BiR MoR MeNeKŞe

gülsev

Paylaşımcı
Katılım
15 Ocak 2007
Mesajlar
189
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
58
bir çoğunu bildiğim halde tekrar okumak ve hatırlamak iyi geldi teşekkürler
 

gülsev

Paylaşımcı
Katılım
15 Ocak 2007
Mesajlar
189
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
58
belki vardır bilemeyiz böyle sevgileri yaşatanlara ne mutlu
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Kırkbeş Saniye

- "Cem haydi artık yat. Saat geceyarısını çoktan geçti! Sabahtan beri şu bilgisayarın başındasın! Eğer, onbeş dakikaya kadar ışığı kapatıp, yatağa girmezsen, bilgisayarını iade edeceğim. Bak, hem senin yüzünden Cemil de uyuyamıyor!"

- "Tamam baba, hemen yatıyorum".

Üf, babası yine içeriden sesleniyordu. İnsanı bir rahat bırakmazlardı... Ne olurdu, azıcık daha oturabilseydi, şu bilgisayarın başında... Yok efendim uykusuz kalıyormuş... Yok efendim Cemil'i de uyutmuyormuş... Oysa ki Cemil çoktan uyumuş, renkli, sinemaskop rüyalarını, görmeye bile başlamıştı.

Şu bilgisayarı aldırtmak için, tam bir yıl boyunca, babasına dil dökmüştü. Neler çektiğini bir kendisi biliyordu. Babası da, artık bu dil dökmeler ve yalvarmalardan usanmış, sınıf geçme hediyesi olarak, bilgisayarı alıvermişti. Ona sahip olalı, henüz birbuçuk ay olmuştu. O eve geldiğinden ve kardeşiyle paylaştığı odadaki masanın, üstündeki yerini aldığından beri, gözü başka hiçbir şeyi görmez olmuştu. Muhteşem bir bilgisayarı vardı artık... Şimdiye kadar, hep arkadaşlarının evinde, ya da "internet cafe"lerde oynadığı oyunları, kendi makinasında dilediğince oynayabiliyordu. Harçlığını, oyun CD'leri almak için harcıyor, bazen de arkadaşlarından ödünç aldığı oyunları kullanıyordu. Daha çok "adventure" oyunlarına meraklıydı. "Simulasyon"lar, "Role-Playing" veya "Strateji" türü oyunlar, onu pek ilgilendirmiyordu. Varsa yoksa "Adventure" yani macera oyunları... Neredeyse, piyasadaki tüm macera türü oyunlarını, şu birbuçuk aylık sürede oynamış, bitirmişti. "Broken Sword", "Sanitarium", Half-Life", "Grim Fandango", Monkey Island" ve daha pek çoğunun, içlerinde gizledikleri püf noktalarını, açığa çıkarabilmenin mutluluğu ile öğünmüş, arkadaşlarının arasında "adventure kralı" diye nam salmıştı.

Şu anda oynadığı oyunu ise, Türkiye'de bulmak imkansızdı. Arkadaşına Amerika'dan hediye olarak gelmişti ve yalvar yakar, sadece iki günlüğüne ödünç almıştı. Sabahleyin CD'yi geri vermesi gerekiyordu, çünkü söz vermişti. Çok güzel ve değişik bir oyundu. Adı "Neverhood" olan bu oyunda, kilden yapılmış bir kahraman vardı. Başına neler, neler gelmiyordu ki... Çıkmaz yollara giriyor, başka zamanlara seyahat ediyor, arkadaşlarını kaybediyor, kötü adamlarla karşılaşıyor ve daha pek çok macera yaşıyordu. Amaç, bu maceraların her birinde, kahramanı başarılı kılmaktı. Oyun, on bölümden oluşuyordu ve bir bölüm bitmeden, diğerine geçilemiyordu. Tam da, dokuzuncu bölümü bitirmek üzereyken, babasının sesleniği, hiç de iyi olmamıştı. Şimdi bilgisayarı kapatıp yatsa, tüm dokuzuncu bölümü yeni baştan oynamak zorunda kalacaktı; bu da zaman kaybı demekti. Ne yapsaydı da, hem babasını hem de kendisini mutlu kılabilseydi?

- "Cem, sana yat dediğimi hatırlıyorum! On'a kadar sayacağım, eğer hala yatmamışsan odana geleceğim! Biir..."

Hemen birşey yapmalıydı. Bilgisayarın, sadece monitörünü kapattı. Aceleyle çekmeceden el fenerini aldı ve lambayı söndürdü.

- "Tamam baba, bak yattım" diye içeriye seslendi.

Elbiseleriyle yatağa, kardeşinin yanına öylece uzanıverdi. El fenerini, pantolon cebine sıkıştırdı. Bilgisayarın kasasının üstündeki yeşil ışık yanıyordu. Program hala çalışıyordu ama ekran kapalı olduğu için dışarıya ışık gitmez ve babası da şüphelenmezdi. Yarım saat kadar, böyle beklemek zorundaydı. Herkes uyuyunca kalkar, el fenerinin ışığını yardımıyla önce oda kapısını örter, siyah renkli hırkasını, kapıdaki cama raptiyelerle tutturur, ekranın düğmesine basarak, monitörü tekrar açar ve oyununa kaldığı yerden devem ederdi. Kapıdaki cama gereceği hırka, o kadar kalındı ki, dışarıya ışık sızmayacağından emindi. Oyununa devam edebilme düşüncesinin verdiği rahatlıkla gevşedi, hayallere daldı.

Kendisine ait bir odası olsa, ne kadar rahat ederdi. Ama yoktu işte... Bu küçük odayı, kardeşiyle paylaşmak durumundaydı. Odanın küçük oluşu yetmiyormuş gibi, bir de şu anda üstünde yattığı koskoca yatak, o küçücük yere tıkıştırılmıştı. Keşke bir ranza alsalardı... Kardeşiyle altlı üstlü yatarlardı. Odada da biraz yer açılmış olurdu. Ama efendim, olmazmış, çünkü bu yatak, anneannesinden hatıra olarak kalmışmış... Hem de masif, ceviz bir yatakmış... Şimdilerde böylesini bulmak imkansızmış... Bütün bunlar, onu hiç ilgilendirmiyordu. O böyle hantal, yerden yarım metre yükseklikte, eski moda bir yatak istemiyordu ki... Onun istediği, şöyle hafif, fazla yer kaplamayan, suntadan yapılan, modern bir ranzaydı. Hem artık onbeş yaşındaydı ve sekiz yaşındaki kardeşiyle, aynı yatağı paylaşmak da hiç hoşuna gitmiyordu. Ama ne yapsın ki, annesine söz dinletemiyordu. Annesi her seferinde: "Annemin hatırası, atamam, başka yere de koyamam, bu yatak bu odada kalacak!" diyor ve tartışmayı bitiriyordu.

Fosforlu saati, ikibuçuğu gösteriyordu. Artık kalkmalı ve şu oyunu bitirmeliydi. Ortalıkta ses ve ışık yoktu. Babam da uyumuş olmalı diye düşündü. Herşey planladığı gibi yürümüştü. Kil adamın maceraları, kaldığı yerden devam edebilirdi. Çok susadığını hissetti ve masanın yanına yere koyduğu kola şişesini, başına dikti. Annesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen kolayı bardağa doldurup içmemesi, şişeyi odasına koyması, işte şimdi, şu anda çok işine yaramıştı. Aksi halde ya susuzluktan ölecek, ya da ev halkını uyandırmayı göze alarak, mutfağa gitmek zorunda kalacaktı. Evet, artık rahatlamıştı ve kil adam, yoluna güvenle devam ediyordu.

Birden, bir sarsıntı hissetti. Klavye masanın sağına, ekran soluna kaymaya başladı. Mouse ise, sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu. Kitaplar yere düşüyor, avize sarkaç misali sallanıyordu. Önündeki ekran, kapkara oldu. Diplerden bir yerlerden gelen korkunç bir uğultu, kulaklarını sağır ediyordu. Daha önce böyle bir şeyi hiç yaşamamıştı, ama bunun ne demek olduğunu biliyordu. El yordamıyla, yerdeki kola şişesini kaptı, cebindeki feneri çıkarıp yaktı. Yataktaki kardeşini uyandırdı.

- "Cemil kalk, deprem oluyor. Hemen yatağın altına girelim" dedi.

Cemil çok korkmuştu, ona sarıldı, yatağın altına kendilerini zor attılar. Bütün bunlar, birkaç saniyede oluvermişti. Sarsıntı, artarak devam ediyordu. Yatağın altında birbirlerine sarılmış yatarken, bir şeylerin çatırdadığını, koptuğunu, yıkıldığını hissediyor, ama göremiyordu. Sonra, dipsiz, karanlık bir kuyuya düşer gibi olduklarında, kardeşine daha bir sıkı sarıldı. En son duyduğu, annesinin haykırışları oldu.

Üzerinde "Kanal WYZ" yazılı, koskoca bir mikrofonu elinde tutan muhabir heyecanla anlatıyordu:

- "Evet sayın seyirciler, şimdi buradaki yüzlerce enkazdan birinin önündeyiz. Önceki gün olan ve 45 saniye süren 7,4 büyüklüğündeki deprem, bu bölgede felaket rüzgarlarını estirmeye devam ediyor. Yıkılan binaların altında, canlı ve ölü insanlar var. Kurtarma çalışmaları sürüyor. Arkamda gördüğünüz binanın, üç katı toprağın altına gömülmüş, sadece dördüncü ve beşinci katları toprağın üstünde kalabilmeyi başarmış, ama onlar da gördüğünüz gibi enkaz halinde"

Kamera, ufalanmış taş ve demir çubuk yığınlarına odaklanıyor ve bir zamanlar, buralarda var olan hayat işaretlerini seyircilere gösteriyordu. Orda bir yerlerde kolu kopmuş bir bebek, hemen yakında bir tek ayakkabı, ötelerde uçuşan tül perdeler ve şurada " and they lived happily ever-after" cümlesinin okunduğu, sayfası açık olan, ingilizce bir hikaye kitabı....

Sonra kamera, yine muhabire çevriliyor ve muhabir sözlerine devam ediyordu:

- "Bu binanın beşinci katında oturan ve hiç yara almadan kurtulabilen Sevil hanım ile Ahmet bey çocukları Cem ile Cemil'in de kurtulmuş olması için dua ediyorlar. Umarız ki onlar da kurtulur. Gelişen haberlerle tekrar karşınızda olacağız. Şimdi stüdyomuza bağlanıyoruz"

Bacağındaki korkunç acı ile uyandı. En son hatırladığı, kil adamı mağaradan çıkarmak için bir yol bulmaya çalıştığı idi. Yoksa yanlışlıkla, o da oyunun içine mi girmişti? Bu karanlık daracık yer, o mağara mıydı?

- "Abi, ne oldu? Hadi uyan"

Birisi omuzuna dokunuyordu. Birden herşeyi hatırladı. Deprem olmuştu. Cemil ile birlikte, yatağın altına girmişlerdi. Yüzükoyun yatıyorlardı. Ayağa kalkamıyorlardı. Elli santim yüksekliğinde, birbuçuk metre genişliğindeki, yatağın altında sıkışıp kalmışlardı. Duvarlar yatağın üstüne yıkılmış ve her açıklığı kapatmış olmalıydı.

- "Abi iyi misin?"

- "İyiyim, sadece bacağım sıkışmış, onun için kımıldayamıyorum. Çok da acıyor. Sen nasılsın?"

- "Ben iyiyim, bir şeyim yok. Burası çok dar, ayağa kalkamıyorum"

- "Korkma, sürünerek yanıma gel, pantolonumun arka cebinde fener var. Onu al ve yak da etrafı görelim. Bakalım ne durumdayız."

Fenerin ışığı ortalığı aydınlatınca, korkunç durumu daha iyi anladılar. Yatağın altına hapsolmuşlardı. Cem'in dışarıda kalan sol bacağının üstüne bir beton parçası düşmüştü. Cemil'de bir çizik bile yoktu.

- "Abi şimdi ne yapacağız?"

- "Bekleyeceğiz Cemil. Sakin ol, heyecanlanma! Bak ben yanındayım. Hadi bana biraz daha sokul da, elele tutuşalım. Feneri de kapat, ışığı bitmesin"

- "Abi ben çok susadım"

- "Demin ışık açıkken görmüştüm; kola şişesi, yatağın ayağının yanında duruyor. Al da biraz iç. Ama hepsini bitirme, idareli kullanmamız gerekiyor"

- "Abi, bizi bulurlar mı?"

- "Bulurlar, hiç merak etme. Discovery kanalında bir film izlemiştik. Hani dağcılar, çığ altında kalmışlardı. Onları nasıl buldular, hatırlasana... Bizi de öyle bulacaklar elbette..."

- "Abi, ben çok korkuyorum, ölmek istemiyorum"

- "Sus, öyle kötü şeyleri aklına getirme! Bu gibi durumlarda sakin olmak, panik yapmamak esastır. Televizyonda çizgi film yerine, benim yaptığım gibi, belgeselleri izleseydin, şimdi bu kadar korkmazdın!"

- "Söz veriyorum, buradan çıktıktan sonra sadece belgesel izleyeceğim. Abi, benim çişim geldi"

- "Altına yap, önemli değil. Sonra annem yıkar. Ortalık biraz kokar, ama boşver"

Birdenbire, annesini ve babasını hatırladı. Onlara ne olmuştu acaba? Muhakkak kurtulmuş olmalıydılar. Ya ölmüşlerse! Ne yapardı o zaman? Hayır, hayır böyle kötü ve karamsar düşünmemeliydi. Gözlerinin yaşlandığını hissetti. Neyse ki karanlıktı ve Cemil gözyaşlarını göremiyordu.

- "Sağol abi, çok rahatladım. Hiç altıma işeyebileceğimi düşünmemiştim, ama insan zorda kalırsa bunu da yapabiliyormuş demek!"

- "Hadi Cemil, gel yanıma uzan, biraz dinlenelim. Eğer bir ses duyar veya ışık hissedersek, olanca gücümüzle bağırırız olmaz mı?"

- "Tamam abi"

Cemil, Cem'e iyice sokuldu, elele tutuştular. Tek yapacakları şey, beklemekti. Cem'in gözleri karanlığa alışmıştı. Yanında yatan ve elini tutan kardeşinin düzenli nefes alışlarından, onun uykuya daldığını anlamıştı. İçinden sıcacık bir şeylerin aktığını hissetti. Kardeşini ne çok sevdiğini düşündü. Oysa normal zamanlarda, onunla hep kavga etmiş, "sen küçüksün, sus!", "sen bilmezsin otur!" diye onu azarlamıştı. Cemil'in istek dolu bakışlarını görmezden gelerek, bir kerecik bile olsun, bilgisayarını ona elletmemişti. "Ne kötü bir çocuğum ben!" diye düşündü. Ya babasına yaptıkları... Bilgisayarın başında oturma uğruna, onu kırmış, kızdırmıştı. Anneannesinin hatırası büyük ceviz yatak yüzünden, annesine çektirdiklerine ne demeliydi... Oysa, şimdi hayatta kalmış olmasını, o yatağa borçluydu. "Şuradan bir çıkayım; bir daha annemi de, babamı da hiç üzmeyeceğim. Yatağı da, odanın ortasına koyacağım vallahi... Hatalarımı tamir edebilmem için şuradan çıkmama izin ver Allahım" diye mırıldandı.

Orada ne kadar süre yattılar bilemiyordu. Fosforlu saati çalışıyor ve üçbuçuğu gösteriyordu. Ama gece miydi, gündüz müydü, hangi gündü, bunlar meçhuldu. Kola şişesinin dibi görünmüş, fenerin ışığı sönmeye yüz tutmuştu. Cemil artık sürekli ağlıyordu. Sessiz sessiz, sarsıla sarsıla ağlıyordu. Umutlar tükenmek üzereydi ki, çok derinden gelen bir havlama sesi duyuldu.

- "Cemil, kes şu ağlamayı artık, köpek sesini sen de işittin mi? Yoksa ben, gaipten sesler mi işitiyorum?"

Bir iki saniye nefeslerini tutarak beklediler. Aynı ses yine duyuldu. Bu sefer ikisi de duymuşlardı. Cemil abisine sarıldı.

- "Kurtulacağız abi, bizi arıyorlar"

- "Evet Cemil, nihayet bizi buldular. Hadi şimdi olanca sesimizle, bağıra bağıra şarkı söyleyelim. Tıpkı pikniğe gittiğimizde, kırlarda dolaşırken yaptığımız gibi..."

Bildikleri tüm şarkıları, sırayla söylemeye başladılar. Dışarıya çıkmalarının artık sadece bir hayal olmadığını anlamışlardı.

Üzerinde Kanal WYZ yazılı koskoca bir mikrofonu elinde tutan muhabir, heyecanla anlatıyordu:

- "Evet sayın seyirciler, bugün size güzel haberler verebildiğim için çok mutluyum. Köpekler, arkamda gördüğünüz enkazın altında canlılar olduğunu tespit ettiler. Deprem felaketinden dört gün sonra, bu enkazın altında canlı olması bir mucize olarak kabul ediliyor. Bütün gün devam eden kurtarma çalışmalarının sonucunu birazdan alacağız. İki gün önce size sözünü ettiğimiz Sevil hanım ile Ahmet beyin çocukları Cem ile Cemil'in sağ salim çıkarılmaları artık sadece bir an meselesi. Şimdi hep birlikte bu mutlu anı izleyelim."

Parlak ışık, Cem'in gözlerini kamaştırmıştı. İşte nihayet, onlara ulaşmışlardı. Kurtulmuşlardı... Yaşayacaklardı... Uzun bir süredir hangi yönden geldiği belli olmayan çekiç, kazma, makina seslerini dinlemiş ve umutla beklemişlerdi. Bağırmaktan boğazları ağrımıştı. İşte nihayet ışığı görüyorlardı.

- "Hadi Cemil, önce sen çıkacaksın. Ben biraz daha burada kalmak zorundayım"

Cemil, abisinin yanağına bir öpücük kondurdu.

- "Yukarıda görüşürüz, seni seviyorum abi"

Cem, Cemil'in küçücük bir delikten yukarı çekildiğini gördü. Kardeşi kurtulmuştu ve sıra kendisine gelmişti. Bacağına düşen betonu kırmak, ne kadar sürerdi acaba? Umudunu yitirmemeli ve sakince beklemeliydi.

Cem, saatler sonra açık havaya çıkarıldığında, bitkin ama çok mutluydu. Kendisini ikinci kez doğmuş gibi hissediyordu. Anne ve babasını tekrar yanıbaşında görmek, bitkinliğini unutturmuş, canına can katmıştı. Sedye üzerinde, enkaz yerinden uzaklaştırılırken, gözü, ekranı kırılmış, kasası parçalanmış bilgisayarına takıldı. İçinden gizlice, ona bir öpücük yolladı.

"Sağol, sağol beni yaşattın, ama ne yazık ki sen öldün. Hoşçakal arkadaşım..." diye fısıldadı.
 

doğuhan

Profesör
Katılım
13 Ara 2006
Mesajlar
1,425
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
38
Konum
orta dünyalar
İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Gerek ki DÜŞÜNüp ibret alasınız. (7/57)
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Özgür İle Telli Turna

Güzel bir bahar sabahı, kuşlar o dal senin bu dal benim uçuşmaya, ötmeye başladığında. Yemyeşil ağaçlar, rengarenk çiçekler kırlara yeni bir hayat sunarmış, güller, sümbüller, süsenler, papatyalar, küstüm çiçekleri, menekşeler kokularını etrafa saçmak için adeta biribirileriyle yarışırlarmış.

İşte böylesine güzel bir bahar sabahı Özgür’ü getirip pınarın başına bırakıp gitmişler. Özgür epeydir insanlardan ve akranlarından uzak, yalnız başına düşünmeyi, hayal kurmayı seven bir çocuk olup çıkmış. Anası ile babası her gün onu sırayla getirip yelpınarın başına bırakır işlerine giderlermiş.

İçin için büyüyen bir özlemle suyun sesini, rüzgarn sesini, kuş seslerini dinlermiş Özgür. Bulutlara bakıp şekiller çıkarırmış, çiçekler koklarmış, hanidir gökyüzüne bakıp kuş olup uçmak ve hayalde olsa başka bir dünya içinde kendini bulmak istermiş…

Özgür birgün pınar başında oynarken ağaçların arkasından bir ses duymuş. Sanki bir tavşan kaçmış. Sanki bir dal kırılmış. Sanki bir kuş havalanmış. Bir hışırtı duymuş ve merak edip gözünü oraya dikmiş “Bu sesi ne çıkardı?” diye ama bir şey görememiş.

Ertesi gün Özgür’ü getirip pınarın başına yine bırakıp gitmişler. Özgür pınarın başında hayallere daldığı sırada ağaçların ve çalılıkların arkasında yine bir ses duymuş, bir gürültüyle beraber bir ses ve ardından çocuk sesini andırır bir çığlık kopmuş. Korkmuş Özgür…

Sık ağaçların ön tarafında öbek öbek çalılar ve bitkiler varmış. O çalıların gerisinde de kocaman bir ormanı andırır ağaçlık. Heyecanlanmış Özgür ve yine merak etmiş, acaba “Bu ses nerden geldi ve ne çıkardı?” diye.

Ağaçlık ve çalılara doğru uzun süre bakmış ama bir şey görememiş. Biraz korkmuş. Çünkü bahar ve yaz ayları, ayı, yabani domuz, kurt , tilki, sansar gibi daha bir sürü yabani hayvan barınırmış köyün etrafındaki vadilerde. Fırsat bulduklarında gece vakti zaman zaman köyün taa içlerine doğru indikleri de olurmuş.

Ağaçların arasında garip garip sesler çıkmaya devam etmiş. Özgür düşünmüş sonra yavaşça diz ve ellerinin üzerinde emekleyerek ağaçlığın olduğu yere gelip bakmışki, ne görsün leylek büyüklüğünde, uzun bacaklı, zarif boyunlu, parlak, duru güzel gözlü bir kuş. Başının arka tarafında geriye doğru sarkan zülfü ile tepesi, kanatlarının ucu, boynunun bir bölümü kara renkte ve kanatlarında göz alıcı, mâvi, kırmızı, yeşil tüyleri olan kanatları pırıl pırıl hayatında ilk defa gördüğü güzel bir kuş. Zavallı kuş yaralı olarak tilkinin saldırısından kendini korumaya çalışarak kanatlarını çırpar dururmuş ama uçamazmış. Bir kanadı kırık ve yerde sürüklermiş, yaralı olduğunu ve aksadığını farketmiş Özgür.

Tilkiye karşı bir ölüm kalım savaşı veren güzel kuş, son gücüyle direnip, karşı koyarmış gagasıyla. O an yüreği titremiş Özgür’ün, ayağa kalkamadığına hayıflanmış, ayağa kalkıp kuşa yardım edemediğine. Ama ne pahasına olursa olsun onun kurtulması gerektiğini düşünmüş, avazı çıktığı kadar bağırarak, yerden aldığı taşı var gücüyle fırlatıvermiş tilkiye doğru. Taşın çıkardığı gürültüyle beraber neye uğradığını şaşıran tilki kurtuluşu kaçmada bulmuş. Kuş da aksayarak çalılıkların arkasına girip gözden yitivermiş.

Özgür kulak kabartıp soluğunu tutmuş. Yüreği çarpmış heyecandan..Sonra yavaş yavaş doğrulup ordan gelecek bir sese kulak kabartmış ama ses çıkmamış. Saatlerce gözünü oradan ayırmadan bakmış. “Ahh! Keşke yürüyebilseydi” diye iç geçirmiş Özgür, “gidip çalılıkların arasına bakıp yardım edebilseydim.” demiş kendi kendine…

Bacakları tutmazmış Özgür’ün, henüz 8 yaşlarında iken tırmandığı kavak ağacında kırılan dalla birlikte taşların üstüne düşmüş ve işte o günden sonra yürüyememiş Özgür. Ailesinin doktora götürecek parası olmadığı için köyde eski usüllerle kırılan belini sıkı sıkıya sarıp sarmalamışlar ve bir süre sonra açtıklarında belini Özgür'ün felç olduğu anlaşılmış ama iş işten geçmiş, nereye götürmüşlerse, bir çare bulamamışlar. Özgür, biraz cehaletin, biraz da yoksullığun kurbanı olmuş anlayacağınız. O günden sonra yürüyememiş, okula bile anne ve babasının sırtında gidip gelmiş.

Özgür kulak kabartıp soluğunu tutmuş ve yüreği çarparak beklemeye koyulmuş… Sonra bir ses duyunca yavaş yavaş doğrulmuş. Ne görse beğenirsiniz, inci boynunu uzatmış güzel mi güzel bir kuş. İlk kez görmüşmüş böyle güzel bir kuşu. Kuş oldukça ürkek ve şaşkın bir şekilde bakıp, incecik uzun bacaklarının üzerinde titreyerek, gözlerini Özgür’e dikip karşısında kıpırdamadan durmuş…

O anda göz göze gelmişler. Özgür’ün hayran hayran bakışı ve sıcacık gülümseyişi, bu güzel kuşu büyülemiş sanki. Kuş gözlerini iri iri açmış Özgür’e bakmış. Bakışları tatlı ama o kadar da hüzünlüymüş. Özgür pek duygulanmış. Şimdi tek korkusu o olağanüstü güzel kuşu ürkütmekmiş. Kıpırdamaktan bile çekinmiş. Sonra cesaretini toplayıp usulca elini uzatmış, utana utana okşamaya yeltenmiş. O an sanki düş görmüşmüş Özgür. Büyülenmiş adeta, bir süre bu büyünün etkisinden kurtaramamış kendisini.

Sonra kuş aksaya aksaya sık ağaçlara doğru tekrar ilerlemiş. Kaçacak diye düşünmüş Özgür. “Gitme güzel kuş, korkma sana bir şey yapmam, gel arkadaş olalım. Bak yürüyemiyorum, üstelik arkadaşımda yok. Öyle yalnızım ki”, diye seslenmiş ardından…
Güzel kuş olduğu yerde durmuş, Özgür’ü anlıyormuş gibi dinlemiş sanki. Sonra yavaş yavaş Özgür’e doğru yürümeye koyulmuş, Özgür’ün yanına gelip durmuş. Hiç de öyle korkar görünmezmiş. Bu defa Özgür şaşırmış. Kuş Özgür’e iyice yaklaşmış. Sonra durup gözlerini Özgür’e dikmiş…
Güzelim kuş bir ara kaçacak gibi olmuş, sonra birden başını yine Özgür’den yana çevirmiş, başını oynatarak boynunu uzatmış Özgür’e doğru. İyice yaklaşmış, Özgür’e doğru kararsız bir kaç adım atıp, tam yanıbaşında durmuş. Güzelim bakışlarıyla Özgür’ü süzmüş, “turnalar dostlarını bakışlarından tanırlarmış” derler...
“Güzel kuşum” demiş Özgür. “ Korkmuyorsun değil mi? Bırakıp gitmeyeceksin beni?” Sonra kuş, anlamış gibi uzun gagasını uzatmış. Özgür’ün saçlarını koklar gibi yapmış, gagasını yüzünde, saçlarında gezdirmiş… Özgür sevinçten havalara uçmuş…

Özgür, yavaşça elini o ipeksi kanatlarının üzerinde gezdirmiş. Kuş başını eğmiş. Başı Özgür’ün omuzuna değiyormuş neredeyse. Kuşun, kanayan yerini gömleğinden yırttığı bir parçayla sararak, babasının geleceği saati beklemeye koyulmuş Özgür.

Akşama doğru Özgür’ü almaya geldiğinde şaşkınlığını saklayamamış babası. Bu kuşun telli turna ve göçmen bir su kuşu olduğunu söylemiş … Sonra diğer hayvanlardan zarar görmemesi için sık ağaçlar arasında kuşa geçici bir yer yapmış babası. Oğlunun gözlerini parıldatan sevinç, son derce mutlu etmiş onu. Sonra, kuşu tutup içine koymuşlar… “Korkma güzel kuş yine geleceğim, seninle dost olacağız.” deyip evin yolunu tutmuşlar baba oğul.…
O gün sevinçten sabaha kadar gözünü uyku tutmamış Özgür’ün, aklı fikri turna daymış. Dört gözle sabahın olmasını bekleyip kuşu ile başbaşa olmayı tasarlamış. Beyni ile düşünmüş, beyni ile duymuş. “Şimdi o zavalı kuş acaba ne yapıyor? Kırık kanadı çok acı veriyormu mu? Beraber uçup konduğu sürüsü onu arıyor mu? Arkadaşları annesi babası onu aralarında görmeyince konuşup ağlıyorlar mı?” Diye turna kuşun tüm olumsuzluklarının acısını yüreğinde duymuş. Ne türlü yatsa rahat edememiş...

Özgür artık mutluymuş, bir de kırık kanadı sarılsa keyfine diyecek yokmuş. Her sabah olduğunda sabırsızlıkla kuşuna kavuşmasını beklermiş. Her akşam kafasında hep telli turnanın hayaliyle yatağa girip uyurmuş.
İlk günlerde telli turna’sı tedirginmiş, “Ah keşke kucağına aldığında rahat olsa, ürkmese, elini uzattığında korkmasa, öpebilse, okşayabilse, iyi arkadaş olsalar ve bütün gün beraber oynasalar, beraber konuşsalar’’, diye düşünürmüş Özgür…

Gün geçtikçe yavaş yavaş Telli turna’nın tedirğinliği, ürkekliği azalmış ve bir süre sonra tamamen alışmış Özgür’e, hiç ayrılmamış artık. Özgür yüreğini saran bu mutluluğun içine sığmadığını hissedermiş, yere göğe sığmazmış sevinci. Saz çalmaya başlamış Özgür, turnalar üzerine türküler öğrenip söylemiş, yüzü gülermiş sürekli. Bu duruma en çok da annesi, babası ile aşkadaşları sevinmişler.

Telli turna gece gündüz Özgür’le yatıp, Özgür’le kalkarmış artık. Ötüşü mutlu edermiş Özgürü, günün her saati, neşe saçarmış yaşamına. En yorgun olduğu sabahlar bile sevinçle uyanmış. “Ne güzel onunla uyanmak Allahım, ne hoş ona yakın olmak, onun güzelliğini doyasıya seyretmek her sabah” deyip sonsuz mutluluğunu dile getirirmiş.

Yaşamı inanılmaz sevmeye başlamış Özgür. artık o eski mutsuz, acı çeken Özgür değilmiş. O eski Özgür gitmiş, yerine mutlu, umut dolu, sevinç dolu bir Özgür gelmiş.

Baharın verimli ayları, yağmur yüklü bulutlar bir taraftan bir tarafa koşuşup durduğunda, bahar yelleri esmeye başlamış, ardında şimşekler ve yağmur yağmış, yağmurdan sonra pırıl pırıl güneş görünmüş gökyüzünde...
Özgür kırlara çıkmak istemiş telli turnasıyla…
Kırlarda çiçeklerin içine götürüp bırakıvermiş babası Özgür’ü telli turna’sıyla… Artık sıra telli turna’nın özgürçe uçmasına gelmiş, bırakıvermiş kırların orta yerine telli turnayı. Özgürce istediği kadar uçabilir, istediği yere gidebilirmiş. Fakat nedense uçmamış, sadece bir iki kez kanatlarını çırpmış durmuş. Özgür uzun bir sure telli turna’sının uçmasını beklemiş, arada bir kanatlarını açmış ama uçmamış. O an yüreği burkulmuş Özgür’ün, “yoksa oda mı kendisi gibi kötürüm olup yerde kalacak?” diye hayıflanmış. Sonra bir iki deneme daha yapmış ve havalanmış.
Ne var ki çok yükseklere çıkamamış, ne zaman havalansa, yükselmeden Özgür’ün yanına gelip konmuş. Kısa uçuşlu bu alışmalar bir kaç gün sürmüş. Sonra alışmış, uzaklara, gökyüzünün derinliklerine doğru uçmaya başlamış. O havadayken Özgür’ün içi içine sığmamış. Bazen sevinçle çoşmuş, bazen ağlamış sevinçten. Özgür, sevincini, büyüklerin anlıyamayacağı mutluluğunu yaşamış, telli turna’sının kırlarda uçup uçup geri gelmesiyle, dünyalar onun olmuş...
Leylekler, kazlar, sürü sürü göçmen kuşlar geçip giderlermiş üzerlerinden. Telli turna gökyüzüne bakıp bakıp durmuş… Her gün telli turna’sını kucağına alır okşar, sonra havalara fırlatırmış. Kuşu uçup gider ve havada döner döner döner, sonra tekrar döner gelirmiş…

Eve dönmeden önce kuşu gelmemişse iki parmağını dudaklarının arasına sokarak tiz bir ıslık öttürür, gökyüzünde kaybolan kuş, ok gibi o anda yükseklerde çıkar gelirmiş. Havalar güzel, kırlar rengarenk çiçekle doluymuş…

Derken aradan günler, haftalar, aylar geçip gitmiş, Özgür’ün mutluluğuna her geçen gün bir mutluluk eklenmiş, bir yıldır candan iki dost, candan iki arkadaş olmuş ikisi.… Özgür’ün telli turna’yla arkadaşlığı, dostluğu tüm çevre illere de yayılmış. Çevre illerden bile Özgür’ü ve telli turnayı görmeye gelenler olurmuş…

Turnaların her geçişinde telli turna sabırsızlaşırmış, kanatlarını çırparak havalanıp turna sürüsüne katılır, turnalarla yarışır gögün mavilikleri arasında yitip gidermiş, sonra yine alçalır gelip Özgür’ün kucağına inermiş.

Özgür’le telli turna’nın yanıbaşında mutlu, aydınlık baharlar, yazlar ve sonbaharlar geçip gitmiş. Derken bir gün telli turna aniden bastıran fırtınayla birlik, esen şiddetli rüzgarda, bir turna sürüsünün peşinde havalanıp kanatlarını çırparak gözden kayboluvermiş. Turna sürüsüne katılmış telli turna gökyüzünde bir nokta olup kayboluncaya kadar izlemiş Özgür.

Pınarın çağıltısı ve ağaçların dallarını inleten rüzgarın uğultusu altında bir başına kalmış Özgür, akşama kadar beklemiş, beklemiş ama telli turnası dönüp gelmemiş.
Sürekli parmaklarını ağzına sokup ıslık çalmış, çağırmış telli turna’sı dönüp gelmemiş. Bu uzun gecikme Özgür’ü kaygılandırmış. Dokunsalar ağlayacakmış. Telli Turna’sının dönüşünü sabırsızlıkla beklemeye koyulmuş yinede…

Dakika dakika tedirginleşmiş Özgür, iki büklüm olmuş, boynu bükülmüş “ ya başına bir iş gelmişse, ya dönüp gelmezse o zaman ne yaparım, nasıl yaşarım” diye ağlamış Özgür…

“Ağlama oğlum, fazla uzaklara gitmiş olamaz, göreceksin dönüp gelecek, fırtınada yönünü şaşırmış olabileceğini söylemiş ”babası…

Umutsuzca sevinmiş özgür, doğrulup gökyüzüne bakmış. Fakat tüm beklentileri boşa çıkmış. Akşam olmuş turna kuşu dönüp gelmemiş…
Özgür’ün yüreğine kocaman bir kor düşmüş, alev alev yanmış nazlı yüreği.
Babası oğlunun yanarcasına, kavrulurcasına üzülmesine dayanamaz dışarı çıkıp çıkıp gökyüzüne bakarmış. Turna kuşunu göremeyince yeniden yeniden buruk bir acıya gömülürmüş.

Ama bir sabah olmuş ki uyanamamıştır Özgür onun sesiyle, pencereye uzanıp puslu ve yaşlı gözlerle aramıştır. “Mutlaka çıkıp gelirdi nasılsa önemli değil” diye kendini teselli etmeye çalışırmış. Beklemeler devam etmiş pencere önünde, ama hava kararmış. Onu görmeden gelen geceler ne kadar acı, ne kadar da hüzünlüymüş meğer.

Gece uzun bir süre uyuyamamış Özgür, ertesi sabah yine hüzünle uyanmış, yoksa onu terk mi etmişti turna’sı? Hem de onca sevgisine rağmen.
Artık turna’sından ne bir haber almış, ne de bir başka iz, kalakalmıştır büyük sevgisi ve yüreğini tutuşturan özlemiyle bir cehennemin ortasında yapayalnız, o mutlu, umutlu günleri sona ermiş, onsuz hayat cehennemden faksız olmuş Özgür için…

Günler geçip gitmiş, turna’sı yokmuş artık, turna’sından umut kesilmiş. Ağlamak istermiş ağlayamazmış, dokunmak istermiş dokunamazmış. Tüm ateşini atıp içine, onca sevgiyi, özlemi hapsetmiş bedenine. Ama artık Onu delice sevmenin, özlemenin faydası yokmuş, ona delice yanmanın da.

Çünkü turnası artık uçup uzaklara gitmiş, kardeşlerinin yanındadır belki, belki başkalarıyla arkadaş olmuş artık o. Ve bir daha ne arayacaktır, ne de anacaktır… diye düşünüp dururmuş…

Derken yine günler, haftalar, aylar, geçip gitmiş, telli turna’sı gelmemiş. Her geçen gün büyük bir özlemle, tutkuyla beklemiş. Sürü sürü göçmen kuşlar gelip geçmiş gökyüzünde telli turna yokmuş. Bütün neşesi, sevinci, yaşama hevesi kaybolup gitmiş, artık hep susmuş, konuşmamış, günden güne suskunluğa bürünmüş Özgür.

Artık turnasından umudu iyice kesmiş Özgür ve yemeden içmeden de kesilivermiş, içini kemiren bir hasretle gökyüzüne bakıp durmuş gözyaşları içerisinde. Aradan haftalar, aylar geçmiş, ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü avunmazmış. Özgür’ün yüreği bomboşmuş, acılar içinde kıvranırmış. hastalanıp yataklara düşmüş sonunda. Babası, annesi günlerce başını beklemişler. Neyi var neyi yok satıp doktor doktor gezdirmişler ama bir türlü iyileşmemiş Özgür. Günden güne durumu daha da ağırlaşmış. Sonunda alıp köye getirmişler Özgür’ü. Köyün bütün çocukları toplanıp teselli etmeye çalışmış, adaklar adayıp yatırlara, dua etmişler Özgür için ama değişen bir şey olmamış. Özgür iyileşmemiş bir türlü…

Özgür gün gün zayıflamış, yataklardan çıkmaz olmuş “Ne istiyorsun Özgür oğlum.” dermiş anası ‘’Kuşumu istiyorum anam ne zaman gelecek’’ diye sızlanırmış ‘’gelecek kurban olduğum, gelecek’’ dermiş anası gözyaşları içerisinde.

‘’İçim yanıyor ana onu çok seviyorum, çok özledim.’’ Dermiş,her gün. Anası bir bardak soğuk su verirmiş ama ‘’bu benim yüreğimi ferahlatmıyor ana yüreğimin yangınını söndürmüyor ’’ dermiş.… ‘’Ana kuşum niye gelmiyor,’’ ‘’gelecek oğul bahara gelecek’’. ‘’Gelmiyor anam unuttu beni.’’ ‘’Gelecek oğlum…’’ ‘’Ya gelmezse ölürüm anam…’’ Anası yüzünü duvara çevirip “ağzından yel alsın bu nasıl söz oğul” dermiş… O günden sonra her gün Özgür’ü pınar başına götürmüşler, Özgür her gün büyük bir özlemle telli turna’sını beklemiş.

Ve günler geçip gitmiş öylece, bahar ayları yaklaşmış… Özgür konuşmamış artık, hep susmuş, her geçen gün biraz daha erimiş… Gözlerini gökyüzüne dikip susmuş. Susmuş… susmuş… günlerce, aylarca tek kelime etmemiş. Ve bir daha da hiiiç konuşmamış…

Bir sabah erken köyün içini bir telaş kaplamış Özgür’ün öldüğü dalga dalga yayılmış her tarafa…Köyde büyük, küçük, kadın, erkek herkes pınar başına toplanıp ağlamış… Köylüler pınar başında mezarını kazıp Özgür’ü koymuşlar mezara... Anası, ah yavrum!.. Oğul balım, birtanem, cigerparem deyip ağlamış durmuş…

Her gün bir demet kır çiçeği toplayıp oğlunun mezarına gitmiş anası gözyaşları içerisinde. Hem yürürmüş hem de düşünürmüş. “İşte şu ağacın altında şöyle demişti.” Ve işte bu yolun başında dinlenmişlerdi…” “İşte orda şöyle demişti” “ana kuşum ne zaman gelecek”. “Burada turna türküsü söylemişti”. Dağ, bayır, pınar hepsi, hepsi yerinde dururmuş yalnızca Özgür yokmuş. Her gün Özgür’ün sevdiği bir demet kır çiçeğini toplayıp mezarının üstüne bırakıverirmiş.

Bir sabah yine mezara varmış ve bakmışki iki telli turna oğlunun mezarının üstüne konmuş acı acı ötmedeymiş. Biri yabancıymış ama öbürü oğlunun Telli turna’sının ta kendisiymiş. Gözlerine inanamamış, yoksa bu bir rüyamıydı. Sel olup akmış gözleri anasının, sonra telli turna’ya elini uzatıp onu tutmak, okşamak, öpmek ve oğlunun hasretini gidermek istemiş. Ama güzel telli turna el uzanır uzanmaz kanat çırparak havalanmış, uzak göklere gitmiş. Ana, onu uçsuz bucaksız gökte, bir nokta kalıncaya kadar gözleyip gözden yitirmiş…

Ve işte o gün bu gündür her mevsim yüzünü bahara döndüğünde iki telli turna gelip Özgür’ün mezarının başına konup acı acı öter ve sonra da uçup giderlermiş…
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
...........................................................................
Onun için dedik ki: "O sığırın bir parçasıyla öldürülen kişiye vurun." İşte böyle, Allah ölüleri diriltir ve size ayetlerini gösterir, taki aklınızı başınıza alasınız. Bakara/73
...........................................................................

İÇLERİNE SAKLAYALIM
İnsanoğlu mutluluğu hep hor kullanıyormuş... Hep şikayetçi hep bıkkınmış...

Bir gün melekler, mutluluğu saklamaya karar vermişler.

''Saklayalım, zor bulsunlar. Zor buldukları için belki kıymetini bilirler''

diyerek başlamışlar tartışmaya. Sorun büyükmüş. Mutluluğu saklamak kolay değilmiş çünkü. Kimisi "Everest'in tepesine saklayalım", kimisi
"AtlasOkyanusu'nun dibine" demiş. Tac Mahal'in kubbesi, Mekke sokakları, İtalyan sofrası, bir hastanenin yeni doğan odası, dondurma külahı, sigara paketi, lale bahçesi... Pek çok yer düşünmüşler ama hiçbiri yeterince zor gelmemiş..

Derken meleklerden biri "İÇLERİNE SAKLAYALIM" demiş. "Kimsenin aklına gelmez içine bakmak"

İşte o gün bugündür mutluluk insanın kendi içinde saklıymış...

Hiçbir mutluluk kolay gelmiyor. Kolay kolay gülmüyor insanın yüzü... Emekte ve insanın içinde saklı mutluluk. Ne başkasının ekmeğinde, ne başkasının evinde, ne de başka bir şeyde......

Bu yüzden gözünüz hep içeride olsun.

Siz dışını boş verin, içine bakın...
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
aabm4.gif
kuok9.gif
yaprakhc3.gif
yaprakhc3.gif


KüLtürLü bir kız...

Genç kız, el aynasında makyajını kontrol etti; "-Gayet iyi." dedi. Güzelliğinden emindi.Çevresindeki erkeklerin pervane olmasından zaten biliyordu güzel olduğunu. Hayatın tadını çıkaran, rahat yaşayan biriydi.
Cep telefonu çaldığında, akşam arkadaşlarıyla hangi eğlence yerine gideceğine karar vermeye çalışıyordu. Telefondaki numaraya baktı, arayan annesiydi.
- Alo.kızım, nasılsın?
- İyiyim anne. Ne oldu *
- Sana bir surprizim var.
- Surpriz mi?
- Evet.Çok eski bir arkadaşım, dostum şehrimize gelmiş..
- Eee kimmiş.
- Kim olduğu surpriz. Fakat, onu senin almanı istiyorum.
- Ben mi?
- Evet, senin iş yerine yakın olan parkı biliyormuş. Parka gitmesini ve seninle buluşmasını söyledim. Senin de parka gidip onu almanı istiyorum.
- Anne, ben böyle şeyleri sevmem, kendin halletsen.
- Kızım 1-2 saatlik bir işim var. Ayrıca seni bebekliğinden tanıyan bir arkadaşım. Seni görünce mutlaka çok sevinecektir.
- Amaaan. Peki peki. Nasıl tanıyacağım.
-Evden çıkarken üzerine giydiklerini tarif ettim.O parkta bazı oturaklar piknik masası şeklinde. Parkın sinema tarafı girişindeki ilk piknik masasına otur. O gelince seni bulacak.
-Tamam anne..tamam.
- Kızım senden her gün mü bir şey istiyorum.Üniversiteyi bitireli, hele de işe gireli bir fatura yatırmaya bile göndermedim.
- Hemen darılma, tamam dedim ya.
O nasıl tamam demekse. neyse, hadi o zaman, izin al da çık, bekletme. Ben de işlerimi bitirip hemen geleceğim.
Genç kız, izin alıp çıktı.Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardı. Bu parkta daha önce hiç oturmadığını farketti. Arkadaşlarıyla hep paralı,lüks eğlence yerlerine giderlerdi.
Annesinin tarif ettiği, girişteki ilk masayı buldu, boş olan kısmına oturdu. Masanın diğer tarafında bir köylü kadınla, küçük kız oturuyordu. Onlarla aynı yerde bulunmaktan utandığını hissetti. "-Annemin arkadaşı çabucak gelse de, şunlardan kurtulsam" diye düşündü.
Köylü kadın çekinerek seslendi;
- Afedersin kızım, bir şey sorabilir miyim?
"Kızım" diye seslenmesi iyice sinirlerini bozdu.
- Ne var, adres mi soracan! ..
Sert çıkış karşısında kadın sesini alçalttı;
- Hayır kızım, başka bir şey soracaktım.
- Sizin gibi cahiller ya adres sorar, ya para ister.
Köylü kadının kızaran yüzüne aldırmadı bile. O sırada şık ve lüks giyimli, orta yaşlı bir kadının uzaktan yaklaştığını gördü.
"-Nihayet." diye düşündü. Ayağa kalkıp kadını karşılamaya çalışırken, kadın yanlarından geçip gitti. Somurtarak geri oturdu.
Yanındaki küçük kıza daha sıkı sarılmış köylü kadının gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü gördü.Kadın gözyaşını saklamak için diğer tarafa dönünce bir yüzündeki büyük yanık izi göründü. Genç kız manalı manalı güldü;
- Bak kolayca gözyaşı dökebiliyorsun, yüzünde de çirkin bir yanık izi var. Burda ne bekliyorsun geç bir köşeye aç mendilini ağla. Fakat ağlamayla benden bir şey koparacağını sanma, tamam mı.
Kadın dayanamadı;
- Cahil deyip duruyorsun. Ne cahilliğimi gördün. Tanımadığım bir kadına, torununun yanında hakaret mi ettim! .
- Oooo... laf yapmayı da biliyormuş
-Anlaşıldı kızım, sen üniversite bitirmiş, çok şey öğrenmiş olabilirsin ama insanlıktan sınıfta kalmışsın. Torunumu okutmak için uğraşacaktım. Fakat seni görünce vazgeçtim.
Yaşlı kadın, küçük kızı alıp masadan kalkarken, boşalan yere doğru şık giyimli bir kadın yaklaştı. Cevap vermek için hazırlanan genç kız zengin giyimli, şık kadını görünce uzaklaşan yaşlı kadına cevap vermekten vazgeçti. Yaşlı kadın geriye bakmaya çalışan küçük kızın başını eliyle engelledi.
Bir süre sonra, genç kızın annesi parkta yanına geldi.
- Merhaba kızım, Zeynep teyzen nerde?
- Kimse gelmedi anne. En son bir bayan geldi, yanıma oturdu. O da sadece dinlenmek için gelmiş biriymiş.
- Allah Allah! ... giyindiklerini çok iyi tarif etmiştim, seni nasıl bulamadı anlamadım. Yanında küçük bir kız olacaktı.
Genç kız bir an durakladı.
-Küçük bir kız mı?
- Evet
- Anne! . biz zengin, kültürlü insanlarız. Herhalde arkadaşın da zengin, kültürlü biridir, değil mi?
- Kültürsüz değil ama zengin değil.
- Sakın bana köylü bir kadın olduğunu söyleme.
- Köyden gelen kadına ne denir ki! ..
- Oh. iyi iyi, köylü kadınları karşılmaya beni gönderiyorsun.
- Kızım, o kadına bir borcumuz vardı. O zamanlarda borcumuzun karşılığı bir şey veremedik. ' - Gün gelir, bir ihtiyacım olduğunda, ben kapınızı çalarım'. Dedi ve işte bu gün kapımızı çaldı.
-Ne istiyormuş?
- Torununu okutmamızı istiyor. Baban şimdi arabayla gelip hepimizi alacak, kayıt için okula götürecek.
- Anne, o köylü kadına ne borcun olabilir ki, anlayamadım?
Annesi, kızının öfkeli ses tonuna dayanamadı;
- Kızım, sen bebekken biz köydeydik.
- Eee.
- Sana yıllar önce bahsetmiştim, köydeyken evimiz yandı, biz de inekleri,atları,tarlaları neyimiz varsa hepsini satıp köyden göçtük, demiştim.
-Evet, hatırladım.
- O yangınla ilgili bir ayrıntıyı, seni üzülebilir veya seni evde yalnız bıraktığımız için darılabilirsin korkusuyla anlatmamıştık.
- Herhalde şimdi anlatacaksın.
- Baban evde yoktu, ben de su doldurmaya köy pınarına gitmiştim. Lodos mu ne diyorsunuz, işte o rüzğar bazen ters esiyormuş, yukardan aşağı filan. Sen beşikte uyuyorken rüzğar bacadan içeri esince közler ocaklıktan tahtalara sıçramış, yangın başlamış. Pınar yerinden dumanları görüp koştuğumda alevler heryeri sarmıştı. Birazdan yıkılacak gibi görünen eve yine de girmek için atıldığım anda Zeynep teyzen kucağına seni almış olduğu halde dışarı fırladı. O sahneyi hiç unutamam; onun kucağından seni aldığımda o çığlıklar atıyordu.
- Niçin?
- Seni kurtarırken, sağ tarafı yanmıştı. Gelince görürsün sağ yanağında ağır bir yanık izi var. Çok acı çekti çook. Dur ağlama, seni bu kadar üzeceğini bilmiyordum. Tamam kızım, bak makyajın akıyor, ağlama. Hah! .. baban da geldi. Fakat Zeynep teyzen hala bizi bulamadı.....


iconwhoul7au1.gif
iconwhoul7au1.gif
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Aşk, Sevgi Sadakat

AŞK, SEVGİ SADAKAT

Olay Ingiltere'de geçiyor:
Yasli bir bey, sabah erken evinden çikmis, yolda ilerlerken,
bir bisikletlinin kendisine çarpmasi ile yere yuvarlanmis ve hafif yaralanmis. Sokaktan geçenler yasli beyi hemen en yakin saglik birimine ulastirmislar. Hemsireler, adamcagizin yarasina pansuman yapmislar, ama 'biraz
beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kirik veya çatlak
olup olmadigini inceleyeceklerini' söylemisler.

Yasli bey huzursuzlanmis,
'acelesi oldugunu ve röntgen çektirmek için beklemek istemedigini' söylemis. Hemsireler merakla acelesinin sebebini sormus.
Adamcagiz da
'karim huzurevinde kaliyor her sabah onunla kahvalti etmeye giderim, geç kalmak istemiyorum' demis.

'Karinizin, siz gecikince merak edecegini düsünüyorsunuz herhalde' demis hemsire. Adam üzgün bir ifade ile

'ne yazik ki karim Alzheimer hastasi ve benim kim oldugumu bilmiyor' demis. Hemsireler hayretle

'madem sizin kim oldugunuzu bilmiyor neden hergün onunla kahvalti yapmak için
kosusturuyorsunuz' demisler.

Adam buruk bir sesle

'ama ben onun kim oldugunu biliyorum' demis.
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Medine de bir şirkette elektrik teknisyeni olarak çalışan Allah dostu ve peygamber asigi bir kardesimiz isin son gunu sabah mesaisinde kendisine verilen teknik gorevi tamamlayip ayrilmak uzere iken Resulullahin Ravzasinda elektrik carpmasi sonucu vefat etti ve Cennetul Bakiye defnedildi. Tabii ailesi mecburi istikamet Turkiyeye dondu. O zaman 7 yasinda olan oglu bugun ortaokul ogrencisi. Kompozisyon dersi odevi olarak bir makale yazmis ve birincilik almis. Işte o peygamber aşkını en derinden yaşayan bir yüreğin yansımaları.. Biliriz ki dil kalpten geçen her şeyi ifade edemez. Allah bize de bu kardeşimiz gibi Resulullah sevgisi nasip etsin. Amin.
Bir seni güneşim, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geldiğim yerde Bir ilkbahar gününde güller gibi kokan Medine'de dünyaya gözlerimi açmıştım. Doğduğum hastane senin Ravzanın hemen yanıbaşında olduğu için, duyduğum ilk koku senin bahçenin gül kokuları olmuş. Babam gelipte daha kulağıma ezan okumadan, kulaklarım senin mescidinin ezan sesleriyle şereflenmiş. 40 günlük olduğumda ilk ziyaretimide senin Hane-i Saadetine yapmışım.Ilk adımlarımı senin Ravzandaki mermerlerinde atmış, ve Rabbimle ilk buluşmamı, ilk secdemi senin mescidinde yapmişim. Hemen hemen yaptığım her ilkte sen varsın. Daha konuşmasını öğrenmeden seni sevmeyi öğrendim ben. Belki seni çok tanımazdım ama sanki bana çok çok yakınmışsın gibi severdim seni. Senin evini her ziyarete gelişimizdde seni görmesek bile senin varlığını hisseder, evinden her ayrılışımızda hüzünlenirdik.
Çocuklar evde sıkılınca babaları parka,eğlence yerlerine götürsün isterler. Biz Medinede yaşadığımız sürece hiç babamızdan parka götürmesini istemedik. Bizim canımız sıkılmazmıydı acaba hiç? Sanırım Medinedeki hiçbir çocuğun canı sıkılmazdı.çünkü orada hiçbir yerde olmayan gül bahçesi ve bahçenin biricik efendisi vardı. Bizim vaktimizin çoğu o bahçede geçerdi. Senin bahçenin mermerlerine ayakkabı ile basamazdık. Yalınayak dolaşırdık mermerlerin üstünde. Kımbilir, korkardık belkide bahçenin güllerine basıvermekten. Yazın mermerler ayaklarımı yakardı. Olsun bu da bizim hoşumuza giderdi. Babama sormuştum bir seferinde
-Babacığım neden Medine bu kadar sıcak diye. Babam da ;
-Evladım Medinede iki tane güneş varda ondan, derdi.
-Nasıl olur babacığım, güneş bir tane değilmi? derdim.
Babam gülerek -Bak yavrum doğru, bütün dünyayı ısıtan bir güneş var ama bir de alemleri ısıtan ve aydınlatan güneş var. O güneş de Medinede olunca sıcaklık iki kat oluyor.
Babamın bu cevabı hoşuma giderdi ve ısınırdım.Gerçektende ayaklarımızı mermerler ısıtıyordu ama senin güneşinde, sıcaklığında içimizi ısıtıyordu. Medineden ayrıldığımızdan beri belki ayaklarımız ısınıyor ama içimiz bir türlü ısınamıyor. Çünkü güneşimizin en büyüğünü orada bırakmıştık. Ben güneşimi kaybetmiştim. Onun evine, bahçesine gidemiyordum artık. Gerçi ışığı ta buralarda bizi aydınlatıyordu ama içimi ısıtması için onun Ravzasında yalınayak koşmam lazımdı.Evet, bahçende yürürken ezanlar okunurdu. Öyle güzel okurki Medine müezzini ezanı, sanki Bilali Habeşi okuyor sanırsınız. Namaz kılmak için Mescide koştururduk, bilir bilmez. Babamın yanında namaz kılardık. Büyük sütünların altından gelen soğuk havadan saçlarımızı savurturduk. Zemzem bardaklarından güller yapardık. Namaz kılarken yanımıza usulca bir kedi sokulurdu. Babam 'incitmeyin sakın, onlar Ebu Hüreyrenin kedileri' derdi, biz de inanırdık. Senin Mescidine kediler de girebilirdi. Sen çok iyi bir ev sahibiydin çünkü. Çarşamba günleri hep Uhud'a giderdik. Senin çok sevdiğin amcanı ziyaret etmeye, o bizim de amcamızdı.Kardeşlerimle Ayneyn tepesine çıkar oradan Uhundda yatan 70 şehide selam verirdik. Uhud dağına her baktığımızda sanki orada seni görür gibi olurduk.Uhudda senin Ravzanın kokusu gibi gül kokardı. Orasıda ayrı bir gül bahçesi idi sanki. Işte benim yedi senem ki en değerli en güzel yıllarım senin köyünde, senin gül bahçende, senin savaştığın yerlerde sanki yanımda sen varmışsın gibi seninle dopdolu geçti. Seni görmesem de seninle yaşamaya o kadar alışmıştımki senin yanından ayrılırken sanki bir yanım, bir canım,bir parçam orada kalmıştı. Buraları bana gurbet oluverdi.
Elimde olsa hemen yanına koşar gelirim ama hep büyüyünce gidersin
diyorlar. Ben sırf senin yanına gelebilmek için büyümek istiyorum. Senin yanına geldiğim zaman büyümüş bile olsam bahçendeki mermerlerde yalınayak
dolaşacağım. Taki güneşin içimi ısıtana kadar. Senin hasretinden içim üşüyor. Belki hasretin herkesi yakar, beni de üşütüyor işte. Çünkü benim
ruhum doğduğumdan beri senin sevginle ısınmaya alışkın.Senin sıcaklığına o kadar muhtacım ki. Ne olur ben sana gelemesem bile sen beni hiç bırakma. Işığınla gecelerimize nur ol. Sıcaklığınla bütün zerrelerimizi ısıtıver. Hani sana Medineyken komşuydukya, evlerimiz birbirine çok yakındı. Senin varlığın bize güven verirdi hep. Yine öyle ol, arasıra da olsa evimizi şereflendiriver.
Hem benim adım Nebi, aynen seninki gibi. Bu ismi bana seni çok seven bir dostun koymuş. Diğer adım da Muhammed, yine senin gibi. Bu ismi de canım babacığım koymuş. Buraya gelirken senin köyünde bıraktığımız babacığım.
Sana benzeyen bir yanım daha var. Ben de senin gibi babasız büyüyorum. Ben çok şanslıyım, sen bize asla yetimliğimizi hissettirmedin. Medineden ayrıldığımızdan beri sanki sen hep yanıbaşımızdaymışsın gibi hissediyorum. Geceleri korkmadan güvenle uyuyorum hep. Seni tanıdığım ve seni sevdiğim için Rabbime binlerce kez teşekkür ederim.Babam senin köyünde kalmıştı. Biz babamın cenazesini gömerken abimin terlikleri babamın kabrine düştü ve orada kaldı. Ben o terlikleri çok kıskandım.Çünkü abimin terlikleri hep babamla kalacaktı. Babamı son ziyaret edişimizde bende kimse görmeden terliğimi babamın kabri üstüne gömüverdim. Işte şimdi benim terliğim de hep babamla kalacaktı.
Evet demiştim ya bir güneşimi, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geride. Babam ve terliklerim hep oaradaydı, gelemezlerdi. Ama
güneşim hep yanımızdaydı. Yetimlerin efendisi, yetimlerini hiç ışıksız bırakırmı?Dünyanın bir ucuna gitmiş olsaydık bizi bırakmayacağını biliyordum.
Gözümüz gönlümüz seninle aydınlanır efendim.
Ruhumuz, içimiz sıcaklığınla ısınır.
Birgün sana gelişim geç bile olsa bana,
Gül bahçesinin mermerlerinde yalın ayak koşmak nasip et.
Taki aşkınla, sevginle bütün bedenim yanıp kavrulsun.
Terliklerimi bıraktığım o güzel mabed son durağım olsun.
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Dostluk Budur İşte

İstanbul da okuyan iki aradaşdan birinin adı Ahmet diğerinin adı Nihat. Nihat çok fakir, ailesinin desteğiyle zor zahmet okumaya çalışan bir genç, Ahmet ise bunun aksine varlıklı bi ailenin evladı; yat, kat, araba, para ne istersen var adamda. Bunlar aynı okulda okudukları için tanışıyorlar kaynaşıyorlar birbirlerine. Derken kanka oluyorlar can ciğer dost oluyorlar. Yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor, aynı evde kalıyorlar. Ahmet hiçbirşeyini esirgemiyor dostu Nihat tan. Yemiyor yediriyor, içmiyor içiriyor, giymiyor giydiriyor o derece seviyor yani Nihat ı . tabi Nihat ta farkında bunların o da biliyor arkadaşının hakkını kolay kolay ödeyemeyeceğini. Ahmet parası olmadığında Nihat ın cebine harçlığını dahi koyuyor. Derken bir gün Ahmet pencere önünde yine aynı saatlerde hoşlandığı kızı seyretmek için duruyor ve kız geçiyor Ahmet de sanki heybetli birini seyredercesine kızı süzüyor gözleriyle. O gün de kızın hemen arkasında biricik dostu Nihat yürüyerek gelmekte. Anlamıyor tabi ilkin ama hemen sonra eve giriyor Nihat. Heycanlı bi şekilde Ahmet e konuyu açıyor: o kızdan çok hoşlandığını kendisinin kızla aralarını yapıp yapamayacağını soruyor. Hayır diyemiyor Ahmet. Söyleyemiyor kendisinin de aynı kızdan hoşlandığını. Tanışmalarına vesile oluyor bi şekilde ikisinin. Derken bunlar işi iyice ilerletiyorlar hoşlanıyorlar birbirlerinden ve evleniyorlar.

Yıllar sonra…

Nihat Kayseri ye vali olarak atanıyor. Ahmet ise bi işin ucundan tutamıyor bir türlü. Şimdi roller değişiyor. Nihat çok zengin oluyor: kat, yat , para …..herşey. Ahmet ise dibe vuruyor tam takırdar. Elde avuçta bişey kalmıyor. Eşi dostu Nihat ın kayseri ye vali olduğunu gidip ondan bari yardım etmesi için ricada bulunmasını istiyorlar. Belki bi iş bulur diye ümit ediyorlar. Ne de olsa eski dost. Bu kadar emeği geçti Ahmet in ona. Kabul etmiyor, yediremiyor gururuna Ahmet. Hayır diyor. Kötü geçen günler birbirini kovalıyor. Ahmet in durumu gittikçe içinden çıkılmaz hal alıyor. Sonunda dayanamıyor, gitmeye karar veriyor Kayseri ye. Varıyor valiliğin önüne, vali beyle görüşmek istediğin söylüyor: VALİ NİHAT BEYLE. Kapıcı valinin kendisini tanımadığını söylüyor. Nasıl olur diyor demediniz mi İstanbul daki en yakın dostun, Ahmet geldi diye demediniz mi diyor. Kapıcı tekrar sormak için gidiyor. Tekrar geldiğinde valinin kendisini tanımadığını eğer ısrar ederse kovun dediğini söylüyor kapıcı. Ahmet yıkılıyor. Ayrılıyor oradan direk Nihat beyin evinin yolunu tutuyor. Hanimıyla görüşmek için ne de olsa onları o tanıştırmıştı. Biliyordu Ahmet i ve dostluklarını. Evin önüne varıyor, zili çalıyor. Kapının arkasına kadar gelen birinin olduğunu ve dürbünden bakan birinin olduğunu fark ediyor ama kapı burada da açılmıyor. Nakavt olan bir boksör gibi yere yığılıyor. Çok kötü hissediyor kendini. kapının önünden de aradığı teselliyi dahi bulamıyor. Evin önünden uzaklaşmadan biri geliyor Ahmet in yanına. Yaşlı bi adam geliyor. Durum soruyor, anlatıyor Ahmet. Çok üzülüyor Ahmet gibi o yaşlı adamda duruma. Ve diyorki: “benimle çalışmak istermisin benim yanımda, sana yatacak yer de veririm hem biraz da para kazanmış olursun” çaresiz kabul ediyor, yaralı dost. Yapacak pek fazla bişey kalmıyor çünkü. Adam sarraf. Ahmet çalışmaya başlıyor gel zaman git zaman orada da çevre ediyor. Herkesin güvenini kazanıyor. Bir gün müşterilerden biri geliyor Ahmet in yanına baya samimi olduğu ihtiyar bi müşteri. Seviyor da Ahmet i. Elindeki kutuyu veriyor kendisine kendisinin 3 içinde dönmemesi durumunda bu kutunun kendisinin olacağını söylüyor. Tamam diyor Ahmet ve odasına koyuyor kutuyu. Aradan 3 ay, 4,5,6 ay geçiyor. Ne gelen var ne giden. Anlatıyor durumu patronuna. O da artık kutunun kendisinin olduğunu gönül rahatlığıyla açabileceğini söylüyor. Bir bakıyor ki kutunun içi mücevher, altın, para dolu. Patronu artık onun bu mesleği yeterince öğrendiğini kendisine de bu sermayeyle bi sarraf dükkanı açabileceklerini söylüyor. Gönlü yatıyor Ahmet in. Zamanla hatrı sayılır esnaflarından oluyor kayseri nin. Yat, kat, araba ve para her şeye sahip oluyor.

Bir gün bi müşteri geliyor, yanında genç güzel bi kızla. Gönlü kayıyor kıza, Ahmet in. Kız da ondan hoşlanıyor. Ve istetiyor kızı. Nişan günü gelip çattığında sıra davetlileri çağırmaya geliyor. Kız valiyi de çağırmaları gerektiğini söylüyor. Kabul etmiyor Ahmet. Olmaz asla olmaz diyor. Kız nasıl olur biz büyük bi aile olduklarını vali çağırmazlarsa olmayacağını söylüyor. Kabul ediyor Ahmet de mecburen. Büyük gün gelip çattığında Ahmet davetliler arasında olan vali NİHAT BEY le karşılaşmamak için elinden geleni yapsa da bir an karşı karşıya geliyorlar. Ama fazla bakamıyorlar birbirlerinin yüzüne. Ahmet hemen sahneye doğru koşuyor ve kapıyor mikrofonu başlıyor anlatmaya. Durum böyle böyle…. Bundan çok zaman önce kardeşim gibi sevdiğim biri vardı yemedim, içmedim ona verdim neyim varsa yoksa. Giymedim giydirdim, hatta harçlık verdim. Çok iyilik yaptım onun için. Yetmedi sevdiğim kızıda ona verdim. onu asıl benim sevdiğimi söyleyemedim kendisine. Canımdan bile çok seviyordum çünkü kendini. Yıllar sonra benim durumum kötüye gitti o dostumun da Kayseri ye vali olduğunu öğrendim, yanına geldim. Evet o dost Nihat beydir. Benim kendisine yaptıklarıma karşın o beni makamından kovdurdu, ardından evine gittim kapıyı bile açmadılar. Tüm kapıları yüzüme kapadılar. Diyor ve mikrofonu bırakıyor, iniyor sahneden. Bütün konuklar şaşırıyor, anlayamıyorlar ne olduğunu. Bu anlatılanların üzerine vali Nihat bey bir cevap vermek zorunda kalıyor. Ve o da çıkıyor alıyor mikrofonu başlıyor anlatmaya. Evet diyor anlatılanların hepsi doğrudur.yalan diyemem. Ama bilmediği bir şey var. Durumunun kötü olduğunu duymuştum yanıma geldi evet kovdurdum. Çünkü ona yardım etsem kabul edecekti fakat 3-5 ay sonra gururuna yediremiyecek ve intihar edecekti. Birim kendisinin ne kadar gururlu olduğunu. Sonra hemen evi aradım eşimi. Biliyordum eve gidecekti direk. ona az sonra Ahmet in geleceğini ve ne olursa olsun kapıyı açmamasını söyledim. Ardından mallemizde bulunan sarraf arkadaşımı aradım ve bizim evden uzaklaşan birini gördüğünde ona iş ve kalacak bir yer vermesini söyledim. Ardandan babamı gönderdim yanına müşteri olarak tanıştılar kaynaştılar, dost oldular. Sonra babamla bir kutu gönderdim. onun içindekiler benim param değildi, babamın da değil. Ahmet in benim için harcadıklarının bir karşılığıydı. ona borçlu kalmak istemedim. O paralarla kendine bi iş kurdu. İyi işletti parayı bu durumlara geldi, zengin oldu. Arkasından Ahmet in dükkanına annemle kız kardeşimi gönderdim. Birbirlerini gördüler sevdiler ve bu gün evlenmeye karar verdiler. İnşallah mutlu olurlar. Diyor ve Nihat da mikrofonu yere bırakıyor. Ahmet in boğazı düğümleniyor, ne diyeceğini bilmiyor. Gözünden ilmik ilmik yaşlar akmaya başlamış. Ve sarılıp iki dost birbirlerine barışmışlar tekrar eski günlerdeki gibi birbirlerine sıkı sıkı sarılmışlar. Mutlu mesut bi şekilde düğünü tamamlayıp, hayatlarına devam etmişler….


DOSTLUĞUN DEĞERİNİ BİLMENİZ DİLEĞİYLE……..
DOSTLAR HİÇBİR ŞEYE BENZEMEZ………
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
kucukkiz1cz1.jpg

ÇOCUKÇA

Bazen insanları hafife almak için "Çocuk gibisin,Çocuk gibi davranıyorsun" denir ya. Bu hikayeden sonra çocuk gözüyle bakmanın basit olmadığını anlıyor insan.
...... Babası İspanya'nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede mahkumdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi. Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara verilmesi yasaktı. Bu sebeple kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı. Çok üzülmüştü küçük kız. Babasına söyledi bunu, o da "üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?"dedi. Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Babası keyifle resme baktı ve sordu: "Hmmm! Ne güzel bir ağaç bu! Üzerindeki benekler ne? Portakal mı? Küçük kız babasına eğilerek, sessizce: "Hşşşşt! O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri!....."
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Neden Birden İşler Ters Gidiyor?



Osman dört yıldır bir şirkette çalışıyordu. İşinden memnundu. Üçüncü yıldan sonra biraz heyecanını kaybetmişti ama yine de işinde elinden geldiğince verimli olmaya çalışıyordu. Sabah zamanında gidip akşam zamanında çıkıyordu. İşler nasıl diye sorulduğunda aklına ufak tefek şikayet edecek konular gelse de “iyi” diye cevap veriyordu. Ancak dördüncü yılın sonunda İnsan Kaynakları yöneticisi kendisini yanına davet etti ve işten çıkarıldığını bildirdi. Osman deyim yerindeyse şok olmuştu.






Rabia ile Begüm sürekli birlikte takılan iki arkadaştılar. Üniversite birinci sınıftan itibaren yakın arkadaş olmuşlardı. Birlikte ders çalışıyor; birlikte sinemaya gidiyor; evlerinde birbirlerini ziyaret ediyorlardı. Dışarı çıkacakları zaman, ne zaman nereye gidileceği konusunda bazen fikir ayrılıkları oluyordu; hatta bunun sonucunda çatışmalar da… Ama yine de arkadaşlıkları sürüyordu. Bir gün Begüm Rabia’ya ders notu getirecekti; ne var ki ders notunu getirmeyi unutmuştu. Rabia bu duruma inanılmaz büyük bir tepki verdi. Sanki Begüm Rabia’nın çok önem verdiği bir varlığına zarar vermişti. Rabia’nın tepkisi o kadar şiddetliydi ki, o günkü kavgadan sonra bir daha konuşmadılar. Begüm olan bitene bir anlam verememişti.






Ahmet Bey, televizyon tamircisine dert yanıyordu.’ Düne kadar hiç problemsiz çalışıyordu. Birden bozuldu. Ne olduğunu anlayamadım. Bozulması için hiçbir geçerli neden yok. Bir şey durup dururken bozulmaz ki…’






Faruk ile Sevinç birbirlerini severek evlenmişlerdi. Mutlu olduklarını düşündükleri birkaç yıldan sonra evlilikleri önemli ölçüde bir alışkanlığa dönüşmüştü. Ancak yine de görünen bir sorun, büyük kavgalar ve çatışmalar yoktu. Yaşam standartları da ortalamanın üstündeydi. Evliliğin beşinci yılında Faruk, Sevinç’ten ayrılmak istediğini söylediğinde Sevinç inanılmaz ölçüde şaşırmıştı.






Derimax isimli deri konfeksiyon şirketi, 1990’ların başında kurulmuştu. Özellikle İstanbul Beyazıt’ta alışveriş yapan Rus turistlere deri ceketler ve kabanlar satıyorlardı. Derimax’ın işleri özellikle 1990’ların ortalarında zirveye çıkmıştı. Milyon dolarlar kazanıyorlardı. Ancak 1998 geldiğinde şirketin işleri bıçak gibi kesildi. Depoda milyon dolarlık mallar vardı. Çeklerle alınmıştı, hiç satış yoktu ve montların borçlarının geri ödenmesi imkansızdı. Derimax yöneticileri problemin üstünden gelemeyerek iflas ettiler.





İnsanlar özellikle yavaş yavaş gelişen değişimleri anlamakta güçlük çekiyorlar. Değişim bir eşiği aştığında ise iş işten geçmiş oluyor. Bir kova düşünün. Kovadaki su, doldukça yükselir. Ancak bir sorun yoktur. Kova su almak için tasarlanmıştır. Ancak kova su aldıkça su yükselir. Yine sorun yoktur. Ancak kovadaki su en üst noktaya geldiğinde kova taşmaya başlar. Daha önce bir sorun olmayan su akışı, artık radikal bir soruna dönüşmüştür. Önceki durumla ilgisi olmayan bir durum söz konusudur. Aslında olacaklar önceden bellidir; ancak önlem alınmamıştır.

Bir şirkette çalışırken birden atılıyorsanız, siz farkında olmasanız da kovayı dolduran bir şeyler olmuştur. Bir arkadaşınız ya da eşiniz sizden ayrılmaya karar verdiyse siz fark etmeseniz de onları rahatsız eden kovayı dolduran bir şeyler olmuştur. Bir televizyon ya da bilgisayar birden bozulmaz, tıpkı bir paket lastiğinin gerile gerile kopması gibi bir sürecin sonunda bozulur. Biz görmesek de televizyonun içinde bir yerde bir parça ısınmıştır ya da başka bir sorun olmuştur. Tüm diğer örneklerde de bizim fark etmediğimiz bir sürü aksaklık kovayı doldurmuştur. Dolayısıyla kovanın taşması bize şaşırtıcı ve anlamsız geliyor. Kovanın taşmaması için olan bitenin farkında olmak ve zamanında müdahale etmek gerekiyor. Yaşamınızdaki kovaları taşırmamanız dileğiyle…
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
İHLÂSLA SÖYLENEN 'KELİME-İ ŞEHÂDET'İN AĞIRLIĞI
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bir gün, ihlâsla söylenmiş bir kelime-i şehâdetin, âhirette mü'minin terâzisinin sağ kefesini nasıl yükselteceğini şöyle anlatmışlardır:

'Azîz ve Celîl olan Allah Teâlâ kıyâmet günü, ümmetimden bir adamı halkın içerisinden alır ve onun için doksan dokuz adet büyük defter açar. Her defter, gözün alabildiği kadar büyüktür. Allah Teâlâ adama sorar:

' Bu defterde yazılı olanları inkâr ediyor musun? Muhâfız kâtiplerim (olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi? Kul:

' Ey Rabb'im, hayır, (hepsi doğrudur!) der. Allah Teâlâ sorar:

' (Bunları işlemenden dolayı beyan edeceğin) bir özrün var mı? Kul:

' Hayır, ey Rabb'im, der. Azîz ve Celîl olan Allah Teâlâ:

' Evet, senin bizim yanımızda (büyük ve makbul) bir de hasenen (iyiliğin) var. Biz bugün sana zulmetmeyeceğiz! buyurur. Hemen bir kart çıkarılır. Üzerinde, 'Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah (Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur. Ve şehâdet ederim ki, Muhammed Allâh'ın Resûlü'dür)' yazılı.

Sonra Allah Teâlâ buyurur:

' Ağırlığını (yani amellerini) hazırla! Kul sorar:

' Ey Rabb'im! Bu defterlerin yanındaki şu kart da ne? Allah Teâlâ ona:

' Sana zulmedilmeyecektir! buyurur.

Hemen defterler mîzânın bir kefesine konulur, kart da diğer kefesine. Tartılırlar. Neticede defterler hafif kalır, kart ağır basar. Esasen Allâh'ın ismi yanında hiçbir şey ağır olamaz!'
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
AYAKKABICI, yeni getirdigi mallari vitrine yerlestirirken, sokaktaki bir cocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak uzere oldugundan, spor ayakkabilara ragbet fazlaydi.Gerci mallar luks sayilmazdi ama, kucuk bir dukkan icin yeterliydi. Onlarin en guzelini on tarafa koyunca, cocuk vitrine dogru biraz daha yaklasti. Fakat bir koltuk degnegi kullanmaktaydi. Hem de guclukle.. Adam ona bir kez daha goz atti. Ustundeki pantolonun sol kismi, dizinin alt kismindan sonra bostu. Bu yuzden de saga sola ucusuyordu. Cocugun baktigi ayakkabilar, sanki onu kendinden gecirmisti. Bir muddet oyle durdu. Daldigi hulyadan cikip yola koyuldugunda, adam dukkandan disari firlayip:
"Kucukk!." diye seslendi. "Ayakkabi almayi dusundun mu? Bu seneki modeller bir harika!." Cocuk, ona donerek: "Gercekten cok guzeller!". diye tebessum etti.." Ama benim bir bacagim dogustan eksIk". "Bence onemli degil!". diye, atildi adam. "Bu dunyada her seyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksIk, kiminin de bacagi. Kiminin de akli ya da imâni". Kucuk cocuk, bir sey soylemiyordu.
Adam ise konusmayi surdurdu: Keske imanimiz eksIk olacagina, ayaklarimiz eksIk olsa idi". Cocugun kafasi iyice karismisti. Bu sefer adama dogru yaklasip: "Anlayamadim". dedi.
"Neden oyle olsun ki ?" "Cok basit!". dedi, adam. "Eger imanimiz yoksa, cennete giremeyiz. Ama
ayaklar yoksa, problem degil. Zaten orda tum eksIkler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, saglamlara oranla, daha fazla mukafat gorecekler.." Kucuk cocuk, bir kez daha tebessum etti. O gune kadar cektigi acilar, hafiflemis gibiydi. Adam, vitrine isaret ederek: "Baktigin ayakkabi, sana
yakisir!". dedi. "Denemek ister misin?" Cocuk, basini yanlara sallayip "Uzerinde 30 lira yaziyor, almam mumkun degil ki!." "Indirim sezonunu, senin icin biraz one alirim!." dedi adam. "Bu durumda 20 liraya duser. Zaten sen bir tekini alacaksin, o da 10 lira eder". Cocuk biraz dusunup"Ayakkabinin diger teki ise yaramaz!". dedi. "Onu kim alacak ki ?" "Amma yaptin ha!". diye guldu adam. "Onu da, sag ayagi eksIk olan bir cocuga satarim." Kucuk cocugun akli bu sozlere yatmisti. Adam, devam ederek "Ustelik de ogrencisin degil mi ?" diye sordu. "Ikiye gidiyorum!".diye atildi cocuk."Uce gectim sayilir." "Tamam iste!" dedi adam. "5 Lira da ogrenci indirimi yapsak, geri kalir 5lira. O da zaten pazarlik payi olur. Bu durumda ayakkabi senindir, sattim gitti!." Ayakkabici, cocugun saskin bakislari arasinda dukkana girdi. Icerdeki raflar, onun begendigi modelin aynisiyla doluydu. Ama
adam, vitrinde olani cikartti. Bir tabure alip dondukten sonra, cocugu oturtup yeni ayakkabisini giydirdi. Ve cikarttigi eskiyi gostererek "Benim satis islemim bitti!." dedi. "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."
"Saka mi yapiyorsunuz?" diye kekeledi cocuk. "Onun tabani delinmek uzere. Eski bir ayakkabi, para eder mi ?" "Sen cok câhil kalmissin be arkadas."dedi, adam. "Antika esyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yuzden ayakkabin, bence en az 30- 40 lira eder." Kucuk cocuk, art arda yasadigi soklari, uzerinden atabilmis degildi. Mutlaka bir ruyada olmaliydi. Hem de hayatindaki en guzel ruya. Adamin, heyecandan terleyen avuclarina sIkistirdigi kagit paralara goz gezdirdikten sonra, 10 liralik banknotu geri vererek: "Bana gore 20 lira yeterli." dedi. "Indirim mevsimini baslattiniz ya!". Adam onu kiramayip parayi aldi ve bu arada yanagina
bir opucuk kondurdu. Her nedense ici icine sigmiyordu. Eger butun mallarini bir gunde satsa, boyle bir mutlulugu bulamazdi. Cocuk, yavasca yerinden dogruldu. Sanki koltuk degnegine ihtiyac duymuyordu. Simsicak bir tebessumle tesekkur edip:
"Babam hakliymis!". dedi. Sakat oldugum icin, uzulmeme hic gerek yok!. demisti."
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
IŞIĞI YANAN EVLER...
(Müthiş bir anı; okumanız ve neden bugünlerde huzursuz bir toplum olduğumuzun anlaşılması dileğiyle.. ..)
Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya'ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer.
İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de
diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacı anneye
sıkılarak: "Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?" dedim.
Hacı anne:"Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz" dedi. Merak ettim, tekrar sordum: "Trenden sizin bir yakınınız mı inecek ?"
Hacı anne: "Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, "ışığı yanan bir ev" bulsun diye bekliyoruz."
Konya Ovası'nda, yada bir başka yerinde Türkiye'nin, trenden inen yabancılar için "Işığı yanan evler" yerinde hâlâ duruyor mudur? Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mı? Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler? Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler. Bizler, atlarına binip giden güzel insanlara sahip bir medeniyetin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız.
Şâir öyle diyordu: "Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler." Şimdi bu güzel insanlar, neden ve nasıl atlarına binip gittiler? Onları ne yıldırdı da bir daha dönmemek üzere, sessiz sedasız gittiler? Ey güzel yurdumun güzel insanları! Neredesiniz?


Kaynak: Prof. Dr. Saffet Solak'ın bir hatırası
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
İki kum tanesinin aşkı..

Günün birinde bir çölde iki kum tanesi karşılaşmış ve birbirlerini çok
sevmişler uzun bir süre çok yakın olmuşlar. Birbirlerini yanlarında,
canlarında olarak sevmeyi öğrenmişler. Derken bir rüzgar çıkmış kum
tanelerinden biri yerinde kalırken diğeri biraz uzağa savrulmuş. Çok
uzak değillermiş ama yinede göremiyorlarmış birbirlerini. Sevgileri hiç
azalmamış yine sevmeye devam etmişler. Birbirlerine ulaştırabildikleri
sesleriyle, haberleriyle yaşıyorlarmış ve artık görmeden seslerinde
sevmeyi öğrenmişler.

Bir gün biri diğerine "sevdamız sonsuza erişmesi için aynı anda bir
dilek dileyelim" demiş. Ikisi de aynı anda bir dilekte bulunmuşlar ve
tam o sırada bir fırtına çıkmış. Bu kavuşmamız, sevdamızın sonsuza dek
sürmesi olabilir diye ikisi de kendilerini fırtınaya bırakmışlar.
Gözlerini kapayıp fırtına dindiğinde sevdalarının yanı başında olmuş
olmayı arzulamışlar. Fırtına o kadar kuvvetliymiş ki o güne kadar
yıllarca yerlerinden kıpırdamayan kumlar bile başka yerlere
savruluyorlarmış.
Fırtına günlerce sürmüş kum taneleri de oradan oraya savrulup durmuşlar.
Ikisini de bir sabırsızlık sarmış. Fırtına durmuyor aksine artıyormuş.
Fırtına dinmek bilmedikçe onlarda sabırla sevmeği öğrenmişler. Günler
geçmiş sonunda fırtına durmuş gözlerini açtıklarında ikisi de başka
alemlerde bulmuşlar kendilerini. Bu fırtınanın onları birleştireceğine
o kadar inanmışlar ki birbirlerini yanlarında bulamayınca yüreklerinde
derin bir acı hissetmişler ve acıyla sevmeği öğrenmişler. Kendilerine
birazcık geldiklerinde ikisi de bu fırtınayla başka başka yerlere
savrulduklarını anlamışlar. Biran ölmek istemişler ama sonra
birbirlerini hiç görmeden,mesafelere, engellere rağmen sevmeği
öğrenmişler. "Eskisi gibi bağırsakta sesimiz ulaşmaz ki birbirimize"
demişler. Ikisi de yeni yerlerinde kimseyle konuşmamışlar ve yıllarca
hep susmuşlar. Hep yeni bir fırtına ümidiyle birbirlerine ihanet
etmeden beklemişler. Böylece umutla sevmeği öğrenmişler. Yıllar geçmiş ama
sevgileri hiç geçmemiş.

Birbirlerinden hep umutlu olarak yaşamışlar. Bir gün ikisi de
birbirlerinden habersiz aynı anda gözlerini kapamışlar ve kavuşmak için
yeniden fırtına çıkmasını dilemişler. Beklemişler beklemişler ama
fırtına bir türlü çıkmamış. Kendilerini tüm benlikleriyle fırtınaya
bırakmak için oldukları yerde dönmüş durmuşlar ama hepsi nafile küçük
bir rüzgar bile çıkmamış. Sonunda durmuşlar ve gözlerini açmışlar.
Sevdiklerinin, sevdalarının, yıllarca beklediklerinin tam karşısında
durduklarını görmüşler ve hemen ikisi de yıllar önce diledikleri dileği
anımsamışlar.

Dilek şöyleymiş "Allah'ım bizi birbirimize her şeyiyle sevmeği
öğrendiğimizde kavuştur. Öğle kavuştur ki sevdamız sonsuza erişsin."
Sonunda anlamışlar ki birbirlerinden çok uzaklarda geçirdiklerini
sandıkları yılları aslında birbir yanı başlarında geçirmişler.
Dileklerinin kabul olması için yılların geçmesi gerektiğini öğrenmişler
çünkü onlar sevmeği her şeyiyle öğrenmeği dilemişler.

Dilekleri kabul olmuş umutla, sabırla, acıyla, yakında, uzakta...her
şeyiyle sevmeği öğrenip birbirlerine kavuşmuşlar.

Sevmeği bildikten sonra mesafeler, acılar, yıllar, aylar...asla sevdayı
söndürmez ama sevmeği bilmedikten sonra yanı başında ki sevdiğini bile
yıllarca göremeyebilir insan...


. . . . . :( :( :( :(
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Babam Seyrediyor



Ortaokulda okuyan ve kısa bir süre önce annesini kaybeden genç, babasıyla birlikte yaşıyordu. Babasıyla aralarında çok güzel bir dostluk vardı. Genç, okulun futbol takımındaydı.Takımındaydı ama, ufak tefek yapısı ve tecrübesizliği nedeniyle hocası ona bir türlü maçlarda görev vermiyordu. Bu yüzden, her maçta yedek kulübesinde oturuyordu. Buna rağmen, babası hiçbir maçı kaçırmaz ve hep ayağa kalkıp tezahürat yapardı.
Liseye girdiğinde sınıfının yine en sıska öğrencisiydi gencimiz.Fakat babası onu hep futbol oynamaya teşvik etti;bununla birlikte, eğer istemezse oynamayabileceğini de ayrıca belirtti.Delikanlı futbolu seviyordu ve takımda kalmaya karar verdi.Her idmanda elinden geleni yapıyor ve takımın as oyuncularından biri olmaya çalışıyordu.Bütün lise hayatı boyunca hiçbir idmanı veya maçı kaçırmadı.Ama sürekli yedek kulübesinde oturmaktan kurtulamadı.İnançlı babası ise her zaman ki gibi tribünlerde yerini alıyor ve oğlunu destekleyici tezahüratlarda bulunmaya devam ediyordu.

Genç, üniversiteye başladığında futbol onun için önemini kaybetmeye yüz tuttu,ama yinede elinden geleni yaptı.Herkes onun okul takımına giremeyeceğinden eminse de , bunu başardı.Takımın antrenörü onu listeye dahil ettiğini, çünkü her idmana yüreğini koyduğunu ve takımın diğer üyelerini de şevke getirdiğini itiraf etti.Takıma girebildiği haberi onu o denli heyecanlandırdı ve sevindirdi ki, soluğu en yakın telefon kulübesinde aldı ve babasına müjdeyi verdi.Onun bu mutluluğunu paylaşan babası, kendisine maçların sezonluk biletlerini göndermesini istedi.

Üniversitedeki dört yıl boyunca hiçbir idmanı kaçırmayan genç,ne yazık ki hiçbir maçta oynayamadı.Futbol sezonunun sonlarına doğru, büyük bir eleme maçının idmanı için sahaya çıkmaya hazırlanan gencin yanına, elinde bir telgrafla antrenörü geldi.Delikanlı telgrafı okuyunca ölüm sessizliğine büründü.Güçlükle yutkunarak hocasına şunları söyleyebildi: " Bu sabah babam ölmüş. İzninizle bu günkü idmana gelmesem? " Hocası kolunu şefkatle omzuna doladı ve " Bu hafta dinlen evlat" dedi. "Cumartesi günkü maça gelmeyi de aklından geçirme."

Cumartesi geldi çattı, ama okul takımının durumu hiç de iyi değildi.Maçın sonlarına doğru, bir kişi soyunma odasına sessizce girdi,formasını ve futbol ayakkabılarını giyip sahanın kenarına çıktı.Babası ölen ufaklıktı bu!Antrenör ve oyuncular azimli arkadaşlarını bu kadar kısa sürede tekrar aralarında görmekten dolayı son derece şaşırmışlardı.

Hocasının yanına giden genç "Lütfen izin verin oynayayım" dedi."Bugün oynamak zorundayım."Hocası önce duymamış gibi davrandı. Böylesine zor bir eleme maçında takımının en kötü oyuncusunu sahaya çıkarmasına imkan olmadığını düşünüyordu.Ama genç o kadar ısrar etti ki ,sonunda ona acıyan hocası razı oldu:"Pekala oyuna girebilirsin."dedi.

Gencin oyuna girmesini üstünden çok geçmemişti ki hem hoca ,hem oyuncular,hem de maçı izleyenler gördüklerini inanamadılar. Daha önce hiç oynamamış olan bu meçhul ufaklığı her hareketi harika ,attığı pas isabetliydi.Karşı takımın oyuncuları onu durduramıyordu. Koşuyor,pas veriyor,savunmayı yardım ediyor ve maçın yıldızı olarak parlıyordu.Sonunda gencin takımı aradaki farkı kapattı,nihayet atılan bir golle de beraberliği yakaladı.Ve son saniyeler de ufaklık topu tek başına sürükleyip herkesi geçti.ve galibiyet golünü attı.Maç bitmişti. Okulun taraftarları sevinç çığlıkları atıyor, onu omuzlarında taşıyordu.

Seyirciler tribünleri terk ettikten ,oyuncular duşlarını alıp soyunma odasını boşalttıktan sonra takımın hocası gencin köşede tek başına sessizce oturduğunu fark etti Yanına gidip:"evlat inanamıyorum.Bugün bir harikaydın."dedi."Sana ne oldu,bunu nasıl başardın,anlat bana!"

Genç hocasına baktı,gözleri yaşlarla doldu ve şöyle dedi: "Babamın öldüğünü biliyorsunuz.Peki onun gözlerinin görmediğini biliyor muydunuz?"Delikanlı zorlukla yutkundu ve gülümsemeye çalıştı:Babam bütün maçlarıma geldi,çünkü görmediği halde beni desteklemek istiyordu.Ve ilk defa bugün beni oynarken görebildi.Bende bu fırsatı kullanmak ve oynayabildiğimi ona göstermek istedim...
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
122
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
diyarbakır
[hele mor menekşler fethetti beni. elinizeCOLOR="Green"]hepsi birbirinden güzel yüreğime su serpildi yüreğinize sağlık[/COLOR]
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
babaat4.jpg


BEŞ DAKİKA DAHA BABA

Güneşli bir gündü. Kadın parkta yanında oturan adama "Bakın,
salıncakta sallanan şu kırmızı kazaklı çocuk benim oğlum" dedi.
Adam gülümseyerek "Güzel bir oğlunuz var" dedi. "Diğer salıncaktaki
mavi kazaklı çocukda benim oğlum"
Sonra saatine baktı ve "Heyyy, Todd, sanırım artık gitme zamanı" diye
seslendi oğluna.
Çocuk salıncakta yükselirken "Beş dakika daha baba, lütfen yalnızca
beş dakika daha" diye karşılık verdi babasına.
Adam başını "peki" anlamında sallayınca çocuk neşeyle sallanmaya devam
etti.Dakikalar sonra adam ayağa kalkarak tekrar seslendi oğluna "Todd,
artık gidelim mi, ne dersin?"
Çocuk yine gitmeye isteksiz "Ne olur baba, beş dakika daha, lütfen,
beş dakika daha" diye bağırdı babasına.
Adam" Tamam" deyince çocuk kahkahalar atarak sallanmaya devam etti.
Sonunda kadın dayanamadı ve sesinde gizli bir hayranlıkla "Ne kadar
sabırlı bir babasınız" dedi .
Adam gülümsedi kadına. "Sabır değil yaptığım bayan" dedi. "Büyük oğlum
Tommy 'yi geçen yıl burada sarhoş bir sürücünün çarpması sonucu kaybettim.
Buraya yakın yolda bisiklet sürüyordu. Tommy'e hiç yeterince zaman ayırmamıstım.
Oysa şimdi onunla beş dakika daha fazla birlikte olabilmek için herşeyi
yapardım. Todd'la ayni hatayı yapmayacağıma söz verdim kendi kendime..
O her "Beş dakika daha baba" dediği zaman , oyun oynamak için beş
dakika daha kazandığını düşünüyor, oysa işin gerçeği ne biliyor musunuz? Ben
onu oyun oynarken beş dakika daha fazla izleyebiliyorum, asıl kazanan benim"
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Deniz Yildizi

DENİZ YILDIZI


Kesin olarak yazarını ve kaynağını bilmesem de çok hoşuma gider ve ibret verici bulurum "denizyıldızı" hikâyesini.

Bir gün sabahın erken saatlerinde sahil kenarında yürüyüşe çıkan bir yaşlı adam, kumsalda yüzlerce hatta binlerce denilebilecek denizyıldızı ile karşılaşır. Yükselen denizin acımasız dalgaları onları sahile atmıştır. Denizden ayrı kalan denizyıldızları ise can çekişmekte ve bir kurtarıcı beklemektedirler.

Yaşlı adam, denizyıldızlarını görmezden gelemez. Hiç olmazsa kurtarabildiğim kadarını kurtarırım, düşüncesiyle denizyıldızlarını denize atmaya başlar. Fakat sayıları o kadar çoktur ki!..
"Daha fazlasını kurtarmalıyım" düşüncesiyle hızını artırır. Onun bu telaşlı hareketleri sahilin öbür ucundan yürüyüşe başlayan bir genç adamın dikkatini çeker. Yaklaştığında yaşlı adama selam verir ve:
"Böyle telaşlı telaşlı ne yapıyorsunuz?" diye sorar:

Yaşlı adam, işine hiç ara vermeden soluk soluğa cevap verir:
"Denizyıldızlarını okyanusa atıyorum."
Bu cevaba pek anlam veremeyen genç adam, tekrar sorar:

"Denizyıldızı mı?"
"Evet", der yaşlı adam. "Çünkü güneş yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları bir an önce suya atmazsam az sonra ölecekler."
Yaşlı ve bilge adamın telaşını hâlâ anlamayan genç adam tekrar sorar:

"Ama görmüyor musunuz? Kilometrelerce sahil var ve boydan boya denizyıldızı ile dolu. Senin yalnız başına gösterdiğin bu gayret sonunda ne değişecek ki?"
Yaşlı adam, karşısındaki genç adama anlamlı anlamlı baktıktan sonra eğilerek yerden bir denizyıldızı daha alır ve onu okyanusa fırlatırken şöyle haykırır:
"Bak. Onun için çok şey değişti!"

Genç adam, geri döndüğünde gördüklerini bir türlü zihninden atamaz. Anlamıştır ki bu yaşlı ve bilge adam, sadece kendisi için yaşayanlardan birisi değildir. Hayatını yaşatmaya adamış, yaşamak için değil yaşatmak için yaşamaktadır.

Sabah olduğunda yepyeni bir bilinçle uyanmıştır. Sahile gidip yaşlı adamı bulur ve saatlerce onunla okyanusa denizyıldızı atarak yaşatmanın mutluluğunu yaşar.
Evet, hayat tıpkı bir okyanus gibi. Genciyle, yaşlısıyla onun dalgaları arasında sahile vurmuş binlerce hatta milyonlarca insan var.
Hayatın anlamını öğrenememiş, nereden gelip nereye gittiklerini bilmeyen bu insanların hepsinin ortak yönleri ise bir kurtarıcı el beklemeleri. Kimileri durumlarının farkında ve "imdat" diye bağırıyor. Kimileri ise son nefeslerini alıp verirken bile kendilerinden habersiz.

Bize de "Yalnız başına gösterdiğin bu gayretlerle ne fark edecek, ne değişecek ki?" diyenler olabilir.
Başta biz eğitimciler olmak üzere toplumun her kesiminin el birliği yapıp denizyıldızlarını içinde bulundukları durumdan kurtarmamız gerekmektedir. Bu manzaraya kayıtsız kalmamalı ve görmezden gelmemeliyiz. Asla ve asla "benim yalnız başıma gayretlerimle ne olur ki?" dememeliyiz.

"Aç herkese, açabildiğin kadar sineni; ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana saygı duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül!.." düşüncesiyle "Bu neslin kurtulması ve iyi bir insan olarak yetişmesi için ben ne yapabilirim?" diye düşünmeli ve bir denizyıldızı da olsa azımsamadan kurtarma faaliyetlerine devam etmeliyiz.
Özellikle gençler bütün güzellikleri, ihtişamları, söz ve hareketleriyle denizyıldızlarını hatırlatırlar bize. Denizyıldızları gibi masum, onlar kadar çaresiz bu gençliğin feryadına kulak vermemiz, onlara sahip çıkmamız ve yardım etmemiz gerekmektedir. Bu da hiç şüphesiz en başta iyi bir eğitimle olacaktır. Şayet biz görevimizi yapıp onlara iyi bir eğitim imkânı sağlayacak olursak onlar açılacakları engin okyanusları bulacaklardır. Yer yer dalgalarla boğuşsalar da zamanla zorluklarla mücadele etmesini öğreneceklerdir. Yeter ki biz, gençlerimize güvenelim. Onlara iyi imkânlar hazırlayıp önlerini açalım.
Evet, sahil uzun. Kumsalda binlerce, milyonlarca denizyıldızı var. Şimdi isterseniz kendimize bir soralım; "Bu güne kadar kaç denizyıldızı kurtardım veya kurtulmasına vesile oldum" diye.
Şimdi güneş yükselmeden denizyıldızlarını kurtarma zamanı.

Gelin bir denizyıldızı da biz kurtaralım.

Ne dersiniz?
 
Üst