Mektûbât-ı Rabbânî Köşesi...

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 425. Mektup

MEVZUU: a) Sahib-i Şeriat-ı Garra Resulullah'a mütabaat. Ona ve âline salât ve selâm.
b) Tarikat şeyhine mütabaat.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Seyyid Mir Muhibbüllah Mankpuri'ye yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Kardeşim Mercii Siyadet Mir Muhibbüllah'tan gelen mektup ulaştı.
Istırap ve ıstırar üzere dere edilen yeis mukadimeleri anlaşıldı.
Yeis küfürdür; ümitvar olmalısınız.
Şu iki şeyde rusuh var ise, (yani sağlamlık) gam neye? Şunlardır:
a) Sahib-i Şeriat Resulullah (sav) Efendimize mütabaat. O na ve âline salât ve selâm olsun.
b) Tarikat şeyhine inanıp ona mahabbet etmek.
Vakıf, iltica eden olmalı ve olumsuz şeylerden feragat etmelisiniz ki, anlatılan devlete fütur gelmeye... Bundan öte her şey kolaydır; amma her ne olursa olsun. Telâfisi de mümkündür.
***
Bundan önce size yazmıştım:
Eğer Münkpur'da kalmayı istemiyorsanız; İlâhabad'ı vatan olarak seçmek gerek. İhtimal ki, mübarek olur. Halbuki siz, bundan aksini anladınız.
-Mübarek lâfzı da, maksuda delâlet etmemiş. Şu anda söylenecek kelâm yine odur.
Gece nazarda zahir oldu: Taşınmanız, Mankpur'dan alınıp İlâhabad'a geçmiş...
Orada bir harabe seçip vakitlerinizi, sanı büyük Allah'ın zikri ile mamur kılınız. Hiç kimse ile meşgul olmayınız.
Nefy ve isbat (LA İLAHE İLLALLAH) zikrine devam ediniz.
Bu kelime-i tayyibenin tekran ile, bütün muradlan sine sahasından çıkarıp atınız. O Vahid Zat'tan başka maklub, maksud ve mahbub kalmasın...
Şayet kalb, bu zikri yapmaktan acizlenirse; dille söyleyiniz. Amma gizli olmak şartı ile... Zira, cehren yapılan zikir, bu tarikatta memnudur.
Tarikatın kalan tarz ve vaziyetlerini biliyorsunuz.
Bilhassa dikkat ediniz, uymak yolundan sapmayasınız. Hem de, gücünüzün yettiği kadar. Zira, tarikat şeyhine uymanın iyi semereleri vardır. Onun yolunun aksine gitmek ise, tehlikelidir.
Bundan daha ziyade ne yazayım?
Hüdaya ittiba edip Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara selâm. Ona, âline ashabına salâtların en tamamı, selâmların dahi ekmeli...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 424. Mektup

MEVZUU: Namazda, tazarru, zikir, Kur'an okumak ve kunutu uzatmanın faydaları.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Seyyid mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Selâm olsun onun seçmiş olduğu kullarına... Maden-i siyadet kardeşimden gelen mektup ulaştı. Sürür getirdi. Şöyle yazmışsın:
-Dua, tazarru, Hazret-i Hakka devamlı iltica, zikir mi daha faziletlidir; yoksa bütününe karışık, zikir mi? Derim ki:
-Mutlak zikir gerek. Her ne şey ki onunla içtima eder; o devlettir. Vusul medarını zikir üzerine vaz etmişlerdir. Onun gayrı şeyler ise, onun semereleri ve neticeleridir.
***
Sormuşsunuz ki:
-Şu üç şeyin hangisi daha faziletlidir:
a) Nefy ve isbat (La ilahe illallah),
b) Kur'an okumak,
c) Kunutu uzatarak namaz kılmak, Bilesin ki,
Nefy ve isbat, namazın şartı olan abdest gibidir. Abdest olmadığı takdirde, namaza başlamak, sahih olmaz.
Aynı şekilde farzlar, vacipler ve sünnetler hariç olmak üzere; nefiy ve isbat muamelesi tamam olmadıkça, her amel malayani kısmına dahildir.
Yerinde olur ki, öncelikle maraz izale edile... Bu izale işi de, nefiy ve isbata bağlıdır. Bundan sonra, ibadet ve başka hasenat ile iştigal edilir. Ki bunlar bedene yararlı gıda gibidir. Marazın zevalinden önce alınan her gıda, fasit ve müfsittir.
Bir mısra:
Her ne alırsa illetli, olur illet.
Bu muamelenin tamam olduğu taayyünü gerekmez. Zira, o haletin kendisi tamam olduğunu söyler.
***
Yazmışsınız ki:
-Üçüncü cilt kimin ismine tescil edilecek?
Zahir o ki, Fakir daha önce yazmıştım: O sizin isminize tescil edilecek. Şu andaki mektubunuzun cevabında da söz yine budur. Ona sizden daha değerli ve haklı kim var ki? Şöyle demek mümkündür:
-Kalbin meyli, daima zatınızadır.
Egre'de oturmanızın manası malum değildir. Her ne kadar civarda olsa dahi, madem ki mülakattan hali durumdadır; itibardan düşüktür.
Fakir için orada oturmanız yerinde değil. Fakir'i Erhamü'r-rahimine ısmarlayıp vatana teveccüz ediniz. Böylece, oradaki müştakları da mesrur kılınız.
Eğer kalbinizde, orada kalmanın bir diğer yüzü var ise, o başka iştir.
Muhammed Emin'in validesi, ismet ve iffete sahip olmakla muvaffak olsun. Rüyasını yazdığı uzun mektubu mütalaa ettim. Her ne kadar onda, ürkütücü ve keder verici şeyler olsa da, lâkin o hayırdır. Sonunda, onlardan her biri hayra çevrilir ümidi vardır. Bu gibi rüyalara dikkat etmelidir. Kusurları dahi, tevbe istiğfarla telâfiye çalışmalıdır.
Bilmeli ki, dünya metaı, onun fani müzahrefatı hiçbir şeydir. Akıllı olan ona meftun ve müptela olmaz.
Ahiret halleri, göz önünde tutulmalı ve zikirle meşgul olmalıdır.
Neden dolayı zikirde tam bir lezzet husulü ve nazarda eşyanın zuhuru gerekli olsun? Zira böyle şeyler oyun ve oyalanmaya dahildir. Elbette, her ne kadar zikirde meşakket bulunur ise, o miktar daha faziletli ve daha faydalı olur.
Beş vakit namazları eda ettikten sonra, vakitleri şanı yüce Allah'ın zikri ile mamur eylemek gerek. Zikir lezzeti ile muattal olmak değil.
Ona düşer ki, hizmetiniz için rızanızı almayı bir ganimet bile. Size de düşer ki, ona rıfk ile muamele ederek tarafınıza cezb edesiniz;
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 423. Mektup

MEVZUU : a) Emir ve halk âleminin cüzlerinden bir araya gelen insan camiiyetinin beyanı., b) insan kalbinin Arş-ı Mecid'e tercihi..
***
NOT
: İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Seyyid Mir Şemseddin Ali Halhali'ye yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm..
***
Bilesin ki, insan nüsha-i camiadır. On cüzden mürekkeptir.
Anasır-ı erbaa, nefs-i natıka, kalb, ruh, sır, hafi, ahfa, sair kuvveler ve cevarih anlatılan on cüze dönüktür. Bu cüzler arasında da, tezad vardır. Anasırdan bazısının bazısına tezadı da açıktır.
Aynı şekilde, halk âleminin emir âlemine tezadı dahi bellidir.
Emir âlemi cüzlerinden beş tanesinin her biri, bir işe tahsis edilmiştir; kemale bağlıdır. Nefs-i natıka ise.. kendi isteğini yapmayı iktiza eder; kendisinden başkasına itaat etmeyi istemez..
Sübhan Allah, bu biri birine zıd şeylerden her birini; kendilerine has âdetlerini kırmak sureti ile, şamil inayetine ve kâmil kudretine göre onları bir araya getirdi. Onlara has bîr mizaç, vahdanî heyet verdi. Anlatılan hususî mizaç, vahdanî heyet husulünden sonra; tam hikmeti ile, Sübhan Allah onlara bir suret hibe eyledi.. Ta ki: Bu birbirine zıd dağınık cüzleri koruna.. Bütün bunların toplamına da:
? İnsan..
İsmini verdi.. Onu, camiiyeti ve vahdanî heyet husulü itibarı ile. hilâfet istidadı ile müşerref eyledi.
İşbu anlatılan devlet, insandan başkasına müyesser değildir.
Alem-i kebir, her ne kadar büyük ise de, lâkin o, camiiyetten uzaktır; vahdanî heyetten yana da bir nasibi yoktur.
Bu muamele, bütün insan fertlerinde caridir. Bunda, avam dahi havas ile müşterektir.
***
Bilinmesi yerinde olur ki: Âlem-i kebirin en şerefli cüz'ü parçası Arş-ı Meciddir. Ona, mahsus umu tecelli ise.. diğer cüzlerin tecellileri üstündedir. Zira, o tecelli cami olup o zuhur dahi Yüce Mukaddes vücubiyet isimlerini ve sıfatlarını da bir araya getirmiştir.
Anlatılandan başka, o tecellî daimîdir; onda perdelenme yeri yoktur.
İnsan-ı kâmil kalbinin dahi arşla münasebeti vardır. Bu manadan olarak, onun için:
? Arşullah.. (Allah'ın arşı..)
Denir.. Arşın tecellisinden yana onun bol nasibi, tam bir hazzı vardır.
Bu babda netice mana şu ki: O tecelli küllî o'up bu tecelli dahi cüz'îdir. Lâkin, kalbde bir meziyet var ki, bu meziyet arşta yoktur. Bu meziyet dahi: Tecelli edeni anlamaktır.
Anlatılandan başka kalb: Bir mazhar (zuhur yeri) olup kendisinde zuhur edenle alâkası vardır. Amma arş böyle değildir; böyle bir alâkadan yana boştur.
Hiç şüphe edilmeye ki: Bu anlayış ve alâka, kalbin terakkisini mümkün kıldı.. Hatta, böyle bir mana vaki oldu..
O kadar ki kalb:
? «İnsan sevdiği ile beraberdir..»
Hükmüne göre, ilgilendiği ile beraber olup onun sevgisine de tutkundur.
Eğer isimleri ve sıfatları seviyorsa; isimlerle ve sıfatlarladır. Eğer Yüce Mukaddes Zat'ı seviyorsa; oradaki maiyet dahi sahih olur. isimler ve sıfatlarla alâkadar olmaktan terakki eder..
Amma Arş-ı Mecid anlatıldığı gibi değildir. Zira, onun hakkında isimlerden ve sıfatlardan mücerred olan tecelli onun hakkında vaki değildir.
Vesselam..
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 422. Mektup

MEVZUU: "Kullarım, sana benden sorarlarsa..."(2/186), mealine gelen ayet-i kerimenin tefsiri.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Seyyid Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun... Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm. Allah-u Teala şöyle buyurdu: "Kullanırı, sana benden sorarlarsa, ben yakınım."(2/186)
Sübhan Hakkın yakınlığı, her ne kadar keyfiyeti ve misliyeti yok ise de; lâkin burada vehmin yeri vardır. Vehim kavramı ve hayal dairesi dışında kalan, lüce Hakkın akrebiyetidir. (Yani pek çok yakınlığıdır)
Bu manadan ötürüdür ki, alemin yakınlığı çoktur; amma alemin akrabiyeti, (pek yakınlığı) azdan da azdır.
Yakınlık nihayeti, ittihad husulüdür; isterse bu ittihat mücerred tevehhüm olsun. Amma akrebiyet (pek yakınlık) ancak ittihadı da aştıktan sonradır.
Durum anlatıldığı gibidir; isterse, akıl yakınlık canibinde kendisine pek yakın olanı uzak görsün. Bu da, aklın görüş kusurundandır. Uzak görmeyi âdet edindiğinden, kendisine pek yakın olanı bulamaz.
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 421. Mektup

MEVZUU: "Resul, size ne verdiyse alın; neyi size yasak ettiyse, ondan sakının. Allah'a karşı takva sahibi olun. Çünkü, Allah'ın azabı çetindir." (59/7), mealine gelen ayet-i kerimenin beyanı hakkındadır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Seyyid Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Allahu Teala, şöyle buyurdu:
"Resul, size ne verdiyse alın; neyi size yasak ettiyse, ondan sakının. Allah'a karşı takva sahibi olun. Allah'ın azabı çetindir." (59/7)
Bu ayet-i kerimede; emirlere imtisal, yasaklardan da sakınmak anlatıldıktan sonra, takvaya geçildi ki; şu manaya işarettir Takvanın hakikati olan, yasaklardan sakınmaya önem verile... Dinin esası da budur. Bu manada Resulullah (sav) Efendimiz söyle buyurdu:
"Dininizin direği vera'dır. (Yani yasaklardan ve şüphelilerden korunmak...)"
Resulullah (sav) Efendimiz bir başka yerde ise, söyle buyurdu:
"Veraa hiçbir şey denk olamaz."
Doğrusunu en iyi bilen Sübhan Allah'tır; bu ihtimamın tevili söyle olsa gerek:
Yasaklar yaygındır; yerine getirildiği takdirde, faydası da çoktur. Ve bu yasaklardan sakınmak işi, emre imtisal zımnında bulunur. Zira, emri yerine getirmek, onun zıddından kaçınmak sayılır. Bu mana da açıktır.
Yasaklardan sakınmanın faydalı oluşu çokluğu ise, onun umumiyeti cihetinden değildir. Zira o, sırf nefse muhalefettir. Emre imtisal suretleri hilâfına onda nefsin bir hazzı yoktur. Zira, onda (yasakları yapmakta) nefsin aldığı lezzet vardır.
? Her ne şey ki, onda nefse muhalefet daha ziyadedir; o şeyde fayda daha çoktur ve necat yoluna daha yakındır. Zira, şer'i tekliflerden asıl maksat, nefsin kahrıdır. Zira, nefis, kendisini Allah'a karşı düşmanlığa saptamıştır. Bu manada bir kudsi hadis şöyle geldi:
"Nefsine düşman ol; zira o, bana düşmanlığa saplanmıştır."
Mesayih tarikatlarından hangisinde şeriat hükümlerine riayet fazla ise, nefisle muhalefetin çokluğundan ötürü, Sübhan Allah'a ulaştıran yolların en yakınıdır. Böyle bir tarikat ise, ancak, Tarikat-ı Nakşibendiye olur.
Üstte anlatılan mana icabı olarak, efendimiz ve önderimiz büyük şeyh Şah Nakşibend şöyle dedi:
-Nefisle olan muhalefetin çokluğu dolayısı ile, Sübhan Allah'a çıkaran yolların en yakınını buldum.
Allahu Teala, sırrının kudsiyetini artırsın.
Bu Tarikat-ı Aliyyedeki şer'i hükümlere ziyadesi ile riayete gelince, bu da, insaflı, anlayışlı, diğer meşayih tarikatlarına içten bakan kimseye gizli değildir.
Durum, anlatıldığı gibi olmasına rağmen, bazı risalelerde, ziyade izahla beyan ettim.
Hakikat-ı halli en iyi bilen Sübhan Allah'tır. O Sübhan Zat bana yeter; ne güzel vekildir. Allahu Teala, Efendimiz Muhammed'e, âline ve ashabına salât, selâm, bereketler ve ikramlar eylesin. Hüdaya ittiba edenlere selâm.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 420. Mektup

MEVZUU: Gaybin asaleti, şühudun zıllıyeti.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Sahibü'l-Hakayık Mevlâna Muhammed Sıddık'a yazmıştır.
***
Ey muhib,
Gayb, kendisinde zıllıyet şaibesi olan şühudun mukabilidir. Gaybe gelince, bu şaibeden beri olduğundan; şühuddan daha mükemmel bulunmaktadır.
Ne var ki, Seyyüd'l-beşer Resulullah (sav) Efendimiz; zıllıyet şaibesinden yana pek temiz ve zılâl perdelerinin ötesinin de ötesinde bulunan rüyet devleti ile müşerref olduğundan, onun hakkında gayb rüyetten daha mükemmel olamaz. Allahu Teala ona salât ve selâm eylesin.
Gayble yetinmek, zıllıyeti kaldırmak içindir. Huzurun aynında, zıllıyetin kalkması ki müyesser oldu; gaybe neden ihtiyaç kalsın? Bu, öyle bir devlettir ki, Seyyidü'l-kevneyn Resulullah (sav) Efendimize mahsustur. Ona ve âline salât ve selâm olsun.
Tebaiyet ve veraset yolu ile, onun kâmil tabilerine dahi bu makamdan nasip vardır.
Nitekim, rüyetin olmadığı yerde, ne şühud, ne de müşahede vardır.
Ondan:
-Gayb... tabiri ile anlatmak, ibarelerin en güzelidir. Ve bu makamın tafsili, sözle anlatılamaz. *
Böyle bir şey, mümkün değildir. Herkes, vicdanı kadar, bulacağını bulur. Zira o, bu sözle ifadenin çok çok ötesindedir. Ondan yana, azdan da azın nasibi vardır.
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 419. Mektup

MEVZUU: Halkın ezasına tahammül etmeye teşvik.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Şeyh Muhibbüllah Mankpuri'ye yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm, Allah'ın Resulüne. Sizlere dahi dualarımı bildiririm.
Seyyid Mir Muhibbüllah kardeşimden gelen mübarek mektubun ulaştığını bildirmek isterim.
Çokça ferah ve sürür getirdi.
Mutlaka, halkın ezasına dayanmak gerek. Akrabaların cefasından kaçmak olmaz. Allahu Teala, Habibine emrederek şöyle buyurdu:
"Resullerden ülü'l-azm olanların sabrettiği gibi sabreyle... Onlara (azab için) acele etme."(46/35)
Bu makamın sükûnetindeki tuz, bu eza ve cefadır. Halbuki, siz bu tuzdan kaçmak istiyorsunuz.
Evet, şekere alışan tuza takat getiremez. Ne yapalım?
Bir şiir:
Hiç doğru değil, aşıktan naz gelmesi;
Olunca sevilen âlem sevgilisi...
***
Yine o mektuba yazmışsınız ki:
-icazet olursa, İlâhabad'da bir yer bulayım.
Bir yer gösteriniz ki, oraya gidesiniz ve halkın ifrat derecedeki cefasından kurtulasınız. Amma bu, ruhsat yoludur. Azimet yolu ise, ezaya sabır ve tahammüldür.
***
Sizin de malumunuz olduğu üzere, bugünlerde Fakir'e zaaf geldi. Bunun için cümleleri kısa kestik.
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 418. Mektup

MEVZUU: Mahbub Zatın elemi ve celâli, nimetinden ve cemalinden daha sevimlidir.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Sahibü'i Maarif Şeyh Bediüddin'e yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullara da selâm.
Mübarek mektup ulaştı. Yani Şeyh Fethullah ile gönderilen...
Halkın cefasından ve kötülemelerinden yazmışsınız. Halbuki, bunlar, bu taifenin aynen güzelliği ve paslarının cilâsıdır Sakıntıya ve kedere nasıl sebep olur?
Bu Fakir, ilk hallerinde bu kaleye geldiği zaman hissetti ki, halkın levm etme nurları köylerden ve şehirlerden peşpeşe gelmektedir. Tıpkı nurani
bulutlar gibi...
Muamele, düşüklükten yüceliğe çıktı. Cemaliyet terbiyesi ile senelerin merhalelerini kat ettiniz. Şu anda yerinde olur ki, mesafeyi celâliyet terbiyesi ile kat edesiniz; sabır makamında bulunasınız, Hakta rıza makamında bulunasınız. Celâli, cemali dahi müsavi göresiniz.
Yine yazmışsınız ki:
-Fitnenin zuhur vakti, önce bulunan ne hal kaldı; ne de zevk...
Amma yerinde olur ki, hal ve zevk kat kat arta... Halbuki mahbubun cefası, vefasından daha çok lezzet getirir. Hangi belâ vaki olmuştur ki, avam gibi konuşula ve zati mahabbetten de uzaklaşıla...
Celâl, cemalin üstünde bilinmelidir. Geçmişin aksine elem, nimetten daha faziletli tasavvur edilmelidir. Zira, cemalde ve nimette, mahbubun muradı vardır; amma nefsin muradı karışıktır. Celâlde ve nimette ise, halis olarak mahbubun muradı vardır; nefsin muradının aksinedir.
Buradaki vakit ve hal, önceki halin ve vaktin başkasıdır. ikisi arasında çok fark vardır.
***
Haremeyn-i Şerifıyn'in ziyareti hakkında da yazmışsınız. (Yani Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere ziyareti...) Bunda hiçbir mani yoktur.
Allah bizimledir; ne güzel vekildir.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 417. Mektup

MEVZUU : Hazret-i Şeyhimize has bazı hallerin, zevklerin beyanı.. Sayesi eksik olmasın.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Seyyid Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm..
***
Şu mana gizli değildir ki: Sübhan Allah'ın inayeti, o Yüce Zat'ın inayeti ile; celâli ve gazabı suretinde tecelli etmediğinden beri, zindan kafesine mahpus olmadım; şuhudî iman darlığından dahi tamamı ile çıkmadım; hayal ve misal züâli yollarından dahi tamamı ile ayrılmadım. Gaybî iman yolunda dahi, dizginleri bırakılmış olarak, böbürlenip durmadım. Kemal üzere huzurdan gaybe, aynden ilme, sühuddan istidlale de dönmedim. Kâmil bir zevk, doğru bir vicdan ile, başkalarının iyiliklerini ayıp, ayıplarını dahi iyilik olarak bulmadım. Züllün ve inkisarın zülâlini de tatmadım; keza mürebbi hakareti, rüsvaylığı, iftikannı da.. Halkın taan ve levminin cemalinden de haz almadım, insanların belâsının ve cefasının güzel lezzetini de almadım. İrade ve ihtiyarı, yıkayıcı önündeki bir meyit gibi bütünüyle irade ve ihtiyarı terk etmedim. Tamam ve kemal üzere, afakî ve enfüsî taallukatı dahi kesib atmadım.. Tazarru, iltica, inabe, istiğfar, zül, inkisar hakikatına da haiz olmadım. Yüce Makamı azamet kibriya perdeleri ile sanlı Sübhan Hakkın istiğnasını da müşahede etmedim. Nefsimi fakri, ihtiyacı tammam, iktidarı kayıp, hasiyetten ari, itibarı yok, zelil, hakir bir kul olarak da bilmedim.
Bir âyet-i kerime meali:
? «Ben, nefsimi tebrie edemem.. Zira nefis, bütün şiddetiyle kötülüğü emredendir. Meğer ki, Rabbim merhamet etmiş ola..» (12/ 53)
Eğer feyizlerin ve ilâhî varidatın tevatürü olmasaydı; bu mihnet yurdunda onun namütenahi nimetleri ve ihsanları tevali ederek bu gönlü kırık kulun haline şamil olmasaydı, iş ye'se düşer; ümit bağı dahi kopabilirdi.
Allah'a hamd olsun ki: Belâ içinde bana afiyet ihsan eyledi. Cefa içinde bana kerem etti. Darlıkta bana ihsanda bulundu. Darlıkta ve genişlikte beni şükretmeye muvaffak eyledi. Beni, enbiyaya mütabaat edenlerden, evliyanın da izinde gidenlerden olmayı nasib etti. Ulemayı ve salihleri de sevenlerden kıldı..
Başta enbiyaya, sonra onları tasdik edenlere, Sübhan Allah'ın salâtları ve selâmlan olsun..
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 416. Mektup

MEVZUU: "Ona ancak, pek temiz olanlar el sürebilir" (56/79), mealine gelen ayet-i kerimenin beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Maden-i Siyadet ve Reşadet Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
Ahah-u Teala şöyle buyurdu:
Elbette o, Kur'an-ı Kerim'dir. Kitab.ı meknundadır. Ona ancak pek temiz olanlar el sürebilir."(56/77-78-79)
Bu ayet-i kerimeden asıl murad olan mana, yüce Allah'ın murad ettiğidir.
O işaret ki, bu hatır-ı fatire gelmekte ve bu makamda fehm-i kasıra düşmektedir; şöyledir:
-Bu saklı sırlara el sürmek o kimselere nasiptir ki; onların içleri, beşeri taallukat kirlerinden temizlenmiştir.
Kur'an-ı Kerim sırlarına el sürmek ki, pek temiz kimselerin nasibidir; başkalarına ne düşer?
Bir başka işaret de şudur:
Kur'an-ı Kerim'i okumaya ancak şu kimseler lâyıktır ki; nefisleri heva ve hevesten tezkiye edilmiştir; gizli ve açık şirkten, afaki ve enfüsi sırlardan temizlenmiştir.
Bunun bir başka açıklaması şudur:
Sülûke başlayan kimsenin haline münasip olan zikirdir. Mezkûrdan başkasını nefyetmektir. O derecede ki, zikri edilen zattan başkası malum olmaya... Sübhan Hakkın gayrı dahi, onun muradı olmaya... Hatta, eşyayı zorla hatırlatmaya kalksalar dahi, hatırlayamaz; maksudu dahi olamaz.
Şirkten ki temizlendi; afaki ve enfüsi ilâhlardan ki hür oldu. İşte o zaman, zikrin yerine Kur'an okumaya hak kazanır; tilâvet devletine de terakki eder.
Anlatılan haletin husulünden evvel, Kur'an okumak, ebrar amellerine dahildir. Anlatılan haletin husulünden sonra ise, mukarrebinin amelleri arasına dahildir.
Nitekim, bu nisbetin husulünden evvel zikir, mukarrebinin amelleri arasına dahildir.
Nitekim, bu nisbetin husulünden evvel zikir, mukarrebinin amelleri arasında sayılır.
Ebrarın amelleri ibadetler cümlesindendir; mukarrebinin amelleri ise, tefekkürler cümlesindendir. Herhalde, şu hadis-i şerifi duymuş olacaksınız:
"Bir saat tefekkür, bir sene ibadetten hayırlıdır. Veya yetmiş sene."
Tefekkür, batıldan hakka intikaldir.
Ebrar ile mukarrebin arasındaki fark, o ibadetle bu tefekkür arasında farktır.
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki:
Mukarrebin amelleri arasında sayılan müptedinin zikri, kâmil ve mükemmel şeyhten alınandır. Amma, maksadı, tarikata sülük olmalıdır. Aksi halde zikir, ebrar amelleri arasına girer.
Doğruyu ilham eden Sübhan Allah'tır.
Selâm, hüdaya tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona ve âline salâtların en tamamı, selâmların dahi ekmeli.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 415. Mektup

MEVZUU: LA İLAHE İLLALLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur) kelime-i tayyibesinin manası.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mir Muhibbüllah Mankpuri'ye yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm...
-LA İLAHE İLLALLAH... kelime-i tayyibesinin manası şudur:
-Üluhiyete ve mabudiyete müstahak olan Allah'tan başka bir kimse yoktur. O, öyle bir zattır ki, naziri olmayan Vacibü'l-vücuddur. Noksanlık damgasından münezzehtir. Hüdus sıfatlanndan da beridir.
İnkisarın, huduun, tezüllülün kemalinden ibaret olan ibadete müstahak olan o zattır ki, bütün kemalât, kendisi için sabit olmuş; noksanların dahi tümü ondan atılmıştır. Vücudda ve vücudun tevabiinde bütün eşya, ona ihtiyaç duymaktadır. O ise, hiçbir işte, bir şeye muhtaç değildir.
Zararı da, faydayı da yaratan odur. Onun izni olmadan; hiçbir şey, hiçbir kimseye ne zarar verebilir, ne de faydalı olabilir.
Anlatılan sıfat-ı kâmile ile muttasıf olan, yalnız Allahu Taala'dır. Ondan başkasının olması dahi lâyık değildir. Zira, o yüce Zat'tan başkası bu sıfat-ı kâmile ile artıksız eksiksiz tahakkuk etmiş olsa, Allahu Teala'dan başkası olamaz. Zira, iki yabancı şeyin temayüzü gerekir. Burada ise, temayüz yoktur. Temayüz isbatı ile gayrı olanı isbat etmek dahi, noksanı olmak lâzım gelir. Eğer ondan noksanları atmaz olsak, yine noksan olmak gerek... Eşya ki, kendisine muhtaç olunmaz; neden dolayı ibadete müstahak olacaktır? Eğer o, işlerden birinde, eşyadan bir şeye muhtaç ise, ne şeyden ötürü, eşyanın ona ihtiyacı olacaktır? Onların kendisine ibadet etmelerine nasıl müstahak olacaktır.
Bir kimsenin, eşyaya zararı veya faydası ulaştığı farz veya takdir edilsin;
amma onun izni olmadan. Yine ibadete müstahak olmaz ve muattal kalır.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, bu sıfat-ı kâmileyi özünde toplayan ancak tek zattır; onun şeriki de yoktur, ibadete müstahak olan da ancak o Vahid Kahhar Zat'tır.
Burada, şöyle bir soru sorulabilir:
-Bu sıfatlarla temayüz, beyan edildiği üzere, noksanı getiren ve üluhiye-te ve mabudiyete münafi ise de; mümkündür ki, o gayr olarak adlandırılan, bir başka sıfatları vardır ve imtiyazı doğurur; asla bir noksanı da gerektirmez, isterse, o sıfatların ne oldukları bilinmez olsun.
Bunun için şu cevabı veririm:
-Bu sıfatlar, ya kâmil sıfatlardandır; ya da noksan sıfatlardandır. Bundan başka olmaz. Her iki takdirde de, anlatılan mahzuru gerektirir, isterse o sıfatların özellikleri ile ne olduklarını bilmeyelim. Lâkin şunu biliyoruz ki, onlar, kemal ve noksan dairesinin dışında değildir. Her iki takdirde de noksan lâzım gelir. Nitekim daha önce de anlatıldı.
Şu da bir başka delildir. Yani Sübhan Hakkın gayrının mabudiyete müstahak olmadığı babında. Şöyle ki:
Allahu Teala, eşyanın vücuduna ve vücudunun tevabiine ait zaruriyatın tümüne yeterli olduğu zaman; eşyanın faydası ve zaran dahi o Sübhan Zat'a bağlı olduğu zaman, onun gayrı katıksız bir şekilde muattal kalır. Hiçbir şekilde, eşya ihtiyacı ona düşmez. Mana böyle olmaz ise, ne cihetten ona ibadet ihtiyacı hasıl olsun? İnkisar, hudu ve zül ile eşya dahi neden ötürü ona yönelsin?
Şerli kâfirlere gelince, Sübhan Hakkın gayrına ibadet ederler. Yontma putları dahi, kendilerine tapılan şeyler eylerler. Şu kanaatla ki: Allah katında onlar, kendilerine şefaatçi olacaklar ve kendileri dahi onların tevessülü ile Allahu Teala'ya yaklaşacaklar. Onların bu hamakatı ne çok!..
Onların şefaat mertebesi olduğunu nereden biliyorlar? Allahu Teala'nın onlara şefaat izni verdiğini nasıl anlıyorlar? Yüce Hakkın ibadetine bir başkasını ortak etmek, hem de mücerred bir tevehhümle, hizlanın ve hüsranın son kertesidir.
İbadet, öyle kolay bir iş değildir ki, her taşa ve cansız cemada yapıla... Her aciz, hatta tapan da aciz olan ibadete müstahak tasavvur edile... Çünkü uluhiyet manası tahakkuk etmeden, ibadet istihkakı tasavvur edilemez. Bir kimsede ki, uluhiyet salâhiyeti vardır; ibadete müstahaktır; bu salâhiyet yok ise, ibadet istihkakı da yoktur.
Uluhiyet salâhiyeti ise, vücudun vücubuna (varlığın mutlak gerekli oluşuna) bağlıdır. Bir kimsede ki, vücudun vücubu yoktur; uluhiyete lâyık olmadığı gibi, ibadete dahi müstahak olmaz.
O kimselerin sefahati ne kadar şiddetlidir ki, vücud vücubunda bir şeyi Allahu Teala'ya ortak etmezler. Amma, onu Allahu Teala'ya ibadette ortak ederler. Bunlar bilmezler mi ki, ibadet istihkakında vücud vücubu şarttır. O ki, vücud vücubunda ortak değildir; ibadet istihkakında dahi, Allahu Teala'ya ortak olamaz. Zira, ibadet istihkakında ortaklık, vücud vücubunda dahi ortaklığı gerektirir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; yerindedir ta, anlatılan kelime-ı tayyibenin tekrarı ile, vücud vücubunun ortaklığı ve ibadet istihkakı ortaklığı nefyedile... Hatta bu Tarikat-ı Aliyye'de pek önemli, pek ihtiyaç duyulan bir şeydir ki, enbiyanın daveti ile hususiyet kazanan ibadet ortaklığı istihkakı nefyedile... Onlara salâtlar ve selâmlar olsun.
Çünkü muhalifler, enbiyadan bir nebinin şeriatına tutunmamışlardır. Bunlar, aklî delillerle vücud vücubunun ortaklığını nefyederler. Vacibü'l-vücud'dan başka birini de isbat eylemezler. Ne var ki onlar, ibadet istihkakı muamelesinden yana gafil bulunmaktadırlar. Bunun için de, başkasına ibadetten sakınmadıkları gibi, kiliseleri imar eylemekten de geri kalmazlar.
Enbiyaya gelince, öyle zatlardır ki, kiliseyi yıkarlar; başkasına ibadet etmekten dahi nahyederler. Bu büyüklerin dilinde o müşrik o kimsedir ki, Sübhan Hakkın gayrına kulluk esiri olmuştur. İsterse vücud vücubu ortaklığını nefyetsin.
Çünkü, o büyüklerin ihtimamı; amele taalluk eden Sübhan Hakkın gayrına ibadeti nefyetmektir. Bir de, vücud vücubu ortaklığını nefyi gerektiren muameledir.
Bir kimse, bu büyüklerin şeriatları ile tahakkuk etmedikçe; ki onların şeriatı Sübhan Hakkın gayrı için ibadet istihkakını nefyi anlatmaktadır; şirkten halas bulamaz. Afaki ve enfüsi putlara tapma şirki bölümlerinden dahi necat bulamaz.
Anlatılan manayı tekeffül eden, enbiyanın şeriatlarıdır. Onlara şalât, selâm ve tahiyyat olsun. Hatta onların bi'setinden maksad dahi, bu devletin tahsilidir.
Bu büyüklerin şeriatları dışında, anlatılan şirkten necat müyesser olmaz. Onların yoluna girmeden tevhid dahi mümkün değildir.
Allahu Teala, şöyle buyurdu:
"Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz." (4/48)
Bu ayet-i kerimede murad, ancak Sübhan Hakkın murad ettiğidir. Şöyle murad ettiği de muhtemeldir:
-Allah, şeriata iltizam etmeyenleri bağışlamaz.
Çünkü, şeriata itizamın olmayışı, şirki gerektirir. Melzumu zikretti; lâzımı da murad eyledi. Böyle olunca, tevehhüm edilen dahi atılmaktadır. Şöyle ki: Şirk bağışlanmadığı gibi, şair şer'i işlerin inkân dahi bağışlanmaz. O zaman, şirke tahsisi ne olur? Bu durumda muhtemeldir ki:
"...Kendisine şirk koşulmasını..."(4/48)
Manası şudur:
-Kendisine küfreden...
Çünkü, şeriatları inkâr küfürdür; bağışlanmaz.
Küfürle şirk arasındaki bağlantı umumi ve hususi manadadır. Zira, şirk, mutlak küfürden has olandır. Böylece, has zikrini ederek, umumi mana muradı vaki oldu.
***
Üstte anlatılan manalara da bakılarak, bilinmesi yerinde olur ki, Sübhan Hakkın gayrına ibadet istihkakı olmadığı, bedihidir. (Delile ve isbata hacet kalmayacak kadar açıktır). Bedihi olmasa bile, en azından hadsi olur. (Delile ihtiyaç olmadan, bilinir ve hemen idrak edilir).
Zira, bir kimse uygun düştüğü biçimde ibadet manası anlarsa... Sübhan Hakkın gayrını hakkı olduğu gibi teemmül ederse, onun ibadete istihkakı olmadığı hükmünü hiç beklemeden verir.
Bu mananın açıklanması için yaptığım beyanat, bedihiyata tenbihat ka-bilindendir. Nakzın, münakazanın ve muarazanın bu mukaddimeler üzerine yeri yoktur.
Mutlak bir iman nuru gerektir ki, bu mukaddimeleri ferasetle idrak ede... Bedihiyat cinsinden çokları vardır ki; dar görüşlülere ve anlayışı kıt olanlara gizlidir.
Aynı şekilde, zahir marazına ve batın illetine müptelâ olanlara dahi, bedihiyatın gizli ve aşikâresi kapalıdır.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Allah sırlarının kudsiyetini artırsın; tarikat meşayihinin ibaresinde şöyle vaki olmuştur:
-Maksudun her neyse, mabudun odur.
Bu ibarenin manası nedir? Doğruluktan yana neye hamledilir?
Bunun için verilecek cevabım şudur:
-Bir şahsın maksadı, o şahıs için teveccüh edilen şeydir. O şahıs, hayatta kaldığı süre, bu maksudun tahsilinden ne geri kalır; ne de oturur. Onun tahsili yolunda, kendisine her ne gibi zül ve inkisar isabet ederse, hepsine tahammül eder; kendisine kolay gelir ve onu hiç bırakmaz.
Anlatılan mana ibadette de geçerlidir. Zira, ibadet de tam bir zül ve inkisardır.
Bir şeyin maksud oluşu, aynı zamanda mabud oluşunu da gerektirir.
Sübhan Hakkın gayrı olanın mabudiyetten silinmesi, ancak şu zaman tahakkuk eder ki, maksud olarak, Sübhan Hakkın gayrı kalmaz. Ondan, başka bir murad dahi olmaz.
Anlatılan devletin tahsilinde salike gereken odur ki:
-LA İLAHE İLLALLAH... (Allah'tan başka ilâh yoktur) kelimei-tayyibesinin manasını, şu unvanla mülahaza ede:
-LA MAKSUDE İLALLAH... (Allah'tan başka maksud yoktur)
Yerinde olur ki, bu mübarek kelime, gayn olan maksudun ismi resmi silininceye kadar tekrar edile... Yüce Hakkın gayrı dahi, murad olarak kalmaya... Böyle olunca, gayrın mabudiyetini nefyetmekte, doğru sözlü olur. Çokça ilâhlann nefyinde, çokça ilâhların ref'inde bu minval üzere haklı olur.
Gayrın maksudiyetini nefyederek, mabudiyetini nefye ulaşmak; daha önce de anlatıldığı gibi, imanın kemali sarımdandır. Nefsani heva ve ilâhlarının nefyine dayanan, velayete bağlı hal ehline göre durum budur.
Nefis, itminana varmadıkça, anlatılan mana vaki olmaz. Nefsin itminanı ise fenanın ve bekanın kemale ermesinden sonra tasavvur edilir.
Aklatılan mananın bir başka tevili de şeriat-ı garranın zahirinde vardır.
Söyle ki:
Şeriat, kolaylıktan ve suhuletten haber verir. Zaaf üzere yaratılan kullardan dahi zorluğu kaldırmaktadır. Bu durumda Allah korusun, bir kimse, başını şeriat bağından sıyırır ve maksudu olanı elde etme yolunda şeriat hududunu dahi tecavüz ederse, iş bu maksud onun mabudu ve ilâhı olur. O maksud anlatıldığı gibi olmasaydı; onu elde etme yolunda şeriatta yasak olan işleri irtikab etmezdi. O maksud dahi, şe; 'an yasak edilen bir şey olmazdı. O maksud, kendi maksatları arasında olmazdı; matlubu arasında dahi olmazdı. Elbette onun hakikatta, maksudu Sübhan Hak olurdu. Onun şer'i emri ve yasağı dahi matlubu olurdu. O şeyin maksud olmasına dahi, tabii meylinden başka bir şey olmazdı. Kendisi dahi, şeriat hükümlerinin mağlubu olurdu.
Gayrın maksudiyetini kesip atmak, şeriatın hakikatından matlubdur; imanın da kemal bulduğuna delâlet eder.
Sübhan Hakkın gayrının maksud olmasına cevaz verilecek olsa, çoğu kez onun maksudiyeti hevanın istilâ imdadı ve hevesin dahi ona muaveneti ile Sübhan Hakkın maksud oluşunda muarazaya tutuşur. Hatta çok kere, onun husulü, Sübhan Hakkın razı olduğu şeylerin husulüne tercih edilir. Sonunda iş, ebedi hüsrana varır.
İmanın kemale ermesinde, başkasının maksud oluşunu mutlaka nefyetmek gerek. Ta ki, iman zevalinden ve imandan dönüşten emin ve mahfuz oluna.
Evet, evliyadan bazısı, iradeyi ve ihtiyarı nefyettikten sonra; irade ve ihtiyar sahibi kılınır. Cüz'i iradenin, ondan selbinden sonra, kendisine külli irade ihsan olunur. . Bu mananın tahkiki, inşaallah bir başka mektupta yapılacaktır.
"Rabbimiz, nurumuzu tamamla ve bizi bağışla... Çünkü sen her şeye kadirsin."(66/8)
Selâm, hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona ve bütün peygamberlere salâtların en tamamı, selâmların ekmeli.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 414. Mektup

MEVZUU: Öğütler, halktan kesilip yüce Sübhan Cenab-ı Hakka iltica.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Camiul-esrar vel-ulum Hazret-i Mahdumzade Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.
***
Alemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Darlıkta ve genişlikte, kolaylıkta ve güçlükte, nimette ve hikmette, rahmette ve zahmette, şiddette ve rahatlıkta, iyilikte ve belâda...
Salât ve selâm o zata olsun ki, hiçbir nebi onun gibi eziyet görmemiş, onun uğradığı iptilâya hiçbir resul uğramamıştır; bunun için de alemlere rahmet, evvellerin ve ahirlerin efendisi olmuştur.
Ey evlad-ı kiram,
Iptila vakti, her ne kadar acı, tadı kötü olsa da; fırsat ganimettir. Bu vakitte, size fırsat verildiği için; yerinde olur ki, sanı yüce Allah'a hamd edesiniz. Nefsinize, bir an ve bir lahza dahi boşluk bırakmadan, işinize devam edesiniz.
Şu üç şeyden hali kalmanız yakışmaz:
a) Kur'an-ı Mecid'i okumak.
b) Çokça Kur'an okuyarak namazı eda etmek.
c) LA İLAHE İLLALLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur) kelime-i tayyibesini tekrar etmek.
Yerinde olur ki,
"LA... (Yoktur...) lâfzı ile, nefsani arzuların ilâhları yok edile... Maksatlar ve muradlar dahi atıla...
Zira, insanın kendi talebi, kendisinden gelen bir uluhiyet davasıdır. Bu manadan olarak, yerinde olur ki, sine sahasında bir murad yeri asla bulunmaya... Muhayyilede dahi, kesin olarak bir heves kalmaya... Böyle olmalı ki, kulluk hakikati ile tahakkuk edile..
Kulun, kendi muradını husule gelmesini taleb etmesi; Mevlâsının muradını bir yana atmayı gerektirir ve Rabbi ile çekişme olur. Böyle bir mana ise, Meviâsının nefyini, kendi nefsinin de mevlâlığını getirir. Bu işin çirkinliğini idrak etmek gerek... Mevlânın muradı dışında; heva, heves, murad cinsi şeyler kalmayıncaya kadar, uluhiyet davasını nefsinden atmaya çalışmak gerek... Ümidimiz o ki, bu mana, belâlı günlerde ve iptila vakitlerinde Allah'ın inayeti ile kolayca müyesser olur. Amma bu anlatılan günlerin dışında, şu heva ve hevesten her biri, Ye'cuc Me'cuc şeddi gibidir.
Zaviyelerde oturup bu işle meşgul olmak gerek... Zira, fırsat ganimettir.
Fitne zamanındaki az, fitnenin bulunmadığı zamanlardaki çok yerine geçer.
Riyazetler ve mücahedeler eylemek şarttır.
Haberleşmek dahi şarttır; mülakat ya vaki olur ya da olmaz.
İşte nasihat budur: Hiçbir murad ve heves asla kalmamalıdır.
Validenizi dahi bu manadan yana muttali ediniz; kendisinin bu manaya delil olunuz.
Bu hayatın halleri geçicidir; beyan sahasında ondan ne getirelim?
Küçüklere merhametli olunuz ve onları Kur'an okumaya teşvik ediniz.
Mümkün olduğu kadar hak sahiplerini bizden yana razı ediniz.
İman selâmeti duası ile muavenette ve yardımda bulununuz.
Şunu tekrar tekrar yazıyoruz: Bu vakti, hiçbir işe yaramayacak şeylere harcamayınız.
Lâyıktır ki, şanı büyük Allah'ın zikri dışında bir şeyle meşgul olmayasınız. İsterse, kitapların mütalaası ve talebe okutmak olsun. Zira vakit, zikir vaktidir.
Nefsani arzuları:
-LA... (Yoktur...) lâfzı altına alınız ki; tam manası ile nefyedile ve sinede bir maksad ve murad olmaya... Hatta bilfiil halâsım olan dahi, sizin en önemli maksatlarınızdandır.
Sizin için, bir murad olmamalıdır. Yüce Allah'ın muradına, fiiline ve takdirine razı olunuz.
Yine yerinde olur ki, kelime-i tayyibenin isbat canibinde gayb-ı hüviyetten başka bir şey olmaya. Bu dahi, bilinenlerin ve hayal edilenlerin, ötesinin dahi ötesindedir.
Ev, köşk, kuyu, bahçe, kitaplar ve daha başka şeylerin derdi kolaydır. Yerinde olur ki, hiçbir şey sizin vaktinizi almaya. Yüce Hakkın razı olduğu şeyler dışında sizin için beğenilen ve arzulanan olmamalıdır. Biz, gittiğimiz zaman, eşya dahi tamamen gider; biz hayatta iken gitsinler. Bu manada hiçbir endişeniz olmamalıdır.
Allah'ın veli kulları, bunları kendi arzulan ile bıraktılar. Biz dahi, yüce Allah'ın ihtiyarı ile bırakıp o Sübhan Zat'a şükredelim. Bu sayede ümit edilir ki, muhlas kullardan oluruz.
Hangi yerde oturursanız, orayı vatan bilmelisiniz. Bu az günlerin hayatı, hangi mahalde geçer ise, şanı büyük Hakkın zikri ile geçmelidir. Zira, dünya işleri kolaydır; ahiret işlerine yönelmek gerek.
Validenizi teselli edip kendisine ahireti sevdiriniz.
Eğer dünyada mülakat Sübhan Allah'ın takdiri ise, müyesser olur. Olmazsa, Allahu Teala'nın takdirine razı ve teslim gerek.
Dua gerektir ki, yüce Sübhan Allah, dar-ı selâmda toplaya. Dünyadan kalan mülakatın telâfisini dahi, keremi ile ahirete havale eyleye.
Herhalde Allah'a hamd olsun.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 413. Mektup

MEVZUU: Yüce Sultan Vacib Teala'nın; zat, sıfat ve fiillerin akrebiyeti (pek yakınlığı) hakkında sorulan suale cevaptır.
***
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Seyyid Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Allah'a hamd olsun. Selâm, onun seçmiş olduğu kullarına.
***
Mübarek mektup ulaştı.
Gerçekten çok meşakkat çekmişsiniz. Allahu Teala, çalışmanızı şükrana lâyık eylesin.
Yüce Sultan Vacib Teala'nın; zatından, sıfatından ve fiillerinden mükerrer olarak sorup açıklamasını istediniz. Onun beyanı için de pek ısrar ettiğinizden az miktar ondan anlatmayı istedik.
Bilesin ki,
Her şey ne olursa olsun; kendi mahiyeti ile o şeydir. O şeyin mahiyetinin sübutu için, bir yapıcının yapması asla lâzım değildir. Zira, bir şeyin, kendi nefsi için sübutu zaruridir. Bu manadan olarak, şöyle demişlerdir:
-Yapmak, mahiyetin kendinde sabit değildir; mahiyet dahi yapılmış değildir.
Yapma işi, ancak mahiyetin vücud ile ittisafı içindir.
Görmez misin ki, boyacının işi, ancak elbiseye renk aldırmaktır; elbiseyi elbise, rengi de renk yapmak değildir. Böyle bir şey muhaldir; zira hasıl olan bir şeyi tahsile benzer.
Anlatılan manadan anlaşılmış oldu ki, bir şeyin nefsinde yapma yoktur; ancak o şeyin vücud ittisafında vardır. Bu manadan da sabit oldu ki, bir şey, ancak mahiyeti ile bir şey olmaktadır.
Üstte anlatılan mana, keşfi nazarda bir şeyin zıllında ve aksinde yoktur. Zira, bir şeyin aksi ve zilli, aksiyet ve mahiyet zılliyetleri ile aksi ve zilli değildir; asıllarının mahiyeti iledir. Zira, zillin mahiyeti yoktur. Onunla zuhura gelen ancak aslın mahiyeti olup, kendisini zil ile zuhura getirmiştir.
Anlatılan manaya göre, asi olan, zılla kendisinden daha yakındır. Zira, zil aslı ile zil olup, kendi nefsi ile değil.
Alem, yüce Sultan Vacîb Teala'nın zıiâli ve akisleri olduğundan; fiiller de onların asılları olup zaruri olarak aleme alemin kendinden daha yakındır.
Aynı şekilde, fiiller dahi, şanı yüce Vacib'in sıfatlarının zılâlidir; aleme, alemden ve asıllarından daha yakındır. Alemin asılları fiiller olup aslın aslıdır.
Sıfatlarına gelince... Bütün asılların aslı olan Hazret-i Zat'ın zılâlidir. Bu manadan olarak hiç şüphe edilmeye ki, zat; aleme, alemden, fiillerden, vacibiyet sıfatlarından daha yakındır.
işte yüce Allah'ın akrebiyetinin (pek yakınlığının) beyanı budur; yazılması mümkün olduğu kadardır.
Akıllılar insafa geldikleri takdirde, muhtemel ki, bu manayı kabul ederler. Eğer kabul etmezlerse, gam çekmeye değmez. Zira, bahis dışıdırlar. Zira, bu beyana, akla yatan mukaddimeler derc edilmiştir.
Eğer bu mektubun mütalaasında Seyyid mir Şemsedin ile olursanız, yerinde olur.
***
Yazmışsınız ki,
-Mektubatın üçüncü cildini toplamaya başladık.
Dilediğiniz şekilde yapabilirsiniz. Zira, ehlüllah bir şeyde yarar gördü mü, o şeyin mübarek olması muhtemeldir.
Bu işi, adı geçen Mir'e havala ederseniz, mütaaddid nüshalar halinde yapsın; bir nüshasını da Serhend'e yollasın; asıllarını da saklasın; onlara ihtiyaç duyabilir.
***
Fakir, kalmanızla sefere çıkmanız için mütahayyir bulunmaktadır. Bu cihetten de sizinle mülakatı istemektedir.
Sefere çıkmanız için, dudaklarını oynatamıyor; aynı şekilde orada kalmanız için delâlete de güçlü değil. Şu korkudan ki, kalmanız, büyük bir topluluğun yararına olacak işleri kaçırmak olacaktır.
Şayet sefere çıkarsanız, Hace Muhammed Paşim'i yollayınız. Bir müddet sohbette olup bazı ilimleri ve maarifi elde etsin. Kendisi, kabiliyetli bir genç görülmektedir.
Adı geçen sizin terbiyenizde büyümüş ve zevkinizi de anlamıştır. Bu bakımdan yerinde olur ki, bazı sorulan kendisine havale edesiniz; cevaplarını alıp size ulaştıra...
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 412. Mektup

MEVZUU : Salikin halleri beyanında değişik sorulara cevaptır.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu. Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
**
Allah'a hamd olsun. Selâm olsun onun seçmiş olduğu kullarına..
***
Şöyle sormuşsunuz:
? Zaman zaman salik, kendi nefsini uruc vaktinde enbiyanın ashabı makamlarında görmektedir. Onlara salât, selâm ve tahiyyat.. Halbuki, onlar, adı geçen salikten daha faziletli bulunmaktadırlar. Hem de icma ile.. Hatta, salik kendini, peygamberlerin makamında dahi görmektedir. Onlara salât ve selâm olsun.. Bu muamelenin hakikati nedir?.
Bazı insanlar dahi, o makamların erbabı ile müsavat tevehhüm etmektedirler. O makam erbabı ile ortak olduklarını dahi tahayyül etmektedirler.
Bu tahayyül ve tevehhüm sebebi ile onu reddedip taana uğratırlar. Onun hakkında şikâyet ve ayıplama dili uzatırlar. Bu muammanın yüzünden perdeyi açmak yerinde olur..
Bu suâlin cevabı şudur:
? Zaman zaman, alt tabakadan olanların, üstün makamların sahiplerine ulaşmaları şu kabildendir ki; fakirler ve muhtaçlar devlet sahiplerinin kapılarına, has nimet erbabının mekânlarına giderler ki: Oradan bir hacet talebinde bulunup onların devletlerinden ve nimetlerinden bir tadımlık isteyeler..
Halbuki, işini anlamaktan kusurlu kimse, bu vusulü sanır ki: Onlarla müsavat ve onlarla ortaklıktır.
Çoğu kez bu vusul, gezmek ve görmek kabilinden olur.. Yani: Vasıta ve vesilelerle emirlere ve sultanlara has olan yerleri.. Ta ki: Onları ibret nazarı ile seyretsin ve üstün manzaralara içinde bir rağbet olsun..
Üstte anlatılan manadaki vüsulda: Müsavat (eşitlik) tevehhümü nasıl olur?. Bu gezip görme işinde ortaklık nasıl tahayyül edilir?.
Hizmet hakkını yerine getirmek için; hizmetçilerin hizmetleri görülecek kimselere has yerlere girdiklerini düşük rütbelisi de, yüksek rütbelisi de görür. Amma, ahmak olan bu girişten, müsavat ve ortaklık tevehhüm eder. Halbuki temizlikçi, yelpazeci, kılıçlılar sultanın yanında bulunur ve ona has yerlerde dururlar.
Bir kimse, üstte anlatılan manadan bir ortaklık tevehhüm eder ise., son derece yanılmış olduğunu ortaya çıkarır.
Bir mısra:
Elem sahiplerine her yandan gelir belâ..
insanlar, bir garibi ayıplamak için sebeb ararlar. Ona taan edip rüsvay etmek için yol icad ederler.
Allah-ü Taâlâ, onlara insaf versin..
Halbuki, insanlara lâyık' olan zaif bir kimseden serlerin kaldırılması, ayıplamanın atılması yolunu aramaktır, İslâmiyet şerefini de her bakımdan korumaya çaba göstermeleri gerekir.
Taan işinde, onların işi, şu iki halin dışında değildir. Şöyle ki:
a) İtikad ederler ki; bu halin sahibi, o makamların erbabı Ne ortaktır veya müsavi olduğunu bilir..
b) Yahut, üstte anlatıldığı manada bir itikad beslemezler.
Şayet anlatılan manada bir itikada sahib olurlarsa, o halin sahibi hakkında küfür ve zındıklıkla hükmetmiş olurlar; Ehl-i İslam zümresinden de atmış olurlar: Zira, peygamberlerle anlatılan manada bir ortaklık veya müsavi olmayı itikad etmek küfürdür. Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer ile de, müsavat iddiası öyledir. Allah onlardan razı olsun. Zira bunlar öyle zatlardır ki: Pek faziletli oldukları sahabenin, tabiinin icmaı ile sabittir. Nitekim, büyük imamlardan bir cemaat, bu manayı anlatmıştır. O anlatanlardan biri de İmam-ı Şafiîdir. Allah onların hepsinden de razı olsun.
Hatta, kalan ümmet üzerine, tüm sahabenin üstün fazileti vardır. Zira, hiç bir fazilet yoktur ki: Hayr'ül-beşer Resulüllah S.A. efendimizin sohbetine denk olsun. Ona salât ve selâm olsun, islâm'ın zaafı, Müslümanların azlığı zamanında Din-i Metin'in teyidi, Sey-yid'ül-mürselin Resulüllah S.A. efendimize yardım için ashap tarafından sarf edilen az bir fiil var ya.. onlardan başkaları, bütün ömürlerini taat ve ibadete harcayıp dursalar, o az fiil mertebesine ulaşamazlar.
Bu manadan olarak, Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:
? «Biriniz Uhud dağı kadar altın sadakası verse, onların bir müd (yirmi kile), hatta yan mikdarı arpa sadakasına yetişemez..»
Hazret-i Sıddık'ın r.a. daha faziletli olduğu şu cihetten gelmektedir ki o: İmanda, en önde olanların da başındadır; bu yolda çok çok mal harcamıştır; lâyık hizmetlerde bulunmuştur.
Anlatılan mana icabı olarak, onun şanında şu âyet-i kerime nazil oldu:
? «Aranızda, fetihden evvel Allah yolunda mal harcayan ve mukatele edenler, başkaları ile aynı seviyede olamaz. Bunlar, sonradan Allah yolunda mukatele edenlere bakarak, daha büyük dereceye sahiptir. Allah, onların her birine cenneti vaad etti. Allah, muhakkak yaptıklarınızdan haberdardır.» (57/10)
Bir başka cemaat dahi, ondan başkalarının fazilet ve menkıbelerinin çokluğuna bakarak; Hazret-i Ebu Bekir'in r.a. daha faziletli olması babında ara verirler.. Amma, bilmezler ki: Eğer faziletlerin ve menkıbelerin çokluğu daha faziletli olma sebebi olsaydı: ümmet ferdleri arasında bu faziletleri çok olanlar peygamberlerinden daha faziletli olurlardı. Zira, bu faziletler onlarda yoktu.. Böyle bir faziletin olusu başkadır; öbür türlü faziletlerin ve menkıbelerin bulunması başkadır.
Fakir'in kanaatince asıl fazilet şudur: Dinin teyidinde en ileri bulunmak, Rabb'ül-âleminin din hükümlerine yardım için can ve mal harcamakta kıdemli olmaktır.
Nitekim anlatılan manada, peygamber hepsinden ileri olduğu için; hepsinden faziletlidir.
Aynı şekilde, her kim bu iş üzerinde daha ileri ise.. fazilet itibarı ile diğerlerinden daha ileridir. Bu işte, önde bulunan diğerlerinin üstazı, din emrinde onların muallimi gibidir. Onlara sonradan katılanlar, o önde gidenlerin nurlarından iktibas edip onların bereketlerinden istifade ederler.
İşte, anlatılan devletin sahibi, bu ümmet arasında; Resulüllah S.A. efendimizden sonra Hazret-i Ebu Bekir'dir. Allah ondan razı olsun.
Çünkü o: Çokça mal harcamakta, mukatele ve şiddetli mücahe-dede, makam ve şöhret harcamakta, Din-i Metin'i teyid için şüphe ve fesadı def etmekte, Seyyid'ül-mürselin Resulüllah S.A. efendimize yardım etmekte sabikun olanların en başındadır. Böylece, başkalarına nazaran daha faziletli olmak ona bırakılmıştır.
Hazret-i Ömer'e r.a. gelince ondan da anlatalım..
Resulüllah S.A. efendimiz Hazret-i Ömer'in imdadı ile, İslâm dininin izzetini ve ağır basmasını taleb etti. Noksan sıfatlardan münezzeh Allah ise.. Habibine yardıma, sebebler âleminde onunla yetişti.. Bu manada şöyle buyurdu:
? «Ey Nebi, sana Allah ve sana ittiba eden müminlerden bazıları yeter..» (8/64)
(Bu âyet-i kerimenin tevili, İmam-ı RABBANİ Hz. ne göre burada böyledir.)
İbn-i Abbas r.a. der ki:
? Bu âyet-i kerimenin geliş sebebi, Hazret-i Ömer'in r.a. İslâm dinini kabul edişidir.
Böylelikle de, Hazret-i Sıddık'tan sonra, daha faziletli olma işinde Hazret-i Ömer'in durumu da tayin edilmiştir. Allah onlardan razı olsun..
Üstte anlatılan mana icabı olarak, sahabe ve tabiin birlikte, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli oldukları üzerinde karar kılmışlardır. Allah onlardan razı olsun.. Nitekim, bu mana, daha önce de anlatıldı.
Hazret-i Ali r.a. dedi ki:
? Bu ümmetin en faziletlileri, Ebu .Bekir ve Ömer'dir. Her kim, beni onlardan faziletli görürse.. o müfteridir. Müfterilerin dövüldüğü gibi, onu kamçı ile döverim.
Bu bahis, kitaplarımda ve risalelerimde tafsilâtı ile yazılmıştır. Bu makamda, daha ziyade anlatmanın yeri yoktur.
Ahmak o kimsedir ki: Kendisini Hayr'ül-beşer Resulüllah S.A. efendimizin ashabı ile bir görür..
Haberlerden ve eserlerden yana da cahil o kimsedir ki: Kendi nefsini sabikundan tasavvur eder.
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki: Bu sebkat devleti, ki daha faziletli olmak sebebidir; birinci asırda Hayr'ül-beşer Resulüllah S. A. efendimizin sohbet şerefi ile müşerref olanlara mahsustur. Başka asırda bu mana yoktur.
Anlatılan manadan dolayı, olur ki: Bazı asırlardan sonra gelenler, daha önceki asırlarda gelenlerden faziletli bulunurlar. Hatta su da caiz olur ki: Bir asırda, sonradan gelen, önden gelene nazaran aynı asırda daha faziletli olabilir.
Allah-ü Taâlâ, mücerred tevehhüm ve tahayyül ile bir Müslüman'a taan ve tard etmenin şenaati, sırf taannüt ve taassupla bir Müslüman'ı tekfir etmenin çirkinliği babında taan edenlere basiret ihsan eylesin..
Ne çaresi var?.
Hakkında küfür ve dalâlet söylenen kimse; eğer bunları alacak ve müstahak olacak bir kimse değil ise., bu küfür ve dalâlet isnadı, zarurî olarak; o küfür ve dalâlet sözünü edene döner.. Atılandan atana gelir.. Nitekim, bu mana, bir hadis-i şerifle sabit olmuştur.
Dua makamında bir âyet-i kerime meali:
? «Rabbimiz, bizim için günahlarımızı işimizdeki taşkınlığımızı bağışla.. Ayaklarımıza sebat ver. Kâfirlere karşı bize yardım eyle..» (3/147)
***
Biz yine esas söze dönelim; ikinci şıkkı beyan edelim. Deriş ki:
? O taan eden kimselerde, anlatılan manada bir itikad yoksa.. yani: O halin sahibi için.. Onun halini de, küfür haddine getirmiyorsa.. bunların durumu da şu iki halin dışında değildir:
a) O kimsede vaki olan hal, bunları kizba ve bühtana çekmektedir. Böyle bir şey de, bir Müslüman'a kötü zandır. Böyle bir kötü zan ise., şer'an mahzurludur.
b) Onları yalana ve bühtana götürmez.. Bir ortaklık ve müsavat zannına da kapılmazlar.. Böyle olunca da, taan edip malâmat etmenin tevili nedir?. Kötüleyip ayıplamanın sebebi nedir?.
Vakıa-i sadıkaya lâyık olan odur ki: îyiye yor ula.. O vakıanın sahibi ayıplanan bir kabahatli bulunmaya.. Burada şöyle bir soru sorulabilir:
? Fitneyi getiren bu gibi vakıaların izhar edilmesinin tevili nedir?.
Bunun için şöyle deriz:
? Tarikat meşayihinden, bu gibi hallerin zuhuru çok vuku bulmuştur. Bu, onlar için devamlı âdet haline gelmiştir.
Kaldı ki bu, İslâm'da ilk defa olan bir şey de değildir. Sonra, hakkanî bir niyet, sadık bir irade dışında da olmamaktadır.
Bu gibi şeyleri zaman zaman yazmaktan maksad, kendisine hibe edilen halleri şeyhine izhar ederek, onlarda halinin sağlamını çürüğünü meydana çıkarmaktır. Bir de, onun tabirine ve teviline muttali olmaktır.
Bazen de, bu gibi halleri yazmaktan maksad: Talipleri ve tilmizleri rağbete getirip onları bu yola teşvik etmektir.
Bazen de bu gibi halleri yazmaktan maksad: Ne şudur, ne de bu.. Bu gibi sözler, mücerred sekir ve halin galebesi sonunda yazılmaktadır. Bulunduğu sıkıntılı halden biraz nefeslenir; nefsindeki ağırlığı bir parça olsa da hafifletir.
Bir kimsenin maksadı ki: O gibi halleri izhar etmekten şöhret ve halkın kendisini kabul etmesidir; o kimse battal bir müddeidir. O haller dahi, kendisinde istidrac olarak kalır... Kendisine vebal olur.. Hüsrana dalmasına sebeb olur. Çeşitli sıkıntılara düşer..
Dua makamında iki âyet-i kerime meali:
? «Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma.. Bize katından rahmet hibe eyle.. Çünkü sen, hibesi en bol olansın..» (3/8)
? «Ben nefsimi temize çıkaramam. Zira nefis, bütün şiddeti ile kötülüğü emreder. Meğer ki, Rabbimin rahmeti ola.. Gerçekten Rabbim, Gafur Rahmidir.» (12/53)
***
Sormuşsunuz ki:
? Şunun sebebi nedir ki: Enbiya ve evliya belâ, musibet, mihnet cini i şeylerin en şiddetlileri ile iptilâya uğramaktadırlar. Nitekim, bu manada şöyle buyurulmuştur:
? «İptilâya uğramak ciheti ile insanların en şiddetli olanları enbiyadır; sonra evliya daha sonra sırası ile..»
Sübhan Allah ise, şöyle buyurdu:
? «Size isabet eden her musibet, ellerinizin kazancıdır.» (42/30) Bu âyet-i kerimenin ifade ettiği manadan da anlaşılmaktadır
ki: Her kimin ki, seyyiat kazancı çoktur; onun musibete düşmesi de aynı şekilde çoktur. Bu duruma göre yerinde olur ki: Enbiyadan ve evliyadan başkaları en şiddetli belâ ve musibete uğrayalar; enbiya ve evliya değil..
Bundan başka o büyükler, asaleten ve teb'an, Sübhan Hakkın mahbubu bulunmaktadırlar; o Yüce Zat'ın sevgilileri bulunmaktadırlar. Bu durumda, mahbub zatlara, yakınlık bulanların haslarına belâ ve mihnetlerin havalesi nasıl sahih olur?. Düşmanlar, rahat ve nimet içinde iken, dostların belâ ve elim azab içinde kalmaları nasıl doğru olur?.
Bunun cevabı şudur: Bilesin ki..
Allah-ü Taâlâ, seni irşad eylesin; doğru yola hidayet eylesin.. Dünya, nimetlenmek ve lezzet almak için kurulmamıştır. Nimetlenmek ve lezzet almak için hazırlanan âhirettir.
Dünya ile âhiret arasında bir zıddiyet, nakzetme durumu olduğundan; birini hoşnut etmek, diğerinin dargınlığına gider. Ekinde lezzet almak, diğerinde elem duymayı gerektirir. Böyle olması da zarurîdir.
Bir kimsenin ki: Dünyada lezzet alması ve nimete dalması çoktur; âhirette eleme dalıp nedamet duyması dahi çoktur. Aynı şekilde bir kimsenin dünyada iken, iptilâya ve mihnete uğraması çok ise.. âhirette onun nimetlere ve lezzetlere dalıp mesrur olarak haz duyması daha ziyade ve daha bol olur.
Keşke, âhiretin bekasına nisbetle dünyanın bekası; umman denize nisbetle bir damla hükmünde olaydı:. Evet.. namütenahiye nisbetle mütenahinin (sonsuza nisbetle sonu olanın) ne gibi bir nisbeti olabilir?
Hiç şüphe edilmeye ki: Kerem iktizası lâyık olan; bu evde muayyen günlerin mihneti ile dostların iptilâsıdır. Şunun için ki: Ebedî nimetlerle ferahyab olup haz duyalar.. Mekir ve istidrac icabı münasib olan da: Az lezzetlere düşmanların nazlanıp kalmalarıdır. Şunun için ki: Çokça elemlerle âhirette iptilâya uğrayalar..
***
Bu manada bir başka soru da şudur:
? Dünyada mahrum olan kâfir fakir âhirette mahrumdur. Dünyada çektiği elem, âhirette lezzete dalmasını gerektirmiyor. Bunun tevili nedir?.
Bunun cevabında deriz ki:
? Kâfir, Sübhan Allah'ın düşmanıdır. Daimî azaba da müstahaktır. Dünyada iken, ondan azabın kalkması, o iç hali ve dış durumu ile bırakılması lezzetin ve nimetin aynıdır. Onun hakkında ihsanın kendisidir. Bu mana icabı olarak şöyle denmiştir:
? Dünya müminin cennetidir. Bu babda son söz şu ki:
? Bazı kâfirlerden dünyada iken azap kalkmaktadır. Bazı uhra lezzetleri de verilmektedir. Bir başkalarından da, azap kalkar amma, uhra lezzetlerinden yana bir şey verilmez. Kendisine fırsat ve mühlet verilmesi ile yetinilir. Bütün bunlar, hikmetler ve mesalih icabıdır.
Bir başka soru da şöyle sorulabilir:
? Allah-ü Taâlâ Kadir Muktedir'dir; yani: Evliyasını, dünya ve âhiret nimetleri ile lezzetlendirme işinde.. Hem de onlar hakkında; birinde lezzetlenmek, diğerinde demlenmeyi gerektirmeden..
Bunun için de şu cevabı veririm:
? Bunun cevabı bir kaç yönlüdür. Şöyle ki:
a) Eğer onlar, dünyada az günlerin beliyyelerini ve kısacık
vakitlerin mihnetlerini tatmamış olsalardı; ebedî nimetlerin ve lezzetlerin kıymetini bilemezlerdi. Daimî olacak sıhhat ve afiyetin değerini de anlayamazlardı. Yani: Lâyık olduğu üzere..
Evet., bir kimsenin karnı acıkmadıkça, yemeğin lezzetini tadamaz. Bir kimse, iptilâya uğramamış ise., ondan kurtulup feraha çıkmanın değerini bilemez.
Onların, muvakkat eleme dalmalarından maksad: Daimî telezzüzün kemalini tahsil etmeleridir. Bu büyükler hakkında, cemal, celâl suretinde zuhura gelmiştir. Yani: Avamın iptilâsındaki celâl suretinde.. Bu manada bir âyet-i kerime meali:
? «... onunla çoklarını dalâlete düşürdüğü gibi; çoklarım da hidayete erdirir.» (2/26)
b) Beliyyeler ve mihnetler avam arasında elem sebepleri sayılsa dahi; mutlak Cemil Zat'tan geldiği için, bu büyük zatlar ka tında lezzet ve nimet sebepleri sayılır. Onlar, belâlardan aldıkları lezzeti, nimetlerden alamazlar. Hattâ, onların belâlardan aldıkları haz daha çoktur. Bu da halis olarak Mahbub Zat muradı olduğudur. Böyle bir husul, nimetlerde yoktur. Zira, nefis de bunları isteyip belâlardan kaçar. Bu mana icabıdır ki; o büyükler katında belâ, nimetten daha faziletli olmaktadır. Dolayısı ile, belâ ile olan iltizazları, nimetle olan iltizazlarından daha çoktur. Dünyadaki nazlan da, beliyyeler ve musibetlerdir.
Dünyada bu kadar tuzluluk olmasaydı; onların katında bir arpa kadar değer bulmazdı. Bundaki halâvet dahi olmasaydı; onların nazarında abes kalırdı..
Bir şiir:
Elemimdir seni istemekten gaye bak;
Nimet sebepleri dahi pek çoktur ancak..
Allah-ü Taâlâ'nın evliyası, dünyada lezzetlenir; âhirette ise, haz alır mesrur olurlar. Dünyadaki bu lezzetleri, âhiretteki alacakları hazza münafi değildir. Âhiret hazzına münafi olan lezzet bir başka olup avama hâsıl olanlardandır.
İlâhi, o nedir ki evliyana kıldın; başkalarına elem olan bunlara lezzet olmaktadır. Başkalarına zahmet olan da, bunlara rahmet olur. Başkalarının nikmeti, bunlar için nimettir, insanlar sürurla mesrur, gamla da mağmum iken; bu büyükler; sürurla mesrur olmakla, gam içinde dahi ferahyab olurlar.
Zira, bunların nazarı, güzel ve çirkin fiillerin hususiyetlerinde bir yana atılmıştır; Mutlak Cemil olan o fiillerin faili zatın cemaline inhisar etmiştir. Fiiller dahi, fail olan zatın sevgisi ile sevimli bulunmaktadır; lezzet getirmektedir.
Âlemde Yüce Sultan Cemil Zat'ın muradı ile her ne sudur eder ise.. isterse kendilerinin zararına ve elemine olsun; bu aynen kendilerinin de muradıdır. Hem de mahbub olarak.. Lezzetalmalarına dahi bir sebeptir.
İlâhi, ne fazilet ve keramettir ki: Evliyana böyle gizli devlet ve rahat nimet verdin.. Hem de onları ağyar nazarından saklayıp muradın üzerine kaim kıldın. Daima nazlı, lezzet içindedirler. Elemi va keraheti onlardan kaldırıp başkalarının gözü önüne koydun. Başkalarına göre ar ve fezahat, bu taife-i aliyyenin cemali ve kemali oldu.
Bunların muradını, muradın husul bulmayışında sakladın. Başkalarının aksine, onların bu acil sürurlarını da, uhrevî nazlarının ziyadelenmesine sebeb eyledin..
Bir âyet-i kerime meali:
? «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)
c) Bu ev, iptilâ evidir. Hak batıla karışıktır; haklı ile batıla saplanan birbirine girmiştir. Şayet evliyaya mihnetler ve belâ verilmemiş olsa; hatta bunlar, düşmanlara da verilmiş olsa.. dostlar düşmanlardan ayırd edilmezdi. Tecrübe ve imtihanın hikmeti iptal olurdu. Böyle bir şey dahi, dünya ve âhiret saadeti kendisine tevdi edilen gaybe imana münafidir. Bu manalar üzerine şu âyet-i kerimeler vardır:
? «Onlar ki, gaybe iman etmektedirler.» (2/3)
? «Allah, gıyaben kendisine ve Resulüne, kimlerin yardım edeceğini belli edecektir.» (57/25)
İşbu âyet-i kerimeler, anlatılan manaya şahid olmaktadırlar.
Sübhan Allah, evliyasını belâ ve mihnetlerin sureti ile iptilâya uğratmaktadır. Düşmanların gözlerine dahi toprak atmıştır; ta ki, bununla iptilâ ve imtihan hikmeti tamam ola..
Onun evliyası belâ içinde mütelezziz bulunalar; düşmanların gözleri de bu iptilânın manasını anlamaktan yana kaybeden ve hüsranda, kalanlardan olalar..
Bir âyet-i kerime meali:
? «.. onunla çoklarını dalâlete düşürdüğü gibi; çoklarını da hidayete erdirir.» (2/26)
Enbiyanın küffar ile muamelesine gelince., üstünlük bazen bu tarafta, bazen da öbür tarafta olmaktadır.
Bedir gazasında, yardım Müslümanlar tarafında idi.. Uhud gazasında ise.. galebe küffar tarafında oldu. Bu manada, Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurdu:
? «Eğer size bir yara değmiş bulunuyorsa, o kavme de yara değiniştir. O günleri biz, dönüştürür dururuz. Ta ki: Allah iman edenleri bildire ve sizden şahitler eyleye.. Allah zalimleri sevmez.. (3/140) Bunda, ayrıca, Allah'ın müminleri temize çıkarması, kâfirleri dahi helak etmesi vardır.» (3/141)
d) Sübhan Hak, her ne kadar her şeye kadir ve evliyasına da ikram etmeye de muktedir ise de; yani: Dünyaya ve âhirete ait nimetler üzerine.. Ne var ki bu mana, o Yüce Sübhan'ın hikmetine ve âdetine münafidir. O ister ki: Kudretini hikmeti ve âdeti altında kapalı kıla.. İlletleri ve sebepleri dahi, mukaddes zatına nikab eyleye...
Dünya ile âhiret arasında bulunan nakzedici hükme göre.. evliyaya dünya mihnetleri ve beliyyeleri mutlaka lâzımdır. Ta ki, kendilerine âhiret nimetleri rahat ve sinerli gele..
Suâlin aslına cevap verirken de, bu manaya bir işaret geçmiştir.
Biz, yine esas sözümüze dönelim.. Suâlin aslına göre, cevabın tamamını vermeye çalışalım..
Deriz ki:
? Elemin, belânın, musibetin sebebi: Her ne kadar günah ve seyyie kazançları ise de; lâkin, beliyyeler hakikatta seyyiata kefaret olmak, musibetler dahi günah ve hata zulmetlerini gidermektedir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca: Evliyanın mihnetlere ve beliyyelere ziyade uğramasındaki kerem; onların seyyielerine kefaret olması, günah ve hata zulmetlerini gidermesidir.
Bu durumda, evliyanın seyyielerini ve günahlarını da, düşmanların seyyieleri ve günahları gibi tasavvur etmek yerinde olmaz.. Her halde, şu manayı işitmiş olacaksınız:
? «Ebrarın haseneleri, mukarrebinin seyyieleridir.»
Eğer bunlardan bir günah ve isyan sudur eder ise., başkalarının günahı ve isyanı gibi değildir. Böyle bir şeyin onlardan süduru, sehiv ve unutmak sonucudur. Azmedip ciddi bir manada tuğyan olarak yapılmaktan uzaktır. Bu manada Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurdu:
? «And olsun, biz bundan evvel Âdem'e vahiy (ve emr) etmiş bulunuyoruz; fakat unuttu. Kendisinde bir kasd bulamadık..» (20/ 115)
Bu manadan olarak; elemlerin, musibetlerin, beliyyelerin çokluğu, seyyielerin çokça kefaretine delâlet eder.. Çokça seyyielerin işlenmiş olmasına delâlet etmez.
Evliyanın pek çoğuna belâ verilir; ta ki: Seyyieleri kendilerinden gide; Yüce Rab'lerine pak ve temiz olarak gideler.. Âhiret mihnetlerinden dahi, masun ve mahfuz bulunalar..
Şöyle anlatıldı:
? Resulüllah S.A. efendimizin hal-i intizarında, bir sıkıntı ve ıstırap zuhur etmiş. Resulüllah S.A. efendimize olan tam şefkatinden ona bağlılığından Resulüllah S.A. efendimizin dahi onun için:
? «Fatıma benden bir parçadır.»
Emrindeki mananın da bir icabı olarak, Hazret-i Fatıma üzüldü ve sıkılmaya başladı.. Resulüllah S.A. efendimiz, onun bu sıkıntısını ve ıstırabını görünce onu teselli için şöyle buyurdu:
? «Babanda bulunan mihnet sadece budur; bundan sonra sıkıntı yoktur.»
O ne büyük devlettir ki; pek şiddetli ve pek kalıcı azab kısa günlerin mihneti ile kalkar ise.. Bu muameleyi de, ancak evliya kullar görür; başkaları değil.. Zira, onlardan başkalarının günahları, tam manası ile burada kefarete uğrayamaz.. Onların mücazatı, âhirete tehir edilir.
Üstte anlatılan mana icabı olarak; Allah'ın velî kulları, dünyaya ait belâ ve mihnetlerin çoğuna daha haklıdırlar. Böyle. bir devlete diğerleri müstahak değildir. Zira, onların günahları çoktur; iltica ve tazarru ile, istiğfar ve inkisar ile meşguliyetleri de azdır. Onların nefisleri, masiyetleri kazanmakta cesurdur. Günahları, ciddiyet ve azimle yapmaya çalışırlar. Azgınlıktan ve tuğyandan yüce dergâha uzaklıktan hali kalmazlar. O kadar ki: Allah'ın âyetleri ile alay edip istihzaya alırlar. Halbuki, ceza cürüm miktarına göredir. Eğer cürüm hafif ise, onu yapan da, Allah-ü Taâlâ'ya .tazarru edip ilticaya koyulur ise.. onun cürümleri dünyaya ait beliyyelerle kefarete uğraması kabildir. Amma, cürüm ağır ise.. o cürmü yapan da inad ve kibirli ise.. o zaman, uhrevî cezaya daha müstahak olur. Zira oranın cezası, daha şiddetli ve daha devamlıdır.
Bir âyet-i kerime meali:
? «Allah, onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendilerine zulmeder oldular.» (16/33)
***
Yazmışsınız ki:
? İnsanlar maskaralığa alıp istihza ederek şöyle diyorlar:
? Sübhan Hak, neden evliyasını mihnet ve belâ ile iptilâya uğratır da; onları lezzet ve nimet içinde daim kılmaz.. Bu gibi dedikodularla, o büyük cemaatı hiçe çıkarmak isterler..
Evet..
Bu misillu cümleleri, küffar Resulüllah S.A. efendimiz için de söyledi. Allah-ü Taâlâ, onların bu sözlerini şöyle anlattı:
? «Bu nasıl Resul?. Yemek yiyor; çarşılarda dolaşıyor.. Onunla beraber nezir olması için, neden bir melek indirilmemiş?.
Yahut ona neden bir hazine bırakılmamış?. Ayrıca onun yiyip içeceği bir bahçesi neden olmasın?. Ve.. o zalimler şöyle dedi:
? Siz, ancak büyülü birine ittiba etmektesiniz..» (25/7-8)
Bu gibi sözlerine medarı: Âhireti inkâra, daimî olan azabı ve sevabı inkâra, dünyanın peşin nimet ve lezzetleri ile de böbürlenmeye dayanır..
O kimse ki: Âhirete inanır ve daimî olan azaba ve sevaba kanaati vardır; bu kısa günlerin mihneti asla onun gözüne gelmez. O kadar ki: Bu ebedî rahata sebeb olacak muvakkat mihneti, rahatın aynı görür.. İnsanların dedikodularını dinlemek yerinde olmaz.
Elem ve belâ, mahabbetin şahitleri arasında sayılır, isterse çözü kapalı olanlar, onu mahabbete münafi saysınlar.. Ne yapabiliriz ki?. Cahillerden yüz çevirip geçmekten başka çare yoktur. Hatta sözlerinden de..
Bir âyet-i kerime meali:
? «Güzel bir sabr ile sabreyle..» (70/5)
Suâlin aslına göre, bir başka cevab da şöyledir:
Belâ, mahbubun kamçısıdır; seven kimseyi, mahbubdan başkasına iltifat etmekten engeller. Bütün külliyeti ile o Mukaddes Zat'a müteveccih kılar.
Bu manadan ötürüdür ki, evliya eleme ve belâya müstahak olur.. Şu manadan ki: Bu belâ, ondan başkasına olan iltifatları babında kefaret ola.. Onlardan başkaları da bu devlete lâyık değildir. Nasıl böyle olmasın ki: Onlar, o Mukaddes Mahbub'un katına tecrübe edilmeden götürülmezler..
Her kimin ki, ezelî durumuna inayet geçmişi vardır; Mahbub Zat tarafına çekilerek, vurularak götürülür; böylece mahbubiyet için sekilmiş bir hal alır. Bir kimsenin ki. geçmişinde böyle bir inayet yoktur: o kimse hali üzere terk edilir. Şayet ona ebedî saadet yetişir ise.. inabe yoluna sülük eder; fazl ve inayetle esas maksada ulaşır.. Aksi halde hali ile kalır..
Allah'ım, beni bir an olsa da nefsime bırakma..
Üstteki açıklamadan da anlaşılmış oldu ki: Belâ, müridlerden çok, murad olanlarda vardır. Bu mana icabıdır ki, muradların ve mahbubların reisi olan Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:
? «Bana olan eziyet gibi, hiç bir peygambere eza olunmamıştır.»
Bu arada, belâ için, kılavuzluk manası da zuhura gelmiştir. Şunun için ki o: Güzel delâleti ile dostu dosta kavuşturur. Sevgilinin gayrına iltifat etmekten yana saf kılar..
Asıl şaşılacak mana şu ki: Evliyanın eline binlikler geçse.. onu belâ almak için harcarlar.. Onlardan başkaları ise.. binlikleri vererek, belâların define çalışır..
Burada bir başka soru da şöyledir:
? Evliyada, belâ ve elem isabeti zamanında, bazen ıstırap ve zorluk anlaşılır.. Bunun tevili nedir?.
Bunun için şu cevabı verebilirim:
Istırap surîdir; tınet-i beşeriyet iktizası, zaman zaman onlardan sudur eder. Böyle bir şeyin kalmasında, hikmetler ve faydalar vardır. Zira, o olmadan, nefisle cihad tasavvur edilemez. Sekerat-ı mevt halinde.. Seyyid'ül - evvelin vel-âhirin Resulüllah efendimizden sıkıntı ve ıstırap zuhur ettiğini duymuş olacaksın.. Bunun böyle oluşu, nefisle cihad bakiyesidir. Şunun içindir ki: Hatem'ür - rüsul Resulüllah S.A. efendimizin son nefesi, Allah-ü Taâlâ'nın düşmanları ile cihad'üzere ola.. Allah-ü Taâlâ, oha salât ve selâm eylesin..
Mücahede şiddetli, beşerî sıfat maddelerini kesip atar.. Nefsi de tam bir inkıyada ulaştırır; itminanın hakikatine götürür. Onu pak ve temiz kılar. Böylece belâ: Mahabbet pazarının kılavuzu olur.. Bir kimsenin ki, mahabbeti yoktur; onun kılavuzla işi de yoktur; kılavuzluk edene ihtiyacı da olmaz. Hatta, öyle bir şeyin onun yanında kadri ve kıymeti de olmaz.
Elemin ve belânın bir başka yüzü daha vardır ki: Doğru sevenle, yalandan seven iddiacının arasını ayırd eder.. O kimse ki: Sevgisinde doğrudur; belâdan lezzet alır, haz duyar.. O kimse ki: Yalancı müddeidir; belâdan yana elem ve sıkıntı dışında bir nasibi olmaz.
Bu ayırd etmeyi de, ancak içinde doğruluktan yana az bir emare bulunan anlar.. Böylelikle de, elemin hakikatini ve suretini de ayırd eder.. Beşer! sıfatın hakikate ile suretini de fark eder..
? Velî velîyi tanır..
Cümlesi, bu beyana işarettir.
İrşad yoluna hidayet eden, Sübhan Allah'tır..
***
Sormuşsunuz ki:
? Adem, (yokluk manasına) sırf hiç bir şey olmamaktır. Nitekim bu manayı da anlatmışlardır. Onun bir vücudu da yoktur. Onun bir vücudu olmayınca, onun eserleri, zihnen kendisine arız olan vücudla terakkileri nasıl olur?. Eğer zihnî bir durumu var ise.. hayal dairesinden nasıl çıkabilir?.
Bilesin ki..
Adem, her ne kadar bir şey olmamakta ise de; lâkin eşyanın muamelesi de onunla kaimdir. Eşyanın tafsili ve çoğalması, onun aynalığına göredir.
Adem aynasında in'ikâs eden ilâhî isimlerin ilmî suretleri; onu temeyyüz ettirip kendisine ilmî sübut getirmiştir. Zarurî olaraktan da, onu hiç bir şey olmamaktan çıkarmış ve eserlere, hükümlere menşe haline getirmiştir. Bu eyerler ve hükümler dahi, ilim yeri dışında olmaktadır; his ve vehim mertebesinde sabittir.
Bu mertebede o eserlere ve hükümlere, Şanı Büyük Allah'ın yaratması ile, sebat ve istikrar hâsıl olmuştur. O derecede ki: Hissin ve vehmin kalkması ile de kalkmayacaktır. Şöyle demek de mümkündür:
? Bu eserler ve hükümler haricîdir..
Size gelince., ademin terakkiyatından dolayı taaccübe kapılıyorsunuz.. Zira, kâinatın bütün muamelesi, adem üzerine bina edilmiştir. Bu manada, yerinde olur ki: Şam büyük Allah'ın kemal manada kudreti müşahede edile.. Şunun için ki: Bu muamele dairesini nasıl geniş tuttu; bakıla?. Hemen hepsi de ademden gelmektedir. Onun noksanlarında da, tam manası ile varlık kemalini izhar eyledi.. Onun terakkisine gelince.. tam manası ile vazıhtır. Çünkü Yüce Sultan Allah'ın isimlerine ait ilmî suretler, onda temekkün edip yerleşmiştir.
Suretlerden hakikate, zılâlden asla giden sultanî yol vardır. Bir kimse ki, bunu hissedemez; onun basireti silinmiştir.
Bu manada bir âyet-i kerime meali:
? «Şüphesiz bu bir öğüttür. Dileyen Rabbine yol tutar..» (76/29)
Zihin ve hayal lâfızları, seni şüphe ve ihtimale düşürmesin.. Eserleri ve terakkileri südurunu nazarında zorlaştırmasın.. Çünkü vaki olan hiç bir muamele yoktur ki: ilimde ve hayalde olmasın.. İkisinin de haricinde değildir.
Bu babda netice şu ki: Hayal ile, vehim arasında fark vardır; Hem pek çok..
Çünkü: Vehim ve hayal mertebesindeki halk, vehim ve hayal icadından başkadır. Birincisi, işin aslında vakidir ve olmaktadır. Hattâ mümkündür ki, şöyle söylene:
? O, haricî bakımdan mevcuddur.
İkincisine gelince., bu devletten yana nasibi azdır. Sebattan ve istikrardan yana da hazzı azdır.
Ademin bazı hususiyetlerini yazmıştım; kendi başına bir bilgi olarak.. Mir Muhibbüllah onun bir suretini aldı. Eğer ona da muttali olmak isterseniz; müracaat ediniz..
***
Bu arada, fenadan ve bekadan da sormuşsunuz.
Bu Fakir, kitaplarında ve risalelerinde; hem de çeşitli yerlerde her iki kelimeyi de yazmıştır. Bununla beraber, gizli bir yan var ise., bunun çaresi de, huzurda şifahen anlatmaktır. Zira, hakikatin tamamı, yazmakla husule gelmez. Hâsıl olsa da, daha çok izhar edilmesi yararlı olmaktan uzaktır. Zira, insanın ondan ne anlayacağı bilinmez.. Fenanın ve bekanın da, vücudî olmayıp şühudî olduğunu nasıl idrâk edebilir?. Zira, kul ne hiç bir şey olmama durumuna girebilir, ne de Yüce Hak ile müttahid olabilir.. Bir şiir:
Kul, kuldur ebeden; Rab, Rab'dir sermeden..
O zındıklardır ki: Fenayı ve bekayı vücudî olarak sanırlar ve zannederler ki; kul nefsinden vücud taayyünlerini kaldırır, taayyünlerden ve kayıtlardan münezzeh olan aslı ile ittihad eder.. Muzmahil ve mütelâşi olduktan sonra, Rabbi ile baki kalır.. Bir damla gibi, nefsinde fena bulup deryaya katılır ve nefsinden kaydı kaldırdıktan sonra mutlakla ittihad eder..
Allah-ü Taâlâ, bizi onların kötü inançlarından korusun..
Fenanın hakikati: Yüce Hakkın masivasını unutmaktan ibarettir; onun gayrı ile taallukun olmamasıdır. Sine sahasını dahi, nefsin bütün muradlarından ve onun iktiza ettiği şeylerden temizlemektir.
O ki, kulluk makamına münasiptir; beka makamına dahi münasiptir; o şey şudur: Kulun, Yüce Sultan Mevlâsının murad ettiği işlerle kıyamıdır. Onun bütün muradlarını dahi, kendi nefsinin ayniyle muradı bilmesidir.
Üstte anlatılan, enfüsl âyetleri müşahede ettikten sonra olacaktır.
***
Sormuşsunuz ki:
? Sizin isbatmıza göre enfüs seyrinin ötesinde bir seyir vardır. Halbuki, on mertebede anlatılan seyir halk ve emir âlemi içindir.
Hey'et-i vahdaniye seyri dahi, enfüsî seyre dahildir. Bu durumda, enfüs ötesindeki seyir nasıl olur?.
Bu sorunun cevabında bilmenizi isterim ki:
Enfüs, af ak gibi Yüce Sultan Allah'ın isimlerinin zılâlidir. Zil kendini, Allah'ın fazlı ile unutarak aslına teveccüh edip:
? «İnsan sevdiği ile beraberdir.»
Hadis-i şerifindeki mana hükmüne göre.. asla karşı kendisinde tam mahabbet hâsıl olur ise.. o zaman, kendisini aslının aynı bulur.. Kendi nefsine itlak ettiği:
? Ene.. (Ben..) Lafzını ona sarf eder..
Bundan başka.. o aslın dahi aslı vardır; dolayısı ile bu asıldan o asla teveccüh etmeye başlar.. Hatta, kendisini o aslın da aynı bulur. İş, böylece, uzayıp gider.. Taa, yazılan yazı sonunu buluncaya kadar..
İşbu anlatılan seyir, enfüsün ve afakin ötesindedir.
Ancak, şunun da bilinmesi gerekir ki; bu topluluktan bir cemaat, enfüsî seyir için:
? Seyr-i fillah..
Demişlerdir. Amma, bizim beyan ettiğimiz seyir, bazı meşayihin anlattığı seyir değildir. Zira, bu seyir husulî olup o seyir ise., vüsulîdir.
Husul ile vusul arasındaki fark, mütaad.did mektuplarda anlatılmıştır. Hem de tafsilatı ile., oradan öğrenilsin..
Yüce Sultan Allah'ın, zatının, sıfatının ve ef'alinin akrebiyetinden (pek yakınlığından) sormuşsunuz.. Bunun beyanı da huzura kalmıştır. Zira, bunun yazılmasında bir yarar yoktur. Yazacak olsak, muğlak olur. Anlatılan manası bilinmez.. Hatta huzurdaki takrirle anlaşılmış olsa dahi, bir ganimettir.
Şöyle diyerek:
? Fena, beka, taayyün mebdeiyetinin hemen hepsi üç velayet kemalâtının mertebelerindedir. Bu durumda hangi keyfiyetle nübüvvet kemalâtı mertebelerinde seyir olur?..
***
Nübüvvet kemalâtı mertebelerinden sormuşsun..
Bilesin ki..
Uru c mertebeleri, birbirinden ayrı oldukça, seyir dahi bir asıldan diğer asla doğru husule geldikçe, onlardaki hâsıl olan bütün kemalâtları mertebesine sûru' edilir. Her nekadar bu mertebede genişlik var ise., lâkin bu vüs'at bir başka vüs'attır. Orada bir ayırd etme durumu olsa dahi, bu ayırd etme işi, bir başkadır..
Bundan başka ne yazayım ki?. Yazılsa da ne anlaşılır?. Dua makamında bir âyet-i kerime meali:
? «Rabbimiz, bize katından rahmet ver.. İşimizde bizim için başarı hazırla..» (18/10)
***
Namazın bazı sırlarından da sormuşsunuz.. Onun cevabını bir başka vakte erteledik. Şu anda vakit, cidden dardır. Zamanın ve ehlinin elinden, vakit çalarak, bazı maarifi yazıyoruz.
Fakir'e merhamet ediniz.. Açıklamasını istemeye girişmeyiniz.
***
Dua makamında bir âyet-i kerime meali:
? «Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla.. Ayaklarımıza sebat ver.. Kâfirlere karşı bize yardım eyle..» (3/147)
Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun; evvelden âhire kadar.. Salât ve tahiyyet daima, sonsuzlara kadar onun Resulüne olsun.. Keza, âl-i kiramına ve ashab-ı izamına da., taa, kıyamet gününe kadar..
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 411. Mektup

MEVZUU : Kurb, maiyet (yakınlık, beraberlik) sırrı ve Seylan'la ilgili bazı haller beyanındadır.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Mahdumzade Mu hammed Said'e ve Camiul-ulum vel-esrar Mahdumzade Muhammed Masum'a yazmıştır.
***
Allah'a harnd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm olsun..
***
Sormuşsunuz ki:
- Ulema şöyle demiştir:
- Sübhan Hak, ne âlemin dahilinde, ne de âlemin haricindedir; ne âleme muttasıldır, ne de âlemden munfasıldır.
Bu bahsin tahkiki nedir?. Bunun cevabı şudur:
- Duhul, huruç, ittisal ve infisal nisbetinin husulü; ancak iki mevcuda nazaran tasavvur edilir. Çünkü, iki mevcudun biri, diğerine nazaran bu nisbetlerden hali olamazlar. Amma, üzerinde durduğumuz iki mevcudun tahakkuku yoktur ki: Anlatılan nisbetlerden bir nisbetin husulü tasavvur edile..
Şunun için ki: Yüce Allah mevcuttur; o Yüce Zat'ın masivası olan âlem ise, mevhum ve hayaldir. Sübhan Hakkın sanatı ile, âlem için istihkâm ve sağlamlık; vehmin ve hayalin kalkması ile kalkmayacak derecede hâsıl olmuş, ebedî azabın ve nimetin muamelesi dahi ona bağlanmıştır; ne var ki âlemin sübutu his ve vehim mertebesindedir. Hissin ve vehmin dışında âlemin bir karargâhı yoktur. Yüce Hakkın kudretinin kemalindendir ki: Mevhum ve hayal olana sebat ve istikrar hükmü vermiştir. Lâkin, mevcud mevcuttur;
Mevhum dahi mevhum.. Nazarlarını zahire inhisar ettirenlerin onu mevcud olarak tasavvur etmesi, onun sebat ve istikrarına nazarandır. Anlatılan manada, âlemin mevcud olduğuna da hükmetmişlerdir..
Bu bahsin tafsilâtı ile tahkiki mektuplarımda ve risalelerimde yazılmıştır. Eğer ihtiyaç vaki olur ise.. oraya müracaat edilsin. Mevhuma bağlanmak üzere, bu nisbetlerden hiç bir şey, mevcud için isbat edilmemiştir. Hatta, anlatılan manalara göre, şöyle demek de mümkündür:
? Mevcud, mevhuma dahil değildir; ne ondan hariç, ne muttasıl, ne de munfasıldır.
Zira, orada yalnız mevcud vardır. Mevhum olanın ne ismi vardır; ne de resmi.. Evet, böyle bir şey yoktur ki: Onun için bir nisbet tasavvur edile..
Üstte anlatılan manayı bir misalle izaha çalışalım..
Bir nokta-i cevvaleyi ele alalım.. O, sür'atli çevrilişinden dolayı, daire suretinde vehmedilir. Halbuki orada, yalnız nokta mevcuttur. Daire suretinin ise., vehimden başka bir yerde sübutu yoktur. Noktanın mevcud olduğu mahalde ise.. dairenin ne ismi vardır; ne de resmi.. Bu suretle şöyle demek mümkün olmaz:
? Nokta, dairenin içindedir; hatta o dairenin dışında da değildir.
Bundan başka, aralarında ittisal ve infisal dahi tasavvur edilemez.. Zira, o mertebede daire yoktur ki: Nisbet tasavvur edile.. Önce duvarı isbat et; sonra da nakşı..
***
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
? Sübhan Hak, âlemi ihatasını ve ona yakınlık nisbetini sabit kıldı. Halbuki, mevcudun mevhuma yakınlık nisbeti ne olduğu belli değildir. Onunla ne gibi bir ihatası olabilir!. Zira, mevcudun bulunduğu yerde mevhumun ismi ve resmi yoktur ki: Onunla ihata eden ve ihata edilen tasavvur edile..
Bunun için şu cevabı verebiliriz:
? Burada yakınlık ve ihata, bir cismin diğer cisme yakınlığı ve bir cismin diğer cismi ihatası kabilinden değildir. Elbet bunlar, keyfiyeti meçhul nisbetlerdendir. Amma, olduğu malumdur. Yakınlığı ve ihatayı o Sübhan Zat için sabit görüp her ikisine de inanırız. Lâkin, onun keyfiyetinin nasıl olduğunu bilemeyiz.. Amma, daha önce nefyettiğimiz dört nisbet böyle değildir. Zira; şeriat bunların sübutunu getirmedi ki, onu isbat edip diyelim:
? Onların da keyfiyeti meçhuldür..
Sübhan Hak hakkında, keyfiyeti olmayan bir şekilde ittisal manasına, keyfiyeti olmayan bir şekilde ihata ve yakınlık manası misali cevaz vermek mümkün olsa dahi; ne var ki, ittisal lafzının itlakı, yakınlık ve ihata lafzının varid olduğu gibi varid olmamıştır. Bunun için de:
? Muttasıl..
Demek, yerinde olmaz. Şöyle demek caiz olur:
? Yakın ve muhit..
İnfisal, huruç, duhul itlakı dahi, ittisal itlakı gibi varid olmamıştır.
Bundan başka, üstte anlatılan misalde, mevhum daireye nisbetle nokta-i cevvale için bir ihata, yakınlık, beraberlik isbat etsek dahi; bütün bu anlatılanlar, keyfiyeti meçhul olarak kalır. Zira, intisap edenlerin mutlaka bir nisbeti gerektir. Halbuki nokta-i cevvaleden başka bir mevcut yoktur, ittisal, infisal, huruç ve duhul da böyledir; keyfiyetleri olmayan bir şekilde üzerinde durduğumuz manada tasavvur edilmektedir; isterse müntesipler isbat edilmesin... Zira, iki tarafın varlığı, ancak keyfiyeti belli olan nisbet içindir; o da bilinen ve alışılan bir şeydir. Halbuki keyfiyeti meçhul olan, akıl kavramı dışındadır. Bundan iki tarafın varlığı lüzumuna hüküm ise., vehme dayalı hükümlerden olup itibardan düşmüştür; gaibi şahide kıyas olur..
***
BİR TENBİH..
? Âlem, mevhum ve muhayyeldir. Dedik.. Bunun manası şu demeğe gelir:
? Âlem, vehim ve hayal mertebesinde vakidir. Onun vaz'ı ise.. his ve görme derecesindedir.
Sunim gibi ki: Kemal ile muttasıf olan Kadir Zat, kâmil san'atı ile, vehmin ve hayalin icadından başka nasibi olmayan mevhum daireyi vehim ve havai mertebesinde yaratır. Bunu o mertebede öyle sağlam ve müstahkem kılar ki; eğer vehim ve hayal tamamen kalkacak olsa onun sübutuna halel gelmeyeceği gibi, onun bekasına dahi bir kusur gelmez.
Bu mevhum dairenin dahi, her ne kadar hariçte sübutu olmasa da, hariçte mevcut olan yalnız o noktadır. Ne var ki, onun haricî bir vücuda intisabı, haricî bir mevcuda istinadı vardır. Zira, nokta olmasaydı; daire nerede neş'et edecekti...
Bir şiir:
Pek hoştur söz etmek dilberlerin sırrından;
Fakat, açarsınız bahsi başkalarından..
Bu daire için, şöyle demek de yerinde olur:
? O noktanın nikabıdır. (Pençesi, perdesi, örtüsü..) Şöyle demenin de yeri vardır:
? O daire, noktanın müşahedesine bir aynadır. Eğer desek, ki:
? Bu daire, o noktaya delil olup ona götürür.. Evet.. bu sözünde yeri vardır.
Nikab ıtlakı, avama nazarandır.
Şuhud için ayna ıtlakı, velayet makamına münasip ve şuhudî imana yatkındır.
Delil ve hadi itlakı ise., nübüvvet kemalâtı mertebesine münasip olup gaybî imana yatkın gelir. Bu gaybî iman, şuhudî imandan daha tamam ve daha kemallidir. Zira, şühudun mutlak zılla taalluku vardır; ama gaybde böyle bir taalluk yoktur. Gaybde, her ne kadar bilfiil hâsıl olan bir şey yok ise de, ne var ki, onda vusul ve asla taalluk vardır. Şühudda her ne kadar hâsıl olan bir şey varsa da, ne var ki onda vusul yoktur. Zira, onda gayra taalluk vardır. Bu gayr ise.. aslın zillidir.
Hülâsa: Husul, noksandır; vusul ise.. kemâldir.
Üstte anlatılan mana, kusurlunun ve noksan kimsenin havsalasında hâsıl olacak gibi değildir. O kadar ki onlar: Husulü, vusulden daha faziletli sanırlar.
Sofestaî dahi, aklının yokluğundan der ki:
- Âlem, mevhum ve hayaldir. Şöyle demek isterler:
- Vehmin yontmasından ve icadından başka; âlemin sübutu ve tahakkuku yoktur. Vehim ve hayal değiştiği zaman, bu sübut ve hayal dahi aynı şekilde değişir.
Bunun için bir misal şöyledir: Vehim, bir şeyi tatlı tasavvur ettiği zaman, o şey tatlıdır; aynı şeyi, bir başka zaman acı tasavvur ettiği zaman da, o şey acı olur.
Ama, bu hizlana düşenler, Sübhan Hakkın yaratmasından ve san'atından yana gafil bulunmaktadırlar; hatta inkâr ederler.. Onu haricî vücuda bağlamak ve haricî bir mevcuda dayandırmakla da cehaletlerini ortaya koyarlar. Bu ahmaklıkla da, haricî hükümleri kaldırmak isterler; ki bu hükümler âleme bağlı şeylerdir. Uhrevî ve daimî olan azabı ve sevabı dahi def etmek isterler. Halbuki, Muhbir-i Sadık Resulüllah S.A. efendimiz onları haber vermiştir ki, yalan yoktur.
Bir âyet-i kerîme meali:
? «Bunlar şeytan fırkasıdır. Dikkat edin; şeytan fırkası, hüsrana düşenlerin kendileridir.» (58/19)
***
Burada şöyle bir soru çıkabilir:
? Âlem için sebat ve istikrar sabit olmuştur, isterse vehim ve
hayal mertebesinde olsun.. Bundan başka, onun hakkında ebedî olan nimet ve azap dahi sabit olmuştur.. Durum böyle olunca, neden ona vücud ıtlakı caiz olmuyor?. Neden onun için:
? Mevcud..
Demiyoruz.. Halbuki sübut ve vücud birbirini izleyen iki şeydir. Mütekellimin ulema katında da mukarrer olan durum budur. Bunun için su cevabı veririm:
? Bu taife-i aliyye katında, eşyanın en şereflisi, en keremlisi ve en azizi vücuddur. Bilirler ki: Her hayrın mebdei ve her kemalin menşei o vücuddur. Böyle nefis bir cevherin itlakım dahi, Sübhan Hakkın masivasına caiz görmezler. O masiva dahi, baştan ayağa, şer ve noksandır. Dolayısı ile, en şerefli şeyin, en düşük şeye verilmesine razı olmazlar.
Bu işte onların muktedası, keşif ve ferasettir. Onlara hissen ve keşfen hâsıl olmuştur ki: Vücud, Yüce Sübhan Hazret-i Hakka mahsustur. Eğer o Yüce Zat'ın gayrına..
? Mevcud..
Diyorlarsa.. bu da o başkanın, vücudla bir nisbeti ve irtibatı olduğu içindir, İsterse, oluş keyfiyeti meçhul bir şekilde olsun.. Halbuki o, anlatılan vücudla kaimdir. Zira, zillin (gölgenin) kıyam!, aslı iledir.
Ayrıca, vehim ve hayal mertebesinde sabit olan sübut dahi, o vücud zılâlinden bir zildir.
Vaktaki o vücud, haricî olmuştur; Sübhan Hak dahi hariçte mevcuddur.
O vehim mertebesi için:
? Yüce Hakkın 'San'atı ve tam yaratmasından sonra o hariç olanın zılâlinden bir zildir..
Dense dahi caizdir. Bundan başka o vehme bağlı sübut için:
? Her iki zil itibarı ile haricî bir vücuddur.. Dense de yeri vardır. Hatta bu zıllıyet itibarı ile âleme:
? Haricî mevcud.. Dense de caizdir.
***
Hülâsa..
Mümkinde her ne var ise.. Yüce Mukaddes Hazret-i Vücud'dan istifade yollu gelmiştir. Hiç bir şeyi, babasının evinden getirmemiştir. Zıllıyet mülahazası olmadan onun mevcud olduğuna kail olmak, zor bir iştir; Yüce Hakka ortak etmektir. Hem de vasıflarının en güzeli ile..
Allah-ü Taâlâ, öyle bir şeyden yana pek yüceliğe sahiptir. Bu Fakir, bazı mektuplarında ve risalelerinde şöyle yazdı:
? Âlem, haricî olarak mevcuddur.
Bu mananın, anlatılan beyana döndürülmesi, zıllıyet itibarına hamledilmesi yerinde olur.
Mü tekellim ulemanın kail olduğu:
? Tahakkuk ve sübut için, vücudun onları takib ettiği.. Cümle, lügat manası itiban iledir. Halbuki, vücud nere?, sübut nere?.
Keşif ve şühud ehlinden, nazar ve istidlal ehlinden büyük bir cemaat, vücud hakkında demiştir ki:
? O, Vacib'ül-vücud Taâlâ'nın aynı hakikatidir; sübut dahi ikinci makulattandır.
İkisi arasında çok fark vardır.
***
FAYDALI KISIM..
Vücud, her hayrın ve kemaline mebdei; her hüsnün ve cemalin menşei olduğu gibi.. adem (yokluk) dahi onun mukabili olarak her şerrin ve noksanın mebdei, her şerrin ve fesadın menseldir.
Eğer bir şer ve vebal var ise., ondan gelmektedir.. Eğer bir dalâlet var ise., bu dahi ondan gelmektedir.. Yani: Ademden. (Yokluktan..)
Durum, anlatıldığı gibi olmasına rağmen, ona verilen güzellikler ve gizli hünerler vardır.
Onun güzelliği arasındadır ki: Kendisini vücud mukabilinde, mutlak adem ve hiç bir şey olmamak durumuna getirmesidir.
Onun güzel hünerleri arasındadır ki: Kendisini vücudun vikayesine verip şerri ve noksanı kendine çekmiştir. Onun güzel sıfatları arasında şunları da sayabiliriz: Vücud kemalâtını izhar etmek; bu kemalâtı dahi, ilim hanesi dışında, birbirinden ayırd edilmesini sağlamak; onları icmalden tafsile getirmek..
Hülâsa..
O, vücud hizmetlerinde kaim durmaktadır. Vücudun güzelliği, cemali, kemali; onun kabahatında, şerrinde ve noksanında zahir olmaktadır. Vücudun istiğnası onun iftikarındadır; izzeti, onun zille-tindedir.
Vücudun azamet ve kibriya sübutu, onun sefaleti ve denaeti sebebi iledir. Vücudun şerefi dahi, onun hissetindedir. Vücudun efendiliği dahi onun kulluğundadır.
Bir şiir:
Benim o, üstadı üstad eyleyen;
Köleyim, efendi azad eyleyen»
***
İblis'e gelince.. ki o: Her fesadın ve dalâletin menşei bulunmaktadır; amma, adem şerrinden daha beterdir. Ademde saklı duran hünerlerden dahi, bu hizlanda kalan mahrumdur. Onun:
? «Ben ondan hayırlıyım..» (38/76)
Manasındaki sözü, kendisinden hayır maddelerini kesip atmış ve sırf şer olduğuna delâlet etmiştir.
Adem, (yokluk) bir şey olmamak ve ademiyet durumu ile vücuda mukabil olunca, vücuda ayna oldu. Lain (iblis) ise, kendi hayriyeti ve vücudu ile muarız olunca, zarurî olarak, merdud ve matrud oldu..
***
Yerinde olur ki; Güzel tekabül, ademden öğrenile.. Vücuda ademiyetle mukabele etti; kemale noksanlıkla mukabele etti. izzetten ve celâlden bir taraf aldığından dahi, züllü ve inkisarı ile zuhur etti.
İblis'e gelince.. kendisinde bulunan temerrüd ve tekebbür .sebebi ile, ademin bütün kabahatini kendine çekmek istedi. Tahayyül etti ki: Artık ademde, hayırdan başka bir şey kalmamıştır. Evet.. hayır olmayınca da, hayrın aynası ve mazharı olmak mümkün değildir. Zira:
? Sultanın ihsanını ancak, onun taşıyıcıları çekebilir.. Meseli, meşhur bir sözdür.
Şu da, bilinen bir şeydir ki: iblis bu yüce makamda bulunuyordu. Temizlikçi olarak, bütünün çöplerini başında taşıyordu; yabancıları atıyordu. Ne zaman ki, bu hizlanda kalan iblis, büyüklük ve üstünlük yolundan gelip nazarında hayırlı olduğunu ortaya attı; işte o zaman ameli boşa gidip ecirden de mahrum oldu..
? «Dünyayı da âhireti de kaybetti..» (22/11)
Manasına gelen âyet-i kerime onun halini gösterir. Hakikatte böyle..
Ne var ki, adem böyle değildir. Zira o: Zatî olan şerrin, noksanın, bir şey olmamanın bulunmasına rağmen, mahrumiyetten çıktı; Hazret-i Vücuda ayna olmak şerefine erişti..
***
Burada şöyle bir soru çıkabilir:
? İblis'te şerrin çokluğu nereden neş'et etti?. Halbuki, adem ötesinde vücud vardır; ona şer dokunmamıştır.
Bunun için şu cevabı verebilirim:
? Adem, vücudun aynası, hayrın ve kemalin mazharı olduğu gibi; vücud dahi aynı şekilde ademin aynası, şerrin ve noksanın aynasıdır. İblis'e ?aleyhillâne? gelince.. adem canibinde, şerrin yeri olan ademden şerri aldığı gibi; vücud aynasında zuhura gelen vücud canibindeki mevhum habaseti dahi ademe mazhariyeti ve aynalığı cihetinden almıştır. Böylece, her iki tarafın da zatî, arazî, aslî, zıllî şerhini yüklenmiştir. Artık zarurî olarak, şerre müşabih vücud malihulyası onu ademiyetten ve bir şey olamamaktan mahrum etmiştir; ki bunlar, adem için iyi sıfatlar arasında sayılır. Böylelikle, vücud canibindeki şer, ademe aynalığından ötürü onun nasibi olduğundan, zarurî olarak, kendisini ebedî hüsrana götürdü.
? «Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle. Çünkü sen; hibesi en bol olansın.» (3/8)
Hüdaya ittiba edenlere, mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara selâm. Ona ve âline salâtın en tamamı; selâmların ekmeli olsun.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 410. Mektup

MEVZUU: Velâyet-i Muhammediye ve Velâyet-i İbrahimiye bahsi. Bu mana altıncı mektupta vardır; burada o meselenin halli talebine bir cevaptır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Muhammed Haşim Keşmiri'ye yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm.
Şöyle sormaktasınız:
-ALTINCI MEKTUP'ta vaki olan şu ibarenin manası nedir?
-Sanıyorum ki; yaratılmamdan maksat şudur: Velâyet-i Muhammediye, Velâyet-i İbrahimiye ile boyanmış ola. Her ikisine de salât, selâm ve tahiyyet. Bu velayetin hüsn-ü melâhati ile, o velhayetin cemal-i sabahti imtizaç eyleye...
Bir dahi, Mahbubiyet-i Muhammediye makamı, bu boyanma ile yüksek dereceye ulaşa...
Bilesin ki,
Kılavuzluk ve arabuluculuk mansıbı memnu olmadığı gibi, onda bir mahzur da yoktur. Kılavuzluk eden, güzel bir delâlete, her iki cemal ve kemal sahibi birbirini imtizaç ettirip buluşturur. Birinin güzelliğini, öbürünün
güzelliği ile arkadaş ettirir. Onun böyle bir şey yapması, hizmetinin tamlığından son derece şerefli ve saadetli olduğundandır. Bu manadan da, bir noksan ve kusur gelmez; yani iki güzellerin şanına. Böyle bir şey olmayacağı gibi, bu aracılıkta onların güzelliği ve cemali artar. Onun sebebi ile, her ikisi için taravet ve zinet artar. Böyle bir şeyin olması da, onun için şeref ve saadettir. Onların hiçbirine bundan dolayı bir noksan ve kusur çıkmaz.
Bir şiir:
Şanınıza hiç de noksan gelmez bu yandan;
Benim için bin şeref olsa da o yandan...
Hulasa, devlet erbabına, hizmetçiler ve uşaklar tarafından husule gelen menfaat ve istifade memnu olmadığı gibi, asla bunda bir mahzur da yoktur. Zira, öyle bir şey, bir kusuru ve noksanı gerektirmez. Hatta, devlet erbabının kemali, hizmetçilerin ve uşakların yapacakları hizmettedir. Devletli olmakla kusurlu odur ki, hizmetçilerde bir menfaat ve yarar görmez. Onlardan istifade edip yararlanmayı, onlardan yardım beklemeyi kusur ve noksan sayar.
Bu manada bir ayet-i kerime şöyledir:
"Ey Nebi, sana ve senin izinde giden mü'minlere Allah yeter."(8/64)
İbn-i Abbas (ra) dedi ki:
-Bu ayet-i kerime, Hazret-i Ömer'in (ra) islâm dinine girmesi üzerine nazil olmuştur.
Allah ondan razı olsun.
Bedihi mana şu ki: Küçüklerin ve alt derecede olanların hizmetleri, büyüklerin ve üstünlüklerin mertebe meziyetini muciptir. Bir kimse, bu açık manayı anlamaz ise, ibarenin ne kusuru vardır? Görmez misin ki, sultanlar ve emirler, derli toplu olup saltanat kurmakta hizmetçilere ve kolculara muhtaçtırlar. Yine onlar görürler ki, kendi kemalleri onlara bağlıdır. Bu manadan ötürü de, kendi mertebelerine asla bir kusur ve noksan gelmez. Nitekim, bu mana rütbeliye de, rütbesize de malumdur.
Üstte anlatılan şüphenin menşei, küçükler tarafından hasıl olan temuttu (geçinmek) ve intifaı (menfaatlanma) ile; büyükler tarafından gelen ve intifa manalarını ayırd edememektir. İşte bundan tebeyyün etti ki, birinci mana kemali mucip olup ikincisi ise, noksanı artırır. Caiz olan da, birinci mana olup, ikinci mana mümtenidir, hiç yakışmaz.
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize katından rahmet ver. İşimizde bizim için muvaffakiyet hazırla..."(18/10)
Hüdaya ittiba edenlere selâm.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 409. Mektup

MEVZUU: Resulullah (sav) Efendimizi, maraz-ı mevtinde, bazı şeyler yazması için istediği kâğıdın verilmesine Hazret-i Ömer'in (ra) engel olmasının halli.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Ebül-Hasan Baha Bedahşi Keşmiri'ye yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm...
Sual şudur:
Hatem'ür-rüsul ver-risalet Resulullah (sav) Efendimiz, maraz-ı mevtinde, kâğıt taleb edip şöyle buyurmuştur:
"Bana kâğıt getirin; size bir kitap yazayım ki; benden sonra dalâlete düşmeyiniz."
Hazret-i Faruk Ömer dahi, ashaptan bir cemaatle beraber, kâğıt getirilmesine, engel olup demiştir ki:
-Allah'ın kitabı bize yeter...
Daha sonra, bir yanılma olup almadığı babında o emri yeniden anlamak istemiştir. Halbuki, Resulullah (sav) Efendimiz, her ne söylemiş ise, onu vahiy yolu ile söylemiştir. Nitekim, bu mana, şu ayet-i kerime ile sabittir:
"O boşa konuşmaz; söylediği ancak, kendisine gelen vahiyledir."(53-3-4)
\/ahye engel olup reddetmek ise, küfürdür. Nitekim, bu manada Allahu Teala, şöyle buyurdu: "Her kim, Allah'ın inzal ettiği ile hükmetmez ise... onlar kâfirlerdir."(5/44)
Bundan başka, Resulullah (sav) Efendimizin, sayıklama veya hezeyena kapılması gibi bir manaya cevaz vermek de şer'i hükümlere itimadı kaldırmak olur ki, küfürdür, ilhaddır, zındıklıktır.
Üstte anlatılan kuvvetli şüphelerin halli nasıl olur?
Bilesin ki,
Allahu Teala, seni irşad eylesin. Doğru yolda sana hidayet nasib eylesin.
Bu ve emsali şüpheler ki, bir cemaat, üç halifeye ve diğer sahabelere vardırmaktadırlar; bu gibi şekli şeylerle onların muradı, onları reddetmektir.
Eğer bu cemaat, insafa gelip de; Hayr'ül-beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbet şerefini kabul etselerdi; onların nefislerini dahi o, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbetinde heva ü hevesten temizlenmiş, gönüllerinin kinden ve hasetten arınmış olduğunu bilselerdi; yine bilselerdi ki onlar, din ve İslâm büyükleridir, İslâm kelimesini ilâ için bütün güçlerini harcamışlar ve dinin teyidi, Seyyidü'l-enam Resulullah'a yardım için geceli gündüzlü, gizli aşikâr mallarını sarfetmişler; Resulullah (sav) Efendimizin mahabeti için aşiretlerini, kabilelerini, çocuklarını, zevcelerini, vatanlarını, meskenlerini, su kaynaklarını, ziraatlerini, ağaçlarını, ırmaklarını terk etmişler; Resulullah'ın (sav) nefsini kendi nefislerine tercih etmişler; Resulullah'ın (sav) mahabbetini dahi nefislerine olan mahabbeti, çocuklarına ve mallarına olan mahabbetten üstün tutmuşlar; yine onlar vahyin ve meleğin gelişine şahit olmuşlar; mucizeleri ve harika işleri görmüşler; böylelikle de gaybleri şehadet, ilimleri de ayn olmuş; yine onları bilselerdi ki, Allahu Teala, Kur'an-ı Mecid'inde:
"Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan razı..."(5/119)
"Bu dahi, onlann İncil'de ve Tevrat'ta anlatılan vasıflandır."(48/29) manaları ile anlatmıştır; yanlış düşünmezlerdi.
Bu kerametlerde ki, bütün ashab müşterektir; din büyükleri olan Hulefa-ı Raşidin hakkında neler zahir olmaz ki?.. Hazret-i Faruk öyle bir zattır ki; onun şanında:
"Ey Nebi, sana Allah ve müminlerden sana tabi olanlara (veya olanlar) yeter."(8/64) buyurdu. İbn-i Abbas (ra) dedi ki:
-Bu ayet-i kerime, Hazret-i Ömer'in (ra) İslama girmesi üzerine nazil oldu.
Yukarıda anlatılanlar dinlenip insaf nazarı hasıl olduktan, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbet şerefi de kabul edildikten sonra onun ashab-ı kiramının dahi üstün sanı ve yüksek dereceleri bilindikten sonra, muterizler ve şekçiler, bu gibi şüpheleri, mugalata ve safsata muzahrefati tasavvur edip anlatılanları, itibar derecesinden düşürmek isterler.
Şu şüphelerde mugalata maddesi bulunmamış ve safsata yeri dahi tayin edememiş olsalar dahi; en azından mücmel olarak anlamaları gerekir ki, bu seklerin neticesi ve bu şüphelerin hasılı hiçbir şeye yaramayacaktır. Hatta, onlar İslâmi zaruret ve bedahetle çarpışmaktadır. Kur"an ve sünnet-i Nebeviye ile merduddur.
Durum yukarıda tafsilatı ile anlatılmış olmasına rağmen; bu sualin cevabında ve bu şüphe maddelerinin tayininde, Allah'ın inayeti ile birkaç mukaddime yazacağız.
Dinle...
Kemal üzere bu şekil durumlarının hadi, mukaddimeler üzerine yapılmıştır. Her mukaddimenin dahi, kendi başına ayrı olarak verdiği cevap vardır.
BİRİNCİ MUKADDİME
Resulullah (sav) Efendimizin bütün konuşmaları, söylemeleri vahiy gereği ve ayet değildi.
"O, kendi nevasından söylemez..."(53/3) mealine gelen ayet-i kerime, Kur'an'a mahsus konuşmalarına aittir. Nitekim müfessirlerin de kail olduğu mana budur.
Eğer onun bütün konuşmaları bir vahiy gereği olmuş olsaydı; şanı yüce Hak katından hiç itiraz varid olmazdı. Yani Resulullah (sav) Efendimizin bazı konuşmalarına. Ona ve âline salât ve selâm olsun. Şu ayet-i kerimedeki affının manası dahi kalmazdı:
"Allah seni affetsin, niçin onlara izin verdin?"(9/43)
Allahu Teala, bu hitabı peygamberine yapmıştır. Allahu Teala ona salât ve selâm eylesin...
İKİNCİ MUKADDİME
Resulullah (sav) Efendimiz ile, akla dayalı işlerde, içtihada kalan hükümlerde; ashab-ı kiramın söz alış verişi yapmalarının yeri vardır. Bu da, şu ayet-i kerimelerin mucibine göre olmaktadır:
'İbret alınız, ey basiret sahipleri..."(59/2)
"İşi, onlarla müşavere et."(3/159)
Mana, üstte anlatıldığı gibi olunca, onlar için bu işlere red ve tebdil yeri vardır. Zira, işin meşveret ve itibarla olması, red ve tebdilsiz tasavvur edilemez.
Bedir esirlerinin katli hususunda ihtilâf vaki oldu. Kendilerinden fidye almakla katletmek üstüne değişik görüşler ileri sürüldü. Hazret-i Ömer'in hükmü onların katli üzerine gidi. Gelen vahiy, Hazret-i Ömer'in görüşüne uygun oldu. Fidye alınması için de, tehdid geldi. Bu manada Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Eğer azab nazil olsaydı; Ömer'den ve Saad b.Maaz'dan başkası kurtulamazdı."
Zira, Saad b.Maaz dahi, esirlerin katline işaret etmişti.
ÜÇÜNCÜ MUKADDİME
Resulullah (sav) Efendimiz için, sehiv ve nisyan caizdir; hatta vaki olmuştur. Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin...
Nitekim, üstte anlatılan mana, Zülyedeyn yolu ile gelen hadis-i şeriften anlaşılmaktadır. Şöyle olmuştu:
Resulullah (sav) Efendimiz, dört rikâtlı farzın birinde, ikinci rikâtı kıldıktan sonra selâm verdi. Bunun üzerine, Zülyedeyn, Resulullah (sav) Efendimize şöyle buyurdu:
-Ya Resulallah, namazı kısalttın mı, yoksa unuttun mu?
Zülyedeyn'in doğru söylediği sabit olunca, Resulullah (sav) Efendimiz kalktı; iki rikât daha kıldıktan sonra, sehvi secdesi yaptı.
Sıhhat, feragat halinde sehiv ve nisyan caiz olduğuna göre ki bu, beşeriyet iktizasıdır; maraz-ı mevtinde, hastalık halinde kendisinden bir kasd ve ihtiyar olmadan kelâm, beşeriyet iktizası olarak neden sudur etmesi caiz olmasın? Şer'i hükümlere olan itimad neden kalksın? Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin.
Kaldı ki, Sübhan Hak, Resulullah (sav) Efendimizi, sehvi ve nisyanı üzerine kesin vahiy ile muttali kılmıştır. Doğruyu yanlıştan ayırmıştır. Zira, Resulullah (sav) Efendimizin hata üzerine takriri caiz değildir. Zira, böyle bir şey, şer'i hükümlere olan itimadı kaldırır. Bundan sabit oldu ki, itimadın kalkması için, sehvin ve nisyanın kendisi bir mucip değildir; onlarda kararlı olmak bir muciptir. Hata ye nisyan üzere kararlı olmak ise, caiz değildir.
DÖRDÜNCÜ MUKADDİME
Hazret-i Faruk Ömer, hatta kalan üç halife cennetle müjdelidirler. Bilhassa, Kur'an ve hadislerle onların cennetlik oldukları müjdesi varid olmuştur. Hatta söyle demek de mümkündür:
-Sağlam rivayetlerin çokluğundan bu mana, meşhur olup manevi tevatür haddine ulaşmıştır.
Bunları inkâr etmek ya cehaletten, yahut inattan ileri gelir.
Sahih ve hasen derecesindeki hadis ravileri, ehl-i sünnettir, rivayetlerini, tabiine ve sahabeye dayandırmışlardır. Muhalif fırkaların hepsi bir araya ?gelecek olsa, ehl-i sünnetin onda birine ulaşır mı, ulaşmaz mı bilinmez? Nitekim, bu mana derin teabbubu olan insaf sahiplerine gizli değildir.
Ehl-i sünnet ulemasının kitapları, bu büyüklerin cennetle müjdeli olmaları ile doludur. Bazı muhalif fırkalara mahsus kitaplarda bu müjdenin olmayışında ne gam olur? Zira, müjde rivayetinin olmayışı, müjdenin olmayışına delâlet etmez.
Kur'an-ı Mecid'de hem de pek çok ayet-i kerimelerle bu büyüklerin cennetle müjdeli olmalarının sübutu yeter. Burada şu ayet-i kerimeleri alabiliriz:
"islâm'da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ansar ile, güzellikle onlara tabi olanlar var ya... Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İçinde ebedi kalmak üzere, Allah bunlar için artından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte, bu en büyük mailiyettir..."(9/100)
"Aranızda, ferirtten evvel Allah yolunda mal harcayan ve mukatele eden başalan ile aynı seviyede olamaz. Bunlar sonradan Allah yolunda mal harcayıp mukateie edenlere bakarak, daha büyük dereceye sahiptir. Allah, onların her birine cenneti vaadetti. Allah muhakkak yaptıklarınızdan haberdardır."(57/10)
Fetihten evvel ve fetihten sonra, Allah yolunda hicret edip, mal harcayan ve savaşan ashabın tümü ki, cennetle müjdelenmiştir; mal harcamakta ve Alllah yolunda savaşmakta pek ileri olan ashabın ileri gelenleri için ne diyebilbiriz? Ne demeye gücümüz yeter? Onların en büyük derecelerinin ne olduğunu nasıl idrak edebiliriz?
Üstte anlatılan ikinci ayet-i kerime için, tefsin ehli dedi ki:
-Bu ayet-i kerime Hazret-i Ebu Bekir Siddık için nazil olmuştur. Zira o, Allah yolunda mal harcamakta ve savaşmakta, en ileridir.
Bir başka ayet-i kerimede ise, Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Allahu Teala, ağacın altında seninle biat eden müminlerden razı olmuştur. Kalblerindekini bilerek, üzerlerine kuvve-i maneviye indirmiş ve onlan yakın bir fetih ve alacakları birçok ganimetlerle mükafatlandırmıştır. Allah mutlak galiptir; yegâne hüküm ve hikmet sahibidir..."(48/18-19)
Muhyissünne imam-ı Begavi Maalimü't-tenzil eserinde, Cabir'den (ra) naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
"Ağacın altında biat edenlerden hiç kimse, cehenneme girmeyecektir."
Anlatılan biata:
-Biat-ı rıdvan adı verilir. Şunun için ki: Sübhan Allah o cemaattan o biatta razı olmuştur.
Hiç şüphe edilmeye ki, Kur'an ve hadis ile cennetle müjdelenen bir kimseyi tekfir etmek, küfürdür; kabahatların da en büyüğüdür.
BEŞİNCİ MUKADDİME
Kâğıt getirilmesini Hazret-i Faruk Ömer'in durdurması, red ve inkâr yollu değildir. Böyle bir şeyden Allah'a sığınmak gerek. Böyle bir edep dışı hareketin onlardan sudur etmesinden Allah'a sığınmak gerek. Bilhassa, en büyük alâka sahip olan Resulullah (sav) Efendimizin vezirlerinden... onun nedimelerinden... Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin. O kadar, ki, böyle bir mana, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin bir veya iki defa sohbeti ile müşerref olan ashabın en alt derecesinde bulunandan dahi vaki olmaz. Hatta, böyle bir red, İslâm devleti ile saadete eren avam mü'minlerden gelmesi dahi tevehhüm edilmez. Durum böyle olunca, vezirlerin ve nedimlerin en büyüklerinden, muhacir ve ansarın en ulularından gelmesi nasıl tahayyül edilir?
Allahu Teala, onlara insaf versin ki, din büyüklerine kötü zanda bulun-mayalar; anlamadan her bir cümle ve kelime ile muahazeye koyulmayalar.
Hatta Hazret-i Ömer'in anlayıp sormak istemesi ki, bunun için: -Hele anlayınız, demesi şu manayadır:
Eğer kâğıt istemesi ciddi ve önemli ise, kendisine getirile... Eğer ciddi bir mana yoksa, onun başını bu vakitte ağrıtmayalar.
Zira, eğer kâğıt taleini vahiy ve emirle yapmış ise, onu mübalağa ve tekidle üzerinde durarak isterdi; yazmakla memur olduğunu mutlaka yazardı. Çünkü vahyi tebliğ etmek, peygamberlere vaciptir. Eğer bu taleb, emir ve vahiyle değli de, ictihadda ve fikre dayalı bir şey yazmak istemiş ise, vakit, böyle bir şeye müsaid değildir. İçtihad mertebesi ise, Resulullah (sav) Efendimizin intihalinden sonra da bakidir.
Resulullah (sav) Efendimizin ümmetinden hüküm çıkaranlar, dini asılların da aslı olan Kur'an'dan içtihada dayalı hükümleri çıkarabilirler. Onun huzurunda vahyin nüzul zamanı, hüküm çıkaranların hüküm çıkarmaları yeri olunca... Vahyin kesilme zamanı olan Resulullah (sav) Efendimizin irtihalinden sonra da, ilim sahiplerinin istinbatı (hüküm çıkarması) ve içtihadı evlâ yoldan makbul olur.
Vakta ki, Resulullah (sav) Efendimiz, o iş üzerinde ciddi durmadı; hatta bu emirden iraz etti. O zaman bildi ki, bu taleb vahiy üzerine değildir.
Mücerred istifsar için tevakkuf, mezmum değildir. Zira, melâike-i kiram dahi, Adem'in hilâfet şeklini öğrenmek ve açıklığa kavuşması taleplerini Melik-i Allâm'a arz etmişlerdir. Şöyle dediler:
"Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Halbuki biz, seni hamd ile teşbih takdis ediyoruz."(2/30)
Bu manadan olarak, Zekeriya (as) dahi, kendisine Yahya'nın müjdesi verildiği zaman şöyle dedi:
"Rabbim, benim nerden çocuğum olacak? Bana ihtiyarlık geldi; kadınım dahi kısırdır."(19/20)
Mana yukarıda anlatıldığı gibi olunca, istifham ve istifsar için; Hazret-i Ömer'in kâğıt getirilmesini durdurmasında ne gibi bir zorluk olur? Bunda ne gibi bir şey ve zarar vardır?
ALTINCI MUKADDİME
Hayrül-beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbeti ve onun ashabına karşı iyi zanda bulunmak lâzımdır.
Resulullah (sav) Efendimizin asrını, asırlann hayırlısı; Resulullah (sav) Efendimizin ashabını dahi, peygamberlerden sonra ademoğullarının en faziletlisi bilmek lâzımdır. Bunları böyle bilmek lâzımdır ki, peygamberlerden sonra en faziletli cemaat, asırlann hayırlısında batıl üzerine toplanmış ve onun irtihalinden sonra, yerine fasık ve kâfirler oturmamış olduğuna tam yakin hasıl ola...
Yukarıda şöyle dedim:
-Ashab, ademoğullarının enbiyadan sonra en faziletlileridir.
Çünkü, bu ümmet hayırlı ümmettir; böyle olduğu dahi, Kur'an'la sabittir. O sahabe dahi, bu ümmetin en faziletlileridir. Hiçbir veli, bir sahabe mertebesine yetişemez.
Az insaf yeterli olur. Ve anlamak gerek. Eğer kâğıt getirilmesine engel olmak, Hazret-i Faruk'tan bir küfür olarak gelmiş olsaydı, Kur'an hükmü ile ümmetlerin hayırlısı, bu ümmetin hayırlısı olan Sıddık (ra) onun hilâfetini kararlaştırmazdı. Allahu Teala Kur'an-ı Mecid'de sena eylediği, kendilerinden razı olup cennet vaadinde bulunduğu ansar ve muhacirin onunla biat etmezlerdi; Resulullah (sav) Efendimizin makamında oturtmazlardı.
Resulullah (sav) Efendimizin sohbetine ve onun ashabına hüsn-ü zan hasıl olduktan sonradır ki, bu misillu şüphelerin sıkıntısından necat müyesser olur. Bu gibi seklerin batıl olduğu manası dahi hasıl olur.
Allah korusun, Resulullah (sav) Efendimizin sohbetine ve onun ashabına iyi zan hasıl olmaz da; iş kötü zanna varır ise, zaruri olarak bu kötü zan, o sohbetin sahibine ve onun ashabına gider. Hatta bu sahibin dahi Mevlâsına çıkar. Bu işin şenaatini tam manası ile düşünüp bulmak lâzımdır.
Resulullah (sav) Efendimizin ashabına saygılı olmayan, ona iman etmiş sayılmaz. Zira, bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Onları seven, beni sevdiği için sever; onlara buğzeden dahi, bana buğzettiği için buğzeder."
Bu manadan olarak, ashabı sevmek, Resulullah (sav) Efendimizi sevmeyi ilzam eder. Ashab-ı kirama buğzetmek ise, ona buğzetmeyi getirir. Ona ve âline salât ve selâm olsun.
***
Buraya kadar anlatılan mukaddimeleri bildikten sonra; bu şüphenin ve buna benzer şüphelerin cevabı kendiliğinden meydana çıkar. Hem de-hiçbir zorlama olmadan. Hatta mukaddid cevaplar hasıl olur. Zira, bu mukaddimelerden her bir mukaddime için, şöyle demek mümkündür:
-Onlar, kendi sınırlarını dahi asan cevaplardan birer cevaptır...
Nitekim, bu mana daha önce de anlatıldı.
Bu mukaddimelerin mecmuu, bu şüphe maddesini Allah'ın yardımı ile kesip atmıştır. O seklerin defini ise, nazardan çıkarıp zanna ve tahmine bırakmıştır. Nitekim bu mana, insaflı zeki kimselere gizli değildir. Burada kullanılan:
-Zanna ve tahmine tabirini kullanmak, söz gelişi söylenmiştir. Yoksa, o gibi eklerin batıl olduğu açıktır. Bu şüphelerin batıl olduğu üzerine yazdığım mukaddimeler ise, ancak o açıklığa tenbihat kabilindendir.
Fakir'e göre bu gibi sekler ve şüpheler, fen sahibi birinin san'atı gibidir. Ki o kimse, ahmak bir cemaat arasına girer. Onların hisleri ile de sabit olan bir taşı alır; birtakım uydurma delil ve mukaddimelerle onun altın olduğunu isbatlar. bu ahmaklar dahi, bu uydurma mukaddimelerin definden aciz bulunmaktadırlar. O delillerin dahi mugalatadan ibaret olduğunu tayinde kusurludurlar. Böylelikle de şüpheye düşerler. Hatta o taşın altın olduğunu bilirler. Hem de yakinen. Kendi duygularını unuturlar, hatta itham ederler. Bu durumda, akıllı olana düşer ki, hissin zaruri olduğuna itimad ede. O süslü mukaddimeleri de itham ede.
İşte, üzerinde durduğumuz mana dahi, üstte anlatıldığı gibidir.
Her üç halifenin de, üstün şanları ve derecelerinin yüksekliği, hatta, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin tüm ashabının üstünlüğü, Kur'an ve hadis muktazası his ve müşahede ile bellidir. Süslü delillerle, onlara atıp taan edenlerin taanları ve ayıplamaları; o taşın varlığına atmak ve taan edip onda yapılan mugalata gibidir.
"Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Çünkü, sen hibesi en bol olansın."(3/8)
***
Keşke biteydim; onları bu din büyüklerine sövmeye ve İslâm ulularına taan etmeye götüren nedir? Halbuki, kâfirlerden ve fasıklardan birine sövmek, bir şahsa taan etmek şeriatta ibadet, keramet, fazilet ve necata vesile sayılmamaktadır. O halde, bu dinin hidayet erlerine ve İslâm hamilerine sövmek nasıl olur? Düşünülmelidir.
Şeriatta varid olmadı ki, Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi Resulullah'ın (sav) düşmanlarına sövmek ibadet ve keramet sayılsın. Elbette onlardan ve hallerinden iraz edip geçmek; vakti boşa geçirmemek, malayani ile meşgul olmamak, yerinde ve münasip olandır.
"Onlar bir ümmetti; geçtiler. Onların kazandığı kendilerinedir; sizin kazandığınız da size. Onların işlediklerinden sorumlu değilsiniz, "(2/141)
Allahu Teala, Resulullah (sav) Efendimizin ashabını Kur'an-ı Mecid'de şöyle anlattı:
"Onlar, kendi aralarında merhametlidirler..."(48/29)
Bu durumda onlar hakkında düşmanlık ve iki yüzlülük zannı Kur'an'ın kat'i hükmüne aykırıdır.
Üstte anlatılandan başka, bu büyükler hakkında kin ve düşmanlık isba-tı; her iki taifeyi de kötülemeyi gerektirir. Her iki taifeden de emniyeti kaldırdığı gibi, ashaptan her iki zümreyi de, taana uğratır. Böyle bir şeyden Allah'a sığınmak gerek. Bilhassa şunun için ki: Enbiyadan sonra insanların en faziletlileri onların en şerlileri görüle. Asırların hayırlısı ise, asırların şerlisi ola. Bu manada, o asrın tüm ehli, düşmanlık ve adavetle muttasıf . olur ki, böyle bir şeyi söylemeye hiçbir Müslüman cür'et edemez. Böyle bir manaya da cevaz vermez.
Hazret-i Ali'nin hangi azamet ve hangi celâleti var ki bunun için üç halife birden ona düşman olalar; Hazret-i Ali'de dahi o üç hazrete karşı gizli düşmanlık buluna. Böyle bir şey, her iki tarafı da kötülemektir. Allah onlardan razı olsun.
Acaba, neden onlar birbirleri ile sütle şeker gibi olmasınlar? Birbirlerin-de kendi varlıklarını neden fani görmesinler? Kaldı ki, hilâfet işi de onlar arasında rağbet edilen ve aranan bir şey değildir ki; düşmanlığa ve kine sebep ola...
Nasıl üstte anlatıldığı gibi olmasın ki? Hazret-i Sıddık'tan (ra) gelen: -Beni kılıcınızla düzeltiniz, atınız; cümlesi meşhurdur. Hazret-i Faruk (ra) dahi, bu manada şöyle demiştir: -Hilâfeti alacak birini bulsam, onu bir dinara satarım... Hazret-i Ali'nin dahi, Muaviye ile muharebesi ve münazaası, hilâfete
meyli ve ona rağbet sebebi ile değildir. Elbette, asilerle kıtal farz ve onlan def etmek zaruri olduğu içindi. Allah onlardan razı olsun. Bu manada, yüce Allah'ın emri şu idi:
"Tecavüz eden tarafla kıtal ediniz; taa, Allah'ın emrine dönünceye kadar."(49/9)
Amma bu babda asıl söz şu ki: Hazret-i Ali ile muharebe edenler, tecavüz eden asi kimseler değillerdi. Onlar tevil ehli, görüşleri olan içtihad sahipleri idiler. Bu içtihadda, hatalı olsalar dahi, taan edilip ayıplanmaktan beri bulunmaktadırlar. Fısk ve küfre bağlanmaktan dahi uzak bulunmaktadırlar. Nitekim, bu manada Hazret-i Ali (ra) şöyle dedi:
-Kardeşlerimiz bize asi geldiler; amma ne kâfirdirler, ne de fasıklar.
Zira, onların tevil hakları vardır.
imam-ı Şafii dahi, Ömer b.Abdulaziz'den naklen gelen bir cümleyi şöyle anlatmıştır:
-O, bir kandı, Allah ellerimizi ondan yana temiz tuttu; biz de dillerimizi ondan temiz tutalım.
***
Dua ve münacaat makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan din kardeşlerimizi bağışla. İman edenler için, kalblerimizde bir kin bırakma. Rabbimiz, sen çok esirgeyen ve çok merhamet edensin."(59/10)
Salât ve selâm Seyyidü'l-enama, âline ve ashabı-kiramına. Taa, kıyamet gününe kadar.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 408. Mektup

MEVZUU: Küfr-ü hakiki sualine cevap.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Maksud Ali Tebrizi'ye yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile... Allah'a hamd olsun; selâm onun seçmiş olduğu kullarına...
***
Mübarek mektub ulaştı.
O mektupta, bazı sofiye kelimeleri üzerine soru vaki olmuş. Ey mahdum,
Her ne kadar zaman ve mekân, konuşmaya ve yazmaya müsaid değilse de, mutlaka sorulana da cevap gerek. Bunun için, zaruri olarak bazı cümleler yazdım.
Bütün soruların hallinde, kısaca öz kelâm şudur:
-Bir şey, şeriatta küfür ve İslâm ise, aynı şekilde tarikatta dahi küfür ve islâm'dır. Aynı şekilde, şeriatın küfrü şer ve noksanlık, İslâm'ı da kemal ise, tarikatın dahi küfrü şer ve noksanlık olup İslâm'ı dahi kemaldir.
Tarikatın küfrü, cem makamından ibarettir. Ki orası, saklamak mahallidir. Bu yerde, hakkın batıldan ayırd edilmesi yoktur. Zira orada salikin müşahedesine gelen güzel ve çirkin aynalarında mahbub vahdetinin cemalidir. O vahdet mazharlarından ve zılâlinden başka hayır, şer, kemal ve noksan bulamaz. Dolayısı ile, temyizden naşi inkâr nazarı, onun hakkında yoktur. Zaruri olarak, her şey sulh makamında olur ve her şeyi, sırat-ı müstakim üzere bulur. Meali şöyle olan ayet-i kerimeyi de terennüm eder:
"Yürüyen hiçbir mahluk hariç olmamak üzere, hepsinin alnından tutan odur. Gerçekten Rabbim, sırat-ı müstakim üzeredir."(11/56)
Bazan da, mazharı, zahirin aynı olarak görür. Halkı, Hakkın aynı zanneder. Rabbi dahi, merbubun aynı sanır. Bunların hepsi öyle çiçeklerdir ki, cem makamında açılırlar. Bu makamda Hallaç şöyle demiştir:
Bir şiir:
Küfrettim Allah'ın dinine ki, küfür vaciptin
Bence, amma katında Müslümanlara kabihtir.
Bu tarikat küfrü ile, şeriat küfrü arasında tam bir münasebet vardır.
Eğer şeriat kâfiri merdud ve azaba müstahak; tarikat kâfiri de makbul ve dereceler kazanmaya haklı ise, bu küfür ve istitar hakiki mahbubun mahabbeti ağır basmasından ve onun gayrını tamamen unutmasından gelmektedir. Bunun için de makbul olur. Amma öbür küfür, cehlin istilâsından ve inattan gelmektedir. Bunun için de, zaruri olarak merdud olur.
Tarikat islâmı, cemden sonra olan fark makamıdır. Ki burası, temyiz makamı olup hak ve hayır, burada serden ve batıldan ayrılır. Bu tarikat İslâm'ın, şeriat İslâmı ile tam bir münasebeti vardır.
İslâm şeriatı, kemalini bulduğu zaman; bu islâm'la onun bir nisbet ittihazı hasıl olur. Hatta, her iki İslâm da, şeriat İslâm'ıdır. Ancak, ikisi arasındaki fark şudur: Biri şeriatın zahiri, diğeri de şeriatın batınıdır; biri şeriatın sureti diğeri de şeriatın hakikatidir. Tarikat küfrünün mertebesi, şeriat hakikatinin İslâm'na nazaran alt ise de, şeriat sureti İslâm'ından aladır.
Bir şiir:
Düşer kıyaslarsak sema ile arşı;
Yerle kıyaslarsak ne var ona karşı...
Allah sırlarının kudsiyetini artırsın; meşayihten her kim, şeriatın zahirine muhalif kelâm eder ise, bütün o sözler, tarikat küfrü makamında söylenen sözlerdir. O makam dahi, sekir ve ayırd etme durumunun bulunmadığı bir makamdır. Hakikat İslâm'ı devleti ile müşerref olan büyüklere gelince... Bunlar, o gibi cümleleri söylemekten yana münezzeh ve müberradıriar. Zahir ve batın olarak enbiyaya iktida ederek, onlara tabi olmuşlardır.
O kimse ki, vecde ve zevke dayalı sofiye sözlerini söyler; her şeyle de sulh makamında olur; hepsini de sırat-ı müstakim üzere bilir; halk ile hak arasındaki temyizi isbat eylemez; ikilik varlığına da kail olmaz. Bu kimse, eğer cam makamına vasıl olmuş, tarikat küfrü ile de tahakkuk etmiş, masivayı dahi unutmuş ise, bu kimse makbuldür; sözlere de sekir halinden gelmiştir; dedikleri zahir manasından alınmıştır.
Şayet bir kimse de; bu halin husulünde olmadan, kemalin birinci derecesine ulaşmadan anlatılan kelimeleri söyler ve herkesi de sırat-ı müstakim üzere bilip batılı dahi haktan ayırd etmez ise, o kimse zındıklardan ve mülhidlerden olup maksadı, şeriatı iptal etmektir. Bu gibilerin gayeleri de, alemlere rahmet olan enbiyanın davetini de kaldırıp hükümsüz bırakmaktır. Onlara salât ve selâm olsun.
O gibi sözler, haklıdan sudur ettiği gibi, batıl kimseden de sudur eder. Ne var ki, haklıdan çıkınca hayat suyudur; batıl kimseden sudur ettiği zaman ise, öldürücü zehir halini alır. Tıpkı Nil suyu gibi. O, Beniisraile halis su olmuştur; kıptilere dahi kan ve azab...
Bu makam, ayakların kayıp gittiği bir makamdır. O sekir erbabı zatların sözlerini taklid ettiklerinden, ehl-i İslâm'dan nicelerinin ayakları kayıp gitti. Yani sırat-ı müstakimden. Dalâlet ve hüsran çukurlarına düştüler. Dinlerini dahi toz duman ettiler. Bilemediler ki, o kelimelerin makbul olması, bazı şartlara bağlıdır. O şartlar dahi sekir erbabında mevcut olup bu taklitçilerde yoktur. Bu şartların en büyüğü ise, yüce Hakkın masivasını unutmaktır; ki bu, kabul dehlizidir.
Haklı ile batılın ayırd edilmesinde ölçü şudur: Şeriat üzere istikametin olması ve olmaması. O kimse ki, haklıdır; kıl kadar olsa dahi, şeriat hilâfına hareket etmez. Hem de, kendisinde sekrin bulunmasına ve temyiz kabiliyetinin olmamasına rağmen.
Hallac'ı ele alalım. Kendisinden:
-ENEL-HAK... (Hak ben...) sözünün sudur etmesine rağmen; her gece zindanda beş yüz rikât namaz kılardı. Hem de, ağır zincirlere vurulduğu halde. Bundan başka, zalimlerin ellerinin değdiği yemeği de yemezdi, isterse, helâl yoldan gelmiş olsun. O kimse ki, batıl yoldadır; şeriat hükümlerini yerine getirmek ona cidden ağır gelir. Hem de Kaf Dağı kadar... Şu ayet-i kerime, onların halini anlatır:
"Kendilerini davet ettiği şey, müşriklere ağır geldi."F(42/13)
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, katından bize rahmet ver; işimizde bize muvaffakiyet hazırla..."(18/10)
Hüdaya ittiba edenlere selâm.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 407. Mektup

MEVZUU:
a) Fenanın ve bekanın hakikati.
b) Adem'in (yokluğun) irfan sahibinin hakikatinden ve suretinden ayrılması.
c) Mücaveret nisbetinin tekmili.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevlâna Abdülkadir Enbali'ye yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile... Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun. Salât ve selâmın Seyyid'ül mürseline...
Bilesin ki,
Mümkinatın hakikatleri, bu Fakir'in bildiğine göre, ademlerden (yoklardan) ibarettir. Bu ademler dahi, tüm noksanların ve serlerin menseldir. Hem de, şanı büyük İlâh'ın esma ve sıfatlarının akisleri ile... Ki bu akisler, ademlerde zuhura gelmektedir.
Bu babda netice söz şu ki: O ademler, heyula gibi olup o akisler dahi suret haleti gibidir. Bu ademler taşahhus ve temeyyüz edip bu akislerle onda zahir olmuştur. Bu akislerin kıyamı dahi, o mütemeyyiz ademlerledir. Bu kıyam da, arazın cevherle kıyamı gibi değildir; elbet, suretin heyula ile kıyamı gibidir. Nitekim bu manada şöyle demişlerdir:
-Suretin kıyamı heyula iledir; heyulanın teşhisi dahi suretledir.
Allahu Teala'nın ihsan ettiği basan sonunda, salik mukaddes Hakkın zatına zikir ve murakabe ile teveccüh edip onun masivasından dahi saat saat iraz eder ise, bu ilmi suretler için, ,anı büyük Vacib sıfatlara her an kuvvet ve galebe husule gelir. Onun karini olan ademleri dahi istilâ edip saltanatı altına alır. Bu manada bir ayet-i kerime meali:
"Dikkat ediniz, üstün gelenler Allah fırkasıdır."(5/56)
Muamele dahi, o dereceye ulaşır ki, asıl ve heyula gibi olan bu ademler, o akislere kapanır; hatta salikin nazarından gizlenir. Hem de tam manası ile. Onun nazarında, akislerden, asıllardan, asılların dahi asıllarından başka bir şey kalmaz. Hatta, asılların görülme yeri olan akisler dahi nazardan gizli kalır. Zira, görünme yerlerinin (aynalann) dahi gizlenmesi gereklidir.
Burada anlatılan, fena makamıdır; cidden yüksektir. Şayet bu fani olan salik, bekabillah ile müşerref olur ise, bu hali ile de, aleme döndüğü zaman, ademini, bedeni koruyan ince bir deri gibi bulur. Onunla son derece münasebetinin yokluğundan ötürü, şu tabir kullanılır:
-Kıldan gömlek...
Yani o salikin ademi... Ve onu, kendisine ayrı bulur. Ne var ki, hakikatte, o adem bu yerde kendisinden ayrı değildir; hatta onun enaniyet zannına dahildir.
Hulasa, bu makamda adem, onun mağlup ve mestur, daha önce olduğu haletten tenezzül eden bir parçası gibidir. Sonra, kendi kıyamını sağlayan akislere tabi, onlarla kaim olmuştur.
Bu Fakir, senelerce, anlatılan makamda kaldı. Ademini dahi, kıldan bir gömlek gibi, kendisinden ayrı buldu. Amma, Sübhan Allah'ın sonsuz inayeti onun halini şümulüne aldığı için, şöyle böyle olduktan sonra, gördü ki, o mağlup cüz, bu terkibden çözülmüş, ayrılmış. Bu akislerin husulü sonunda, kendisine arız olan teşahhusu dahi kaybedip mutlaka ademe katılmış gibi. Bir suret gibi ki, bir kalıb içine konur ve kıyamı dahi onunla olur.
Amma bu suret kemal bulup kendisine sebat ve rusuh hasıl olduktan sonra; o kalp kırılır ve anlatılan suret ondan çıkar. Ve artık onun, kendi kendine kıyamı vardır.
Üzerinde durduğumuz dahi, akislerin kıyamı kendisi ile olandır. Amma,
şimdi, kendileri ile, hatta asılları ile onlara kıyam hasıl olmuştur.
Üstte anlatılan mana ki oldu:
-Ene... (Ben...) lâfzının ıtlakı, akislerden ve akislerin asıllarından gayrına kalmaz. Ademe bağlı cüz'ün dahi, ona hiç dokunduğu yoktur.
Fenanın hakikatini bulmak, ancak, anlatılan makamda hasıl olur. Daha önceki fena, bu fenanın bir sureti gibidir.
Üstteki makamdan bekaya çıkarılır ve aleme döndürülür ise, kendisinde cüz'iyet nisbeti bulunan adem de iade edilir; asalet ve galebe de onun olur. Böylece adem, onun mücaviri ve arkadaşı olur. Hakikatından ve suretinden de ayrılır. Bu arada:
-Ene... (Ben...) lâfzının ıtlaki dahi ondan uzaklaştırılır. Hikmet ve maslahat icabı kıldan gömlek, ona ikinci kere giydirilir.
Bu halet içinde; adem iade edilir lâkin, o akislerin kıyamı ona bağlanmaz. Daha önceki bekada anlatıldığı gibi, o akislerle ademin bekası kılınır. O bekada bu nisbet bulunduğu zaman; bekanın hakikati olan o halette bu nisbet, pek tamam olarak bulunur.
Bu babda netice söz şu ki:
-Elbisenin, elbise sahibi üzerinde tesiri vardır. Yani giydikten sonra. Eğer elbise sıcak ise, giyene sıcak olarak tesir eder. Eğer soğuk ise, soğuk olarak tesir eder. Bu ademin dahi, elbiseye benzer yanı vardır. Onun da, kendine göre tesiri bulunmuş, bütün bedene sirayet ettiği görülmüştür. Lâkin, bilinen o ki, bu tesir ve sirayet zahiri olup batini değildir. Arızidir; zati değildir. Dahili mücanesetten değil; harici mücaveretten hasıl olmuştur.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; bu ademden neş'et eden şer ve noksanlık bulunur ise, bunlar dahi harice bağlı arızi şeylerdir. Zati ve asli değillerdir.
Bu makamın sahibi, her ne kadar beşeriyette, diğer insanlarla ortak beşeri sıfatların südurunda sehimli ise de; lâkin beşeri sıfatların kendisinden süduru, kendisi gibi insanlarla mücavirlikten naşidir. Diğerlerinde ise, asli ve zatidir. Bu iki mana arasında o kadar çok fark var ki!..
Avam sınıfı; havas zatları, hatta havassın dahi hasını, kendileri gibi tasavvur ederler. Surette bir iştirak mülahazasında bulunurlar. Dolayısı ile onları inkâr edip bereketlerinden de mahrum kalırlar. Bu mana, şu ayet-i kerimeleme anlatıldı; onların haline alâmettir:
"Beşer olanlar mı bize hidayet edecek?..
Deyip kâfir oldular..."(64/6)
"Bu Resule noluyor ki?.. Çarşılarda yürüyor...
Dediler."(25/7)
Her ne zaman nefsimde beşeri sıfatlara baksam; Sübhan Allah'ın inayeti ile o sıfatların hamili olarak bir mücavir ademi bulurum ki o , bütün külliyelime geçip sirayet etmiştir. Nefsimi dahi, tamam ve kemal ile o sıfatlardan yana temiz ve beri bulurum. Nefsimde o sıfatlardan bir nebze dahi bulamam. Bunun için, Sübhan Allah'a hamd ü şükürler olsun.
Bu sıfatlar, mücaveret sebebi ile, kırmızı elbise giyenden zuhur eden kir-mızılık gibi, kırmızı olarak zuhur eder. Ama ahmaklar, o şahsa mücavir kurnazlığı, şahsın kendi kurnazlığı sanırlar... Bu da, onların temyiz kabiliyeti olmadığındandır. Dolayısı ile ona, vakıaya muhalif olan hükümler nisbet ederler.
Bir şiir:
Her kim efsane okursa efsanedir;
Kendi kıymetini bilen merdanedir...
Nü suyudur Kıpti'ye kan görünse de;
Musa'nın kavmine dahi su, kan nedir?..
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma... Katından bize rahmet hibe eyle... Sen hibesi en bol olansın,.."(3/9)
Hüdaya ittiba edenlere selâm.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 406. Mektup

MEVZUU:
a) Halk ve amir aleminden her bir latifenin bir zahiri, bir de batını olduğunun beyanı. Bu batının dahi, irfan sahibinin kayyumu olan isme katılması.
b) İrfan sahibinin, kalbe nüzul vaktinde zahir ve batın olarak kullan davete müteveccih olduğu.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Haşim Bedahşi Keşmiri'ye yazmıştır.
***
Halk ve emir alemi, marifeti tam olan irfan sahibi içindir. Onun has yüzü olan kayum ismine nisbetle, her ne kadar her ikisi de zahire ve surete dahil olsalar da, gerçek manada, onun hakikati ve batınıdır. Nitekim, bir mektupta bunun tahkiki yapılmıştır. Amma, yüce Sultan Allah'ın fazlı ile bu zahiri ve sureti mülahaza ettiğimiz zaman; orada bize zahir ve batın, suret ve hakikat açığa çıkar. Bir cemaatın sandığı gibi, ne halk aleminin tamamını zahir olarak buluruz; ne de emir alemini batın. Latifelerden her bir latifede, yani emir ve halk aleminden bir suret, bir de hakikat vardır. Toprak unsurunda dahi, onun için hem zahir vardır; hem de batın. Aynı şekilde ahfanın dahi, bu zahiri bir de batını vardır. Bu batının dahi, halk alemi ile taalluku vardır. Emir alemi dahi, o gün salih ameller sebebi ile, hatta sırf Allah'ın fazlı ile bu batına katılır. O batın dahi, parça parça kayyum ismine bağlanır. O derecede ki, bu batından yana hiçbir eser kalmaz.
Her şey ki, sırf zahirden başkasıdır; o gizliliğe geçer.
Bu batının, kayyum ismine katılması şu demeye gelmez:
-Bu batın, o isimde olur; onunla ittihad eder.
Zira, böyle bir manaya kail olmak, ilhaddır. Kâinat hadiseleri ile, zatında, sıfatında, isimlerinde bir değişiklik olmayan zat yüce Sübhandır.
Elbette şu manaya olması gerekir:
-Bu batın için, o isme bir nisbet hasıl olur. Amma keyfiyeti meçhul biur nisbet. Bu nisbet dahi, hulul ve ittihad vehmini verir. Amma, hakikatta ne hulul vardır; ne de ittihad. Zira böyle bir şeyin olması demektir. Yani imkânın vacib olması. Halbuki böyle bir şey, aklen muhal olup şeriatta dahi zındıklık sayılır.
Baki kalan o sırf zahir, eğer şehadet aleminden ise, müşahede edilip görülür. Amma, batın rengine girmiş olarak, eğer batın ise, şühud ve idrak kavramı dışındadır; gaybe katılmıştır; onun rengini almıştır.
Keyfiyeti belli olan bir şey, keyfiyeti belli olmayandan bir renk almadık-
ça; keyfiyeti belli idrak kavramından çıkmadıkça, yükünü de şehadetten gaybe almadıkça; hakiki manada keyfiyeti belli olmayan manadan bir nasibe nail olamaz ve gaybin gaybin de muttali olamaz.
***
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,
Batından ayn durup hali üzere baki kalan bu zahirin yüzü tamamen halkadır. Şer'i olan taat ve ibadetler dahi ona bağlıdır. Davet ve tekmil muamelesi dahi ona kalmıştır.
İmkâna bağlı mertebelere ve vücuba bağlı makamlara taalluku olsun veya olmasın bir şey değişmez; bu tekmil sahibi arifin batını dahi zahire dönüktür.
Her ne şeye ki, zahir teveccüh eder; batın dahi tekmil, terbiye ve ibadetin itmamı için o cihete teveccüh eder. Zira burası, amel evidir ve davet yeridir. Şühudun ve müşahedenin hakikati ise, ancak ahirette olacaktır. Keşif ve muayene önümüzdedir.
Yüce Sultan Mabud Zat'a ibadet etmek, yani bu yerde, onun varlığına dalgın olmaktan daha faziletlidir. Mahabbetten neşet eden matlubu intizar etmek, matlubda yok olup gitmekten hayırlıdır.
Anlatılan üstteki manayı, sekir erbabı ister tasdik etsin; isterse etmesin.
Tekmil sahibi arif zat için hasıl olan zahir ve batının halk tarafına teveccühü, vakti belli ecel gelinceye kadardır. Bu dahi, davetin müntehasıdır.
Ecel vakti geldiği zaman, ölüm köprüsüne çıkar, mahbubun visal konağına ayağını basar. Ağyar sıkışıklığı olmadan, vasi ve ittisal devleti ile müşerref olur.
Bir şiir:
Kutlu olsun erbab-ı nimete erdikleri;
Miskin aşıka yeter kadehle içtikleri...
***
"Rahmimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağıştı. Zira sen, her şeye kadirsin."(66/8)
Salât, selâm, tahiyyet, bereket Allah'ın halkının hayırlısına ve onun keremli kardeşlerine; âl ve ashab-ı izamına. Taa, kıyamete kadar...
***
 
Üst