Ömer ÖNGÜT'ün görüşleri:

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
"Resul'üm! Sen Atmadın Allah Attı." (Enfâl: 17)​
"Allah'tan Korkar, Takvâ Sahibi Olursanız Mualliminiz Allah Olur"​
(Bakara: 282)​
(Furkân: 59)​
"İnananların Allah'ı Zikir İçin Kalplerinin Saygı İle Yumuşaması Zamanı Hâlâ Gelmedi mi?" (Hadîd: 16)​
"İlimde Derinleşmiş Olanlar 'O'na İnandık, Hepsi Rabb'imizin Katındandır.' Derler. Bunu Ancak Akl-ı Selim Sahipleri Düşünüp Anlar." (Âl-i imrân: 7)​
HAKİKATİ KAVRAMA NOKTASI​
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Size ilimden az bir şey verilmiştir." (İsrâ: 85)
Nitekim Hızır Aleyhisselâm ile Musa Aleyhisselâm'ın kıssasını bir düşün!
Gemide yolculukları esnasında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına kondu. Denizden bir-iki damla su aldı.
Hızır Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Yâ Musâ! Benim ilmimle senin ilmin, Allah-u Teâlâ'nın ilminden şu serçenin denizden eksilttiği kadar eksiltir." (Buhârî. İlim 16)
Oysa o iki damla da Hazret-i Allah'ındır, senin neyin var? Hiç!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır.
Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur."
(Tirmizî)
Bu mevzular bâtınî ilim erbabına mahsustur. Bu hakikatler onlar için arzediliyor. Bu hakikatlerden ve bu ilimden haberdar olmayanlara da duyurmaya çalışılıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Faydalı ilim" olarak tarif ettiği ilim bâtınî ilimdir.​



Hakikat Nedir?
Kelime mânâsı olarak; "Gerçek", "Sâbit ve doğru olmak", "Bir şeyi gerçekleştirmek", mânâlarına gelen "Hak" kelimesinden türetilmiştir ve "En doğru, en mükemmel olan" mânâsında kullanılmıştır. Ayrıca "Gerçek ve var olan, var olduğu kesin ve açık olarak bilinen şey, mahiyet, doğru inanç, riyâdan arınmış amel ve tam olarak maksada uygun düşen söz" mânâlarını da içine alır.
Âdem Aleyhisselâm'dan kıyamete kadar değişmeyen hükümlere de hakikat denir.
Bâtınî olarak ise; "Zâhirin ardındaki örtülü ve gizli mânâ, dini hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilâhî sırlara âşinâ olunması" demektir.
"Hakk" Allah-u Teâlâ'nın güzel isimlerinden birisidir. Var olan yalnız O'dur, var gibi görünen her şey O'nun yaratması ile var olmuşlardır. Hak ile hakikatin bütün mertebeleri O'nundur.
Kur'an-ı kerim'in 77. sûre-i şerif'i, "Gönderilenler" mânâsına gelen "Mürselât" sûre-i şerif'idir ve:
"Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!" Âyet-i kerime'si ile başlamaktadır. (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.


 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Hakikat İle Hayır
Karşısında İnsanlar:


Hakikat ile hayır karşısında insanların durumlarını üç kısımda inceleyeceğiz:

Hakikati ve hayrı yayanlar.

Hakikati ve hayrı yalanlayanlar ve âkıbetleri.

Hakk'a ve hakikata uyanlar ve ilâhî hükme mazhar oluşları.


1. HAKİKATİ VE HAYRI YAYANLAR




Bunlar kimlerdir?
a. Hayır ile müjdeci peşpeşe gönderilen melekler.
Bu meleklerin kimi emir ve nehiy yani vahiy getirirler. Kimileri bir takım durumlarda ardarda devamlı gönderilirler.
Kimisi rüzgârların sevkine memurdur. Emrolunduğu yerde bulutları hareket ettirerek, Allah-u Teâlâ'nın dilediği yöne doğru sevkederler.
Rahmet melekleri yağmuru yağdırır, yağan yerleri sular, ilâhî lütfa mazhar eder.
b. Nur Saçan Peygamberler.Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Estikçe eserek (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!
(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!
(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!
(Kalplerde) Allah'ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!
Gerek (Allah'a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun." (Mürselât: 2-6)

ile gönderilen peygamberler de birbirini izlemişlerdir.
İnsanlar hak din üzerinde idiler. Sonradan ihtilâf ve tefrikaya düşerek doğru yoldan saptılar. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onlara azabı ile korkutan ve rahmetini müjdeleyen peygamberler gönderdi.
İlk peygamber Âdem Aleyhisselâm'dır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise yaratılış itibarı ile ilk, peygamber olarak da son peygamberdir.
Bu arada birçok peygamberler gelip geçmiştir. Kur'an-ı kerim'de isimleri geçen ve kıssaları az veya çok anlatılan peygamberler olduğu gibi, isimleri anılmayan ve kıssaları anlatılmayan peygamberler de vardır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Andolsun ki, senden evvel de peygamberler gönderdik. Sana onların kimini anlattık, kimini de anlatmadık." (Mümin: 78)
Sayıları yüz yirmi dört bini bulan bu seçkin rehberler, Rahmet-i ilâhî'nin birer tecellileridirler. Hâlik-ı Azimüşân'ı en iyi bilenler onlardır.
Acziyetlerini her zaman için itiraf eden, azamet-i ilâhî karşısında korkan ve titreyen, nur saçan bu peygamberler Kelâmullah'ı tebliğ ve telkin ettiler. insanları Allah'ın birliğine davet ve kul olmaya teşvik ettiler. Onlara "Sirâc-ı münir" denilmiştir. Allah'ın nurunu yayan ve saçanlar onlardır.
Allah-u Teâlâ onları yol gösterici ve öğüt verici olmaları için bizzat kendisi terbiye etmiş, din ve dünya işlerinde önder kılmıştır. Onlar beşeriyetin ilk mürebbileridirler. Her biri birer numunedirler.
İnsanları Allah yoluna çağırdılar. O'nun emir ve yasaklarını dinlemeye ve itaat etmeye teşvik ettiler. Yoldan sapanların âkıbetlerinin kötü olacağını, dünya saâdetinden ve ahiret selâmetinden mahrum olacaklarını haber verdiler. "İşittik, itaat ettik!" diyenleri âlâ-yı illiyyîne çıkardılar, söz dinlemeyenleri kendi hallerine bıraktılar.
c. Peygamber Vekili Âlimler.
Allah-u Teâlâ lütfundan, ikram ve ihsanından olarak, Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'den sonra da vekillerini gönderdi ve onları da peşpeşe gönderdi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
(Ebu Dâvud)
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Hepsi de ayrı ayrı gönderilmişlerdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Onların vekillerinden murad, kibâr-ı evliyâullahtan olan mürşid-i kâmillerdir. Başkasına şamil değildir.

Enbiyâ-i izam Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a dâvet ederler. Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buhârî)
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, onu dilediği vazifede memur kılar. Her birisini ayrı vazifelerle, ayrı bilgilerle, ayrı tecelliyatlarla ayrı ayrı göndermiştir. Birine verdiğini diğerine vermemiştir.
Sevdiği ve seçtiği kulunu kendisine çeker, yüzüne yüzü ile tecelli eder, dilediğini lütfeder.
Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"
(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:)
"Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Hâkim)
Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:
"Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir." (Ebû Nuaym, Hilye)
Onlar şu Âyet-i kerime'nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ'nın kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.
Onlar hem ahkâm-ı ilâhiyi tebliğ ederler, hem de Allah-u Teâlâ'nın onlara hususi duyurduğu ilmi yayarlar.




Not: @forumdayım adlı üyeye : Astığın link ve yazı burada kaçıncı defa sıldığını bir kotrol ettin mi ? Takılı kalan bozuk plâk gibisiniz... Kadir Mısır mıdır makarna mıdır nedir, o en önce siyasilere kendi yalakalanmalarına baksın diyorum.
 

forumdayim

Profesör
Katılım
7 Eyl 2009
Mesajlar
1,156
Tepkime puanı
29
Puanları
0
Konum
almanya
Not: @forum dayım adlı üyeye : Astığın link ve yazı burada kaçıncı defa sıldığını bir kotrol ettin mi ? Takılı kalan bozuk plâk gibisiniz... Kadir Mısır mıdır makarna mıdır nedir, o en önce siyasilere kendi yalakalanmalarına baksın diyorum.

"et tekraru ahsen velevkane yüzseksen"
yanlis gördügüm fikirleri düzeltmeyi bir borc bilirim... birileri kabul etmesede diger masum müslümanlarin o tuzaga düsmemeleri icin bunu yaparim...
 

ehlinimet

Asistan
Katılım
7 Ocak 2013
Mesajlar
409
Tepkime puanı
6
Puanları
0
"et tekraru ahsen velevkane yüzseksen"
yanlis gördügüm fikirleri.
Ömer efendinin size uyarılarını hep Ayeti kerime ve hep hadisi şerifler ile yaptığını hepiniz biliyorsanız.Yanlış gördüğünüz zaten belli bir kere de doğru görebilseniz teşekkür etmeniz gerekir.O sizi çok kere uyardı amma siz ayeti kerimeleri ve hadisi şerifler okunduğun da
derece ters dönüyorsunuz.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Estikçe eserek (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!
(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!
(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!
(Kalplerde) Allah'ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!
Gerek (Allah'a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun." (Mürselât: 2-6)


2. HAKİKATİ VE HAYRI YALANLAYANLAR

Allah-u Teâlâ hangi kavme ne zaman bir peygamber göndermişse, oranın halkı her defasında mutlaka iki gruba ayrılmıştır:
-Dâveti kabul edenler.
-Dâveti reddeden ve yalanlayanlar.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki biz Semud kavmine: 'Allah'a kulluk edin!' desin diye kardeşleri Salih'i gönderdik.
Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler." (Neml: 45)
Bir fırkası Salih Aleyhisselâm'a icabet ederek iman şerefi ile müşerref olurken, diğer bir fırkası ise şirk ve küfürlerinde ısrar edip Salih Aleyhisselâm'a cephe aldılar, muhalefet ettiler. Aralarında çetin bir çekişme ve mücadele başladı.
Nitekim Resulullah Aleyhisselâm'ın da zaman-ı saâdetlerinde halk iki fırkaya ayrılmış ve aralarında mücadele başlamıştı.
Hak-bâtıl mücadelesi insanlık tarihi boyunca sürüp gelmiş ve kıyamete kadar da devam edeceği muhakkaktır.
Salih Aleyhisselâm'a pek az kimse iman etmişti. Çoğunluk onu yalanladılar, inanmayı reddettiler, bozguncuların peşine takıldılar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sonra biz birbiri ardı sıra peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete peygamberi geldikçe onu yalanladılar." (Müminûn: 44)
Onlar peygamberleri ve getirdikleri hükümleri yalanlama hususunda, kendilerinden önceki yalanlayıcı sapıkların girdikleri yolu takip ettiler.
Böyle yaptıkları için Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Biz de onları birbiri ardından yok ettik ve hepsini efsane yaptık." (Müminûn: 44)
Tâ ki onların başlarına gelmiş olan felâketleri işitip duranlar, onlardan öğüt ve ibret almış olsunlar.
"Uzak olsun iman etmeyen kavim!" (Müminûn: 44)
Yalanlayanlar şüphesiz ki felâh bulmazlar, er geç cezalarını görürler. İnanan ve uyanlar ise, hikmet gereği geçici olarak bir takım sıkıntılara uğrasalar bile âkıbetleri saâdet ve selâmettir.
Allah-u Teâlâ her ümmete bir elçi göndererek kendilerine lâzım gelen tebliğâtın yapılmış olduğunu bir Âyet-i kerime'sinde şöyle haber vermektedir:
"Andolsun ki biz her ümmete: 'Allah'a ibadet edin, Tâğut'tan sakının!' diye bir peygamber gönderdik." (Nahl: 36)
Allah'a kulluk edin ve O'nu birleyin. Allah'tan başkasına, şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran önderlere uymayın.
"İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu." (Nahl: 36)
Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu.
"Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün!" (Nahl: 36)
Belki onların uğradıkları azabı düşünürsünüz de ibret alırsınız.
"Sen onların hidayete ermelerini ne kadar istesen de şüphesiz ki Allah, saptırdığı kimseleri hidayete erdirmez ve onların yardımcıları da yoktur." (Nahl: 37)
Kötü tercihi sebebiyle dalâlete sapanları Allah-u Teâlâ zorla hidayete erdirmez. Hükmünün onlara uygulanmasını önleyecek, azabından kurtarabilecek hiç kimseleri de yoktur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Onlardan öncekiler de (peygamberlerini) yalanladılar da, hiç ummadıkları yerden onlara azap geldi." (Zümer: 25)
Kendilerini emniyet içinde hissederlerken, azabın gelip çatacağından gaflet halinde bulunurken azap kendilerine gelip çattı.
"Bak! O uyarılanların sonu nasıl oldu?" (Sâffât: 73)
Hiçbir uyarıya kulak asmadılar, uyarıcılara dönüp bakmadılar. Sonra da ne müthiş felâketlere uğradılar.
"Biz de onlardan intikam aldık. Bak! Yalanlayanların sonu nasıl oldu?" (Zuhruf: 25)
Nasıl helâk olup yok olduklarını ve Allah-u Teâlâ'nın müminleri nasıl kurtardığını gör!
"Hak onlara geldiğinde onu yalanladılar. Fakat alaya aldıkları şeyin haberleri yakında kendilerine gelecektir." (En'âm: 5)
Allah'ın âyetleri ile alay etmenin, kendilerine neye mâl olduğunu pek yakında anlayacaklardır.
Bu yalanlayıcılar peygamberlerin ilimlerini küçük gördüler, akıllarına güvenerek doğru yolu bulduklarını zannettiler.
"Peygamberleri onlara apaçık delilleri getirince, kendilerinde olan ilim ile gururlandılar. Alaya aldıkları şey onları kuşatıverdi." (Mümin: 83)
Hakikate uymamalarının cezası başlarına indi, kendi cehalet ve hamakatlarına ancak o zaman anlamış oldular.
"Bütün bunlar peygamberlerini yalanladılar, azabım da onlara hak oldu." (Kâff: 14)
Hepsi de lâyık oldukları azaplara kavuştular.
"Hayır! Onlar hak kendilerine gelince onu yalanladılar. Şimdi onlar karışık bir durum içindedirler." (Kâff: 5)
Kararsız ve şaşkındırlar, hak ve hakikati bulamazlar.
"Bâtılı hakkın yerine koymak için mücadele etmişlerdi." (Mümin: 5)
Aslı esası olmayan, kendi kafalarına göre uydurmuş oldukları zan ve vehimlere uyarak münakaşalara atılmışlardı.
"İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş ümmetlerin içinde, aleyhlerinde söz hak olmuş (azap gerçekleşmiş) kimselerdir. Doğrusu onlar hüsrana uğrayanlardır." (Ahkâf: 18)
Şeytana uymak suretiyle aslî fıtratlarını kaybetmişler, ilâhî hükümleri inkâr ederek ebedî felâkete düşmüşlerdir.
"İslâm'a dâvet edilirken Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Allah zâlimler güruhunu hidayete erdirmez." (Sâf: 7)
Böyle birisinden daha zâlim hiç kimse elbette ki olamaz.
"Böylece Rabb'lerinin peygamberlerine isyan ettiler. O da onları şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakalayıverdi." (Hâkka: 10)
 

forumdayim

Profesör
Katılım
7 Eyl 2009
Mesajlar
1,156
Tepkime puanı
29
Puanları
0
Konum
almanya
Ömer efendinin size uyarılarını hep Ayeti kerime ve hep hadisi şerifler ile yaptığını hepiniz biliyorsanız.Yanlış gördüğünüz zaten belli bir kere de doğru görebilseniz teşekkür etmeniz gerekir.O sizi çok kere uyardı amma siz ayeti kerimeleri ve hadisi şerifler okunduğun da derece ters dönüyorsunuz.

ayetlerle cevap veriyormus...
sanki ehli sünnet disinda olanlar veya sadece kuran diyip sünneti inkar edenler ayni iddeada degiller... demekki kisiler zihniyetlerine göre kurani yorumliyabiliyorlar... onun icin biz kendi düsüncemle alim müsveddelerini elestirmiyorum... ilmine güvendigim kisilerin düsüncelerini ortaya koyuyorum, isine gelen bunlari kabul eder isine gelmiyen kabul etmez...
siz iyi yapmissiniz onun düsüncelerini ortaya koyacak bir konu acmissiniz, bende o konuyla ilgilenenlere bu konuyla ilgili bu düsüncede olanlarda var diyerek onlarin daha sihhatli karar vermelerini saglamis oldugumu düsünüyorum... haydi kolay gelsin...
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
ayetlerle cevap veriyormus...
sanki ehli sünnet disinda olanlar veya sadece kuran diyip sünneti inkar edenler ayni iddeada degiller... demekki kisiler zihniyetlerine göre kurani yorumliyabiliyorlar... onun icin biz kendi düsüncemle alim müsveddelerini elestirmiyorum... ilmine güvendigim kisilerin düsüncelerini ortaya koyuyorum, isine gelen bunlari kabul eder isine gelmiyen kabul etmez...
siz iyi yapmissiniz onun düsüncelerini ortaya koyacak bir konu acmissiniz, bende o konuyla ilgilenenlere bu konuyla ilgili bu düsüncede olanlarda var diyerek onlarin daha sihhatli karar vermelerini saglamis oldugumu düsünüyorum... haydi kolay gelsin...


Bu nezih yere gelip denyoluk yapma !.. Sıkıntın varsa "Türkiyede faiz alıp-verilebilir!" fetvasını verenlerden git bir de "içki de içilebilir" fetvası al ve kafanı çek...
Burası senin yerin değil...

 

forumdayim

Profesör
Katılım
7 Eyl 2009
Mesajlar
1,156
Tepkime puanı
29
Puanları
0
Konum
almanya
Bu nezih yere gelip denyoluk yapma !.. Sıkıntın varsa "Türkiyede faiz alıp-verilebilir!" fetvasını verenlerden git bir de "içki de içilebilir" fetvası al ve kafanı çek...
Burası senin yerin değil...


bir seyler duymussunda onuda yanlis duymussun... hakaretinizi size iade ediyorum...
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
bir seyler duymussunda onuda yanlis duymussun... hakaretinizi size iade ediyorum...

Bizim duymalarla - dedi kodularla işimiz yok ! Biz hakiakt ne ise onu olduğu gibi insanın yüzüne çarparız.
Onun için sataşma yapacağın yeri iyi bil ve ona göre yaz-çiz! Kadir Mısıroğlu'nun ucube ve cehalet içeren sözlerinin altında bizi susturacağını mı sandın ? Sen kendin ne biliyorsan onları yaz. Cevaplarımız sizin yedi sülâlenize yeterde artar bile...


 

forumdayim

Profesör
Katılım
7 Eyl 2009
Mesajlar
1,156
Tepkime puanı
29
Puanları
0
Konum
almanya
Bizim duymalarla - dedi kodularla işimiz yok ! Biz hakiakt ne ise onu olduğu gibi insanın yüzüne çarparız.
Onun için sataşma yapacağın yeri iyi bil ve ona göre yaz-çiz! Kadir Mısıroğlu'nun ucube ve cehalet içeren sözlerinin altında bizi susturacağını mı sandın ? Sen kendin ne biliyorsan onları yaz. Cevaplarımız sizin yedi sülâlenize yeterde artar bile...



zavalli, dedikoduyla isi yokmus, biz faizin bir zerresinin kabede zina yapmaktan daha günah olduguna inaniriz...
kadir misirlioglunun kim oldugunuda türkiyedeki müslüman okur yazar kesimi iyi bilir, benim onu savunmama ihtiyaci yok...
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
3. HAKK'A VE HAKİKAT'E UYANLAR
VE İLÂHÎ HÜKME MAZHAR OLUŞLARI

Hidayet:
Hidayet Allah-u Teâlâ'nın kendi zâtını bulmak için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir.
İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber'e indirileni dinledikleri zaman; Hakk'ı tanıdıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün."
(Mâide: 83)
Bu da bu gibi kimselerin Hakk'tan yüz çevirmediklerini, hakikatlere tam bir teslimiyetle teslim olduklarını göstermektedir.
Kendilerine okunan âyetleri dinledikçe, gönülleri o imanın verdiği huzur ve sükunla doldukça;
"Derler ki: Rabb'imiz! Biz iman ettik, bizi de şâhit olanlarla beraber yaz!"
(Mâide: 83)
İman etmemenin düşünülemeyeceğini açıkça ifade ederek iç duygularını şöyle dile getirirler:
"Rabb'imizin bizi sâlihler zümresi arasına katmasını umarken, neden Allah'a ve bize gelen hakikate inanmayalım?" (Mâide: 84)
İnanmaları, tasdik etmeleri, hakkı ve hakikati kabul etmeleri sebebiyle de, bu gibi kimseler en büyük mükâfatlara kavuşacaklardır.
"Bu sözlerinden dolayı Allah onlara altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetler verdi. Güzel hareket edenlerin mükâfatı işte budur." (Mâide: 85)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde hak ve hakikate çağırıldıkları zaman samimi müminlerin nasıl bir tavır takındıklarını beyan etmekte, böylelikle hidayeti bulmanın, bütünüyle İslâm'a girmenin yolunu göstermekte, arkasından da bu gibi kimselere müjdeler vermektedir:
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'ine çağırıldakları zaman, müminlerin sözü sadece: 'İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir.
İşte gerçek saâdete erenler onlardır."
(Nûr: 51)
Dünya saâdetini ahiret selâmetini elde edenler, umduklarına nâil olanlar onlardır.
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nur: 52)
Mümin bir kimse Allah'tan başka hüküm verecek hakem kabul etmez, O'na isyan hususunda hiç kimseye itaat etmez.
"Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım?" der. (En'âm: 114)
Onun imanı böyle bir sapıklığa düşmesine fırsat vermez.
Çünkü Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Sakın Allah'ın âyetlerini yalan sayanlardan olma! Yoksa ziyana uğrayanlardan olursun." buyurmuştur. (Yunus: 95)
Allah-u Teâlâ'nın hükmüne karşı, hükmüne müracaat edilebilecek hiçbir hakem tasavvur olunamaz.
Mümin olarak amel-i sâlih işleyen herkesi, hoş ve güzel bir hayat ile yaşatacağına dair Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde buyurur ki:
"Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız." (Nahl: 97)
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip salih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânî'dir.
Bol bir rızka nail olursa, şükrünü edâ ederek Rabb'inin rızâsını kazanır. Rızkını dar bulursa sabreder, kanaat eder, kısmetine râzı olur. Böylece yaşayışı yine güzel olur.
"(Âhirette ise) mükâfâtlarını yaptıklarının en güzeli ile ödeyeceğiz."
(Nahl: 97)
İmanları sebebiyle ve yaptıkları salih amellerden dolayı ebedî saâdetlere kavuşacaklardır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Kim mümin olarak sâlih amellerden yaparsa, artık o ne zulümden ne de hakkının yeneceğinden korkar." (Tâhâ: 112)
İşte dâvete icâbet etmenin, hakikati bulmanın mükâfatı budur.
"İman edip sâlih amel işleyenlere gelince, Allah onlara mükâfatını tam olarak verecektir. Allah zâlimleri sevmez." (Âl-i imrân: 57)
Onları cennnetlerine koyacak ve yine onları cemâl-i bâkemâlinin müşâhedesiyle tecelliyât nurları içinde bırakacaktır.

 

ehlinimet

Asistan
Katılım
7 Ocak 2013
Mesajlar
409
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Sıkıntın varsa "Türkiyede faiz alıp-verilebilir!" fetvasını verenler

th_51760_Resim_001_122_740lo.jpg



th_30605_tara0001_122_1139lo.jpg
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
3. HAKK'A VE HAKİKAT'E UYANLAR
VE İLÂHÎ HÜKME MAZHAR OLUŞLARI

Hidayet:

Hidayet Allah-u Teâlâ'nın kendi zâtını bulmak için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir.
İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
Dünya saâdetini ahiret selâmetini elde edenler, umduklarına nâil olanlar onlardır.
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nur: 52)
Mümin bir kimse Allah'tan başka hüküm verecek hakem kabul etmez, O'na isyan hususunda hiç kimseye itaat etmez.
"Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım?" der.(En'âm: 114)

Onun imanı böyle bir sapıklığa düşmesine fırsat vermez. Çünkü Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Sakın Allah'ın âyetlerini yalan sayanlardan olma! Yoksa ziyana uğrayanlardan olursun." buyurmuştur. (Yunus: 95)
Allah-u Teâlâ'nın hükmüne karşı, hükmüne müracaat edilebilecek hiçbir hakem tasavvur olunamaz.
Mümin olarak amel-i sâlih işleyen herkesi, hoş ve güzel bir hayat ile yaşatacağına dair Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde buyurur ki:
"Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız." (Nahl: 97)
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip salih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânî'dir.
Bol bir rızka nail olursa, şükrünü edâ ederek Rabb'inin rızâsını kazanır. Rızkını dar bulursa sabreder, kanaat eder, kısmetine râzı olur. Böylece yaşayışı yine güzel olur.

"(Âhirette ise) mükâfâtlarını yaptıklarının en güzeli ile ödeyeceğiz." (Nahl: 97)İmanları sebebiyle ve yaptıkları salih amellerden dolayı ebedî saâdetlere kavuşacaklardır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Kim mümin olarak sâlih amellerden yaparsa, artık o ne zulümden ne de hakkının yeneceğinden korkar." (Tâhâ: 112)
İşte dâvete icâbet etmenin, hakikati bulmanın mükâfatı budur.
"İman edip sâlih amel işleyenlere gelince, Allah onlara mükâfatını tam olarak verecektir. Allah zâlimleri sevmez." (Âl-i imrân: 57)
Onları cennnetlerine koyacak ve yine onları cemâl-i bâkemâlinin müşâhedesiyle tecelliyât nurları içinde bırakacaktır.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
O Yaratıyor,
O Gösteriyor:



Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Hiçbir göz O'na erişemez, ihata ve idrak edemez. Fakat O bütün gözleri ihata eder." (En'am: 103)
İnsan insanı görüyor, yeri göğü görüyor, dağları denizleri görüyor. Halbuki aslında göz görmüyor, o varlıklar göze aksediyor. İşte bu bilinmiyor.
Görünenler görünmüyor, O'nun gösterdiğini bilmek lâzımdır. O yaratıyor ve gösteriyor.
Zira O, her şeyden her şeye yakındır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz." (Vâkıa: 85)
O var olduğu için O'nunla görüyorsun, O'nunla işitiyorsun ve O'nunla konuşuyorsun.
Hülâsa-i kelâm hep O'nunlasın.
Eğer bu ilmi kavrarsanız Yaratıcı'yı kavramış olacaksınız. Kavrama noktalarından birisi de budur.
O yaratıyor, bir şekil veriyor ve onu gösteriyor. Yaratan'dan senin hiç haberin yok, yaratılmışlardan da haberin yok. Yer var, gök var deyip geçiyorsun. Halbuki O yaratıyor, O gösteriyor.
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere ruh Allah-u Teâlâ'nın emridir. Fakat insanoğlu bunu bilmiyor. Ruhunu çektiği zaman hani sen vardın? Var gibi görünüyordun, O'nunla var olduğunu bilmiyordun. O'nunla yürüdüğünü, O'nunla konuştuğunu, O'nunla gördüğünü bilmiyordun. Ruhunu çektiği zaman sende hiçbir şey olmadığını öğrendin mi? Hani sen vardın?
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Serî'ül-hisab:


Allah-u Teâlâ mahşer yerinde kullarını bir bir hesaba çeker ve bu hesap bir anda olup biter.
Âyet-i kerime'de:
"Allah hesabı çabuk görendir." buyuruluyor. (Bakara: 202)
Size bunun sırrını arz edelim:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurmuyor mu?
"Hiçbir göz O'na erişemez, ihata ve idrak edemez. Fakat O bütün gözleri ihata eder." (En'âm: 103)
Bütün gözleri ihata ettiğine göre, senin bir maske olduğun çıkıyor meydana. Sen bir maske olduğuna göre kâinat da bir maskedir. Maskeyi kaldır O var. O'ndan başkası yok.
Bütün insanların hesabını bir anda görmeye Kadir-i mutlak olan Hazret-i Allah budur. Şimdi anladınız mı?
Kendisinin ve kâinatın bir maske olduğunu gören de var, bilen de var.
Kim bilir, kim görür?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İçinizde... Görmüyor musunuz? " buyuruyor. (Zâriyât: 21)
Sen görmüyorsan, iyi bil ki gören de var, bilen de var.
Bu tecelliyat içinde olduğunu görene mahsustur, başkasına değil. Başkası sadece işitir, duyar, kabul eder veya etmez. Fakat o, O'nu görüyor, kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu çoktan öğrenmiş.
Bu ledünî bir durumdur.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur)." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Bu bir Hadis-i kudsî'dir, anlamıyorsan buradan anla.
Bu kulları için açığa çıkmış. Onlar Cenâb-ı Hakk'ı görüyor, kendini görmüyor. O'ndan O'na yakın olduğunu hem görüyor, hem biliyor ve bildirdiği kadarını bildiriyor.
Bunlar muhsinlerdir, Cenâb-ı Hakk'ın has kullarıdır. "Nurun alâ Nur" olanlardır.
Nitekim:
"Resul'üm! Sen atmadın Allah attı." (Enfâl: 17)
Âyet-i kerime'si bunlara delâlet etmektedir.
Bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler bu beyanlarımızı teyid ediyor.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
"Bir Bilene Sor!"

Aslında "Her şeyden her şeye yakın" olduğunu da haber veriyor. Böyle olduğu halde neden göremiyoruz ve bilemiyoruz?
Neden bilemediğimizi kendinde ara. Bu hakikatları görmeye kendi varlığın mânidir. Vücud elbiseni çıkarabilirsen, Var olanı görürsün. Zira senin gibi her şeye bir vücud vermiştir. Kâinatın vücudunu da çıkarabilirsen, yalnız O'nun var olduğunu; O'ndan başka vücud da olmadığını, mevcud da olmadığını görebilirsin.
Aslında O'ndan başka bir vücud da yok, mevcud da yok.
Bu gördüğün kâinat "Ol!" emr-i şerifi ile var olmuş, "Kün feyekün." elbisesidir. Yani O'nun emir ve hüküm elbisesidir. Herkes perdeyi görüyor, perdenin içindekini göremiyor.
Allah-u Teâlâ bir çok Âyet-i kerime'lerinde senden sana yakın olduğunu beyan buyurduğu halde, hâlâ bilemiyorsun!
Şu kadar var ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Bunu bir bilene sor!" (Furkân: 59)
Bu bir emr-i ilâhidir. Dilediğine dilediği kadar bildirdiğini açık olarak ferman buyuruyor ve duyuruyor.
Bu hakikatleri bilebilmen ve öğrenebilmen için, ilim-irfan mektebine dehâlet etmen zaruridir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sâdıklarla beraber olunuz." buyurmaktadır.(Tevbe: 119)
Sâdıklar O'nun veli kulu olan Mürşid-i kâmil'lerdir.
Allah-u Teâlâ bu beyanlarını onların bilebileceğini beyan ediyor. Zira onların muallimi bizzat Allah-u Teâlâ'dır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur" buyuruyor. (Bakara: 282)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın öğretmenleridir, Rabbânîleridir. Halka hak ve hakikati bildirirler, gizli yollardan Hakk'a yürütüp götürürler.
Zâhirî yani dış ilimlerle iç âlemi bilmek mümkün değildir.
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i dikkatle incelendiği zaman bu hakikat açıkça görülür.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed'e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Onlar vâris-i enbiyâdır. Onlara "Vâris-i enbiyâ" denir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Allah-u Teâlâ benim göğsüme ne döktüyse ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım."
Bu boşaltma vâristen vârise kıyamete kadar devam eder. Bu da ancak;
Sehm-i nübüvvete,
Sehm-i velâyete,
Hem sehm-i nübüvvete, hem sehm-i velâyete vâris olanlara mahsustur.
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru ile, Allah-u Teâlâ'nın onlara bahşettiği ikinci Kudsî ruh'la bütün bu esrar-ı ilâhîyi bilirler, görürler ve söylerler.
Bir Hadis-i kudsî'de de Hakk Celle ve Alâ Hazretleri şöyle buyurur:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"
Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:
"Onlara ilk vereceğim şey nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler."
(Hâkim)
İşte bu Hadis-i kudsî, Allah-u Teâlâ'nın onlara verdiğini kimsenin bilemeyeceğini, onlara ihsan ve ikram ettiğini, başkasına vermediğini ve Hazret-i Allah'ı yalnız bunların bildiğini bize bildiriyor.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Faydalı İlim:

Ey nefsini ilâh edinen! İçinde Cenâb-ı Hakk'ı görmeyip kendini gören, ilmi zandan öteye varmayan, hakikat ilminden mahrum edilen allâme!
Bu hakikatları anlamıyorsun diye, sakın inkâra kalkışma! Zira karşında Kelâmullah okunuyor, Hadis-i kudsî ve Hadis-i şerif'lerle izahı yapılıyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Size ilimden az bir şey verilmiştir." (İsrâ: 85)
Nitekim Hızır Aleyhisselâm ile Musa Aleyhisselâm'ın kıssasını bir düşün!
Gemide yolculukları esnasında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına kondu. Denizden bir-iki damla su aldı.
Hızır Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Yâ Musâ! Benim ilmimle senin ilmin, Allah-u Teâlâ'nın ilminden şu serçenin denizden eksilttiği kadar eksiltir." (Buhârî. İlim 16)
Oysa o iki damla da Hazret-i Allah'ındır, senin neyin var? Hiç!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizî)
Bu mevzular bâtınî ilim erbabına mahsustur. Bu hakikatler onlar için arzediliyor. Bu hakikatlerden ve bu ilimden haberdar olmayanlara da duyurmaya çalışılıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Faydalı ilim" olarak tarif ettiği ilim bâtınî ilimdir.
Zâhirî ilim dış âlemimizi süslemek ve cehaletten kurtulmak içindir. Bâtınî ilim ise bu münevver yolu bilmek ve bulmak, iç âlemimizi nurlandırmak içindir.
Bu ise fenâdan başlar.
Fenâfişşeyh,
Fenâffirrasul,
Fenâfillâh merhalelerinden geçer.
Hakiki ilim Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği, duyurduğu ilimdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onlar Allah'ı lâyıkıyla takdir edip bilemediler." buyuruyor. (Zümer: 67)
Niçin? Faydalı ilimden mahrum oldukları için.
İlmi satır ilmidir, sadır ilminden nasip almamış. Üstelik ilim birdir zannediyorlar.
Oysa ilim dörttür:
Zahirî ilim,
Tarikat ilmi,
Hakikat ilmi,
Marifetullah ilmi.
Onların gerçekten akıldan da haberleri yok. Akıl birdir zannediyorlar.
Oysa akıl beştir:
Akl-ı meaş,
Akl-ı mead,
Akl-ı nurânî,
Akl-ı kül,
Ulül-elbâb.
Nefisten ve nefis derecelerinden de habersizdirler.
Nefis dereceleri de yedidir:
Emmâre,
Levvâme,
Mülhime,
Râdiye,
Merdıyye,
Mutmainne,
Sâfiye.
Bu hakiki ilimden habersiz olan, bunları bilmeyen, aslında kendisini dahi bilmez, bilip tanıyamaz. Böyleyken onu yoktan var eden, nimetleriyle donatan, âzâlarını bir bir yerine koyup onu ana karnından çıkaran Hazret-i Allah'ı nasıl bilsin?
Bunların Cenâb-ı Hakk'ı bilmeyişleri, hakikatten mahrum oluşlarından ötürüdür. Hazret-i Allah'a iman etmiştir, İsm-i şerif'ini bilir, duymuştur.
Zâhirî ilimden nasibi kadar almış, hepsi o kadar. Hakikati bilmedikleri için; kendilerini âlim değil allâme zannediyorlar. Ehlince malum olan cehaletlerini böylece ortaya koyuyorlar.
İçlerinde öyleleri var ki, bunca Âyet-i kerime'leri ve Hadis-i şerif'leri bir kalemle inkâr eder, küfre kayar, haberi dahi olmaz.
Üstelik onun ihraz ettiği mevki ve makama avam halk aldanırlar, böylece onları da ifsat ederek imandan kaydırırlar.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde âhir zaman âlimlerini tarif ederken:
"Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir." buyuruyorlar. (Beyhâki)
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Öğüt ve Uyarılar:

İlâhî ahkâm esastır. Hüküm Hazret-i Allah'ındır, yaratmak da emretmek de Allah'a mahsustur."

Kurtulmak için şu Âyet-i kerime'leri önüne sürüyorum. Bu ilâhî beyanlara dikkat et.
Bakıyorlar amma ne yaptıklarını bilmiyorlar. Açık açık gördükleri korkunç manzaralar karşısında gözleri hor ve hakir olmuş.
Allah-u Teâlâ'nın ikinci defa gadaba gelmesi halkı mahşere toplayacağı an olacak. Öyle bir an ki, ahiret güneşi bir mil kadar yaklaştırılmış, insanlar kan ter içinde hararetten kavrulurken, isyanlarına göre tere gömülmüşler. Kimi topuğuna, kimi diz kapağına, kimi de gırtlağına kadar batmış, bazılarını da ter tamamen kaplamış. Hiçbir taraftan imdat yok.
Mahşer yerinde herkesin Allah katındaki mevki ve derecesine göre uzun veya kısa süren bir bekleyiş olacak. Bu bekleyiş dayanılmaz bir hale gelince, mahkemenin başlaması için bir şefaatçı aramaya çalışacaklar, ulül-azm peygamberlere müracaat edecekler, sıra ile Âdem Aleyhisselâm'a, Nuh Aleyhisselâm'a, İbrahim Aleyhisselâm'a, Musa Aleyhisselâm'a, İsâ Aleyhisselâm'a başvuracaklar. Onlar ise "Aziz ve Celil olan Rabb'imiz bugün çok celallidir. Öyle ki, ne şimdiye kadar böyle gazaplı görünmüş, ne de bundan sonra görülecektir." diyerek her biri birer mazeret göstererek şefaat edemeyeceklerini beyan edecekler.
Sonunda da âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm'a gelerek haklarında şefaatçı olmasını isteyecekler.
O da Arşurahman'ın altına gelerek secdeye kapanacak, âhiret muâmelesinin başlaması için niyazda bulunacak. Allah-u Teâlâ ona lütfedecek, duâsını ve şefaatını kabul buyuracak ve hesap başlayacak.
Öyle korkunç anlar var.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Derin Bir Süzgeç Olan
Hadis-i Şerif:


Seyyid-i Kâinat Sebeb-i mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." (Keşf-ül Hafâ)
Şimdi Hadis-i şerif'in izahına geçelim:
"Bütün insanlar helâk olmuştur, âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmiyle âmil olanlar müstesna."
Bu nokta çok korkunçtur.
Zâhirde kalan âlimler de benlik içindedirler. Hep "Ben!" der, "Ben biliyorum!", "Ben söylüyorum!", "Ben irşad ediyorum!" der.
Bir Âyet-i kerime var. Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Ki birini muhabbet-i Mevlâ'ya, diğerini muhabbet-i mâsivaya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.
O "Ben"in gizli mânâsı, Allah-u Teâlâ o kalpte yok, varlık ve nefis var. Allah-u Teâlâ'nın ihsanını nefse bağlamış. Nefse bağladığı için nefis "Ben!" diyor, Allah-u Teâlâ'yı inkâr ediyor. Bunun apaçık mânâsı budur.
Gerçekten bir çoğu irşad ettiğini sanır, ifsad ettiğini bilmez. Niçin bilmez? Hakikati bilmediği için bilmez. Çünkü dıştan içeriye alınmamıştır. Evin dışında kalmış, dıştan sesleniyor. İlmi kafada kaldı, kalbine inmedi. Kur'an'ın nûru boğazdan aşağıya da inmedi. İçeriye nüfuz edemedi. Onun için hakikati bilmiyor, o ise her şeyi bildiğini sanıyor, kendisinin bir allâme olduğunu biliyor, hakikatta câhil olduğunu bilmiyor.
Bir insan hep "Ben!.. Ben!.." der, varlık toplar. O toplanan varlıklar nefsin varlığıdır. Bir insan dünyada iken "Benim şunum var, benim bunum var, ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım!" der durur. Kabre girdikten sonra, o dedikleri hep kaldı. Hiçbir şey yok, bir kefen kaldı.
Zâhirden sonra hakikata geçmek için tarikat ilmini dahi bitirmek lâzımdır, bunu açık söylüyorum. Hakikata geçtikten sonra da kalbin içine nüfuz eder. Bir de bakar ki: "Eyvah! Ben kendimin bir şey bildiğimi zannediyordum, şimdiye kadar nasıl bu varlığı topladım, Hazret-i Allah'a nasıl şirk koştum?" der. Hiçbir şey bilmediği gibi, kendisini de bilmediğini o anda öğrenir, hakikat perdesi açılır, o zamana kadar yaptığı varlıklara istiğfara başlar ve hayatı boyunca devam eder.
Hatta ulemâdan bir zât der ki:
"Medreselerde yaladığım mürekkebi kırk senedir çıkarmaya çalışıyorum, hâlâ muvaffak olamadım."
Ne demek bu? İlim tahsili esnasında nefsin aldığı gururu hâlâ kalbinden silemediğini ifade ediyor. Halbuki bu zât ehl-i keşif olmuş.
İşte âlimler bunun için helâk oldu. Çünkü fenâdan bihaberdirler. Bunun için kalbi de yumuşamadı, yumuşamasına muvaffak olmadı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"İnananların Allah'ı zikir için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi?" (Hadîd: 16)
Bunun içindir ki Fenâfirrasul'e alınmayanların durumu çok tehlikelidir. Bunlar gerçek mânâda Hazret-i Allah'ı bilmez, Resulullah Aleyhisselâm'ı da bilmez.
Sebebi:
Fenâfirrasul'e alınmamış ki Resulullah Aleyhisselâm'ı bilsin.
Fenâfillah'a alınmamış ki Hazret-i Allah'ı bilsin.
Ene putunu eline almış, irşada kalkmış ve fakat ahirete bu put ile göçtüğü zaman hakikati görecek.
Zira Âyet-i kerime'de:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." buyuruluyor. (Şems: 9-10)
"El-fakru fahrî" Hadis-i şerif'inin sırrına mazhar olanlar, bu benlik dâvâsında bulunanlardan ikrah eder, fakat kimseye bir şey söylemez.
İlmiyle amel edenler niçin tehlikededirler?
Her ne kadar içeriye alınmışsa, içeriye nüfuz etmiştir. Yani kafadan kalbe inmiş, içeriye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey bilmediğini bildi ve itiraf etti, istiğfara başladı. Fakat hiçbir şey olmadığını bilmez. Çünkü burada hiçbir şey olmadığını bilmesi için mârifetullah ilmi gerekiyor.
Hiç olduğunu bilenler dahi büyük bir tehlikededir. Bu Hadis-i şerif çok derin bir süzgeçtir!
Niçin tehlikededir?
O tuttuğu müddetçe helâk olmaz, bir an bırakırsa helâkına vesile olur. Allah-u Teâlâ tuttukça helâk olmazsın, atarsa helâk olursun. Zira sana âit hiçbir şey yoktur. Bir tek tüye sahip değiliz. Bir göze, bir ele, bir ayağa demiyorum, bir tek tüye sahip değiliz, buna rağmen "Ben!" dedik.
Yaratan O, nimetlerle donatan O, yaşatan O, öldüren yine O.
Bunun özetini bir temsil ile üç noktada izah edeceğiz:
1. Zâhirde kalanlar kalp kapısında nakış yapar, caminin kapısındadır.
2. Hakikata alınanlar kalbin içine nüfuz etmiştir, caminin avlusundadır.
3. Mârifetullah ehline gelince, onlar camiye alınmışlardır. O Hakk'ı bulmuştur, Hakk iledir.
Buraya alınan bu veli kulları, dilerse Zât'ına yaklaştırır, dilerse uzaklaştırır, dilerse tutar, dilerse atar. Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Burada görülüyor ki, muhlisler dahi büyük bir tehlikededirler. Avam demiyorum, veliler dahi büyük tehlikededirler. Nice velilerin kaydığına dair kitaplarda işaret var.
Hatta Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Allah dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap eder. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." (Âl-i imrân: 129)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"O dilediğine azap eder, dilediğine merhamet eder ve hepiniz O'na çevrilirsiniz." (Ankebût: 21)
Mahlûka ait hiçbir şey yok. İnsanların helâk olduğunu belirten bu Hadis-i şerif ne kadar mühim. Allah'ımız bizi bize bırakmasın, lütuf rızasından ayırmasın. Amin.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." (Keşf-ül Hafâ)
Şimdi Hadis-i şerif'in izahına geçelim:
"Bütün insanlar helâk olmuştur, âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmiyle âmil olanlar müstesna."
Bu nokta çok korkunçtur.
Zâhirde kalan âlimler de benlik içindedirler. Hep "Ben!" der, "Ben biliyorum!", "Ben söylüyorum!", "Ben irşad ediyorum!" der.
Bir Âyet-i kerime var. Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Ki birini muhabbet-i Mevlâ'ya, diğerini muhabbet-i mâsivaya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.
O "Ben"in gizli mânâsı, Allah-u Teâlâ o kalpte yok, varlık ve nefis var. Allah-u Teâlâ'nın ihsanını nefse bağlamış. Nefse bağladığı için nefis "Ben!" diyor, Allah-u Teâlâ'yı inkâr ediyor. Bunun apaçık mânâsı budur.
Gerçekten bir çoğu irşad ettiğini sanır, ifsad ettiğini bilmez. Niçin bilmez? Hakikati bilmediği için bilmez. Çünkü dıştan içeriye alınmamıştır. Evin dışında kalmış, dıştan sesleniyor. İlmi kafada kaldı, kalbine inmedi. Kur'an'ın nûru boğazdan aşağıya da inmedi. İçeriye nüfuz edemedi. Onun için hakikati bilmiyor, o ise her şeyi bildiğini sanıyor, kendisinin bir allâme olduğunu biliyor, hakikatta câhil olduğunu bilmiyor.
Bir insan hep "Ben!.. Ben!.." der, varlık toplar. O toplanan varlıklar nefsin varlığıdır. Bir insan dünyada iken "Benim şunum var, benim bunum var, ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım!" der durur. Kabre girdikten sonra, o dedikleri hep kaldı. Hiçbir şey yok, bir kefen kaldı.
Zâhirden sonra hakikata geçmek için tarikat ilmini dahi bitirmek lâzımdır, bunu açık söylüyorum. Hakikata geçtikten sonra da kalbin içine nüfuz eder. Bir de bakar ki: "Eyvah! Ben kendimin bir şey bildiğimi zannediyordum, şimdiye kadar nasıl bu varlığı topladım, Hazret-i Allah'a nasıl şirk koştum?" der. Hiçbir şey bilmediği gibi, kendisini de bilmediğini o anda öğrenir, hakikat perdesi açılır, o zamana kadar yaptığı varlıklara istiğfara başlar ve hayatı boyunca devam eder.
Hatta ulemâdan bir zât der ki:
"Medreselerde yaladığım mürekkebi kırk senedir çıkarmaya çalışıyorum, hâlâ muvaffak olamadım."
Ne demek bu? İlim tahsili esnasında nefsin aldığı gururu hâlâ kalbinden silemediğini ifade ediyor. Halbuki bu zât ehl-i keşif olmuş.
İşte âlimler bunun için helâk oldu. Çünkü fenâdan bihaberdirler. Bunun için kalbi de yumuşamadı, yumuşamasına muvaffak olmadı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"İnananların Allah'ı zikir için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi?" (Hadîd: 16)
Bunun içindir ki Fenâfirrasul'e alınmayanların durumu çok tehlikelidir. Bunlar gerçek mânâda Hazret-i Allah'ı bilmez, Resulullah Aleyhisselâm'ı da bilmez.
Sebebi:
Fenâfirrasul'e alınmamış ki Resulullah Aleyhisselâm'ı bilsin.
Fenâfillah'a alınmamış ki Hazret-i Allah'ı bilsin.
Ene putunu eline almış, irşada kalkmış ve fakat ahirete bu put ile göçtüğü zaman hakikati görecek.
Zira Âyet-i kerime'de:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." buyuruluyor. (Şems: 9-10)
"El-fakru fahrî" Hadis-i şerif'inin sırrına mazhar olanlar, bu benlik dâvâsında bulunanlardan ikrah eder, fakat kimseye bir şey söylemez.
İlmiyle amel edenler niçin tehlikededirler?
Her ne kadar içeriye alınmışsa, içeriye nüfuz etmiştir. Yani kafadan kalbe inmiş, içeriye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey bilmediğini bildi ve itiraf etti, istiğfara başladı. Fakat hiçbir şey olmadığını bilmez. Çünkü burada hiçbir şey olmadığını bilmesi için mârifetullah ilmi gerekiyor.
Hiç olduğunu bilenler dahi büyük bir tehlikededir. Bu Hadis-i şerif çok derin bir süzgeçtir!
Niçin tehlikededir?
O tuttuğu müddetçe helâk olmaz, bir an bırakırsa helâkına vesile olur. Allah-u Teâlâ tuttukça helâk olmazsın, atarsa helâk olursun. Zira sana âit hiçbir şey yoktur. Bir tek tüye sahip değiliz. Bir göze, bir ele, bir ayağa demiyorum, bir tek tüye sahip değiliz, buna rağmen "Ben!" dedik.
Yaratan O, nimetlerle donatan O, yaşatan O, öldüren yine O.
Bunun özetini bir temsil ile üç noktada izah edeceğiz:
1. Zâhirde kalanlar kalp kapısında nakış yapar, caminin kapısındadır.
2. Hakikata alınanlar kalbin içine nüfuz etmiştir, caminin avlusundadır.
3. Mârifetullah ehline gelince, onlar camiye alınmışlardır. O Hakk'ı bulmuştur, Hakk iledir.
Buraya alınan bu veli kulları, dilerse Zât'ına yaklaştırır, dilerse uzaklaştırır, dilerse tutar, dilerse atar. Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Burada görülüyor ki, muhlisler dahi büyük bir tehlikededirler. Avam demiyorum, veliler dahi büyük tehlikededirler. Nice velilerin kaydığına dair kitaplarda işaret var.
Hatta Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Allah dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap eder. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." (Âl-i imrân: 129)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"O dilediğine azap eder, dilediğine merhamet eder ve hepiniz O'na çevrilirsiniz." (Ankebût: 21)
Mahlûka ait hiçbir şey yok. İnsanların helâk olduğunu belirten bu Hadis-i şerif ne kadar mühim. Allah'ımız bizi bize bırakmasın, lütuf rızasından ayırmasın. Amin.


 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst