İmam-ı Rabbânî ile Muhyiddin ibn Arabî’nin birleştiği noktalar:
a. Her ikisi de lâ-ta’ayyun (belirmemiş) âlem ile, ta’ayyun (belirmiş) âlemin ayrı olduğu kanaatindedirler.
b. Yine her ikisinde, Allah, mutlak varlıktır, âlem ise izâfî ve nisbîdir.
c. Her ikisi, âlem-i kübrâ-âlem-i suğrâ, âlem-i hâlk, âlem-i misâl, ruhun müceredliği, tecellî, nüzûl (iniş) ve urûc (çıkış) gibi konularda ittifâk halindedir.
İmam- Rabbânî ile Muhyiddin ibn Arabî’nin ayrıldıkları noktalar:
a. İbn Arabî’de vücûd zâtın aynıdır. Rabbânî’de değildir. Rabbânî’ye göre, zâttan ayrı olan vücûd, ilk yaratılan şeydir.
b. İbn Arabî’de vücûdî sıfatlar zâtın aynı iken, Rabbânî’de ayrıdır. Rabbânî’ye göre sıfatlar, zâid vücûd ile dışta mevcutturlar ve
zât’ın gölgeleridirler.
c. İbn Arabî’ye göre âlem, sıfatların tecellî (beliriş) ve zuhûru (meydana çıkışı)’ndan ibârettir. İmam-ı Rabbânî’ye göre, âlem, sıfatların değil, sıfatların gölgelerinin tecellisinden ibârettir.
d. İbn Arabî, âlemi, hayâl, İmam-ı Rabbânî gerçek olarak kabul eder. İmam-ı Rabbânî’ye göre, âlemin objektif gerçekliğini inkâr
etmek, Allah’ın ibdâ’/mübdi sıfatını kabul etmemek anlamına gelir. Ayrıca, ona göre, âlem, eğer hayâlden ibâretse, o yok, tasavvurlarımız var demektir. Bu durumda da, tasavvurlarımız kaldırıldığında, onun da yok olması lâzım gelir. Yine, âleme, Allah’ın
varlığına kıyasla hayâldir deniyorsa, o zaman da âlem Allah olamaz, çünkü Allah mutlak ve zorunlu, âlem ise mümkün ve
geçicidir.
e. İbn Arabî’ye göre âlem zıll (gölge)’dir, fakat aslın yani Allah’ın kendisidir. Rabbânî'ye göre de, âlem gölgedir, ama bu gölge aslın kendisi değil, asıldan başka olan bir şeydir ve aslın kendisine bahşettiği vücûd ile, dışta, kendi nefsinde mevcuttur. Bu sebeple de mümkün yani âlem, vücûd-adem (varlık-yokluk) terkibinin bir neticesidir ve mâhiyeti yokluktur, fakat sırf Allah’ın lütfûyla kendi vücûduna sahiptir.
f. İbn Arabî’ye göre, a’yân-ı sabite (sabit, değişmez asıllar), vücûd (varlık)’la hiç ilgilenmemiştir. Bu sebeple, âlem yok, ancak, Allah vardır. Rabbânî, eğer durum bu ise, hayâldan ibâret olan bir var lık, hakiki varlığı nasıl sınırlandırabilir, diyerek bu görüşe karşı çıkar.
g. İbn Arabî’ye göre, Allah bir bakıma âlemin içinde, bir bakıma ötesinde ve üstündedir. Bu itibarla, hakikat, tenzih ile teşbihin
arasını birleştirmektedir. Rabbânî’ye göre, Allah, âlemlerden ganîdir. Bu sebeple, O’nu her hâl ve sûrette tenzih etmek gerekir.
h. İbn Arabî’de tecellî ân’da, Rabbânî’de ise süreklidir.
i. İbn Arabî’de vücûd “bir” ve “sırf var” olduğu için, âlemde kötülük ve iyilik denen şeyler, mutlak ve hakikî değildir, nisbî ve
izâfîdir. Rabbânî’ye göre, adem-vücûd (yokluk-varlık) bileşiminden meydana gelmiş olan bu âlemin mâhiyeti, adem (yokluk) olduğundan ve kendi nefsinde de mevcud olması bakımından, âlem, bütün kötülüklerin köküdür, kötülükler ve noksanlıklar da
hakikidir.
j. İbn Arabî’ye göre, insan ve Allah arasındaki münasebet bir kurb (yakın olma) münasebetidir. Allah, insanı kendi sûreti üzere yaratmıştır.
Nefs bilgisi de, Allah bilgisidir. Rabbânî’ye göre, Allah her ne kadar bize şâh damarımızdan yakın ise de, bunun mâhiyetini kavramak aklın ötesindedir.
k. İbn Arabî’ye göre, yaratılıştan maksat, Allah’ın gizli olan kemâllerinin mertebelerde meydana çıkmasıyla, ilim ve vücûd bakımından bu sûretle de tamamlanmış olmasıdır. Bundan dolayı da yaratılışın sebebi muhabbet oldu. Çünkü her kemâl, aslında sevilen bir sıfattır. Allah, Kendini bilmek ve sevmek için belirdi ve meydana çıktı. Rabbânî’ye göre, yaratılışın sebebi, aynı şekilde, muhabbettir. Ama maksat, ne Allah’ı bilmek, ne de Allah’ın kemâllerinin, mertebelerde tafsîl sûretiyle tamamlanmasıdır. Maksat, insanın Allah’a ibadet etmesi ve yalnızca kendini kemâle erdirmesidir. Eğer maksat, ibadet değil bilgi ise, bu da yine, insanı kötülüklerden uzaklaştıracak olan kendisine ait bir bilgidir. Çünkü Allah, ezelde nasıl idiyse, yine de öyledir.
Prof Dr. Ethem Cebecioğlu / Ankara Ün. İlahiyat