Üsve-i Hasene En Güzel İnsan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ -devamı-07/12/2009 pazartesi

Hz. Hasan'ın sorusu üzerine Peygamberimiz'in üvey oğlu Hind bin Ebi Hâle -radıyallâhu anh- de Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-'i şöyle anlatır:

"Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bakmak istediği tarafa bütün vücûduyla dönerdi. Etrafına gelişigüzel bakınmazdı.

Daha çok önüne bakardı. Bakışı tefekkür ve ibret içindi . Ashâbıyla birlikte yürürken onları öne geçirir, kendisi arkada yürürdü.

Birisiyle karşılaştığı zaman, önce kendisi selâm verirdi. Resûlullâh -aleyhisselâm- sürekli olarak hüzünlü, daima düşünceli idi. Lüzumsuz yere konuşmazdı. Sükûtu uzundu.

Sözünü başından sonuna kadar açık, anlaşılır ve düzgün bir şekilde söylerdi. Konuşurken kısa ve özlü kelimelerle konuşurdu. Sözü ne fazla, ne de eksik sarfederdi.

Sözü, kimsenin gönlünü incitmeyecek ve kimseyi küçük düşürmeyecek şekilde, gâyet yumuşak ve anlaşılır idi. En küçük nimete bile saygı gösterir, hiçbir nimeti hor görmezdi.

Sırf kendi zevki için bir şeyi övmez ve yermezdi. Dünya ve dünya işleri için kızmazdı; fakat bir hak çiğnenmek istendiği zaman, o hak yerini buluncaya kadar hiçbir şey kızgınlığını gideremezdi. Şahsî bir sebeple asla kızmaz, dâimâ affederdi...

Kızgınlığı çabuk geçer, üstelik kızdığını belli etmezdi. Neşelendiği ve ferahladığı zaman gözlerini yumardı. Gülmesi çoğunlukla tebessüm şeklindeydi.

Gülümserken ağzındaki dişleri inci tâneleri gibi görünürdü." (İbn-i Sa'd, I, 422-423) Resûl-i Muhterem Efendimiz, insanların en nâziği, en iyi huylusu ve en mütebessimi idi. (İbn-i Sa'd, I, 365)
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ -devamı-07/12/2009 pazartesi

Hâkânî Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in tebessüm hâricinde gülmediğini şöyle dile getirir:

İbn-i Abbâs der ol hâs-ı Hudâ

Gülmeye eyler idi istihyâ

Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, kendisine peygamberlik gelmeden önce de kavmi arasında ahlâkının güzelliği ile övülür ve parmakla gösterilirdi.

Bu hakîkati, kaynaklarımız şöyle dile getirir:

"Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- nübüvvetten önce de mertlik ve insanlık yönünden kavminin en üstünü, ahlâkça en güzeli, soy itibariyle en şereflisi, komşuluk hakkını en çok gözeteni, hilimde en büyüğü, doğru sözlülükte en başta geleni, emniyet ve güvenilirlikte en üstünü, insanlara kötülük ve eziyet etmekten en çok uzak duranı idi.

Hiç kimseyi kınadığı ve ayıpladığı; hiç kimseyle münâkaşa ettiği görülmemişti.

Öyleki Yüce Allâh bütün iyi haslet ve meziyetleri onda topladığı için kavmi, kendisine «el-Emîn» vasfını vermişti." (İbn-i Sa'd, I, 121)

"Tedbir gibi akıl, sakınmak gibi verâ, güzel ahlâk gibi izzet ve şeref yoktur." (İbn-i Mâce, Zühd, 24) buyuran Efendimiz, ahlâkı, insanı süsleyen en güzel meziyet olarak tavsif etmiştir.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ -devamı-07/12/2009 pazartesi

Ahlâkî husûsiyetler yerinde icrâ edildiğinde herkesin takdirini kazanır. Aksi takdirde istenmeyen neticelere yol açabilir. Bu sebeple Allâh Resûlü yaptığı her şeyi yerinde yapmıştır.

Yersiz celâdet göstermemiş, af uygun olmazsa affetmemiş, merhamet edilmemesi gereken yerde de merhamet etmemiştir. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in davranışları bütün insanların ahlâkı için bir ölçüdür.

Onun örnek davranış ve hareketleriyle ahlâkın hudûdu çizilmiş ve hiçbir ahlâkî ölçü diğerinin sınırını aşmamıştır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz'in ahlâkî hassâsiyetine dâir bu umûmî değerlendirmeden sonra, tek tek ahlâkî umdelerin, onun muazzez şahsiyetindeki görünüşlerine ve insanlığa yol gösterecek sözlerine geçebiliriz.

Dipnotlar:
1.Burada vurgulanmak istenen, Efendimiz'in bir mecliste bulunduğu zaman oradakilerin alâka ve temayüllerini dikkate alması, onları dışlayıcı bir tavır takınmamasıdır. Peygamberimiz, insanlardan farklı olduğu izlenimi verdirecek hareketlerden kaçınırdı. Onlarla tesis ettiği kalbî ve hissî irtibâtı devam ettirirdi. Farz ve haram olan durumlar hariç insanlarla iyi münâsebetler kurmak, çok dikkat ettiği bir husustu. Resûl-i Ekrem'in bu hassasiyeti Allâh dostları tarafından da örnek alınmıştır. Merhum Musa Efendi bu konuyu teyiden; "Uysallık rızâ makâmının üstündedir." demiştir.


..::Usve-i Hasene::..
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( TEVÂZÛU )

Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyince hâke nebât
Mütevazî olanı rahmet-i Rahmân büyütür. 1

Tevazu; alçak gönüllü olmak, Hakk'a boyun eğmek ve hakkı kabul etmektir.

Tevâzûun azlığı kibir alâmeti, aşırılığı ise zillettir.

Ayrıca aşırı tevâzû nefiste kibrin bir alâmeti olarak tezâhür edebilir.

Bu hassas dengeye dikkat etmek gerekir.

Peygamberimiz'den bir sonraki nesil olan Tâbiîn'in büyük âlimi Hasan-ı Basrî'ye göre tevâzû, bir kimsenin evinden çıkıp giderken yolda rastladığı her Müslümanı kendisinden üstün kabul etmesidir.

Büyük sûfi Fudayl bin İyâz'ın kendisi gibi zâhid ve muhaddis olan Şuayb bin Harb'e, Kâbe'yi tavaf ettikleri bir esnâda söylediği şu sözler de aynı anlayışı yansıtmaktadır:

- Şuayb! Eğer bu yılki hacca sen ve benden daha günahkâr bir kimse gelmiştir, diye düşünüyorsan bil ki bu çok fenâ bir zandır.

Dünyâ hayâtında insanları süsleyen en mühim zinet tevâzûdur. Bu haslet kul olmanın bir gereğidir.

Hiçbir şeye mâlik olmayan, bütün ihtiyaçlarını "el-Ganî" olan Rabbi'ne arz eden bir insanın, başka türlü düşünmesi ve davranması da beklenemez.

Zîrâ bu, hakîkate aykırı bir hareket olur. Çünkü gurur, övünme ve bencillik eşyâ ile insan arasına çekilen bir perdedir.

Bu perdeyi kaldırmadan hiçbir şeyi olduğu gibi görmek mümkün değildir.

Kendini beğenmiş kimselerin tasavvurlarındaki âlemin, gerçeğine nisbetle büsbütün farklı bir manzarası vardır.

Bu vehimlerden sıyrılarak hâdisâtı hakîkat vechile göremeyen kimseler, hatâlara sürüklenmekte, başkalarından daha çok kendilerini aldatmakta, daha kötüsü de Allâh Teâlâ'nın gazabına ve hoşnutsuzluğuna mâruz kalma bahtsızlığına dûçâr olmaktadırlar.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( TEVÂZÛU ) -devamı-

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

"Kim Allâh Teâlâ'nın rızâsı için bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allâh onu bir derece yükseltir. Kim de Allâh'a karşı bir derece kibir gösterirse, Allâh da onu bu sebeple bir derece alçaltır, netîcede onu esfel-i safilîne (aşağıların aşağısına) atar." (İbn-i Mâce, Zühd, 16)

Gurur ve kibrin ne derecede kötü bir huy olduğunu gösteren diğer bir hadis-i şerif de şöyledir:

"Üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü Allâh, onları muhâtab almaz, yüzlerine bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azap vardır."

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in bu cümleyi üç kere tekrarlaması üzerine Ebû Zerr -radıyallâhu anh-:

- Bu kimseler tam bir mahrûmiyete ve hüsrâna uğramışlar. Bunlar kimlerdir ey Allâh'ın Resûlü, diye sordu.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz:

"- Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır." cevabını verdi. (Müslim, Îmân, 171)

Hadisten de anlaşılacağı üzere büyüklenmek ve gurûra kapılmak insanı, âhiret gününde Cenâb-ı Hakk'ın kelâmından, nazarından ve tezkiyesinden mahrum ederek elim bir azaba müstahak kılacak kadar kötü bir haslettir.

Böyleleri, hakîkatten saptıkları gibi insanların gözünde de sevimsiz hâle gelirler. Tevâzû ise insanı hakîkate alıştırır; aynı zamanda onu derinleştirir ve yüceltir.

Bir mütefekkirin dediği gibi; "İçtimaî hayatta herkesin göreceği ve görüneceği, mertebe denilen bir pencere vardır.

Boyu kısa olanlar o pencereden görünebilmek için tekebbürle yükselirken, büyükler de tevâzû ile eğilmek durumunda kalırlar.

İnsanda büyüklüğün mikyâsı küçüklük yani tevâzu, küçüklüğün mîzânı da büyüklük yani tekebbürdür."
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( TEVÂZÛU ) -devamı-

Nihayette b ütün insanlar tevâzû ehlini gayr-i ihtiyâri sever. Çünkü, her şey gibi muhabbet de yukarıdan aşağıya doğru akar.

Allâh Teâlâ tevâzûyu ilk olarak en sevgili kulu olan Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e emretmektedir. "Sana tâbî olan mü'minlere alçak gönüllü davran!" (eş-Şuarâ 26/215) emrini alan Resûl-i Ekrem Efendimiz; "Allâh Teâlâ bana, «O kadar mütevâzî olun ki kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin!» diye emretti." (Müslim, Cennet, 64) buyurmuş ve hayâtını tevazûun zirvesinde yaşayarak biz ümmeti için sayısız örnekler sunmuştur.

Cenâb-ı Hakk'a kul olmayı kendisi için en büyük şeref bilerek ne krallığa ne de melikliğe meyletmiştir.

Efendimiz'in bu tercihini anlatan rivâyet şöyledir:

"Birgün Allâh Resûlü, Cibril ile oturmuş sohbet ediyordu. O anda semâdan bir melek indi. Cebrâil -aleyhisselâm- bu meleğin dünyaya ilk defâ indiğini söyledi. Melek; «Yâ Muhammed! Beni sana Rabbin gönderdi. Melik bir peygamber mi yoksa kul bir Peygamber mi olmak istediğini soruyor.» dedi.

Efendimiz Cebrâil'e baktı. O da mütevâzî olmasını işâret ederek; «Ey Allâh'ın Resûlü! Rabbine karşı mütevâzî ol!» dedi. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-; "Kul bir Peygamber olmayı isterim." ( İbn-i Hanbel, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20) buyurarak müstesnâ bir tevâzû nümûnesi ortaya koydu. Bu tercihten sonra kulluk, insanın ulaşabileceği en şerefli makam oldu.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- kendisine aşırı ta'zim gösteren kimselere; "Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Yüce Allâh beni resûl edinmeden önce kul edinmişti." (Heysemî, IX, 21) ikâzında bulunarak kul olmanın kıymetini göstermiştir.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( TEVÂZÛU ) -devamı-

Abdullâh bin Cübeyr -radıyallâhu anh- anlatıyor; Birgün Efendimiz bir grup sahabiyle yolda yürürken onlardan birisi örtü ile Allâh Resûlü'nü güneşten korumak istedi.

Resûlullâh gölgeyi görünce başını kaldırdı, bir kimsenin kendisine gölgelik yapmakta olduğunu gördü. Adama: "Bırak!" dedi. Örtüyü alıp yere koydu ve; "Ben de sizin gibi bir insanım! " buyurdu. (Heysemî, IX, 21)

Peygamber Efendimiz Cenâb-ı Hakk'ın Habîbi ve insanların en şereflisi olmasına rağmen hiçbir kimsenin yapamayacağı kadar tevâzû göstermiş, insanların arasında onlardan biri gibi yaşamıştır.

Abbâs -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Resûlullâh Efendimiz 'e:

- Yâ Resûlallâh! Kendin için bir taht edinip orada otursanız. Görüyorum ki halk seni rahatsız ediyor, dedim.

Allâh Resûlü şöyle buyurdu:

"- Hayır! Allâh beni içlerinden alıp huzûra kavuşturuncaya kadar aralarında duracağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlar beni rahatsız etsin! " (İbn-i Sa'd, II, 193; Heysemî, IX, 21)

Bu engin tevâzûu sebebiyle Peygamber Efendimiz ne kapalı kapılar ardına çekilir, ne perdeler arkasına gizlenir ne de kendisinin önüne hususî olarak yemek taşınırdı. Toprak üzerinde oturur, yerde yemek yer ve; "Ben kulun oturduğu gibi oturur, kulun yediği gibi yerim. Ben ancak bir kulum!" buyururdu. (İbn-i Sa'd, I, 372)

Köleler arpa ekmeğine bile dâvet etseler dâvetlerine icâbet eder (Heysemî, IX, 20) ve çocuklara dahî selâm verirdi. (Buhârî, İsti'zân, 15) Şu rivâyet ne kadar dikkat çekicidir:

Medineli herhangi bir kişi, hatta bir köle bile Peygamberimiz'in elinden tutar, onu istediği yere kadar götürür, merâmını arzeder ve müşkilini hallederdi. (Buhârî, Edeb, 61)

Abdullah Vassaf, âcizlere şefkatli olanların ve tevâzû gösterenlerin hakîkatte yükseldiğini şöyle ifâde eder:

Her âcize şefkat et şefî ol
Mahlûka tevâzû et refî ol.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( TEVÂZÛU ) -devamı-

Sevgili Peygamberimiz, Allâh Teâlâ indindeki (katındaki) izzeti bilindiği ve sonsuz lutf-u ilâhîye mazhar olduğu halde sahâbe-i kirâmdan duâ isteyecek kadar mütevâzî davranabilmiştir.

Hz. Ömer şöyle anlatır; Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-'den umre yapmak için izin istedim. İzin verdi ve:

"- Bizi duadan unutma, sevgili kardeşim!" buyurdu.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in bu sözüne karşılık bana dünyayı verselerdi bu kadar sevinmezdim. (Ebû Dâvûd, Vitir, 23)

Fahr-i Kâinât Efendimiz evindeyken elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder (İbn-i Sa'd, I, 366) ve koyununu sağardı. (Heysemî, IX, 20) Yine o, eşyâsını kendisi taşır, hiç kimseye yük olmak istemezdi.

Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-'in anlattığı şu hâtırâsı bunun pek güzel bir misâlidir:

"...Birgün Efendimiz ile berâber çarşıya gitmiştim. Peygamberimiz oradan elbise satın aldı. Hemen koşarak onları elinden almak istedim. Bunun üzerine:

«Bir kimsenin, eşyâsını kendisinin taşıması daha uygundur. Ancak taşımaktan âciz olursa Müslüman kardeşi ona yardım eder.» buyurdu." (Heysemî, V, 122)

Enes -radıyallâhu anh-'ın anlattığına göre Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- hastaları ziyâret eder, cenâze teşyîinde bulunur ve herkesin binek olarak kullandığı şeyleri kullanmaktan çekinmezdi.

Meselâ merkebe binmekten kaçınmazdı. Nitekim Hayber'in fethedildiği, Kureyza oğullarına sefer yapıldığı günlerde yuları hurma lifinden olan bir merkebi binek olarak kullanmıştı. (Hâkim, II, 506) Hiçbir biniti olmadan yaya olarak yürüdüğü de çoktu ve bu onun için gâyet normal bir hâldi.

Câbir -radıyallâhu anh-; "Hastaydım, Resûlullâh beni ziyâret etti. Hiçbir şeye binmeden yürüyerek gelmişti." (Buhârî, Merdâ, 15) sözleriyle onun bu mütevâzî davranışını anlatmaktadır.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( TEVÂZÛU ) -devamı-

Mescid-i Nebevî inşâ edilirken herkes gibi ker*** taşıyan, hendek kazımında herkes açlıktan karnına bir taş bağlarken iki taş bağlayan Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, 2 ashâbı arasında onlardan fark edilmeyecek şekilde yaşar ve kendini onlardan üstün görmezdi.

Abdullah bin Büsr -radıyallâhu anh- şöyle bir hâdise anlatır:

"Fahr-i Cihân Efendimiz'in dört kişinin taşıyabildiği «Garrâ» adlı bir yemek kazanı vardı. Kuşluk vakti girip kuşluk namazı da kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan bu kabı getirdiler. Ashâb-ı kirâm etrafına toplandı.

Sahâbîler çoğalınca Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- diz çöktü. Bunu gören bir bedevî, hayâtında hiçbir zaman bu kadar yüce bir tevâzû görmemiş olmanın verdiği şaşkınlıkla:

- Bu nasıl oturuş, diye sordu. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

«- Allâh Teâlâ beni inatçı bir zorba değil, şerefli bir kul olarak yarattı.» buyurdu. " (Ebû Dâvûd, Et'ime, 17)

Fuzûlî, Allâh Resûlü'ne ezelde bahşedilen büyüklüğün, bir kul gibi davranmasıyla aslâ yok olmayacağını bir temsille şöyle dile getirir:

Saâdet-i ezelî kâbil-i zevâl olmaz
Güneş yer üstüne düşmekle pâymâl olmaz.

Allâh Resûlü bir kimsenin kendisini arkadaşlarından farklı görmesini sevmezdi. Bir sefer esnâsında ashâbına koyun kesip pişirmelerini emretmişti. Ashâbından biri; "Yâ Resûlallâh, onu ben keseyim." dedi.

Başka biri; "Yâ Resûlallâh, yüzmesi de benim vazifem olsun." dedi. Bir başkası da; "Yâ Resûlallâh, pişirmesi de bana âit olsun." dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de:

"- O hâlde odunu toplamak da bana âit olsun." buyurdu. Sahâbîler; "Yâ Resûlallâh! Biz onu da yaparız, senin çalışmana gerek yok." dedilerse de Peygamberimiz :

"- Sizin benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allâh Teâlâ kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez." buyurdu. (Kastallânî, I, 385)
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( TEVÂZÛU ) -devamı-

Resûl-i Ekrem Efendimiz, hem devlet başkanlığı hem de ordu kumandanlığı gibi pâyeleri şahsında topladığı halde, eşine rastlanmaz bir tevâzû örneği sergilemiştir.

Bu azim ve gayretleri, Allâh Teâlâ'nın inâyeti ile buluşunca kendisine büyük fetihler müyesser olmuştur.

Ancak bunların hiçbiri Fahr-i Kâinât Efendimiz 'in tevâzûunu en küçük bir şekilde zedelememiştir. Efendimiz'in fetihten sonra Mekke-i Mükerreme'ye girişi en büyük tevâzû örneklerindendir .

Orada bulunan ashâb-ı kirâm bu hâli şöyle tasvir ederler:

"Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mekke'yi fethe giden ordunun başında bulunuyordu. Zafer müyesser olup da devesinin üzerinde Mekke'ye girerken, başını Yüce Rabbine karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnâda devamlı olarak:

«Ey Allâh'ım! Hayat ancak ahiret hayâtıdır!» diyordu." (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1) 3

Peygamber Efendimiz, bunca zaferlere rağmen insanlara karşı mütevâzî davranmaktan hiçbir zaman geri durmamıştır. Meselâ ashâbından birisi deve üzerinde giderken o, sâde bir insan gibi yaya olarak yürüyebilmiştir.

Birgün Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, muhacir ve Ensâr'dan bâzı kişilerle birlikte Muaz bin Cebel'i Yemen'e vâli olarak uğurlamaya çıkmıştı.

Muaz -radıyallâhu anh- binek üzerinde gidiyor, Resûl-i Ekrem Efendimiz ise yanı sıra yaya yürüyor ve kendisine bazı tavsiyelerde bulunuyordu. Muâz:

- Yâ Resûlallâh! Ben binitliyim, sen ise yaya yürüyorsun! Ben de inip seninle ve ashâbınla birlikte yürüsem olmaz mı, diye mahcûbiyetini dile getirdi. Onu teskîn eden Efendimiz, kendisini meşgul eden esas meselenin ne olduğunu açık bir şekilde gösteren şu cevâbı verdi:

"- Ey Muâz! Bu adımlarımın, Allâh yolunda atılan adımlar olmasını arzu ediyorum." (Diyârbekrî, II, 142)
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( TEVÂZÛU ) -devamı-

Nâmık Kemâl, tevâzûun en büyük yücelik, halka hizmetin de efendilik olduğunu ve bunların en güzel örneklerinin Peygamberimiz'in hayâtında bulunduğunu şöyle dile getirir:

Tevâzû ayn-ı rif'at, hizmet-i millet siyâdettir
Olunsun hulk-i Peygamber'le istişhat lâzımsa.

Yine Server-i âlem Efendimiz, bu derin tevâzuu sebebiyle yolculuk esnâsında arkadan gider, yürümekte güçlük çeken kimseleri terkisine bindirir ve onlara duâ ederdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94)

Böylesine derin bir tevâzuun özünde, dünyâdaki makâm ve mevkîlerin bir kıymet ifâde etmemesi vardır. Onun gözünde hayât ancak âhiret hayâtı idi ve yarışanların bunun için yarışması gerekiyordu.

Bütün bu rivâyetlerde gördüğümüz misâller onun yüksek tevâzûundan bize akseden pırıltılardır. O ise anlattığımızdan daha yükseklerde, daha ötelerdedir.

Çünkü tevâzû onun şiârıdır. Ümmetin vazifesi de onun izini tâkip etmek ve münevver yolunda yürümek olmalıdır. Bu hakîkati Mevlânâ hazretleri, çevresindekilere tatbîkî olarak ne güzel anlatmıştır:

Hz. Mevlânâ'yı görmek üzere Konya'ya gelen bir papaz, maiyyeti ile birlikte yolda giderken hazrete rast gelir.

Hürmet ederek huzûrunda eğilir. Mevlânâ da aynı hürmetle mukâbele eder. Papaz başını kaldırdığı zaman Mevlânâ'yı aynı ihtirâm vaziyetinde bulur.

Nihâyet bu tevâzu karşısında hayrân kalıp Müslüman olur. Mevlânâ eve döndüğü zaman oğlu Sultan Veled'e şu müthiş sözü söyler:

- Bir râhip tevâzû faziletini elimizden almak istedi. Allâh'a şükür ki bu yolda biz onu mağlûb ettik. Çünkü tevâzu ve hilim, Âlemlerin Efendisi'ne mensup olanların şiârıdır. (Ali Nihat Tarlan, s. 28)

Dipnotlar:
1.Tohum toprağa düşmeyince filizlenip büyüyemez. Bu bakımdan Allâh Teâlâ 'nın rahmeti, kibirlileri değil, ancak mütevâzî olanları büyütür ve yüceltir.
2.İ bn-i Hanbel, II, 381; Buhârî, Rikâk, 17.
3.Sevgili Peygamberimiz,dünya hayatına nisbetle âhiretin ne kadar ehemmiyetli olduğunu ifâde eden bu sözü hayâtı boyunca sık sık tekrarlardı. Rivâyetlerde, Mescid-i Nebevî inşâ edilirken, Hendek kazılırken, Fetih günü Mekke'ye girerken ve Vedâ haccı esnâsında arefe günü mü'minlerin çokluğunu gördüğünde söylediği sâbittir. (Buhârî, Cihâd, 33, 110; Menâkibu'l-ensâr, 9; Megâzî, 29; Müslim, Cihâd, 126, 129; Tirmizî, Menâkıb, 55; İbni Mâce, Mesâcid, 3)


..::Usve-i Hasene::..
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( HAYÂSI )

Hazret-i Hak'tan edip istihyâ
Meh-i nev gibi olurlardı dü-tâ 1
Hâkânî

Hayâ; rücû, utanma, ayıplanan bir şeyin korkusuyla insanda hâsıl olan mahcûbiyet hissi mânâlarına gelir.

Hayâ iki kısımdır. Birisi, Yüce Allâh'ın herkese doğuştan bahşettiği fıtrî hayâdır. İnsanlar arasında edep mahallini açmaktan utanmak bu kısma girer.

Diğeri de terbiyeye bağlı îmânî hayâdır ki mâsiyet ve günah olan kötü işlerden mü'mini alıkor. Buna göre hayâ, kötü ve çirkin sayılan şeylerden uzak durmak, tavır ve davranışlarda ölçülü olmak, herhangi bir işte haddi aşmamaktır.

İbn-i Mes'ud -radıyallâhu anh-'in naklettiği şu hadis-i şerif bu tür hayâyı îzâh etmektedir:

"Birgün Peygamber Efendimiz:

«- Allâh'tan hakkıyla hayâ edin!» buyurdu. Biz:

- Ey Allâh'ın Resûlü! Elhamdülillâh Allâh'tan hayâ ediyoruz, dedik. Bunun üzerine Efendimiz şu açıklamayı yaptı:

«- Söylemek istediğim, sizin anladığınız hayâ değildir. Allâh'tan hakkıyla hayâ etmek; başı ve üzerindeki azaları, bedeni ve ondaki âzaları muhâfaza etmeniz, ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamanızdır. Âhireti dileyen, dünyanın zînetini terkedip âhireti bu hayata tercih etmelidir. İşte kim bu söylenenleri yerine getirirse, Allâh'tan hakkıyla hayâ etmiş olur.» " (Tirmizî, Kıyâmet, 24)

Hayânın pek çok mertebesi vardır. En yüksek mertebesi, kişinin zâhiren ve bâtınen Allâh'tan hayâ etmesidir. Yâni her an Allâh Teâlâ'nın huzûrunda bulunduğu hissini taşımasıdır.

Hayâ, kötülüklerden ve her istediğini yapmaktan alıkoyan insanî bir duygu ve takvânın ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla kul, hayâ sâhibi olmadıkça takvâ sâhibi olamaz.

Hayânın îmân ile de sıkı bir alâkası mevcuttur. Bu ikisi dâimâ bir arada bulunurlar. Nitekim Peygamber Efendimiz; "Hayâ îmândandır." buyurmuştur. (Buhârî, Îmân, 3) Onlardan biri zâil olunca diğeri de gider. (Hâkim, I, 73) Hayâ ve edep noksanlığı, îmân ve din noksanlığından kaynaklanır.

Allâh -celle celâlüh - hayâ sâhibi kullarını sevmekte ve Kur'ân-ı Kerîm 'de onları şöyle methetmektedir; " (Zekât ve sadakalarınızı) , kendilerini Allâh yoluna adadıkları için yeryüzünde kazanç peşinde dolaşamayan fakirlere verin! Bilmeyen kimseler, iffet ve hayâlarından dolayı onları zengin zannederler. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü yüzsüzlük ederek ısrarla insanlardan bir şey isteyemezler. Hiç şüphesiz ki Allâh, yaptığınız her hayrı bilir." (el-Bakara 2/273)
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( HAYÂSI )

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Cenâb-ı Hakk'ın hayâ ehlini sevdiğini Eşec el-Asarî'ye söylediği şu sözle beyân buyurmuştur; "Muhakkak ki sende Allâh'ın sevdiği iki haslet var: Hilim ve hayâ!" (İbn-i Mâce, Zühd, 18)

Hayâ sâhibi olmayan ve hayâsızlığın şuyû bulmasını (yaygınlaşmasını) isteyenleri ise Cenâb-ı Hak şu şekilde îkâz etmektedir; "Şüphesiz çirkin söz ve fiillerin inananlar arasında yaygınlaşmasını isteyenler için dünyâda da âhirette de pek elem verici ve can yakıcı bir azab vardır." (en-Nûr 24/19)

Hayasızlığın toplumda şuyû bulmasını isteyenler, o cemiyete karşı en büyük saygısızlığı yapmış olurlar. Böyle davrananlar, kendileri de zararların en büyüğüne uğrarlar. Çünkü hayâsızlık, Peygamber Efendimiz'in bildirdiğine göre bir helâk sebebidir:

"Hiç şüphesiz Aziz ve Celil olan Allâh, bir kulu helâk etmek istediği zaman ondan hayâyı çekip alır. Hayâyı alınca, o kul ancak gazâba uğrayan biri olur. Gazâba uğradığı zaman kendisinden emânet (güvenilirlik) kaldırılır. Emânet kaldırılınca o ancak hâin olur. Hâin olduğu zaman kendisinden rahmet kaldırılır. Rahmet kaldırılınca o ancak lânete uğrar, mel'un olur. Lânete uğradığı ve mel'un olduğu zaman da kendisinin İslâm ile olan bağı koparılır!" (İbn-i Mâce, Fiten, 27)

Bütün peygamberlerin tebliğdeki asıl hedefi, tevhid inancını yeryüzüne hâkim kılmak ve ahlâklı bir cemiyet tesis etmektir. İnsanlığa güzel ahlâkı tâlim etmek ve onun en müessir örneklerini göstermek için görevlendirilen Efendimiz, hiç şüphesiz insanlar arasında hayâ duygusuna en fazla sâhip olanı idi.

O, peygamberliğinden önce, ahlâksızlığın bütün insanlığı sardığı bir devirde dahî bu ulvî haslet ile temâyüz etmişti. Bunun en güzel örneklerinden birisi şudur:

Kâbe yeniden inşâ edilirken Fahr-i Kâinât Efendimiz, amcası Abbâs ile birlikte taş taşıyordu. Abbâs -radıyallâhu anh-, taşların çıplak omuzunu incitmemesi için Efendimiz'e:

- İzârını (alt elbiseni) omuzuna koy, dedi. Efendimiz izârını omuzuna koymak istediği sırada yere yığıldı ve gözlerini semâya dikerek amcasına:

"- Bana izârımı göster!" dedi. Hemen onu alıp üzerine örttü. (Buhârî, Hac, 42)
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( HAYÂSI )

O zamanki toplumda elbisesiz dolaşmak gâyet normal kabul edilmesine rağmen, Allâh Resûlü hiçbir zaman hayâ sınırları dışında bir tutum sergilememiştir. Hadiste de kaydedildiği gibi amcasının teşviki ile böyle bir durumla karşı karşıya kaldığında ise hemen Allâh Teâlâ tarafından muhâfaza edilmiştir.

Efendimiz'in hayası ile alâkalı olarak Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- şöyle der:

"Nebiyy-i zî-şân Efendimiz örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha hayâlı idi. Hoşlanmadığı bir şey gördüğünde bu durum, mübârek vech-i pâkinden hemen anlaşılırdı." ( Buhârî, Menâkıb, 23)

Yine Efendimiz:

"Hayâ ancak hayır kazandırır." (Buhârî, Edeb, 77)
"Hayânın hepsi hayırdır." (Müslim, Îmân, 61) buyurarak ümmetinin, davranışlarını hayâ ile tezyîn etmesini isterdi. Hayâsızlıkla yapılan bir işin lekeleneceğini ve hoş karşılanmayacağını, hayâ ile güzelleştirildiğinde ise herkes tarafından hüsn-ü kabul göreceğini beyân ederdi. (Tirmizî, Birr, 47)

Hangi sebepten kaynaklanırsa kaynaklansın, hayâ duygusu tamamen hayırdan ibaret olup, insana ancak güzellikler bahşeden bir fazîlettir. Bu asil duygunun, insanın hakkını elde etmesine engel olan çekingenlik, medenî cesaretten mahrûmiyet, korkaklık ve beceriksizlik gibi menfî sıfatlarla hiçbir alâkası yoktur. Nitekim Ensâr kadınları Allâh Resûlü'nün mübârek huzûruna gelerek, kendilerine has mahrem meseleleri sorarlardı. Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle der; "Ensâr hanımları ne iyi kadınlardır. Hayâları, onları dînî meseleleri derinlemesine öğrenmekten alıkoymamıştır." (Müslim, Hayz, 61)

Hak Teâlâ, Habîb-i Ekrem Efendimiz'in hayâ âbidesi olduğunu âyet-i kerîmesinde şöyle beyân eder:

"Ey imân edenler! Peygamber'in evlerine rastgele girmeyin. Ancak yemek için size izin verilir de girecek olursanız, (erkenden gelip) yemeğin hazırlanmasını beklemeyin. Dâvet edildiğiniz zaman girin, yemeği yer yemez dağılın da lafa dalmayın."

"Çünkü bu hareketiniz Peygamber'e sıkıntı veriyor, fakat o size bunu söylemekten hayâ ediyor. Halbuki Allâh hakkı söylemekten aslâ çekinmez. " (el-Ahzâb 33/53)
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( HAYÂSI )

Hz. Enes, bu âyetin nüzûl sebebini şöyle anlatıyor:

Resûlullâh Efendimiz Zeyneb -radıyallâhu anhâ- i le evlendikleri zaman annem Ümmü Süleym bana:

- Resûlullâh'a bir hediye takdîm etsek, dedi. Ben:

- Bir şeyler hazırla götüreyim, dedim. Bunun üzerine hurma, yağ ve keş getirdi. Bir tencereye koyarak bunlarla yemek yaptı ve benimle gönderdi. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- 'e götürdüğümde:

"- Yemeği bırak." buyurduktan sonra; "Bana falancaları çağır." diyerek teker teker isimlerini söyledi. Ayrıca; "Kime rastlarsan çağır. " diye emretti. Emri yerine getirdim, sonra döndüm. Ev insanlarla dolmuştu. Efendimiz elini yemeğin üzerine koydu ve Allâh'tan başka kimsenin bilmediği (yani duyulmayacak şekilde) bir şeyler söyledi. Sonra cemaati onar onar çağırdı. Herkes o yemekten yiyordu.

Allâh Resûlü yiyenlere:

"- Yemeğe Allâh'ın ismini zikrederek başlayın ve önünüzden yiyin!" buyurdu. Bu hâl herkesin yemeğini yiyip dağılmasına kadar devam etti. Sonunda bir kısmı çıktı, bazıları da kalıp sohbete devam etti. Efendimiz aslında onların çıkmalarını bekliyordu. Biraz daha bekledikten sonra çıkıp diğer bir hücre-i saâdetine doğru yürümeye başladı. Az sonra sohbete dalanlar da gitti. Hemen çıktım ve Efendimiz'e:

- Davetliler gitti artık, dedim. Resûl-i Ekrem evine geri döndü... Bundan sonra bu ayet nâzil oldu. (Buharî, Tefsir, 33; Müslim, Nikâh, 89)

Düşüncesizlik ederek evinde oturup gereksiz yere sözü uzatan kimselere, Peygamber Efendimiz, yeni evlendiği bir zamanda dahi hayâsından dolayı bir şey söyleyememiş ve kendiliğinden gitmelerini bekleyip sabretmiştir.

Ancak Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlü'ne sıkıntı verilmesinden hoşlanmadığı için hemen o anda, bütün mü'minlere de hitâb eden bir îkâz inzâl buyurmuş ve kullarından, Habîb-i Edîbi'ni hiçbir sûrette rahatsız etmemelerini istemiştir.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( HAYÂSI )

Tâif kuşatması sonrasında vukû bulmuş olan şu hâdise de Resûl-i Ekrem Efendimiz'in yüksek hayâ duygusunu göstermesi açısından zikre değerdir.

Bir grup süvarisiyle başarılar kazanan Sahr isimli sahâbî, bazı esirler almış ve İslâm'dan kaçan Süleymîler'e âit bir suyu da Efendimiz 'den isteyerek, oraya kavmiyle birlikte yerleşmişti.

Daha sonra aldığı esirlerden birisinin yakını olan Muğîre bin Şu'be Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-' e gelip:

- Ey Allâh'ın Resûlü! Sahr, halamı esir etti. Hâlbuki halam Müslüman olmuştu, dedi. Allâh Resûlü onu çağırıp:

"- Ey Sahr, bir kavim Müslüman olduğunda artık kanlarını da mallarını da korumuş olurlar. O halde Muğîre'ye halasını iâde et." buyurdu. O da iâde etti. Bir müddet sonra Süleymîler de Müslüman oldular ve Sahr'a gelip suyu kendilerine iâde etmesini istediler. Sahr kabul etmeyince Resûlullâh'a başvurup:

- Ey Allâh'ın Resûlü biz Müslüman olduk, suyumuzu iâde etmesi için Sahr'a geldik fakat kabul etmedi, dediler. Resûl-i Ekrem Efendimiz Sahr'ı tekrâr çağırdı ve:
"- Ey Sahr, bir kavim Müslüman olunca malları ve kanları korunmuş olur. O hâlde bunlara sularını geri ver." diye emredince Sahr:

- Başüstüne ey Allâh'ın Resûlü, diyerek emr-i peygamberîye bütün varlığıyla teslîm oldu.

Hâdiseyi anlatan sahâbî Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in bu esnâda, önceden verdiği bir şeyi geri almak mecbûriyetinde kaldığından dolayı, son derece hayâ duyduğunu ve mübârek yüzünün bir genç kızın yüzü gibi kızardığını ifâde etmektedir. (Ebû Dâvûd, Harâc, 34-36)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- sâhip olduğu ulvî hayâ duygusu sebebiyle bir kimsenin yüzüne nazarlarını dikmez, dikkatlice bakmazdı. (Münâvî, V, 224)
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( HAYÂSI )

İki cihan güneşi Efendimiz, hep güzellikler içinde yaşamıştır. Yalnız bulunduğu anlarda bile kendisinden, hayâ sınırlarını aşan herhangi bir hareket sâdır olmamıştır.

Ashâbının da aynı hâl üzere olmasını isteyen Efendimiz, onları hayâya ve bunun bir mütemmimi olan tesettüre dâvet etmiştir. "Allâh, kendisinden hayâ edilmeye insanlardan daha lâyıktır." (Ebû Dâvûd, Hammâm, 2) buyurarak açıkta ve gizlilikte devâmlı edep üzere bulunmayı tavsiye etmiştir.

Diğer bir hadislerinde de:

"Çıplaklıktan sakınınız! Yanınızda sizden hiç ayrılmayan (melekler) vardır. Bunlar ancak ihtiyaç giderirken ve kişi hanımına yaklaştığı anda ayrılırlar. Onlardan utanınız ve onlara iyi davranınız." buyurmuştur. (Tirmizî, Edeb, 42)

Bu rivâyetlerde açık bir şekilde görüldüğü gibi dâimâ ihsân duygusu içinde yaşayan Resûl-i Ekrem Efendimiz, esâsında Allâh'tan hayâ etmekte ve her ânını edep üzere yaşamaktadır.

Müslümanlara da her an hayâ üzere bulunmalarını tavsiye etmektedir. Nitekim Efendimiz birgün, izârsız olarak açık alanda gusleden bir kimseye rastlamış, bunun üzerine minbere çıkarak:

"- Allâh -azze ve celle- çok hayâlı ve çok gizlidir. Bu nedenle hayâyı ve örtünmeyi sever. O hâlde biriniz gusledeceği zaman örtünsün." buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Hammâm, 1)

İslâm'ın insanları ulaştırmak istediği rûhî kıvâm, onların her an ihsân duygusu ile dolu olmalarıdır. Gizlide ve açıkta Allâh'tan hayâ duymak da bu duygunun bir netîcesidir.

Allâh Teâlâ'nın her an kendisini görmekte olduğunu bilen bir kimse, büyük bir edep ve hayâ üzere yaşar. Dikkatli davrandığı için de yanlış bir hareketi görülmez. Bu, hayânın en yüksek noktasıdır.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( HAYÂSI )

Utanma duygusu, ilk insandan beri var olagelmiştir. İlk peygamberlerden itibaren bu duygunun önemi üzerinde durulmuş, hakkındaki ilâhî buyruk hiç değişmemiştir.

Bu hakîkati Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle ifâde etmiştir:

"İlk peygamberlerden îtibâren halkın hatırında kalan bir söz vardır; «Hayâ etmedikten sonra istediğini yap!»" (Buhârî, Enbiyâ, 54; Edeb, 78)

Nesilden nesile aktarılarak gelen bu hikmet, utanma duygusunun insanı fenâlıklara dalmaktan alıkoyduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Şu hâlde, Allâh'tan ve insanlardan utanan bir kimsenin, nefsinin istediği her hareketi yapması mümkün değildir. Utanma duygusuna sâhip olmayan bir kimsenin ise önünde hiçbir engel yoktur.

Dolayısıyla öyle bir kimse, her türlü çirkinliği kolayca yapabilir.

Ancak insan ne yaparsa yapsın, bir gün bunların hesabını muhakkak verecektir. Bu sebeple yapacağı işi iyi düşünmelidir. Şayet bu iş Allâh'tan ve insanlardan utanacağı bir şey değilse, onu gönül hoşluğu ile yapmalıdır.

Yaptığı takdirde Allâh'tan ve insanlardan utanacaksa onu da kesinlikle terk etmelidir. Allâh Resûlü, bu sözleriyle bizlere bir davranış ölçüsü vermektedir.

Kısaca ifâde etmek gerekirse, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in sünnetini aynen tâkip etmek en emin ve en kısa yoldur.

Çünkü o, hayâ âbidesi olarak bizim için eşsiz bir hayat rehberidir.

..::Usve-i Hasene::..
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( AHDE VEFÂSI )

"Bana olan ahdinizi yerine getirin ki Ben de
size olan ahdimi îfâ edeyim." (el-Bakara 2/40)

Ahid, kayıt altına alınmış sözlü veya yazılı anlaşma demektir. Dikkate alınıp uyulması gereken sözlere ve belgelere ahid denir.

Akid kelimesi de aynı mânâyı taşımaktadır. "Vefâ" ve "îfâ" ise ahdin îcâbını bütünüyle yerine getirmektir.

Cenâb-ı Hak; "Ey îmân edenler! Akitlerin gereğini yerine getirin!" (el-Mâide 5/1) buyurmuştur. Dolayısıyla mü'minler, yaptıkları bütün akidleri îfâ etmelidirler.

Öncelikle imân bir akittir. Mü'min, îman ederek Allâh'a karşı birtakım taahhütlerde bulunmaktadır. Bunun dışında insan, ferdî ve içtimâî bir çok akidler de yapar.

Hangi türden olursa olsun, bütün bu akidlerin yerine getirilmesi gerekir. Zîrâ dînin esâsı, îmânın hükmü ve Allâh'ın emri budur.

İçtimâî nizâmın teşekkülünde ve devâmında ahde vefânın, mühim bir yeri vardır. Zîra f ert ve cemiyet hayatının gelişmesi karşılıklı münâsebetlere, bunlar da çeşitli anlaşma ve sözleşmelere bağlıdır.

Bunlar olmaksızın içtimâî ve iktisâdî hayatın gelişmesi ve devâm etmesi mümkün değildir.

Bu sebeple insanların şikâyetlerinin önemli bir kısmı ve işlerin aksamasının temel sebebi umûmiyetle ahde vefâsızlıktır.

Yapılan akde uymayı istemek kazanılmış bir hak, onu yerine getirmek de kabul edilmiş bir vazîfedir. Verdiği sözü tutmayan kimse, karşı tarafın hakkını ödememiş ve kendi vazîfesini de yerine getirmemiş olur.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
osman nuri topbaş hocaefendinin kaleminden

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN AHLÂKÎ FAZÎLETLERİ ( AHDE VEFÂSI )

Allâh Teâlâ :

"Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir." (el-İsrâ 17/34) buyurarak kullarını bu husûsta dikkatli olmaya çağırmaktadır.

Bu güzel ahlâkı insanın özüne sindirmesi, kendi lehine olacağı gibi onun gereğini yerine getirmemesi de aleyhine olacaktır.

Ahdine vefâsızlık eden insanların çevrelerinde güvensizlik, kin ve öfke hâkim olurken, ahidlere riâyet edilen muhitlerde huzûr ve sükûn teşekkül eder, herkes birbirine saygı ve sevgi ile bağlanır.

Cenâb -ı Hak bu kimselere büyük lütuflarda bulunacağını şöyle ifade etmektedir:

"…Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allâh ile olan ahdine vefâ gösterirse, Allâh ona büyük bir mükâfat verecektir." (el-Feth 48/10)

Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Allâh Teâlâ 'nın; "Ben kıyâmet günü şu üç (kısım) insanın düşmanıyım." buyurduğunu bildirmiş, ilk olarak da "Allâh adına yemin ettikten sonra sözünden cayan kişi" yi zikretmiştir. (Buhârî, Buyû, 106)

Diğer bir hadisinde, verdiği sözden dönen kimsenin, bu huyu terk edinceye kadar münâfıklıktan bir sıfat taşıdığını bildirmiştir. (Buhârî, Îmân, 24)

Başka bir hadîs-i şerifinde de böyle kimselerin kıyâmet gününde karşılaşacakları acı manzarayı şöyle tasvîr etmiştir:

"Kıyâmet günü, ahdine vefâ göstermeyen kimselerin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefâsızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir." (Müslim, Cihâd, 15)

Yani ahdine vefâsızlık eden kişi o gün, mahşer halkı arasında teşhir edilecek ve yaptığı haksızlık ölçüsünde bayrağı yükseltilerek, daha fazla insan tarafından görülmesi sağlanacaktır.

Bu da onu daha fazla rezîl ve rüsvâ edecektir.
 
Üst