Mahmud Samİ Ramazanoglu(k.s) Hazretlerİ

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
BAHAEDDİN NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN İMTİHANI
Hace Muhammed Bahaeddin hazretlerinin muhiblerinden iki talebesi huzurlarına geldiklerinde, "damlardaki hela pisliklerini temizleyin" diye onlara emir etti. Ve dedi ki:
Bir vakit Buhara Medresesinin bütün helalarını temizlerdim.
Bahaeddin Nakşibend hazretlerini Emir Külal -kuddise sirruh- hazretleri yedi sene kadar insanlara hizmet etme vazifesiyle görevlendirdi. Yedi sene tamam olunca bu sefer de hayvanlara hizmet görevi verildi. Bunu da büyük bir aşk ve ihlasla ifa etti. Nerede bir yaralı hayvan görse, ne cins olursa olsun onun yaralarını tedavi eder, temizler, sarar, istirahatini temin ederdi. Bu vazifeyi de uzun müddet başardıktan sonra kendisine üçüncü bir vazife verildi. Yolları silip süpürmek, temizlemek. Bu vazifeyi büyük ihlas engin gönüllülükle yerine getirdi. O kadar kendisini temizliğe vermiş idi ki libasını yani elbisesini temizlemeye vakit bulamıyordu. O zamanlar öyle lastik eldivenler yoktu, elleriyle süpürüyordu. Takriben bu hizmet işi yirmi sene kadar sürmüştü. Sonra bir gün yorgun bir vaziyette geldi. Emir Külal hazretlerinin sohbetinde bulunmağı arzu etmişdi. Emir Külal -kuddise sirruh- sordu:
Bu kimdir?
Bahaeddin'dir, dediler.
Dışarı çıksın, dedi ve dışarı çıkarıldı.
Nefsine zor geldi, ve nefsi serkeşlik etmek istedi. O ise nefsine karşı "Hayır ben bu kapıya Allah rızası için geldim, bu kapı Hak kapısıdır, kat'iyyen ayrılmam" diyerek yüzünü dergâhın eşiğine koydu ve uyudu. Sabaha kadar hayli kar yağmış, başı karın altında kalmıştı. Emir Külal hazretleri sabah namazı için kapıdan çıkarken karın altında olan derviş Bahaeddin'in başına bastı. Onu bu halde görünce çok duygulandı ve onu hane-i seadetlerine götürdü. "Oğlum! Bu hil'at-ı seadet ancak sana layıktır," buyurdu.
İşte böylece erbab-ı sülüke mücahede ve hizmet ateşi lazımdır ki irade altunu süzülerek halis olsun.
İşte bu bir tarikdir ki, kesret-i salat ve sıyam ile olmaz.
Ancak fena'yı tammı tahsil ve halayıkdan alakayı kat' ile olur.
Nitekim Abdülkadir Geylanî kuddise sirruhu hazretleri buyurur ki:
Ey İhvan-ı din! Biz Cenab-ı Hakka gece namazları, gündüz oruçları, ilim tahsil etmek ve talebe okutmakla vasıl olmadık. Lakin Cenab-ı Hakka tevazu, kerem, seha ve selamet-i sadr ile vasıl olduk.
İnsanları mevlasından ayıran, dünya alakası ve nefisdir. Cenab-ı Hakka en büyük perde dünya muhabbetidir. Kerem ve seha ile dünyanın alakası zail olur. Tevazu ile nefsin alakası yok olur. Selamet-i Sadr ile de kalbden masiva zail olur. Böyle olunca kul Mevlasına vasıl olur.
İbn-i Ataullah, Hikem'inde buyurur ki: Kulluğa ters olan vasıfları, beşeri sıfatlarını at ki, ihraç et ki, hakkın nidasına mucib olasın ve hazretine yakın olasın.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
UBEYDULLAH AHRAR HAZRETLERİNDEN:
BU YOL HİZMET YOLU
Ubeydullah Ahrar hazretlerinin gençlik zamanları Hace Ubeydullah kuddise sirruh buyurur:
Mirza Şahruh zamanında Heri'de idim. Para adına bir habbem yoktu. Başımda bir tülbendim var idi ki parça parça idi. Bir parçasını düğümlesem öbürü parçalanır ve sarkardı. Bir gün pazar yerinden geçerken bir dilenci benden bir şey istedi. Param yok idi ki vereyim. Bir ahçının önüne geldim. Tülbendimi başımdan çıkardım ve dedim: "Bu tülbend eskidir ama temizdir. Kap kaçak yıkandıkça kurutmağa ve silmeğe yarar. Şunu al da şu fakire bir kap yemek ver!" Ahçı fakiri doyurduktan sonra büyük bir edeble tülbendi önüme koydu. Fakat ben kabul etmedim, çıkıp gittim.
Buyurdular:
Çok kişiye hizmetler ederdim. Hiç bir şeyim yoktu. Ne atım.. ne merkebim... yılda bir kaftan değiştirirdim ki, pamukları dökülürdü. Her üç yılda bir kürk ve bir hırka ile yetinirdim. Hoca hazretlerinin kemal yolunda başlangıçlarından nihayetlerine kadar, tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dostlarına ve düşmanlarına yardım ve şefkatleri sınır kabul etmez derecede büyüktü. Ayırt etmeden herkese hizmetleri dillere destandı.
Buyururlar idi ki:
Semerkand'da Mevlana Kutbuddin Medresesinde yatan iki üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Marazları arttığından yataklarını murdar ederlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını elimle giydirirdim. Bu hizmetim sık sık olduğu için hastalıkları bana da bulaştı. Ben de yatağa düştüm. Bu halimle bile desti ile su getirip hastaların kirlerini yine ben yıkamağa devam etdim.
(Reşahat'dan)
Gene buyururlar:
Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetden elde etdim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayr umduğum herkese hizmet ederim.
Gene buyuruyorlar:
Hacegan tarikatinde vaktin icabı ne ise ona göre davranılır. Zikir ve murakabe ancak müslümanlara hizmet edecek bir mevzu olmadığı zaman tatbik edilebilir. Gönül almağa vesile olacak bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bazıları zan ederler ki nafile ibadetlerle uğraşmak hizmetten üstündür. Halbuki gönül feyzi, hizmet mahsulüdür. Hoca Bahaeddin Nakşibend ve bağlıları eğer kimsenin hizmetini kabul etmemişler ise, bu, hizmet ve tevazuu tercih etmelerindendir. İhsan ediciyi sevmek zaruridir. Ve muhabbet miktarınca dahi alaka tabiîdir. Bu yolun bağlıları kendilerini halkın menfaatine vermişler ve mukabilinde hiç bir şey beklememeği şiar edinmişlerdir.
Rasülü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular:
Bir kimse din kardeşinin bir işini yapmak için giderse, her adımında bir çok günahları, affedilir ve yetmiş sevab yazılır. Bu, iş bitinceye kadar böyle devam eder. Îş yapılınca bütün günahları affedilir. Bu işi yaparken ölürse hesapsız cennete girer.
Gene buyurdular:
Bir kimse bir mü'mine bir iyilik yapınca. Allahü teala bir melek gönderir. Bu melek hep ibadet eder. İbadetinin sevapları bu kimseye verilir. Bu kimse ölünce, kabre konunca, bu melek nurlu ve sevimli olarak bunun kabrine gelir. Ben filanca kimseye yaptığın iyilik ve onun kalbine koyduğun neş'eyim. Allah beni bugün seni sevindirmeğe ve kıyamet günü sana şefaat etmeğe ve cennetteki yerini sana göstermek için gönderdi, der.
Muhterem Mahmud Samî -kuddise sirruh hazretlerinin zevk aldıkları şeyler, Halik teala ve tekaddes hazretlerinin razı olduğu ve Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin talim buyurdukları, İslamî, içtimaî, ruhanî, neş'elerdi. Cenaze teşyîinde ve ölüm ta'ziyesinde bulunur, yetimlerin, dulların, bîkeslerin, darda kalmışların, hastaların ziyaretlerine devam eder, onların gönüllerine sürür verirlerdi.
Tenezzüh gayesi ile akar sulu, yeşillik, cazib ve güzel manzaralı yerlere gitmeyi adet edinmemişlerdi.
Kemale ermiş, kendi zatına (sıfatına değil) mazhar olan has kullarını, Allahü teala ve tekaddes hazretleri bu gibi zevklerden mahrum etmiştir. Çünkü nimetlerin, arzuların en şereflisi en yücesi olan zatına vasıl etmiştir. Çünkü onlar için çorak yerlerle, akar sulu, manzaralı yeşillik yerler, yemeklerin en lezizi ile leziz olmayanı, giyimlerin en güzeli ile en kötüsü, kaşane saraylar ile basit, dar kulübeler, insanların zahiren en hatırlısı en şöhretlisi ile en aciz fakiri, azla çok, müsavi olmuştur.
Hülasa Allahü zül celal vel-kemal hazretlerinin kendinde eylediği yüksek dereceli kullarının en büyük zevkleri, daimi olarak Rabları ile beraber olmak, ve onun emirlerinin, buyruklarının, emirlerin en yücesi olduğunu yakînen bilip, gereği ile amel etmektir. Bu bahsettiğimiz mümtaz zümreye, "insan-ı kamil" tesmiye edilir.
Bu konu ile alakalı olarak Yunus Emre hazretleri der ki:
Cennet cennet dedikleri
Bir kaç evle bir kaç huri
İsteyene ver Sen anı
Bana Seni, gerek Seni.

Mehmed Akif Ersoy'un yalnız şair değil, büyük mütefekkir ve mutasavvıf olduğunu aşağıdaki beyanlarından anlamaktayız:
Ömürler geçdi, sen yoksun, gel ey bir tanecik Mabud.
Gel ey bir tanecik gaib, gel oy bir tanecik Mevcud
Hayır, imanla, itmi'nanla dinmez ruhumun ye's'i,
Ne afak isterim Sensiz, ne enfüs, tamtakır hepsi.

Hace Ubeydullah -kuddise sirruh- hazretleri "Sen onları korkutsan da, korkutmasan da onlarca birdir; iman etmezler." mealindeki, Sure-i Yasin'in 10. ayetini şöyle tefsir buyurdular:
Bu insan oğlundan bir taifeye işarettir ki, zatî şehadet içinde kaybolmuş ve Hakkın zatından başka bir nesnenin varlığından habersiz kalmış "Müheymîn" meleklerinin kalbi üzerindedirler. Neticede Allahü tealadan başka hiç bir şeye iman ve tasdikleri yokdur.
"Habibim sen Allah de geç, onları bırak da daldıkları bataklıkta oynayadursunlar!..." (En'am: 91) ayetinin tefsirine şöyle mana verdiler: "Sıfatları bırak Zat'a yapış!"
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
MUHABBET ETMEK VE KARŞILIK BEKLEMEMEK
Abdülkadir Geylanî kuddise sirruh buyurur:
Ubudiyeti tahakkuk eden ve marifete eren kişi, Allah'tan zatını kendine göstermesini, yahut göstermemesini veyahut kendine bir şey vermesini veya vermemesini istemez. Arif Allah'tan böyle taleplerde bulunmaz. Çünkü artık o fani olmuş, Allah'ın varlığında, sevgi ve muhabbetinde boğulmuştur. İşte bunun içindir ki, bu mertebeye erenlerden biri şöyle der:
Allah'tan istekte bulunmak benim neyime! Ben onun kuluyum. Efendisinin yanında kölenin irade ve ihtiyarı yoktur ki...
Alaeddin Attar kuddise sirruh buyurur:
Bir gün Mevlana Cami hazretlerinden sordum:
"Allah'ım bizi kendinle meşgul eyle gayrından'' mealindeki duadan, gayr diye bir şey olmadığına göre ne kastediliyor? Dediler ki:
Orada hitab zat'a aitdir. Bizi gayrınla yani sıfatların ve fiillerinle değil, zat'ın ile meşgul eyle demektir, buyurdular.
Mevlana Sadeddin Kaşgarî kuddise sirruh şu dörtlüğü (rubaiyi) okumuşlardır:
Yolumuz yar ile gül bahçesine uğradı.
Ben gafletle güle nazar edince, dedi ki yar,
Muhabbetin şartı bu mu olur, utan yaptığından!
Ben varken güle bakmak nasıl elinden gelir?

peşinden buyurmuşlar ki:
Eğer bahar seyrine çıkıb gördüklerinizden haz edecek olursanız, Allah'dan gafil oldunuz demekdir. Haz etmeyecekseniz o halde gitmeğe sebep ne? Hakkın gayrına yok de,kurtul.
(Reşahat)
Mehmet Akif Ersoy merhum da, bu mevzu ile ilgili şöyle demiştir:
Vecde gel, vahdete dal, alemi kesretden uzak
Yalnız Sani'i gör, san'atı masnu'u bırak.

Beni İsrail zamanında bir abid vardı. Gece, gündüz namaz kılar, ibadet ederdi. Namazını güzel sesli bir kuşun öldüğü bir ağaç altında eda ederdi. O zamanın peygamberine şöyle vahy geldi: O abide söyle ki, bir mahluka yakınlık duydu. Öyle bir derece gaib etti ki, hiç bir amel onu bu dereceye kavuşturamaz.
(Riyadün-Nasîhîn)
ZÂTÎ MUHABBET
Mevlana Cami -kuddise sirruh- buyurmuşlardır ki:
Zati muhabbet, bir kimsenin bir kimseyi sevmesi demektir. Lakin sebebini bilmeden sevmek... Bu türlü muhabbet halk içinde çoktur. Allah'a böyle bir muhabbetle bağlanmağa zatî sevgi denir. Muhabbetin bu türlüsü en ala olanıdır. Zati muhabbet, latif (ikram) gördükçe sevmek, kahra uğrayınca da sevgiyi zayıflatmak değildir.
Mevlana Cami kuddise sirruh gene buyurdular:
Pîrimiz Mevlana Sadeddin Kaşgarî halkalarından bir genç var idi ki riyazet, hal ve aşk ifadesinde en ileri derecede idi. O da benim gibi bir güzele tutulmuştu. Böylece batınında biriktirdiği kıymeti bir lahzada o tarafa devretmişti. Altından ve necefden hediyemsi bir şey alıp, o güzelin geçeceği yola bırakmış ve onu geçenlerden birinin almaması için de bir kenara gizlenmişti. Fikrince sevgilisi oradan geçecek ve hediyeyi görüp alacaktı. Fakat kimden ve nasıl geldiğini bilmeyecekti. Ben vaziyeti öğrenince ona dedim ki: "Ne garip bir iş işlemektesin! Türlü zahmetlerle elde ettiğin şeyi onun yolu üstüne bırakıyorsun! Bulsa, görse, alsa bile kimden ve niçin olduğunu bilmeyecek. Bari bir şey yap ki senden geldiğini bilsin!..." Göz yaşları ile sarılarak cevap verdi:
"Sen ne diyorsun? Yaptığım işin tuhaflığını bilmiyor muyum ben! Bu işi yaparken karşılık beklemiyorum. Ve o hediyeden bana karşı minnet yükü altına girmesini istemiyorum!"
Bu cevaptan titredim ve böyle bir muhabbetin ancak zati muhabbetten bir işaret olduğunu anladım.
Muhabbet ehli kullar iki kısımdır:
Bir kısmı Allahü zül-celal vel-kemal hazretlerinin yalnız, nimetlerini ve ikramlarını gördükleri için muhabbet ederler. Diğer bir kısmı ise Cenabı Hak ve tekaddes hazretlerinin azameti İlahiyesini tefekkür ederler, derin muhabbet beslerler, yaptıkları kulluk vazifelerinden dolayı karşılık ve mükafat beklemezler. Onların bütün arzu ve emelleri, ister sıhhat, ister hastalık, ister darlık, ister bolluk hallerinde Rabblarının rızasını kazanmaktır. Cennet ve cehennem mevzuları zihinlerini işgal etmez. Bunlar yüksek dereceli Allah dostlarıdır. Gönülleri her türlü masivadan sıyrılmış, daimi zikir ve tefekkür halindedirler.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
YOLDA OYALANMAMAK
Ebül-Abbas (İbnül Arif)'ın müridlerinden biri kırda gezerken, her nematdan şöyle bir ses geldiğini işitti:
Beni al; ben filan illete iyi gelirim! Beni al; ben filan zararı def ederim!...
Mürid bunu şeyhine haber verince şu cevabı aldı:
Biz seni bunun için terbiye etmedik. Allah, seni bu marifetle imtihan etti. Gaye sadece O'dur, başka bir şey değil. Biz de sana Allah yolunda delalet ettik. Başka bir yolda değil. O yere tekrar git ve dikkat et ki, bu defa da o nebatlar sana söz söylemesin!...
Mürid aynı yere tekrar gitdi ve hiç bir nebatdan hiç bir şey işitmedi.
Bu yolda keramete iltifat etmeden ve o kademelerde oyalanmadan aslî gayeye doğru ilerlemek esasdır.
Nitekim mürid, bu inceliği pek derinden kavradığı için, nebatlardan hiç ses işitmeyince, şükür secdesine vardı ve vaziyeti şeyhine arz etti.
Şeyh dedi ki:
Hamdet Allah'a ki, seni kendisi için seçti ve her hangi bir marifete bağlayıp orada bırakmadı. Ali Seyyid -kuddise sirruh- buyurdu ki:
Ne olacak halin? Sağa dönsen.. seni nurlar sararlar, ve bunlar sana hicab olurlar. Sola dönsen, ateşin kırıntıları seni sarar.
Sağa sola iltifat etmeden; olduğun gibi durur; kendine yani özüne dönersen... işte o zaman, hiç bir şey sana hicab olmadan sevgilini kolayca bulursun.
Gene buyurdu ki: .
Bir kimse ki: Mevlasının gayrı ile ilgilenir... o ilgilendiği şey, kendisine zararlı olur...İşbu zarar iki şekilde olabilir:
A- O şeyi sever, dolayısıyla o sevdiğine dalar; Mevlasından olur. Bu hale sebep ise; o sevdiği şeydeki fitnedir.
B- O şeyi sevmemekle ilgilenir. Dolayısıyla bu sevimsiz hal ona hüzün verir. Bu mahzüniyet de o kimseyi Mevlasından eder.
Hülasa: Bir mü'min için Rabbısına kavuşmaktan gayri bir rahatlık yoktur.
Şunu unutmamalı ki; kendisinde, her hangi birşeye karşı alaka olan bir kimse, Rabbın zatına kavuşamaz.
Şu da hatırda kalmalıdır ki; hayrın tümü, Rabbın zatından gayrı her şeyden ümidi kesip ayrılmaktır.
VELİ ODUR Kİ
İbrahim Düssükî kuddise sirruh hazretleri, velilerin halini şöylece tarif etmektedir.
Velinin hali odur ki, kendisinde hased olmaya. Gıybet nedir bilmeye.
Kimseye sataşmaz ola ve aldatmaz ola.
Büyüklenmek de onun yanına yaklaşmamış ola.
Yalancılık, onun bunun önünde eğilmek gibi şeyler de onda yok ola.
Böbürlenmez de... nefsanî olması muhtemel bazı hallere kapılıp nefsine bir haz çıkarmaz.
Her hangi bir meclise gideceği zaman, baş köşeye geçip oturmak aklına gelmez.
Kendisini hiç bir vakit din kardeşinden üstün görmez.
Hiç bir kimseyle yersiz mücadeleye girmez, ne de bir kimseyi utandırmak kastı ile imtihan eder, ne de onda eksik bir taraf arar.
Bilhassa, bu yola kendini vermiş kimseler hakkında kötü zan beslemez. Hatta bir kibir nişanı olarak, cübbesinin yakası kalkık gelen dervişler için bile kalbinde yanlış bir düşüncesi olmaz.
Bu yolda hırka giymiş zatları da ayıplamaz... ancak bilerek Kur'an ve hadisin açık hükümlerine aykırı davranan olursa müstesna.
Böyle birine rastlarsa, Allah ve Resulünün emri haricine çıktığı için kötüler, ayıplar.
Ve derdiler:
"Cümle varım bu yolda harcamış veli için şart odur ki yaratılmışların hiç biri umurunda olmaya. Bilhassa saygı içinde. Hepsini aynı hizada göre. Şan, şöhret, mansıb, önlerinden kalkmak, oturmak, her hangi birini kabul etmek... ya da reddetmek.
Gerçek velî zatın hali budur. Çünkü o, yalnız Allahü teala'yı ve emrini bilir.
Veli kullar arasında bid'ata saplanan tek kişi görmek, mümkün değildir.
Evliya zümresinin haline ve yoluna dair bilgi azlığı, onların bereketinden mahrum kalmaya bir sebebdir. Hakk'ın kapısı açıktır. Hatta, hiç kapanmadı... ancak velî kullar Hakk'ın kapısında beklerler... Sorulan sualde verilen cevapta aracılık yaparlar. Bütün bunlar, bir mahfiyet içinde cereyan eder...
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
YOLDA ANLAYIŞ VE SADAKAT SAHİBİ OLMAK
Saliklerin anlayışsızlıklarına üzülürlerdi Muhterem Üstaz hazretleri. Feridüddin Attar hazretlerinin;
''Ben bir kuş idim ki alem-i razdan uçtum,ta ki aşağıdan yukarıya bir av alıb götüreyim, vakta ki mahrem-i raz kimseyi bulamadım geldiğim kapıdan çıktım gittim." beytini sık sık tekrar ederler ve zamanındaki kabiliyetsiz salîklerin çokluğuna işaret ederlerdi. Nasıl üzülmesinler ki sözlerindeki o ince manalı kelimeleri nükteleri çözebilen ve nefsinde tatbik edebilen irfanlı zümre pek azdır, hatta azın da azıdır.
Yetim iki kısımdır: Birincisi herkesin anladığı şekilde annesiz ve babasız yavrulardır. Bunlar daima horlanırlar, ancak anlayışlı kemal ehli bunlara karşı şefkat ve muavenet kanatlarını açarlar. Daima himaye ederler.
İkinci sınıfa gelince, bu zümre Allah teala ve tekaddes hazretlerinin seçtiği, ittika sahibi, marifetullah ilmine agah, kibar-ı ehlullah sınıfıdır. Bunların zahiren aileleri, çoluk çocukları, akraba ve ahbabları, hatta terbiyesi ile meşgul oldukları manevi evladları olur. Fakat bunların dillerinden, hal ve hareketlerinden, nezaket ve edeblerinden en yakınları bile anlamazlar (pek azı müstesna). Bunlar zahiren halk içindedirler, fakat hakikatte yalnızdırlar. Yalnız Hakk celle ve ala sevgisiyle müteselli olub, gene onun zatıyla üns halindedirler.
Buna rağmen muhterem Üstaz hazretleri;
Abdülvasi Mirzataş, Kemal Yetkin, Mehmed Rastgeldi, Mehmed Lekesiz, Abdurrauf Kamer, Mustafa Doğanay, Şaban Kavafoğlu, Mehmed Baysal, Hasan Ertürk, Ahmed Dayhan, Hafız Bekir, Adapazarlı Pehlivan Efendiler gibi adedi daha oldukça yekûnlu bir çok velilerin yetişmesine vesile olmuşlardır.
Muhammed Bahaeddin Nakşibend kuddise sirruh; evvelce Hakk yolunda ihlas ve tevazu ile yapmış olduğu mücahede ve hizmetlerinden bahsederek zamanındaki dervişlerin istidatsız ve anlayışsızlıklarından bahisle, son defa imtihan kasdi ile dergâhdan kovulduğunda, her ne kadar nefsi serkeşlik etmek istedi ise de; nefsine uymayıb, tam bir teslimiyetle "Bu dergâh Hakk kapısıdır" diyerek, kar yağar olduğu halde başını şeyhinin kapısı eşiğine koyduğuna işaretle;
"Her sabah hanemden mescide çıkarken ben de ümid ederim ki bir müridimi asitanemde ol halde görem. Lakin şimdi mürid kalmadı... hep şeyh oldu.." buyurmuşlardır.
Alaeddin Attar, Muhammed Parsâ gibi pek çok değerli zevatı yetiştirmişler ve onların bu ali, ulvî yolumuza hizmet etmelerine sebep olmuşlardır.
İbrahim Düssükî -kuddıse sirruh- hazretleri de aynı üzüntü içinde idi.
"Evladım arasında Hakk erlerini tam olarak izleyen bir kişi bulamadım. Hatta sırları taşımağa yarar birisini de" buyurmuşlardır.
Mevlana Celaleddin Rumî hazretleri de:
"Şu dünyadan sözü doğru anlayan bir insanın hasretiyle gidiyorum." buyurmuşlar.
Eşref-i Rumî hazretleri de zamanındaki halktan şu şekilde şikayet etmektedir:
"Dil dudak deprenmeden
Sözü işiten gelsin" buyurmuşlardır.
Yunus Emre hazretleri de:
"Bilmeyen, ne bilsin bizi
Bilenlere selam olsun." buyurmuşlardır. Mürşidlerden birisi, diğerine şöyle yazıyor...
Kardeşim, elinizde kafi miktarda müridiniz varsa bir kaçını bana gönderiniz de onların terbiyeleri ile ben alakadar olayım.
Mektubu alan zat da şöyle cevapta bulunuyor: Mektubunuzu aldım, okudum. Ne yazık ki istediğiniz sıfatlardaki müridlere henüz malik değilim. Çünkü hepsi şeyhlik iddiasındalar.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Bir Bursa hatırası
Böyle bir zamanda böyle bir Allah dostu
1950 senesinin, yaz aylarının, yerlerini sonbahara terk edeceği Ağustos sonlarında idi.
Mutad olarak, ailece, her sene, dinlenmek için Bursa'ya gider, Çekirge'deki banyolu otellerde 15-20 gün kaldıktan sonra, tekrar İstanbul'a dönerdik.
Fakat bu sene, Bursa'ya geldiğimiz bir haftadan beri halkda, diğer senelerin huzur ve neş'esini göremiyorduk. Herkeste bir bezginlik, bir sıkıntı hali seziliyordu.
Bilhassa yaşlılar, biz kuraklığın ne olduğunu biliriz, diyorlardı. Çünkü Bursa ovasının, o zamanki canlı yeşilliğinin donuklaşmağa, Nilüfer çayının kurumağa, çeltik tarlalarının sularının çekilmeğe başladığı ve şehrin bazı semtlerinin musluklarının akmadığı görülüyordu. Ulu, Yeşil, Hüdavendigar ve diğer muhtelif camilerde, sürekli yağmur duaları yapılıyordu. Ayrıca Uludağ eteklerine, küme küme, insanların, ihtiyarların, çocukların, koyun, kuzu, keçi, sığır sürülerinin, götürüldüğü görülüyor ve oralarda devamlı yağmur duaları yapılıyordu.
Günler böylece birbirini takip ediyor, dua ve yalvarmaların tesiri henüz görülmüyordu. Gene bir gün Servinaz otelinin bahçesinde, ovaya nazır, havuz kenarında muhtelif kimseler oturuyorlar, aralarında muhtelif konulara dair mübahaseler yapıyorlardı.
Cemaat arasında bir fısıltı duyuldu. Sonra bir müddet sessizlik. Adana'lı Sami Efendi hazretleri teşrif etti denildi, îçlerinden biri söz alarak:
"Bu zat Allah sevgilisidir, yemez, içmez, uyumaz, sabahlara kadar ümmeti müsliminin salahı için dua eder. Her hali ahlak nümunesidir, her hareketi Kur'an ahkamına uygundur. Her gitdiği yere bereket götürür, hastalar şifa, derdliler deva bulur," diyordu.
Ben bu ismi ilk defa duymuştum. Bu sözler kalbimde yer etmişti. "Böyle bir zamanda böyle bir Allah dostu nasıl bulunur?" diye içimden geçirdim.
Otelin, ovaya bakan, iki odalı bir bölümüne, iki refiki ile yerleşmişlerdi. Aradan kısa bir zaman geçmişti. Gökyüzü birden bire bulutlandı, karardı. Gök gürültülerini tatlı tatlı yağan bir yağmur takip etti. İki üç gün aralıksız devam etti. Dereler doldu, soluk otlar yeşillendi. Herkes "Elhamdülillah; kuraklık tehlikesi atlatıldı" deye Cenab-ı Rabb'ül-alemin hazretlerine şükürlerini izhar ediyorlardı.
Gülmeyen yüzler gülmüş, sıkıntıda olan sîneler açılmıştı. Muhterem Üstaz ve iki arkadaşı, yağmur altında, şemsiyelerini açarak, devamlı olarak Hüdavendigar camiinde vakit namazlarını eda ediyorlardı... Yaz olmasına rağmen, şemsiyelerini yanlarına almalarının bir sebebi hikmeti vardı.
Öyle bir cezbeye, sevgiye tutulmuş idim ki, bahçenin bir kenarında onların gidiş ve dönüşlerini bekliyor, geriden temaşa etmekten, büyük bir haz duyuyordum. Çocukluğumdan beri, kemal ehline karşı derin sevgim vardı. Büyük zatların ziyaretlerine gider, onlarla oturmaktan, dinlemekten zevk alırdım. Onlar da alicenab insan oldukları için, samimiyetimi gördüklerinden, yaşımın küçüklüğüne rağmen huzurlarına kabul ederlerdi. Fakat bu Allah dostundaki hal, vakar, eda, tavır şimdiye kadar gördüklerimden hayli farklı idi.
Kendilerine yaklaşmak, hizmet-i alilerinde bulunmak, dualarını almak istiyordum. Refiklerinin izni ile huzurlarına çıktım. Nereye arzu ederlerse arabam ile hizmete amade olduğumu söyledim. Dışarıdaki vasıtalarla ihtiyaçlarını gördüklerini beyan ederek özür dilediler, yani kabul etmediler. Yalnız bir kaç gün sonra Mudanya yolu ile İstanbul'a döneceklerini ve beraberce oraya götürmeme muvafakat ettiler. Zikredilen günde Mudanya'ya kadar beraberce gidildi. Vedalaşıp ayrıldım. Vapur ufukta kayboluncaya kadar, yaşlı gözlerimle seyrettim.
Bu mürşid-î kamilin sevgisi gönlümde o kadar yer etdi ki, hayali gözümden hiç gaib olmadı.. Son zamanlarda bu zatın manevî ihtişamını idrak eden, Yüksek İslam Enstitüsü tasavvuf dersi öğretmeni, edebiyatçı, mütefekkir Mahir İz beyefendi hem bu asîl zata gönül verenlerden olmuş ve "Biz devri saltanatdan beri neler gördük neler... Fakat bu hazret-i Sami'dir" demekten kendisini alamamıştır.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
SEVENLERİNİN BAKIŞIYLA
Muhammed Harranî
Manevî vazifelilerden idi. Aslen Urfa'lı olup Şam, Urfa ve Bursa'da herkes tarafından tanınırdı. Keşfi açıkdı. Soruların cevaplarını kolaylıkla verirdi. Kendisinin manevî halini gizlemek için, bazen lüzumsuz kelimeler sarfederdi. Ziyaretçilerle senli benli konuştuğu halde muhterem üstaz hazretlerinin huzûrlarında edebe dikkat ederlerdi. "Siz temkin ehlisiniz, halbuki bizler telvin ehliyiz. Sizin müstakar bir makamınız var, bizler ise öyle olamayız" derdi.
İstanbul'da vefat etmişlerdir. Mezarı Eyub Sultan kabristanındadır.
Takriben 1965 senelerinde Şam-ı Şerif'de hacca giden bir topluluğa şu sözleri söylemişlerdir
Siz Sâmi Efendiyi bilirsiniz. Ben arzı tanırım. Şarka, garba, kuzeye, güneye bakıyorum. Bu üstaz gibi Muhammedîyyü'l-meşreb bir veliyyi agah-ı dîl kimseyi göremiyorum. Bu zat asırlar içinde ender görülen bir zat-ı aliyyi-kadirdir, kıymetini biliniz."

Receb et-Taî (kuddise sirruh)

1962 senesinde hac yolculuğunda Haleb'e uğranılmıştı. O senelerde doğrudan Hicaz'a uçak ile gidilmiyordu. Seferler aktarmalı oluyordu. Muhterem Üstaz hazretleri Şam'a kadar karayolu ve oradan da uçakla doğru Medine-i Münevvere yolculuğunu tercih etmişlerdi.
Bir gece Konya'da kalındıktan sonra ancak ertesi günü akşamı Haleb'e vasıl olunmuştu.
Gece istirahatı, salih bir zat olan Cemil İskenderanî'nin otelinde yapılmış ve ertesi günü, oranın sevilen ve sayılan şahıslarından olan Osman Seraceddin kuddise sirruh'un davetine gidilmiş-di. Oranın ilmiye sınıfından pek çok kimseler bulunmuş, yemekler yenilmiş, namazlar kılınmış, sohbetler edilmişdi.
Davetliler arasında Receb et-Taî isminde uzunca boylu, aslen Karadenizli bir zat da vardı. Türkçe bilmediğine göre, ora doğumlusu idi. O gün hayli verimli hasbihaller edildikten sonra akşama doğru Hama-Humus yolu ile Şam'a varılmıştı. Bir hafta kadar burada Eshab-ı kiram hazeratının ve ehlullahın ziyaretleri yapılmış, muhtelif davetlere gidilmiş ve devamlı ruhanî sohbetler bir birini takip etmiş, gününde Medine-i Münevvere'ye yüz sürülmüştü.
SENİN MANEVÎ BABAN MAHMÜD SAMÎ'DİR.
Receb et-Taî kuddise sirruh keşfi açık, ehli keramet bir insan olup, hayli İslamî mezîyetlere sahipti.
Bu görüşmeden takriben bir iki ay kadar sonra oğlu Muhiddin efendiye şu vasiyeti yapıyor:
Oğlum ben filanca gün, şu saatte ahrete intikal edeceğim, bundan sonra senin mürşidin o insanı kamil olacaktır. İstanbul'a git, dersini tazele.
Halbuki o zaman Suriye'de çok şöhretli mürşidler mevcuttu. Muhterem Üstaz hazretlerinin kemali kendisini cezbetmişti ki, böyle bir vasiyette bulunmak ihtiyacını hissetmişti. Oğlu olan Muhiddin et-Taî Mevlevî tarîkatından icazetli olduğu halde, Muhterem pederlerinin vasiyetlerini yerine getirmiş, ağlayarak İstanbul'a gelmiş. Üstaz hazretlerinin huzurlarında, o güzel halini takviye etmiş ve tekrar Haleb'e dönmüştü.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Es-Seyd-Nasr-ı Yemânî ve Sâbık Van müftisi Hasan Efendi
Her ikiside, Mescid-i Nebevî'deki, Ashab-ı Suffa mahallinin ön safında bulunurlar, namazlarını orada kılarlar, niyazlarını, dualarını orada eda ederlerdi.
Nasr-ı Yemanî'nin yeri, Soffanın sağ tarafındaki köşe başı, Hasan Efendinin de yeri, orta direğin sağ tarafı idi.
İbadet bakımından her ikisi de gayretli idiler, dürüst halleri vardı. Her hususda adaba, tertibe ve intizama çok dikkatli idiler. İsterler idi ki herkes kendileri gibi olsun! Adab noksanlıklarını gördükleri kimselere öfkelenirler, çıkışırlar, adeta mücadele ederlerdi.
1962 senesinde hac yolculuklarında muhterem Üstaz hazretleri ve refikleri, namazlarını daima Ashabı Soffa mahallinin ön safında, beş vakit muntazaman, eda ederlerdi. Yani Nasr-ı Yemanî ile Hasan Efendinin ortasındaki boşlukta.
Üstaz hazretleri, ilk Mescidi Nebevî'ye vasıl olduklarında, ayakkabılarını oradaki bevvablara (kapıcılara) vermeğe çekinmiş (bilakis onlar büyük bir makamın hadimleri oldukları için) ellerini öpmek istemişlerdi.
Halbuki bizler evvelki geldiklerimizde, bu nezaket inceliğini kavrayamamış, onlara lazım gelen hürmet ve tazimi gösterememişdik.
İkinci defa da Ashab-ı Soffanın en ön safında oturan, kısmı azami Sudan'lı olan ağavatı kiram hazeratının ellerini öpmeğe gayret ettiler. Halbuki onların çoğunluğu ümmî idi.
Üstaz hazretleri, onların şahıslarına değil, türbei Seadetin bakıcıları olmak bakımından, herkesin tatbik edemediği, bu derin nezaket ve edebi göstermişti. Halbuki onların da hal ve hareketlerinde, sertlik görülüyordu.
Böylece vakit namazlarına muntazam bir şekilde devam olunuyordu. Amma hepsi Üstaz hazretlerinin o ince zarif tevazu ve nezaketini gördükçe, hayranlıkları artıyor, adeta tam bir teslimiyet içinde her hareketlerini terassut ediyorlardı.
Günler geçtikçe. Üstaz hazretlerinin, sevenleri, gönül verenleri çoğalıyordu. On, On beş gün evvel Üstazın ellerini öptükleri kimseler bu sefer onlar Muhterem Üstaz'ın ellerini öpüp, duasını almak için sıraya giriyorlardı.
Kısa bir zaman içinde, o sert haşin meşrebli ağavatı kiram, Nasr-ı Yemanî ve müftü Hasan efendinin halleri, kalb alemleri yumuşamış, kuzu gibi olmuşlardı. Safın ön kısmına kimseyi almıyorlardı. O kısmı Üstaz ve evlatlarına tahsis etmişlerdi.
Allah dostunu teşhis edib ona karşı hürmetkar olmak nasıl insanı manen değerlendiriyor.
Kendi yolunda mütevazı, engin gönüllü olanları Hak celle ve ala hazretleri nasıl aziz ediyor?
Ağavatı kiram, Nasr-ı Yemanî ve müftü Hasan efendiler ısrarla mükerreren üstaz hazretlerini davet etmişler, o da gönülleri olsun diye davetlerine icabette bulunmuşlardı. O ziyaretleri ve sohbetleriyle onları pek memnun etmişlerdi.
Halen ağavatı kiram hazeratının bir kısmı, Nasr-ı Yemanî ve Hasan efendiler ahirete intikal etmişlerdir. Hak celle ve ala hazretleri cümlesini garîk-i rahmet eylesin! Amin.

Meczup Cemil baba
Hak aşıklarındandı. Kayseri'li, ümmî, keşfi açıktı. Sözlerini çekinmeden söylerdi. Hiç kimseden çekinmezdi. Bir defasında kendisini küçük gören bir imam efendiye hitaben:
Dün akşam şu camide, şu renk seccade üzerinde namaz kıldıran siz değil mi idiniz, demiştir. Bunu duyan imam efendi sözlerin gayet isabetli olduğunu itiraf ederek mahcup olmuştu.
Daima Cenabı Hak hazretlerinin, ulühiyyetinden, kendi şivesi ile misaller getirir, ve yetim, dul, bîkeslerin ve emsali ihtiyaç sahiblerinin yardımına koşmanın en mühim ibadet olduğunu tekrar eder, heyecanlanır, "Allah Allah" diye feryad ederdi.
Muhterem üstaz hazretlerinin karşısında diz çöker kimseye göstermediği edeb ve nezaketi ona karşı gösterirdi.
Üstaz hakkında şu rumuzda bulunurdu:
"Altın kurnada abdest alıyorlar.
Sidre-i müntehada toplantıda bulunuyorlar." Takriben 1982 miladi senesinde Kayseri'de vefat etmişler, Kayserililer kendisine büyükçe bir kümbet yaptırmışlardır. Türbesi halk tarafından sık sık ziyaret edilmektedir.

Altınoluk Dergisi
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Dün foruma giremediğimden bu güne kaldı bu mesajım.....
Mevla layığıyla evlad olmamızı nasip etsin Üstada....


ALLAHA EMANET OLUN
 

ahmedifaruk

Asistan
Katılım
12 Nis 2007
Mesajlar
275
Tepkime puanı
7
Puanları
0
Yaş
59
Konum
YAHYALI
Efendimizin damadı Ömer Bey anlatıyor:
“İstanbul’da iken bir gün, Fransa’dan Müslüman olan bir genç evimize geldi, izin isteyerek huzura girdi. Lisanı Fransızca olup Türkçe bilmiyordu. Benim tercümanlık yapmam gerekiyordu. Lakin ana lisanım gibi konuşamamam, mahcup olurum diye korkuyordum. Bir şey için dışarı çıktım, tekrar içeri girdiğimde ne göreyim. Muhterem Pederim, o genç ile ana dili gibi Fransızca konuşuyordu.
Yine bir gün, Rumca konuşan Türkçe bilmeyen bir kimse geldi. Muhterem pederimle ana dili gibi Rumca konuşarak görüşüp gittiler.”
Efendimizin damadı Ömer Bey anlatıyor:
Bir gün Muhterem Pederimle evimizin önünde bahçede idik. Bir köpek topallıyarak yanımıza geldi. Ayağı kırılmış, Muhterem Pederimin yüzüne bakarak kırılmış ayağını gösteriyordu. Pederim buyurdular ki:
- Ömer; ufak tahta parçası, bez, ip ve merhem getir
Hemen koşup evden, efendimizin istediklerini getirdim. Pederim mübarek elleri ile hayvanın ayağını yıkayıp güzelce sardılar. Bahçede bir gölgelik yapıp, hayvanı oraya yerleştirdi. Efendimiz:
- Şu kadar gün dursun, sonra ayağını çözün buyurdular.
Her gün bakıma devam ediyorduk. Söylediği gün gelince hayvanın ayağını çözdük. Ayağı iyi olmuş, yere basıyor ve aksaması kalmamıştı. Nihayet bir gün hayvan kaybolmuş bırakıp gitmişti.
Aradan bir zaman geçtikten sonra, yine Peder’i alimle bahçede idik. Birde baktık ki, hayvan yine bahçemize gelmiş, yanında da ayağı kırılmış bir köpek daha getirmişti. O hayvan da kırılan ayağını üstadımıza gösteriyordu. Yine üstadım onunda ayağını mübarek elleri ile sarmıştı. Yaptığımız gölgelikte, onun da bakımını yaptık. Ayağı iyi olunca o da bırakıp gitmişti.
Görülüyor ki hayvanat bile Allah dostlarını tanıyor.....
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Bir Gönül Mektebi
Mustafa Eriş

Muhterem Üstaz Mahmud Sâmi Ramazanoğlu'nun eserlerinden ve hayatından çizgiler...
Muhterem Üstaz Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (-kuddise sirruh-) hazretleri bütün ömürlerini İslâm'a hizmetle geçirmişler, İslâm'ın yücelmesi için çalışmışlardır.
Hayatlarını, Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye çizgisinde "kâmil insan" yetiştirebilmek için vakfetmişler, Allah zikrini kalblere, Rasûlullah sevgisini gönüllere ve Kur'ân ahlâkını hayata nakşedebilmek için gayret sarf etmişlerdir.
Bu eğitim çizgisini sohbetleriyle ve eserleriyle devam ettirmişler, pek çok kâmil insanın yetişmesine vesile olmuşlardır.
Sohbetlerde Kur'ân-ı Kerim'den âyetler ve hadis-i şerifleri izah ederler, sahabe-i kirâm ve evliyaullah menakıbıyla da mevzuun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olurlardı.
Muhterem Üstaz, insanın mükerremiyeti, şerefini vurgulayarak, onun boş yere yaratılmadığını ve başıboş da bırakılamayacağını telkin ederek, şu meâldeki âyetlerle intîbaha davet ederlerdi:
"Biz Âdem oğullarını mükerrem kıldık." (İsrâ: 70)
"Hakikaten Biz insanı ahsen-i takvim -en güzel kıvamda- yarattık."(Tîn: 4)
"Sizi abes olarak -boş yere- mi yarattık zannediyorsunuz"(Mü'minûn: 115)
"İnsan başı boş bırakılacağını mı zannediyor?"(Kıyâme: 36)
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Bilhassa sohbetlerinin sonunda riâyet edilmesi gerekli şu beş temel esası maddeler halinde sık sık hatırlatırlar, bunlar mükerrem insan olabilmenin şartıdır buyururlardı.
1. Helâl gıda almak ve az yemek
2. Kur'ân-ı Kerim'i, mânâsını bilerek okumak ve namazı huşû ile kılmak.
3. Zikrullah'a devam etmek
4. Gece az uyumak
5. Salihlerle oturmak, sâdıklarla beraber olmak.
Muhterem Üstaz İslâmî hayat yaşamaya teşvik ederler, "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz! Nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz!" hadisini okuyarak İslâm'ın dünya ve âhiret beraberliğine işaret ederlerdi.
Her alınıp verilen nefesden hesaba çekileceğimizi, her an Allah'ın huzurunda olduğumuzun şuuruna ermemiz gereğini "Nerde olursanız olun O sizinle beraberdir" "Biz insana şahdamarından daha yakınız" âyetleriyle bildirirler ve hiç bir an Allah'dan gâfil olunmamasına dikkat çekerlerdi.
Allah'ın nazargâhı olan kalbin temizliğine büyük itinâ gösterirlerdi. Sevgili Peygamberimiz'in; "Vücudda bir et parçası vardır. O salih olursa bütün vücud salâh bulur. O bozulursa bütün vücûd hastalanır." buyurduklarını zikrederek kalbî zikre ehemmiyet verirler ve salâhına çalışılmasını isterlerdi.
İnsanın en büyük düşmanının Nefs olduğunu belirler, "Nefsini günahlardan temizleyen muhakkak necat buldu" (Şems, 9) "Ben nefsimi tebrie etmem. Çünkü nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emredendir." (Yusuf 53) âyetleriyle nefsin mertebelerini izâha çalışırlardı. İnsanda altı nefis vardır, l. Nefs-i emmare 2. Nefs-i levvame 3. Nefs-i mutmeinne 5. Nefs-i raziye 6. Nefs-i mardiyye. Nefsi tezkiyenin cihad-ı ekber olduğunu sık sık hatırlatan Muhterem Üstaz, nefsi ıslah etmeye "kâmil insan" olmaya çalışmanın zaruretini telkin ederdi.
*
Nefsin tuzaklarının anlatıldığı, Rabbımızın "ahsenü'l-kasas- en güzel kıssalar" diye vasıflandırdığı Yusuf Sûresi Tefsiri'ni kendi yazdıkları defterden sık sık okurlardı.
Bu sûrede Yusuf aleyhisselâm'ın başından geçenler anlatılmaktadır. Köle iken Allah'a teslimiyetin ve itaatın neticesi sultan olan Hz. Yusuf 'un karşısında Züleyha sûretinde dikilen nefsi emmare ıslah edilir, müslüman olur. İnsanı mükerrem kılacak ruh, kalb, sırr, nefis ve nûranî kuvvetler anlatılır.
İnsan imanını hâlis kılmalı, ihlâs için kalbi tasfiye ve nefsi tezkiyeye gayret etmelidir.
Muhterem Üstaz sevenlerinin Kur'ân'la iç içe olmalarını eserleriyle de temin etmek istemiş onlara Kur'ân'dan örnek şahsiyetleri "Hz. İbrahim", "Hz. Yusuf', "Yunus-Hud" gibi Peygamberlerin anlatıldığı sûrelerin tefsirini hazırlamıştır. Bu eserlerde Peygamberlerin tevhid mücadelesi ve mücahedesini ortaya koyarak imanın kalblere yerleşmesini sağlamıştır.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Sevgili Peygamberimizin; "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine iktidâ ederseniz hidâyeti bulursunuz" buyurduğu Sahabe-i Kirâm'ın belli başlılarının hayatlarını müslüman oluşlarını, İslâmî tebliğdeki azimlerini, gayretlerini, fedakârlıklarını, kahramanlıklarını onlardaki Rasûlullah sevgisini ve cihad ruhunu anlatarak, İslâm'ın gelişmesi ve sâadet çağının neşesini bugüne taşımışlardır.
Düşman iken dost olanlar, birbirlerine vâris olacak şekilde kardeşlik kurarak, dünyanın en mes'ud ve en güzel inkilabının en kolay ve en kısa zamanda nasıl tesis edildiğine dikkat çekmişlerdir.
Hazreti Ebû Eyyüb radıyallahu anh ile başlayan "Ashab-ı Kirâm Menakıbı" eseri iki kitap halinde 51 sahabeyi anlatmaktadır. "Seyfullah" diye bilinen "Hazreti Halid bin Velid" (r.a.) 'ı ise müstakil olarak kaleme almışlardır.
*
Rasûlullah (s.a.)'in; "Ebû Bekir'i sevmek, Allah'ın afvını icab ettirir. Ömer'i sevmek günahları ortadan kaldırır. Osman'ı sevmek imanı kuvvetlendirir. Ali'yi sevmek cehennem ateşini söndürür." buyurduğu, İslâm'ın ilk dört halifesi, Sevgili Peygamberimiz'in güzide dostları "Hulefa-i Raşidin"in ayrı ayrı meziyetlerinin anlatıldığı eserleri de ümmetin istifadesine sunmuşlardır.
Peygamberimizin vefatından sonra yapılan hizmetler, mücadeleler ve İslâmın birliğini sağlama gayretleri, halife seçimi gibi mevzular bu dört kitapta tafsilâtıyla anlatılmıştır.

İslâm'ın yeryüzündeki ilk ordusu nasıl kuruldu? Onları canları pahasına tehlikelere attıran kuvvet ne idi? Belki karşısında dayısı, oğlu, torunu vardı. Ama onu öldürmek için hücûm edecekti. Bu hangi mânevî güç ile sağlandı ve nasıl bir teslimiyet ki onları karşı karşıya getirdi ve kılıç çektirdi.
İslâm'ın üç büyük savaşını anlatan Bedir, Uhud, Tebük eserlerinde bu sorulara cevap bulmak mümkün. Bu harb safhaları Kur'ân-ı Kerim'de anlatıldığı şekilde nakledilmiştir. Bir mânâda Bedir Gazvesinde Enfâl Sûresi'nin, Uhud Gazvesi'nde Al'i-İmran Sûresi'nin bir bölümü, Tebük Seferin'de de Tevbe Sûresindeki âyetleri tefsir yapılmıştır.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Kur'ân'la birlikte hadiseleri takip, eserlere ayrı bir canlılık kazandırmakta, yeri geldikçe ashabın kahramanlık menkîbelerinin anlatılması da derûnî bir tesirle müslümandaki güç ve kuvvetin yegâne kaynağının "Allah inancı" olduğu telkin edilmektedir.
Ne kadar Allah'a yakın isek o kadar galibiz. "Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder" "Eğer Allah Teâlâ size yardım ederse, size galib kimse gelemez," âyetleriyle imanın kalblerde sebat bulmasına çalışılmıştır.
Muhterem Üstaz, İslâm insanının kişiliğini her yönüyle anlatarak müslümanı eğitiyordu. Zira insanımızın yeniden inşâsı gerekli idi. O da ancak Kur'ân'a yöneltmek, asr-ı sâadet neşesini yaşatmakla mümkün olacaktı. İşte Muhterem Üstaz bunu yaptı. Kitap ve sünnete dayanmayan bilgiden, hâlden kerametten uzak kalınmasını tavsiye eder, esas yolun istikamet üzere hayatını devam ettirmek olduğu üzerinde ısrarla dururlardı. Çok defa "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" emrini hatırlatarak sevdiklerinin muamelelatta sağlam, söz ve davranışlarında istikamet üzere hareket edip, takvayı seçmelerini tavsiye ederlerdi.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
"Yolumuz sohbet yoludur" düstûruna göre "kâmil insan" yetiştirmeye gayret eden Muhterem Üstaz'ın muhtelif zamanlarda yaptıkları sohbetleri 6 cilt halinde Erkam Yayınları arasında neşredilmiştir.
İnsanlara yaklaşmanın yolu ancak sevgidir. "Kişi sevdiğiyle beraberdir" hadisini tekrar ederler, kimi seviyorsan yarın âhirette onunla haşrolacaksın, gâfil olunmamalı. "Zalimlere meyletmeyin" âyetine de sık sık işaret ederek "gönüllerde dahî zalimlere karşı meyil olmamalı" buyururlardı.
"O daima yaşayandır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde O'na dininde ihlâs (ve samimiyet) erbabı olarak "Hamdolsun kâinatın Rabbı olan Allah'a (diye) dua edin..." (Mü'min 65) âyeti kerimesini âhir ömürlerinde kendilerine vird edinmişler, yakınlarına da okumalarını tavsiye etmişlerdir.
Sevenlerini son nefesine kadar Kur'ân'a çağıran bir Allah dostu idi O.
Sevgili Peygamberimizin Kur'ân hakkında: "Kim ona dayanarak konuşursa doğruyu söyler. Kim onunla amel ederse ecir alır. Kim onunla hükmederse âdil olur. Kim ona çağırırsa hidâyet bulur." tavsiyeleriyle irşad çizgisini belirlemiş ve bu eğitimle dinde hâlis mü'minlerin yetişmesine vesile olmuşlardır. Cenab-ı Hak'dan gösterdiği çizgide hayat sürmeyi, fâtihalar ve yâsinler göndererek şefâatlarını niyaz ederiz.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
musa topbaş efendinin kaleminden

Ramazan oğlu mahmut sami efendinin yaşam tarzı -devamı-

Bayındır'lı Hafız Mustafa Efendi

Reîs-i Hafız-ı Kurra idi.

Her hattı hareketi Kur'an ahlak ve adabına uygundu.

Mütevazi, alçak gönüllü, yaşlı olmasına rağmen, güler yüz ve tatlı dilli, büyük küçük herkese hizmet ederdi.

Bekir Haki efendi gibi ilmiye sınıfı kendisini çok takdir ederler, severler ve hürmet gösterirlerdi.

Üstaz hazretlerine karşı derin sevgisi, teslimiyeti vardı.

Bayramda muhterem üstaz, bu zatı da , ziyaret ederdi.

Bu ziyaretten çok memnun ve mütehassıs olur, sevincinden deli divaneye döner ve üstaz hazretlerine hitaben heyecanlı heyecanlı, kafesteki kuşun feryadı gibi (Huz biyedî, huz biyedî = Aman efendim, elimden tutunuz, aman elimden tutunuz) deye kendisine hakim olamaz, mükerreren feryat edercesine yalvarırdı.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
musa topbaş efendinin kaleminden

Ramazan oğlu mahmut sami efendinin yaşam tarzı -devamı-

Molla Ramazan el-Butî (sellemehullah)

Şam-ı şerifde Ekrad mahallesinde ikamet ederler.

İlmini, kemal ve faziletini bütün Şam halkı takdir eder ve hürmet gösterirler.

Halen hayattadır.

Salahiyetli kimseler tarafından Şam'ın kutbu olduğu söylenmektedir.

Hem zahir ilmine vukufiyeti vardır hem de batın ilmine. Hemen hemen her sene hacca gelirler.

Beytullah'ın Altınoluk tarafında bulunurlar, namazlarını orada eda ederlerdi.

Manevî dereceleri yüksek olmasına rağmen, yüksek tevazularından ötürü daima üstaz hazretlerinin üç beş saf gerisinde otururlar, hal dili ile, muhterem üstaz hazretlerine karşı, azami derecede hürmet gösterilmesi gerektiğini ima ederlerdi.

Üstaz hazretleri her Şam'a uğradıklarında muhakkak kendilerini ziyaret ederdi.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
musa topbaş efendinin kaleminden

Ramazan oğlu mahmut sami efendinin yaşam tarzı -devamı-

Baha Kitabcı

İzmir'in ünlü cildiye mütehassısı idi.

Ufak cüsseli gayet sevimli bir hali vardı.

Dünya çapında şöhreti haizdi.

Amerika'da yapılan tıbbi toplantılar için sık sık kendisine bilet temin ederek, davet ederler, onun da fikirlerini alırlardı.

Demek ki bilgisi oldukça genişti.

ŞEYHLİKDEN DERVİŞLİĞE

Takriben 1962-63 senelerinde, muhterem üstaz hazretleri, Îzmir'de, bir ahbabının evinde misafir idi.

Sohbetler biri birini takip ediyor,

İzmir'in şöhretli, maneviyata susamış şahısları bu musahabelerden istifade etmek için adeta sıra bekliyorlardı.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
musa topbaş efendinin kaleminden

Ramazan oğlu mahmut sami efendinin yaşam tarzı -devamı-

Doktor Baha bey de bu ulvî toplantılara devam ediyordu.

Üç beş arkadaşı ile beraber geliyor, can kulağı, yani bütün varlığı ile sohbetlerdeki ince manalara dalıyor, kendinden geçiyordu.

En sonunda, hakiki bir mürşid-i kamilin eteğine yapışmak ve teslim olmaktan başka bir çare-i necat olmadığını anladı.

Halbuki kendisine şeyhi tarafından icazet verilmiş, halifelik vazifesini deruhte ediyordu.

Hatta bir hayli de kendisinden ders alanlar olmuştu amma, kendisi bu halinden tatminkar değildi.

Keşfi açıldı, basarı basîrete dönüştü. Hakikati iyice anladı.

Kendisine tabi olanları, üstaz hazretlerinin kemaline, hakiki mürşid-i Kamil olduğuna, ikna etti. Hep beraber bu hakiki manevî yolu tercih ettiler.

Bu hakka dönüş de, Cenab-ı Hakkın nusreti efendi hazretlerinin himmeti, kendisinin de ihlas ve hüsnü-zanın samimiyeti sebebiyledir.
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
musa topbaş efendinin kaleminden

Ramazan oğlu mahmut sami efendinin yaşam tarzı -devamı-

SEN ZAMANIN ABDÜLKADİR' İSİN!

Bir ramazan günü, takriben 1972 senelerinde idi.

Üstazı sevenlerden birisi, geniş olan evinde,takriben yetmiş,seksen kişilik bir iftar sofrası hazırlamış, vakti değerlendirmek için de bir sohbet yapılmıştı.

Akşama tahminen yarım saat kalmıştı.

Sohbetin en heyecanlı yerinde Doktor Baha bey, kendine hakim olamayarak ayağa fırladı.

Allahü a'lem Gavsü'l-Azam Abdülkadir Geylanî hazretlerine ait bir menakibdan bahsediliyordu.

Sen, zamanın Abdülkadir Geylanî'si değil misin, deye bir kaç kere bağırdı.

Ortalığı bir sessizlik almıştı.

Kimsenin konuşmağa mecali kalmamıştı.
 
Üst