BiR MoR MeNeKŞe

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
İnsanlar işe gidiyorlardı


YONETİCİNİN NOT DEFTERİ / Dr. Uğur Tandoğan


İnsanlar işe gidiyorlardı. Saat, sabahın altısı idi. Ben ise işe biraz daha erken başlamıştım. Sabahın dördünde kalkmıştım. Sınav okumuş, sonra da sabah sporu için yola koyulmuştum. Ama yanıma işimi de almıştım; düşünüyordum. Aslında bilgi işçisi (knowledge worker) olduğunuzda işiniz hep yanınızdadır. Ondan ayrılamazsınız, işiniz hiç bitmez. Öyküyü bilirsiniz belki. Çiftliğe, amcasının yanına gelen şehirli çocuk sormuş "Amca burada mesai ne zaman başlar?" Amca gülmüş "Uyandığında işin içindesindir çiftlikte." Bilgi işçisi ile çiftçinin bir ortak yanı belki budur. Ağır işçiliktir her ikisi de. "Dünyanın en ağır işçisiyim. Neden mi? Çünkü 24 saat seni düşünüyorum" diyen şairin ağır işçiliğine yakın bir ağır işçilik.

İnsanlar işe gidiyorlardı. Ben erken uyanmıştım ama sabah benden de erken uyanmıştı. Zaten her zaman sizden daha erken uyanan, elini çabuk tutmuş, sizden daha şanslı birileri vardır bu yaşamda. Sabah erken uyanmış, geceyi bitirmişti. Yağmur da işine erken başlayıp, işini erken bitirenlerdendi; havayı ve sıkıntıdaki ruhları yıkamıştı. Toprak ıslaktı, ağaçların yaprakları ıslaktı. Mis gibi bir toprak kokusu vardı. İşe giden insanları durdurup "Önce şu toprağı, şu "sadık yarinizi" koklayın; sonra işe gidin. Her sevgi doğa sevgisiyle başlar. Önce şu iğde ağacından gelen keskin kokunun da farkına varın; sonra işe gidin" diyesim geldi. Ama beni anlayamazlarsa korkusu ile söylemekten vazgeçtim..

İnsanlar işe gidiyordu. Kimisi arabasında, kimisi de yayan. Yayan gidenler belki arabası olanlara özeniyordu. Arabası olanlar da bir üst model arabası olanlara. İnsanoğlu bu idi; elindekinin değerini bilmeyen, hep daha değişik şeyler arayan. Biraz ilerde koltuk değnekleri ile yürümeye çalışan adamı gördüm. Büyük bir azimle durağa doğru ilerliyordu. Adımlarım yavaşladı, yavaş yavaş geçtim yanından. Bazen insan sağlam bacaklarından dolayı da utanabiliyordu.

İnsanlar işe gidiyorlardı. Karşıdan gelen genç daha uykusunu alamamıştı; esniyordu. Günaydınım, esnemesine denk gelmişti. Gencin uyanması için gerçekten birisinin ona iyi bir günaydın demesi gerekiyordu. Eliyle ağzını kapatarak bana "günaydın" dedi. Acaba işte uyanacak mıydı? Öylesine bir dünyada yaşıyordu ki, uyanık değil çok uyanık olmalıydı. Öylesine bir rekabet vardı ki, cümle alem onun ekmeği peşinde idi. Acaba o bunun farkında mıydı?

İnsanlar işe gidiyorlardı. Ben onları selamlıyor, günlerini aydın ediyordum. Günaydınımı garipseyen sadece bir kişi oldu. "Bu adam neden böyle içten günaydın diyor?" diye garipsemişti. Halbuki bilseydi benim oldum olası yarım ağızla bir şey söylemediğimi, belki değişik olurdu tavrı diye düşündüm. Davranışlar çağa uymalı, duruşlar sağlam, tamsayı (integer) mantığına uygun olmalı diye düşünürüm. Yani 1 ve 0 gibi. Yani, ya hep, ya da hiç. Örneğin bir şey, ya hakkıyla denmeli, ya da denmemeli. Günaydın deyince de, merhaba deyince de, deymeli dediğine. Günaydınlar karşıdakinin gününü aydınlatmalı, merhabalar içini ısıtmalı.

İnsanlar işe gidiyorlardı. Uzaktan köprüye baktım. Arabalar iki yöne de akıyordu. Sanki kıtalar cepheye gönderiliyordu. Büyük meydan muharebesine gidiyorlardı. Bütün gün savaşacaklar, sonra yorgun argın yine evlerine döneceklerdi. Her gün askere alınacaklar, her gün terhis olacaklardı. Ama bu kıtalara dahil olamayan binlerce kişi vardı bu ülkede. Acaba bu işe gidenler, her gün işe gitmenin büyük ayrıcalık olduğunun ve bu mutluluğu tadamayan işsizler ordusunun farkında mıydılar?

İnsanlar işe gidiyorlardı. Kimisinin suratı aydınlık, kimisi karanlıktı. Kimisi koşarak gidiyordu, kimisi ayağını sürüyerek. Yaşamın ne kadar kısa olduğu, tüm yolculukların mutlu olması gerektiğinin sırrına varmışlar mıydı acaba o ayağını sürüyenler. "Hem ağlarım, hem giderim mantığı" ile, görücü usulüyle evlenmiş gelin edası ile işe gidenlere hep acımışımdır. Hep şikayet edip sonra da aynı işe gitmek ne kadar acı olmalıydı. İnsan sevdiği işi yapmalı, yaptığı işi sevmeliydi.

İnsanlar işe gidiyorlardı. Hatta bir kısmı gitmişti bile. Ben sabah turumu tamamladığımda sokaklar daha bir kalabalıklaşmıştı. Kuşlar da iyice işbaşı yapmıştı, bir ağızdan ötüşüyorlardı. Ben de işime devam edecektim; düşünmeye, ağır işçiliğime.
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
ANNEME MEKTUP


Annecigim, hep seni ne kadar sevdigimi, kucucuk yuregimdeki kocaman yerini anlatmak istedim. Ama basaramadim. Cunku hic beni anlamaya calısmadin.

Bir gun, bahceden sana cicek topladım. Bardaga koydum, getiriyordum ki; bardak birdenbire elimden dustu, kirıidi. Cicekle sana sevgimi anlatacaktim. Kirilan bardak icin o kadar bagirdin ki, bir daha kimseye cicek vermemeye yemin ettim.

Anne, benim kucuk yuregimde herkesi sevecek yer vardi. Ben herkesi cok seviyordum. Ama sen hep insanlarin kotu olduklarini, onlara guvenilmemesi gerektigini soyledin. Ben de artik insanlari sevmiyorum.

Annecigim, bir turlu kucuk kafam almiyor, bana baskasina vurmayi sen ögrettin. Ben dogdugumda vurmayi bilmiyordum ki… Neden simdi kardesime vurmama kiziyorsun? Ben ona vurunca elime vuruyorsun.

Anne babami hic sevmiyor musun? Hep beni onunla korkutuyorsun onu sevmemi istemiyor musun?

Ben bir şeyi bagirmadan istersem vermiyorsun. Bagirarak istersem veriyorsun. O yuzden ben de hep bagirarak, aglayarak istiyorum, hem de dedigimi yapmak icin bagirmani bekliyorum. Biliyor musun seni bagirtmak hosuma gidiyor, o zaman benimle ilgilendigini duşunuyorum.

Anne sana guzel bir haberim var; artık yemeklerimi yiyecegim. Bir an once buyumek istiyorum. Neden mi? Seninle konusurken yukarilara bakmaktan biktim. Artik boynum agriyor. Eger buyumem daha cok surecekse, neden sen comelerek benimle konusmuyorsun? O zaman kendimi daha iyi hissedecegim. Konusurken gozlerini gormek istiyorum. Gozlerinin derinliginde, sevildigimi anlamak istiyorum.

Annecigim, neden o cok sevdigin arkadaslarinin cocuklarina kendi esyalarini vermiyorsun? Onlara oyuncaklarimi vermekten hoslanmiyorum. Oyuncaklari bana mi, yoksa arkadaslarinin cocuklarina mi aliyorsun? Onlar kirinca kizmiyorsun, ben kirinca; “Sen de hic insaf yok mu?” diye, beni cezalandiriyorsun. Artik ona da cozum buldum, kirinca saklayacak baskalari kirmis gibi misafirler gelince sana gosterecegim.

Anne, beni neden dinlemiyorsun? Benim cizgi kahramanlarim, kirilan oyuncagimi, kaybolan kalemim neden seni ilgilendirmiyor? Beni de senin sefin, arkadasinin yeni aldıgı canta hic ilgilendirmiyor… Onlari dinlemek istemiyorum. Sadece buyuklere ait seyler mi onemlidir? Senin beni dinlemeni, onlarin benim icin ne kadar onemli oldugunu anlamani istiyorum.

Anne, yeni bakicimi hic sevmedim. Saclarimi senin taradigin gibi taramiyor. Bana eski okulumdaki ogretmenlerim gibi bakmiyor. Anne, sen bana neden sefkatle bakmiyorsun?

Anne, evdeki esyalari sehpayı kul tablalarini, televizyonu kiskaniyorum; onlari kirmak yok etmek istiyorum. Onlar olmazsa, beni daha cok sevecegini dusunuyorum. Onları temizlemek icin ayırdıgın vakti bana ayirmiyorsun. Demek ki onları benden daha cok seviyorsun.

Annecigim, evde oynamaktan biktim. Dısarilarda kosup oynamak, minik su birikintilerine ayagimi sokmak, dokerek pasta yemek, elimle makarna yemek, ayrani ustume dokmek istiyorum.

O yeri bulmak icin buralardan gitmek istiyorum anne! Ben çocuklugumu yasamak istiyorum anne!

O yer nerde mi anne?
Belki bir kusun kanadinda, belki bir cicegin yapraginda belki bir baligin akvaryumunda…


SEVGİLERİMLE
COCUGUNUZ
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Profesör konferans salonuna gelmiş

Profesör konferans salonuna gelmiş. Ön sırada oturan bir seyis dışında başka kimse yokmuş. Sunusunu aktarma konusunda bocalamış ve seyise sormuş:

-Buradaki tek kişi sizsiniz. Size göre konuşmalı mı, yoksa konuşmamalı mıyım?"

Seyis cevap vermiş:
-"Hocam ben basit bir insanım, bu konulardan çok fazla anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim."

Bu sözlerden pek etkilenen Profesör konferansa başlamış. İki saatin üzerinde konuşmuş durmuş. Konferanstan sonra kendini mutlu hissetmiş. Dinleyicisinin de konferansın çok iyi olduğunu onaylayacağını düşünerek:
-"Konuşmayı nasıl buldun?" diye sormuş.
Seyis cevap vermiş: "Hocam sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelip biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, onu beslerdim, ama elimdeki tüm yemi ona verip hayvanı çatlatmazdım."
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Kör Kuyuda Olsak Bile...

KÖR KUYUDA OLSAK BİLE...

Günlerden bir gün köylerden birinde, adamın birinin eşeği kuyunun içine düşmüş. Niye, nasıl diye sormayın eşek bu. Hayvancık saatlerce acı içinde kıvranmış anırmış.

Sesini duyan sahibi koşup gelmiş bakmış ki vaziyet kötü. Zavallı eşeği kuyunun dibin de inliyor. Üstelik yaralı.

Adam hemen köylüleri yardıma çağırmış. Ne yapılabilecekleri hakkındaki konuşmalar havada kalmış. Sonunda kurtarmaya değmeyeceğini düşünüp, kuyuyu toprakla örtmeye karar vermişler.

Ellerine aldıkları küreklerle etraftan kuyunun içine toprak atmaya başlamışlar. Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları her seferinde silkinerek dibe dökmüş. Ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde biraz daha yükselmiş ve sonunda yukarı kadar çıkmış. Köylüler ağızları açık bakakalmış.
Hayat bazen bizim de üzerimize yüklenir. Üstümüzü toz toprakla örtmeye çalışanlar çok olur. Bunların üstesinden sızlanarak değil,
SİLKİNEREK geliriz.

KÖR KUYUDA OLSAK BİLE...
 

efsun hayal

Profesör
Katılım
9 Mar 2007
Mesajlar
1,175
Tepkime puanı
13
Puanları
0
Konum
...
Allah razı olsun arzu abla
bunu burada okumak benim de nasibimmiş

dualarla...
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
İyi tüccar
Metin Karabaşoğlu





KIRAÇ DAĞLAR ARASINDA BİR VADİYE kurulmuş bir şehirdi Mekke. Ama Kâbe vesilesiyle, Arabistan’ın her tarafından insanı kendisine cezbederdi.

Bu kıraç ama ziyaretçisi bol diyarda insanların bir numaralı maişet kaynağı, ticaretti. Medine gibi, Hayber gibi ziraat zengini diyarların aksine, Mekke’nin zenginleri ticaret zenginiydi. Bir bakıma, bir tüccarlar şehriydi Mekke.Ebu Kuhâfe’nin oğlu Ebu Bekir o tüccarlardan biriydi. Henüz otuzsekiz yaşında iken biriktirdiği kırk bin dirhem nakit servetiyle, Mekke’nin sayılı zenginleri arasındaydı.

Ama o seneden itibaren, Ebu Bekir’in dillere destan serveti azalmaya yüz tuttu. O otuzsekiz yaşında iken, Mekke’deki en yakın arkadaşına, kendisinden iki yaş büyük Muhammed b. Abdullah’a vahiy gelmiş; Ebu Bekir b. Ebu Kuhâfe de, kirâmen kâtibîn tarafından gelen vahye iman eden ilk yetişkin erkek olarak kayıtlara geçmişti. İlk iman eden yetişkin erkek olmanın hakkını hep verdi Ebu Bekir. Vahyin haberini duyup iman eden aklı özgür bedeni köle mü’minleri kölelik zincirinden kurtarmak için servetinin epeyce bir kısmını tüketti. “Allahu Ehad” dedi diye kızgın güneş altında karnına kaya yatırılan Bilal b. Rebah, onun müşrik efendilerinden satın alıp özgürlüğüne kavuşturduğu kölelerin en çok bilineniydi.

Ebu Bekir’in serveti, Mekke’deki onüç imtihan senesinde azaldığı gibi, Medine’de tamamen tükendi. En nihayeti, Tebük gazvesi öncesinde elinde kalan son kuruşu da getirip Resûlullah’a teslim etmişti zira.

Sonrasında, pazarda günübirlik ticaret yaparak ailesini geçindirdi. Dün Yemen’den Şam’a bir büyük ticaret yürüten Ebu Bekir Allah ve Resûlullah için bu durumu bile isteye tercih ettiği gibi, ailesi de yüksünmedi.

En manidarı, başka hiç kimsenin ailesi için geride bırakmadan varını-yoğunu ortaya koymasına müsaade etmeyen Peygamber aleyhissalâtu vesselam, bir tek Ebu Bekir es-Sıddîk radıyallahu anhın böyle yapmasına müsaade etmesiydi.

Abbas b. Abdulmuttalib de tüccardı ve Mekke’nin zenginleri arasındaydı. Ebu Bekir radıyallahu anhın mal alıp mal satarak biriktirdiği servetin aksine, Abbas’ın servetinde ‘para alıp para satarak,’ yani faizle kazandığı bir kısım da vardı. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın, ondan üçbuçuk yaş büyük amcası idi Abbas. Karısı Ümmü Fadl Lübâbe binti Haris ilk müslümanlardan olmakla birlikte, o ilk müslümanlar listesinde yer alamadı. Kendi beyanına göre yeğeni Muhammed aleyhissalâtu vesselama gelen vahyin hakkâniyetine daha baştan kâni olmuştu gerçi, ama kalbde olanı bütün sonuçlarını ve risklerini göze alarak dil ile de ikrar ve ilan için çok uzun zaman bekledi. En önemli sebebi, böylesi bir ilanın bir ‘ilişkiler yumağı’ anlamına da gelen ticaretinin zarar görmesi ihtimaliydi.

Bununla birlikte, kendisini Müslüman olarak ilan etmediği yıllarda dahi, ‘yeğeni’ olarak Peygamber aleyhissalâtu vesselamı hep korudu. Akabe Biatında onun da bir hissesi vardı. Bedir ve Uhud öncesi Mekke canibinden haberler, Resûlullah aleyhissalâtu vesselama onun vesilesiyle geldi. Müşrikler tarafından Peygamber aleyhissalâtu vesselama karşı yürütülmüş savaşların en büyüğü olan Ahzâb, yani Hendek savaşının haberini yine o verdi.

Ebu Süfyan b. Harb de Mekke’nin en önde gelen tüccarları arasındaydı. Nasıl Abbas’ın serveti Ebu Bekir’den bir miktar fazlaysa, Ebu Süfyan’ınki de Abbas’ın servetinden fazlaydı. Başından itibaren Hz. Peygamber’in karşısında yer aldı, Bedir’de Mekke’nin ondan da etkili isimleri öldürülünce Mekke’nin fiilî reisi konumuna yükseldi ve İslâm’a düşmanlığı daha da arttı. Bununla birlikte, ‘tüccar’ tarafının getirdiği bir ‘hesaplılık’la gözü dönmüşçesine düşmanlıktan da sakındı. Zihni, artıların da, eksilerin de olduğu bir hesap yönünde işliyordu. İslâm’a en ziyade düşman olduğu günlerde dahi, bu dinde, Peygamberde, mü’minlerde gördüğü ‘artı’ları yok saymadı. Bu sayede, geç de olsa, zoraki de olsa, Mekke’nin fethine ramak kala Müslüman oldu.

Ebu Leheb b. Abdülmuttalib, küçük kardeşi Abbas gibi, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın amcasıydı ve kardeşleri arasında en zengini oydu. “La ilâhe illallah deyiniz, kurtulunuz” çağrısında bulunan yeğeniyle gelen vahyin, Mekke’nin kurulu düzenini, statükoyu mahvedeceğini; Kâbe’deki putlara tapınmaya gelen Araplar vesilesiyle gerçekleşen ticarî hareketlilik ve zenginliğin yitip gideceği konusunda Velid b. Muğire, Ümeyye b. Halef, Hişam b. Amr, Utbe b. Rebia gibi Mekke önderleriyle hemfikirdi. İslâm’a karşı mücadelede genelde o akıl hocası oldu, Peygamber aleyhissalâtu vesselama muhalefette hiç kimse onun üstüne çıkamadı. Servetini yeğeni için değil, yeğenine karşı harcadı. Yaşlı olduğu için gidemediği ama finansmanına katkıda bulunduğu Bedir seferinin müşrikler için hezimetle sonuçlandığı haberi ona ulaştığında, küçük kardeşi Abbas’ın kölesi Ebu Râfi’ yakınındaydı. İslâm’ı seçmiş bir köleydi Ebu Râfi’. Ama Mekke’nin müşrikleri onun İslâm’ı seçtiğini bilmiyorlardı. Haberi duyar duymaz, kendisini tutamamış, sevincini açığa vurmuştu hemen. Ebu Leheb hışımla üzerine yürüdü, Ebu Râfi’yi dövdü, yaraladı. Abbas’ın İslâm’ı ilk seçenler arasında yer alan hanımı Ümmü Fadl da, “Sen benim köleme ne hakla el uzatırsın?” diyerek bir kemik parçasıyla Ebu Leheb’e vurdu. Kemik darbesi bir çizik yapmıştı Ebu Leheb’in ensesinde, bakılsa yara çok küçüktü. Ama iltihap kaptı ve Ebu Leheb günlerce çirkin bir iltihab kokusu içinde yaşadıktan sonra öldü.

Ebu Leheb’in yoldaşı ve fikirdaşı Ümeyye b. Halef, Ebu Cehil Hişam b. Amr, Utbe b. Rebia, Ukbe b. Ebi Muayt ve niceleri ise Bedir’de ölümü tatmışlardı zaten. Bu dünyada üç kuruşluk bir menfaat ve beş günlük bir saltanat uğruna İslâm’ın karşısına dikilirken, ebedî bir kayba topluca imza atmışlardı.

Bir tüccarlar şehriydi Mekke. Bu tüccarlar içinde, duyar duymaz tereddütsüz kelime-i tevhide şehadet eden Ebu Bekir de, ondan haber alır almaz aynı davete icabet eden Osman b. Affan, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf da vardı; şartları ve riskleri tartıp biçerek Abbas b. Abdulmuttalib gibi beklemeyi tercih eden de, bu tevhid mesajının Mekke’nin kurulu ticaret düzenine çomak sokacağını daha ilk anda hesap edip hiç beklemeden tereddütsüz düşman olmayı seçen de...

Hepsi de bir ticarî akılla hareket etmişlerdi.

Ama o ‘ticarî akıl’ hepsini farklı bir yöne yöneltmişti.

İçlerinde ‘ticaret’i en iyi bilen kimdi peki? En iyi tüccar, hangisiydi?

Mekke tüccarlarının en iyisi ve en akıllısı, bindört yüz yıl öteden bakıldığında apaçık görüldüğü üzere, Ebu Bekir b. Ebu Kuhâfe’ydi.

İlk bakışta, herşeyini kaybetmiş gözükse bile...
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Kul Hakkı

Geçmiş zamanın birinde bir adam, bir çiftlik evi yapmaya karar verdi. Bunun
için güzel bir yer aradı ve aradığı yeri sonunda buldu. Araziyi sahibinden
satın aldı. Hemen işe koyuldu. Önce kendine güzel bir ev, daha sonra
hayvanları için bir barınak yaptı. Geri kalan arazi üzerine ise meyve
ağaçları dikmeye başladı.

Bir gün arazide çalışırken kazmasının ucuna sert bir cisim takıldı. İçinden,
"sert bir kaya parçası olmalı" diye düşündü. Ancak biraz daha kazdığında bir
de ne görsün! Bir küp altın. Küpü bulunduğu yerden dikkatlice çıkardı.
İçinden şunu geçirdi:

- Ben bu araziyi satın aldım; ama içindekileri satın almadım. Bu altınlar
arazinin benden önceki sahibinin olmalı. En iyisi ben bu küpü ona teslim
edeyim.

Adam hemen araziyi aldığı adamın yanına gittti ve durumu anlattı. Bu altın
küpünü adama teslim etti. Adamı dikkatlice dinleyen arazinin eski sahibi
şöyle dedi:

- Kardeşim, ben bu araziyi sana içindekileriyle beraber sattım. Bu altın
küpü benim değil, senin. Çünkü arazi şu anda sana ait.

Karşı taraftaki adam ise altınları kendisinin alamayacağını söylüyordu.
Aralarındaki bu anlaşmazlık uzayınca hakime gitmeye karar verdiler.

Mahkemeye vardıklarında durumu hakime arz ettiler. Hakim öncelikle toplumda
böylesi insanların yaşadığı için Rabbine şükretti ve ardından her iki adama
da bekâr çocuklarının olup olmadığını sordu. Adamlar şaşırmıştı. Konunun
bekâr çocuklarla ne ilgisi olabilirdi ki?

Araziyi satın alan adam,

- Benim bir oğlum var, dedi.

Diğer adam ise,

- Benim de bir kızım var hakim bey dedi. Bunun üzerine hakim sözlerine şöyle
devam etti:

- Efendiler! Sizin hakkınızda verdiğim hüküm şu: Çocuklarınızı birbiriyle
evlendirin. Bu altınların bir kısmını da onlara düğün masrafları ve düğün
hediyesi olarak harcayın. Bir kısmını kendi ihtiyaçlarınız için, geri kalan
kısmını da Allah yolunda hizmette kullanın.

Her iki taraf da haklarında böyle bir kararın verileceğini akıllarının
ucundan geçirmiyorlardı. Ancak bu karardan iki taraf da oldukça memnun
kaldı. Çünkü bu sayede hem aralarındaki ihtilaf çözülmüş hem de akraba
olmuşlardı. (Buhari, 3285; Müslim, 1721)
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Profesör konferans salonuna gelmiş. Ön sırada oturan bir seyis dışında başka kimse yokmuş. Sunusunu aktarma konusunda bocalamış ve seyise sormuş:
-Buradaki tek kişi sizsiniz. Size göre konuşmalı mı, yoksa konuşmamalı mıyım?"
Seyis cevap vermiş:
-"Hocam ben basit bir insanım, bu konulardan çok fazla anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim."
Bu sözlerden pek etkilenen Profesör konferansa başlamış. İki saatin üzerinde konuşmuş durmuş. Konferanstan sonra kendini mutlu hissetmiş. Dinleyicisinin de konferansın çok iyi olduğunu onaylayacağını düşünerek:
-"Konuşmayı nasıl buldun?" diye sormuş.
Seyis cevap vermiş: "Hocam sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelip biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, onu beslerdim, ama elimdeki tüm yemi ona verip hayvanı çatlatmazdım."

Harika bir hikâye... Hani seyis te boş bir adam değilmiş .

.
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Namaz ve Ezan

Bir dede ile torununun konuşmalarına kulak

veriyoruz:

Torunu, pamuk gibi bembeyaz sakallı, nur yüzlü dedesine merakla soruyor:

"Dedeciğim! Bir insanın ömrü ne kadar olur?"

Dede tatlı bir gülücükle:

"Ezanla namaz arası kadar yavrucuğum." deyince torun:

"Nasıl yani, ömür bu kadar kısa mı?" der.

Dede: "Evet yavrum. ömür, namazsız ezanla, ezansız namaz arası kadardır." diye cevap verir.

Torun yeniden sorar: "Namazsız ezan ve ezansız namaz sözlerinden ne kastettiğinianlamadım dedeciğim. Bu ne demek açıklar mısın?"

Dede şefkatle ellerinden tuttuğu torununa: "Bak yavrum, geçenlerde komşumuzun çocuğu doğdu. O çocuğun kulağına ezan okundu değil mi? işte o ezanın namazı kılındı mı? Kılınmadı. O ezan "Namazsız ezan"dı. insan öldüğü zaman kılınan cenaze namazının da ezanı yoktur. O da "Ezansız namaz"dır. Aslında o namazın ezanı insan doğunca okunmuştu kulağına.

"Bak ey insan! Doğdun, ama öleceksin, ömür çabuk biter, hayatını iyi değerlendir. Boşa vakit harcama!" ikazını yapıyordu o ezan. İşte yavrum öMüR, EZANLA NAMAZ ARASI KADARDIR. Sakın boşa geçirme. ömrünü dolu dolu yaşa, bir nefes bile boşluk bırakma!"
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
bugün yaşananlara göre bir hikayem var sizlere

1ag9lr9.jpg

bir hikaye..
orta yaslı bir hanım şehrin en lüks magazasında begendıgı bir döpyesi gıyıp ayna karsında birkac defa dondukten sonra :
- Ben üniversitede öğretim üyesiyim, dedi modern bir kıyafet almak istıyorum.
Kadınla ilgilenen tezgahtar kız:
- Sizi iyi tanıyorum efendim, dedi. çok şık giyindiğinizi de biliyorum. Fakat Fransız modasına gore elbisenızı bir eşarpla tamamlamalısınız.
Kadın:
- Eşarp mı? dıye burun kıvırdı.Demek güncel ha..!Ama Fransa gıbı bir moda merkezinden gelıyorsa dedikleri dogrudur.
Tezgahtar kız raftaki eşarpları müşterinin önüne serdıkten sonra:
- Pahalı olmasına ragmen, en modern mallarımız bunlar dedi size yakısacaktır.
Kadın eşarpları tek tek incelerken:
- Hepsi güzel ama ben sizin basınızdakini begendım dedi, şimdi hatırlamıyorum ama, gecen gun aynı esarbı bırınde daha görmüştüm.
Genç kız saygılı bir ifade ile :
- O gördünüz bendim hocam, dıye gülümsedi. Gece bölümünde öğrencinizim. Kıyafetimdendolayı beni dersinizden atarken , basımda bu esarp vardı...
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Yagmurlu ve soguk bir kis gunu,yirtik pirtik paltolar giymis iki cocuk kapimi caldi.


"Eski gazeteniz var mi, bayan?"


Cok isim vardi. Once hayir demek istedim,ama ayaklarina gozum ilisince sustum.Ikisinin de ayaklarinda eski sandaletler vardi ve ayaklari su icindeydi.


"Iceri girin de size kakao yapayim." dedim.


Hic konusmuyorlardi. Islak ayakkabilari halida iz birakmisti. Kakaonun yaninda recel ekmek de hazirladim onlara, belki disaridaki sogugu unutturabilir, azicik da olsa isitabilirdim minikleri.Onlar sominenin onunde karinlarini doyururkenben de mutfaga dondum ve yarida biraktigim isleriyapmaya koyuldum.Oturma odasinda ki sessizlik dikkatimi cekti.


Bir an kafami uzattim iceriye kucuk kiz elindeki bos fincanabakiyordu.


Erkek cocugu bana dondu ve "Bayan, siz zengin misiniz?" diye sordu.


"Zengin mi? Yo hayir!" diye cevaplarken cocugu,gozlerim bir an Ayagimdaki eski terliklere kaydi.Kiz elindeki fincani tabagina dikkatle yerlestirdi ve "Sizin fincanlariniz ve fincan tabaklariniz takim." dedi.


Sesindeki aclik, karin acligina benzemiyordu. Sonra gazetelerini alip ciktilar disaridaki soguga.Tesekkur bile etmemislerdi, ama buna gerek yoktu.Tesekkur etmekten daha ote birsey yapmislardi. Duz mavi fincan tabaklarim takimdi. Pisirdigim patateslerin tadina baktim.


Sicacikti patatesler.Basimizi sokacak evimiz vardi.Bir esim vardi ve esimin de bir isi,bunlar da fincanlarim ve fincan tabaklarim gibi uyum icindeydi. Sandalyeleri sominenin onunden kaldirip, yerlerine yerlestirdim. Cocuklarin sandaletlerinin camur izleri halinin uzerindeydi hala.


Silmedim ayak izlerini. Silmeyecegim de. Olur ya;


unutuveririm ne denli zengin oldugumu. Siz sakin unutmayin ne kadar zengin oldugunuzu


Ben unutmayacagim.
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Çok samimi iki dost ve arkadaşlardı. Fakat bir tanesi çok kurnaz , atılgan
ve hareketli, diğeri ise çok saf , dürüst ve sessizdi.

Bir gün kurnaz olan arkadaş , diğer arkadaşın yanına giderek işlerinin
bozulduğunu söyler ve kendisinden para ister. Samimi dostu onu hiç kırmaz
ve elindeki bütün parayı arkadaşına verir.

Arkadaşı bu parayla işlerini düzeltir.

Bir süre sonra kurnaz olan yine arkadaşının yanına gider ve onun evlenmek üzere olan nişanlısını çok beğendiğini ve kendisine vermesini ister.

Arkadaşı çok şaşırır, ne diyeceğini bilemez.

Fakat aralarında o kadar kuvvetli bir sevgi vardir ki arkadaşına hayır diyemez, nişanlısını arkadaşına verir.

Zaman içinde Saf olanın işleri bozulur
ve birden arkadaşı aklına gelir...

(ben ona sıkıştığında iyilik yapmıştım diyerek) arkadasının iş yerine gider ve çalışmak için iş ister.

Arkadaşı ona iş vermez. Bizimki pişmanlik ve üzüntü içinde geri döner ama yinede arkadaşına kızamaz.

Bir gün sokakta dolaşırken yanına hasta ve yaşlı bir adam yaklaşır. Fakir olduğu için ilâç alamadağını söyler.

Bizimki yaşlı adamcağıza acır, istedigi ilâçlarî alır ve adamcağıza verir.

Kısa bir süre sonra yaşlı adamın öldüğünü duyar

Yaşlı adam çok zengindir ve bütün mirasını ona bırakmıştır.

Saf adam artık zengindir.

Biraz da sevdiği dostuna kırgınlığından dolayı dostunun işyerinin karşısında bir ev alır ve oraya yerleşir.

Bir gün evinin kapısını dilenci bir kadın çalar. Yaşlı kadın çok aç olduğunu, kendisine yemek vermesini ister.

Bizim saf hiç düşünmeden kadını içeri alır karnını doyurur,

Kimsesi olmadığını öğrendiği kadına ; Kendisinin de yanlız olduğunu söyler ve bu evde birlikte yaşayalım sen evin işlerini ve yemekleri yaparsın der, yaşlı kadın hiç düşünmeden kabul eder.

Bir süre sonra yaşlı kadın bizimkine, kendine uygun bir kız bulup evlenmesini söyler,

Bizimki böyle bir kıza nasıl ulaşacağını, kendisinin tanidığı olmadığını söyler.

Yaşlı kadın ona uygun bir kız tanıdığını ve kendisiyle görüştürebileceğini söyler.

Görüşmeler sonucunda evlenmeye karar verilir ve düğün davetiyeleri basılır.

Bizimkisi kırgın olduğu halde çok samimi dostunu yinede unutamamıştır ... Biraz da geldiği konumu görmesi açısından samimi arkadaşına da davetiye gönderir

Düğün günü gelir çatar . Saf adam düğün salonunda bir şeyler söylemek isteğiyle mikrofonu alır ve başlar yaşadıklarını anlatmaya ;

Eskiden çok sevdiğim bir dostum vardı . Bir gün işleri bozulunca benden
borç para istedi elimdeki bütün parayı verdim. Evlenmek üzere olduğum nişanlımı çok beğendigini söyleyerek benden istedi.

Çok üzülerek onu da kendisine verdim . Çünkü biz gerçek dosttuk onun üzülmesini istemedim.

İşlerim bozuldugunda onun fabrikasina gittim ve çalişmak için kendisinden iş istedim. Bana iş vermedi.

Çok üzüldüm, ama yinede arkadaşıma kızmıyorum Çünkü biz gerçek dosttuk.

Bu konusma üzerine kurnaz olan arkadaşı daha fazla dayanamaz mikrofonu eline alır ve baslar konuşmaya;

Benim de bir zamanlar çok sevdiğim bir dostum vardı. İşlerim bozulduğunda kendisinden para istedim, bütün parasını bana verdi. Sonra ondan nişanlısını istedim, üzülerek
nişanlısını da verdi .

Nişanlısını istememin nedeni ise o kadının arkadaşıma layık olmamasıydı .

Çünkü O kadın (Hayat kadınıydı ) Kendisi çok saf olduğu için arkadaşımı o kadından bu şekilde kurtardım.

İşleri bozulduğunda gelip benden iş istedi,

Arkadaşımı kendi emrimde çalıştıramazdım, o yüzden iş vermedim

Günün birinde karşılaştığı yaşlı adam benim babamdı.

Babam ölmek üzereydi, onu arkadaşımın yanına ben gönderdim ve mirasını ona ben bıraktırdım.

Evine gelen dilenci kadın benim annemdi

Ona bakıp iyi yaşamasını sağlamak için gönderdim.
Şu anda evlenmekte olduğu kişi de benim kız kardeşim.

Onu arkadaşımla evlenmesine ben iknâ ettim
Herşey senin içindi...


Hikayeden alınacak anafikir :

İnsan dostu için yaptıklarını mecbur kalmadıkça açıklamaz..

Tüm yakınlık duyduklarınıza birde bu gözle bakın...
Siz farketmeden sizin için kimbilir neler yaptılar.
sadece sizin için
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
O PERDE HİÇ ARALANMADI

Aklımızla hayat arasında arabuluculuk eden "uyum peri¬si"nin bir gün dalgınlığı tutar ve göğüs kafesi adını koyduğu¬muz o tehlikeli kapıyı aralar. Orada şimdiye kadar hiç rahatsız edilmeden kendi çarpıntısını dinleyen kalp, ansızın uyuşukluğu¬na dalan başka bir kalbin atışlarını duymaya başlar. Hiç hesap¬ta olmayan bu buluşma, bütün duyuları oyunun dışına iter ve vücut sandalı isyankar kalbin eline geçer. Artık aklın ölçülü ro¬tasından çıkılmış, insicamsız bir seyir başlamıştır. Şimdi kalp nereye istiyorsa oraya gidilecek, hangi yamaca vuruyorsa oraya tırmanılacak, düştüğü dipsiz kuyu da can çekilinecek, yalnızca onun iniltisine eşlik edilecektir. Çünkü aşk gelmiş, vücut çözül¬müş, her bir aza, kalp yangını dediğimiz o dehşet ızdıraptan pa¬yına düşeni çeker olmuştur. Muzdarip akılın tek yaptığı, tek ya¬pacağı, tıpkı bir zindanın tavanından mahkumun kafasına dam¬layan sinir bozucu su damlaları gibi şu soruyu tekrar etmektir:
"Kalbim, seni alıp nereye gideyim?"
Hayatta hiçbir rastlantı, aşk kadar pahalıya patlamamış¬tır. Aklın, yolunun üzerinde duran ve öylesine bir nazarla bakıp geçtiği bir çiçeğe, kalp, niyeyse hiç de öyle bakmamış, bakama¬mıştır. "Kalp gözü" dediğimiz o dev kapan ansızın açılmış ve şimdilik kendine ait olmayan çiçeğin suretini ruhun üzerine germiştir. Ruh her dalgalandığında bu suretin aslını arzulayacak; ancak arzuladıkça onu kendinden uzaklaştıracak, arzuladıkça imkansız kılacak, nihayetinde, bir zamanlar yolunun üzerinde öylesine duran o çiçeği, uçurumun ortasında ve ulaşılmaz bir hale getirecektir. Zavallı ademoğlu, o uçurumun kenarında, eze¬li bir bağlanmayla ebedi bir elveda arasında varlığının en büyük buhranını yaşayacaktır. Bütün alternatifleri öldürmüş, gözü açıkken kör olmuş, şu emsalsiz lötüsün yapraklarında uykusu¬nu kaybedivermiştir. Sabahlara kadar kitaplara dalan bilgelerin akıl gözü kapanacak, oyundan dönen çocukların kirpikleri usul¬ca inecek, yorgun bedenler karanlığın bir yerinde geceye teslim olacak, ancak aşık, göz bebeklerini bir yıldız gibi diri tutup sa¬bahın gelmesini bekleyecektir. Çünkü sevgili eğer belirecekse, güneşin her şeyi korkunç bir ihtimalle aydınlattığı, gündüz de¬diğimiz o bulanık coğrafyada belirecektir. Ama bu yalnızca sevgilinin safına kalmıştır. Aşığa düşen sabırla beklemektir:

Bekledi de: O bizim can şenliğimizdi. Kürsüsünün tam önündeki sırada oturur, sürekli yaramazlık ederdi. Yanaklarının üzerindeki çillerden dolayı sınıfça adını "Çilli" koymuştuk. Bü¬tün kızlar kendilerini onun ablası olarak görür, çubuk krakerle¬rinden bir kaçını, simitlerinin bir parçasını, gazozlarının nere¬deyse yarıya yakınını Çilli' ye verirlerdi. Erkekler oyunlarına mutlaka Çilli'yi de katar, rakipten birisi ona bir faul yapacak ol¬sa, bunu asla affetmezlerdi. Çilli'nin canını inciten, yaptığının bedelini sert bir tekmeyle ödeyeceğini bilirdi. Sırf bu rahatlık yüzünden Çilli, rakip kaleye nice goller atmış, omuzlara alın¬mış, yanakları makaslanmış, övgülere boğulmuştu. Kimse onu kıskanmazdı. O sanki meleklerin aramıza bıraktığı, hiç büyü¬meyen, büyüse de fark edilmeyen kocaman bir çukulataydı. Sı¬ra dayağı yediğimizde, onun avuçları yanmasın diye dua eder¬dik. Onun etrafında oluşturduğumuz bu içten savunmanın her birimiz. için makul bir sebebi vardı. Onu korurduk çünkü o bizim tokatla aşınmamış yanağımızdı; onu korurduk çünkü o sert bir bakışla uyuşturulmamış haşarılığımızdı; onu korurduk çünkü o bizim, farkında olmadan düzeni bozan cesaretimiz¬di; mızmızlığımızdı o bizim; bahçesine korku girmemiş evimi¬zin şadırvanı. Çilli'yi korurduk ve onu korumakla garip bir şe¬kilde dünyanın söz geçiremediği bu küçük adamın adamları ha¬line gelirdik: Gözlerine elem düşmesin diye küçük kralları için tasalanan bir sürü kara kedi, bir sürü kirpi, bir sürü sincap ...

Ama bir gün Çilli'nin canı çekildi. Bu birden bire mi, yoksa yavaş yavaş mı oldu, doğrusu başlangıçta fark edemedik. Daha önce hepimiz zırt vırt aşık olmuş, aşık olduğumuz kızları ÇiIli' ye anlatmış, onu aracı yapmıştık. Fakat Çilli, bizim aşkla¬rımızı, bakkaldan elma şekeri almak gibi yalnızca tatlı bir şey sanır, hiçbir zaman fazlaca kafa yormazdı bu işlere.

Dedim ya, Çilli'nin bir gün canı çekildi ve neşesi tamamen kayboldu. Kız öteki mahallede, sokağın başındaki evde oturuyor¬u. Çilli okul çıkışları soluğu orada alır, bir duldaya geçer, o perdeleri sıkıca çekilmiş pencerede bir kıpırtının olmasını, bir gölgenin belirmesini, küçük bir aralığın açılmasını beklerdi. Mesafesiz bir bekleyişti bu. Perde pencereye değil, onun gözlerine çekilmiş¬ti sanki. Kimse zarar vermesin diye biz, küçük kralımızın perde çekilmiş gözlerine gözcülük ederdik. Biz gözcülük ederdik zaman akardı, biz gözcülük ederdik karanlık basardı. Çaresiz: "Haydi gidelim artık Çilli" derdik,"bak karanlık bastı." Ama o biraz daha kendisine zaman tanır, perdenin bir süre sonra mutlaka aralanacağını düşünürdü. Kim bilir daha neler düşünürdü Çilli. Kızın evde olup olmadığını belki; şimdi hangi odada oturduğunu; uykuya dalmış, bu yüzden cama çıkmamış olabileceğini; ya da en azından annesinin onu gözünün önünden uzaklaştırmadığını. Baktığı yer Çilli için artık bir pencere olmaktan çıkmıştı. Bitkin gözlerinden günler, haftalar, aylar geçti; mevsimler bile perdelerini indirip gittiler. Ama o arkasında kimse olmayan perde, o sır vermeyen beyazlık bir kere bile aralanmadı.
Aşkın bütün tarihi boyunca, iki kalp arasında hep bir perde gerili, bazen kalplerden birisi, bazen de her ikisi o perdeyi aralamak için çaresizce çırpınmışlardır. Karşılıklı ola¬rak iki kalp o perdeyi aralamak istediklerinde bir üçüncünün eli devreye girmiş, acımasız bir güçle perdeyi gergili tutarak, bu¬luşma sınırının iki yakasında da birer kül yığını kalıncaya kadar zalimliğini devam ettirmiştir. Kim bilir, bu belki de kaderin eli¬dir; ki perdeyi araladığında artık her kalp, şimdiye kadar yüz vermediği ucuz bir ruhun sargısıyla sarmalanıp, geleneğin kuca¬ğına teslim edilmiştir.
Kalplerden yalnızca birisi o perdeyi aralamak istediğin¬de, perdenin arkasındaki kalbi de aralamaya can atmış, fakat her ikisini de aralayamamıştır. Aşık, hayatı boyunca bu yas töreni¬ni yaşamaya mahkum kalan aslını orada bırakıp, gölgesiyle ka¬yıplara karışmıştır. Bundan sonrasını kimse bilmeyecektir. Ge¬rek de yoktur...

Ali AYÇİL
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
hayat dersi...

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: 'Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?' Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. 'O zaman' der öğretmen. 'Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin' öğrenciler bunu da yaparlar.
Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz! Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamamışlardır.
Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: 'Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.' Bazı öğrenciler torbalarına üçer beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine 'Peki şimdi ne olacak?' der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: 'Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde, hep yanınızda olacaklar.'
Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: 'Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.' 'Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk?'
Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: 'Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.
 

medine_kübra

Asistan
Katılım
14 Haz 2007
Mesajlar
242
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Ablacım emeğine sağlık hepsi birbirinden farklı dersler veriyo..emeğine sağlık.:clap2:
 

Rosasepia

Ordinaryus
Katılım
25 Ağu 2007
Mesajlar
2,427
Tepkime puanı
787
Puanları
0
Konum
Seyyâh-ı âlem
çok güzel bir hayat dersi vermiş hoca ögrencilerine
birden aklıma kokmuş patetes geldi, pekde berbak kokarya hani : )

banada kısacası bir manalı sözü hatırlatı...



keskin sırke küpüne zara...
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
yamurbt4cc2.gif


YAĞMUR DAMLASI

Zamanların birinde küçücük dünyasında yüreğinin kocamanlığıyla başı dertte olan bir yağmur kız varmış... Her zaman mutsuz, her zaman hüzünlüymüş. Büyük yalnızlıklar yaşarmış kalabalıkların içinde... Kendi yalnızlıgında çoğullaşarak... Kimsenin onu anlamadığını düşünürmüş.. Tek çabası hayata bir iz bırakabilmekmiş oysa.. Ama başaramazmış..

Ve yorulur, tükenir, dağılırmış.. Sonra yeniden rüzgar olur eser...

Yağmur olup yağarmış.. Geceye ay... Gündüze güneş.... Bahara çicek olurmuş... Kendi gücünün altında ezilen bir güçsüzlüğü varmış. Kendi ağırlığının altında ezilirmiş.. Taşıyamazmış yükünü.. Birine yaslanma, bir diğerine dayanma ihtiyacı duyarmış.. Ama herkes onun çok güçlü olduğunu düşündüğü için yardıma ihtiyacı olduğu akıllarına bile gelmezmiş.. En sevdiklerinin bile......

Ve o mağrur kız yağmurluğuna, rüzgarlığına söz gelmesin diye başı dik ama içinde darmadağın gülümsermiş... En çok kuşları kıskanırmış.. En çok onları severmiş.. Hayat ona mutluluktan uçma şansını çok gördüğü için belki... Oysa başkaları hiç bir derdinin olmadığını söylerlermiş ona.. Sevgisizliğin bir dert olmadığını düşündükleri için mi?? Ama yağmur kız parayla alınamayacak şeylerin sevdasındaymış.. Aşkla inandığı her değer için soyunabilirmiş tüm varlığından.. Güzel evinden,sıcak yatağından,her rahatlığından vazgeçebilirmiş..

Çünkü aşk her türlü konforu barındırır içinde.. Aşkta denizler beslenir duygulardan...

Kuşlar öter.. Baharlar hüküm sürer.. Rüzgar ılıktır ve yağmur yumuşacık dokunur.. Hırslar yoktur..kavgalar.. didişmeler.. Bitmeyen bir kahkahadır aşk.. Ve dinmeyen bir çığlık... Ama aşk cesaret ister.. Tek korkuya yer yoktur!! Dünyası küçük yüreği kocaman o yağmur kız damlalarını tüketmedi hala... Hala yağıyor.. Ne zamana kadar yağabileceğini bilmeden.....

Yağmur Damlası
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
NE ANLADIGINIZ ÖNEMLi

İnsanların ne konuştuğu değil ne anladığı önemli!

Birkac yuzyil once Papa butun yahudilerin Roma'yi terk etmeleri
gerektigine karar verir. Dogal olarak Yahudi toplumundan buyuk bir tepki
gelir. Bunun uzerine, Papa ile Yahudi toplumundan onde gelen birisiyle
karsilikli dini bir muzakere yapmalarini onerir. Yahudiler kazanirsa
kalacaklar, Papa kazanirsa gidecekler. Yahudiler caresiz kabul eder ve
temsilci olarak Moiz'i secerler. Ancak Moiz'in Papa ile ayni dili
konusamamasi nedeniyle muzakere de konusmak yerine sadece isaret dilinin
kullanilmasini teklif ederler. Papa kabul eder. Muzakere gunu geldiginde
iki taraf karsilikli yerlerini alirlar ve karsilikli olarak bir sure
bakistiktan sonra Papa elini kaldirarak 3 parmagini gosterir. Buna
karsilik Moiz tek parmagini kaldirir. Papa parmaklarini sallayarak basinin
etrafinda cevirir. Moiz ise parmagiyla yeri isaret ederek oturdugu yeri
gosterir. Papa yanindaki cantadan bir parca ekmek ve sarap ciartinca Moiz
de bir elma cikartir. Bunun uzerine Papa ayaga kalkarak 'Ben pes ediyorum,
Yahudiler kalabilirler' der. Muzakere sonrasinda Papa'nin etrafina
toplanan kardinaller Papa'ya ne oldugunu sorduklarinda Papa; Ben once 3
parmagimi gosterip Kutsal Ucluyu isaret ettim. Buna karsilik o bana tek
parmagini gosterip her iki dinin de tek tanriyi tanidigini soyledi. Ben
parmaklarimi sallayip basimin etrafinda cevirerek tanrinin bizim
etrafimizda oldugunu gosterdigimde o da oturdugu yeri isaret ederek
tanrinin onlarin durdugu yerde de oldugunu isaret etti. Ben kutsal ekmek
ve sarap cikartip tanrinin bizim gunahlarimizi bagisladigini gostermek
istedigim zaman da hemen bir elma cikartip bana ilk gunahi hatirlatti.
Her seye bir cevabi var. Ne yapabilirdim ki?' Ayni sirada Yahudi
cemaati de Moiz'in etrafini sarmis ona nasil basardigini soruyorlardi
Moiz; ' Once bana 3 parmagini gosterip 3 gun icinde burayi terk etmemizi
istedi. Ben de ona bir tekimiin bile ayrilmayacagimizi soyledim. Sonra
butun sehrin Yahudilerden temizlenecegini soyledi. Ben de, hic bir yere
gitmeyip oldugumuz yerde kalacagimizi soyledim' 'Sonra ne oldu?' diye
kalabalik heyecanla sormus. 'Valla,sonrasini ben de pek anlamadim. Papa biraz hiddetlendi ve ogle yemegini cikartti. Bunun uzerine ben de
benimkini cikarttim. Hepsi bu!..'

INSANLARIN NE KONUSTUGU DEGIL NE ANLADIGI ONEMLIDIR. YA SENI ANLAYAN BIRI
ILE KONUS
YA DA ANLASILMIYORSAN SUS KI, KONUSTUGUN KISIYE BIR DE KENDINI ANLATMAK
ZORUNDA KALMAYASIN!.
 

gercek_musluman

Doçent
Katılım
13 Ara 2007
Mesajlar
554
Tepkime puanı
3
Puanları
0
kardeşim yüreğine sağlık hepsi birbirinden mükemmel ve ibret vericiler..çok duygulandım çokkkk...
 
Üst