M.İslamoğlunun bazı görüşlerine cevaplar

Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
yada en iyisi dinsiz olalım. o zaman ortada ne hanefi kalır ,ne şafii... çözüm dinsizlik o zaman.Çözümlere şüpheyle gidiliyorsa , şüphenin sonu imansızlıktır.

anlamıyorlar hocam anlamıyorlar.. biz şahid olduk da konuşuyoruz.. öyel laf olsun diye değil çırpınışımız..
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Allah razı olsun Alper, Serdengeçti ve bu başlıkta İslamoğlu'nu hak ettiği yerde gören diğer kardeşlerim. Abartmaya gerek yok. İslamoğlu ve benzeri muhrip isimleri büyütmeye, göklere çıkarmaya gerek yok. İslam'ın ve Müslümanların ölçüsü, delili, mesnedi, biricik kaynağı bu şahıslar değildir. Bu şahıslar Müçtehid imam değildir. Bu şahıslar itibara şayan Mezhep sahibi de değillerdir. Kendi şahsi fikirleri kendilerini bağlar. İslamoğlu gibilerine "büyü" yemiş gibi hayranlık duyanlara da Allah'tan şifa diliyorum. Peygamber Efendimizin mübarek kelamını Ümmetine hatırlatmayı bir şeref vesilesi sayarım: "Şüphesiz bu din ilmidir. Öyleyse dininizi kimden öğrendiğinize dikkat ediniz" Sözün en başına dönecek olursak.

Bu forumda bazılarımız hala, Ehli Sünnet itikadının ve Mezhep taklid etmenin önemini, ahirete olan etkisini kavrayabilmiş değil. Yazık bu Müslümanlara! Ahiretleriyle (yani hiç bitmeyecek olan asıl hayatlarıyla) oynuyorlar da haberleri yok. Muhbir-i Sadık efendimiz, yani her haberi mutlaka çıkan Peygamberimiz haber vermiş; İcabet Ümmetim 73 farklı gruba ayrılacak. Biri Cennete, diğerleri Cehenneme... diye ihbar etmiş. Vermiş ama oralı değiller. Haşa Resulullah efendimiz sanki sivrisinek sokmasına karşı uyarmış gibi... Tınnn... Haşa oyuncak sanki...

Efendiler, nefsimize hoş gelir hoş gelmez: Ehli Sünnet demek Peygamber Efendimiz ve Ashabının inandıkları ve yaşadıklarıdır. O zamandan beridir Hak üzere yani Peygamberimiz ve Ashabının izi üzere devam edegelen bir topluluk vardır. Kıyamete kadar da Hak üzere olacaklar. Bunlar Ehli Sünnet Uleması ve Meşayıhıdır. Bu topluluğun bize intikal ettirdiği gibi inanıp yaşamayan ateştedir; Nar ehlidir. Bu topluluğa uymayan bütün görüşler, anlayışlar, hükümler perişanlıktır, değersizdir, vebaldir, sorumlu kılar.

Bugün 4 Hak Mezhepten birine; ülkemiz için ağırlıkla Hanefi ve Şafii Mezheplerinden birisine sıkı sıkıya ve titizce bağlananlar, inancına bid'at bulaştırmayanlar ve Mezhebini tatbik edenler inşallah Fırka-i Naciden olacaklardır.

İmam Rabbani Hz.leri yukarıda özetini verdiğimiz hususiyeti tafsilatıyla anlattıktan sonra ifade ederler:

"Bu sözlerimize razı olmayanlar, kimin doğru yolda olduğunu anlayacakladır. Bakalım onların dediği mi yoksa bizim dediğimiz mi, ortaya çıkması yakındır"

Ves'selam.
 

Alper...

MarmaranınKralı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
9,574
Tepkime puanı
452
Puanları
0
Konum
İsLamBol
Web sitesi
cennetsarayi.blogcu.com
M.İslamoğlunun bazı görüşlerine cevaplar.

Mustafa İslamoğlunun,bazı görüşlerine yazılan reddiyeler...

==========================================
REDDİYE 1
==========================================
MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN GEREKÇELİ MEAL-TEFSİR KİTABINDA BİR ÂYETİN İNKÂRI

==========================================




Sohbetlerimize devam eden kardeşlerimizin: “Mustafa İslamoğlu nasıl biri? Kitapları okunabilir mi ve derslerine gidilebilir mi?” şeklindeki ısrarlı soruları üzerine bu fakir kardeşiniz, bu kişinin kitapları hakkında bir araştırma yapmak zorunluluğu hissettim. Elime geçen “Yahudileşme temâyülü” kitabı, bana bu kişinin ne kadar çelişkili ve karmaşık batıl görüşlere sahip biri olduğunu kolayca anlatmış oldu.


Rahmân ve Rahîm olan Allâh ism-i şerîfiyle!

Bizleri Ehl-i Sünnet itikadı üzere sabit kılan Allâh-u Te‘âlâ’ya hamd-ü senâdan, Cumhur’un yolundan ayrılanları, İslâm ipini boynundan çıkarmakla niteleyen Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e salât-ü selamdan ve O’nun yolundan bir karış bile ayrılmayan âl-i ashâbına hayırla duadan sonra: Sohbetlerimize devam eden kardeşlerimizin: “Mustafa İslamoğlu nasıl biri? Kitapları okunabilir mi ve derslerine gidilebilir mi?” şeklindeki ısrarlı soruları üzerine bu fakir kardeşiniz, bu kişinin kitapları hakkında bir araştırma yapmak zorunluluğu hissettim. Elime geçen “Yahudileşme temâyülü” kitabı bana bu kişinin ne kadar çelişkili ve karmaşık batıl görüşlere sahip biri olduğunu kolayca anlatmış oldu. Bu esnada fıkıh âlimlerinin cumhurunu, “Hayızlı kadınların camiye giremeyeceği” gibi bazı fetvalarından dolayı Yahudilere meyletmekle suçladığını görmem de işin tuzu biberi oldu.

Sonra bana verilen “Üç Muhammed” kitabında, onun Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in şanına tazim sadedinde yazılmış olan Kâzî İyaz (Rahimehullâh)ın “eş-Şifâ”sı ve İmâm-ı Süyûtî’nin “el-Hasâis”i gibi muteber eserlerde geçen sahih rivâyetleri tenkit ederek, “Bu kitaplarda anlatılan hârikulâde vasıfların Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)de bulunmadığı”nı söylemiş olduğunu görmem, bende tedavisi kabil olmayan çok derin bir yara açtı.

Ama daha sonra elime geçen “Gerekçeli Meal” kitabında onun, bu yazımızda örneklendireceğimiz üzere; “Teröristlerin cezasıyla ilgili” bir âyeti nasıl yok saydığını, “Tur dağının Yahudiler üzerine kaldırılması” gibi bazı mûcizeleri ne tür sudan bahanelerle reddettiğini ve “Uzeyr (Aleyhisselâm)ın yüz sene ölü bırakıldıktan sonra diriltilmesi” gibi, Allâh-u Te‘âlâ’nın yaşanmış olaylar olarak kıssa ettiği bir takım gerçekleri nasıl temsil ve mecaz olarak nitelediğini görünce, onun Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in şanına izafe ettiği nâkısaları ve müctehid imamları Yahudilere meyletmekle suçlayarak onlara attığı iftiraları yadırgamaz hale geldim.

İnşâallâh bu yazımızı takip edecek yazılarımızda, onun bu tür fasit ve müfsit görüşlerini ibtal etmek üzere bir takım ilmî reddiyeler kaleme alacağız. Ancak bu yazımızda Mâide Sûresinin otuzüçüncü âyet-i kerîmesinde geçen İslâm’ın önemli bir hükmünü nasıl yok saydığını beyan etmeyi münasib gördük. Şimdi ilk olarak kendisinin mealine ve dipnotuna hiç müdahale etmeksizin yazdıklarını size aynen aktaracağız, daha sonra da tahlilini hep birlikte yapacağız.

“Allah’a ve Rasûlü’ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğu yaymaya çalışanların öldürülmeleri ya da asılmaları veya muhalefetlerinden dolayı ellerinin ve ayaklarının kesilmesi, yahut bulundukları yerden sürülmeleri, sadece (âdil) bir karşılıktan ibarettir. Bu, onların dünyada uğradıkları zillettir; âhirette ise onları korkunç bir azap beklemektedir.”

Yazar bu âyetin dipnotunda (1/197) şu kaydı düşmüştür. “Bu cümle bir ‘inşa’ cümlesi değil bir ‘ihbar’ cümlesidir ve dolayısıyla Kur’an el ve ayakların çaprazlama kesilmesi gibi bir cezayı emretmemekte, sadece nakletmektedir. Bundan öte, Allah Rasû lü’nün hiçbir muhalife böylesi bir ceza uygulamadığı da tarihi bir gerçektir.”

Mezkûr şahsın mealini ve gerekçesini böylece okumuş oldunuz. Buna mukabil bir de Üstâdımız Mahmud Efendi Hazretlerinin hazırlamış olduğu “Kur’ân-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi”ndeki meale göz atalım. “Allâh’a ve Rasûl’ün(ün dostları olan müminler)e harp açmakta olan (ve insanların yollarını kesip mallarını çalan) o (imansız) kişilerin ve (Müslümanlardan da olsa) yer(yüzün)de fesat (ve bozgunculuk çıkartmak) için koşuşturan kimselerin cezası, (sadece öldürmekle yetinmişlerse,) ancak (kısas yoluyla) öldürülmeleri yahut (cinâyetle birlikte mal da gasbetmişlerse,) asılmaları veya (cinâyet işlemeyip sadece mal almışlarsa,) ellerinin ve ayaklarının çaprazdan kesilmesi ya da (korkutmadan başka bir şey yapmamışlarsa,) o (oturdukları) yerden sürül(üp hapse gönderil)meleridir.
İşte sana! Bu (cezalar), dünyâda onlar için büyük bir (alçaklık, rezillik ve) rüsvaylıktır, (günahlarının büyüklüğünden dolayı) âhirette ise kendileri için pek büyük bir azap vardır!”

Görüleceği üzere İslamoğlu, Kur’ân-ı Kerîm’in metninde olmayan birçok kelimeyi metne sokmasının yanısıra, dipnotta bu âyetin bir “İnşâ” değil de, bir “İhbar” olduğunu öne sürmüştür. Sizin anlayacağınız şekilde ifade etmem gerekirse, “İnşâ”, “Bir şeyi emretmek ve yapılmasını istemek” mânâsına gelmekte, “İhbâr” ise: “Evvelce olmuş bir şeyin vukuunu haber vermek ve nakletmek”tir.

Onun dediğine göre bu âyet-i kerîmede zikredilen ceza hükümleri, bir haber niteliği taşımaktaysa, bu haber kimlerin uygulamasını bize nakletmektedir. Böyle bir şey söz konusu olamaz. Ayrıca bu ceza uygulanmayacaksa, sadece anlatılıp geçilecekse bu durumda âyet-i kerîmede beyan edilen “Dünyadaki rüsvaylık” teröristlere nasıl ulaşacaktır.

Onlar bu cezalara maruz kalacak yerde sadece bunları hikâye gibi dinlediklerinde, rezil olacak yerde gülüp sevineceklerdir.
Yine böylece bu durumda bir sonraki âyet-i kerîmede konu edilen: “Ancak siz kendilerini yakalamadan tövbe edenler müstesna” kavl-i şerîfi, mânâsız boş bir kelâmdan öte geçmeyecektir. Çünkü ceza yoksa istisna ve müstesna mefhumları kime işletilecektir?!
Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de aynı ifadeyle zikredilen: “Fakat eğer onlar sizinle (Mescid-i Haram’da) savaş (başlat)ırlarsa, (oranın hürmetini önce onlar ihlâl ettiği için,) siz de (hiç aldırmadan) onlarla savaşın. İşte sana! Kâfirlerin cezası böylece (misilleme)dir.” (Bakara Sûresi:191)
“Hırsızlık yapan erkekle, hırsızlık yapan kadına gelince; her ikisinin (çalıp) kazanmış oldukları şeye ceza olarak, Allâh’tan caydırıcı bir azap olmak üzere ikisinin de (sağ) ellerini (bileklerinden) kesin!....” (Mâide Sûresi:38)
“Ey iman etmiş olan kimseler! Siz ihramlı kişilerken av öldürmeyin! İçinizden her kim onu kasten öldürürse, işte sana! (O kişinin yapması gereken;) öldürmüş olduğu hayvanın misli bir ceza (ödemesidir) ki; sizden adâlet sahibi iki kişi ona karar verecektir….” (Mâide Sûresi:95) âyet-i kerîmelerinde “Ceza” tabiri, hüküm ifade etmekteyken, burada konu edilen “Ceza”nın, üstelik: “Onların cezası ancak ve ancak budur” mânâsını ifade eden “İnnemâ” edatıyla zikredilmiş olmasına rağmen hükümsüz olması hangi delile dayanmaktadır. Bu konuda bu âyet-i kerîmenin hükmünü nesheden başka bir âyet-i kerîme yokken, bir âyet nasıl geçersiz addedilebilir.

Oysa Fahru’r-Râzî, Beyzâvî ve Nesefî gibi birçok tefsirde: “Allâh-u Te‘âlâ ile muhârebe yapılamayacağından dolayı burada Allâh-u Te‘âlâ’nın emirlerine muhâlefet eden ve Rasûlünün hükümlerine başkaldırmış olan kimselerin cezası konu edilmiştir” denilerek bu âyet-i kerîmenin bir haber niteliğinde olmayıp, İslâm’ın bir had cezasını beyan ettiği belirtilmiştir.

İslamoğlu bu âyet-i kerîmenin hükmünü yok saymakla kalmamış, üstelik “Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in böyle bir tatbikatı olmadığının tarihi bir gerçek olduğu”nu savunarak tarihi bir iftirada bulunmuştur. Zîrâ Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in bu hükmü işlettiği, en sahih kaynaklarda zikredilmektedir. Nitekim Enes (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatmıştır: “Ukl ve Urayne kabîlelerinden birtakım insanlar Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e gelerek Müslüman olduklarını açıkladılar. Fakat sonra Medine’nin havası kendilerine yaramayınca hastalanıp zayıflamaya başladılar ve ovadaki develerin yanına gidip onların sütlerinden içerek sağlıklarına kavuşmak için Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)den izin istediler.
Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in müsâadesi üzere Kuba civârındaki zekât develerinin yanında bir müddet kalıp iyileştiklerinde, dinden dönerek develerden birini boğazladılar, çobanlardan birinin ellerini ve ayaklarını kesip, diline ve gözlerine de diken batırarak ölünceye kadar kızgın güneşin altında bıraktılar, diğer develeri de alıp götürdüler.

Sağ kalan bir çobanın haberi üzerine Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yirmi kişilik bir müfrezeyi onların takibine gönderdi. Yakalanıp getirildiklerinde Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) onlara kısas yapılmasını emretti. Bunun üzerine o cânilerin gözleri çıkarıldı, elleri ve ayakları kesildi ve ölünceye kadar o hal üzere Harre tarafında bırakıldılar.” (Buhârî, Meğâzî: 34, No: 3956, 4/1535; Zekât: 67, No: 1430, 2/546; Müslim, Kasâme:2, no:1671, 3/1297; Neseî, Tahâret, 191, no:304, 1/174; Ebû Dâvûd, Hudûd:3, no:4364, 2/534; Tirmizî, Taharet:55, no:72, 1/106; İbni Mâce, Hudud:20, no:2578, 2/861; Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, no:12042, 4/214)

İslamoğlu’nun, bu rivâyetleri bilmeyecek kadar cahil biri olmadığını düşünürsek, Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in bu âyeti tatbik etmediğini söylemesi, bizde ister istemez burada bir sû-i kasd (kötü niyet) bulunduğu düşüncesini uyandırmıştır. Zaten bu kişinin bu rivayetleri bilmeyecek kadar cahil biri olduğunu kabullenmemiz durumunda da, yine insanları böyle bir kişiyi dinlememeleri ve kitaplarını okumamaları hususunda uyarmak boynumuzun borcudur.
Ayrıca bu âyet-i kerîme, teröristlere uygulanacak ceza hakkında Kur’ân-ı Kerim’de misli bulunmayan tek âyet olma özelliğini taşıdığı için bütün müctehidler tarafından işletildiği ve kendisinden ciltler dolusu hükümler istinbat edildiği, dört mezhebin fıkıh kitaplarında kaleme alınmıştır. Bu husustaki bazı genel hükümleri şöyle özetleyebiliriz.
El-Mevsû‘atü’l-Fıkhiyye isimli eserde (17/158-161) zikredildiğine göre: “Kendileri yakalanmadan önce tövbe etmedikleri müddetçe muharib (terörist)lerin cezalandırılmasının, kaldırılmaya ve bağışlanmaya elverişli olmayan İlâhî hadlerden bir had olduğu” hususunda fıkıh âlimleri arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu hususta temel teşkil eden nass ise; “Allâh’a ve Rasûl’üne harp açmakta olan o kişilerin ve yerde fesat için koşuşturan kimselerin cezası, ancak öldürülmeleri yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazdan kesilmesi ya da o yerden sürülmeleridir. İşte sana! Bu, dünyâda onlar için büyük bir rüsvaylıktır, âhirette ise kendileri için pek büyük bir azap vardır!

Ancak o kimseler müstesnâ ki kendilerine güç yetirmenizden önce tevbe etmiştirler! Bilin ki; Allâh gerçekten Ğafûr’dur; Rahîm’dir.” (Mâide Sûresi:33-34) âyet-i kerîmeleridir.

Fıkıh âlimleri, âyet-i kerîmede geçen cezaların nasıl uygulanacağı hakkında farklı görüşler serdetmişlerdir. Şâfi‘îler, Hanbelîler ve İmâm-ı Muhammed ile İmâm-ı Ebû Yûsuf (Radıyallâhu Anhum) bu hükümlerin âyet-i kerîmede geçen tertip üzere uygulanacağı ve hükümlerin işlenen suça göre taksim edileceği görüşüne gitmişlerdir. Buna göre; hem öldürüp hem mal alan öldürülüp asılır, sadece mal almakla yetinenin sağ el ve sol ayağı kesilir, eşkiyalık yapıp yolcuları korkutan, fakat öldürme ve mal alma gibi suçlara bulaşmayan kimseler sürgüne gönderilir. İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhumâ) da âyet-i kerîmeyi böylece tefsir etmiştir. (Ravzu’t-tâlib:4/155; el-Muğnî, 8/288; Ravzatu’t-tâlibîn:10/156-157; Metâlibü Üli’n-nühâ: 6/252-253; Nihâyetü’l-muhtâc:8/3) İmâm-ı Ebû Hanîfe (Radıyallâhu Anh)a göre; muharib kimse bir insan öldürmeden veya bir mal gasbetmeden yakalanırsa, tazir (azarlanma) cezasına çarptırıldıktan sonra tövbe edinceye kadar hapsedilir. Eğer hırsızlığın nisabı kadar (1.0,5 gram altın veya o değerde bir) mal almışsa eli ve ayağı çaprazdan kesilir, masum bir kişiyi öldürmüş, ama mal almamışsa öldürülür, hem cana kıymış hem de mal almışsa, ceza verme yetkisine sahip olan kimse, üç işten birini yapmakta serbesttir. Dilerse ellerini ve ayaklarını çaprazlama keser, sonra öldürür. İsterse sadece öldürür. İsterse asar. (Bedâi‘u’s-sanâi‘ : 7/94; İbni Âbidîn: 3/213; el-İhtiyâr:4/114) İmâm-ı Mâlik (Rahimehullâh)a göre ise; öldürenin mutlaka öldürülmesi gerekir. Ancak kılıç darbesiyle veya asılarak öldürülmesi hususunda yönetim serbesttir. Sadece yol kesmekle yetinseler bile idare hangisinin daha kârlı olduğunu gözeterek, öldürmek yahut asmak veya çaprazlama kesmek hususunda muhayyerdir. (Bidâyetü’l-müctehid:2/491-492; Şerhu’z-Zürkanî:8/110; Hâşiyetü’d-Düsûkî: 4/350; Tefsîru’l-Kurtubî: 6/152)

Görüldüğü üzere; dört mezhebin sahibleri olsun, mezheb içi müctehidler olsun, hepsi de bu âyet-i kerîmeyi tahlil ve tatbik etmişler, hiçbiri hükümsüz kabul etmemişlerdir. Hal böyle iken İslamoğlu’nun: “Bu âyet-i kerîme el ve ayak kesilmesini emretmemektedir, Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bunu yapmamıştır, bu sadece mücerred bir anlatımdır” demesi, bu âyeti hükümsüz kılması anlamına gelir ki bunun da inkârın bir türü olduğunda şüphe yoktur.

Burada beni daha çok şaşırtan şu olmuştur; İslâmoğlu’nun beyânına göre bu “Gerekçeli Meâl”in fıkhî notları Hayrettin Karaman’la müzâkere edilmiş! Bu durumda böyle bir târihî hatâ onun da mı gözünden kaçmış yoksa o da mı aynı görüşte?! Eyvâh ki ğarîb oldu şerî‘at-i Muhammed,
Ki kaldı bu misilli ulemânın eline!


Allâh-u Te‘âlâ’nın âyetlerinden birini inkâr, tümünü inkâr sayılacağına göre, işin ne boyuta vardığı siz okurlarımızın isabetli anlayışlarına havale edilmeye değer bir husustur. Artık “Kâfirlere İslâm’ı hoş gösterelim” derken İslâm’ın kol kesme, recm ve kısas gibi hükümlerini ve Allâh’ın ahkâm âyetlerini inkâra düşerek kâfirlerin durumuna düşmekten Allâh-u Te‘âlâ’ya sığınırız ve siz okurlarımızı, bütün Müslümanları bu hususta uyarmanız ve bu reddiyeleri okutmanız temennîlerimizle Allâh-u Te‘âlâ’ya emanet ederiz. Allâh-u Te‘âlâ’nın selâmı, rahmeti ve bereketleri hepinizin üzerine olsun.


NOT: KASRI ARİFAN DERGİSİ OCAK 2009 SAYISINDAN ALINTIDIR.CÜBBELİ AHMET HOCA
 

Alper...

MarmaranınKralı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
9,574
Tepkime puanı
452
Puanları
0
Konum
İsLamBol
Web sitesi
cennetsarayi.blogcu.com
Mustafa islamoğlu ye’cûc ve me’cûc’u da inkâr ediyor

Mustafa İslamoğlunun bazı görüşlerine verilen cevaplar
==========================================
REDDİYE 2
==========================================
MUSTAFA İSLAMOĞLU YE’CÛC VE ME’CÛC’U DA İNKÂR EDİYOR
==========================================

Bu yazılarımızdan etkilenerek yanlış inançlardan tevbe edenler ve yanlış insanlardan uzak duranlar olabilir ümidiyle bu reddiyelerimizi inşâallâh sürdüreceğiz. Sizden beklentimiz dikkatle ve insafla muhakeme etmeniz, bu yazımızın okunması hususunda iyiliği emretmeniz ve bu ilmî reddiyeleri yaymak dışında hiçbir şahsa hakaret ve nefretle dilinizi ve kalbinizi meşgul etmemenizdir.



Bizleri Kur’ân-ı Kerîm’e inanan ve buyurduklarını tahrife yeltenmeyen Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ten kılan Allâh-u Te‘âlâ’ya sonsuz hamd-ü senâlardan ve: “Benim ve ashâbımın sahip bulunduğumuz Cemaat inancından bir karış ayrılan kişi, muhakkak İslâm ipini boynundan çıkarmış olur” (Tirmizî, no:2641, 2863,) buyuran Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e ve Cemaati temsil eden ashâbına sınırsız salât-ü selâmdan sonra!

Bu ayki yazımız yine Ehli Sünnet müdâfaası ve Ehli Bidat reddiyesi kapsamında Mustafa İslamoğlu’nun Kur’an mealine ve tefsirine soktuğu bir bidati, bir tahrifi ve bir inkârı eleştirmek üzerine olacaktır. Tabi şunu sizlerle paylaşmak isterim ki; bizim, kişilerin şahsiyetine hakaret ve bazı kimselerden nefret gibi bir seciyemiz bulunmamaktadır. Zaten dînimiz de bize bu tür ahlâkı yasaklamaktadır. Biz ancak kişilerin yanlış bulduğumuz fikirlerini ilmî cevaplarla reddetmeye ve insanların bu yanlışlara inanarak îmandan çıkmamalarına gayret etmeye yönelik faaliyetler içerisinde olabiliriz. Zaten bundan başka bir şey düşünmeye bile vaktimiz yoktur. İnkârın îmanla, dalâletin de hidâyetle yer değiştirmesi neticesinde İslâm’a giren bir kâfire ve yola gelen bir dalâlet sahibine karşı fikrimizi ve tavrımızı değiştirmemiz bize emrolunduğuna göre, bidatten sünnete ve firak-ı dâlleden Ehl-i Sünnete dönen bir kimseye de aynı muameleyi revâ görürüz ki, bu da bizim kimseye karşı şahsî ve nefsî bir nefret ve adâvet taşımadığımızın en büyük göstergesidir.

Fakat şunu insafla düşünerek bize hak vermeniz gerekir ki, itikadımıza göre Ehl-i Sünnet dışı bulduğumuz bir kişinin, insanı dinden çıkaracağına kanaat getirdiğimiz görüşlerinin Ehl-i Sünnet mensupları arasında, bilgisizlik ve seçici olmamak nedeniyle kabul gördüğünü müşahede etmemize rağmen, bu kardeşlerimizi bu yanlış inançlara uymamaları hususunda uyarmamamız, inançlarını bizden duydukları ilimlere emânet eden sevenlerimize karşı büyük bir hıyânet olmaz mı ve bu kıyamet gününde büyük bir vebâli mûcib olmaz mı? Bir çukura doğru gittiğini gördüğümüz görme engelli bir kişiyi uyarmamaktan ve elinden tutup selâmet yoluna iletmemekten daha büyük bir vicdansızlık olabilir mi? İşte biz arz-ı ekber günü: “Yâ Rabbi! Biz doğru bildiklerimizi bildirdik ve kötülükten nehyettik, ama herkes bizi dinlemedi. Elimizde olmayan şeyler sebebiyle bizi muâhaze etme” diyebilmemiz için, bir de bu yazılarımızdan etkilenerek yanlış inançlardan tevbe edenler ve yanlış insanlardan uzak duranlar olabilir ümidiyle bu reddiyelerimizi inşâallâh sürdüreceğiz. Sizden beklentimiz dikkatle ve insafla muhakeme etmeniz, bu yazımızın okunması hususunda iyiliği emretmeniz ve bu ilmî reddiyeleri yaymak dışında hiçbir şahsa hakaret ve nefretle dilinizi ve kalbinizi meşgul etmemenizdir.

Bugünkü reddiye konumuz, İslamoğlu’nun Ye’cûc ve Me’cûc mevzuundaki bâtıl fikirleri Kur’ân-ı Kerîm meâline dahil etmiş olmasıdır.
Şöyle ki: İslamoğlu, “Hayat Kitabı Kur’an-Gerekçeli Meal-Tefsir” namındaki kitabının birinci cildinin 575. sayfasına denk gelen Kehf Sûresinin 94. âyet-i kerîmesinin notunda şu ifadelere yer vermiştir:
“Ye’cûc ve Me’cûc’e helâki hak eden tüm toplumlardan söz edilen bir pasajda daha değinilir (21:95-96). İkisi birlikte düşünüldüğünde, Ye’cuc ve Me’cuc’un belli bir zaman ve mekana has mahdut ve belirli bir topluluk olmadığı, her zaman ve mekânda ortaya çıkan yıkıcı ve tahripkar güçleri temsil ettiği anlaşılır. Ye’cûc ve me’cûc isimlerinin manaları ve ayrıntılı bir tahlil için 21:96’nın notuna bkz.”
Kendisinin bu konudaki görüşlerini imla hatalarına ve yazım çelişkilerine dahi riayet ederek hiçbir noktasını bile değiştirmeden naklettikten sonra, şimdi de havale ettiği notu yani Enbiyâ Sûresinin 96. âyet-i kerîmesinin dipnotunun bir bölümünü zikredelim:
“Musa Carullah’ın dediği gibi Ye’cûc-Me’cûc yeryüzünün her tarafında, her millette, her çağda bulunabilir. Kur’an’da, bunların cinsiyetleri, zaman ve mekânı sınırlanmamıştır. Günümüz itibarıyla askeri ve ekonomik gücüyle bütün yeryüzünü işgal etmiş olan egemen küresel güçler en dehşetli anlamıyla Ye’cûc ve Me’cûc’turlar.”

Evvelâ İslâmoğlu’nun, görüşünü benimseyerek kendisinden nakil yaptığı bu kişiyi tanıyalım: Mûsâ Cârullah, (1875-1949) yılları arasında yaşamış, bir çok yanlış fikirleri olan bir şahıstır. Onun, insanı dinden çıkaracak tek fikri bu değildir. Nitekim kendisi dinler tarihi araştırmalarının önemine temas sadedinde, dinlerden söz ederken birine hak, diğerine bâtıl demekten sakınmanın ve her dine saygı göstermenin gereğine inanmıştır. “Rahmet-i İlâhiyye Burhanları” adlı eserinde, âhirette daimi azabın İlâhî rahmete uygun olmayacağını ve İlâhî rahmetin herkesi kapsadığını söyler. (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, 31/215) Onun bu görüşlerinden anlaşıldığına göre; İslâm için hak, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi bâtıl dinler için bâtıl demekten sakınılması gerekiyormuş. Allâh-u Te‘âlâ nezdinde hak olan tek dînin İslâm olduğu Kur’ân-ı Kerîm’in sarih ifadesiyken, bize Allâh’ın hak dediği şeye hak demekten sakınmamız gerektiğini öğütleyen ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok yerinde kâfirlerin azabından bahsedilirken sadece “Sonsuz azapta kalacakları” mânâsını ifade eden “Hâlidîne” tabiriyle yetinilmeyip, tekid için peşisıra “Ebedâ” lafzı zikredildiği halde, Allâh-u Te‘âlâ’nın kendisine yakıştırdığı gazap ve azap sıfatlarını Allâh’a yakıştıramayarak sonsuz azabı inkâr etmek suretiyle, kâfir olan bir adamın görüşünü bir Kur’ân meâlinde nakletmek bile büyük bir cinayetken, üstelik bu kişinin bir çok âyetin müfâdını inkâra götüren bir dalâlet ifadesini, muhakemeye bile tâbî tutmaksızın kabule şâyân tek bir görüşmüş gibi hikâye etmek, elbette ki İslâm toplumuna yapılacak en büyük hainlik olmuştur. Oysa Ye’cûc ve Me’cûc kavimlerinin, Zülkarneyn’in yolculuğu sırasında uğradığı belli bir mıntıkada bulunan iki dağın arasına demir parçaları ile kurşun kullanarak yaptığı muhkem bir seddin arkasında bulunan iki ümmet oldukları, kıyamete yakın vaat edilen zaman gelinceye kadar o seddi delemeyecekleri ve insanlara zarar veremeyecekleri Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça belirtilmiştir.

Nitekim Allâh-u Te‘âlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Sonra yine o (Zülkarneyn doğuyla batı arasında, doğudan kuzeye doğru üçüncü bir yola girerek maksadına ulaştıracak) başka bir sebep izledi.

Nihâyet (aralarına sed yapacağı) o iki dağın arasına ulaştığı zaman onların önünde öyle bir toplum buldu ki, onlar (dillerinin garipliği ve akıllarının kıtlığı yüzünden) hiçbir söz anlamaya yanaşmıyorlardı.
(Oranın halkı) dediler ki: “Ey Zülkarneyn! Gerçekten Ye’cûc ve Me’cûc (isimli iki kabilenin mensupları) bu toprakta (katliâm, tahribât ve ekinleri telef etmek suretiyle) fesat çıkaran kimselerdir. Bizimle onlar arasında (bize saldırmalarını engelleyecek) bir sed yapmana karşılık sana bir vergi versek nasıl olur?”

(Zülkarneyn (Aleyhisselâm) onlara cevâben) dedi ki: Rabbimin beni içerisinde yerleştirmiş bulunduğu (mallar, mülkler, sebepler ve alet-edevât gibi gerekli) şeyler (sizin bana teklif ettiğiniz ücretten) daha iyidir.

Öyleyse siz bana (parayla değil de,) bir kuvvetle (; insan gücü ve güzel sanat becerisiyle) yardım edin de sizinle onlar arasında (istediğinizden daha) sağlam bir sed yapayım!

(Hadi) bana büyük demir parçaları getirin!” (Onlar da dediğini yaptılar. Böylece o yavaş yavaş demir kütlelerini dizmeye başladı.)
Nihâyet (dağların) karşılıklı iki kenarın arasını düzlediğinde: “ (Körüklerle demir parçalarına) üfleyin!” dedi. (Onların üflemesi) netice(sin)de onu (kızgın) bir ateş hâline çevirince (ilgililere): “Getirin bana da, onun üzerine erimiş bir bakır dökeyim!” dedi.

(Onlar söylenenleri harfiyyen yapınca, o sed iyice lehimlenerek sert bir dağ haline geliverdi. Derken Ye’cûc ve Me’cûc gelip, onu delmek ve üstüne tırmanmak istedilerse de) artık onlar onun üstüne çıkmaya da güç bulamadılar, onu azıcık delmeye de en ufak bir imkân bulamadılar. (Bunun üzerine Zülkarneyn (Aleyhisselâm)) dedi ki: “İşte bu (seddi yapmaya muvaffak olmam), Rabbimden (kullarına karşı) büyük bir rahmet (eseri)dir. Ama (kıyamete yakın o sed ardında kalan Ye’cûc ve Me’cûc’un insanlara musallat edilmesi hakkında) Rabbimin vaadi(nin gerçekleşme zamanı) gelince O onu yerle bir edecektir. Zaten Rabbimin vaadi dâima (yerini bulacak) bir hak olmuştur.
İşte o (seddin arkasından çıkacakları) gün (aralarında vukû bulacak izdiham nedeniyle) Biz onların bir kısmını diğer bir kısmın içerisinde deniz dalgası gibi çarpışmakta olduğu halde bırakmışızdır.
Derken sûr içerisine üfürüldü de, artık Biz onları (hesap ve ceza için) tam bir toplayışla cem ettik!” (Kehf Sûresi:92-99)

Diğer bir âyet-i kerîmesinde de onların şu anda dünya halkı içerisinde fesat çıkaramadıklarını, ama vakti gelip sedleri delinince süratlice her tarafa yayılacaklarını beyan sadedinde şöyle buyurmuştur:
“(Hakkı bildikleri halde onda birleşmeyen kâfir milletlerin helâkleri böylece sürüp gidecek,) nihâyet Ye’cûc ve Me’cûc (seddi) açılınca ki, onlar (dağ ve tepe gibi) her yüksek yerden (inerek, ekinlere ve canlılara saldırmak üzere) süratlice koşacaklar!” (Enbiyâ Sûresi:96)
Ye’cûc ve Me’cûc hakkındaki hadîs-i şerîfleri konu edecek olursak bunlar ciltler dolusu kitaplara mevzu olacak kadar fazladır. Ama bunları özetleyerek konumuzu aydınlatmaya yeterli olacak bir kısmını zikredecek olursak: “Ye’cûc ve Me’cûc Âdemoğullarından iki kabilenin ismidir. Kıyâmete yakın Îsâ (Aleyhisselâm) inerek Deccal’ı helâk ettikten sonra Zülkarneyn’in bina ettiği sed açılarak, Ye’cûc ve Me’cûc kavimleri dağ ve tepe gibi yüksek yerlerden akın ederek insanlara karışacak ve her şeyi yiyip içmeleri üzerine göller dahî kuruyacak, neticede büyük bir kıtlık baş gösterecektir. Sonra Îsâ (Aleyhisselâm)ın duasıyla boyunlarına musallat olan deve kurduyla top yekûn helâk olacaklardır, leşleri dünyâyı doldurunca Îsâ (Aleyhisselâm)ın duasıyla Allâh-u Te‘âlâ, uzun boyunlu develere benzeyen birtakım kuşları göndererek o leşleri dilediği yerlere attıracaktır. Daha sonra Allâh-u Te‘âlâ’nın göndereceği yağmurlarla yeryüzü onların pisliklerinden yıkanacaktır.
Sonunda Allâh-u Te‘âlâ yeryüzünü cennet gibi yeşertecek ve Îsâ (Aleyhisselâm)ın beraberinde olan tüm müminlerin durumları düzelecektir. (İbni Mâce, Fiten: 33, no: 4075-4077, 2/1358; Tirmizî, Fiten: 59, no: 2240, 4/510)

Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) sed hakkında şöyle buyurmuştur:
“Ye’cûc ve Me’cûc her gün onu kazarlar, tam delmeye yaklaştıklarında başlarındaki yetkili: ‘Dönün, yarın onu delersiniz’ der. Ama Allâh-u Te‘âlâ onu eskisi gibi sağlam şekle döndürür. Nihayet müddetlerinin sonuna ulaşıp Allâh onları insanlara musallat etmek istediğinde görevlileri: ‘Dönün, yarın inşâallâh onu delersiniz’ der. Döndüklerinde onu, bıraktıkları hâli üzere bulurlar ve onu delerek insanlara saldırırlar, bütün suları içerler, insanlar onlardan kaçmaya başlar. Bunun üzerine oklarını göğe doğru atarlar, onlar kana bulanmış halde kendilerine geri dönünce kibir ve kasvetlerinden dolayı: ‘Yer ehline galip geldik, göktekileri de mağlup ettik’ derler. O zaman Allâh-u Te‘âlâ onların üzerine, enselerine yapışan bir kurt musallat eder de böylece onları helâk eder.” (Ebû Ya‘lâ, no:6436; Hâkim, el-Müstedrek: 4/488; Abdürrezzâk, el-Musannef, 2/28,29; Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, no:10632, 16/369; Tirmizî, no:3153; İbni Mâce, no:4080; İbni Hibbân, no:6829)

Ebu’z-Zâhiriyye (Radıyallâhu Anh)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Müslümanların kıyamete yakın çıkacak fitnelerden sığınağı Dimeşk’tir, Deccal’dan sığınakları Beyt-i Makdis’dir, Ye’cûc ve Me’cûc’den sığınakları ise Tûr Mescidi’dir.” (İbni Ebî Şeybe, el-Musannef, 5/324, 325, 12/191)

Zeyneb binti Cahş (Radıyallâhu Anhâ) şöyle anlatmıştır: Bir gün Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yüzü kızarmış vaziyette uykusundan uyandı.
Bir yandan da şöyle diyordu: “Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur, çok yaklaşan bir şerden dolayı vay Arapların başına gelecek olanlara! Bu gün Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddinden şu kadar (az bir miktar) açılmıştır.” (Buhârî, no:3346, 3598, 7059, 7135; Müslim, no:2880)
Ebû Sa‘îd el-Hudrî (Radıyallâhu Anh) dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Ye’cûc ve Me’cûc açılacak, onlar Allâh-u Te‘âlâ’nın: ‘Her yüksek yerden boşalıyorlar’ buyurduğu gibi, insanlara musallat olacaklar, Müslümanlar onlardan kaçarak şehirlerine ve kalelerine çekilecekler, hayvanlarını bile yanlarına toplayacaklar. Ye’cûc ve Me’cûc yeryüzünün sularını içecekler, bir nehre uğradıklarında onu kupkuru bırakacaklar, arkalarından gelenler: ‘Bir zamanlar burada su vardı’ diyecekler. İnsanlardan özel sığınaklara girmeyen kimse kalmayınca onların sözcüsü: ‘İşte yer halkından kurtulduk, şimdi gök ehli kaldı’ diyecek…” (Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, no:11731, 18/256; İbni Mâce, 4079; Ebû Ya‘lâ, 1144, 1351; Taberî, 15/399; İbni Hibbân, no:6830; Hâkim, el-Müstedrek: 2/245, 4/489)
Kıymetli okuyucularımız! Takdiri size bırakıyoruz. Bu iki kavmin kimlikleri, Zülkarneyn’in seddi arkasında yaşadıkları, kıyamete yakın Allâh-u Te‘âlâ’nın parçalamasıyla sed açılarak insanlara musallat olacakları, onlardan kaçanların Tur dağına sığınacakları ve Îsâ (Aleyhisselâm) indikten sonra onun duâsıyla helâk edilecekleri bunca âyet-i kerîme ve mânen mütevâtir olan sahih hadîs-i şerîflerde şüpheye mahal bırakmayacak sarih ifadelerle anlatılmışken, bu iki kavmin belli bir cinsiyetle, zaman ve mekânla kayıtlı olmadığı ve hâli hâzırda dünya üzerindeki tüm teröristlerin ve tahakküm gücünü elinde bulunduran siyâsi ve ekonomik güçlerin Ye’cûc ve Me’cûc olduğunu söylemek, Kehf Sûresinin âyetlerinde zamanı ve mekânı, yapım tarihi ve yapı malzemeleri zikredilen böyle bir seddin ve arkasında kalan iki kavmin mevcûdiyetinin inkârı anlamına gelmez mi?

Bu tür milletlerin her zamanda ve her mekanda bulunduğunu söylemek, Kehf ve Enbiyâ Sûrelerinin âyetlerinde açıkça ifade edilmiş olan: “Vakti gelince seddin parçalanacağı” gerçeğini reddetmek mânâsı taşımaz mı? Bunca hadîs-i şerîf ve rivâyetlerde bu toplumların suları kurutacakları ve her türlü ifsadı yapacakları açıklanmışken, bu gün bir testi suyu bile birden içemeyen müfsitleri bunlar yerine ikame etmek, bu hadîs-i şerîf ve rivayetleri tanımamak olmaz mı? İslamoğlu’nun Ye’cûc ve Me’cûc hakkında kabule şâyan bularak naklettiği bu görüş, bunca âyet-i kerîmeyi ve mütevâtir hadîs-i şerîfleri inkâr etmek demek değilse, artık bu âyetleri ve hadîs-i şerîfleri inkâr etmek daha başka nasıl düşünülebilir? Bunca tahrif ve tevil, küfür ve inkâr sayılmayacaksa artık dinde adına inkâr denecek hiçbir şey kalmamış demektir. Çünkü bunların iki kavim olarak adlandırılmaları, onların her milletten olabileceği görüşünü çürütmüştür. Zülkarneyn’in yaptığı seddin arkasında bulunmaları ve âhir zamana kadar oradan çıkamayacak olmaları, onları belli bir bölgede sınırlamıştır.

Başka bir noktadan düşünecek olursak, kıyamete yakın sed parçalanmadan yerlerinden ayrılamayacak olmalarının bildirilmesi, şu anda dünyanın herhangi bir yerinde kesinlikle bulunamayacaklarını ifade etmektedir. Bu meseleler, biri varsa diğeri yok olacak kadar açık konularken, Allâh-u Te‘âlâ’nın: “Onlar seddin arkasındadır ve Benim vâdem gelinceye kadar oradan çıkamayacaklardır” buyurduğu bir mevzuda: “Yok onlar belli bir yerde sınırlı değildirler, her yerde ifsat yapanlar onlardır” demek, “Allâh-u Te‘âlâ’nın buyurduğu gibi değil, benim dediğim gibidir” demekten başka ne mânâ ifade eder.
Artık Allâh-u Te‘âlâ’dan niyazımız, bizi de, siz okurlarımızı da, tüm sevdiklerimizi de Allâh-u Te‘âlâ’yı ve Rasûlünü yalancı çıkaran kişileri dinlemekten, kitaplarını okumaktan ve görüşlerine kapılmaktan muhafaza etmesidir. Bu konuda tek güvencemiz Allâh-u Te‘âlâ’nın fazl-u keremidir. Allâh-u Te‘âlâ’nın âyetleri, Meâl ve Tefsir adı altında yazılan hurafelerde açıkça inkâr edilirken: “Bu adam bilgili ve kültürlü biridir, elbet bir bildiği vardır” diyenlere ve aklını kullanmayıp kiraya verenlere çokça rastladığımız şu ortamda, akıllarımızı ve îmanlarımızı Allâh’a emanet ederiz. Şüphesiz ki O, emanetleri zayi etmez ve vâdine hulfetmez.

Bir dahaki ay görüşünceye kadar Allâh-u Te‘âlâ’ya emânet olunuz.


NOT; Bu yazı kasri arifan dergisi şubat 2009 sayısından alıntıdır.Ahmet Mahmut Ünlü.Cübbeli ahmet hoca efendi.
 

ıtri

Üye
Katılım
30 Ağu 2009
Mesajlar
1,235
Tepkime puanı
153
Puanları
0
Yaş
37
Konum
Ankara
Allah razı olsun Alper, Serdengeçti ve bu başlıkta İslamoğlu'nu hak ettiği yerde gören diğer kardeşlerim. Abartmaya gerek yok. İslamoğlu ve benzeri muhrip isimleri büyütmeye, göklere çıkarmaya gerek yok. İslam'ın ve Müslümanların ölçüsü, delili, mesnedi, biricik kaynağı bu şahıslar değildir. Bu şahıslar Müçtehid imam değildir. Bu şahıslar itibara şayan Mezhep sahibi de değillerdir. Kendi şahsi fikirleri kendilerini bağlar. İslamoğlu gibilerine "büyü" yemiş gibi hayranlık duyanlara da Allah'tan şifa diliyorum. Peygamber Efendimizin mübarek kelamını Ümmetine hatırlatmayı bir şeref vesilesi sayarım: "Şüphesiz bu din ilmidir. Öyleyse dininizi kimden öğrendiğinize dikkat ediniz" Sözün en başına dönecek olursak.



Efendiler, nefsimize hoş gelir hoş gelmez: Ehli Sünnet demek Peygamber Efendimiz ve Ashabının inandıkları ve yaşadıklarıdır. O zamandan beridir Hak üzere yani Peygamberimiz ve Ashabının izi üzere devam edegelen bir topluluk vardır. Kıyamete kadar da Hak üzere olacaklar. Bunlar Ehli Sünnet Uleması ve Meşayıhıdır. Bu topluluğun bize intikal ettirdiği gibi inanıp yaşamayan ateştedir; Nar ehlidir. Bu topluluğa uymayan bütün görüşler, anlayışlar, hükümler perişanlıktır, değersizdir, vebaldir, sorumlu kılar.

Bugün 4 Hak Mezhepten birine; ülkemiz için ağırlıkla Hanefi ve Şafii Mezheplerinden birisine sıkı sıkıya ve titizce bağlananlar, inancına bid'at bulaştırmayanlar ve Mezhebini tatbik edenler inşallah Fırka-i Naciden olacaklardır.

İmam Rabbani Hz.leri yukarıda özetini verdiğimiz hususiyeti tafsilatıyla anlattıktan sonra ifade ederler:

"Bu sözlerimize razı olmayanlar, kimin doğru yolda olduğunu anlayacakladır. Bakalım onların dediği mi yoksa bizim dediğimiz mi, ortaya çıkması yakındır"

Ves'selam.

İyiki Cennetin, salahın, sırati müstagimin sahibi siz değilsiniz. Yoksa sizin gibi düşünmeyenlere bunları zırnık koklatmayacaksınız.

Birisi "en iyisi dinsiz olalım. o zaman ortada ne hanefi kalır ,ne şafii... çözüm dinsizlik o zaman.Çözümlere şüpheyle gidiliyorsa , şüphenin sonu imansızlıktır." böyle yazarak neyi anlatmak istiyor, iyiniyetle düşünmek istiyorum ama mezhepsiz ama müslüman olanı dinsizle eş tutma manasına gelen ifadeler, hoş ifadeler değil.

Mezhep islam tarihinde hicetten 300 yıldan sonra başlıyor. Ne olacak o büyük şahsiyetleri hepten.... haşa sümme haşa.
Ya gidin işinize.. Kur'an-ı Kerin ne diyor: "Sizin dininiz (düşünceniz) size, bizim dinimiz (düşüncemiz) bize"
Biz Allah'ın o engin geniş rahmetine , mağfiretine sığınıyoruz. O rahmet hepimize yater.
Tartışmalarınızı başka yere saklayın.
 

ıtri

Üye
Katılım
30 Ağu 2009
Mesajlar
1,235
Tepkime puanı
153
Puanları
0
Yaş
37
Konum
Ankara
Bu kişiya ait toplam kaç konu açmayı düşünüyorsunuz?
Bütün işleriniz bittide İslamoğlu mu kaldı?
Allah kimseyi doğru yoldan kimseyi ayırmasın. amin.
Sizde İslam alimleri ile uğraşmak yerine başka uğraşlar bulmanızı tavsiye ederim.
Tabi tutmayabilirsiniz.
 

Cümle Mühendisi

Ordinaryus
Katılım
2 Tem 2006
Mesajlar
4,181
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Konum
İzmir
Web sitesi
muhammedesad.blogcu.com
Bu kişiya ait toplam kaç konu açmayı düşünüyorsunuz?
Bütün işleriniz bittide İslamoğlu mu kaldı?
Allah kimseyi doğru yoldan kimseyi ayırmasın. amin.
Sizde İslam alimleri ile uğraşmak yerine başka uğraşlar bulmanızı tavsiye ederim.
Tabi tutmayabilirsiniz.

İddialara ilmî cevaplar vererek konuyu açanları susturabilirsiniz...
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
mustafa yı tanımam kitaplarını almam.
sonuçta birileri onu alim olarak kabul ediyorsa
bizim için mahsuru mu var.

ayetlerin tefsiri konusunda çeşitli alimlerin farklı görüşleri olabilir.
ama bunu rahmet olarak görmeliyiz.
 
Katılım
14 May 2008
Mesajlar
2,994
Tepkime puanı
93
Puanları
0
Tabi her bozuk kimsenin doğru savunucuları (Yani buna bozukluğu yakıştırmayan veya yazdıklarını söylediklerini doğru sanan kimseler manasında )vardır.
Onun için bunlara hiç bir şey kar etmez,Çünkü bunlar la deyip lo demeyen çinstir.Bırakın bu bozuk yollarında debelenip dursunlar.
 
Katılım
14 May 2008
Mesajlar
2,994
Tepkime puanı
93
Puanları
0
Muhterem Ahmet Ünlü diyer namıyla Cübbeli Ahmet hoca'ya binlerce teşekkürler ederiz.Ehli Sünneti müdafa ediyor.Bu mübarek yolun tahripcilerinin kimler olduğunu ortaya koyuyor ve bunlara verdiği çevablarla içyüzlerini deşifre ediyor.Müslümanları uyarıyor bir manada Müslümanlara hamilik yapıyor.Allah'üTeala Hazretleri kendisinden ve böyle olan diğer kimselerden Razı olsun.
 
Katılım
14 May 2008
Mesajlar
2,994
Tepkime puanı
93
Puanları
0
mustafa yı tanımam kitaplarını almam.
sonuçta birileri onu alim olarak kabul ediyorsa
bizim için mahsuru mu var.

ayetlerin tefsiri konusunda çeşitli alimlerin farklı görüşleri olabilir.
ama bunu rahmet olarak görmeliyiz.
ayetlerin tefsiri konusunda çeşitli alimlerin farklı görüşleri olabilir.
ama bunu rahmet olarak görmeliyiz.
Yahu arkadaş demek her bozuk görüş Rahmet öylemi.?
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
bizim yazdklarımıza salata diyen insanların yazdıklarıda keşke salata olabilseydi bari bir işe yarardı
mezhepi din diye millete anlatıyorsunuz ya helal olsun sizlere
ben şahıslardan bahsetmiyorum kimseyide savunmadım savunmuyorum
sorulara birlikte cevap bulalım diyoruz ama sizler karşınızda ki insanları dinsiz yapıyorsunuz
Lafa gelince 70 kapısından bahseder ama kendi kapınız dışındaki herkesi dinsiz görürsünüz bu mu akletmeniz.
akletmiyormuşuz siz aklınızı kiraya vermişsiniz birde kalkıp akletmeden bahsediyorsunuz el insaf
şahıslarla işim yok benim cüppeli cüpbesiz mustafa ali hasan ben fikirlerden bahsediyorum ama ...
neyse Rabb'im kimin ne düşündüğünüde ne yaptığınıda biliyor
herkes kendi yoluna kimsenin inancına kimsenin düşüncesine kimsenin hocasına söz çıkmaz benim dilimden varsa fikri olan açar konuyu sataşmadan birilerinin arkasına saklanmadan tartışır.
Magazin basını gibi kim ne demiş ne giymiş miş miş miş
 

MECZUP

Profesör
Katılım
5 Ağu 2010
Mesajlar
887
Tepkime puanı
178
Puanları
0
Konum
Bî mekân..
Kimin ne demesi tabikide önemli değildir ! Lakin DİN adına herkes istediğini diyemez ! İslam dini mantık dini değildir ki .....

Kur'an-ı Kerim,sünnet, icmai ümmet, kıyası fukaha....
 

Alper...

MarmaranınKralı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
9,574
Tepkime puanı
452
Puanları
0
Konum
İsLamBol
Web sitesi
cennetsarayi.blogcu.com
İnsan bazı zaman sıkıla biliyormuş,Yahu mübarekler.Ben şahsım adına konuşayım.Hiç bir insanın cehenneme düşmesini istemem.Müslüman kardeşlerim de aynı şeyi benim hakkımda düşünürler.Peygamberimizin aleyhisselam bir hadisi var,ateşe üşüşen kelebeklerden bahseder ve derki, ben de sizi o ateşten uzaklaştırmaya çalışıyorum ama içine atlamaya çabalıyorsunuz.

Mezhepsizlik dinsizlik değilse,nedir o zaman? ben bunu iyi niyetle soruyorum ve iyi niyetle cevap bekliyorum.
 

Alper...

MarmaranınKralı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
9,574
Tepkime puanı
452
Puanları
0
Konum
İsLamBol
Web sitesi
cennetsarayi.blogcu.com
M.İslamoğlunun Bazı Görüşlerine Cevaplar...
===========================================
REDDİYELER 3
===========================================

MUSTAFA İSLAMOĞLU ‘BEŞERİN EN ÜSTÜNÜ’NÜN BÂZI ÜSTÜNLÜKLERİNİ İNKÂR EDERKEN BİZ O SEVGİLİYE VEFÂ BORCUMUZU NASIL ÖDEYEBİLİRİZ?


Bu reddiyeleri kaç kişiye ulaştırırsanız ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını tasğir ve şerefini tenkis için uydurulan bu hezeyanlara inanarak Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şefâatinden mahrum olmaktan kimleri kurtarırsanız, Allâh ve Rasûlü nezdinde o denli mahbûbiyet ve makbûliyet kesbedecek ve Makâm-ı Mahmûd’un Sâhibinin ırzını ve haysiyetini koruyan bahtiyarlar zümresinde haşrolunacaksınız.



İdrâkiyle müşerref olacağımız Mevlid ayı olan Rebî’u’l-evvel ayında Rahmeten li’l-âlemîn olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i bize gönderen Allâh-u Te’âlâ’ya sonsuz hamd-ü senâlardan, kendisi: “Ben ancak çokça hidâyet eden bir rahmetim” buyuran Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e ve âl-i ashâbına sınırsız salât-ü selâmlardan sonra!
Bu ayki yazımızın başlığından da anlayacağınız üzere; Kâdı Iyâz, Suyûtî ve Nebhânî gibi büyükler işlerini güçlerini, keyiflerini ve zevklerini terkedip bütün ömürlerini Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dînine ve O’nun fazîletlerinin neşrine hizmet uğrunda kitaplar yazmaya vakfetmişlerken, Mustafa İslamoğlu gibi birileri de bütün mesâilerini Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bâzı fazîletlerini inkâr etme ve insanlara da bu inkârcı fikirleri telkin etme uğrunda hebâ etmektedirler. Ne yazık ki, İslâmî ilimlerden yoksun olan günümüz Müslümanlarının bir kısmı, canları gibi hattâ canlarından ileri sevdiklerini iddiâ ettikleri Peygamberlerinin en sahîh kaynaklarda yer alan fazîletlerini hayâsızca ve pervâsızca inkâr eden bu kişi hakkında hâlâ: “O kültürlü ve âlim biridir, belki bir bildiği vardır, Cübbeli Hoca niçin Müslümanların aleyhinde konuşuyor?” diyebilmekte, böylece de icmâa muhâlefetten başka hiçbir meziyeti olmayan bu kişinin şaz görüşleri karşısında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, kendisi hakkındaki açık beyanlarını, sahâbenin kavlî ve fîlî tatbîkâtını ve on dört asır ulemâsının cumhûrunun görüşlerini rahatlıkla göz ardı edebilmektedirler. Bu reddiyeleri hazırlamam ve sohbetlerimde bu konuları gündeme getirmem husûsunda beni tenkid edenleri insâfa dâvet ederek kendilerine şu soruyu yöneltiyorum: “Mustafa İslamoğlu “Yahudileşme Temâyülü” kitabında; hayızlı kadının mescide girmesinin helal olmadığını söyleyen Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)i, ashâbını ve günümüze kadar gelip geçmiş dört mezheb ulemâsının tümünü Yahudilere meyletmekle ithâm ederken, “Üç Muhammed” kitabında ise, Ka’bu’l-Ahbâr gibi, sahâbenin dahi kendisinden ilim öğrendiği yüce bir Tâbi’î’yi, Yahudi Kabbalizmine dayalı hadis uydurmakla suçlarken, ayrıca Şifâ-i Şerîf sâhibi Kâdı Iyâz ve Hasâis sâhibi Suyûtî gibi büyükleri, dolayısıyla onların kaynak gösterdikleri Buhârî, Müslim ve Ahmed ibni Hanbel gibi muhaddis ve müctehitleri Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e karizma kazandırmak için hadis uydurma iftirâsıyla karalarken hiç çekinmiyor da, ben bu zatları ve doğru görüşlerini müdâfaa uğrunda reddiye hazırlarken niye çekineyim? Ayrıca şunu soruyorum: “İnsanlar ona ‘Sen bu büyükler hakkında nasıl böyle ağır ithamlarda bulunabiliyorsun ve bunca sahîh hadisi nasıl inkâr edebiliyorsun, sen bu cesâreti nereden alıyorsun?’ diyecekleri yerde, nasıl oluyor da bana: ‘Sen bu kişinin hakkında nasıl konuşabiliyorsun’ diyebiliyorlar.”

İşte bu fakir kardeşiniz vakitlerimin darlığına, işlerimin yoğunluğuna ve sağlığımın bozukluğuna rağmen Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şefâatine nâil olma umûduyla ve kendisinin, fazîletlerini isbat husûsunda gayret gösterenlere ulaştırdığı himmet beklentisiyle, bir de Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bizim üzerimizdeki sonsuz haklarının bir kısmını te’diye niyetiyle bu Mevlid ayında İslamoğlu’na karşı bu reddiyeleri hazırlamaya gayret ettim. Allâh-u Te’âlâ bu gayretimi Kendi katında makbûl eyleyip, Habîbi nezdine de mârûz eylesin. Artık bu ay ve bu dem vefâ vaktidir. Kasr-ı Ârifân okuyucuları olan sizler bu reddiyeleri kaç kişiye ulaştırırsanız ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını tasğir ve şerefini tenkis için uydurulan bu hezeyanlara inanarak Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şefâatinden mahrum olmaktan kimleri kurtarırsanız, Allâh ve Rasûlü nezdinde o denli mahbûbiyet ve makbûliyet kesbedecek ve Makâm-ı Mahmûd’un Sâhibinin ırzını ve haysiyetini koruyan bahtiyarlar zümresinde haşrolunacaksınız. İnanın ki bunu size tüm samîmiyetimle söylüyorum ve Rabbimin huzûrunda karşılaştığımızda Habîbinin sancağı şerîfi altında O’nu sevenler ve savunanlar arasında buluşmayı size vâad ediyorum. Çünkü bu garip zamanda Kâinatın Efendisi için fedâkarlıkta bulunanların ecri aslâ zâyi edilmeyecektir.

Şimdi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını düşürmek için bâzı başlıklar altında toplanan bâtıl fikirleri, dergimizde bize ayrılan bölümün sınırlılığını da göz önünde bulundurarak kısaca reddetmeye çalışalım.

RASÛLÜLLÂH (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) BİZİM GİBİ BİR BEŞER DEĞİLDİR

İslamoğlu Tevbe Sûresi’nin yüz yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinde geçen: “Size kendi nefislerinizden olan bir Rasûl geldi” cümleyi celîlesinin tefsîrinde bakın ne diyor:
“Bu ibârenin en geniş anlamı: ‘Melek ya da olağanüstü yetilere sâhip biri değil, sizden, sizin gibi insan bir peygamber’ demektir.” (Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’ân Gerekçeli Meâl Tefsîr, 1/367)
Ben de size bu ibârenin daha geniş anlamını söyleyecek olursam: “Peygamberde olağanüstü yâni herkesin yapamayacağı hârikulâdelikler, daha açık bir ifâdeyle, bir benzerini yapabilmekten herkesi âciz bırakacak mûcizeler yoktur” demek istiyor. Çünkü “olağanüstü” tâbiri; “alışılagelmemiş ve herkesin yapabileceği bir şey olmanın fevkinde olan” mânâsında kullanılmaktadır ki, bunun karşılığı; peygamberlere mahsus olan “mûcize”den başka bir şey olamaz. Zâten İslamoğlu “Üç Muhammed” adlı kitabının bir çok yerinde Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ancak bir beşer olduğu konusunu işlerken, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in diğer insanlardan farklı ve üstün olan bir çok husûsiyetini teker teker çürütmeye çalışıyor. Nitekim o “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, arkasını da önü gibi gördüğü”nü söyleyen ve bu görmenin, gözün görüşüyle aynı olduğunu kabûl eden Ahmed ibni Hanbel gibi ulemânın ekseriyetinin bu husustaki hadisleri yanlış anladıklarını söylüyor. (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:86-87)


Oysa bir çok hadîs-i şerîfte geçen: “Ben önümden gördüğüm gibi ardımdan da görüyorum” (Muvattâ, 1/167, Buhârî, no:742, Müslim, no:423) ifâdesi, bu konuda hiçbir yanlış anlayışa mecâl bırakmıyor. İslamoğlu bununla da kalmayıp, bütün dinlerin hak olduğunu ve Allâh’ın azâbının sonsuz olmadığını savunan Mûsa Cârullâh gibi bir mülhidin: “Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor. Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:34) şeklindeki inkâr kokan hezeyânını kendi deyimiyle ‘sarsıcı beyânını’ benimseyerek naklediyor.
Belki de bunun içindir ki, İslamoğlu, Emine Şenlikoğlu ile yaptığı bir mülâkatta: “İnsan kendini peygamber de sanabilir, ilâh da sanabilir” gibi lafları rahatça sarfedebiliyor. “Milleti nasıl bilirsin?” diye sorulan bir adamın: “Kendim gibi” demesi gibi, İslamoğlu da bu gibi düşüncelerin insanın aklından geçebileceğini söylüyor. Oysa şükrolsun ben bu yaşıma kadar hiç böyle bir şey düşünmedim, hattâ kâmil mânâda bir Müslüman olduğumu bile düşünemedim. Ama: “Peygamber herkes gibi bir insandır, herkes de peygamber gibi bir insandır” zihniyetinin, bu gibi vesveselere yataklık yapması kaçınılmazdır.
Evet. Allâh-u Te’âlâ Kehf Sûresi’nin sonunda Habîbine: “Ben de sizin gibi bir beşerim” demesini emrediyor. Ama böylece, “Size gönderdiğim Peygamber, melekten ve cinden olmayıp, sizin gibi insan cinsinden olduğu için, O’na tâbî olmanız kolay olacaktır” buyurmak istiyor. Yoksa: “O sizin gibi, siz de O’nun gibisiniz, aranızda hiçbir fark yok” buyurmak istemiyor. Zâten peşi sıra: “Bana vahiy geliyor” sıfatını ekletmesi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in diğer insanlardan ne kadar farklı olduğunu ortaya koyuyor. Cebrâîl’in kendisine vahiy getirdiği bir zât ile, şeytanların vesveselerinden kurtulamayan sâir insanlar arasında bir fark olmadığını söylemek de şeytanların telkînâtından biri olsa gerektir.


“Parmağının işâretiyle ay yarılan” (Buhârî, no:4864, Müslim, no:2800), “Parmaklarının arasından yüz bin kişilik orduya yetecek kadar su çıkan” (Buhârî, no:4152), “İki kişilik yemeği bin kişiye yedirip hepsini doyuran” (Buhârî, no:4102, Müslim, no:2039), “Ağaçlar bile dile gelip kendisinin peygamberliğine şâhitlik yapan” (Bezzâr, no:2411, Dârimî, no:16, Ebû Yâ’lâ, no:5662), “Ayrılığına dayanamayarak hurma kütüğü inleyen” (Buhârî, no:3583, İbni Mâce, no:1414), “Kendisine ağaçlar bile selâm veren” (Müslim, no:2277, Tirmizî, no:3626), “Elinde çakıl taşları tesbih eden” (Bezzâr, no:2413), “Kurt kendisiyle konuşan” (Buhârî, no:3690, Müslim, no:2388), “Pişmiş koyun kendisine zehirli olduğunu haber veren” (Buhârî, no.3169, Ebû Dâvûd, no:4512) ve “Kendisi hürmetine Allâh’a duâ eden bir âmânın ânında gözlerine kavuşmasına vesîle olan” (Tirmizî, no:3578, İbni Mâce, no:1385) bir zâtın, bizim gibi bir beşer olduğunu, her birimizin de bir peygamber gibi olduğunu nakleden bir adamın görüşleri reddedilmeye bile değmezken ne yapalım ki, içinde bulunduğumuz zamânın getirdiği câhillik ve yağcılık şartları bizi buna mecbur bırakmıştır.
Bu sözün sonunu şâirin şu beytiyle bitirelim:

“Muhammed beşerdir ama değildir beşer gibi,
Doğrusu O yâkuttur, insanlar taşlar gibi.”

İSLAMOĞLU KARAR VERSİN, TABERÎ ONA GÖRE MÛTEBER MİDİR, DEĞİL MİDİR?

İslamoğlu bizi kastederek açıkladığı sözlü bir cevapta: “Bir insanın Ehl-i Sünnet olduğunu nasıl anlayacağız? Şimdi Taberî, Ehl-i Sünnet mi, değil mi? Oysa Taberî çıplak ayağa meshedilebileceğini söylüyor” demişti. Ehl-i Sünnet’ten hiç biri çıplak ayağa meshedilebileceğini söylememişken, sâdece Taberî’nin sözünü yanlış anlayıp ona dayanarak Ehl-i Sünnet ulemâsının bir kısmının da bu fetvâyı verdiğini iddiâ eden İslamoğlu, konu Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hicrette Sevr mağarasında vukû bulan yılan hikâyesine yâni Ebû Bekr’(Radıyallâhu Anh)ın ayağını yılan sokunca Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in tükürüğüyle ağrısının geçtiğine gelince bakın ne diyor: “Ben bu hikâyenin aslını aramaya koyuldum, sadece sahih değil, zayıf haberler içeren hadis derlemelerine de göz gezdirdim. 400.000 hadisi barındıran bini aşkın sünnet-hadis kaynağını içeren CD’lerde yaptığım tüm taramalara rağmen rastlayamadım. Hikâye farklı biçimlerde ve kısmen Taberî Tarihi, el-Mevahibu’l-ledunniyye vs. gibi muahhar tarih ve sîret kitaplarına girebilmişti ....... Vurguladığımız gibi bu rivayet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır.” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:21-23)

Şimdi çelişkiye bir göz atacak olursak; İslamoğlu işine geldiği yerde Taberî’yi Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir bölümü adına görüş açıklayabilen bir huccet kabûl ederken, işine gelmediği yerde ise onun naklettiği bir rivâyet hakkında: “Bu rivâyet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır” diyebiliyor. Nitekim Taberî (Rahimehullâh) Mâide Sûresi’nin altıncı âyet-i kerîmesinde “Çıplak ayağa meshedilebilir” dememiş, ancak “Sâde yıkamakla yetinmeyip, aynı zamanda el sürmek sûretiyle mesh yapmak da gerekir” demiştir. Ama İslamoğlu bu noktada yanlış anladığı veyâ kasten yanlış anlattığı Taberî’nin görüşünü makbûl saymış, fakat Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in tükürüğüyle Ebû Bekr (Radıyallâhu Anh)ın şifâ bulduğuna dâir yaptığı rivâyetinde onu makbûl saymamış, Taberî Târihi’nin de mûteber bir kaynak olmadığını ileri sürmüştür. Bir de üstüne üstlük Taberî Târihi gibi muhtevâ yönünden hemen hemen İslâm tarihi adına yazılan ilk kaynaklardan kabûl edilen bir kaynak eser için, son dönem kaynağı anlamına gelen “muahhar kaynak” tabirini kullanmıştır.

Bu vesîleyle kendisine bir de şunu hatırlatmış olayım ki, âlim, CD’lerde kaynak arayana değil, mazinnesinde araştırma yapıp aradığını bulana derler. Yoksa o araştırma yapılan CD’lerde aranan konu hakkındaki rivâyette geçen bir harf ya da bir nokta yanlış yazılmış veya ileri geri oynamış olsa, kıyâmete kadar aradığını bulamazsın. Oysa biz bu rivâyeti Razîn ibni Muâviye gibi, İbni Beşküvâl’in deyimiyle sâlih, fâzıl ve hadis âlimi bir zâtın rivâyet ettiğini bâzı eserlerde bulduk. (Kastalânî el-Mevâhibu’l-ledûniyye 1/295-296, Münâvî, el-Feyzu’l-kadîr, no:7787)

RASÛLÜLLÂH (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) İN HIRKASIYLA TEBERRÜK ETMEK MÜNÂFIK İŞİ DEĞİLDİR

İslamoğlu münâfıkların reîsi olan Übeyy ibni Selûl’ün oğlunun Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e gelerek: “Babam senin gömleğinle kefenlenmeyi vasiyet etti” sözünü naklettikten sonra bakın ne diyor: “Burada dikkatimizi çeken şey, münafıkların çete başı Abdullah b. Ubeyy b. Selûl’ün Rasûlüllah’ın hırkasına yüklediği anlam ve Rasûlüllah’ın şahsında sergilediği “peygamber tasavvuru”dur...... Bu tasavvur, münafıkların ele başında, eşyaya taşımadığı anlamları yüklemek........şeklinde tezahur etmiştir.” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:25)

İslamoğlu burada: “Hayatı peygamber düşmanlığıyla geçmiş böyle bir münâfığa peygamber hırkası fayda vermez” diyecek olsaydı, buna bir diyeceğimiz yoktu. Fakat: “Eşyaya taşımadığı anlamı yüklemek münâfık işidir” deyince, buna çok diyeceğimiz var. Çünkü o böylece Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hırka-i şerîfinde vesâir kutsal emânetlerinde hiçbir fayda ve bereket bulunmadığını söylemekten öte aynı zamanda: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in eşyalarından bir bereket umanların bu düşüncesi bir münâfık tasavvurudur” demiş oluyor. O zaman biz kendisine soruyoruz: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Hazreti Ali’nin annesi olan çok değer verdiği yengesini bolluk dönemi olan Medîne’de defnederken, kefen bulamadığı için mi sırtındaki hırkasını çıkarıp ona kefen yapmıştır, yoksa onun bereketini kendisine ulaştırmak için mi böyle yapmıştır? Eğer bu maksatla yapmışsa Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu düşüncesi de bir münâfık tasavvuru mudur? Nitekim Enes ibni Mâlik (Radıyallâhu Anh)ın şöyle anlattığı rivâyet edilmiştir: “Esed kızı Fâtıma (Radıyallâhu Anhâ) vefât edince, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onun yanına girip başının yanında oturarak: “Ey annem! Allâh sana rahmet etsin. Sen annemden sonra annemdin. Sen aç kalır beni doyururdun. Kendin çıplak kalır beni giydirirdin, bununla Allâh’ın cemâlini ve âhiret yurdunu arzulardın” buyurmuş, sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) gömleğini çıkararak ona giydirmiş ve kendi üstündeki bir hırkayla onu kefenlemiştir.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, no:871, el-Evsât, no:191, Heysemî, Mecma’u’z-zevâîd, no:15399, Ebû Nu’aym, Hilyetü’l-evliyâ, 3/121)

Şimdi İslamoğlu gibi en sahih kaynakları bile ceffel kalem inkâr edebilen birinin, bu rivâyete zayıf diyeceğini bildiğim için daha tavlı bâzı rivâyetleri burada zikredeceğim.
Ebû Bekr’in kızı Esmâ (Radıyallâhu Anhümâ) bir cübbe gösterip: “İşte bu, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in cübbesidir, bu cübbe vefâtına kadar Âişe (Radıyallâhu Anhâ)nın yanında idi. O vefât edince ben aldım. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onu giyerdi, biz de onu hastalar için yıkıyoruz (ve suyunu onlara içiriyoruz) ki onunla şifâ talebediliyor” demiştir. (Müslim, No2069)
İbni Ömer (Radıyallâhu Anhumâ)nın, elini Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in minberde oturduğu yere koyup, sonra yüzüne sürdüğü görülmüştür.
Mescid-i Nebevî tenhâlaştığında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ashâbı, minberin kabr-i şerîf tarafında bulunan topuza sağ elleriyle dokunup teberrükte bulunurlar, sonra kıbleye yönelip bu vesîle ile Allâh-u Te’âlâ’ya yalvarırlardı. (Kâzî‘Iyâz, Eş-Şifâ bi ta’rîfi hukuki’l-Mustafa, 2/86, İbni Sa’d, Tabakât, 1/254)
Abdurrahmân ibni Ebî Amre (Radıyallâhu Anh)ın rivâyetine göre: “Kebşetü’l-Ensariyye adındaki ninesi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in mübârek ağzının dokunduğu tulumun ağzının bereketini umarak onu kesip saklamıştır.” (İbni Mâce, no:2/1132, Tirmizî, no:1892, Humeydî, Müsned, no:354, Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, no:8)
Hâlid ibni Velîd (Radıyallâhu Anh), Yermük günü kaybolan takkesini çok aratmış sonra bulununca: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ihramdan çıkarken başını tıraş edince insanlar saçının yan taraflarını kapmaya koşuştular, ben ise mübârek perçemini almakta önce davrandım ve onu bu takkenin içerisine koydum. Bu takke benim yanımdayken hangi savaşa katıldıysam bunun bereketiyle mutlaka yardım olundum” demiştir. (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebir, no:3804, Ebû Yâ’la, no:7183, Hâkim, el-Müstedrek, no: 5299, İbni Hacer el-Metâlib, no: 4044)

Bu rivâyetleri çoğaltmaya kalksam müstakil büyük bir kitap dolusu nakil toplayabilirim. Bu gibi teberrüklere şirk diye karşı çıkan Vehhâbi fırkasının en büyük dayanağı olan İbni Teymiye bile bir çok sapıklıklarına rağmen, bu hususta doğru bir nakil yaparak, “İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel (Rahimehullâh), Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in minberine el sürmeye ruhsat verdi, İbni Ömer, Sa’îd ibni Müseyyeb ve Yahyâ ibni Sa’îd (Radıyallâhu Anhum) gibi Medîne-i Münevvere’nin en büyük fakihleri böyle yaparlardı” demiştir. (İbni Teymiye, İktizâu’s-sırâti’l-müstakîm, sh:367)

Ama İslamoğlu işine geldiği yerde İbni Teymiye’yi savunurken, İbni Teymiye Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını muhâfaza sadedinde bir şey söyleyecek olsa, onu da aşırı yüceltmeci olarak suçlamaktan geri durmamıştır. (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:92-93)

Şimdi bunca sahâbe ve müctehid Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in eşyâsına değer verirlerken, o eşyaya taşımadığı bir bereket anlamı yükleyerek münâfık düşüncesine mi kapılmış oldular? Hadi bunlar bir yana şunu soralım: Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ihramdan çıkarken kestirdiği saçlarını Ebû Talha’ya vererek: “Bunu insanlar arasında taksim et” (Müslim, no:1305, Tirmizî, no:912, Ebû Dâvud, no:1981, Humeydî, no:1220, Ahmed ibni Hanbel, no:12093) buyururken, eşyaya taşımadığı bir mânâ mı yüklemiştir, O’nun bu düşüncesi de bir münâfık tasavvuru mudur?.. Artık kararı siz okurlarıma bırakıyor ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, bunca sahâbenin ve on dört asır boyunca O’nun mukaddes eşyasına bereket anlamı yükleyen ve sâhibinin şefâatine ulaşmak niyetiyle onları ziyâret eden bütün Müslümanların bu mâsum îtikatlarını bir münâfık tasavvuru olarak niteleyen bu kişiyi Allâh’a ve Rasûlüne havâle ediyorum.

Bir sonraki yazımda bu kişinin hezeyanları ve benim ona mesnedli cevaplarım hakkında gündeme getireceğim başlıklar inşâallâh şöyle sıralanacaktır: “Ümmet-i Muhammed Peygambere saygı gösterirken vahye sırt dönmüş değildir”,“‘Rasûlüllâh örnektir’ buyrulmayıp, ‘Rasûlüllâh’da örnek var’ buyrulması, Rasûlüllâh’a seçici yaklaşmamız gerektiğini ifâde etmez”, “Rasûlüllâh Allâh’ın bildirmesiyle gayıpları bilmiştir yoksa kendisine karizma kazandırmak için kimse hadis uydurmamıştır”, “Ka’bu’l-Ahbâr, Rasûlüllâh’ın nûr oluşunu, Yahudi Kabbalizmine dayanarak îcad etmemiştir, bilakis O’nun nûr olduğunu Kur’ân söylemiştir”, “Sahâbenin Rasûlüllâh’in teri, tükrüğü ve kanı gibi bedenî atıklarına verdikleri değer O’na karizma katmak için değildir”, “Rasûlüllâh’ın cinsel gücünün sahâbe tarafından konuşulması bir gerçeği açıklamak içindir yoksa Rasûlüllâh’ın diğer peygamberlerden geri kalmaması için uydurulmuş bir şey değildir.”
Sizlerden ricâmız Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yüce haysiyetini muhâfaza niyetiyle kaleme alınmış olan bu yazıya, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şânına yakışır bir değerle tâzim etmeniz ve ona göre okuyup okutmanızdır. Bu vesîleyle Rebî’u’l-evvel ayınızı ve Mevlid Kandilinizi tebrik eder, cümlenizi Allâh-u Te’âlâ’nın hıfzına emânet ederim ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in himmetine havâle ederim.


Not; Kasrı Arifan Dergisi Mart 2009 Sayısından Alıntıdır.Cübbeli Ahmet Mahmut ünlü hoca
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
ayetlerin tefsiri konusunda çeşitli alimlerin farklı görüşleri olabilir.
ama bunu rahmet olarak görmeliyiz.
Yahu arkadaş demek her bozuk görüş Rahmet öylemi.?

bozuk görüşse zaten bunu yayınlamanız hata
benim haberim yoktu sayenizde oldu.
belki o bozuk dediğiniz görüşe kapılıcam
Ayrıca sizin birşeyleri bozuk deminiz onun bozuk olduğu anlamına mı gelicek
Said Nursî, "Cübbeli", İslamoğlu... Ne yani?

Senai DEMİRCİ
[email protected]
21 Nisan 2010 Çarşamba 06:54
"Cübbeli" bir hocamızın Üstad hakkındaki birkac olumsuz görüşlerini Moral Fm programcıları izale ettiler. Siz de bu konu hakkında yazı yazmıştınız. Cübbeli Hocamızın Mustafa İslamoglu hakkındaki görüşleri aşikar, sizin de Mustafa hoca ile olan diyaloğunuzu biliyoruz. Velhasıl, Cübbeli hocanın dediklerine inanıyorum, Kuran ve Hadis referans gostererek açıklamalar yapıyor. M. İslamoglu ile neden ilişkinizi kesmiyorsunuz?

Bu soruyu daha önce sorulmuş/bundan sonra da sorulacak yüzlerce sorunun örneği olduğu için sizinle sansürsüz paylaşıyorum.
Bu tür sorular gündemimiz oluyorsa, hele de uzaktan gelmiş bir "ağabey"i, "konferans yorgunu" bir "hoca"yı bir kenara çekip soracak kadar gündemimiz oluyorsa, geriye dönüp bir düşünelim, aynaya bakıp kendimizle bir yüzleşelim. Hele de Kur'ân'ı anlama/anlatma/yaşama yolunda bunca yolda kalmışlığımız ortadayken, Kur'ân'ı anlamada bize yol açan, yeni bakışlar kazandıran büyüklerimizi meşgul, mahzun edecek ve yoracak bir öncelikle yürüyorsak, körlüğümüzü, aymazlığımızı bir kez daha görelim.

İslam'ı öğrenmek için değil, Kur'ân'la tanışmak için hiç değil, nefsiyle yüzleşmek için asla değil ama "reyting kapmak" ve para kazanmak için, dilerlerse kıyafetiyle ve hatta ünvanıyla karikatürize edebilecekleri her hocamızı programlarına çağıranların tam da planladığı, tam da hesap ettiği artçı reytinglerin fay kırığında yürüdüğünüzün farkında değil misiniz?

"Beriki hoca öteki hocaya böyle söylemiş" diye Hucûrat'ı ihlal eden "hafıze" kardeşler, "muttaki" ağabeyler, bir hocanın verdiği fetva ile, bir başkasının fısıldadığı dedikodu ile o güzelim aklını, o kıymetli zamanını maç fanatikleri gibi orada burada "malayaniyat"a harcayan "sofu" kardeşler, siz beriki hoca kadar seher zikri yaptınız mı, öteki hoca kadar bir ayet karşısında alın teri, akıl teri döktünüz mü?
Ömrümüz çok mu uzun da, onun en önemli anlarını, tasarlanmış "dedikodu tezgahları'na "ateş"li laflar taşımak için harcıyoruz? İlmi çok hocamız var da sırf birini "cübbeli" diye, dili sürçtü diye harcamaya kalkıyoruz? Elimizde öyle çok sayıda, böyle çok emek verilmiş bir sürü meal mi var da "İslamoğlu'nun meali"ni boykot etmeye kalkıyoruz? Okuduğumuz meal, Kur'ân'ın mealidir; ayetleri anlatır, anlaşılır kılar; Mustafa İslamoğlu'nun sözlerinin meali değil ki! Şu ya da bu bir meal okuduğumuzda Kur'ân'ı anlama yolunda yürürüz; şu ya da bu mealciyi yüceltmeyiz ki... Yoksa öbür türlü okuyanlar ve dahi yazanlar mı var?

Hem sonra biz nefsimizle cedelleşmeyi, şeytanımızla çekişmeyi bitirdik de, beriki hocayı öteki hocayla çekiştiremeye ve tokuşturmaya vaktimiz ve mecalimiz mi kaldı? Kendi hatalarımızın istiğfarını tamam eyledik de, kendi kusurlarımız için af dilemeyi bitirdik de, kendi ayıplarımızın hesabını kendimize yeterince sorduk da, ve hatta istiğfarımız, af dileğimiz ve hesaba çekmemiz sayesinde affedildiğimizin haberini aldık da, başkalarının hem de Kur'ân'a hizmet ettiği aşikar büyüklerimizin günahlarını, ayıplarını, kusurlarını gündemimize alacak vakit ve yüz mü bulabildik?

Bir de...
"Said Nursî'yi "gayri müslimlerin ‘İslam fıtratıyla doğmuş' çocuklarına ve dahi yetişkin de olsa mazlum ve mahzun öldürülen masumlarına şefkatle bakışını çok görenler, aslında "Allah'ın rahmeti"ni ceplerinde saklamak gibi, şefkat-i İlahi'yi taraftarlıklar arasında ezmek gibi ağır bir suç işlerler. Burada öncelenmesi gereken Said Nursî'den ve/ya talebelerinden özür dilemek değil. Kendi bakışımızdaki "özrü" fark etmektir. O satırlar bütün gerçekliğiyle ortada dururken, o satırların yazarının kalbine taşıdığı/kalbinden taşırdığı o merhamete "bizim de kalbimiz niye değmiyor?" demek varken, çok "sayılan" Bediüzzaman'ın "rahle-i tedrisi"ne diz çöküp oturmak varken, kendi bildiğini okumaya devam etmek, canlı satırları "metruk" ve "mehcur" eyleyip arkasını dönüp gitmek, yetersizliktir, duyarsızlıktır, biganeliktir. Kalbimizi bu hakikatlere açmaksızın, "sen özür dile!"/"ben de üzgünüm!" maçında her iki taraf da kaybetmiştir. Özür dilenmesi gereken Said Nursî değil, kendi kalbimizdir, insanlıktır, insanlık adına yüklendiğimiz "alemlere rahmet"-"müslümanlara rahmet" değil-Peygamberin mirasıdır.

Bir şey daha...
Herkes Said Nursî'den alıntı yapmak zorunda değil... Bunu dert edinen Nur talebeleri, M. İslamoğlu kadar dakik okudular mı acaba İşaratü'l İ'caz'ı? Sadece anektodal alıntılar yapmak, sadece kategorik bağlantılar yapmak değildir Risale'ce meal yazmak... Risale'nin ruhuyla okumaktır, yazmaktır... M. İslamoğlu ya da bir başkası, Risale-i Nur'un elçiliğini yaptığı Kur'ân'ın ruhuna dair yeni bir şeyler söylüyorsa, "Nur Talebesi"dir.

Bir şey daha....
Her Nur talebesi de her sözünü Said Nursî'ye bağlamıyorsa, hain değil... Ben Sözleri kendi kitabım olarak görüyorum, öyle okumaya çalışıyorum. "Kendi kitabım"dan alıntı yapmıyorsam, ne korktuğumdan ne gocunduğumdandır. Zaten sürekli "Risale okumak/okutmak" ile Risale'ce yaşamak, Risale'ce bakmak farklı şeylerdir. "Nur Talebesi" sürekli kitaplardan alıntı yapan değil, Risale'nin bakışını, yürüyüşünü, duruşunu kendi bakışı, yürüyüşü ve duruşu eyleyendir. Bu durumda alıntı yapmasanız da, her cümleniz "alıntı"dır. Aksi halde alıntı yapsanız bile yaptığınız "montaj" kalır.

Bence "imanına şahit" olduğumuz kimseyle ilişki kesmek, hele de cübbeli ya da cübbesiz bir hoca dedi diye ilişki kesmek bir mümine yakışmaz, hele hele bir Nur talebesinin bir Nur talebesine falanca böyle diyor o halde falanca ile ilişkini kes demesi hiç yakışık almaz. (Nerede en fazla onbeş gün aklımızda kalan İhlas Risalesi, nerede muhabbete muhabbeti, adavete adaveti emreden Uhuvvet Risalesi?) Üstad'ın cübbeli/cübbesiz hocaların sözleriyle düzelecek bir hatırası, birinin özür dilemesi ile tashih edilecek bir imajı yok ki... Üstad bir başkasının sözleriyle de karalanmaz. Bir kaç olumsuz görüşü, hele de duydum dediği görüşü, cevaptan ne anlayacağı bilinmeyen, soruyu sorma amacı da fitne çıkarmak olan kişilere söylemek, söyleyenin sorunudur. Benim sorunum değil, Üstad'ın ve Kur'ân talebelerinin sorunu hiç değil.
 

MECZUP

Profesör
Katılım
5 Ağu 2010
Mesajlar
887
Tepkime puanı
178
Puanları
0
Konum
Bî mekân..
Zaten cübbeli hocamız İslamoğlu H. Karaman vs. gibilere meraklı değil ki !

Sadece yanlişları düzeltmeye bakıyo. Kardeş ; İTİKAT bozuluyo farkındamısın ?
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
"Beriki hoca öteki hocaya böyle söylemiş" diye
Hucûrat'ı ihlal eden "hafıze" kardeşler,
"muttaki" ağabeyler, bir hocanın verdiği fetva ile,
bir başkasının fısıldadığı dedikodu ile o güzelim aklını,
o kıymetli zamanını maç fanatikleri gibi orada burada "malayaniyat"a harcayan "sofu" kardeşler,
siz beriki hoca kadar seher zikri yaptınız mı,
öteki hoca kadar bir ayet karşısında alın teri, akıl teri döktünüz mü?
 
Üst