BiR MoR MeNeKŞe

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
GÜL KIZ

Genç adam, işe giderken hergün yolunun
üzerindeki güllerle dolu bahçeye bakmadan
geçemezdi. Her sabah o rengarenk güller içini
neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikçe
güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya
başladı . Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin
gerisinde bir genç kızın silüetini görüyordu. Her
geçişinde güllere ve pencerede belli-belirsiz görünüp
kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu.

Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı.
Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini,
içinin ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin
arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu.
Güzel kız, genç adamı görünce yüzü kızararak içeri
kaçtı. Genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın
diye gayret eder gibi gözlerini sabit bir halde bir
güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin
etkisinde kalmış, sevdalandığını düşünüyordu.
Genç adam, artık hergün bir öncesine göre
biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm
umuduyla. Fakat tüllerin gerisinde görünüp kaçan
bir silüetten başka şey göremiyor, kahroluyordu.
Genç kız da her sabah heyacanla tüller arkasına
geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu.

Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi.
Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün,
daha ertesi gün yine boşuna bekledi, genç adam
gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu.

Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola
bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla
geçtiklerini gördü genç kız. Aklından geçen
korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini
hissetti, yüreği sıkıştı; yoksa genç adam ölmüş
müydü !.. Genç kız yine hergün tüllerin arkasına
geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de,
artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu.

Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden.
Bir aydır yattığı hastaneden sonunda çıkmış,
ilk iş olarakta güllü bahçenin önüne gelmişti.
Ama ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen
yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş, pencere kara
perdelerle sımsıkı kapatılmıştı. Genç adam yolda
oynayan çocuklara sordu; "Bu evde kimse
yaşamıyor mu?" Bir çocuk; "İhtiyar bir kadın
yaşıyor." dedi. Genç adam cevabını duymaktan
korkarcasına, başka bir soru sordu ;
" Burda yaşayan genç kız ne oldu ?"
Çocuklardan biri atıldı; "O öldü."dedi, genç adamın
yana düşen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden
başka bir çocuk atıldı; "Verem olmuş, dün öldü."

Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyacanla
annesiyle babasının yanına koştu,
güller arasında, sallanan sandalyede
oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı;
"Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba !.."
Koşarak ihtiyarın yanına gittiler, gülerken hiç
görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan
ihtiyar adamın yüzüne, gerçekten bir gülümseme
yayılmıştı; biten bir hasrete seviniyormuş gibi,
yıllardır görmediği birine kavuşuyormuş gibi mutlu
bir gülümseyişti bu. Fakat gözleri kapalıydı...


Ahmet Ünal ÇAM
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Japonya'da bir çocuk 10 yaşlarindayken bir trafik kazasi geçirmiş ve sol kolunu kaybetmiş.

Oysa çocuğun büyük bir ideali varmiş. Büyüyünce iyi bir judo ustası olmak istiyormuş.

Sol kolunu kaybetmekle birlikte, bu hayali de yıkılan çocuğunun büyük bir depresyona girdiğini gören babası, Japonya'nin ünlü bir Judo ustasına gidip yapilacak bir şeyin olup olmadığını sormuş..

Hoca: Getir çocuğu ..bir bakalim, demiş.

Ertesi gün baba-oğul varmışlar hocanın yanına.. Hoca çocuğu süzmüs ve: Tamam demiş.. Yarın eşyalarını getir, Çalışmalara basliyoruz.

Ertesi gün çocuk geldiğinde hocası ona bir hareket göstermiş ve "bu hareketi çalış" demiş.



Çocuk bir hafta aynı hareketi çalısmış.. Sonra hocasınin yanına
gitmiş. Bu hareketi ögrendim baska hareket göstermeyecek misiniz?" diye
sormuş.

Hocanın cevabı: - Çalışmaya devam et olmuş...

2 ay,3 ay,6 ay derken çocuk okuldaki bir yılını doldurmuş.. Çocuk bu bir
yıl boyunca hep o aynı hareketi tekrarlamış.

Hocanın yanına tekrar gitmiş: Hocam bir yıldır aynı hareketi yapıyorum bana baska hareket
göstermeyecek misiniz?

- Sen aynı hareketi çalış oglum. Zamanı gelince yeni harekete geçeriz..

2 yıl ,3 yıl, 5 yıl derken çocuk judodaki 10. yılını doldurmuş.

Bir gün hocası yanına gelip. ..."Hazir ol ! " demiş.. "Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın maça çıkacaksın!"..

Delikanlı şok olmuş.. Hem sol kolu yok hem de judo da bildigi tek hareket var.

Ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir şansının olmayacağını düşünmüş; ama hocasına saygısından ses çıkarmamış.

Turnuvanın ilk günü delikanlı ilk müsabakasına çıkmış. Rakibine bildiği tek hareketi yapmış ve kazanmis. Derken.. ikinci ,üçüncü maç....çeyrek, yari final ve final...

Finalde Delikanlının karşısına ülkenin son on yılın yenilmeyen şampiyonu çıkmış. ....

Tam bir üstat, delikanlı dayanamayıp hocasının yanına kosmuş.. "Hocam hasbelkader buraya kadar geldik ama rakibime bir bakın hele.. Bende ise bir kol eksik ve bildiğim tek bir hareket var.. Bu kadar bana yeter.. Bari çıkıp ta rezil olmayayım izin verin turnuvadan çekileyim.."

- Olmaz demiş hocası. Kendine güven, çık dövüş. Yenilirsen de namusunla yenil.

Çaresiz çıkmış müsabakaya. Maç baslamış. Delikanlı yine bildiği o tek hareketi yapmış ve tak.! Yenmiş rakibini şampiyon olmuş. Kupayı aldiktan sonra hocasının yanına koşmuş:

-Hocam nasıl oldu bu iş? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var.

Nasıl oldu da ben kazandım ?

-Bak oğlum 10 yıldır o hareketi çalışıyordun. O kadar çok çalıştın ki, artık yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok.

Bu bir,

İkincisi de o hareketin tek bir karşi hareketi vardir. Onun için de rakibinin senin sol kolundan tutması gerekir.!

Bunu anlatan kişi bir de şunu ekledi:


" İnsanlarin eksiklikleri bazen, aynı zamanda en güçlü tarafları olabilir: Ama yeter ki bu eksiklik kafalarinda olmasin..!!"
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
kaptan cook arsen lupen ve annem

Merhaba
Baslik ilginc gelebilir. Hatta ne alaka? diyebilirsiniz.
Oyle ya, Arsen Lupen sosyeteyi ve ozellikle de mucevheri bol olan
zenginleri soyan kibar bir hirsiz, Kaptan James Cook
ise yuzlerce yil once ceviz kabugu misali gemilerle yelken acip dunyanin
obur ucuna kadar giderek Yeni Zellanda'yi, Avustralya'yi kesfeden cesur
bir denizci. Dogal olarak ne kendi aralarinda, ne de annemle bir
baglari yok gibi gorunuyor. Oysa var:

Soyle bir gozunuzde canlandirin:
Yil 1963. Istanbul'da kar yagiyor. Hava
ikindiden kararmis. O zamanlar Bogazici kopruleri yok, iki yaka
arasinda tek ulasim komurlu vapurlar. Gece
son vapuru kacirdiniz mi is bitti. Artik ya o
kiyida oturan bir tanidigin evine davetsiz yatili misafir olacaksiniz, ya
da sabaha kadar iskelede uyuyacaksiniz. Bu arada o zamanlar her yuz evden
sadece birinde telefon oldugu icin oyle arayip: "Alo ben gelemiyorum,
vapuru kacirdim" deme sansiniz da yok.


Iste o gece kardesimle cam kenarinda bir yandan disarida
savrularak yagan kari seyrederken bir yandan da annemizin isten
donmesini bekliyorduk. Annem hemen her gece ayni vapurla doner, ayni
saatte elinde filelerle yokusun basinda beliriverirdi. Evden deniz
gozukuyordu. Oysa o gece iskeleye yanasan her zamanki vapurundan
cikmamisti. Bir gecikme oldugunu dusunmustuk. Bir sonraki vapurdan
da cikmadi. Ozellikle kis
mevsimleri alismistik gec gelmelerine. Bu arada radyo siddetli kar
yagisindan dolayi vapur seferlerinin gecikmeli olarak
yapildigini duyurmustu. Disarida kar yarim metreyi bulmustu. "Belki
bir sonraki vapurla gelir, yok digeriyle gelir" derken annem o gece son
vapurla da gelemedi. Iskeleden cikip, tipiden zor gorulen yokusa
soluk soluga tirmanan insanlar arasinda yoktu annemiz.

O gece kardesimle cam kenarinda sabahladik. Hani olur ya..??.Bir
umut? Oysa Bogazici kopruleri o zamanlar henuz insa edilmemisti. Bu
nedenle hic bir sansimiz yoktu. Ve ne yazik annemiz gelmemisti. Ertesi
aksama kadar merak ve heyecan icinde bekledik. Calistigi evde telefon olsa
bile, bizde, ya da komsulara yoktu o zamanlar. (Annem 1960
da baglatmak icin basvurmus, telefon alma sirasi 1973 de gelmisti.
Tam on uc sene). Ertesi
aksam yorgun ve bitik bir halde yokusun basinda
beliriverdi annem. Bir gece once gelemeyisinin
nedenini merak ediyorduk. Ne
olmustu? Hastalanmis miydi? Vapuru mu
kacirmisti? Basina kotu bir sey mi gelmisti? Yanit hicbirisi degildi:
Calistigi evin bizimle yasit olan cocugu kutuphanesindeki kitaplari ese,
dosta dagitip yerine yeni kitaplar almayi planlamis, o kitaplardan
bazilarini da bize getirmek uzere anneme vermeyi kararlastirmisti.
Kitapliktaki piril piril ciltli kitaplarin bizi nasil mutlu edecegini
bilen annem olur da baska biri alir gider diye o karli gece kitaplari
kimseye kaptirmadan alip bize getirmeyi kararlastirmisti. Oysa evin
cocugu biraz da hava muhalefetinden olacak henuz gittigi arkadas
ziyaretinden donememisti. Bu durumda annem isi sansa birakmayip onu
beklemeye karar vermisti. Cocuk eve donup, bizim icin ayirdigi kitaplari
verince annem ok gibi firlayip iskeleye kosmus ve son vapurun on
dakika once kalktigini ogrenmisti. O tipide
Nisantasi'na geri donemezdi. Gece yarisi kar yarim metreyi bulmustu.
Gidecek baska bir yeri de olmadigi icin kucaginda kitaplar buz gibi
iskeledeki tahta kanepelerde uyuklayip ertesi gun tekrar is yerine
gitmis, aksam oldugunda bir kucak dolusu guzelim kitapla
eve donmustu.
Divanin uzerine
yaydigimiz kitaplari buyuk bir mutlulukla seyretmistik. En cok da nefis
bez cilde sahip olan iki tanesine bayilmistik. Hayli de kalindi bu
kitaplar.
Biri Arsen Lupen, digeri Kaptan James Cook'un
Kesifleri. O geceyi hic
unutamam. Aradan kirk alti sene
gecti. Annemin o karli gece son vapurdan da cikmayisi ardindan yasadigimiz
korkuyu ve ertesi gun kucaginda kitaplarla geldigi zamanki mutlulugumuz
aklima kazindi. Ben sizlere bunlari yazarken annem yanimdaki kanepede
masum bir cocuk gibi oturuyor. Simdilerde seksen alti yasinda ve pek cok
yasiti gibi artik cocukluga dondu. Ona bir opucuk konduruyor ve
sizlere sevdiklerinizle mutlu, saglikli bir yasam diliyorum.


Mehmet Ünver
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
y2nn3.jpg


Kavanoz ve 2 Fincan Kahve


Ne zaman hayatınızda bazı şeyler taşınamaz hale gelirse, ne zaman 24
saat kısa gelmeye başlarsa, o zaman kavanozu ve 2 fincan kahveyi
hatırlayınız!

Bir gün bir profesör, masasının üzerinde birkaç kutu olduğu halde
felsefe dersindedir. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne
büyükçe bir kavanozu alır ve içerisini tenis topları ile
doldurur.Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını
sorar, öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade ederler. Bu
sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl
taşlarını, çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları
kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur.Ve
öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar, onlar da "evet" doldu
derler. Tekrar profesör masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve
içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl
taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur.Ve tekrar öğrencilere
kavanozun dolup dolmadığını sorar, öğrenciler de koro halinde "evet"
derler. Bu sefer profesör masanın altında hazır bekleyen 2 fincan
kahveyi alır ve kavanoza boşaltır, kahve de kumların arasında kalan
boşlukları doldurur.

Öğrenciler gülerler!

Profesör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek "eveet" diyerek; ben
"Bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım"
der. Şöyle ki; bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir;
dininiz, ibadetleriniz, aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz,
arkadaşlarınız. sizin için önemli olan şeylerdir. Şayet diğer
şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı
doldurur. O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir;
işiniz, eviniz, arabanız vs. Kum ise diğer ufak tefek
şeylerdir. "Şayet kavanoza önce kum doldurursanız..." diye,
anlatmaya devam eder, "çakıl taşlarına ve özellikle de tenis
toplarına (yeterli) yer kalmaz. Aynı şey hayatımız için de geçerlidir.
Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır.
Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeylere çevirin.
Çocuklarınızla oynayın. Sıhhatinize dikkat edin. Eşinizle yemeğe çıkın. Evinizin ihtiyaçlarını
karşılayın.

Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.

Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.

Gerisi hep kumdur.

Bu ara bir öğrenci parmağını kaldırır ve sorar; "Pekiyi, o iki fincan kahve nedir?"
Profesör gülerek: "Bu soruyu sorduğuna sevindim. Hayatınız ne kadar
dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve
içecek kadar vakit ayırın!"
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Dokunuş


Haşir meydanındaki insanlar, ebed ülkesine uçmak için sabırsızlanıyordu. Peygamberler, şehitler ve büyük veliler için herhangi bir problem yoktu. Ancak diğerleri, “Elli bin sene sürer” denilen bu yolu, dünyadaki hayatlarının karşılığı olan bir vasıta ile aşmak durumundaydı. Her insan, sevap ve günahlarını ortaya döküp ince hesaplar yaparken, sermayeleri yetmeyen bazı gençler bir araya geldi ve kendilerine gözcülük eden meleğe başvurarak:

- “Bizler, dünyada iken meşhur bir yarışmaya katılmış ve ellerimizi günler boyu süren bir sabırla lüks arabaların üzerinden çekmeyerek onları kazanmıştık, dedi. Bu gayretimize karşılık o arabaların verilmesini istiyor ve bu zorlu yolu onlarla aşmayı planlıyoruz.

Melek, yarışmanın detayını öğrendikten sonra:

- “Yanlış şeye dokunmuşsunuz, dedi. Sizin arabanız, o yolda gitmez.” Gençler, biraz ilerideki insanları göstererek:

- “Şuradaki insanların da bir şeylere dokunduğu söyleniyor,” diye itiraz etti. “Ama şimdi Cennet?e uçuyorlar.”

- “Evet!..” dedi, melek. “Onlar da dokundular. Hem de günde sadece bir saatçik.”

- “Bir saat mi?..diye atıldı gençler. Oysa bizler günler boyu çekmedik elimizi. Uyumadık, aç kaldık, nerdeyse ölüyorduk. Peki onlar nelere dokundular?”

- “Seccadeye, dedi melek. Küçük bir seccadeye. Şimdi ise onlarla uçuyorlar.”
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Fırlatılan Taş


Genç bir yönetici, yeni jaguarı içinde kurulmuş, biraz da hızlıca, bir mahalleden geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola fırlayan bir çocuk olabilir düşüncesiyle dikkatini daha çok yol kenarına vermişti. Bir şeyin yola fırladığını görünce hemen fren yaptı ama aracı durana kadar gecen mesafede yola çocuk fırlamadı. Bunun yerine, yepyeni arabasının yan kapısına büyükçe bir taş çarptı.

Adam hızlıca frene yüklendi ve taşın fırlatıldığı boşluğa doğru geri geri gitti. Sinirlenmiş olan genç adam arabasından fırladı ve taşı atan çocuğu kaptığı gibi yakında park etmiş olan bir arabanın gövdesine sıkıştırdı. Bunu yaparken de bağırıyordu:

- “Sen ne yaptığını sanıyorsun serseri? Bu yaptığın ne demek oluyor? O gördüğün yepyeni ve pahalı bir araba ve attığın o taşın mahvettiği yeri düzelttirmek için kaportacıya bir sürü para ödemek zorunda kalacağım. Neden yaptın bunu?”

Küçük çocuk üzgün ve suçlu bir tavır içindeydi.

- “Lütfen, amca, lütfen kızmayın Ben çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim, bilemedim. Taşı attım çünkü işaret etmeme rağmen diğer arabalar durmadı.”

Çocuk gözlerinden süzülen yasları elinin tersiyle silerek park etmiş bir aracın arkasına işaret etti.

- “Abim orada. Yokuştan yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü ve ben onu kaldıramıyorum.”

Çocuğun simdi hıçkırıklardan omuzları sarsılıyordu ve şaşkın adama sordu;

- Onu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturtmama yardim edebilirimsiniz? Sanırım abim yaralandı ve benim için çok ağır.

Ne diyeceğini bilemez halde, genç yönetici boğazındaki düğümden yutkunarak kurtulmaya çalıştı. Yerde yatan sakat çocuğu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturttu, cebinden temiz ve ütülü mendilini çıkartıp, çeşitli yerlerinde oluşmuş ve kanayan yara ve sıyrıkları dikkatlice silmeye çalıştı. Bir şeyler söyleyemeyecek kadar duygulanmış olan genç adam, abisinin tekerlekli sandalyesini iterek yavaş yavaş uzaklaşan çocuğun ardından bakakaldı. Jaguar marka arabasına geri dönüşü yavaş yavaş oldu ve yol ona çok uzun geldi. Arabanın yan kapısında taşın bıraktığı iz çok derin ve net görülür şekildeydi ama adam orayı hiçbir zaman tamir ettirmedi. Oradaki izi, su mesajı hiç unutmamak için sakladı:


“Hiçbir zaman yasamın içinden, seni durdurmak ve dikkatini çekmek için birilerinin taş atmasına mecbur kalacağı kadar hızlı geçme. Allah ruhumuza fısıldar ve kalbimizle konuşur. Bazen, onu dinlemek için vaktimiz olmuyorsa, bize taş fırlatmak zorunda kalır. Fısıltıyı dinle veya taşı bekle.”
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Bu Yıl Hacca Gitmiyorum

Vakit gece yarısı... Ortada ses sada yok... Uzaktan bir iki köpek
havlaması duyuluyor o kadar. Rıfkı amcanın yüreği kıpır kıpır... Akşam
üzeri hac işlemini birlikte yaptırdığı müstakbel hacı arkadaşlarıyla
vedalaşmış, evine gidiyor. Birkaç gün sonra Allah nasip ederse mukaddes
topraklara doğru yola çıkacaklar... Bu duyguyu ailesi ve çocuklarıyla
paylaşmak için aceleci...

Tenha sokakta ilerlerken, loş ışığı henüz sönmemiş bir evin önüne
geldiğinde pis bir koku burnunun direğini kırıyor. Öyle pis koku ki,
midesi bulanıyor.

"Üüffff!" diyor gayri ihtiyari, "Bu ne pis bir koku Allahım. Leş
kokusu bu be..."

Koku sebebiyle sağına soluna bakınırken loş ışıklı penceireden bir
ses duyuyor ağlamaklı:

-Anne pişmedi mi daha?

Durup içeriye kulak kabartıyor. Duyduğu ses yüreğini dağlıyor:

-Az daha sabret yavrum. Az kaldı. Bir başka çocuk sesi. Diğer kardeşi
olmalı.

-Anne çok acıktım.

-Tamam oğlum pişiyor işte.

Pis koku insanın midesini bulandırıyor. Öğürmemek için çaba gerek.
Peki yavrularını teselli etmek isteyen annenin sesindeki mahzunluğa ne
demeli...
Rıfkı amca duramıyor:

"Ben altmış yaşıma gelmiş bir ihtiyarım. Merak ettim yahu. Bir gidip
soracağım." diyor kendi kendine.

O zamanlar terör nerde, öyle anarşist nerde? Kimin aklına gelir art
niyet... Üstelik biraz araştırsan herkes birbirini tanır. Hele Rıfkı
amca ki, Erzurum'da bilmeyen çıkmaz.

Biraz da bu cesaretle burnunun direği kırılsa da çalıyor kapıyı. Bir
iki tıklatıyor tabii. Sonunda kapı çekingen bir şekilde gıcırtıyla
açılıyor.
Tamam işte, o leş kokusu içerden geliyor. Ama artık merak,

kokuyu bastırmıştır. Kapı aralındı işte. Gencecik bir gelin. Otuz
otuzbeş yaşlarında. Yüzüne yaşmak denilen cilbabını çekmiş kapı
aralığından soruyor:

-Kim o?

-Benim kızım, ismim Rıfkı.

-Ne istersiniz?

-Yoldan geçiyordum. Sesler duydum. Halinizi merak ettim yavrum.
Müsaade ederseniz bu meraktan kurtulmak istiyorum.

O esnada zaten çocuklar da annelerinin eteğinden tutarak kapı
aralığından bu meçhul adama bakıyorlar, niçin geldiğini anlamak
istercesine...
Rıfkı amca üstleri başlan loş ışıkta bile perperişan olan bu
çocukların halini görünce koyveriyor kendini. Dünyası allak bullak oluyor.

Ne haccın sevinci kalıyor yüreğinde, ne az önceki manevi heyecan. O
yürek şimdi bir sorumlulukla sarsılıyor. Bir mü'min olarak, bu gece
vakti iki küçük çocukla bu tenha sokakta loş ışığın altında hayat
mücadelesi veren bu sahipsiz genç kadının halinden sorumlu hissediyor
kendini.

-Kimin kimsen yok mu kızım?

-Yok amca. Kocam öleli iyice naçar kaldım.

-Evine misafir olabilir miyim?

-Buyur gel ama...

Cümlenin sonundaki "ama"nın ne anlama geldiğini çok iyi biliyor Rıfkı
amca. "Ne oturtacak misafir odam var, ne ikram edecek bir kahvem"
denilmek isteniyor. Ne fark ederdi ki, Rıfrı amca ne misafir köşesine
kurulmak ne de kahve içmek istiyor. Onun tek derdi bu kimsesiz ailenin
halini
öğrenmek.

Öğreniyor tabi. Yüreği kıyım kıyım kıyılarak öğreniyor. Kapıdan içeri
girer girmez dayanamayıp soruyor:

-Kızım bu pis koku ne Allasen.

Susuyor genç kadın. Dudaklan titriyor. Gözlerinden aşağı inen yaşları
fazla saklayamıyor. Başını kaldırıp şöyle bir bakıyor, gece yarısı
belki de Allah tarafından gönderilen nur yüzlü ihtiyara.

-Söyle yavrum çekinme söyle.

-Ölmüş köpek eti amca...

Ardından hıçkırıklarını koyveriyor anne. Başını Rıfkı amcanın omuzuna
koyup babasına sarılır gibi çaresizliğini anlatıyor:

-Çocuklarım aç amca. Kimsem yok. Ne yapaydım? Kime gideydim.... Rıfkı
amca taş mı sanki? Kim dayanır o hale? Koskoca adam, çocukluğundan beri
ilk kez hıçkırarak ağlıyor, hem de çocuklar gibi:

-Allahım affet... Allahım affet!..

Çocuklar melül melül annesiyle birlikte ağlayan ak saçlı adamın
yüzünden aşağı süzülen yaşlara bakadursunlar, Rıfkı amca ani bir kararla
anneyi omuzundan tutuyor:

-Tamam kızım, artık ben yanındayım. Sen benim kızımsın, bunlar da
torunlarım. Hemen indir o leşi ocaktan. Bekleyin ben yarım saate kalmaz
gelirim.

Kimsede konuşacak hal yok. Rıfkı amca kapıdan çıkar çıkmaz, ardından
atlı kovalarcasına koşuyor. Hem koşuyor hem söyleniyor:

-Hacca gitmiyorum bu sene... Hacca gitmiyorum... Allahım affet...

Hacca gitmiyorum...

Kendi evine vardığında evdekilerin yüreği ağzına geliyor. Eyvah,
babalarına ne oldu? Öyle ya Rıfkı amcanın göğsü körük gibi inip kalkıyor.

-Baba, bu ne hal.

-Hemen dediğimi yapın!

-Tamam da baba?

Ardından talimatlar yağdırıyor herkese: -Hanım, kullanmadığın ne
kadar tabak çanak varsa hepsini çıkart. Yastık yorgan, halı kilim ne varsa
çıkartın. Bu telaş üzerine Rıfkı amcanın diğer çocukları da başına
üşüşüyor. Ama baba bu. Kimse bir isteğim ikileyemez. Öyle bir saygı var o
zaman. Rıfkı amca, hem ağlıyor hem oğluna kızına torunlarına emirler
yağdırıyor tatlı tatlı:

-Sen badana boya için kireç vs tedarik et; sen keser çekiç çivi falan
ayarla. Sizler yastık yorgan çarşaf çıkartın. Sen un yağ şeker gibi
erzak hazırla... Haydi hemen yola çıkacağız!

"Eyvaah" diyor aile, "Rıfkı amca hac sevdasıyla aklını oynattı."
Çünkü gece gündüz hac için hazırlık yapan bu adam birden ne oldu da
bu hale geldi?
"Tamam bu iş burda bitti" diyor aile. Ama bakalım ne olacak?

Yarım saat sonra baba önde, yastık yorgan, mala çekiç, tencere tabak,
ailesi ardında. Rıfkı amca yine aynı heyecanla kapıyı tıklatıyor.
"Geldik yavrum, geldik!" diyor.

Rıfkı amcanın ailesi gördüğü manzara karşısında şaşkın. Herkes
nerdeyse küçük dilini yutacak. Ama az sonra işin sırrı anlaşılıyor. Bu kez
görev taksimatı hemen aracıkta yapılıyor. Mağdur anne ve çocukları hemen

Rıfkı amcanın evine misafir olarak götürülüyor. Çocukların yemekleri
hazırlanacak. Güzelce yıkanıp temizlenecek ve karınları doyurulacak.
Orda kalanlar da kadıncağızın evini oturacak hale getirecekler.

Sabaha kadar evin altı üstüne getiriliyor. Biri kapıyı pencereyi
tamir ediyor. Biri boyayı badanayı başlatıyor. Yastıklar yorganlar
yerleştiriliyor. Kilimler seriliyor. Ev sabaha bayram evi gibi
hazırlanıyor. Üstelik o gürültüyü ne bir komşu duyuyor, ne kimse rahatsız
oluyor,
hayret!..

Sabah ezanlanyla birlikte herşey tamam... Rıfkı amca ertesi gün
huzura kavuşmuş, belli... Sakinleşmiş halde, çocukları tekrar evinde
ziyaret
ediyor. Erzak getirilmiş çuval çuval... Ayrıca hacca gitmek için
ayırdığı parayı da genç anneye teslim ediyor.

-Amca Allah senden razı olsun. Allah gönlüne göre versin.

Birkaç gün sonra... Hacı adayları yola revan oluyorlar... Rıfkı amca
arkadaşlarını yolcu ederken bir garip halde. O mübarek topraklara
gidemediği için yüreği buruk. Gerçi çaresiz bir annenin imdadına yetiştiği
için de huzurlu. Bu garip duygularla yol arkadaşlarını uğurlayıp, mahzun
bir şekilde arkalarından el sallarken, Rıfkı amcanın çocukları,
babalarının bu haline doğrusu çok üzülüyorlar.

İkibuçuk ay boyunca hacdan dönen arkadaşlarının yolunu gözlüyor Rıfkı
amca.
Hiç olmazsa onlardan dinleyecek o mübarek yerleri...

Ama Rıfkı amcanın ailesi bir kere daha şaşıracak. Çünkü hacdan dönen
arkadaşlarının soluk aldığı ilk yer Rıfkı amcanın evi. Herkes Rıfkı
amcaya gelip, hürmetle elini öpmek için eğiliyor. Rıfkı amca bile
şaşkın:

-Hayırdır, hacdan dönen sizsiniz. Ben size gelecekken?

-Sen oradaydın. Bizden sonra nasıl gittin? Bizden önce nasıl döndün
Hacı Rıfkı?

-Yanılmış olmayasınız.

-Nasıl yanılırız Hacı Rıfkı, Bize bu yeşil akikleri hediye vermedin
mi?

Rıfkı amcanın buğulu gözleri uzak ufuklara dalıp giderken, hacı
arkadaşları hala, ellerindeki yeşil akikleri Rıfkı amcaya gösterip onu
inandırmaya çalışıyorlardı.
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
kyyyybo4ik2.jpg

YOLCU

Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gitmişti.
Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı
olduğunu gördü.

Fakat evi dikkatle gözden geçirdikteb sonra , yerde bir kilim, duvar
dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve
sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını gördü ve merakla sordu:
"Neden hiç eşyanız yok?" dedi. "Koltuklarınız, kanepeleriniz,
büfeleriniz.... Onlar nerede?"
Bilge, bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sordu gezgin gence;
"Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var, yavrum" dedi.
"Peki, senin eşyaların nerede?"

Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtladı bu soruyu:

"Ama görüyorsunuz.... Ben yolcuyum."

Ünlü bilge, hak verircesine güldü:
"Ben de öyle, yavrum" dedi. "Ben de öyle...."
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
" Eski zamanlarin birinde bir adam hayatin anlaminin ne olduguna takmis kafayi.. Buldugu hicbir cevap ona yeterli gelmemis ve baskalarina sormaya karar vermis.. Ama aldigi cevaplarda ona yetmemis.Fakat mutlaka bir cevabi olmali diyormus..Ve dolasip herkese bunu sormaya karar vermis.. Koy,kasaba,ülke dolasmis bu arada zamanda durmuyor tabiki .... Tam umudunu yitirmisken bir köyde konustugu insanlar ona -Su karsi ki daglari görüyormusun,orada yasli bir bilge yasar! istersen ona git belki o sana aradigin cevabi verebilir. " demisler. Çok zorlu bir yolculuk sonunda Bilgenin yasadigi eve ulasmis adam. Kapidan içeri girmis ve bilgeye Hayatin anlaminin ne oldugunu somus ... Bilge sana bunun cevabini söylerim ama önce bir sinavdan geçmen gerekiyor demis .... Adam kabul etmis.. Bilge bir cay kasigi vermis adamin eline ve içinede silme bir sekilde zeytinyag doldurmus. Simdi cik ve bahcede bir tur at tekrar buraya gel ... Yalniz dikkat et kasiktaki zeytinyag eksilmesin eger bir damla eksilirse kaybedersin.. Adam gözü çay kasiginda bahceyi turlayip gelmis.Bilge bakmis evet demis kasikta yag eksilmemis,peki bahce nasildi? Adam saskin..Ama demis ben kasiktan baska bir yere bakmadim ki... Simdi tekrar bahceyi dolasiyorsun kasik yine elinde olacak ama bahceyi inceleyip gel, demis Bilge... Adam tekrar bahceye cikmis gördügü güzellikler büyülemis muhtesem bir bahçedeymis çünkü .... Geri geldiginde bilge, adama bahce nasildi diye sormus .... Adam gördügü güzellikler karsisinda büyülendigini anlatmis.. Bilge gülümsemis, ama kasikta hic yag kalmamis demis ve eklemis : "Hayat senin bakisinla anlam kazanir ya sadece bir noktayi görürsün hayatin akip gider sen farkina varmazsin.. Yada görebilecegin tüm güzelliklerin tam ortasinda hayati yasarsin akip giden zamanin anlam kazanir ... " "Hayatinin anlami senin bakislarinda gizlidir"
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
SULTANIN EŞLERİ..
Bir zamanlar büyük ve güçlü bir sultan varmış, muktedir sultanın dört eşi varmış. Sultan en çok dördüncü eşini sever, ona özen gösterir, bir dediğini iki etmezmiş.
Bu en çok sevdiği eşi günün her saatinde yanında, gözünün önündeymiş, sultan ondan ayrılmayı aklının ucundan geçirmezmiş. Yüreği ve merhameti geniş olan sultan, üçüncü eşini de severmiş. Ancak nedense bu eşinin günün birinde kendisini terk edebileceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır, üzerine titrermiş. Öyle de olsa, ona sahip olduğu için gurur duyar, başkalarına tanıtmaktan özel bir zevk alırmış.
Her sözü ferman olan sultanın ikinci eşine olan sevgisi ve ilgisi de az değilmiş. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi, ne zaman bir derdi olsa daima yanında olur, ona destek verirmiş. Birinci ve ikinci eşinin kendilerine özgü özellikleri var; ama sultan en çok kendini üçüncü eşinin yanında huzurlu ve güvende hissedermiş.
Sarayın kraliçesi, hanım sultan olan kudretli hükümdarın birinci eşiymiş. Onu en çok seven, karşılık beklemeden sadakat gösteren, sağlığına ve hükümranlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen sultan, birinci eşiyle pek ilgilenmezmiş. Farkında olup olmadığı bile kuşkuluymuş. Oysa o da hep yanında dolaşır, gölgesi gibi bir an olsun sultanı yalnız bırakmazmış.
Her ölümlü (fani) gibi sultanın da bir gün vadesi dolmuş, artık dünyada yiyeceği lokma, alıp vereceği nefes kalmamış. Ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Kesin olarak öleceğini anlamış. Öldükten sonra yapayalnız kalmaktan çok korktuğu için, eşlerinden hangisinin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş.
En çok sevdiği dördüncü eşine, ölüm yolculuğunda kendine eşlik edip etmeyeceğini sormuş. Aldığı cevap kalbine bıçak gibi saplanmış. Herkesten çok sevdiği, üzerinde titrediği eşi kısa ve net olarak, "Hükümdarım, mümkün değil." diye cevap vermiş. Üzülmüş, sarsılmış ama yine de ümidini yitirmeden üçüncü eşine sormuş: "Hayatım boyunca seni sevdim, sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin?" Üçüncü eşi de, hiç tereddüt etmeden, "Hayır, hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim." diye cevaplamış. Sultan adeta yıkılmış, ölüm acısı gibi bir acının ta kalbine saplandığını hissetmiş. Çarnaçar ikinci eşine dönmüş ve, "Her zaman yanımda oldun, beni hiç yalnız bırakmadın, ne zaman yardım istesem elini uzattın, kendimi senin yanında hep güvende hissettim, ölüyorum. Tek başıma bu yolculuğa çıkmak istemiyorum, bana eşlik eder misin?" İkinci eşinden de şu cevabı almış: "İsterdim; ama bu konuda sana yardımcı olamam. Senin için yapabileceğim tek şey, sana mezara kadar eşlik etmektir. Senin için yas tutacağımdan da emin olabilirsin; ama elimden başka şey gelmez!"
İlk üç eşine karşı hayatı boyunca cömert davranan, sevgisini, ilgisini hiç eksik etmeyen sultanın durumunu, uğradığı derin hayal kırıklığını tahmin edebiliriz. Aklına birinci eşi gelmiş; ama ona sormamış. Hem üç eşinden aldığı olumsuz cevaplardan hem de zaten ömrü boyunca ona gerektiği, hak ettiği ilgiyi göstermediğinden ona sormaya cesaret edememiş. Ama birinci eşi her şeyin farkında, ilk üç eşten aldığı cevapları duymuş. Yatağının ucuna ilişmiş, büyük bir sevgi ve metanetle, "Sultanım, ben yanındayım, nereye gidersen git seninle olurum, seni takip ederim." demiş. Sultan, çok şaşırmış, üzülmüş, içini derin bir pişmanlık duygusu kaplamış. Yakınarak ve utanarak: "Keşke bir şansım daha olsaydı, sana hakkını verirdim." demiş.
Gerçek hayatta hepimiz dört eşi olan bir sultanız: Dördüncü eşimiz bedenimizdir; güzel görünmesi için ne kadar zaman, kaynak ve çaba harcarsak harcayalım öldüğümüzde bizi terk edecektir. Üçüncü eşimiz sahip olduğumuz servetimiz ve statümüzdür. Ölür ölmez başkalarının eline geçer. İkinci eş ailemiz ve dostlarımızdır. Tüm sorunlarımızı onlarla paylaşırız, ölünce bizim için gözyaşı dökerler; ama bizimle ahirete gelmezler. Birinci eşimiz ise ruhumuzdur. Kıssadaki sultan gibi gafillerden isek onu ömrümüz boyunca ihmal ederiz.
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Bir Annenin Kızına Nasihatları

Kızım.

Akrabalarından, dost veya arkadaşlarından her kim olursa olsun, ona karşı kocanı övme. Sakın onu şikayet de etme. Aile içinde kalması gereken mahrem veya bildik şeyler de olsa anlatma.

Derler ki, “Söyleme sırrını dostuna, dostunun da dostu vardır o da gider söyler dostuna.” Bir ağızdan çıkan söz, sır olmaktan çıkar. Sırrın ucunu ele veren arkasını getiremez. İlla biriyle paylaşman gerekiyorsa bir günlük tut. Mümkünse onlarında bu tür sana anlatacaklarına fırsat verme. Bu tür söylenen veya anlatılanlar fitneye, dedikodulara ve ailelerin yıkılmasına fırsat ve zemin hazırlar. Her ne kadar sıkılır veya daralsan dahi; anne ve babana bile anlatma. Çözemediklerini akıllı ve kendinden emin olduklarınla istişare ederek çözmeye çalış.

Aile hayatının karşılıklı sevgi, saygı ve merhametle yürütülmesi temel ilkedir. Dinimiz aile reisliği vazifesini erkeğe vermiştir. Erkek ise; fizik gücüne, kuvvetine sahip, cesur ve mücadelecidir. Fizyolojik bakımdan daha zayıf olan kadınları kavvâm; gözetip kollayıcıdırlar. Ailenin dış düşmanlardan korunması, geçim ve ekonomik giderlerin temini öncelikli olarak erkeğe ait olduğundan mallarından bol bol harcamaktadırlar. Kadının; erkekte bulunmayan anneliğin verdiği yüce bir görev olan çocuğun doğumu ve bakımı ile öncelikli olarak; çocukların terbiye edilerek yetiştirilmesi, yuvada huzur ve sükûnun temininde duygusal gayret, aileye içten bağlılık gibi daha birçok üstünlükleri bulunmaktadır.

Eşinin eve geleceği saati iyi belle. Mümkün mertebe onu kapıda karşılamaya çalış. Kapıda karşılaman onu; ziyadesiyle memnun edecektir. Adamı sakın kapıda bekletme. İçeri girere girmez elindeki eşyaları al. Velev ki; sıkıntı ve moralsiz olsan bile; yumuşak ve tatlı konuş. Söylemen gerekenleri kocana söyle. Anlayamadıklarını ve meselelerini konuşma yoluyla hallet. Konuşma mesellerin yüzde doksan dokuzunu çözer. Konuşurken onun konuşmalarını kesme. Bazı konularda farklı düşünüyor olabilirsiniz. Farklı bile düşünseniz uzlaşmayı tercih et. İçinden seni seviyorum demekle olmaz. Sevgini ona mutlaka o istediği için değil, kendi tarzınla ona hissettir. Zaman zaman onun penceresinden bakmayı dene. Sizin olmayan hayatlara dalıp hayatınızı karartma. Bakış tarzın en kötü gününde bile olumlu olsun. Göz yaşlarını asla silah olarak kullanama, bu kadının zayıflığını gösterir. Bilirsin ki, evlilikte dürüstlük esastır. Zaman zaman espri yap; iyi bir espri zor günlerinizi kolay atlatmanızı sağlar. İlişkinizi kuvvetlendirmek için elinden geleni en iyi şekilde yap. Evini temiz tut. Çocuklarının yeme içmeleri, sağlıklarıyla dersleriyle yekinen alakalan.

Görevlerini bil ve yaptıklarından dolayı asla şikayet etme. Eşinin gelen eş dost ve akrabalarına güler yüz, tatlı dille hüsnü muamelelerde ve izzeti ikramlarda bulun. Eşin eve geldiğinde sakın üstün pis ve pas içinde yani çamaşır ve bulaşık kokusu olmasın. Evin içindeyken mümkün mertebe mutfakta ve banyoda, bulaşık, çamaşır gibi şeylerle oyalanma. Yapacaklarını ya onun gelmesinden önce yada mümkünü olanları tehir et. Daima yanında olmaya çalış. Hal ve hatırını sor. Onun anlattıklarını dinliyormuş gibi yapma. Onu canı gönülden dinle. Onun derdiyle dertlen, sevincine ortak ol. Sevdiklerini sev, değer verdiklerine değer ver.

Eve getirdiklerini yerinde değerlendir, çöpe atma. Ondan izinsiz oraya buraya dağıtma. Neyi sevip, neyi sevmediğini bil. Bilmiyorsan uygun şekilde sorarak öğren. Sevdiklerini yap, sevmediklerinden kaçınmaya çalış. Canı neyi çekiyorsa, onları getirip ikram et. Bazen elma armut gibi meyveleri dilimleyip bizzat ağzına koy. Çocuklarının yanında onları ona şikayet etme.

Özürlü olmadığın sürece yatarken de abdest al. Okuyacağın şeyleri biliyorsun, bilmediklerin varsa en kısa zamanda öğren. Okuyarak eksik olduğun yönlerini tamamla. Onun sıkıntılı günlerinde sözle, tatlıkla yardımcı ol. Böylesi anlarda zaruri olmayan isteklerini ertele. Yatağı yatacağı zamana doğru hazır et. Yatınca da lambayı hemen söndür. Eşinin yatakta beklemesi onu huzursuz eder. İkide bir hastayım deme. Halinden şikayetçi olma. Sürekli canlı ve dinamik ol. Sabahleyin mutlaka ondan önce kalk.. Namazdan sonra yatmayın. Onu da yatırma. Buna alışın. Özürlü bile olsan abdest al. Özürlü değilsen kuşluk namazını sakın ihmal etme. Her namazın arkında yaptığın dualarına mutlaka kocanı da ekle.

Eşine kahvaltısını erken hazırla. Onun yemesi için sende iştahla ye. Ve yine tatlı sözlerle onu görevine yolla. Eşinin bütün istek ve arzularını ima etmesine gerek kalmadan yerine getir. Onu çok sevip saydığını söyle ve hem uygula. Her fırsatta süslenip öyle çık karşısına. Cuma, bayram, mübarek geceler ve evlilik yıl dönümlerinizde mutlaka özel bir hazırlık yap. Her şeyinle adamın gözünü de gönlünü de doldur.
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Bir Kedi ve Bir Çiçek...

Sabah kalktım. Onu gördüğümde ilk işim mutfağa gidip ona su vermek oldu. Hafiften kanatları solmuştu. Boynunu mahcupça eğmişti anlayacağınız. Sanki ölümü bekler gibiydi. O da biliyordu beni yaşatanlardan birinin de o olduğunu. Diğeri de bir kediydi zaten. Bu iki şeydi beni yaşatan. Evimde bu iki canlı vardı, sadece bunlar nefes alıyordu, bir de ben işte. Kısa bir aradan sonra kendine gelmişti yalı çiçeğim. Ama fazla ömrünün kalmadığını o da biliyordu. Kedim ise çoktan uyanmış ve benim kediyle ilgilenişimi izliyordu. Belki aramızda en sağlamı oydu. Yazdığım bütün kadınları onlarla paylaştım. Üzüntülerimi, sevinçlerimi, kavgalarımı, her şeyimi onlara anlattım. İkisi de beni dinledi. Onları kaybedersem, biliyorum kendimi de kaybedeceğim. Kediyi de doyurdum. Sıra bana gelmişti. İki günlük ekmek ve zeytindi benim kahvaltım. Bu hiç değişmedi son zamanlar. Yine kalemimi ve kâğıdımı aldım elime ve başladım yazmaya. Ne gelirse aklıma yazdım. Geçmişe dair ne varsa yazdım. Ve onlar da beni dinledi. Hiç sıkılmadan dinlediler. Akşam olmuştu ve yine karnımıza bir sancı girmişti. Gidip bir ekmek aldım. Param bu kadarına yetti. Onu da kediyle paylaştım. Tabi çiçeğe de suyunu verdim. Ben yazmaya devam ettim. Onlar uykuya çoktan daldı ve ben de onları bir süre izledim. O kadar masum uyuyorlardı ki, dokunmaya bile kıyamadım. Ama dayanamayıp kedimi okşayıverdim. İçimde bilemediğim çok kötü bir his vardı. Sanki bu uyku onların son uykusu olacaktı. Sabah kalktığımda ikisine kaybedecektim sanki. İçimdeki bu kötü hissi def edemedim. Onun için bu gece uyumamaya karar verdim. Uyumayacaktım. Sabah kalktıklarınların da onlara günaydın demeyi istiyordum. Gece ilerliyordu. Benimde gözlerimin geceyle olan savaşı devam ediyordu. Sanırım ben galip geliyordum. Sabah beşlere yaklaşıyordu zaman. Havada aydınlanmaya başlamıştı. Gözüm hep onlardaydı. Çiçek gayet normal görünüyordu. İçimden derin bir oh çektim. Boşuna sıkılmışım. Çiçeğim solmamıştı. Kedim ise hala uyuyordu. Bir yandan da kedinin nefes alışını seyrediyorum. Ne yapıyım onları çok seviyorum ve onları kaybetmekten çok korkuyorum. İçime gerçekten kötü bir sardı bir anda, saat altı olmuştu kedi kala uyanmamıştı. O güneşin ilk ışıklarıyla beraber uyanıyordu her zaman. Biraz daha bekledim ama hiç sessi çıkmıyordu ve bir anda nefes almadığını fark ettim. Hemen şöyle bir sarstım onu, ama çoktan ölmüş gibiydi. Kucağıma aldım ve belki uyanır ve o güzel mır mır sesini bir daha duyurur diye bekledim biraz. Ama boşuna bekliyordum sanki. Bize çoktan veda etmişti. Tutamadı kendimi. Ağladım. Çok ağladım. Hıçkırıklarımı duyarda belki geri döner diye. Ama dönmedi. Gözyaşlarım tüylerini ıslatmıştı. Silmeye çalıştım. Ağlamaktan yorulmuştum. Ayakta duramıyordum. Ama buna rağmen gittim mezarlığın en güzel yerine gömdüm. Biraz daha ağladım. Artık yalnız kalmıştık çiçek ile. Bir o ve bir ben vardım. Eve gittim ve onu gördüm. Keşke… Keşke… Görmeseydim. Keşke eve gitmeseydim de onun yaşadığını hep bilseydim. Ölmüştü… Boynunu bükmüştü. Kedinin gidişine dayanamamıştı sanki. Yalnız bırakamamıştı sanki onu. Peki, ben bırakabilecek miydim onları. Hiç sanmıyorum. Bende onlarla beraber gidecektim. Öylede oldu. Elime boynu bükük çiçeğimi aldım ve kedimizin yanına gittim. Hazırdım… O san uykuya dalmaya hazırdım ve uyudum…
Ben, bir kedi ve bir çiçek…
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Bebeğimi görebilir miyim?

Bebeğimi görebilir miyim?"
dedi yeni anne...
Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne,
bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtı ve
şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden
doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı. Bebeğin kulakları
yoktu...
Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece
görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.
Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul
dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu...
Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığı idi
Ağlayarak: "Büyük bir çocuk bana ucube dedi..."
Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü.
Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmış olsaydı.
Annesi, her zaman ona "Genç insanların arasına karışmalısın" diyordu,
ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu... Delikanlının babası, aile doktoruyla oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;
- "Hiçbir şey yapılamaz mı?" ]diye sordu.
Doktor : - "Eğer bir çift kulak bulunabilirse,organ nakli yapılabilir"
dedi.
Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya
başlandı.
İki yıl geçti bir gün babası:
- "Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır..."dedi.
Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni
görünümüyle psikolojisi de düzelen genç,okulda ve sosyal hayatında büyük
başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçti, bir gün babasına gidip sordu:
- "Bilmek zorundayım, bana
bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım..."
Bir şey yapabileceğini sanmıyorum" dedi babası,
"Fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil..."
Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı
geldi...
Hayatının en karanlık günlerinden birinde,annesinin cenazesı başında
babasıyla birlikte bekliyordu.Babası yavaşça annesinin başına elini
uzattı; kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu...
- "Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı babası...
- "..ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?"

GERÇEK GÜZELLİK FİZİKSEL GÖRÜNÜŞE BAĞLI DEĞİLDİR, ANCAK KALPTEDİR! GERÇEK MUTLULUK, GÖRDÜĞÜN ŞEYDE
DEĞİL, ASIL GÖRÜNMEYEN YERDEDİR...
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Çok Karanlık

Çok karanlık,çok çok korkunç. Gözlerinin mavisi bile belli değil. Güvenebileceğim kimse yok! Duygular da yok! Nefes de yok! Kapalı kapılar ardına hapsedilmiş düşüncelerle yaşıyorum yada yaşıyoruz yoksa yarışıyor muyuz?El yordamıyla etrafı yokluyorum,ama bulabildiğim tek şey soğuk duvarlar ve soğuk bedenler. Tek gördüğüm ise nefesimin dönüştüğü buhar ve çooook uzaklarda ruhumda yanan ateşin kıvılcımları..
Bana seslendiğini duyuyorum. Sanki çığlık atıyor,bir an önce bu aşk denilen zindandan çıkmak istediğimin farkında. Ölü bedenlere değmeden yürümeye çabalıyorum. Çok iğrenç bir koku var,kararmış ruhların duvarlardan akan şehvet adlı asitle tepkimeye girmesinden ortaya çıkan bu koku midemi bulandırıyor. Giysilerim kirli. Yüzümün halini merak ediyorum. Korkmuş,saç baş dağınık,yorgun. Belki de tüm insanlığı ben temsil ediyorum..
Birkaç adım ötede,onu buluyorum,gözleri fosforluymuş gibi mavi mavi ışıldıyor. Siyahlıkların krallığında,nefret denilen tahtında oturuyor. Taht gibi görünüyor,sanki çok yüksek. Daha da yaklaşınca kollarının bağlı olduğunu,bırakıp gidemediğini,yapabildiği tek şeyin şarkı söylemek olduğunu anlıyorum.. Yavaşça çözüyorum ipleri,onu tutup kaldırıyorum. Çaresiz bedeni bana dayanmasa yıkılıp kalacak. Hafif uzun dalgalı sacları ıslanmış,alnına yapışmış. Zorlukla nefes alıyor. Bir an gözlerini kaldırıp bana bakıyor,”Neden?” diyor. Aslında haklı,kendimi kurtaramazken neden tanımadığım,güçsüz bir adama yardım ediyorum? “Sadece yalnız kalma korkusundan” diyorum. Derin bir nefes alıyor,hiç
bir şey demiyor. Ölüp gidecek,korkuyorum....
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Padişah, bir gece rüyasında tüm dişlerinin döküldüğünü, yemek bile yiyemez hale geldiğini görür. Sıkıntı içinde uyanır.

Vezirini çağırıp sarayın rüya tabircisinin hemen huzuruna getirilmesini buyurur. Uyku sersemi tabircibaşı yanına gelince, padişah düşünü anlatıp sorar:
"Tabircibaşı, bu rüya hayır mıdır, şer midir? Neye işarettir, hele bir söyle."

Tabircibaşı biraz düşünür; sonra utana sıkıla:

"Şerdir, Padişahım" der.

"Uzun yaşayacaksınız; ama ne yazık ki, tüm yakınlarınızın gözlerinizin önünde birer birer ölüp sizi yapayalnız bıraktıklarını göreceksiniz."

Bir an sessizlik olur; ardından padişah kükrer:

"Tez atın şunu zindana, felaket habercisi olmak neymiş öğrensin!"

Tabircibaşı, yaka paça götürülüp zindana atılır. Padişah bir başka tabircinin bulunmasını emreder. Huzura getirilen ikinci tabirciye de rüyasını anlatıp sorar:

"Hayır mıdır, şer midir?" der.

İkinci tabirci de önce biraz düşünür; ama sonra yüzü aydınlanır:

"Hayırdır, Padişahım!" der. "Bu rüya, tüm yakınlarınızdan daha uzun yaşayacağınızı gösterir. Daha nice seneler boyu ülkenizi yönetebileceksiniz."

Padişah, ağzı kulaklarında buyurur: "Bu tabirciye iki kese altın verin!"

Başından sonuna durumu izleyenler, tabirciye sorar:

"Aslında sen de tabircibaşı da aynı şeyi söylediniz. Neden onu cezalandırdı da seni ödüllendirdi?"

Tabirci güler:

Elbette aynı şeyi söyledik; ama önemli olan, kimilerine NE söylediğin değil, NASIL söylediğindir
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Umudun Rüyası

Her bahar nasırlı ellerin toprağa attığı tohumlar, yeniden yeşerme sürecine dönüşünce, doğa yeniden dirilir. Bir serin şebnem, güneşin de etkisiyle kendini yeniden doğurur. Derin uykusundan uyanır doğa. Umutsuzluğu ortadan kaldırarak aydınlığını, güneşe yönelen gülüşlerini evrene saçar. Yüksek dağlardan süzülerek gelen cemre damlaları gibi, mehtabın ışınlarıyla çocuklara sevgiyi, sevinci, coşkuyu, muştuyu getirir. Çocuklar her sabah yeni bir müjdenin aydınlığına açar gözlerini. Çocuklar için her yeni gün vazgeçilmez bir muştu taşır. Muştusuz yaşayamaz çocuklar. Çünkü, muştu demek umut demektir, umudun diğer adı da muştudur. Umut en umutsuz gecelerde bile öten bir kuştur. Umut vazgeçilmez gıdadır, yaşam için gerekli olan havadır, sudur belki ama çocuk yüreği için elzem olan, umuttur. Muştudur, yarınlara çekilen özlemdir. Umutsuz kalmak karanlıkta kalmak demektir, dayanılmaz zifiri bir hayat yaşamaya benzer.

Kimsesiz bir çocuk, sokak ortasında, sıcak bir somuna uzanır gibi, umuda, bir yudum sevgiye, şefkate uzanır. Ama bulamaz ürkektir, tedirgindir, çünkü kim bilir kaçıncı kez tekmelenmiştir o körpe yüreği, bir sevgi yerine kaç kez azarlanmayı, ihaneti görmüştür. Çünkü yılanlar, çıyanlar sarmıştır dört tarafı.

Hayat ne dedesinin anlattığı kadar güzel, ne de insanlar düşündüğü kadar iyiydi. Yalnız başına yaşamak için verilen mücadele yorucu ve zor bir yarış gibiydi. Hem de hiç tecrübesi olmadan başlamak zorundaydı bu yarışa. Hayat hiç de kolay değildi. Artık kararlarını yalnız başına verebilecek biri olmak zorundaydı. Hayatını yönlendirebilecek biri. Çocuk da olsa sorumluluklarını yüklenebilecek biri olmalıydı. Unutmamalıydı bir de annesinin olduğunu. İki gözü iki çeşme, her gün dövülen, sövülen, hor görülen ama çaresiz, tüm bunlara katlanmak zorunda kalan ve seninle gurur duymasını isteyen bir oğul olmalısın. Bu yüzden bundan sonra ne yapacağına karar vermen ve ona göre davranman lazım. Şartlar ne kadar ağır, acımasız olursa olsun hem çalışıp hem okuması lazımdı.

Suçlu kendisi mi, kaderi mi, tanrısı mı, onu doğuran mı, bilemez. Çocuk aklı ermez bunları yanıtlamaya. Ama insanlara duyduğu güveni sarsılmıştır. Oysa dedesinden hep insanı, emeği, dostluğu, iyiliği, merhameti, doğruluğu, dürüstlüğü, temizliği, ahlakı ve adil olmayı öğrenmişti. Dedesinden öğrendikleriyle yaşamın gerçekleri birbirine zıt düşüyordu. Ve asıl gerçek olan çok katı ve acımasızdı. Kapı kapı iş aramış ama kimse yardım etmemişti. Dünyada yapayalnız kaldığını hissediyordu. Hepsi de birbirinden beterdi insanların, kimse kimseye acımıyordu, bölüşmüyordu yasını, güveni kalmamıştı kimselere. Sığınacağı bir yuva, elini uzatacak bir dost, ona insan gibi davranacak bir aile bulmaktan ümidini kesmişti. Ölmek istiyordu ama gerçekte yaşıyordu ve kimsesizdi. Umut’un durumuna en çok öğretmeni üzülmüştü, isyanını ve üzüntüsünü şu sözlerle belirtiyordu.

‘’Bir ülke eğer yetimlerini hakça ve eşitçe kucaklamıyorsa, onlara analık babalık edemiyorsa, Umut’ların umutlarını karartıyorsa, efendi olacakları köleleştiriyorsa yere batsın. Kalem ve hokkaya ant içerek salt cebini düşünüp vicdanının sesini duymayanlara lanet olsun’’.

Dünyada kimsesiz yapayalnız kalmış, her şeyi yıkılmıştı. Dedesinin yanındaki güven, neşe ve sevgi dolu yılları bir yaz yağmuru gibi gelip geçivermişti. Yinede zeki bir çocuk olarak hayallere sığınarak kimsesizliğine tahammül etmeye, yaşamın acı gerçeklerine karşı durmaya, dayanmaya, direnmeye çabalıyordu. Hayaller yalancıdır belki, ama kimsesiz bir çocuk ancak soluğunda bir tutam fesleğene eklediği an’larla yaşayabilir. Çünkü durduğu yerde yaşayan tek canlı türüdür fesleğen. Adı Umut’tu temiz, masum, olağanüstü duygulu ve çok güzel bir çocuktu. Gözleri pırıl pırıl zekice ışıldardı. Sevimli tatlı sözleri, güzel gözleri vardı. Mutluydu çünkü umutluydu. Yarınlara umutla bakıyordu. Her akşam sevgiyle döndüğü bir evi, çok sevdiği annesi babası vardı. Sevgiyle okşadığı kuzuları vardı.

Henüz ilkokul ikinci sınıfta iken Babasını bir trafik kazasında kaybedince annesi de geçim zorluğuna dayanamayarak evlenip gitmişti. Evlendiği adam Umut’u istemeyince Umut da İstanbul’da bir gecekonduda oturan dedesinin yanına gelip sığınmıştı. Umut dedesinin umudu, yaşama sevinci, dayanağı olmuştu. Dedesi de umut için her şeydi. Anne – baba, dost, kardeş, arkadaş. Hayatta tutunacak tek dalıydı.

Dedesinin ölümü üzerine hayatta yapayalnız kalmıştı. Gülen gözleri hüzünle dolmuş, tatlı sözleri acıya dönmüş, yüzü asılmış, neşesini, yaşama sevincini tümden yitirmişti. Hayatında tek sevdiği sığındığı, canını istese vereceği, varlığıyla teselli bulduğu, hayatta tek dayanağı, umudu dedesi de onu bu dünyada yalnız başına bırakıp gitmişti.

Henüz daha babasının acısını taze bir yara gibi yüreğinde taşırken, arkasından ikinci büyük darbe de dedesinin ölümüyle gelmişti. Hem de yıllar sonra. Yıkık gönlünün tek tesellisi umudunun, sevgisinin tek odağı, gözünün bebeği dedesi amansız bir hastalığa yenik düşmüştü. Oysa Erzincan’dan İstanbul’a ne ümitlerle, ne hayallerle gelmişti ancak hayatın kötü oyunu burada da peşini bırakmamıştı…

Bundan sonra ne yapacaktı Umut, kime naz edecekti, üşüdüğünde kimin kucağına sığınacaktı, “dedeciğim” diye kime sarılacaktı. Oysa bir çocuk kimsesiz ve sevgisiz kalmışsa, nefessiz kalmıştır. Bilin ki boğulmaktadır. Ve kimsesizlik ateşi yüreğini yakıp kavururken, kanamaktadır. Her yerde bir serinlik, güveneceği bir insan kokusu aramaktadır, şifa ummaktadır; ama kaderin kovaladığı insanın ocağı tütmez. Başını sokacağı, yüreğini ısıtacağı bir yeri olmaz. Bazen kendini öylesine çaresiz hissediyordu ki omzuna yaslanıp sıcaklığını duyacağı, bazen de rahatlayıncaya kadar sarılıp gözyaşı dökebileceği bir insan arıyordu…

Her işe çıkışta ya da okula gidip gelişte, içten içe bağ kurduğu ve dedesinin de çok sevdiği asırlık çınarın altında nefeslenir, dinlenir, sonra yoluna devam ederdi. İçi burkulunca iyice mahzunlaşır, bir yolunu bulur çınarına koşar, gökyüzüne uzanan nasır gövdeli iri yapraklı çınarla konuşur dostluğuna sığınırdı. Hafif esen rüzgarın salladığı yaprak sesleri arasından kulağına çıngırak sesleri gelirdi. Bu ses alır götürürdü onu köyünün bahçelerine, kırlarına, sularına, hayvanlarla olan dostluğuna…

Bahar gelmişti. Her yer yeşillikler içindeydi. Daha öncede dedesiyle geldiği bu yerlere acıyla bakıyordu. Uzaklarda deniz köpük köpük dalgalanıyordu. Ağaçların dalları ve yaprakları çimenler üzerinde koyu gölgeler oluşturuyordu. Ufukları seyrederken dedesini düşünüyordu, yoksul dedesini ve inanmak istemiyordu kendisini yapayalnız koyup gittiğine. Küme küme olup kızıllığa bürünen bulutların üzerinde güneş ağlıyor gibiydi...
Ölmeden önce dedesinin neden ona yaşlı gözlerle sıkı sıkı sarılıp derin derin ah çektiğini şimdi daha iyi anlıyordu. En son okuldan gelip gülümseyerek dedesinin boynuna sarılıp öptüğünde, yaşlı dedesinin nefes almakta zorlandığını görmüştü. Öleceğini biliyordu yaşlı adam ama bunu Umut’a anlatmaya, açıklamaya nasıl başlayacağına karar verememişti. Onu üzmeden anlatmak kolay olmayacaktı. Şimdi her zamankinden daha çok çaresiz, dayanaksız hissediyordu kendini yaşlı adam. Yutkunup boğazını temizlerken boğazı düğümlenmiş, dudakları titremeye başlamış ve gözlerinde iki damla yaş süzülmüştü. Ellerini Umut’a uzatıp ona sevgi ve şefkatle sarılmıştı gücünün yettiğince...

Bir taşın üstüne oturup yoldan gelip geçenleri seyre koyuldu. ‘’Bütün çocuklar evine dönüyor’’ diye düşündü. Sıcak bir yuvanın özlemi vardı gözlerinde; içinde anne, baba, dede kardeş kokusu bulunan. Dipsiz bir kuyu gibi gittikçe derinleşen yalnızlık duygusu ve kimsesizlik korkusu o çocuk yüreğinde onarılmaz yaralar açıyordu.

Her akşam buğulu çocuk gözlerine bin bir acı dolar, kimsesiz gecekondusunda yorganı başına çeker, dedesinin elbiselerine sarılıp, gece boyu korkuyla ürpererek gözlerindeki yaşlarla öylece uykuya dalmaya çalışırdı. Çoğu geceleri zaten kabusla geçiyordu. Oysa güzel rüyalarla uyanmalıydı bir çocuk, apaydın sabahlara. Bir yağmur altında ıslanan tohumların renk renk filizlerinde yaşamalıydı, dolu dizgin umutlar fışkırmalıydı tomurlarından. Koklandıkça açıveren. Açıverdikçe etrafına neşe ve sevgi saçan. Acaba diyordu peşinden koştukça kaçırdığı, kovaladıkça ardından yetişemediği, sıcak bir sevgiye hasret, tek başına dünyayı omzunda taşımak zorunda kalmış kendisi gibi kaç çaresiz çocuk vardı dünyada. Korumasız ve yalnız...

Dedesinin ölürken kendisine bıraktığı paraya dokunmak gelmiyordu içinden, çünkü onunla dedesine yakışan bir mezar yaptırmayı düşünüyordu.
Her sabah erkenden kalkar fırına koşar, fırıncıdan aldığı simitleri sokak sokak dolaşıp satarak, sonra da okulunun yolunu tutardı. Okul dönüşü de bazen manavdan aldığı limon ya da portakalları satar, bazen de küçük bir aşevinin mutfağında bulaşık yıkayıp kazandığı üç beş kuruşla geçimini sağlamaya çalışırdı. Bütün hayali; çalışıp okuyup, başarmak, güçlü bir insan olmak ve annesini o insafsız üvey babasının elinden kurtarmaktı… Ama kimsesiz, küçük yavru bir kuş gibiydi Umut. Konacak dal arıyordu, oysa konacağı her dalın altında bir avcı beklemekteydi.

Umut hastaydı ve üç gündü ateşler içindeydi, yatağından kalkamıyordu. Aç yatıyor ve kımıldayacak gücü kalmamıştı.Dışarıdan insan konuşmaları ve çocuk sesleri geliyordu, ancak kendisi evinde yapayalnızdı.
Yavaş yavaş anlamaya başlamıştı yaşadığı yüzyılın acımasızlığını ve ne zaman yalnız kalsa ağlamaya başlardı hemen, yüreğini yakan acısıyla. Her akşam iki gözü iki çeşmeydi zaten, dokunulmayı unuttuğundan beri.
Vakit buldukça dedesinin mezarına topladığı kır çiçeklerini götürüp bırakırdı Umut. O gün de topladığı çiçekleri mezarının üstüne bıraktıktan sonra, çömeldi ellerini açıp dua etmeye başladı. Dua ederken, gözlerinin önünden dedesinin hayali bir film şeridi gibi akıp gidiyordu. Bütün sevgisiyle, içtenliğiyle, şefkatiyle capcanlıydı dedesi.

Neredeyse gerçekmiş gibi duruyordu karşısında. Kimseye anlatamadığı acısını, yalnızlığını, kimsesizliğini dedesine anlatmaya çalışıyordu. Zaten öldüğüne bir türlü inanmak istemiyordu, her an çıkıp gelecekmiş gibi hissediyordu. Yaşananın kötü bir şaka olmasını; dedesinin o sevimli muzipliği ile çıkıp gelmesini ne kadar dilemişti. Yanında ölmüş olmasına rağmen, dedesinin öldüğüne bir türlü inanmıyordu. Beklenmedik bir anda çıkıp gelmesini bekliyordu. Fakat şu toprak altında yatıyordu dedesi. Gerçek buydu, zaten gerçek ile hayal arasında geçip gidiyordu günleri.

Umut dedesine çok alışmış, kimsesizliğini onunla tatmıştı. Şimdi yavrusuz bir koyun, anasız bir kuzu gibi kimsesizdi. Umut eşilen bir çukura bir insanın nasıl atıldığını, bir tohum yada fide eker gibi oraya nasıl ekilip, üstünün toprakla örtüldüğünü rüya görür gibi seyretmişti. Herkes gibi o da dönmüştü. Son bir defa başını kaldırıp üstündeki selvilere bakmıştı. Orada artık dedesi de yapayalnız ve kimsesizdi.

Öğle güneşi selvi ağaçlarının arasında sızıp dedesinin mezarına vuruyordu. Rüzgar mezarın üstündeki çiçekleri sağa sola devirirken, bir uğultu ağaçların yapraklarından ıslık sesleri çıkararak ortalığı çınlatıyordu. Rüzgarın sesine, kuşların cıvıltıları renk renk kelebeklerin uçuşları da katılmıştı.
Gün sanki onun üşüdüğü için ısınmıştı ama eksik olan bir şeyler vardı hayatında. Gözlerini kapatıp hayallere daldı. Güzel şeydi hayal!. Hayata tat veriyor, avutuyordu.. Ama, onun ardındaki acı gerçek ortaya çıkınca daha bir başka yıkılıyordu insan. Uyumak istedi, dedesinin mezarına sarılıp.Tam uykuya dalacaktı ki gökyüzünde yol alan göçmen bir kuş sürüsü gördü. O an kendisi de bir yavru kuş olup uçmak istedi. Yorgundu, uyku gözlerinde akıyordu. İçinde bulunduğu büyülü dünyanın, çiçeklerin, uçuşan kelebeklerin o eşsiz havasının renkleri karşılıyordu gözlerini. Kesin emin değildi güneşin sarı olduğuna da. Sadece varsayımlar üretiyordu hayata dair. Bazen korkuları hayallere dalmasına engel oluyordu ama mahmurlaşan gözleri ağır bir film çekimi gibi birden derin uykulara dalıverdi. Ve o da rüyasında mavi küçük yavru bir kuş olup uçuverdi hayallerine doğru, bin bir yeni umutla. Artık başlamıştı yolculuğa. Sevgiye, şefkate, özgürlüğe uçmak arzusuyla…
Şimdi meydan okumalıydı korkulara kimsesizliğe. Teslim olmamalıydı umutsuzluğa. Büyümeliydi. Yüreğinde özenle biriktirdiği ve sakladığı hüznüyle, kederiyle devam etmeliydi hayata. Gerekirse dişe diş didinerek. Gece tüm yolları örmüştü, buna rağmen uçmalıydı korkmamalıydı; kanatlarını çırparak giz dolu ufuklara süzülmenin ve uçmayı öğrenmenin tam zamanıydı. İleri atıldı küçük yavru kuş, üzülmeye fırsat bulamadan yeryüzünden ayrılışına.

Ve uçtu hayallerine doğru bin bir yeni umutla. Gözyaşları döküldü çiçeklerin taçyapraklarının üstüne, billur damlaları gibi parıldıyordu gözyaşları. Uçmak güzeldi ama yine de garip üzüntüsünü atamamıştı üzerinden. Geri dönse miydi acaba, kendisine küs çiçeklere ‘ merhaba’ dese miydi? Ama hayır geride kalanlar geride bırakılmalıydı. İleriye doğru uçmalıydı, çektiği bu korkunç acılardan sıyrılmalıydı; bir daha yeryüzüne dönmemek pahasına da olsa.

Yükseldi küçük yavru kuş, kurtuldu derin üzüntülerin dipsiz kuyusundan ve yol aldı ufuktaki hedefine doğru, durmadan dinlenmeden, bir kuğu sürüsüyle beraber. Gökyüzünde bakınca denizin mavisini görüyordu artık aşağılarda. Ama kendisi sürünün en gerisinde gidiyordu, gücü tükendi tükenecekti ama pes etmiyordu. Göğün kızıllığını görüyordu, bir iç çekti yavru kuş, boynunu büktü, çünkü burada da yalnız kalmışlığın acısını his ediyordu. Yine de kanat çırpa çırpa yükselmeye başlamıştı. Gitgide yükseliyor, yükseliyor yükseliyordu. Gece oluncaya dek kanat çırptı. Kanatlarını çırpıyordu hala, ama yol alamıyordu artık. İndirdi kanatlarını sonunda, aşağıya doğru süzülmeye başladı. Karanlık çöktüğünde ise gözüne ilişen ilk ağacın dalına bıraktı kendisini. Öyle yorulmuştu ki, yere iner inmez uyandı.
Ne kadar da mutlu olmuştu, rüya olsa bile, bunun hoşnutluğunu tüm benliğiyle hissediyordu ve bu mutluluk hiç bitmesin istiyordu. Rüyasında, güneşe ulaşmayı başarmıştı. Mavi kanatları, minicik ayaklarıyla güneşte gezdiğini gördü. Yine de, rüyada da olsa mutluydu, büyümeyi, öğrenmeyi başarmıştı, gerçek sevincin içindeki hisler olduğunu anlamıştı.

Güneşe baktı Umut, bedeni sımsıcacıktı. Bu, herhalde yüreğinin sıcaklığıydı. Ama nasıl olurdu? Gördüğü sadece bir rüyaydı. Hala uçuyordu sanki, inanmadı, inanmak istemedi umut. Tam düşünceleri değişiyordu ki, başına konan kelebekleri gördü. Müthiş acıktığını hissetti, kalktı acelesi olmayan adımlarla hayaller kurarak evine doğru yürümeye koyuldu; hiç bir şey düşünmeyecek kadar yorgundu. Trafik ışıklarına varmadan boş bulduğu bir anda koşarak caddenin karşı tarafına geçmeye çalıştı.

Tam o anda yolda hızla geçen bir arabanın acı fren sesi sarstı ortalığı. Bir an gözlerini açtı Umut. Göğün kararmakta olduğunu gördü. Boynunu geriye doğru uzattı, gözlerini yumdu tekrar. Hiç bir yanını oynatmıyordu. Şimdi güneş de, ay da, yıldızlar da daha solgundu.
Uçmaya devam ediyordu küçük yavru kuş. Yol arkadaşları gitgide uzaklaşıyordu. Yetişemiyordu. Kanatlarından vurmuştu avcılar…

Uçamayacaktı bir daha, kanatları güneşe değmeyecekti. Ama yine de geçip gidiyordu işte, ince bir nakıştan, kanatları mavi bir ışıktan. Acının, yalnızlığın, kederin uzağından. İçindeki uzaklığı ve zamanı yenerek, sonsuzluğa uzanarak hep aynı yerde buluşacaktı sevdikleriyle…
Şimdi hep yükseklerde uçacaktı umut, kanatları yorgun ve yaralı da olsa. Beyaz beyaz bulutlara dökerek içini. Uçacaktı sonsuzluğa doğru…


Sahi kaç yaşındaydı umut
Gökyüzü kaç yaşında
Toprak kaç yaşında
Özlemi kaç yaşında
Ya gözlerindeki parıltılar
Yüreğindeki çırpınışlar
Sahi umut kaç yaşındaydı
Yaşam kaç yaşındaydı
Ölüm kaç yaşında
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Bir Hasret Mektubu

Bilirim ki aşkın bahçesinden bir gül koklayan, şeyda bülbül olurmuş. Bilirim ki aşkın pınarından bir damla içen, ömrünce sarhoş gezermiş. Bilirim ki kavuşmak olmasa sevdalılar, ağlayı ağlayı kör olurmuş.

Biliyor musun, iki gözüm; bugün ayın kaçı? Hangi mevsimdeyiz? Bahar mı, kış mı, sonbahar mı, yaz mı; inan farkında değilim. Sıla ne yana düşer, gurbet ne yanda? Nerdeyim, nasılım? Bilmiyorum.

Derdim, kederim ne ? Biliyor musun yanıtını?... Neşemi, sevimcimi, yaşama gücümü yitirdim. O coşkulu, mutlu, umutlu günlerimi ne de çok özlüyorum. Öylesine bir özlem ki bu; ne sen sor, ne ben söyleyeyim. Sevdiklerim, özlediklerim ve bana dost olanların her biri başka bir yerde; hiç birine kavuşamıyorum.

Dalları fırtınada kopmuş bir ağaç gibiyiz iki gözüm. Her dalımız bir sınır boyunda, her yaprağımız bir ülkeye savrulmuş. Bir yanımız vizeli, bir yanımız kaçak. Çocukluğumu, ilk gençliğimi, geçmişimi, memleketimi velhasıl eskiye ait herşeyimi nasıl özlüyorum biliyor musun? Özümü özlüyorum, özümü.....Kendim olabilmeyi, sözümde durmak için verdiğim çabayı, kendime dürüst olmak için kendimle olan mücadelemi, özümle barışık yaşamayı özlüyorum. En iyi sen bilirsin, bir huyumu terk etmek için sarf ettiğim gayreti. Doğaya, insanlara, hayvanlara, çocuklara olan sevgimi, tutkumu ve yüreğimdeki ateşi, dimağımdaki tadı da en iyi sen bilirsin.

Zaman geçiyor, hayat geçiyor, ömrümde akşam çanları çalmaya başladı bile. İnsanın mutlulukları, heyecanları, hayatı, yaşadıkları geride kalıyor iki gözüm. Bizim gibileri yıllar geçtikçe daha bir duygusallaşıyor. Toplumların gittikçe bencilleştiği, duyarsızlaştığı dünyamızda olup bitenler beni hüzünlendiriyor. Acaba bu durumun bilincinde ve farkında olan çevremizde kaç insan var ? Binbir düşünce üşüşüyor beynime. Anılarla, özlemlerle boğuşmak beni yıpratıyor. İç acısıyla dolu, yaralı, bin yerinden vurgun yemiş bir gönülle acılara karşı umarsız olmaya çalışıyorum ama olmuyor. Belki bir gün son bulacak ufuklarda solar hüznümüz. Hala bir şeyler bekleyerek bulutsu bir sise gömülüyor her şey.

Şimdi ise, gülmek-ağlamak arası monoton bir hayatın girdabında kaldım. Üzerime ölü toprağı serpilmiş gibi. Silkinip çıkamıyorum. Gün ışığına, suya hasret bitkiler gibi tatsız ve tuzsuzum. İşte şimdi böyle bir insan oldum iki gözüm. Gayesiz ve huysuz . Evden sokağa her çıkışımda, penceremden dışarı her bakışımda, karabasan gibi çöken sis ve karanlık dokunuyor bana. Oysa ışık umut, umutsa hayat demektir. Ben mi o ışığı yitirdim, yoksa o ışık mı beni; bilmiyorum.

Nedense hep geçmişe bir özlem duygusu büyüyor içimde... İşte böyle iki gözüm. Hangi gündeyiz? Bugün ayın kaçı? Hangi mevsimdeyiz ? Bilmiyorum. Bilsem de, benim için artık hiç bir önemi yok..........

Uzun yıllar önce sevdamı yüreğime yükleyip geldiğim bu yabancı ülkede, koynunda volkanları taşıyan bir dağ gibi sustum. Suskunluğumu delicesine haykırmak isterken, içime ağuları akıttım ve öylece sustum. Kara bir diken gibi yuttum ve içime yığılıp öğlece kalakaldım. İçimdeki yangını, yüreğimdeki yarayı, gözlerimdeki damlayı sorma. Hasretlere dayayıp başımı, hüzünle geçip giden günlere, gecelere döndüm sırtımı iki gözüm. Yorgun, yetim ve yaralı. Gönlümün duvarına kocaman bir sevda resmi çizdim, bir de ateş yaktım ocağıma dağ gibi.Ki, okyanuslar söndüremez.

İnsanlar, var olalı beri kabullenmiş sevdayı. Herkes kendi sevdasının Mecnunu; kendi hasretinin delisi olmuş. Kendi hikayesini, kendi sevdasını en büyük sanmış ve saymış; büyütmüş yüreğinde dağ dağ. Sabır sabır beyninin gergefine işlemiş. Benim sevdam da benim için dünyanın en büyük, en kutsal sevdası....

Ben ki, sevdanın çöllerinde ayrılıkların en büyük hasretini çektim Leyla ‘mın. Ferhat oldum dağları deldim. Kerem oldum yaktım kendimi. Pir Sultan oldum asıldım, Nesimi oldum yüzüldüm. Kavuşmak için gönlümü yollara düşürdüm. Horlandım, ezildim, hakaretlere, işkencelere maruz kaldım.

Yüreğimdeki yangını, gözlerimdeki hicranı sorma iki gözüm. Acılarımı kimsesizliğime yükleyip, uzayıp giden yollara düştüm. Yorgun, yetim ve yaralı. Aşık oldum, yaktım kendimi. İçimde bin yangınla çıktım yola. Sevgilime şiirler yazmak, şarkılar bestelemek, türküler yakmak en büyük ibadetimdi. Kavuşmak ise en inanılmaz hayalim.

Bilirim ki aşkın bahçesinden bir gül koklayan, şeyda bülbül olurmuş. Bilirim ki aşkın pınarından bir damla içen, ömrünce sarhoş gezermiş. Bilirim ki kavuşmak olmasa sevdalılar, ağlayı ağlayı kör olurmuş.

Aşk olmasa iki gözüm, içimde biriktirdiğim bu yangın olmasa, dolmasa iliklerime aşkın hasreti, bu yangın yüreğimi sarmasa, avuçlarımı yakmasa bu ateş, akar mı damarlarımdaki kan! Bir gün kavuşmak hayali olmasa, nasıl dayanılır bu yaşama, bu kimsesizliğe, bu gurbete, bu hasrete iki gözüm, nasıl?

sorma
ben kimim, adım ne, nereden geldim
kim açtı bu kahrolası çukuru yüreğimde
kimi sevdim, kime özlemim
kaç yıl sevda doldu iliklerime
kaç yıl eksildim.

tut ki, bir pınarım suyu kesik
akamadım nazlı nehirlere tut ki
susturulmuş binlerce türkü
bastırılmış binlerce acıyım
baştanbaşa aşk ve ateş

tut ki, incinmiş bir gülüşüm
gecikmiş bir düş
bir ateşin çemberinde
yarım kalmış sevinçler kanayan

tut ki, kar altında sevincim
bütün mevsimlere küsmüşüm

kanadı kırık bir serçeyim tut ki
dağlarda koparılmış kınalı bir çiçek

ateşin zulmünü gördüm
suyun ihanetini
baştanbaşa aşk
baştanbaşa hasret
susturulmuş
milyonlarca türküyüm

bir sarı çiçek
bir sarmaşık belki
çözer dilini yüreğimin

ihanetlerin kilitlediği
 

gülce

Paylaşımcı
Katılım
29 Kas 2006
Mesajlar
134
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
50
sedef çiçeği çok güzel nerde şimdi böyle özverili sevdalar?
 
Üst