BiR MoR MeNeKŞe

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Dostluğun ölümsüz öyküsüdür Ayçiçeği

di-IJS9.gif


Bir zamanlar küçük bir papatya varmış. Kocaman bir kayanın siperciğinde yaşarmış. Çevresinde ballıbabalar, katırtırnakları, utangaç mavi mine çiçekleri açarmış. Her sabah, gün doğumunda bütün çiçekler uyanırmış. Sabah aydınlığıyla genişleyen gökyüzünü izlerler, mutluluk türkülerini bir ağızdan söylerlermiş. Hepsi birbiriyle dost, hepsi arkadaşmış. Aradan uzun bir zaman geçmiş. Günlerden bir gün, bizim küçük papatya her zamanki gibi tan atımında uyanmış. Uyanmış uyanmasına ama eskisi gibi keyfi yerinde değilmiş. İncecik gövdesi kırılıp dökülüyormuş. "

Herhalde akşam yağan yağmur yüzünden hastalandım" diye düşünmüş. O sırada gözü yakın arkadaşı ballıbaya ilişmiş. Zavallı ballıbaba, ıslak toprağa serilmiş, yatmıyor mu?.. "Ne oldu sana kardeşim" diye seslenmiş ballıbabaya..

di-OECR.jpg


Ballıbaba başını güçlükle papatyaya çevirmiş, gözlerinden ip gibi yaş akıyormuş. " Bu soruyu yalnız bana sorma papatyacık. Hepimiz perişan durumdayız. Öteki arkadaşlar da benim durumumda. Akşam durmadan yağan yağmur toprağı alıp götürdü, çiçeklerin kökleri dışarda kaldı. Hepimiz yavaş yavaş ölüyoruz" Papatya duyduklarına inanamamış, çevresine bakınmış, bir düşte karabasan gördüğünü sanmış. " Peki, demiş. Ben neden hala ayaktayım? Neden benim köklerim sapasağlam toprakta?" Öteden mavi mine sızlanmış. " Çünkü seni koruyan bir kaya var. Onun siperinde yaşıyorsun. Sonbahar yağmurları başladı. Bizler yağmur selinden kendimizi koruyamayız. Bundan kaçış yok. Elveda güzel yüzlü papatya" demiş.

di-LNGB.jpg


Papatya dostlarının birer birer yağmur sularıyla gidişini izlemeye dayanamazmış. " Hayır, diye isyan etmiş. Tükenişinize dayanamam. Ben gelecek yıl da burada olacaksam sizler de benimle kalmalısınız." "Nasıl olacak bu. Olanaksız" diye ağlıyormuş küçük çan çiçeği. Papatya kolay kolay vazgeçmezmiş ama. Dirençliymiş, kararlıymış. " Sizleri bırakamam demiş, hepiniz tohumlarınızı bana verin. Onları gelecek yıla kadar kendiminkilerle birlikte saklayacağım.

di-AZ7S.jpg


Ya birlikte tükeniriz, ya birlikte yaşarız" Sonunda arkadaşlarını ikna etmiş. Hepsinin tohumlarını bir bir toplamış.Eh.. böyle bir dayanışmaya, böyle güçlü dostluğa kolay kolay rastlanmaz..Yeter ki kendi küçük de olsa, kocaman yüreğiyle bir papatyanın sevgisini taşıyabilelim. Ondan sonraki zamanını harıl harıl çalışmakla Papatya dostlarının birer birer yağmur sularıyla gidişini izlemeye dayanamazmış. " Hayır, diye isyan etmiş. Tükenişinize dayanamam. Ben gelecek yıl da burada olacaksam sizler de benimle kalmalısınız." "Nasıl olacak bu. Olanaksız" diye ağlıyormuş küçük çan çiçeği. Papatya kolay kolay vazgeçmezmiş ama. Dirençliymiş, kararlıymış. " Sizleri bırakamam demiş, hepiniz tohumlarınızı bana verin. Onları gelecek yıla kadar kendiminkilerle birlikte saklayacağım.Ya birlikte tükeniriz, ya birlikte yaşarız" Sonunda arkadaşlarını ikna etmiş. Hepsinin tohumlarını bir bir toplamış.Eh.. böyle bir dayanışmaya, böyle güçlü dostluğa kolay kolay rastlanmaz..Yeter ki kendi küçük de olsa, kocaman yüreğiyle bir papatyanın sevgisini taşıyabilelim. Ondan sonraki zamanını harıl harıl çalışmakla geçirmiş papatyacık.

di-36ZF.jpg


Kökleriyle sımsıkı toprağa sarılmış.Gövdesini genişletmiş. Giden arkadaşlarının tohumlarını göğsüne yapıştırmış. Kış gelmiş. Kötü rüzgarlar önüne gelen ne varsa almış götürmüş, papatya kayanın kuytusuna saklanmış. Rüzgara, yağmura, kara karşı direnmiş, dayanmış. Soğuk, zehir gibi havada tohumlar donmasın diye onlara daha bir sıkı sarılmış. Gözleriyle güneşi aramış.

di-1WHW.jpg


Bir parça gün ışığı görse yüzünü, gövdesini güneşten yana çevirirmiş.Ama o zorlu kışı geçirmek kolay değil. Toprağa öyle tutunmuş ki kökleri kalınlaşmış, soğuktan tohumları korumak için Sonra yaprakları uzamış, güneş izleyen yüzü büyümüş büyümüş.. Sıcak yüzlü ilkbahar geldiğinde dimdik ayakta bulmuş bizim güneş yüzlü çiçeği.

di-YIP0.jpg


Ama artık o bir
di-2X90.gif
Ayçiçeğiymiş.

Hiç bir tohum zedelenmeden onunla yaşıyormuş.

Dostluğun ölümsüz öyküsüdür Ayçiçeği, o gün bugündür güneşi izler dururmuş.Söylentiye göre dünyayı ve yürekleri aydınlatan güneş sevginin ta kendisiymiş

di-FVMW.gif
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Yaşam dar ayakkabıyla yürüme sanatıdır

di-S1FR.jpg


O bayram bana ayakkabı almaya karar verdiler.
Hazır ayakkabı satan mağaza yoktu şehirde. Tek ayakkabı yapan dükkánında ayakkabıcı çıplak ayağımı bir kartonun üzerine koydu, iyice basmamı söyledikten sonra ağzındaki kurşun kalemi eline alıp ayağımın çevresini çizdi. O ayağımın çizildiği karton benim ayakkabı numaramdı. Günlerce yeni ayakkabılarımın hayalini kurdum. Babamın anlattığına göre ayakkabılarım siyah ve bağcıklı olacaktı. Kapının her çalınışında koştum.
Ayakkabılarım bayramdan bir gün önce geldi, siyah-bağcıklı.
O gün onları giymedim. Bayram gecesi yatağımın altına yerleştirdim yeni ayakkabılarımı.
Arada bir kalkıp kutusundan çıkartıyor,
yere koyuyor, yukarıdan, yandan, önden bakıp duruyordum. Parlak ve yuvarlak burnunu gecenin karanlığında kim bilir kaç kez okşadım.
Uyku girmedi gözüme.
Sabahleyin ev ahalisi kalktığında, ayakkabı kutusu kucağımda sandalyede oturuyordum ben.Ayakkabımı babam giydirdi.
Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım, dardı ve canımı yakmıştı.
Ama bunu babama söylemedim. O ''Sıkıyor mu?'' diye sordukça ''Hayır'' yanıtını
veriyordum.
''Dar, ayağımı acıtıyor'' desem, geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması olanaksızdı.
O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm.
Bir süre sonra acı dayanılmaz oldu.
Dişimi sıktım.
Topalladım.
Soranlara ''Dizimi vurdum'' dedim, ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını kimseye söylemedim.
Doğrusunu isterseniz yaşam dar ayakkabıyla yürümektir.
Kimi zaman dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş...
Kimi zaman bir mekan dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir çevre, kimi zaman bir sokak, ya da bir şehir...
Kimi zaman dostluklar, arkadaşlıklar, beraberlikler bir dar ayakkabıya dönüşür.
Kimi zaman zamandır dar ayakkabı, geçmek bilmez.
Kimi zaman mutlu gözüken bir beraberliktir..
Kimi zaman zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık...
Canınız yanar.
Topallaya topallaya gidersiniz.

Sonradan öğrendim yaşamın dar ayakkabıyla yürüme sanatı olduğunu...​
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
BİR ÇOCUĞUN ÜMİDİNİ TAŞIMAK

6jyj.jpg


Küçük çocuk, deniz kenarında gördüğü yassı bir taşın güzelliğine hayran olmuştu. Mutlaka bir mücevherdi bulduğu. Şekli de bir insan kalbi gibiydi. Üstelik parıl parıl parlamaktaydı. Çocuk taşı avuçlayıp eve koştu. Ve onu büyük bir heyecanla babasına uzattı. Adam, yavrusunun soğuktan morarmış avucundaki taşın, birbirine sürtüldüğünde kıvılcım çıkaran bir çakmak taşı olduğunu hemen anladı. Fakat bunu ona söylemedi. Küçük çocuk, rüyalarını süsleyen bisiklete kavuşmak için elindeki taşı satmak istiyor ve o paranın bir bölümüyle bir de top alacağına inanıyordu. Fakat babası buna yanaşmıyordu. Çocuk, işin kendisine düştüğünü anladığında, tatilde simit sattığı çarşıya gitti. Kuyumcu vitrinleri, göz kamaştıran ışıkların aydınlattığı altın kolyelerle doluydu. Bir de, elindeki taşın çok daha küçük olanlarıyla süslenen pahalı yüzüklerle. Çocuk en gösterişli mağazayı gözüne kestirdikten sonra, bir süre vitrin önünde bekledi. İçeride, dükkan sahibi olduğu anlaşılan bir adam vardı. Müşteri olarak da kürk mantolu bir hanım. Küçük çocuk biraz sonra içeri girdi. Ve cebinden çıkardığı taşı dükkan sahibine uzatarak: "Bu pırlantayı deniz kenarında buldum efendim. Eğer isterseniz size satarım." Dedi. Adam taşa uzaktan bir göz atıp: "O sadece basit bir çakmak taşı. Bütün sahil o taşlarla doludur." Dedi. "Hayır!" diye atıldı küçük çocuk. "İsterseniz ıslatın, ne kadar parladığını göreceksiniz." Dükkan sahibi, zengin müşterisini kaçırmaktan korkuyor ve çocuğu kolundan tutup atmayı planlıyordu. Kadın onun niyetini sezmişti. Çocuğun taşına yakından bakıp: "Tam istediğim şey!" Diye gülümsedi. "Onu bana satar mısın?" Küçük çocuk, taşının gerçek değerini anlayan biriyle karşılaşmış olmaktan son derece mutluydu. Kadının cebine doldurduğu paralar ise, aklını başından almıştı. Defalarca teşekkür ettikten sonra, koşarak uzaklaştı. Kadın, elindeki taşı kuyumcuya vererek ona bir zincir takmasını istedi. Belli ki mücevher gibi taşıyacaktı. Dükkan sahibi, yapmış olduğu ikazı anlamadığı için, kadının aldandığını düşünüyordu. Bu yüzden: "Söylemiştim, ama tekrar edeyim! Satın aldığınız şey basit bir taştır." Kadın,önce pırlanta kolyesine, daha sonra da yüzüğüne bakarak:
"Zannetmiyorum!. O taş bence bunlardan daha değerli, çünkü küçük bir çocuğun ümidini taşıyor." dedi.

6jz2.jpg
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Okyanus gönüllü olmak...

9km4.jpg


Bir adam, kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu, o zamanlar aynı zamanda aşevi işlevi görmekte olan bir dergaha bağışlamak ister.

Adam Hacı Bektaş-ı Veli'nin dergâhına gider. Durumu Hacı Bektaş-ı Veli'ye anlatır ve o 'helal değildir' diyerek bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır. Mevlana ise bu kurbanı kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş-ı Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar.
Mevlana şöyle der:

- Biz bir karga isek Hacı Bektaş-ı Veli bir şahin gibidir. Öyle her lese konmaz. O yüzden senin bu Hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.

Adam Üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhı'na gider ve ona, Mevlânâ'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaş-ı Veli'ye sorar.

O da şöyle der:
- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlânâ'nın gönlü OKYANUS gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin Hediyeni kabul etmiştir.

9knf.jpg
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Anne Olmak..

bq4b.jpg


Amerika’nın ünlü doğa parkı Yellowstone National Park’da çıkan bir yangın sonrası görevliler, hasar tespit çalışmaları için ormanda geziyorlardı.

Görevlilerden biri, bir ağacın dibinde küller içinde neredeyse kömürden bir heykele dönüşmüş bir kuş gördü.

Görevli, elindeki çubukla hafifçe dokundu kömürleşmiş kuşa.
Dokunur dokunmaz kuşun kanatları altından üç küçük kuş yavrusunun cıvıldayarak çıktığını gördü.
Anne kuş, gelen tehlikeyi fark ederek, yavrularını bir ağacın arkasına getirmiş, kendisinin yanacağını bile bile onları kanatlarının altında saklamıştı.

Yangın, yayılmadan çok rahatlıkla uçup oradan uzaklaşması mümkünken yavrularının yanında kalmayı tercih etmişti.

Alevler, bulunduğu yere varıp küçücük bedenini kavurmaya başladığında hiç kıpırdamadan kalmıştı. Bedeni, yanıp kavrulmuştu, ama geriye hiç ölmeyecek bir “anne” heykeli bırakmıştı.

Alıntı
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com

Gülçiçek…

16gj2.jpg



Zamanında bir kız sevmiştim. Hala seviyorum. Adı Gülçiçek. Çok güzel biriydi.

Dinine düşkündü, dinde sürünüyordu adeta. Başörtülü bir kızdı.

Karşı apatmanda oturuyordu ve balkonları, bizim camın en köşesinden biraz da olsa görünüyordu.

Her akşam, gölge gelince balkonda kitap okurdu. Saatlerce…

Bazen Kur’an okuduğuna da şahittim.

Değişiyordu elindeki kitaplar. Sesi de çok güzeldi.

Çok’u ve güzel’i sadece Gülçiçek için yan yana kullanabilirdim.

Bir gün,cesaretimi toplayıp karşısına çıktım. Bakkaldan eve dönüyordu.

Elinde poşetler. Centilmenlik yapıp alayım dedim, yardımcı olayım, izin vermedi.

“Sizinle konuşmak istiyorum” dedim. “Sadece on dakika, biraz, lütfen…”

Başı öne eğikti. Yüzüme bakmıyordu. Gözlerinin gözlerime dokunduğunu hiç görmedim.

Hiç hissemedim nasıl bir titreme hali olduğunu.

“Ne amaçla?” dedi.

“Size aşığım” dedim, çıkıverdi ağzımdan. Belki biraz daha ağırdan almalıydım.

Hoşlandım desem belki de olacaktı bu iş. Aşığım deyince korktu tabi.

“Sizinle konuşmam caiz değil” dedi. “Lütfen, çekilin önümden…”

“Caiz mi? O ne demek?”

“Ve, ek olarak, bu soruyu sorduğunuz için bile aşkınıza karşılık vermem…”

“?”

Gitti…Yine uzaklardan seyretmeye tahammül edecektim.

Gitti.

Gitti.

Ne de güzeldi gidişi…

Acaba ne kastetmişti? Caiz ne demek harbi? Başörtülü bir kıza tutulduysan, Kur’an’ı hatim etmelisin oğlum! Farklı bir dilden konuşuyoruz…

Ertesi gün, sokaktan taşınacağını öğrendim. Ailesiyle birlikte Yalova’ya yerleşiyorlarmış. Emekli olmuş babası.

Daha sakin bir şehirde,daha sakin bir hayat düşlüyormuş. Üzüntüden öldüm sandım.

Bıçağı alıp tenime değdirince hala nefes aldığımı anlamam uzun sürmedi.

Annem görünce intihar ediyorum sanıp ağladı ama ben ona sarılıp teselliye başladım hemen. Yanlış anlaşılmaya mahal yok.

Gitti.

Göremeyeceğim bir daha onu…

Gitti.

Onunla evlenemeyeceğim…

Gitti.

Ya unutursam?

Merakım içimi deşti. İnternetin başına geçtim ve caiz ne demek onu araştırdım.

“Caiz, genel olarak ruhsat verilmiştir, günah değildir manasındadır. Fakat, caiz denilen şeyi yapmamak daha iyidir.”

Bizim onunla konuşmamız günah mı yani?

Günler geçti, araştırmalarım sonunda kalbimi ALLAH sevgisi kapladı. Bir ayetin ortasına düştüm ve kendimi oradan kurtarmak istemedim.

“Kalpler ALLAH’ ı (c.c.) Anmakla Mutmain Olur // Ra`d Sûresi 28. “

Sureler ezberledim.

Abdest almayı öğrendim.

Namaz kıldım.

Kur’an okudum.

Gülümsedim.

Sadaka dağıttım.

Her şey çok hızlı ilerliyordu. Anladım ki, ALLAH’ın yolunda bekleme yoktu…

Aylar sonra, bir camiden çıkarken, Gülçiçek’e rastladım. Ayaklarım titredi. Durdum.

“ALLAH” dedim…

İçimden onlarca kez “ALLAH” dedim… Kaç saniyede bir ALLAH denilebiliyordu?

Ona bakmamalıydım. Göz zinası, İslam’da haramdı. Ayaklarımla temas kurdum ve yürüyüp evimin yolunu tuttum…

Akşam annem geldi ve beni görücü usulü bir kızla tanıştırmak istediğini söyledi.

Onunla evlenirsem, çok iyi bir yuvam olurmuş. Ahlaklı, güzel ve şefkatli bir eş…

Gülçiçek’i unutmanın sağlıklı bir yöntemiydi belki de. Tamam dedim, olsun. Kabul…

Odadan içeri girdim, mavi bir elbise içinde,başörtülü bir kız arkası dönük duruyordu.

“Selamun Aleykum…” dedim.

“Aleykum Selam” dedi

ve

yüzünü bana çevirdi…

“Artık caiz.” dedi.

alıntı...
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Kelebek Gibi Bir Ömür..


1uprm.jpg


.

Kelebek gibi bir ömür hayal edelim; özgürlüğe kanat çırpalım. Rengârenk yaşamın renklerini sırtımızda taşıyalım. Yaratılış desenimiz kimseninkiyle aynı olmasın. Umudun simgesi, naifliğin dokunuşu olalım. Cesaret gökyüzünün en ıssız yerlerini dolaşalım…

Kimi zaman hareketlerimizin estetiği diğer gönülleri büyülesin. Çevredeki dostlarımızdan renk ve desenimizle ayrılalım. …Kaybolalım arada yaratılmışlıkların koylarında… Kanat çırptıkça geçen saniyelerimizin hükmünü unutalım, pişmanlıkların kor olup kanat çırpışından da sıcak olacağı bir vaktin en koyu tonlarında…

Hayal ya, umuda doğru uçuşumuz, düşüncesiz güzelliğimizi semaya kabullendirişimiz, varlığımızın kısalığını hatırdan çıkarışımız. Belki de kaç çiçek ezilmiştir ayaklarımızın altında, kim bilir kaç sayılı çiğ tanesi değmiştir göz pınarlarımıza…

Kim bilir kaç saniye daha sığdıracağız, hayallerle süslenmiş yalan dünyanın yamaçlarına, kim bilir dokunmaya kıyamadığımız çiçekler hatırlayacak mı bizi, narin papatyalar ve mor menekşeler… Belki de unutuluverileceğiz kırk sekiz saat dolmadan…

Oysa ne kadar da aldanmıştık özenle yaratılışımıza, özgürlüğe kanat çırpışımıza, kaybetmeyeceğimizi sandığımız baharların oluşuna…

Şimdi düşün bakalım, hayalin ne kadar gerçek, zamanın kaldı mı ve kelebek gibi özgür müsün sence… O, idaresizliğin özgürlüğünde kısacık da olsa kanat çırpıp gitti sessizce…

Peki, sen ey insanoğlu, kelebek gibi bir ömrün olsa, son şansın olan kırk sekiz saatte neler sığdırırdın bir düşün bakalım sence… Bir düşün bakalım tereddüde kapılmayacağını iddia eden bir yürekle… Son kırk sekiz saatin kalsaydı neler yapardın…

Belki de kozasından şimdi çıkan bir kelebek kadar bile ömrün kalmamıştır…

Yine de zamanın kıymetini bil yüreğim, kelebeğin hesabı kolaydır, senin hesabın ağırlığından da ağır olacaktır belki de…

.


İlknur Doğanay
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Menekşe, Bilmek Ve Ölmek

20sn5.jpg


Menekşe tutkusu olan bir kadın toprağa döndürüldüğü gün, menekşenin yaprağına usulca yağmur dokunur. O, henüz, toprağa döndürüleceği günün bilgisine sahip değilken, toprağa daldırmış olduğu bir kök menekşenin.
Ah menekşe, gözlerinde hareler. Gecenin içinde büyürken bir saatin tik-takları, kalkar bir ölüyü bekleyenlerin gözünden bir an için perde, dökülür boşluğa ansızın bir başka boşluğa takılıp kalmış bir bakışın anısı. Ruh ve ceset arasında gül ve toprak kadar aşinalık. “Gözün ruhu takip edeceği” an’a en yakın anlam, “sen razı, senden de razı”. Ah menekşe gözlerinde hareler, üstelik kadrin bilenlerin eline düşmüşken, vakti midir böyle çekip gitmenin. Ne sen ne ben bilirim.
Menekşenin bildikleri ile benim bilmediklerimi mukayese imkânım yok elbet. Bilmediklerimi bilmeme imkân yokken, bildiklerime güvenmemi benden kimse beklemesin. Ama yine de menekşe, sen bunları bilmezsin. Şair ne kadar teşhis etse de menekşe, sen bilici değildin. Yağmur usulca dokunurdu senin yaprağına. Yağmur bana da dokunurdu. Bu kadardı. Oysa ben bildim. Bilici olmam hem ödülüm hem cezamdı. Ölümü tadımlı bir nefistim, bir menekşeden ibaret değildim.
Menekşe, sen bu yağmurları bilmezsin. Bilmezsin nasıl olup da aynı davanın hem mağduru hem sorumlusu olduğumu. Menekşe, sen, gözlerinde kalacak son görüntü kadar kimin gözlerinde son görüntü olarak kalacağını merak etmenin ne demek olduğunu. Ah menekşe senin için ölmek rüzgâr olmak demektir. Bilmezsin ölümü, bilmezsin kendi ölümünü bir rüzgâr gibi işlemenin ne demek olduğunu.
Ah menekşe, boynun bükük, ağır yükmüş ki senden alınmış bana verilmiş. Sen taşıyamamışsın da, ben taşırım, demişim. Değil mi ki yaşam nedir, diye sorulduğunda ölüm benim, diye cevap veririm. Ama ölüm bensem, ölümü bilmeyen de neden yine ben’im? Ölüm neden, diye sormak; ölüm nedir, diye sormak kadar ağır menekşe, ama yine de, ölüm neden menekşe?
Ah menekşe, ben ölümlü olduğumu biliyorum da ölümün ne olduğunu bilmiyorum. O zaman bende bir eksiklik olacak. Zira evrende olan bir şeyi tanımadan evreni yorumlamaya kalkışamam. Ölümü kabullensem, ölümün, benim bildiğim, fıtratimin hakikatinde tecellisini bulacağını zannettiğim ölüm olmadığından eminim. Ölümü kabullenmesem, ne kadar denge arasam o kadar uçurumdayım. Kıyamet sonrası şaşkınlığını üzerinden atacak ruhun teslimiyetine şimdilik uzaktayım. Kıyamet kopmuş çoktan, bihaberim. Tufanlar sarmış dört bir yanı menekşe bilmezsin.
Ah menekşe, çevreni kuşatan her ne ki var, ruhunu tüm hacmince ona dökerek, sonra tutup özge bir nazarla temaşa ederek. Kendine özne, kendine yüklem. Kendine etken, kendine edilgen. Ölüm iki hece ama tek kişilik eylem.
Ah menekşe, keşke rüyalara bu kadar güvenmeseydim. Ya da rüyalara bu kadar güvenmişken göklerden toprağa düşmeseydim. O ses, yine o ses, hep o ses. Ah keşke bilmeseydim. Her şeyin her şeyden kaçacağı o günde, kalp de manasına şekil veren cümleden kaçacak, mes’ul. Ve sen hangi mana indiyse kalbine, kalbin ne şekil vermişse cümlelerine, ondan mes’ul olmanın ağırlığını bilemezsin menekşe. Bense mes’ulüm menekşe. Hem kalbimden, hem bilgimden. Hem ölümümden, hem cümlemden.
Ama menekşe, bilgi ölümün, kelâm da bilginin üzerinde yer alır. Kalu belâ: Evet dediler. Yaratılmışların içinde belâ diyen bir tek ben miyim? Bu yüzden mi ölümlüler içinde bir tek ben öleceğim? Ölümüm ne senin ölümüne ne kanadı kırık arı kuşunun ölümüne benzeyeceğinden, bir tek ben öleceğim. Çünkü ölümü bir tek ben bileceğim. Çünkü ölümlü olduğunu bilerek yaşayan bir tek ben’im. Ben ölümlü olduğumu bilirim de sen ölümlü olduğunu bilmezsin. Ah menekşe ne olurdu sen de belâ deseydin.
Ah menekşe, zihnimde olmayanın dilimde karşılığı yok. Dilimde olmayan da zihnimde yer almıyor. Hepsi ben’im. Hepsi yaşamak. Ah menekşe. Ne bulacağımı bilmemekle birlikte mutlaka bulacağımı bilerek girdiğim bahçede. Bir ağustos öğlesinde yapacak tek şey olarak bana kalan: Ağır bir kitabın sahifelerini usulca çevirmek anlamına gelen yaşamak. Menekşe de ölür; ama ölümlü olduğunu bilmez, ne ölmeden önce, ne öldükten sonra.
Ben ölürüm ve ölümlü olduğumu bilirim. Hem ölmeden önce, hem öldükten sonra.
Ah menekşe!
Ah menekşe!


Nazan Bekiroğlu- Mavi Lale
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Çok Sade Bir Hikaye

20sqp.jpg


Şimdi size çok sade bir hikaye anlatacağım. Ne anlatan için anlatması, ne dinleyen için anlaması zor olacak bu hikayenin:
Ne büyük anne ne büyük baba tanımıştı masallarda ya da hayatta olduğu gibi ki kendisine bir şeyler öğretilsin.
Ama iklimi munis sözü gerçek biri o henüz küçücük bir çocukken söylemişti:
Hava soğuk, su soğuk, ve yatak sıcacıkken ve uyku kollarına çağırırken seni; sabah namazına kalktığına yarın ruz-i mahşerde, yorgan tanıklık eder, su tanıklık eder..
Oysa hayat onu, tanıdıkların yabancı dilden giren sözcük listeleriyle ifade olunduğu bir metropol uygarlığının kollarına bırakmıştı. Hep bildik cümle.
Artık betonarme bile olmayan çok ama çok katlı binalar. Bilgisayarlardan da öte teknolojiler. Hayata kablolarla bağlı bir yaşam. Hayata sorsanız ki her şeyin sorumlusuydu, o da sorumsuz olduğunu söyleyecekti. Görünürde alabildiğine genişlemişti yaşamı. Görünmezde alamadığına daralmış. Sıkışıp kalmıştı. Nefes almasa ölecekti. Nefes almadan yaşamayı öğrendi.
O kadar ki gökyüzü artık daraltılmış bir alandı. Yıldızları saymak artık çok kolaydı. Çünkü kentler aydınlık ve yıldızlar öylesine azdı. Zeytin ağacı. İncir dalı. Gül yaprağı. Papatya tortusu. Toprak kokusu. Sardunya. Su. Uzak bir rüyaydı.
Rüyaları olmadığından olacak uykusuzlukları başladı. Gece terlemeleri. Oysa çok imkanlı ve çok yenilikli sağlık ünitelerinin, çok bilmiş doktorların denetiminde biliyordu ki hasta değildi. Sorular sordu sonra, görünürde soru sormasına neden yokken. Neden, diye sordu. Neyim ben ? Nereden geldim? Nereye gideceğim? Ne? Ne? Ne? Ne çok N ile başlayan soru vardı. Ve N, ne çok geometrik hesapların dik başlılığına terk edilmiş çizgileriyle ilk bakışta görkemli ama ne sert ne acımasızdı.
Sentetik elyafın sıcaklığında ısıtılmış yatağında bir sola bir sağa dönüp durduğu uykusuz gecelerin birinde. Yapayalnızken. Bir avuç uykuya avuç açmışken. Gecenin sessizliğinde. Gecenin sabaha döküldüğü yerde. Birden. Üst kattan gelen sesler dikkatini çekti. Önce suyun sesi, mahremiyeti ihlal edilmiş katlar arasında. Sonra iki diz’in sanki, sanki sonra bir alnın yere dokunması, yere kapanması gibi. Yaşlı bir beden olmalıydı bu. Bir anlam veremedi önce. Sonra bir gece, iki gece, üç gece.
Anlamını bildi.
Öyle oldu ki, uykusuzluklarının, gece terlemelerinin arka plan nedenleri ortadan kalkıp da plastik bir uygarlıkta huzur dolumlu uykuları kendisine döndüğü zamanlarda bile. Artık vakit gelince kendiliğinden uyanır ve o sesleri bekler oldu. Bir tür refakat duygusuydu bu. Önce su…
Gecenin bu vaktinde kendisi gibi ama kendisinden bambaşka bir uyanıklıkta olan, görmediği bir gövdenin hareketlerini izlemeye başladı. Ne biliyorsa, ne kadarını biliyorsa hatırlamaya, okumaya ve boşlukları doldurmaya çalıştı. Ama hiç yerinden kalkamadı. Hava soğuk ve yatak sımsıcacıktı. Oysa insan, istediği kadardı.
Her gece uyku ile uyanıklık arasında süre gitti bu refakat. Biri sentetik yatağında huzursuz ve uykusuz, diğeri uyanık iki kişi. Aradan çok zaman geçti. Kalbin uyanmasına, bedenin bile değişmesine yetecek kadar çok zaman.
Bir gün. Günün geceden sıyrıldığı bir zaman. Yani o zaman. Refakat anı. Kulak kesildi. Su sesi bir alt kata inmedi. Ne bir ses ne bir hareket. İçi sızladı. Uyuya kalmıştır, dedi. Gidip kapısını çalsam. Uyandırsam. Vazgeçti. Hava soğuk yatak sıcacıktı.
Bir gece. Üç gece. Beş gece. Çıt yoktu.
Neden sonra duydular. Kapıcının sayesinde buldular. Su her zaman ki gibi soğuktu.
İçi sızladı adamın. Yalnız ve yaşlı bir kadın. Yaşamı gibi ölümüne de refakat edecek kimsesi olmamıştı. Hava soğuk, yatak sıcacıktı. Kalktı. İlk kez soğuğu duymadı. Gökyüzüne en yakın olabileceği yere, balkona çıktı. Çelik kolonlarla sağlamlaştırılmış kente doğru baktı. Sonra başını kaldırdı, yıldızları saydı. İçi sızladı, hem nasıl sızladı..
Onun, dedi, her sabahın geceden sıyrıldığı anda uyandığına ve sıcacık yatağını terk ederek soğuk suya koştuğuna; yatak tanık, yorgan tanık, yastık tanık. Kabul edersen tanıklığımı, dedi, şu aciz beden tanık.
Bir alt katta genç bir üniversite öğrencisi, gecenin o vaktinde şiir yazmak için gamlanıp duruyordu. Birden, mahremiyetleri ihlal eden bu çok katlı ve kendi zenginliğinde yoksul binada, bir üst kattan gelen su sesiyle irkildi. Sonra sanki iki dizin ve sonra sanki bir alnın zemine hafifçe dokunma sesi. Orta yaşlarda bir gövde olmalıydı bu.
Önce bir anlam veremedi. Sonra bir gece, üç gece, beş gece….. Çok sade bir hikayeydi.


Nazan Bekiroğlu
Mavi Lale

 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Kavanoz ve Kahve…

2vyuf.jpg


Ne zaman; hayatında bazı şeyler çekilmez hale gelirse, Ne zaman; yirmi dört saat kısa gelmeye başlarsa,
O zaman; mayonez kavanozu ve iki fincan kahveyi hatırlayınız…


İşte kavanoz ve iki fincan kahvenin hikayesi şöyle;
Bir gün bir felsefe profesörü, elinde bazı malzemelerle derse gelir.
Ders başladığında;
Hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe kavanozunu alır.
Sonda DA kavanozu ağzına kadar tenis topları ile doldurur.
Ardından öğrencilerine kavanozun dolup dolmadığını sorar…
Bütün öğrenciler hep bir ağızdan dolduğunu söylerler.
Bunun üzerine;
profesör önündeki kutulardan birinden aldığı çakıl taşlarını, kavanoza döker.
Çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurmaya başlar.
Profesör yeniden kavanozun dolup dolmadığını sorar.
Öğrenciler yine hep birlikte;
‘evet doldu’ derler.
Profesör bu defa DA, masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker.
Tabii ki kumlar DA çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur.
Profesör yine aynı soruyu sorar.
Öğrenciler de yine koro halinde ‘evet doldu’ derler.
Profesör bu kez ise masanın altında hazır bekleyen iki fincan kahveyi alır.
Başlar kahveyi kavanozun içine dökmeye.
Bu kez de kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur.
Bunun üzerine öğrenciler gülmeye başlar…
Ardından profesör öğrencilerine nasihat etmeye başlar;

‘Bu kavanoz sizin hayatınızdır.
Tenis topları;
Hayatınızdaki önemli şeylerdir.
Yani aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız gibi.
Diğer şeyleri kaybetseniz de, bunlar hayatınızı doldurmaya yeter..
Çakıl taşları ise;
Sizin için daha AZ önemli olan diğer şeylerdir.
Yani işiniz, eviniz, arabanız gibi..
Kum ise;
diğer ufak tefek şeylerdir.
şayet kavanoza önce kum doldurursanız;
Çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz.
Aynı şey hayatımız için de geçerlidir.
Vaktinizi ve enerjinizi;
Ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz;
Bu defa DA önemli şeyler için vakit kalmayacaktır.
Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan şeylere çevirin.
Çocuklarınızla oynayın.
Sağlığınıza dikkat edin.
Sevdiklerinizle yemeğe çıkın.
Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.
Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.
Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.
Gerisi hep kumdur…’
Bu arada bir öğrenci merakla şu soruyu sorar;
‘Hocam peki, o iki fincan kahve nedir?’
Profesör gülerek cevaplan;
‘Bu soruyu bekliyordum.
Hayatınız NE kadar dolu olursa olsun;
Her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır…’


La Edri
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Kanlı Kar


2ychm.jpg


Süphan ve Ağrı dağları için dededen toruna bir hikâye anlatılır.
Derler ki bu dağlar, bir birine beddua eder. Bedduanın aslı var mıdır bilinmez ama bilinen bir şey vardır, birinin tepesinden kar diğerinden bahar eksik olmaz.
Taze karlar yağıyordu ovaya.
Süphan Dağı, gecenin koynunda vahşi bir hayalet gibi heybetinin beyazlığında süzülüyordu.
Dağın eteklerine kurulu köy yalnızlığa gömülmüş, sessizliğine sığınmıştı.
Koyu bir sis sarmıştı her yanı.
Rüzgâr, gecenin bağrını en sert yumruklarıyla dövüyordu. Köyün korucusu başını yüzünü sarmalamış etrafı kolaçan ediyordu. Oğlu Ali geldi aklına “Kınalı kekliğim bu kar kışta kim bilir hangi dağlarda dolaşıyor, hangi kayalıklarda sekiyordur?” diye düşündü. Ali’si gitti gideli kalbinin sızısı her gün artıyor, karlı dağları ateşe verecek yangınlar yalayıp duruyordu yüreğinin çeperlerini.
Köyün köpekleri, havlamaya başladı bir anda. Daha bir dikkatle bakındı etrafa.
Bir de ne görsün, gecenin karanlığında bir ayağı aksayan birisi, bir gölge gibi köye doğru sızıyordu.
Geceleri kuş uçurtmazdı köyün girişinde. Öfke kabarırdı içinde. Arka arkaya gelen “dur” seslerini, rüzgârlar aldı götürdü dağlara da köye doğru koşan kişi duymadı korucunun bağırışını. “Dur! Yoksa vururum” sesleri savruldu sert rüzgarlarda. Yabancı köye doğru koşmaya başladı
Silah sesi yankılandı karşı dağlarda. Meraklandı köylüler, kulak kabarttılar sese.
Gölge önce sendeledi, sonra taze yağan karların üstüne yıkıldı.
Korucu, bir teröristi öldürdüm diye koştu avına doğru. Yaklaştığında boğazına bıçak salınmış yaralı ceylan gibi bir delikanlı yerde debeleniyordu. Bembeyaz karların üzerine kan sızıyordu yarasından. Başını montuna gömmüş, yüzükoyun yatmış çırpınıyordu.
Kümbet…
Süphan Dağı’nın eteklerinde, Ağrı ile Süphan dağlarının arasında ıssız, yalnız bir köy.
Bu yalnız köyde yedi kişilik bir ailenin en büyük çocuğudur Ali. Orta okulu bitirip liseye gitme hayalleri kurmaktadır.
Bitmek tükenmek bilmez Ali’nin hayalleri. Anasının hastalığı Ali’yi çaresizlendirdiğinde hep doktor olma hayali kurar.
Babasının da en büyük arzusuydu Ali’sinin okuması.
Orta okulu bitirdikten sonra kasabadaki liseye kayıt yaptırır.
Dersleri çok iyidir, başarı ile bitirir birinci sınıfı.
Yaz tatilini babasına yardım ederek geçirir.
İkinci sınıfa başlar başlamasına da ailesi onu okutmakta çok zorlanır.
Ali’de bitmek bilmeyen bir okuma azmi vardır.
Babası, oğlundaki bu azmi gördükçe, nesi var nesi yok satıp Ali’sini okutmaya karar verir.
1990 yılı… O gün, ders zili çaldıktan sonra yine köyün dolmuşuna koştu Ali.
Dolmuş, arkada toz bulutları bırakarak köy yolunda ilerlerken Ali, doktor olma hayalleri kurarak yaklaşıyordu köyüne.
Yanında oturan arkadaşı Hüseyin’e; “Hüseyin! Bir doktor olursam gör bak, köydeki bütün hastalarımızla nasıl ilgileneceğim, hele anama nasıl yüreğim yanıyor bilemezsin.”
Hüseyin; “Ya Ali! Sen de amma hayal kuruyorsun, kolay mı doktor olmak?” diye çıkıştı.
“Çalışacam Hüseyin Çalışacam, yaşaması lazım bu insanların, dindirmek lazım onların acılarını, ağrılarını.”
Köye iyice yaklaşmışlardı. Ali’nin içi içine sığmıyordu. Anasının ağrıları için ilaç almıştı. Anasına yetiştirecekti ağrı kesicileri.
Bu gece anası bir rahat uyursa ne kadar sevinirdi.
Neden ağrılar geceleri artardı? Neden geceler sancılarla uzanırdı sabaha? Bunu bilemiyordu ama bildiği bir şey varsa akşamları daha bir artardı anasının ağrıları.
Dönemeci döndüklerinde köy görünecekti ki, ellerinde silahlarla bir gurup terörist tarafından yolları kesildi.
Dönemediler son dönemeci. Göremediler köylerini.
Yolcuların yanındaki para ve değerli eşyaları aldılar. Ali ve Hüseyin’i de… Ve yürüdüler dağlara doğru…
Acı haber bir anda ulaştı fukara köye.
Yıkıldı Ali’yle Hüseyin’in aileleri. Süphan Dağı devrildi üzerlerine. Acı, bir ateş oldu yaktı toprak evleri.
Aradan günler geçiyor Ali ve Hüseyin’den haber alınamıyordu.
Örgüt, onları önce Suriye’deki kamplara götürdü.
Eğitim görüyorlardı. Öldürmenin, cana kıymanın, hayatları yok etmenin, anaları ağlatmanın, çocukları yetim bırakmanın eğitimini.
Ali, hiçbir zaman sevmedi bu hayatı.
O, umutsuz insanları hayata döndürmenin eğitimini görürken kesilmişti yolu.
İki kaşının tam ortasından vurulmuştu hayalleri.
Birkaç defa kaçmayı denedi ise de başaramadı.
Son teşebbüsünde bir daha kaçmaya tevessül etmesin diye ayağından vurdular Ali’yi. Önce hayalleri sonra da vücudu delik deşik olmuştu. Artık yürürken, ümitleri gibi ağır aksaktı.
Hayat onun için bitmişti. Kaçması da imkânsız hale gelmişti.
Yıllarca sakat ayağı ile nefret ettiği insanlara hizmet etmek zorunda kaldı. Ölmek ya da yaşamak umurunda değildi. Tek arzusu köyünü bir daha görebilmekti.
Nihayet bir gün Ali, kaçmayı başardı.
İlk defa Hüseyin’den ayrılıyordu. Ona da söyleyemedi kaçacağını.
Karlı bir kış günü çok sevdiği köyüne iyice yaklaşmıştı. Başını parkasına gömmüş, sert rüzgârlara direnerek yürüyordu köyüne doğru. Taze karlar yağıyordu üzerine. Hava, tipiğe çevirmiş, rüzgâr karanlıkta karları savuruyordu.
Bir anda, camlarından ölgün ışıkların sızdığı köy göründü.
Soğuktan büzüşmüş, birbirine sokulmuş karların ağırlığında inleyen toprak evlerin bacalarından yükselen dumanlar ısıttı içini. Uzaktan evlerini görmüştü. “Anacığım! Geldim. Geldim anacığım. Sensiz çok üşüdüm dağlarda, sıcak bağrında ısınmaya geldim” diyerek heyecandan koşmaya başladı.
Birden köyün köpeklerinin havlamaları bozdu köyün sessizliğini.
Köy korucusu, etrafı kolaçan ederken bir gölgenin köye doğru sızdığını fark etti.
Rüzgâr, vahşi uğultularla deliyordu gecenin bağrını.
“Dur, dur” seslerini alıp götürdü sert rüzgârlarda ulaşmadı Ali’ye. Ali, durmadan koşuyordu.
Korucu iyice tedirgin olmuş, “dur” ihtarına bile aldırmayan bir teröristin köye sızmak üzere olduğundan şüphesi kalmamıştı.
Karanlıkta yankılandı silah sesleri. “Anam” diye inleyerek yere yıkıldı Ali.
Bir teröristi öldürdüm diye koştu korucu. Yaklaştığında delikanlı yerde debeleniyordu. Yere yıkılışıyla çevresindeki karı, kana boyaması çok sürmedi. Bembeyaz karların üzerine kan sızıyordu yarasından. Kanlı kar postallarına bulaştı korucunun. Yaralı genç başını montuna gömmüş, yüzükoyun uzanmıştı; karanlıkta elleri ve ayaklarının çırpınışı, ürperten bir görüntü oluşturuyordu.
Korucu, gencin sırtındaki monta bakıp yanlış bir şey yapmadığını, köye sızmak isteyen bir teröristi vurduğunu düşündü.
Masum bir cana kıymamış olmanın rahatlığıyla derin bir nefes aldı.
“Anam… Anacığım…” sesleri dökülüyordu, dudaklarından.
Korucu, cebinden el fenerini çıkardı, cesedin yüzünü kendine doğru çevirdi.
Acıdan süzülmüş siyah gözlerle göz göze geldi.
“Baba…Babacığım…” diye inledi üşümüş, cansız, kanlı dudaklar.
“Aliiii..! Yavruuuuum..!”
Yürek parçalayan uzun hava gibi ağıtlar, gecenin bağrında Süphan Dağı’nın yamaçlarında yankılandı.
Ağıtlar, karların kanlı kanatlarında Ağrı Dağı’nın ak tepelerini aşarak zifiri karanlıklarda rüzgâra karışıp gitti.
“Şimdi ben anana ne diyeceğim. Aliiim!.. Kalk..! Kalk ! Kınalı kekliğim…”

Harun Tokak
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Bir Annenin Duası

http://a1202.hizliresim.com/u/r/2z66j.jpg

Hastanede oğlumun başucunda kalmama, anne olduğum için değil, doktor olduğum için izin vermişlerdi. Rahatsızlığı şiddetlendiğinden, oğlum da, çocuk felcine yakalandıkları sanılan diğer çocuklarla birlikte, hastanenin özel bir koğuşunda gözlem altına alınmıştı.
Koridorun öbür ucundaki odalarda çocukların ağlaştığını duyuyordum. Zavallı oğlum, belkemiği muayene edilirken korku içinde “Anne” diye inlemiş, sonra da derin bir uykuya dalmıştı.
Muayene bittikten sonra uzman doktor bana döndü. Yüzünde yorgun ve üzüntülü bir ifade vardı:
“Çok üzgünüm doktor, galiba çocuk felci!” dedi.
Duyduklarıma inanamayarak yüzüne baktım. Başka bir çocuğun çocuk felcine yakalandığına inanabilirdim, ama bu felâketin kendi oğlumun başına geldiğine bir türlü ihtimal veremiyordum. Artık doktorluğumu unutmuş, hasta çocuğumun başında endişe içinde bekleyen bir anne olmuştum. Doktora:
“Henüz felç olmadı, değil mi?” diye sordum.
“Hayır, inşaallah olmaz” diye cevap verdi.
Sonra, yüzüme dikkatle bakarak:
“Siz eve gidip biraz uyumaya çalışsanız iyi olur” dedi. “Çocuğun halinde bir değişiklik olursa, haber veririz.”
Doktorun sözünü dinlemeye karar verdim. Saat gece yarısını geçmişti. Sabahın beşinden beri ayaktaydım. Salgının şiddetlenmesi yüzünden aralıksız çalışmıştık. Oğlumun kızarmış, zayıf yüzüne baktım. Beklemekten başka yapılacak şey yoktu. Çocuğumu kollarımın arasına alıp bağrıma basmak istedim. Bunu yapamayacağımı bildiğimden, hızla odadan çıktım.
Evimin kapısını açıp içeri girdiğim zaman, derin bir sessizlikle karşılaştım. Kocam, iş için şehir dışına gitmişti. Telaşlanmaması için ona oğlumuzun hastalığını bildirmemiştim. Hem, çocuğun halinde yarına kadar olumsuz bir değişiklik olmadığı takdirde, iyileşmesi ümidi artacaktı.
Sonunda bir uyku ilacı alarak yattım. Saatler sonra uykumun arasında telefonun çaldığını duydum. Yerimden fırladım. Başucumdaki saat dördü gösteriyordu.
Ahizeyi kulağıma dayayınca, telaşlı bir kadın sesinin:
“Doktor siz misiniz?” diye bağırdığını duydum.
Rahat bir nefes aldım. Oğlumla ilgili değildi telefon. Acilen bir hastaya çağrılıyor olmalıydım. Doktorun ben olduğunu söyleyince, ahizenin öbür ucunda derin bir sessizlik oldu. O zaman, beni çağıran kadının hastalarımdan biri veya hastalarımın birinin yakını olmadığını sezdim.
Kadın kendini toparlayıp bana çocuğunun durumunu anlatmaya başlayınca, bir çocuk felci vak’asıyla daha karşı karşıya olduğumu anladım. Kadının adresini aldıktan sonra hastaneye telefon ettim. Çocuğumun halinde bir değişiklik yoktu.
Uyuyan şehrin tenha sokaklarından geçerek o adrese doğru yol alırken kendimi büsbütün yalnız hissediyordum. Verilen adrese yaklaştıkça, evlerin seyrekleştiğini görüyordum.
Biraz sonra arabamı durdurdum. Elinde fener olan bir kadın hızla bana doğru koştu ve eteklerime sarılarak:
“Çabuk doktor, çabuk!” diye inledi.
Gözyaşlarıyla ıslanmış yüzüne baktım. Kadının genç mi yoksa ihtiyar mı olduğu anlaşılmıyordu.
Tek odalı eve girince, irkildim. Mesleğim dolayısıyla birçok fakir evine girdiğim halde, hiçbirinde bu derece perişanlık görmemiştim.
Kadının elindeki fenerin hafifçe aydınlattığı odanın bir ucunda iskelet kadar zayıf üç çocuk, üstü boş bir masanın etrafında oturuyorlardı. Odanın geri kalan kısmı karanlık içindeydi. Yalnız, gözlerim bir köşede duran yatakta kirli bir yorganın altında inleyen bir çocuğu seçebildi.
Yaklaşık beş yaşlarında olan çocuk, pek zayıf ve bakımsız görünüyordu. Muayeneyi bitirince tahminimde yanılmadığımı üzülerek anladım.
Kadına beni beklemesini işaret ettikten sonra evden çıktım. Civardaki dükkanların birinden hastaneye telefon ederek derhal bir ambulans gönderilmesini istedim.
Kulübeye dönünce diğer çocukları da muayene ettim. Onlar da son derece zayıf olmakla beraber, çocuk felcine henüz yakalanmamışlardı. Derken hasta çocuk ağlamaya başladı. Annesi kolumu yakaladı. Kadına gerçeği söyleme gereğini hissettim.
“Çocuğunuz çok hasta, fakat elimizden geleni yapacağız” dedim.
Anne, çocuğunun saçlarını okşadıktan sonra, bana dönerek:
“Dua edelim” dedi.
Senelerden beri doktorluk yaptığım halde, bana dua etmemi teklif eden bir hastaya rastlamamıştım. Bu kadının benim çok uzak olduğum şeylere çok yakın olduğunu hissettiğimden, teklifini kabul ettim.
Çocuklar ve anneleriyle birlikte ben de yere diz çökerek duaya başladım. Kadının kendinden geçmiş bir halde ve tatlı bir sesle söylediği dualar âdeta kalbime saplanıyordu.
Bir aralık hastanenin soğuk koridorları, doktorların ciddi yüzleri ve çocuğumun hayali gözlerimin önünde canlandı. Hastaneden çok uzakta olmama rağmen, âdeta çocuğumun başucunda durduğumu hissediyordum. Derken, kalbim duracak gibi oldu. Hayalimde, çocuğumun başını kaldırarak bana gülümsediğini görmüştüm.
Bütün kuvvetimi toplayarak bu hayalleri silkip atmaya çalıştım. Yanımda dua eden kadın ve çocuklarına baktım. Onların yüzünden okunan derin iman bana da tesir etmiş olacak ki, yüksek sesle:
“Allahım, Sen bu duaları kabul et!” diye yalvardım.
Duası bittikten sonra kadın doğrularak çocuğunun başucuna gitti. Hasta, sakin bir şekilde uyuyordu. Bunun üzerine, annesi bana dönerek:
“Gördünüz mü? Allah bizimle” dedi.
Söyleyecek söz bulamadım.
Çocuk, ambulansa yatırılırken uyanmadı. Geçen yarım saat içinde nefes alması ve nabzı normal hale girmişti. Kulübeden ayrılırken para çantamı annenin avucuna sıkıştırdım.
“Yarın size gene gelirim” dedim.
Arabama doğru yürürken başımı kaldırıp göğe baktım. Sabah oluyordu. Hastaneye yaklaşırken hiç korkmuyordum. İçimden bir ses, oğlumun bana bakarak gülümseyeceğini fısıldıyordu. Allah bizimleydi…

Philip Collins
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com

Sen Benim Kardeşlerimi Öptün


3hhhw.jpg


.
Son cemrelerin toprağa düştüğü bu günlerde yolumuz, bir zamanlar acı tatlı pek çok hatıralarımızın geçtiği Adapazarı’na düştü.

Yağmur bazen iri damlalarla yağıyor, bazen duruyordu. Sakarya ovasının soğuğu misafir filan tanımıyordu.

Kültür merkezinde geç vakit biten programdan sonra, 17 Ağustos depreminde bir gece yarısı tanıştığımız Ramis Bey; bizim evde herkes sizi bekliyor” dedi.

Koşmaları Sakarya ovasına sığmayan küheylan Ramis Bey’i kırmak olmazdı.

Yol boyunca Marmara depreminin mahşer manzaralarını andıran Sakarya sahneleri geldi gözlerimin önüne.

Aman Allah’ım! Neydi o günler…

Koca şehir yaralı bir insan gibi iniltiler içinde yerde kıvranıyor, beton blokların altından sağ kurtulanların yüzleri, mahşerin dehşetinden kaçan insanlarınkine benziyordu. Her an yeni bir sarsıntı ihtimaliyle çıldırtıcı bekleyişin korku gölgeleri gömülmüştü insanların gamlı gözlerine. Kabaran korku dalgaları yutmuştu koca şehri. Hiç kimse evine girmeye cesaret edemiyordu. Ayakta kalabilen sağlam evler bile düşman gibi bakıyordu insanlara. Kimsede ölüsünü gömecek kadar bile güç yoktu. Şehir kadar bitkindi bedenler.

Güneşin gurubuyla birlikte Sakarya Ovası kendini karanlığın koynuna bırakıyor, yıldızlar sabaha değin, aralarından ayrılanlara ağlayanların, yaralıların ve ağustos böceklerinin ağıtlarını dinliyordu.

Şehrin kenar semtleri daha da perişandı. Ulaşılmayan, paylaşılmayan yumak yumak acılar vardı varoşlarda. Her çadır, kocaman bir göz olmuş gelecek insanları ve yardımları bekliyordu.

Umudun adı yoktu buralarda. Pek çok çadırın içi su dolu, yere serili sünger yataklar sırılsıklamdı. Şimdi on üç yıl önce sık sık geçtiğimiz sokaklardan yeniden geçiyorduk. Sakarya o derin sarsıntının onulmaz gibi görünen yaralarını sarmış, serpilmiş, güzelleşmişti.

Dar bir yoldan geçerken Ramis Bey; “buraları hatırladınız mı?” dedi.

“Hatırlayamadım”

“Sizinle ilk defa burada, şu direğin dibinde karşılaşmıştık”

Buradan geçip gitmek olmazdı, arabadan indik. Her geçen gün, hafızamdan biraz daha silinmesi gereken o geceyi, yılların hiç soldurmadığı tastamam bir fotoğraf gibi hatırladım;

O gece gökyüzü erguvan kesmişti.

Varoşlardaki bir çadırın önüne son kahvaltılık paketimizi de sessizce bırakarak bir okulun bahçesinde oluşturduğumuz yardım merkezimize geri dönüyorduk.

Ağustos’un hüzünlerle dolu gecesi sırtını sabaha dayamıştı. Ambulansımızın ışıkları, sık ağaçlı bir bölgeden geçerken gecenin siyah yüzünde, gözüne ak inmiş âmâ gibi duran iki beyaz çadırı yaladı geçti. Birden farların geceyi delen ışığına, yorgun bir kelebeğin son çırpınışları gibi çadırların önünde hayal-meyal bir genci gördü gözlerim. Karanlıkta bir hayalet gibi gidip geliyordu.

Konvoyumuz durdu. Gencin çadıra girmesiyle dışarı çıkması bir oldu.

Kucağında ağlayan bir çocukla bize doğru koşmaya başladı. Doktorlar çocuğa müdahale ettiler.

Bir süre sonra çocuğun ağlamaları durmuş, eline tutuşturulan oyuncaklarla oynamaya başlamıştı. Zavallı yavrucak şimdi etrafına gülücükler dağıtıyordu. Ağlama sırası gence gelmişti. Gözyaşları, birkaç günden beri traş olamadığı için uzamış olan sakallarının arasından, sık otların arasından akan derecikleri gibi boşanırken;

“Kızım Ayşe ateşler içinde kıvranıyor, annesi içerde ağlıyor, durmadan dua ediyor. Ablam, “Ramis! Bir hafta önce ölen kardeşimiz gibi bu çocukta ölecek” bir şeyler yap” diyor, ben de çaresizlikten çadırın önünde ha bire gidip geliyordum. Yol yok, elektrik yok, vasıta yok… ‘Gecenin bu vakti ne yaparım Allah’ım!’ diye acıyla kıvranıyordum. Hüzne doğan kır çiçeğim Ayşe’m gözlerimizin önünde solup gidiyor bir şey yapamıyordum. Gecenin bu saatinde kim gelir buralara’ derken bir anda ambulansın ışıklarını gördüm:

“Siz kimsiniz? Allah aşkına!”

“İstanbul’dan geldik, yardım dağıtıyoruz.”

“Ya siz?”

” Adım Ramis, vagon fabrikasında çalışıyorum.”

“Cengiz Taştan’ı tanıyor muydun?”

“İyi tanırım, herkesin yardımına koşan, yolda yürürken adımlarını mahşere gidiyor gibi atan, düşünceli, yüzü güven veren bir insandı. Bana “gel yeni bir neslin yetişmesi için birlikte koşturalım” derdi ama ben pek oralı olmazdım. Kırgızistan’a Türk okulları için gider gelirdi. Oradaki okulları anlatırdı bana. Anlattıkları benim pek ilgimi çekmezdi ama güzel şeyler yaptığına inanırdım. Bir keresinde yine oralara gitmişti. Bindiği araba kaza yapmış orada vefat etmişti. Cenazesi geldi.”

Eskiden beri şairler, şiirlerinde sevgilileriyle görüştükleri, buluştukları ve zamanla harabe haline gelen o yerlere bakıp bakıp ağladıklarını dile getirdikleri gibi; biz de hatıralarla dolu bu yerde, kendince sokağı aydınlatmaya çalışan elektrik direğinin dibinde o hüzünlü fakat güzel geceyi yeniden hatırladık, duygulandık.

Ramis Bey’in evine vardığımızda on beş yaşlarında bir kızımızla, bir kadın kapıda karşıladı bizi. Gök mavisi, ferah, temiz, çocuksu, latif gözlü evin genç kızı mahçup ve mütebessim bir eda ile “hoş geldiniz” dedi. Ramis Bey “İşte Ayşe’miz bu” dedi.

Aman Allah’ım! O gece babasının kucağında ateşler içinde yanan incecik dal büyümüş serpilmiş, alımlı, soylu bir servi olmuş.

Huzur dolu bir evdi burası.

Evin erkeklerinin ve kadınlarının yüzlerinden bütün şehre yetecek bir mutluluk yayılıyordu. Sadece sakinlerinin yüzlerinden değil sanki evin duvarlarından da huzur ve mutluluk damlıyordu. Ayşe’nin ailesi o deprem gecesi çadırda karar almışlar, bundan sonraki ömrümüzü sadece kendimiz için değil, başkaları için yaşayacağız.

Ramis Bey; “çok çalışmamız gerekiyor, her eve her sokağa uğrayıp bu güzelliklerden haberdar etmemiz lazım; o deprem gecesi, gözümüzün siyah noktası gibi bizi ışığa kavuşturdu” diyor.

O geceden sonra yaşamak için değil yaşatmak için yollara düştük. Şimdi aile boyu koşturuyoruz. Geçtiğimiz yıl dünyanın dört bir yanından gelen bahar çiçeklerini görmek için Türkçe Olimpiyatlarına gittik. Coşkulu, duygulu bir geceydi.

Hele o esmer, o siyah çocukların söylediği şarkılar, türküler, oynadıkları oyunlar bizi büyüledi.

Gece bitmişti. Herkes dağılıyordu. Ben yanımdaki arkadaşlarıma; “biraz duralım herkes bir çıksın, biz de şu siyah incilerin yanına gidip yanaklarından, gözlerinden doya doya bir öpelim” dedim.

Siyah inciler sahnenin arkasından çıkıncaya kadar bekledik. Az sonra çıktılar. Gözlerinden, yanaklarından doya doya öptük. Birbirimize sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladık. Belli ki böyle bir şey beklemiyorlardı. Yüreğimizin onlar için attığını, kalbimizin sıcaklığını hissettiler.

Siyah inciler; ‘Soylu toplum bu işte, dünyada bütün herkes böyle asil duygularla yetiştirilseydi dünya nasıl olurdu acaba? Mutlaka yeryüzü Allah’ın cenneti haline gelirdi’ dediler.

Eve geldiğimde gece yarısını çoktan geçmişti. Yatsı namazını kılıp yattım.

Gece rüyamda “Ramis kalk! Peygamberimiz seni çağırıyor” dediler. Çok heyecanlanmıştım. Etrafımı saran kalabalığa “Ramis’e yol verin Peygamberimiz onu görmek istiyor” dediler. Cennet gibi bir bahçeye götürdüler beni. Peygamberimiz bir bankın üzerinde bir başına oturuyordu. Yanına vardığımda; “sen bizim kardeşlerimizi yanaklarından öptün, beni de öpebilirsin” dedi.

.

Harun Tokak
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Rahmetle Geldi Bahar


434t3.jpg



Ya Rahman…

Rahmet eden, Rahmetinde, merhametinde sınır olmayan…

“Şüphesiz Allah’ın yüz Rahmeti vardır. İşte onlardan bir Rahmet vardır ki; mahlukat kendi aralarında birbirlerine onunla acırlar. Doksan dokuzu ise kıyamet günü içindir.” ( Müslim, tevbe 20)

buyuruyor ya Allah Resulü (s.a.v) bir hadisi şeriflerinde,

işte dünyada payımıza düşen o bir Rahmet ile geldi bir kez daha bahar…

Güneş, çözdü buzlarını, kıştan kalma donmuşlukların…

Yine Rahmetin bir tecellisi olan soğuk havadan kaçıp korunaklı evlerde geçirilen kıştan sonra…

Sobada fokurdayan çaydanlığın yanı başında mis kokular salarak patlayan kestanelerin

ve fırında kumpir olan patateslerin verdiği keyiflerle dolu kış akşamlarından sonra…

Balkon veya bahçelere kurulan masalarda baharın tüm güzelliklerini seyrederek yudumlanan çaylara geldi sıra…
Rahmetin tecellisi ile güneş ısıttı; kışın içe işleyen soğuğundan arınmaya çalışan tenleri ve soydu kışın giydirdiklerini…

Rahmetin tecellisi ile toprağını çatlattı tohum… Çeşit çeşit sebze olma yolunda…

Yine Rahmet ile çiçekler bastı ağaçları…

Her ağaçta farklı renk ve kokuda çiçekler önce gözleri doyurdu zevkle

ve ardından biri diğerine benzemeyen lezzette meyveler damaklarda unutulmaz tatlar bırakmaya başladı.

Rahmetti bahar güneşi eşliğinde ve her birini bir meleğin taşıdığı, tenlere pamuk misali yumuşak dokunuşlarla konan damlalar…

Sağanak altında yıkanan çamlar ve ıslanan topraktan yayılan enfes kokular…

Rahmetin tecellisi ileydi kışın dinlendiriciliği ve ardından gelen baharın içi kıpır kıpır eden coşkusu…

Kırlangıçların baharın kanatlarına takılıp yuvalarına dönüşleri,

yardımlaşarak ve cıvıldaşarak yuvalarını tamir edip yeni yavrularını yeni evlerinde karşılamaları Rahmetleydi.

Bir tavuğunun civcivlerini korumak için tilkinin karşısında duruşu

ve yavruları için kendini feda edişi Rahmetleydi.

“Bir annenin çocuğuna olan merhameti Allah’ın Rahmet denizinden bir damla bile değildir.”

buyuruyor ya Allah Resulü (s.a.v), annenin yavrusunu bağrına basması, süt vermesi,

bakıp koruması Rahmetleydi.

Olmasaydı Rahmet; doğar mıydı her sabah güneş?

Olmasaydı Rahmet yorgun bedenlerin dinlenmesi için gecenin simsiyah örtüsü çekilir miydi gökyüzüne?

Olmasaydı Rahmet yağar mıydı bereket?

Olmasaydı Rahmet ekinler olgunlaşıp başaklar taneye durur muydu?

Olmasaydı Rahmet sarar mıydı canlıları sevgi gibi doyumsuz lezzet?

Ve olmasaydı Rahmet akar mıydı gözyaşı gönülden Ya Hak! diyerek…

Ya Rahman!

Rahmetinde sınır tanımayan!

Rahmetini, merhametini çekme bir an bile üzeremizden…
.


Eylül Başak
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Belki Bir Gülümsemeyle Başlar, Hizmetin Yolculuğu, Kim Bilir…

434v5.jpg


elki bir gülümsemeyle başlar, hizmetin yolculuğu, kim bilir…
Kapısını çarpıp çıkmış gönlü kırık bir rûha rüzgar olur; nefes olur, yüzüne dokunur o tebessüm…
Bir adres sorana verilen saygılı bir cevaptır belki de, gönle işlenir gidilecek yer böylece…
Zannederiz ki, Allâh’ın yolunda hizmetin çeşitleri bellidir ve zannederiz ki, hizmet yolunda kariyer gerekir. Unutur gideriz, fark etmeyiz, bir… annenin diplomasız pişirdiği yemektir hizmet… Bir babanın evine ekmek götürme arzusudur kalbindeki… Evlâdın attığı adımdır okula giden, çözdüğü sorudur hizmet… Zaman gelir, her biri yerini bulur elbet… Rabbiyle şah damarından daha yakın bir muhabbete benzer bu kapının yürekteki varlığı… Ağza atılan lokma, niyetine göre değişir zevk ü sefâ da olur, cevr u cefâ da… Gönle düşen o sihirli kelime var ya, işte odur hayata kalite getiren… “Niyettir” bizi vardığımız yerde bekleyen…
Bazen bir belgesel izlenirken duyulan şaşkınlıktır hizmet… Ardından O Yüce Yaratıcı’nın idrâk ötesi mükemmelliğini keşfetmek… Çünkü an gelir, o şaşkınlık, cümle olur, başka kulaklardan içeri girer, zihinlere oturur. Ve hizmet, Yüce Yaratıcı’nın yeryüzündeki imzalarının dillendirilmesiyle mânâ kazanır, bereket olur.
Sevmektir hizmet… Rabbin yarattığı muhabbeti çoğaltmaktır ve çoğalmasına vesile olmaktır. Çünkü sevmek fedakârlık, sevmek duâ, sevmek candır… Sevilene emektir, sevene rahmettir. İçine işleyen sıcaklıkla üşütmemektir kimseyi, kollamaktır dışarıda kalmış kimsesizleri… Sevdiğinin hizmetini kendi yoluna eklemek ve bereketlendirmektir dünyayı…
Hizmet bir zincirdir, başlatan da kazanır, sona eklenen de… Ve hayat, Muhabbetin Sahibi’ne karşı hizmete dönüşür, nihayet iki dünya şenlenir…
Bir kusuru örtmektir, bir yanlışı affetmek, tahammülü zor olana sabretmektir hizmet… Göze çarpan hatayı gönlünle silmek, dilinle yok etmektir. Dosta-düşmana muhabbetin perdesini açmak, soğuk bir kalbi yeniden ısıtmaktır. Tanımadığın bir mezarlıktan geçerken okuduğun bir Fâtiha’dır, bir rûhun damlattığı gözyaşını silen, iki kelimelik cümledir hizmet… Bir sofraya alınan ekmek, bir fakire verilen bozuk paradır cepteki…
Ama biz fark etmeyiz, önümüzdeki bir niyet ile güzelleşecek, hizmete dönecek sadelikleri… Büyütürüz gözümüzde atılacak adımları, külfetle başbaşa bırakırız onları… İsimler takarız, bahanelerini hazırlar, tembelliğimize kılıf ararız. Kurulacak bir cümle, yüreğe kabul olmuş bir ruh, yüzdeki minik bir tebessümün mânâsını değiştirmedikçe niyetimizle, iflah olamayız; ne bugünümüzde, ne geleceğimizde…
Artık bilmeliyiz, zahmet değil, zorluk değil, niyet ile kendi kendine çoğalan güzelliktir hizmet… Ve bekler… Sadeliklerden doğan, bütün gönüllerden âhirete azık olmaya adanan yola çıkmayı ister… Bekler..

.

Fatma Aladağ
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Yüzü simsiyahtı. Ama kendisi boyamamıştı ki!
Kaldı ki, kalbi bembeyazdı.
... Buna rağmen onu basite alanlar vardı.
Dedi ki:
– Ya Resûlallah, yüzümün siyahlığı cennete girmeme mani midir?
– Asla!
...– O halde beni niçin insanlar hor görüyorlar, kimse bana niçin kızını vermiyor?
– Amir bin Veheb’in evine git ve “Resûlullah selamı var, kerimeni bana nikahlamanı emretti” de.
Siyah yüzlü genç hemen adrestedir. Kızın yanında babaya selamı aynen tebliğ eder ve teklifi de açıkça anlatır.
Baba kızgın, hemen reddeder. Ancak, teklifi dinleyen kızcağız babasını ikaz eder:
– Babacığım, vahiy gelir de sonra seni mahcup eder. Ne biliyorsun bu olayı Rabbimin emretmediğini? Efendimiz (sav)’in o emri tebliğ buyurmadığını? Hemen git, Resûlullah’tan özür dile ve beni o gence nikâhla. Resûlullah’ın uygun bulduğunu ben de uygun bulurum.
kızının ikazıyla mescide koşan baba özür diler:
– Söylediğinin doğru olup olmadığını bilmiyordum. Demek ki doğruymuş. Kızımı verdim. Şu anda nikahlısıdır.

Efendimizin gence emri:
– Git, evini hazırla, aile oturacak şekilde döşe.
– Benim ev döşeyecek tek dirhemim bile yok!..
– Öyle ise Ali’ye, Osman’a, Abdurrahman bin Avf’a git. Onlar sana ikişer yüz dirhem versinler.
Uçarcasına gider. Onların her biri, emredilenden fazla yardımda bulunurlar ve sıra çarşının yolunu tutmaya gelmiştir. Bir ev hazırlamak için gerekli para elde mevcut. Hele zevcesi, ümidinin de üstünde bir azizedir âdeta…

Çarşı yolunda hızla giderken kulağına bir ses gelir. Önce anlayamaz, duraklar ve nefesi kesilircesine dinler. Evet, evet yanlış anlamamıştır, doğrudur. Ses herkese ilan etmektedir:
– Ey kendini Allah’a asker bilen Müslümanlar!
Derhal atınıza binin, cihada yönelin. Ordu mescidin dışında beklemektedir. Siz böyle gün için varsınız dünyada! Düşman ani baskın yapacak!

Şimdi ne olacak?.. Cihada mı gitsin, evlenmeye mi?.. Yönünü hemen değiştirir, demirciler çarşısına gider. İlk işi bir kılıç, sonra bir zırh, daha sonra da bir at almak olur. Elindeki paranın hepsini de harcamıştır. Ama cihad için lazım olan silahını da tamamlamıştır…
Sıçradığı atının üzerinde kuş gibi uçar, bekleyen orduya toz duman içinde karışır.
– Bu genç, herhalde Bahreyn’den gelen biridir, derler. Ancak onun siyahlığını fark eden Resûlullah Aleyhisselam:

– Sen Saad mısın? buyurur.

– Evet, deyince de dua eder:

– Ceddine saadetler!..
Kumlu çöllerden geçilir, tozlu yollardan gidilir ve nihayet düşmanla müthiş bir savaş başlar… Herkes cesaretle ileri atılır. Ama içlerinden biri herkesten de cesaretle atılır; saldırdığı tarafın adamlarını sağa sola püskürtür. Neden sonra meydan sakinleşir, düşman kaçmış, müşrikler yok olmuşlardır. Şehitler tespit edilirken, bir ses:
– Allahü Ekber! Evlenmek üzere olan Saad da şehit!
Efendimiz onun cesedi başına gelir, mahzun şekilde bakar:
– Seni Havz-ı Kevserimin başında bekleyeceğim!
Bir hayret nidası daha:
– Allahü Ekber!
Sonra döner, oradakilere hitap eder:
– Kılıcını, mızrağını ve atını alın, kendisini gönüllü olarak isteyen kızcağıza verin. Babasına da deyin ki:
– Kızını vermekte tereddüt ettiğin siyah yüzlü gence Allahü Teâla cennet hurilerini lâyık gördü!
Ve hayret nidaları birbirini takip eder:
– Allahü Ekber! Allahü Ekber!
 
Üst