kirası verilmeyen evin mutluluğu mu olurmuş diye yüreğimi sızlatmakta. Demekteyim ki, insanoğlu kuş misali ise, konan göçüyor ve dahi gelen gidiyor epigrafına acizane katkımız olmalıdır ki, kuş ürkekliğince cenneti tahayyül edenler kuş beyinlilerden asla korkmamalıdırlar!..

Reşit Güngör Kalkan sevdi o kuş evlerini
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
NE GÜZELDİK BİZ!
28598.jpg

Günaydın demezdik, daha güzeli vardı
Eskiden bir şeyler daha güzeldi. Ama bu eskinin güzel olmasından değil, gerçekten güzel kaygılarımızın olmasından idi..


Ne güzeldik biz
Annemiz evdeydi, bayram sabahları onun diktiği bayramlıkları giymek için erkenden uyanırdık. Bazı bayram sabahları o eski, pedallı dikiş makinemizin çıkardığı gıcırtılı sesle uyanırdım, annemi makine başında bitirmeye çalıştığı dikişle bulurdum. Kalabalık bir aile olduğumuz için bazen ilk günün sabahına kadar uzayabiliyordu dikiş işleri. Ama ne yapar eder yetiştirirdi güzel annem bayram namazına elbiselerimizi. Dinginlik, huzur, annemin evde oluşu, yeni elbise ve bayram demekti dikiş makinesinin bir ileri bir geri hareket eden pedalının çıkardığı o ses. Genelde en önce ben uyanır, anneme arkasından sarılır “hayırlı sabahlar anne” der, sonra makinenin başına geçip annemin dikişini seyrederdim.
Sabaha “hayırlı sabahlar anne” diye başlamak ve “sana da hayırlı sabahlar yavrum” diye karşılık almak kadar güzeli var mıdır? Ben daha güzeline rastlamadım yıllardır. Büyüdüm, çok sabahlar çok bayramlar geçirdim ama “günaydın”da bulamadım aynı huzuru ve lezzeti. Hayırlı sabahlar hem bir temenni hem bir dua ve sanki daha erken başlanıyor sabaha.

28599.jpg


“Günaydın” hele benim gibi bir üniversite öğrencisi için final zamanları sabahladıktan sonra onikiye bire kadar uyuyan biri için sabah olmaktan çok uzak bir vakitte bile söylenebiliyor. Hayırlı sabahlar ise öyle değil. İçinde sabahın tazeliği, güzelliği ve bereketi var.

Ne güzeldik biz. Sabahımız hayırlı, soframız bismillahlı ve bereketli, evimiz anneli ve televizyonsuzdu. Dayım küçükken dizlerine oturtup masallar anlatırdı bize. Annem teybe kaydetmiş o masalları. Şimdi dinlemeye doyum olmuyor. Bant tiyatroları hele.. “Katırarslan”ı sarıp sarıp dinlerdik. Annem teybe kasedi koyar kendi işine bakardı, bize de bazen ufak tefek işler verirdi. Bir yandan işimizi yapar öbür yandan heyecanla dinlerdik. Televizyon seyretmekten daha eğlenceliydi. Hayalimizde canlandırarak dinlerdik. Her dinleyişimizde de farklı canlandırmamız mümkün olduğundan sıkıcı gelmezdi. Tabii sadece katırarslan yoktu. Bişr i Hafi vardı, Kanije vardı, Dört Halife vardı… Bir de marşlar. Ah canım marşlarım! Canım kasetlerim!
Bosna savaşı Bosna’da olmasak da çocuk ruhlarımıza büyük izler bırakmıştı. En çok da çocuklara üzülüyorduk. Ablalarımla, annemin parmağındaki evlilik yüzüğünü çıkarıp Bosna’ya gönderişine şahit olmuştuk. Biz dua edip marşlarımızı söyleyerek kendimizi o günlerde bulurduk. "Bize emirlik veren ne mermiydi ne silah
Ayetini dinlerken hep beraber bir an da o günlere giderdik
O günlere giderdik...".
“Hüzün bahçeleri şimdi çiçeklendi / Çileli çocuklar öyle bir şenlendi / Öyle bir şenlendi” ezgisini hiç düşürmezdik dilimizden, “Şehitler ölmez, ölmez / Ölü demeyin aman, ölü demeyin aman!”ve “Şehit tahtında Rabbe gülümser, canın bedeli bir sofradan yer.”le Aliya’nın ordusunda bir nefer de biz olurduk. Bosna’dan bize sığınan bir abla Bosna marşını ezberletmişti bana. Birlikte söylerdik. Yeni çıkan bir marş kasedini ödül olarak alırdı bize büyüklerimiz. Çocuk dünyamızdaki en güzel hediyeydi, hemen ezberlerdik o canım ezgileri.
Bir de sofralar kurardık, yer sofraları. Aynı tabaktan yemek yerdik, öyle olunca sanki daha bereketli olur, bitmezdi yemek. Hamdolsun Rabbime ki bizim evde hala yer sofrası kuruluyor.
Hamdolsun Rabbime ki benim hala kasetlerim var ve ben hala dinliyorum bıkmadan usanmadan aksine coşkunun en güzeliyle. Bir yerde bende olmayan bir kaset görsem, bir marş gelse kulağıma çocukluğumda söylediğim ama sonra nasıl olmuşsa sözlerini unuttuğum, hazinelerin en kıymetlisini, en kalbe dokunanını bulmuşum gibi ağlarım sevinçten.
Rabbim “hayırlı sabahlar”ımızı, “selamün aleyküm”ümüzü, kasetlerimizi, yer soframızı, Bosnamızı unutturmasın bize. Bizi hep güzel eylesin.



Fatma Ünal eskilerin bereketi özleyerek yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45

Umutsuzluk ölüler içindir

Yaşayanlar İçin Umut Her Zaman Vardır…
Yaşayanlar için umut her zaman vardır. Umutsuzluk, ölüler içindir. [Theokritos]
Hangi yaşlı insana sorsanız, yaşadığı yılların nasıl geçtiğini anlayamadığını söyler. Gerçekten de hayat göz açıp kapama süresi kadar. Benim için de aynı; yıllar hiçbir şey anlamadan geçip gitti. Gençliğimde ben de muhtemelen birçok insan gibi, yaşlanacağımı pek düşünmedim, hep kendimden çok uzak gördüm. Şimdi ise o çok uzak yılların ne de çabuk gelip beni bulduğunu şaşkınlık içinde izliyorum.
"Yaşamın süresince neler yaptın, anlat" deseniz anlatacaklarım birkaç saatte biter sanırım. Yaşlılık yüzünden unutmuş değilim; her şeyi hatırlıyorum ancak ne kadar az şey yapmış olduğumu görüyorum. Onca yıl, ama işte anıların hepsi bu kadar; birkaç satır.
Şimdi ise arkama dönüp baktığımda soruyorum; yaşamımın amacı neydi? Bugüne dek hiç sormadığım bir soru; "bu kadar yılı neden yaşadım?"
Ailem, çocuklarım, işim; hep bunlar için ömrümü tükettim. Sonrasında ne olacağını ise aklıma bile getirmedim.

16_Eylul_2011_13_11_14_8389856219.jpg

Belki de ölümü ve sonrasını düşünmeyerek sorumluluktan kurtulduğumu düşündüm ancak kendimi kandırdım. Ölümü herşeyin sonu, her şeyin bitişi olarak gördüm ama bu kez de yokluk düşüncesinden müthiş korku duydum.

Dünya çok kısa ve geçiciydi; o yüzden her anın tadını çıkarmaya, doya doya yaşamaya çalıştım. Dünya hayatının çekici ve geçici süslerine aldandım. Onlar karşısında acze düştüm. Anlamsız saplantılarla aklı baliğ olmayan çocuklar gibi "oynayıp oyalandım", onlara tutkuyla bağlandım. Hatta, "dünyada ne yaparsak kâr, Allah'ın verdiği nimetlerin tadını çıkaralım" gibi cahilce mantıkla, cahilce sözler bile söyledim.
Yığıp biriktirdiklerime sahip olduğumu zannediyordum. Oysa biriktirdiklerim benim sahibim oldu, emrime verilenlerin emrinde yaşadım; şimdi anlıyorum.
En zenginler bile her şeyini dünyada bırakıp gidiyor. Arkasından koşturduğum her şey yok olacak. Peki bu yok olacak şeyleri nasıl amaç edindim?
Yaşamım süresince yaptığım iyi işleri hep, "desinler" ya da "demesinler" diye yaptım. İnsanların gözünde bir yerlere gelebilmek, çevremden saygınlık kazanmak için yoğun uğraş verdim.

16_Eylul_2011_13_11_59_4273645282.jpg


Kimi zaman güzel işler de yapmadım değil. Dünyada iyi bir şeyler bırakmak için de gayret ettim. Ama şimdi anlıyorum ki, önemli olan dünyada bıraktıklarım değil, önden gönderdiklerim. Çok açık ki değer verdiğimiz her şey gerçekte ölümle birlikte anlamını yitirecek değersiz şeyler.

Altında yaşadığım gaflet perdesi yüzünden dünya hayatının amacını değil, dünya hayatından yalnızca dışta olanını görebildim. Dünyanın "ölümlü, fani, üç günlük" olduğunu yalnızca dilimle söyledim. "Dünyaya bir kere gelinir" gibi sözlerim ise ahirete değil, yine dünyaya yönelik mantığımın ürünüydü. Samimiyet ve ciddiyetten uzak; kimi zaman espri konusu olan sözler. Öyle ya, dünya ölümlüyse yapılacak planlar da dünyayı hakkını vererek yaşamaya yönelik olmalıydı.
Oysa yapılan planların uygulanması ve amaçların gerçekleşmesi kesin miydi? Kimi gerçekleşse bile insanın doyumsuzluğunu artırmıyor muydu? Sahip olunanla yetinmek yerine hep daha iyisine, daha güzeline ulaşma isteği, hep benden çaldığını ve asla tatmin olmayacağını bile bile nefsi beslemek değil miydi? Ya sahip olunan dünyevi şeylerin, insanın gözünün önünde eskimesi, yıpranması ve bozulmasının verdiği acı?..
Dünyevi şeylerin ardında koşturmanın bana hiçbir getirisi olmadığını, hayatım süresince bir kısırgöngü içerisinde yaşadığımı görüyorum. Asla yarar sağlamayacak konularda yıllarca çaba gösterirken, başıma gelebilecek olası felaketler için önlem alıp, en şiddetli afet için bile sığınağımı hazırlarken, kaçıp sığınabileceğim tek bir güvenli yer dahi bulamayacağım o günü nasıl da göz ardı etmiş olduğumu anlıyorum.
Ölümün hiçbir şeyi kesip bitirmediğini aksine başlangıç olduğunu artık biliyorum. Dünyanın bir imtihan mekanı olduğunu, Allah'a kulluk amacıyla bu mekanda bulunduğumu, başıma gelen ve şans ya da tesadüf olduğunu düşündüğüm her şeyin, gerçekte imtihan amacıyla yaratıldığını, sınandığımı...
Yaşamın kısa ve geçici, ölümün ise her an gelebilecek oluşu ve dünyaya bir kez gelmek; hayatın asıl gerçekleri bunlarmış. Bugüne dek bu gerçeklerin bilincinde olmadan yaşadım. Bugün ise geçmişimi gözden geçirip, yaşamımı yeniden düzenliyorum. Binamın temelini göçecek yarın üzerinden alıp, Allah'ın rızası üzerine yeniden inşa ediyorum. Bu kısacık hayat için, sonsuzluk feda edilebilir mi?..

Fuat Türker
HaberKültür.Net

 

mostar

Profesör
Katılım
6 Ara 2009
Mesajlar
1,011
Tepkime puanı
244
Puanları
0
NE GÜZELDİK BİZ!
28598.jpg

Günaydın demezdik, daha güzeli vardı
Eskiden bir şeyler daha güzeldi. Ama bu eskinin güzel olmasından değil, gerçekten güzel kaygılarımızın olmasından idi..


Ne güzeldik biz
Annemiz evdeydi, bayram sabahları onun diktiği bayramlıkları giymek için erkenden uyanırdık. Bazı bayram sabahları o eski, pedallı dikiş makinemizin çıkardığı gıcırtılı sesle uyanırdım, annemi makine başında bitirmeye çalıştığı dikişle bulurdum. Kalabalık bir aile olduğumuz için bazen ilk günün sabahına kadar uzayabiliyordu dikiş işleri. Ama ne yapar eder yetiştirirdi güzel annem bayram namazına elbiselerimizi. Dinginlik, huzur, annemin evde oluşu, yeni elbise ve bayram demekti dikiş makinesinin bir ileri bir geri hareket eden pedalının çıkardığı o ses. Genelde en önce ben uyanır, anneme arkasından sarılır “hayırlı sabahlar anne” der, sonra makinenin başına geçip annemin dikişini seyrederdim.
Sabaha “hayırlı sabahlar anne” diye başlamak ve “sana da hayırlı sabahlar yavrum” diye karşılık almak kadar güzeli var mıdır? Ben daha güzeline rastlamadım yıllardır. Büyüdüm, çok sabahlar çok bayramlar geçirdim ama “günaydın”da bulamadım aynı huzuru ve lezzeti. Hayırlı sabahlar hem bir temenni hem bir dua ve sanki daha erken başlanıyor sabaha.

28599.jpg


“Günaydın” hele benim gibi bir üniversite öğrencisi için final zamanları sabahladıktan sonra onikiye bire kadar uyuyan biri için sabah olmaktan çok uzak bir vakitte bile söylenebiliyor. Hayırlı sabahlar ise öyle değil. İçinde sabahın tazeliği, güzelliği ve bereketi var.

Ne güzeldik biz. Sabahımız hayırlı, soframız bismillahlı ve bereketli, evimiz anneli ve televizyonsuzdu. Dayım küçükken dizlerine oturtup masallar anlatırdı bize. Annem teybe kaydetmiş o masalları. Şimdi dinlemeye doyum olmuyor. Bant tiyatroları hele.. “Katırarslan”ı sarıp sarıp dinlerdik. Annem teybe kasedi koyar kendi işine bakardı, bize de bazen ufak tefek işler verirdi. Bir yandan işimizi yapar öbür yandan heyecanla dinlerdik. Televizyon seyretmekten daha eğlenceliydi. Hayalimizde canlandırarak dinlerdik. Her dinleyişimizde de farklı canlandırmamız mümkün olduğundan sıkıcı gelmezdi. Tabii sadece katırarslan yoktu. Bişr i Hafi vardı, Kanije vardı, Dört Halife vardı… Bir de marşlar. Ah canım marşlarım! Canım kasetlerim!
Bosna savaşı Bosna’da olmasak da çocuk ruhlarımıza büyük izler bırakmıştı. En çok da çocuklara üzülüyorduk. Ablalarımla, annemin parmağındaki evlilik yüzüğünü çıkarıp Bosna’ya gönderişine şahit olmuştuk. Biz dua edip marşlarımızı söyleyerek kendimizi o günlerde bulurduk. "Bize emirlik veren ne mermiydi ne silah
Ayetini dinlerken hep beraber bir an da o günlere giderdik
O günlere giderdik...".
“Hüzün bahçeleri şimdi çiçeklendi / Çileli çocuklar öyle bir şenlendi / Öyle bir şenlendi” ezgisini hiç düşürmezdik dilimizden, “Şehitler ölmez, ölmez / Ölü demeyin aman, ölü demeyin aman!”ve “Şehit tahtında Rabbe gülümser, canın bedeli bir sofradan yer.”le Aliya’nın ordusunda bir nefer de biz olurduk. Bosna’dan bize sığınan bir abla Bosna marşını ezberletmişti bana. Birlikte söylerdik. Yeni çıkan bir marş kasedini ödül olarak alırdı bize büyüklerimiz. Çocuk dünyamızdaki en güzel hediyeydi, hemen ezberlerdik o canım ezgileri.
Bir de sofralar kurardık, yer sofraları. Aynı tabaktan yemek yerdik, öyle olunca sanki daha bereketli olur, bitmezdi yemek. Hamdolsun Rabbime ki bizim evde hala yer sofrası kuruluyor.
Hamdolsun Rabbime ki benim hala kasetlerim var ve ben hala dinliyorum bıkmadan usanmadan aksine coşkunun en güzeliyle. Bir yerde bende olmayan bir kaset görsem, bir marş gelse kulağıma çocukluğumda söylediğim ama sonra nasıl olmuşsa sözlerini unuttuğum, hazinelerin en kıymetlisini, en kalbe dokunanını bulmuşum gibi ağlarım sevinçten.
Rabbim “hayırlı sabahlar”ımızı, “selamün aleyküm”ümüzü, kasetlerimizi, yer soframızı, Bosnamızı unutturmasın bize. Bizi hep güzel eylesin.



Fatma Ünal eskilerin bereketi özleyerek yazdı


Sahi ne güzelmişiz... Hatırlatanlara şükranla...
 
Üst