iskender paladan kısa paylaşım..

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Bayramiye, ıydiye, bahariye, şitaiye, nevruziye, temmuziye... Hep takvimdeki özel günler için yazılmış şiirlerin adları. Bayramın, baharın, kışın, nevruzun veya temmuzun gelişinde bir uğur sezip, bunu karşısındakiler için de dileyen şairin vezinli ve kafiyeli sözleri...
Bir kutlu kişinin teşrifi adına kaleme alınan "kudûmiye" veya birisinin yaptırdığı eve hayırlı olsun dileğini şiirle dile getiren "dariye". Bunlar da birer tebrikname adı ama şimdiki gibi kısaca hemen "bayramınızı tebrik ederiz" kabilinden yasak savma değil. Şöyle kerli ferli, okkalı cukkalı şiirler. İşte muharremiye de onlardan birinin adı.

Muharrem, hicri takvime göre yılın ilk ayı sayıldığı için bugünün yılbaşı tebrikleşmesine kültürel anlamda (dinî terminolojide değil) muharremiye gözüyle bakılabilir. Gerçi Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilişi de Muharrem ayına rastladığı için o elim hadiseye dair yazılan şiirlere de muharremiye adı verilmiştir ama bunlar, yeni yılın gelişini konu alan ve muhatap için o yılın güzel geçmesi temenni edilen şiirlerden çok ayrıdır.

Muharremiyeler de diğer tebrik şiirleri gibi kaside biçiminde kaleme alınmış olup çok zaman bir hediye beklentisi ile yazılmışlardır. Çünkü bu tür günlerde hediyeleşmek Osmanlılarda köklü bir gelenekti. Özellikle ihtişam dönemlerinde bayramlar vesile edilerek büyükten küçüğe verilen hediyeler (iltifat, atiye, ihsan) daha sonraki dönemlerde hediyeleşme ruhundan ayrılıp neredeyse resmiyete bindirilerek alınıp verilmeye başlanmış, bu hediye artık umulmaya veya beklenmeye, hatta rüşvet kılığında suistimallere konu olmuştur. Tanzimat yıllarına kadar devam eden bu uygulamaların bugüne benzemeyen bir yönü var ise o da şairlerin tebrik vesilesiyle güzel şiirler yazmış olmalarıdır. Bu şiirler, o çağlara ait önemli sosyal ve siyasal çözümlemeler ile yorumlanmalara açık belgeler gibidir. Ayrıca sonlarında ebced hesabıyla tarih düşürüldüğü (tevrîh-i sâl) için de nokta atışı yapar gibi kesin yıllar gösterir.

Osmanlılar döneminde yeni yıl dolayısıyla görevde veya azledilmiş olan vükela ile devlet ricali saraya giderek tebrikatta bulunurlar ve padişah tarafından kendilerine verilen hediyeleri (Bu hediyelerin adı da muharremiyedir) alırlardı. Daha sonra aynı rical ve vükela, kendi müntesipleri tarafından ziyaret edilir, böylece tebrikleşme/hediyeleşme, büyükten küçüğe silsile-i meratip usulüyle yürütülür ve yılbaşı gelince hemen herkes ufak da olsa bir hediye almış olurdu. Mamafih bunun en yüksekte bir kese altın ile başlayıp en aşağıda çil kuruşa, hatta bir meteliğe kadar düşmesi mümkündür, ama önemli olan husus, hediyeleri alanın buna mukabele sadedinde dualar ve temennilerde bulunması ve yeni yılın hayır ve güzelliklere vesile olmasını istemesidir. Unutmadan söyleyelim, atalarımız senenin ilk gününde alınan bu parada bereket olduğuna inanmışlar ve hemen herkes yılın ilk gününde birkaç kuruş da olsa bereket adına kesesine koymayı arzu etmiş, bunun yollarını aramıştır. Elbette alınanı ganimet sayanlar, borç isteyip unutanlar veya yılbaşında akrabadan, ahibbadan nazı geçenlere uğrayıp (Nisan şakası gibi) ufak mikyasta faka bastırma operasyonlarının sonunda "Yeni yılınız mübarek olsun!" temennisiyle kaptığının üzerine yatanlar da mevcuttu.

Bu yazıyı bir muharremiye âdeti yerini bulsun diye yazdık! Bu vesileyle 2008 yılı ülkemize, büyüklerimize ve bütün halkımıza hayırlar getirsin!

Şimdi artık, gelenekler unutuldu mu denilsin yani?

[BİR DEVLET REİSİNE YILBAŞI TEBRİKİ]

Enderunlu Vasıf (ö.1824), III. Selim'in hicrî yeni yılını tebrik için bir muharremiye yazmıştır. O sene bahara rastlayan bu yılbaşı tebrikinin son beyti ebcede vurulduğunda 1217 hicrî (1802 miladî) hesabını veriyor. Şimdi yıllardan 2008. Yeni bir yıl geldi ve töre aynı töre; tebrik aynı tebrik. Ve işte o şiirin sonlarından birkaç beyit:

(...)

Câm-ı cihân bu sene lebrîz-i neş'edir

Sâyende dehre şevk ü tesellâ mübarekî

Ahdinde giydi bâğ u çemenzâr feyz alıp

Cennet yeşili câme-i kemhâ mübarekî

Güller lisân-ı hâl ile der hemçü andelîb

Kıldıkça kasr-ı gülşeni me'mâ mübarekî

Âlem tamâm sâye-i cûdunda kâm alup

Der halk birbirine serâpâ mübârekî

Cümle cihân lutfun ile kâmyâb iken

Lâyık mı sana denmeye şâhâ mübarekî

Ey sultan! Cihan denen kadeh bu yıl ağzına kadar bereket neşesiyle dolu. Sayende memlekete coşku ve teselliler mübarek olsun.

Devrinde bağlar bahçeler, kırlar bayırlar bolluk görüp cennet yeşili ipek kadifeler giydi; mübarek olsun.

Güller, gülistan sarayını sığınak edindiler de bülbüle eşlik edip hal diliyle "Mübarek olsun!" diye tekrarlamaktalar.

Âlem, senin cömert yönetimin sayesinde dünyadan kâm aldı da sonunda bütün halk birbirine "Yeni yılınız mübarek olsun!" demekteler.

Ey sultan! Bütün âlem senin lûtfun ile muratlarına ermiş iken sen de "Başımızda mübarek ol!"

[BERCESTE]

Gelen bu yıl, dilerim ülkemizde îd olsun

Saâdetin güneşiyle doğan ümîd olsun

Çekişmeler yere batsın yeter kilid olsun

Bu yıl da her seneden çok size saîd olsun

Laedrî


01 Ocak 2008, Salı
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Kibritsiz ateş yakmak



Dedemi hatırlarım. Çocuktum... O ise çooook yıllar yaşamış, benim gözümde her şeyi öğrenip bilmiş bir bilge idi. Köyde herkes, hemen her şeyi ona sorardı.
Ama göyneğinin içinde muşambaya sarılı olarak taşıdığı ve hiç boynundan çıkarmadığı şeyin ne olduğunu ben bir türlü soramazdım. Hayır hayır, muska falan değildi. Öğrendiğim zaman ben de şaşırdım elbette. Bu bir kav imiş ve ıslanmasın diye muşambaya sarılı olarak tutar, ateş taşımak sünnettir diye de üzerinde taşırmış. Rahmetli dedem...

Şimdiki çocuklar kibritsiz ateş yakmayı bilmezler. Şöyle iki avucunuzun arasına aldığınız kuru bir çubuğu elinizin içinde bir ileri bir geri hızla yuvarlayarak alttaki tahtaya burgu gibi değen dikey ucundan önce kıvılcımların, ardından da cılız bir alevin doğmasındaki o heyecanı hissetmeleri uzak bir ihtimal. Hatta onlar iki tahta parçasını testere gibi sürterek ısıtılan talaş veya kuru yaprakların alev alışını da hiç seyretmemiş olabilirler. Benim neslim bunların sonuna yetişti ve hep şöyle bir soru taşıdı zihninde: Ateşin yakılabileceği düşüncesini uyandıran ilk kıvılcım, çakmaktaşını piritlere sürterken mi, yoksa ağaç içinde delik açmaya çalışırken mi çakmıştı? Bunun cevabını ben çok sonraları, bir doğa müzesinde, dünyanın Neolitik bölgelerinde bulunan ateş delgilerini görünce bulabildim.

Şimdilerin lazer ışınlama sistemiyle çalışan fırın çakmaklarından geçtim, şöyle tiryakilerin iç ceplerinde taşıdıkları muhtar çakmakları bile insanoğlu için ne büyük nimettir. Hele tütünün tütün olarak içildiği zamanlarda tiryakilerin hallerine acımamak elde midir? Şimdiki ateş imkanlarımızı düşündüğümüzde, vaktiyle bambudan yaptığı küçük bir tüp içindeki havayı sıkıştırarak ısı ve ateş üreten ve bunun adına ateş pistonu diyen Güneydoğu Asyalı insanların o karmaşık aygıtları bile ne derece ilkel kalır. Hele kimyacı John Walker'ın, içinde fosfor sülfat bulunan ve sürtülünce yanan aletini 1827'de icat ettiğinde insanlık ne büyük bir buluşa şahit olmuştu: Kibrit.

[OCAK]

Türkçe'mizde "Ateş olmayan yerden duman tütmez" diye bir deyim vardır. Doğrudur, çünkü duman nefestir, hayat soluğudur. Vücutta ateş olduğu, beden ısısı iyi düzenlendiği müddetçe sağlıklı çıkar. Ateş düzeni bozulduğu vakit soluk ya kesik kesiktir veya hepten durur. Ocaktaki ateş de aynıdır. Onu düzenli tutmayınca söner ve ocak dağılır. Türk töresine göre her ocak ateşi bir aile birliğinin sembolü olur ve ocaktaki ateşi bekleyen ve besleyen bir kadın ailenin temelidir.

Ocak kelimesinin anlamı yalnızca evlerin ateş yanan baca mekanlarıyla sınırlı değildir. Türkçe sözlüklerde soy, silsile, tarikatlarda belli bir düzen içinde birbirini takip eden mürşitler halkası, hastalıkları tedavi gücüne sahip olup bu işi meslek edinen silsile üyeleri gibi anlamlar da mevcuttur. Türkler arasında arkaik çağlardan bu yana yaşamakta olan ocak kültü zamanla kutsallaşıp tapınaklar, şamanlar ve hatta İslamiyet sonrasında pirlerle örtüştürülmeye başlamıştır. Önüne diz çöktürülmüş çocuğa nazar değdiği için kurşun döken bir kadının "El benim elim değil Fatma anamızın elleri..." diye mırıldanarak yaptığı işlemler eğer ocaktan olmasa şifa buldurur muydu?!... O öyle bir ocaktır ki ateşinde hayat iksiri vardır. Böyle bir ocakta melekler olduğuna inanılsa layıktır ve zaten bu yüzden ateş yanan ocakların üzerine asla su dökülmez. Birisine can u gönülden "Ocağın sönmesin!" denilmesi Türklerin en büyük duaları arasındadır. Yemeğe başlamadan evvel bir parça eti ocağa atan dedelerimiz güya ocağın sahibi ve koruyucusunu da gözetmiş olur ve "Doyurduk!" dedikten sonra kendi yemeklerini yemeye başlarlarmış. Ocaktaki ateşe kutsallık izafe eden, onu bir ermiş gibi gören, ondan kehanetler çıkaran ve hastalıklarını onunla tedavi eden atalarımız ateşin gökten geldiğine inanırlar ve tanrı Ülgen'e teşekkür etmeyi hiç unutmazlarmış. Şamanlar biraz da ateşin bu kutsallığından istifadeyle ermişler ve hatta ateşe yükselmişlerdir. Bu yüzden Türklerin İslam öncesi dünyasında düğünlerde ateş yakılır, hastalıklar ateş ruhuyla iyi edilir, günahlardan ateşin arıtıcılığıyla kurtulunur ve ölenler ateş merasimleriyle pir ü pak edilirdi. Bunlar olmaz da, insan kötü bir şey yaparsa "Boyu bir karış, sakalı iki karış Ateş Mercimek" gelip al basardı alimallah. Bu ufak beyaz sakallı parmak adam, aslında ocağı koruyan kişiydi ve kendisine evin hanımını yardımcı seçmişti. Eğer evin hanımı ocağa yeterince ilgi göstermezse ocak söner gider.

[BERCESTE]

Eylesem ağlayarak âh ile eflâk yanar

Su yanar, nâr yanar, bâd yanar, hâk yanar

Eğer ayrılık acısıyla ağlarken bir âh etsem; gönlümdeki ateşten çıkan o âhın dumanı içindeki kıvılcımlardan tutuşup ateş olur, sonra da o ateşten su yanar, hava yanar, toprak yanar.




15 Ocak 2008, Salı
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Yer yer değil iken su su idi

Dilbilimcilerden birine "Bize suyu tanımla!" dediklerinde birkaç gün mühlet istemiş. Kitaplar karıştırmış, araştırmalar okumuş, geceler boyunca bin bir türlü tanım yapmış, sonra bozup yeniden tanımlamış ve bir sabah, küçük bir deri parçasının üzerine şunu yazdıktan sonra kimseciklere görünmeden o şehri terk edip gitmiş:
- Su, sudur kardeşim!

Su? Ancak kendisiyle açıklanabilen madde. Rus onu "matratnaya (su anamdır)" diye tanımlar. Latin "Meditatio in aqua (Su meditasyondur)" der. Hind'e göre "Osmanha ganjola (Yaratıcıya sudan gelinir, suda gidilir)"

Dikeni de, gülü de besleyen su. Gülsuyunda ıtır, yemekte lezzet olan. İnen yağmurda ve çıkan buharda... Yürüyen kara bulutta ve dağları bekleyen beyaz örtüde. Balıklara yemeğini sudur pişiren, ağaçlara sudur gıdalarını götüren.

Su, bir yanış ile gözümüzden akıyor, buharlaşıyor, buharlaştıkça arıtıyor, temizliyor ruhumuzu. Tabibin acı suyu şifa oluyor bedene, ama düşmanın verdiği su dert katıyor derde. Nerde bir su varsa denize işaret, nerde bir damla varsa ummana koşar. Küçüklüğünü büyükte tamamlamaya, kesretinden kurtulup vahdete ermeye. Çünkü Allah'ın ilk yarattığı şeylerdendir su; O'nun Cemal ve Celal sıfatlarını temsil eder, Hayy (diri) ismine işarette bulunur. Her şeyi zapt eden Allah, suyu serbest bırakmıştır. Bu yüzden azizdir su. Uysal, mülayim, mütevazı ve sükun içindedir; bazen bunların tam tersi olabilir, kudreti buradan gelir.

İlmin hemen her dalında su için söylenen ve yazılanların haddi hesabı yoktur. Kimyacılar, fizikçiler, müzikçiler, botanikçiler, mühendisler, filozoflar, biyologlar, teologlar, antropologlar, edibler, şairler... Hepsi de suyu anlamakta zorlandılar. Kimisi suyun görünmediği zaman hava olduğunu; kimisi havanın göründüğü vakit su olduğunu söylediler. Kimisi bunu toprakla kaim zannettiler suya bâtın, havaya zâhir dediler. Hakikati bulanlar ve bilenler o zahir ile batın arasında; o hava ve su arasında insanı gördüler. Bu yüzden insan kadar izahtan uzaktır su. İfadeye kalkıştığınızda bozulur ahenk. Çünkü yaratılışın sırrını taşıyan varlıktır, "Ve canlı olan her şeyi sudan yarattık." tebliği haktır.

Her şeyin sudan yaratıldığı bildirilmiştir ama suyun neden yaratıldığı bildirilmemiştir. Tıpkı ruh gibi.

SU ÖZLEMİ; EVLAT ÖZLEMİ
Çölde yaşlı bir kadın yol almadaydı. Medine'den yola çıkalı üç gün olmuştu. Devesi yorgun, kendisi yorgun... Azığı bitmek üzere, su kırbasında bir menzil yetecek kadar su. Mekke uzak, Mekke serapların arkasında... Güneş kumları, kumlar ayakları yakmakta. Kadın bütün gücünü toplamış, gözünü yakan alev alev dalgalara aldırış etmeden ufuklara bakıyor: "Acaba şehrime varamayacak mıyım, kızımı son bir kez görmeye vadem yetecek mi?" Kızını çok özlemişti, evlat hasreti yakıyordu yüreğini ve onu son bir kez görmekti niyeti.

O da ne? Eğer serap değilse gördüğü, Mekke istikametinden atlılar geliyordu, umut geliyordu.

Vurdukça vurdu zalimler... Bacağında, kolunda çürükler birbiri ardına belirdi. Karşı koymaya dermanı yoktu... Vuranlar vuruyorlardı. Külçe gibi yığıldı sonunda kumların üstüne. Devesini, azığını ve birkaç yudumluk suyunu aldılar elinden ve küfürler ederek bağırdılar:

- Defol git geldiğin yere!... Mekke'ye sokmayacağız seni eğer Muhammed'in dininden dönmezsen.

Medine'ye geri dönmek mi?!.. Mekke yolunda ölmek daha kolaydı. Saatlerdir baygın yattığı yerden doğrulurken hatırlamıştı Elçi'nin "Sonra geri gel!" dediğini. Devesi de yoktu, azığı da. Dahası bir damla suyu bulunmuyordu artık. İki gün yürüdü çöllerde. Aç, susuz; dermansız, takatsız... Dudakları çatlamıştı. Öğle güneşi başının üstünde gibiydi. Neredeydi gölgelenecek bir kuru dal, bir kum tepesi, bir kaya yükseltisi?!.. Derken yığılıp kaldı kumların arasına ve içinden şöyle yalvardı Rabb'ine:

"İlahî! Bu dudaklar Senin Habibinin elinden su içmişti. İsm-i Celilini haykırabilmem için kurutma bunları; Habibine salavat getirebilmem için kurutma İlahî!"

Olan işte o sırada oldu. Dudakları kapanır kapanmaz iki el uzandı kumların arasından. Ellerin arasında billur bir kase; kasenin içinde buz gibi berrak bir su. Allah elçisinin "ikinci anamdır" dediği Ümmü Eymen o sudan kana kana bir defa içti; ayağa kalktı, yürüdü, durmadan dinlenmeden yürüdü, dinlenmeden durmadan yürüdü, Medine'ye gitti.



--------------------------------------------------------------------------------


BERCESTE
Sudan söze tutmaz kulağın merd-i sühandân

Deryâya dalan nehirden eyler mi mübâhâ

Sözün değerini anlayanlar sudan söze kulak asmazlar. Denizde ıslananı yağmurdan korkar mı sanırsınız!?..

Lebîb



--------------------------------------------------------------------------------


NÜKTE
Evliya Çelebi, seyahati esnasında rastladığı bir kaynağın sularının soğukluğundan bahsediyor (kısmen yalınlaştırılarak): "Bu ab-ı leziz öyle berd ü soğukdur ki kimesne elini uzadıp beş taş bile alamaz. Hele soyunup üryan içine girmek, değme babayiğidin kârı olmayıp derhal donar. Meğer ki insana sevgilisi, "Benim hatırıma haydi gir bakalım şu kuyuya" desin. Ol vakit iş değişir."


22 Ocak 2008, Salı
 

life

Yeni
Katılım
26 Haz 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
affınıza sığınaraktan
zannediyorum bu adam
entel Zübbe kesimin cisileşmiş hali.....
dikkat edin!...
Allah masumları bu gibi sahtekarlardan korusun!!!!!!!!!!
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Yuşiva ile Fumi

Derler ki, denizin mavisi içinde, berrak havası, yeşil vadileri, mor dağları olan büyükçe bir adada bir karı koca yaşardı. Yuşiva ile Fumi. Birlikte mutlu yıllar geçirirken bir oğulları olmuştu.
Herkes imrenirmiş bu aileye, sonsuz mutluluk dağıtırlarmış çevrelerine. İyilikte, fazilette parmakla gösterilirlermiş. Oğulları delikanlılık çağında iken bir gün denize açılmışlar birlikte. Sonra bir fırtına, sonra bir dalga, derken delikanlı düşmüş denize, kaybolmuş. Yuşiva, kadın kalbini iyi bilirmiş, Fumi'yi teselli ederek geçirmiş geri kalan yılları. Yaşlandıkça birbirlerine daha çok bağlanmışlar, yıllar geçtikçe oğullarını karşılıklı kendilerinde görür ve hisseder olmuşlar. Evlerinden çıkmayan sakin ihtiyarlar imişler. Çook uzun yıllar geçip de ölümün yaklaştığını anladıklarında, bir gün, Yuşiva, karısından izin alıp gençliğinde gidip odunlar topladığı ormana bir kez daha gitmeyi ve dünyayı o haliyle yeniden görmeyi istemiş. Fumi izin vermiş elbette. Yuşiva çok dolaşmış, gezinmiş, yorulmuş ve nihayet bir pınar görüp oturmuş başına. Karnı acıkmışmış, sudan birazcık içmiş. Eve dönerken ne görsün, saçları simsiyah olmada, dizlerine taze bir kuvvet geliyor, yüzündeki buruşuklar gidiyor, bedeni tazeleniyor.

Yuşiva, anlamıştı gençlik pınarından su içtiğini. Derhal eve koştu. Fumi eve gelen bu genç adama ne istediğini sordu. Yuşiva'nın anlattıklarına bir yandan gülüyor, bir yandan onun gençliği karşısında kendi yaşlılığına ağlıyordu. Ertesi gün Fumi, erkenden, daha Yuşiva uyurken onun anlattığı pınara doğru yola koyuldu. Yuşiva uyandığında onu, pınara götürmek için evin her yerinde aradı, ama bulamadı. Aradan saatler geçti. Akşam olurken Yuşiva onun pınara gittiğini anlayıp endişe ile doğru ormana koştu. Bir de ne görsün; pınarın başında neredeyse bebek denecek yaşta, ağlayan, bulunduğu yerde debelenip duran bir kız çocuğu. Bu, gözlerinden uzun bir ömrün tecrübelerinin okunduğu bir bebekti... Yuşiva onu kucağına aldı ve eve götürdü. Bir vakitler hayat yoldaşı olan sevgili eşini bir baba gibi büyütmek zorundaydı artık.

Suyu israf eden kişi ab-ı hayata kavuşsa ne!?..

[SUYA ECEL GELMEZ]

Dünya dillerinin hepsi ele alınıp su üzerine deyimler, mecazlar ve anlam aktarımları incelense, suyun hayattan ibaret olduğu, hayatın da suya vabeste olduğu derhal anlaşılır. Her şeyden evvel su, bilge tabiatlıları temsil eder. Hiçbir şeyle yarışmaz ama her şeyi geçer. Tıpkı kendi yolunda azimle giden kemal ehli gibi.

Türk kültüründe "Su küçüğün, söz büyüğün"dür. Su ile ekmek (ab u nân) cömertlik sembolüdür. Toprak ile su, faniliğin işaretidir. Bunun için başını yere koyarak akar. Büyüklenmez. Kendisine itibar edene de etmeyene de ortak bir nimet sunar. Tıpkı Allah'ın Rahmeti gibi. Zaten gökten yağarken adı rahmet oluverir. Kendisi cansız olsa da can verir. Su içene yılan bile dokunmaz. Suyun azizliğinden ve suya hürmetten dolayı.

Korkut Ata "Suya ecel gelmez." buyurur. Çünkü Türk mitolojisi suyu ölümsüz kabul etmekle kalmaz, onu yaratıcı erkin başat aktörü sayar. Pek çok kültürün mitolojik bilgilerinde Allah'ın önce suyu yarattığı bilgisi mevcuttur. Belki bu yüzden Türk efsanelerinde ilk önce Dirilik Suyu vardı ve bu su, deniz misali varlığı kuşatıyordu. Tıpkı ana rahminde bebeğin su içinde gelişip hayat bulması gibi.

Suyun gizlenen, utangaç haline bizim dilimizde pınar derler. Pınar sanki on dördünde bir Karacaoğlan güzelidir de peçesini açmaya erinir. Ama açınca da çevresinde susuzlar kanar. Belki de bu yüzden pınar kelimesi sudan gayrı her güzel şey hakkında bir ilk çıkış noktası olarak kullanılır. Aşk pınarı, sevgi pınarı, güzellik pınarı... Yani pınar bir baştan binlerce başa ayrılıp yeryüzüne yayılır.

Divanu Lugati't-Türk'te kayıtlı en eski ata sözlerinden biridir: Ağılda oglak togsa arıkta otu öner. Yani ağılda oğlak doğsa ırmakta otu biter, demeye gelir. Irmak, suyun hareketli adıdır. Çeşitli coğrafyalarda çeşitli boyutlarla bütün dünyanın çevresini dolaşır. Dur durağı yoktur; koşar, yürür, düşer, atılır, varır, yetişir... İyi bir şeyler yapmak için durmadan çalışan ehl-i diller gibidir; enerji üretmek ister, rızık yetiştirmek ister, hayat sunmak ister. İçinden sunar, kıyısından sunar. Hayatı devşirmek üzere kol kol ayrılıp toprağa uzanır, kavrar, kucaklar. Orada kendini yitirir, yeniden doğmak için ölür. Hayat için fena bulur. Üstad "İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su" der.

Su ki yeryüzünde hayatı harmanlayan nimettir, kıymetini hayatla ölçmek gerekir. Suyu yeryüzünden alınız geriye yalnızca ölüm kalır.

İnsan düşünmez mi ki kirli su yoktur da, kirletilmiş su vardır.

Hamiş: Suların en güzeli için sözlerin en güzelini Sevgili söylemiştir: "Hiçbir damla yoktur ki o, Allah katında O'nun korkusuyla dökülen gözyaşı damlasından veya Allah yolunda akıtılan kan damlasından daha makbul olsun."

BERCESTE

Bir bahr-i gamda urmadayız dest ü pây kim

Keştîsi yok, kenâresi yok, nâhudâsı yok

Öyle bir gam denizinde yüzüyoruz ki, gemi parçalanmış, sahil görünmüyor, kaptan boğulmuş...

Nabî


29 Ocak 2008, Salı
 

fuzuli-gazeL

Asistan
Katılım
31 Ocak 2008
Mesajlar
202
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Arzularımız zincir zincir

Ne bitmez arzularımız vardır bizim, ne doymaz isteklerimiz. Her vardığı durakta bir sonraki durağı özleyerek geçen fani bir ömür. Temenniler emele, emeller ihtirasa karışır gitgide ve bir avuç toprak doyurur en son gözümüzü. Boş kuruntular ve olmayacak istekler peşinde hep unuturuz görevlerimizi, hep unutturur bize nefsimiz ebedi güzellikleri. Fani olanın peşinde baki olanı hep ıskalar da insaniyetimiz, acılarla emzirdiğimiz gecelerde savrulur durur arzular.

Bir tûl–i emeldir hayat; bukağısı kilitli esaretlerin tekilliğiyle bağlayan bizi. Derin suların özetinden kaç milyon megavat acıyla çarpar benliklerimize ve zaman aynasındaki güzel düşlerimizi öldürür, müstesna hayallerimizi yaralar. Tûl–i emel ki, yangın gecelerde paramparça ağıtlar okutur kalbimize; kangrenlerin harabe çarşılarında ucuz bahaya satar benliğimizi. Dolunay düşlerinde göğsümüzü yaran da, ruhumuzu kendi yakınlığında yalnız bırakıp aşkiya ateşlerinde semender misali kavuran da odur. Odur yüzünü kaybetmiş bilgelerin sitem dolu gözbebeklerinde görünen de, kuğuların ve kağanların göğe ağan ağıtlarında ağlayan da.

Esrik gülüşler ardında paramparça bir perde kurulmuşsa sahneye, ve mağlubiyetin siyah beyaz karesinde kurtarıcılar işgal ediyorsa huzuru, bir tûl–i emeldir seyreden filmi. Gordiomdan isterik hüzünler esiyorsa ılgıt ılgıt, kuşlar ve arılar sabahın tenine kırık kanatlarla dağılıyorlarsa; kadınlar devinimlerini eşiklerde soyunup kırılmış bir dal gibi ikiye bölüyorlarsa duygularını; bir tûl–i emeldir elbette hükümranı kentin. Kadim taş konaklarda taş plaklar taşlara çalınıyorsa ve kendini yıkmayı unutmuş seller haczediyorsa gramofonları; gün doğumunda kurulmuş dar ağaçlarına masumiyetin beyaz gömlekleri asılıyorsa, ve her şey tekdüze güzelken, güzellikler, kendilerini düşürmek için uçurumlar besliyorlarsa çiçekli bayırlarda, yazık ki bir esenlik coğrafyasında, bir kavurucu muson olup esmektedir tûl–i emel.

Bir marazî aşka benzer tûl–i emel,
sevgilinin saçı gibi uzayıp gider gecelerden gecelere.

Yağmurların eteğinden geçer şiirler ve örselenir kelimeler aşklar boyu. Kuşlar, sevgili kentteymiş gibi aldanarak uçarlar boşluğa, ve dalgın efkarlara bürünür ayrılıklar. Bir narin dala tutunmuş serçeler ta göğsünden vurulur ve tahammül sancıları ebemkuşağının altında ağlayarak veda eder mutluluklara.
Bir marazî aşka benzer tûl–i emel, ve şairin dilinde haşre çıkar ucu zincirinin, Leyla’lar Mecnun’a döner:

Şeb–i yeldada uzar haşre kadar kıssa–i aşk
Ta ki Mecnun bitirir nutkunu Leyla söyler

Hicranın üvey adıdır tûl–i emel ve yakar güzellikleri buruşuk anılarında. Sicili bozuk caddelerde ayaklar altına atar benlikleri ve dağsız yıldızları yıldızsız dağlara döndürür.
Bir tûl–i emel peşinde yitirdik medeniyeti, acılara tutunup iklimlerce sürüklendik çağlar boyu. Sığdığımız kentleri sığdıramaz olduk içimize, sığındığımız düşünceler sığınamadı dimağlarımıza. Mağlup kimlikler giyinip nasipsizliğe koyuldu yüreklerimiz ve kendi olamayan şeylerden ötürü kendine dönemedi çehreler. Şimdi uzak anılarda avunan ilk yaz göçebelerince kanat çırpıyor turnalarımız ve külleri Dicle’ye savrulan Mansurleyin ölüyor kahramanlar.

Mecrası kuruyan ırmaklarda vagon vagon çığlıklar taşınıyor ve yalancı filozoflar töreleri uykusuzluklarında parçalıyorlar.
Büyük hırs ve küçük ölümdür bir tûl–i emel, dikkat edilmezse eğer, bilinmez nerede başlar ve nerede biter!?..
Gelin, sağrıları ıslak kısrakların serhadlerinde zaman kıvama ermeden, yeni bir düş daha kuralım, ama bu sefer uzayıp gitmesin, emellerimiz gibi düşlerimiz de...
 

fuzuli-gazeL

Asistan
Katılım
31 Ocak 2008
Mesajlar
202
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Ateşler içindeXVIII. yüzyılın ünlü şairi Şeyh Galib, belki de bütün divan şiiri macerası boyunca ateşten en çok bahseden ve aşkı bir ateş ile izaha çalışan yegane adamdır. Bir yandan İstanbul ufuklarını yalayıp yok eden yangınlar görmüş, diğer yandan Mevlânâ’nın aşkı izah ederken özetle söylediği “Hamdım, piştim, yandım” vetiresinden ilham almış ve sonuçta tasavvufî düşüncelerini ateş ve yanma üzerine teksif ile söylediği beyitleri de alev alev tutuşturmuş, okuyucunun yüreğini de yakmıştır. Ünlü eseri Hüsn ü Aşk’ta Benî Mahabbet (Sevgioğulları) obasını tavsif ederken, Giydikleri âfitâb-ı temmûz İçtikleri şu’le-i cihân-sûz Erzâkları belâ-yı nâgâh Ateş yağar üstlerine her gâh diyecek derecede ateş ile ünsiyet peyda etmiştir. Dediğine göre o kabilede herkes “Temmuz güneşini giyerler, cihanı yakan ateşi içerler. Erzakları apansız geliveren belalardan ibaret ve üzerlerine her an ateşler yağmakta...” Galib Dede ve Efendim dediği Mevlânâ’ya göre neydeki yanık nağmeler aslında birer hava değil ateştir ve o ateşi tadmayanlar aşktan behremend olamazlar. Aşk ateşi, kalpte hararetin artmasıyla tutuşan ve insanın bütün benliğini yangınlara veren değerli bir varlıktır ve gönlünde bu ateşi taşımayanlar hiç yaşamamış sayılsalar yeridir. Nitekim tasavvufa göre insan ateşin sınavından geçerek arılık kazanır ve aslı nur olan melekler derecesine ancak ateşten sonra yükselir. Ateş, evrenin kurucu unsurlarından (anasır-ı erbaa) biri, belki birincisidir. Toprak, hava ve su aslında ateşi de içeren, yahut ateş ile değişen ögelerdir. Bu yüzden tabiatta hızla değişen pek çok şey ateş kullanılarak dönüştürülür, yahut ateş ile terbiye edilir. Sanayide kağıttan kumaşa, çelikten kuartza kadar hemen her alanda ateş tam bir dönüştürücü ve terbiyeci olarak görülür. Havayı, suyu ve topraktaki maddeleri değiştiren de hep ateştir. Demiri işlemek de, yemeği pişirmek de ateş iledir. Ateşin maddeleri ayrıştırması veya hall ü hamur etmesi özelliği onu yüksek mertebelere çıkarır. Nitekim insanın maddesi ile manasını da birbirinden ateştir ayıran. Yine ateştir ki insanı acılar, ayrılıklar ve azablarla harmanlayıp pişirebilir. Sonuçta kirlerinden arınan insan İlahi tecellilere hazır hale gelir. Bu hâlin devamında insan semenderleşir ve ateşte yanmaz olur, belki ateş onun için bir lezzete dönüşür. Değil mi ki bütün azabların sonunda lezzete çıkan bir kapı bulunur... Ateş, şeytanın yaratıldığı madde olmak bakımından da insan nefsinin imrendiği bir varlıktır. O yüzdendir ki ham insan şeytanî konulara daha fazla meyleder, ama aşk ateşi ile yandıkça varlığındaki ateş ihtiyacını giderir ve Rahmanî’liğe yönelir, insan-ı kâmil olur. Bu bakımdan ateş mahremdir, kalbimizde yaşar. Gizlidir, çünkü maddenin içinde ya potansiyel olarak veya cevher olarak mevcuttur. Alevleriyle oynamak isteyenlerden mutlak itaat ister, yaktıkça acı verir ama sonuçta mürebbiyeliğini de icra eder. Allah’ın Celal ve Cemal sıfatları gibi. Cehennemin ateş fikriyle izahı belki de ateşin temizleyiciliği üzerine bina edilmiş bir düşüncenin sonucudur. Mademki kirli olanlar cennete giremez, o halde Allah da kullarını kirlerinden arıtmak için cehennemi yaratmıştır. İbrahim’e karşı serin ve selamet olan (yani içinde yakmama vasfı da gizli olan) ateş, elbette O’nun emrine itaat için yakar ve bu yanış aşkın gereği bir yanış ise kişi dünyada cenneti yaşar. Çünkü ateşin yandığı yer gönüldür ve şamanın ateşe tutkusu da, zerdüştün ateşi kavramak isteyişi de aslında gönlü ele geçirme gayretinden öte değildir. Gönül ki içinde ateş yanar, sakın onu avuç içi kadar yürek ile ölçüp bir kandil sanmayınız... Gönül ki bir ülkedir ve yangın bir uçtan bir uca bütün kentleri yalayıp yutmaktadır. İsterseniz bu yazıyı bir de ateş denizlerini gözünüzün önünden ayırmayarak okuyunuz; ta ki kendi yangınınızı ve ateşinizin cesametini görebilesiniz.
 

fuzuli-gazeL

Asistan
Katılım
31 Ocak 2008
Mesajlar
202
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Ebrûli
Geldiler...Söz yerde kalmasın dediler, kucaklamaya geldiler.Geldiler; güzellik katmak için cümle güzel sözlere. Ve özüne ufuklar açabilmek için sözün, yağmur yağmur yağmaya bulutlar getirdiler. Yazıların çevresine nisan nisan göklerden, mermer mermer damarlardan ziynetler kondurdular. Dalga dalga, çiçek çiçek, renk renk bulutlar getirdiler ve adına bulutumsu, bulut renginde, bulutlu mânâsına ebrî dediler, peşisıra akşamları savurdular.
Geldiler...
Önce sevgilinin kaşındaki kıvrıma, sonra kız çocuklarına ebrû diye ad koyup şânını yücelttiler bulutumsuyu âleme destân eylediler. Avrupa'da "Türk kâğıdı" Arapta "mücezza" adıyla süslendi kâğıtlar damar damar. İlk örneğini Buhârâ semalarındaki bulutlardan almıştı ebrû; ilk gözyaşını Türkistan yaylalarında bıraktı kıvrım saçlı güzel. Durgun sularına ay düştü çeyiz sandıklarına istiflenen şiirlerin ve bir fesleğen yaprağına yazıldı berrak âmentüler. Anadolu'ya getirdiğinde kar çiğnemekten yorgun esir tacirleri bu Çiğil güzelini, İstanbul tahtında Muhteşem Süleyman oturuyor, Fuzulî, "ilim bir kıyl ü kâl imiş ancak"
diyordu.
Geldiler...
Budaksız çam ya çinkodan tekneler yapıp içine bal kıvamında kitreli sular doldurdular. Desteseng ile ezdiler bir mermer üzerinde boyalarını ve merhem merhem sakladılar kavanozlarda eleğimsağmalara öykünerek Lahor'dan, Bedahşan'dan, Bengal'den insanlar kendine rastlıyordu renklerinde... Çividî topraklardan, kırmız böceğinden, kibrît-i ahmerden... At kuyruğu fırçalar ile serptiler boyaları semender renkli tekneye ve gönüllerinden geçeni nakşettiler Ayvazovski dalgalarının köpüklerine âraf kuşları gibi.
Geldiler...
Su üzerine resim yaptılar önce, kalp çizdiler, şakayık ve karanfil resmettiler. Bir denizci türküsü tutturdular tavlon güvertede, sersefil şîrpençeleri erittiler beyaz hurafeler özgürlüğünde. Renk renk hercâîler, deste deste sünbüller, üftade karanfiller. İlle lâleler... Solmasın, sararmasın diye bunca çiçek, kağıtlara sardılar yapraklarını, dallarını; Filistin'de bir kuyu Yusuf'u sarar gibi, Yed-i Beyzâ'da asa, denizi yarar gibi... Boynu bükük aldanmalar yıldız yıldız ekildi bahçelere ve kuş dilini bilenler yazdı en eski kafiyeleri suyun üstüne.
Geldiler...
Suya resmettikleri güzelliklerden hâreler ve menevişlerle asalet verip kâğıda, cilt cilt varaklara gülgunî kerrakeler giydirdiler, zahriyelerden şemselere atıldılar; hatimelerde zerefşâna çatıldılar. Sevincinden bulutlarda dolaşıyordu ilk kez kitap olalı kitap. Ayetler, hadisler, kıtalar, beyitler... Kelam-ı kibar ve darb-ı meseller... Hayatın horozlu aynasına vurgun murakkalarla asılırken duvarlara harfler ve kelimeler, en âsûde uykularını uyumak üzere ilk kez yasladılar başlarını bulutlara ve her uyandırılışta bir kez daha zinde yaşadılar hayatı. Siyah ebrûlerini duruben çatıp gamze oklarını âşıka atan dilberler bir ebrûli yaşmak takındılar.
Geldiler...
Çıtalar üzerinde koyu gölgelerde kuruttukları taze ebrûlara mühreyle fön çektiler, zerefşân ile sürme. Ad koydular her birine desen desen ve battalın öbek öbek renklerini hafif bülbül yuvalarıyla tarttılar. Çiçekliler, gelgitler, akkâseler, çifte âherliler... Sen de kılçıklı, ben diyeyim kumlu; sen somaki söyle, ben sünbül duyayım; sen taraklı öğren, ben tarama anlatayım... Sefere gecikmiş tayfalar anlattı yayla göçlerin telli turnalarına Ahd-i Atik efsaneleri buram buram, ve derinliklerinde kayboldu kekeme hüzünlerle ritmik sevinçler.
Geldiler...
Sanatlarını adlarıyla andırmak üzere geldiler ve Ayasofya kürsüsünde Hatip, gül yetiştiren adamın ruhundan Necmeddin oldu ebrunun adı. Yahudi ile Şebek... Hezarfen Edhem, Şeyh Sadık ve Sami'ler... Suda bir Lafza-i celal, kayıtsız aruz adımlarında bir Sa'dâbâd-lâlesi... Sonra bir Mustafa Düzgünman ve gelincik ebrusu, şakayıklar.
Geliyorlar...
Japonya'dan Amerika'ya; Avustralya'dan Ümitburnu'na kadim "Türk kâğıdı"nı bir medeniyet mihengiyle tartarak geliyorlar.
Kalkın ve ağlayın!.. Kaldığı yerden devam etsin rüyalar...


İskender PALA

 

fuzuli-gazeL

Asistan
Katılım
31 Ocak 2008
Mesajlar
202
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Babilde Ölüm İstanbulda Aşk


215348_k_5814.jpg


Gök kubbenin altında insanın ruhunu soyan kötülükler ve giyindiren aşklar adına...

Doğu ak ejder yılında başladı yirmi üç bin yıllık gizem...

Uzayın sonsuzluğuna açılan kapıyı keşfe çıkmış bilge rahipler, uğruna topluca can verdikleri bir sırrın, binlerce yıl sonra, bir şair tarafından aşkın derin katmanlarına saklanarak korunacağını bilselerdi...

Siruş başlıklı murassa hançerin kabzasına parmak izlerini bırakanlar, daha avuçlarının sıcaklığı gitmeden hançer kınında kan biriktiğini bilselerdi...

Bağdat, İstanbul, Roma, Paris ve diğerleri; kıyılarına vuran yeni aşkın, bütün eski tarihlerini dolduracak yoğunlukta olduğunu bilselerdi...

Bilgeler, katiller, asiller ve sevgililer; ellerinde tuttukları kitabın alev almaya hazır bir aşk külçesine dönüşmek üzere olduğunu bilselerdi...

Şair, ipeksi dizeleri arasına hayaller gibi sakladığı şifrelerin hoyrat ellerde ihtirasla parçalandığını, sonsuzluk şarabına kadeh yaptığı gelincik yapraklarının kinle dağıtıldığını bilseydi...

Ve şimdi kim bilebilir neler olacağını,

Babil uyandığı zaman? ! ..



İki Dirhem Bir Çekirdek

215355_k_9722.jpg

Anlatımı güzelleştirmek, savunulan fikir ve düşünceyi daha etkili kalmak ü daha etkili kalmak üzere her dilde kalıplaşmış bazı sözler bulunur. Atasözleri, dua ve temenni cümlecikleri, sövgü ve ilençler, bilmece ve tekerlemeler...

Bu tür kalıplaşmış sözler arasında, dilin bünyesinde en sık rastlanılanlar ise deyimdir. Dilin bünyesinde kalıplaşmış ve kökleşmiş olarak değişmeden kullanılan deyimler, hiç şüphe yok ki anlatıma canlılık ve güç katarlar. Bu sayede düşüncelerin ve olayların muhataba daha etkili biçimde yansıtıldığı bir gerçektir.

Bazı kişilerle ilgili anılar ve hikayeler, tarihten alınmış olaylar, ve. Deyimlerin ortaya çıkış nedenleri arasında ön sıraları paylaşırlar. Bu bakımdan deyimlerin kaynaklarını arayıp bulmak, oldukça meşakkatli bir iştir. Bazen rastgele bir sayfada, bazen bir dipnotta, bazen de hiç ummadığınız bir el yazması sayfasında bir deyimin ortaya çıkış hikâyesiyle karşılaşmak mümkündür.

Deyimlerimizin ortaya çıkış hikâyelerini bilmenin, dilimizin kültüre yansıyan yüzüne bir renk katacağı kesindir. Umarız, bu konuda daha geniş araştırma yapacaklar için bu küçük kitap bir başlangıç olur.



254977_k_7872.jpg

Aşkname


Bütün iyi dilekler ve selamlardan sonra...

Dilenciden sultana, köleden efendiye

Hânım hey! ..

Sen ki mahabbet gülistanıma revnak bağışlayanım, ejendimsin,

Sen ki arzum, emelim, hicranım ve elemimsin,

Ayrılığından dolayı yardım dilenmeye takatim yok senden, kapında kendini kaybedenlere gıptayla geçen ömrümde bir takate de ihtiyacım kalmadı artık. Sevgili eşiğinde ölene değil sağ kalana şaşmak gerekir, der bir bilge ama ben senden uzakta, aşkınla hasta, ama aşk sayesinde sıhhatteyim. Araya bunca yılın hasreti girmişken bir gün seni görmeye dayanabilir miyim bilmem, ama her sabah seni görüyor ve yüzünden aldığı güzellik ile insan içine çıkıyor diye güneşe, eşiğini döne dolaşa senden nur çalıyor diye her akşam mehtaba bakıyorum, bilesin. 'Bugün nasılsın ey kâinatın başı dönmüş yıldızı? ' diyorum ona, hasbıhal ediyorum; 'Ne haldedir sevgilim, hoş mudur, sofaca mıdır İstanbullar sultanı bugün? ' diye tekrar soruyorum. 'Hiç benim bulunduğum yerden daha kederli bir âleme doğdun mu sen; hiç aşkta altüst olmuş bencileyin bir firkatzede üzerine parladın mı? ' diye sitem ediyorum bazen... Velhasıl günlerce ve gecelerce güneşlere ve aylara durmadan ve dinlenmeden seni soruyorum, hâlâ bir haberini alamayışımı şikâyetle söylüyor, anlatıyorum. Senin beni unutma ihtimalini hatırlayıp çıldırıyorum bazı günler ve bazı geceler yüzünü eskisi gibi hayal edemeyeceğimden korkup kahroluyorum. Sonra tevbeler ediyorum. Seni unutma ihtimalini düşündüğüm için.




Ah Mine'l - Aşk

215345_k_9401.jpg

Aşk, yerine göre yol olur yürünür, yerine göre iman olur uyulur. Bazen ateş olup yakar, bazen deniz olup boğar. Sultan olur ülke yönetir, şarap olur sarhoş eder. At olup koşar, kuş olup uçar. Hazine olur viran gönüllerde saklanır, kimya olur hakir topraklan altına dönüştürür. Sır olur saklanır, gonca olur açılır. Gül bahçesi olur kokusuyla âşıkları mest eder, güneş olur âşıklarının ümit meyvelerini olgunlaştırır.

Aşk olunca gönüller birleşir, aşk olunca kıyamet koparcasma hareketlilik olur. Aşk olunca şimşekler çakar, rahmetler yağar. Âlemler kıyama kalkarsa aşktandır. Hastaların şifa bulması aşktandır. Aşk ile döner gökler, aşk ile durur kâinat.

Aşk, Mecnun'dan Leyla'ya bir feryat, Mansur'dan dara bir sır, gözden kalbe bir yoldur.Velhasıl, klâsik edebiyatımızda aşk her şeydir, her şey de aşktır. Bütün bu sayılanlar divan edebiyatına bir aşk edebiyatı dememiz için kâfidir.



Kırk güzeller çeşmesi

177930_k_2782.jpg

Okuyucu!

Sen burada, bugün artık kaybettiğimiz değerlerimizle ilgili (nezaket, haya, tevekkül, merhamet, sabır, tefekkür, sadakat, dua, kanaat, gözyaşı vs.) kırk öğüt bulacak ve bunları şiirsel ilhamlarla okuyacaksın. Belki yazının içindeki öğüdü alacak, kıssadan hisse damıtacak, belki de unutuvereceksin. Ama ben sevgili okuyucu, bu yazıları, Efendim,

'Her kim benim hadislerimden kırk tanesini belleyip başkalarına da öğretirse, kıyamet gününde Allah onu bilginler ve fakihler arasında diriltisin! ' buyurduğu için yazdım. İsterim ki, sen de öyle okuyasın ve zihninde birkaç gün gezdiresin. Hem kim bilir, bugün dün olduğunda, belki de seninle ikimiz, O'nun meclisinde buluşur, bunları yeniden söyleşiriz!
 

fuzuli-gazeL

Asistan
Katılım
31 Ocak 2008
Mesajlar
202
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Fuzuli şahane gazeller 1. kitap

186412_k_2545.jpg


Bende Mecnun'dan füzun aşıklık isti'dadı var Aşık-ı sadık benim Mecnun'un ancak adı var

Mecnun'dan çok aşıklık yeteneği var bende. Mecnun'un adı çıkmış ama benim asıl, sevgiliye bağlılığın timsali.

(Arka Kapak)




Leyla ile Mecnun

170727_k_4807.jpg


Bir bütün idim ben Leylâ ile. Sense Leylâ'yım diyorsun. Sen Leylâ isen eğer; beni yakmaya hayalin yeter, takatim yok sana kavuşmaya. Varlığı olmayan bir zerreye aynadan ne fayda? Canım gideli hayli zamandır, cismindeki bir başka candır; bir özge candır. Sensin beni benden ayıran, uzaklaştıran. Ben yokum, senin tecellin var. Vuslatının ağır yükünü kaldıramam ki. Önceleri sen vardın, şimdi ben yok oldum.

Manevi dünyamda dostum daima sensin. Dış görünüşe değer verme bahsi ortadan kalktı artık. Gönül çok önceleri sana koştu canım seninle gitti. Şimdiki canım Leylâ'ya değil, Mevlâ'ya yönelik. Bir'lik yolunda seninle olmam, yanarım. Şimdi, gözümün nuru, gönlümün aydınlığı! .. Ben maskaralığa nam salmışım nam salmışım bari sen bu yola girme. İçinden çıkma namus perdesinin.

Mecnun olan benim; bana yaraşır delilik, kınamışlık.

Şimdi git, aşk töresini, âşıklık geleneğini, maşuk gidişatını bozma. Gir şimdi, ey vefalı! Açtırma kötü söz arayanların dudaklarını; sakız verme dedikodu arayanların ağızlarına. Beni aramaya çıktığını âleme bildirip deliliğine ferman yazdırma. Kimse seni burada görmeden git. Ben ki varım; sen içimdesin, bunu bil! ..

(Tanıtım Yazısı'ndan)



Düşte Kalan

215351_k_2152.jpg

'Yıllardan 1258 idi. Hülagu Bağdat'a girmiş, insanlığın beşik edindiği ve o zamana kadar süzegeldiği tecrübesini harmanladığı topraklarda, dünyanın Nuh Tufanı'ndan sonra gördüğü en büyük yıkımı yapmıştı.

Bu talan, o çağa göre dünyanın gözdesi olan bir medeniyet merkezinin yok edilmesi demekti ve Hülagu'nun askerleri, Bağdat'ın eşsiz koleksiyonlarıyla ünlü kütüphanelerindeki yüz bini aşkın elyazması kitabı Dicle'ye boşaltmış ve Dicle günlerce mürekkep renginde akmıştı.

Eğer o zaman Bağdat kütüphanelerinin başına böyle bir talan gelmeseydi, belki de dünyanın daha sonraki yüzyılları çok farklı olur, Rönesans ve Reform hareketlerinin adresi değişir, modernleşmenin göstergeleri farklı boyutlarda ortaya çıkar, hatta Amerika, şimdiki Amerika olmayabilirdi. Gelin görün ki Amerika şimdi Bağdat'tadır.'



Müstesna Güzeller

215360_k_9413.jpg

Bu kitap, bilimsel bir gayretin ürünü olmaktan çok, öz kültürümüze karşı hissedilen bir vefa borcunun yerine getirilmesi için düzenlenmiştir ve yazdığımız makaleler arasından seçilen 50 adet yazıyı içerir.

Divan şiiriyle tarihî ve şimdiki hayatımızı buluşturma gayesiyle kaleme alınan bu yazılarda tuttuğumuz yol, yüründükçe uzayan ve her durağında bir başka hayranlıkla seyrettiğimiz, asude güzellikleri olan bir yoldur. O vadide görülecek daha nice menziller, gidilecek daha nice yollar vardır. Buyurunuz bu güzellikleri beraberce seyredelim ve sohbetlerle yoldaşlık kuralım.

Zaten gayemiz de altı yüzyıl boyunca soluduğumuz bir güzellikler manzumesini, sizlere yeniden tanıtabilmek ve sevdirebilmektir. Rastladığımız o müstesna güzellikleri sizinle paylaşmaktan mutluyuz.



Ayine

161704_k_8746.jpg


Sevgili!

Hani bir aşk idin, bir güzellik idin sen, güzellikle aşkın kesiştiği prizmada. Güzelliğin, cihanı gösteren bir ayna; aşkın, o aynanın cilâsı idi hani. Güzelliğin olmasa efendim, aşkı hiç bilmeyecekti cihan; aşkın olmasa güzelliği hiç anlamayacaktı. Aşk pazarında mezat hep güzelliğine; güzellik yurdunda yollar hep aşkına durmuştu efendim... Ve sen gitmiştin...

Şiiri meslek edinip de şair olamamanın acısını en iyi bilenlerdenim ben. Şiir söyleyemediğim için duygularımı, şiire en yakın gördüğüm deneme formatında anlatmayı yeğlemem bundandır. Ancak, bu kitaptaki her bir deneme için birkaç kitap okuduğumu itiraf etmeliyim.

Uzun gecelerde küstürdüğüm uyku perisinin dönmesini beklerken şekillenen düşüncelerim beyaz sayfalara bu üslûpta yayıldı ve her bir cümle bazen birkaç defa değiştirildi. Anlattıklarım kendime değil, topluma; merkeze değil muhite aitti.

Benim duyduklarımı duyan yüzlerce kalbin yaşadığını bu kırk denemeyi yazarken öğrendim. Hüzün, gözyaşı ve acıyı ifade etmenin ne kadar çok yolu varmış meğer. Meğer ne çok titrermiş kalbimiz yaşadıklarımız karşısında.

(Arka Kapak)
 

fuzuli-gazeL

Asistan
Katılım
31 Ocak 2008
Mesajlar
202
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Su Kasidesi

215363_k_3114.jpg


Aşk yalnızca bir tanedir; ama görüntüleri onlarca, binlerce, belki milyonlarcadır. Sıradan ilgilerin ve sevgilerin ötesinde, görünen perdelerin arkasında, fark edilen renklerin maverasında çıldırtıcı bir hasreti ve kalıptan sıyrılmış bir özlemi tanımak ve duymak isteyen varsa eğer, bu kitap işte onu anlatır.

Ağustos güneşinin kırıldığı kumlarda çatlaşan dudakların kıvranarak, dökülerek, koşarak ve çırpınarak akan Dicle'ye hasreti ne ise, Fuzuli'nin gönlünden taşan aşkın coşkunluğu ve yakıcılığı da odur. Bu kitap, bütün öteki aşkların ağırlığınca bir aşk ilhamıdır, o kadar...



Gözgü

161271_k_3151.jpg

İnsaniyetin zaferi, nezaketle kazanılabilir. O hâlde nezaket yoksa görme yok, nezaket yoksa konuşma yok, nezaket yoksa işitme yok ve nezaket yoksa kımıldama yok. Nezaketsiz bakışlardan, nezaket yoksunu konuşmalardan, nezaketi bozan dinlemelerden, nezaket kurallarına uymayan davranışlardan bıktık. Artık televizyon ekranlarında nazik beyefendileri ve nazenin hanımefendileri görmek istiyoruz.

Meclis'te tartışanların nezaket kurallarını çiğnememelerini, çocuklarımızın nezaket dışılıklara muhatap olmamasını istiyoruz. Çünkü insanın gen haritasını okuyacak ilim adamları onun yalnızca nezaket şifreleriyle yazılmış olduğunu görecekler.

Nezaket, insanlık için dünyanın bütün demokrasilerinden daha güzel ye insan yaratılışına en uygun rejim biçimidir, îş işten geçmeden...

(Tanıtım Yazısı'ndan Alıntı)


Güldeste

162360_k_2935.jpg

Şiir, görülmez; ancak kalbe doğabilir. Kalpleri titreten de, çizik çizik eden veya süsleyen debir hissin ilhamıdır genellikle; bir zamanın akışı, bir ruh sıkıntısı yahut bir hazzın coşmasıdır.

Heykel gibi, resim gibi bütüne dayalı bir sanata dönüşüveren bu küçük kitap, edebiyat dünyasında ünlü olmuş simalara ait, orada burada rastladığımız küçük anekdotların derlemesinden ibarettir...

(Arka Kapak'tan




Kadılar Kitabı

225316_k_3660.jpg


Kadılar Kitabı, bilimsel bir iddiadan öte, kültürel bir gaye taşır. Kadılarla ilgili birtakım anektodlar, epizotlar, uydurma da olsa tarihe yansımış öyküler ve fıkralar kenarda köşede kalmasın, derlenip iki kapak arasına girsin ve böylece okuyucu tarih boyunca hukuk serüvenimizle alâkalı fikirlerini kendisi oluştursun, eğer hukuk ile yakından ilgiliyse tavırlarını ona göre düzenlesin, eski meslektaşlarının hayatlarından kesitler görerek kendisini yeniden formatlayabilsin. Çünkü denilmiştir.

Bulunmazsa adalet milletin efrâdı beyninde

Geçer bir gün zemine, arşa çıksa pâye-i devlet

Vatandaşlar arasında adalet ve eşitlik kaybolunca, itibarı arşa çıkmış olsa da, devlet, bir gün yerin dibine geçer.


... Ve Gazel Yeniden Şiir Şerhleri

188045_k_7363.jpg

Gökkubbenin altında aşkı anlatan şiirlerin en rafine formu olarak bilinir gazel. Şark ürünüdür, ama batının da değişik şiir şekillerine ilham vermiştir. Gazel, yaklaşık altı yüzyıl boyunca klasik şiirimizin sırlarını saklamış, sayısız şairin entelektüel heyecenlarını dillendirmiş, gizli sevdalarını dosyalamıştır. Bugünün şairleri yeniden keşfettiler gazeli ve artık hangi edebiyat dergisini açsanız bir gazel karşılıyor sizi. Bu kitaptaki gazeller, uzun tarihimize ait değişik medeniyet tecrübelerini şerhetmek için bir araya getirildi. Onları okurken kültürümüzün hiç solmayan renkleri ve hiç eskimeyen güzellikleriyle tanışacaksınız, ve gazel yeniden gösterecek size gülümseyen yüzünü.



Şairlerin Dilinden

215364_k_9536.jpeg

Şairler vardı...

Şiiri gönülde duyup fikirde hummaya dönüştürerek tam altı asır yaşamışlardı. Onlar, yürekleri ürpertmekten ziyade, zihni sarhoş etmek için mısralar yazarlardı. Aynı dilber için sevdaya tutulup sonsuz acılar çekerlerken, ayni medeniyetin genel kabulleri içerisinde bilimin, sanatın, felsefenin, edebiyatın tarihini oluştururlardı.

Asırlar geçse de hiç değişmeyen acılarının terennümüyle akılları ürperten bu silsile, ayni kaderi yaşamak üzere halk edilmiş gönül erleri gibiydiler. Ancak asla özgür olamadılar ve önlerine konulan iki kara kaplı kitaptan biri, sevgililerin cevr ü cefa nizamnameleriyle; diğeri de kudemanın şiir üzerine verdiği fetvalar, kanunnameler ile doluydu. Yani gerek aşkın yolu yordamı, gerekse şiirin şekil ve muhtevası kesin sınırlar ile belirlenmişti. Daha önceki kaderdaşları olan üstatlarının kullandığı sınırlı malzeme üzerinde yeni binalar yapmaları; ayni kulvarda koşarak önceki rekorları egale etmeleri gerekiyordu.

Ne yarışmanın şartlan, ne de bina edecekleri sanat eserinin şeklini değiştirmeye yetkileri vardı. Eli kolu bağlanmış koşucular; yahut mimarlar gibiydiler. Buna rağmen, öyle mükemmel koşular çıkardılar ve öyle güzel abideler yaptılar ki âleme parmak ısırttılar.



Şahane gazeller Şeyh Galip 5. kitap

215383_k_7342.jpeg

Gencinede resm-i nev gözettim

Ben açtım o genci ben tükettim

Söz hazinesinde yeni bir üslup gözettim;

Ben açtım o hazineyi, yine ben tükettim


Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü

215375_k_2629.jpg

Sözlükte divan şiiriyle ilgili tabiat, tabiat olayları, coğrafya, yerleşim bölgeleri, iklim kuşakları, insanlar ve özellikleri, kozmik alem, felek, tıp, astronomi, yıldız ilmi, burçlar, müneccimlik, falcılık, remil, eski batıl ilimler, israiliyat, muisiki deyim ve terimleri....

(Arka Kapak'tan)
 

fuzuli-gazeL

Asistan
Katılım
31 Ocak 2008
Mesajlar
202
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Mevlana

244389_k_6535.jpg

Benlikten Kaçış

Kaçmak isterim kendimden; kaçmak, kurtulmak isterim. Bütün arzulardan uzaklaşmak isterim hem, bütün bağlardan kopmak...

Durakların, konakların, mesefalerin bağlarıyla bağlanmışım da koparmak isterim bağlarımı şimdi, kırmak isterim.

(Kitabın İçinden)



Aşina Güzeller

257294_k_3974.jpg
n.gif

Daha evvel nice Müstesna Güzeller'e rastlamış, onları Şairlerin Dilinden sizlere tanıtmaya çalışmış idik. Geldiğimiz noktada okuyucudan gördüğümüz ilgi ve teveccüh, bize o has bahçede tanıştığımız Aşina Güzeller ile daha sıcak ve daha sık sohbet etme imkanı verdi. Kitabımızın sayfaları arasında gezinirken sizin de klasik şiir zevkimizin güzellerine rastlayacağınızı ve onlarla aranızda bir göz ve ses aşinalığı bulacağınızı umuyoruz. Çünkü onlar bizatihi biz demektir; siz demektir.

(Arka Kapak)



Divan Edebiyatı

215349_k_8311.jpg

Edebiyatsız millet, dilsiz insana benzer. Altı asırlık Osmanlı çınarının asude bir gölgesi olan divan edebiyatı da atalarımızı bize gösteren bir ayna, onları bizimle konuşturan bir ilham ve aradaki tanışıklık bağlarını sağlamlaştıran bir vasıtadır.

Her şeyiyle bizim olan eski Türk şiirini tanımak için biz bir kapı aralamaya çalıştık. O kapıdan girenlerin güzellikleri yeniden keşfetme fırsatı bulacaklarına inanıyoruz.




Efsane Güzeller

215352_k_7199.jpg

Şiir görülmez; ancak kalbe doğabilir. Kalpleri titreten de, çizik çizik eden veya süsleyen de bir insan ilhamıdır genellikle; bir zamanın akışı, bir ruh sıkıntısı yahut bir hazzın çoşmasıdır.

Heykel gibi, resim gibi bütüne dayalı bir sanata dönüşüveriyorsa söz, adı divan şiiridir onun. O şiir, soyut olanın peşinde koşarken somut olanı örnek gösterir; duygu için maddeyi, içsellik adına çevreyi kullanır ve lirizmi anlatırken de Leyla'lardan, Şirin'lerden, Azra'lardan dem vurup onların yolunda Kays'ları, Ferhat'ları, Vamık'ları dağlar delisine çevirir.

Şair ise beyit denen söz katmanları arasında ince sanatkarlığın izini sürerken evvelce söylenenleri bilmek ve evvelce söylenenleri geçmek zorunda hisseder kendisini, hayallerini ve düşüncelerini derinleştirdikçe derinleştirip giyindirir düşüncelerine.




Fuzuli

243530_k_9516.jpg

Mum gibi yanıp tükendim aşkının derdinden. Artık seher yelinden sorma halimi benim. Ayrılık gecesinde sırdaşım olan mumdan ve pervaneden sor.

(Kitabın İçinden)



Kahve Molası

215357_k_6274.jpeg

Bir kahve molasından meram, bir çift sözdür ki, o söz ruhumuzu dinlendirsin, dimağımızı sarhoş etsin. Hani denilmiştir:

Gönül ne kahve ister ne kahvehane

Gönül sohbet ister kahve bahane

Bu kitabın içindekiler bir kahve molasında okunabilecek kadar küçük hikâyeler, hatıralar, nükteler ve bercestelerden ibarettir.Bir kahve molasında geçmiş zamanların neşeleri ve sevinçlerini, hüzünleri ve acılarını görmek, hissetmek, yaşamak ve ibret almak, kahve tadında lezzetlerle tanışmak pekala mümkündür. Ve biz onları keşfettiğimiz vakit adını tarih koyarız.




Gül İle Gülü Tartanlar 1

241929_k_1078.jpg

Yunus, Anadolu’daki Türk şiirinin halka mâl olmuş en önemli mimarı, eseri ise yıkılmayan tek mimarîsidir. Onun efsaneleşen hayatı Anadolu insanının gönlüne, Mevlana’ların Hacı Bektaş Veli’lerin Hoca Dehhanî’lerin Şeyyad Hamza’ların çağında parlayan bir yıldız gibi yansır.

·Şiirin efsane yiğidi: Yunus Emre

·Şiirler

·Diğer Yunus’ların şiirleri

·Ansiklopedik Lügatçe

·Bibligyografya




Kırkıncı Kapı

166926_k_7976.jpg

Hiç ikiyüzlü olmadın bana karşı, değil mi? En azından öyle olduysan bile, bana hissettiremediğin için minnettarım sana. Fuzûlî'yi Bâkî'yi, Galib'i, Nedim'i yeniden gündemine aldığın, onlarla arandaki uzak mesafeleri kalemimin ucundan damlayan mürekkeplerle boyadığın ve kendi medeniyet birikimimizi yeniden keşfe çıktığın için pişman olduğunu hiç sanmıyorum. Üstelik ey okuyucu, düşün hele, acaba gök kubbenin altında gül ve bülbülle alışık, şiir ve aşkla barışık seninle benim gibi kaç bahtiyar kul vardır ve kaç insan bir hayatı bu kadar derinlikli yaşar? ! .. Çevrene bir bak istersen, aşkı ve sevgiyi, şiiri ve şarkıyı, çiçeği ve böceği ıskalayıp da mutlu yaşayabilen kim var? ! .. Seninle ben ey okuyucu, seninle ben... Söyle Allah aşkına, ayrı mıyız! ..

Bu mektup tertemiz bir gönül ile ta Kırkıncı Kapı'ya gidecekler için yazıldı vesselâm...

(Tanıtım Yazısı'ndan)




Ve Gazel Yeniden

215367_k_7742.jpg

Kitapta, değişik şairlere ait on beş gazel ile iki berceste, yine o şairlerin zamanlarına ait araştırmalarla şerh edilmeye çalışılmıştır
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Toprak ayağının altından kayarsa mahvolacağını, sonunun geleceğini düşünen bir varlıktır insan. Hava, su ve ateş arasında bize en yakın olanı odur sanki.
Yerkürenin üstünde bir hayatı harmanladığımızdan mı, yoksa ahirinde gecinde ona karışıp kaybolacağımız için mi nedir, biz kendimizi dünyalı hissederken aslında biraz da topraklı hissederiz. Ayağımızın altında toprak var ise kendimizi güvende zannetmemiz bundandır. Yalınayak çimenlere basmak, toprakta yürümek, kumsalda uzanmak, hep onunla aramızdaki dostluğu pekiştirdiği için güzel ve romantik görünür bize. Bedenimizin olumsuz enerjilerini ona boşaltır, böylece huzur bulduğumuzu vehmederiz. Onun bağrında beslenip büyürüz, serpilip gelişiriz. O bize annelik eder. Şefkati, merhameti, cömertliği herkes tarafından takdir edilmiştir. Evlat nankör dahi olsa o asla üvey annelik yapmaz. Hatta bizi bağrında sakladığı o muhteşem ateş ile de korkutmaz. İçinde evlat ateşi taşıyan bir anne gibi davranır, duyar, hisseder, merhamet gösterir. Bütün bu sebeplerden dolayı onu canlı addedebiliriz. Diğer gezegenlere nazaran yerkürenin yaşadığını, karaciğerlerinin nefes alıp verdiğini, kılcal damarlarında akışkanlıklar olduğunu söylemek yalancılık olmaz.

İnsanın suya, ateşe veya havaya karşı saygısı biraz korkudan, biraz şerri belasınadır. Oysa toprağa gösterdiğimiz saygı böyle değildir. O bu hakkı bize yakınlığı ve şefkatiyle kazanmıştır. Nitekim günlük hayatımızda en çok onunla ilişki içinde oluruz. Dünyanın çekirdeğindeki ateş topunu, yeryüzünün dörtte üçünü kaplamış denizleri veya başımızın üzerinde 480 km. dikey gaz kütlesini hangimiz hatırına getirir ki?!.. Öte yandan her ayağa kalkışımız, her oturuşumuz, her adımımız, elimizdeki kahve fincanını her düşürüşümüzde toprakla, toprağın dönüşüm geçirmiş bir versiyonuyla temas ederiz. Çünkü o, insanın nerede bulunduğundan, sosyal çevresinin oluşumuna, gardrobundaki giysinin renk ve çeşidinden beslenme ve diyet programına kadar hayata hep müdahale eder.

Yerkürenin neresinde, hangi bölgesinde ve ne şartlarda yaşadığınız elbette çok önemlidir. Uzay ölçeğindeki o büyük gayrimenkul ağı içinde en uygun, ucuz ve kullanışlı arazileri, bölgeleri, ülkeleri, kıtaları biz ancak toprakta bulabiliriz. Üstelik o, diğer üçü gibi (ateş, hava, su) değişkenliklere saparak bizim yatırımımızı boşa çıkarmaz. Kum, çamur, mineral, maden vs. hepsi bir yana devasa dağlar ve o büyüklükte kayalar bizi hep sadakatle bekleyip dururlar. Onlar, sismik basınçlar hariç ne yerlerinden kımıldar, ne sallanırlar. Bu yüzden uyanık Laz müteahhitler ev yapmak için kayaların üzerini tercih ederler.

Dünyada bilimin, teknolojinin ve sanatın toprak sayesinde geliştiğini, mimarinin toprağa bağlı olduğunu, ilk aletlerini taştan yapan insanoğlunun gelişme gösterdiği uzun zaman dilimlerini toprağa bakarak isimlendirmesinden anlayabiliriz. Taş Devri, Cilalı Taş Devri, Tunç Devri, Demir Çağı vs. Eğer çağların adları bu sıralamayla devam etseydi bugün belki de Pırlanta Devri veya Bor Çağı'nı yaşıyor olabilirdik. Toprak olmasaydı bugün ne antik dünyanın yedi harikası, ne tarihî sanat eserlerine bakan insanların hayranlıkları, ne modern sanatçıların kendilerini ifade edebilmeleri mümkün olurdu. Toprak olmasaydı insanlar "Altına Hücum" filminin bilmem kaçıncı versiyonunu çevirmek üzere her çağda rol kavgası yaparlar mıydı sanıyorsunuz? Toprak olmasaydı tarih bilimi kimin umurunda olurdu ki!?. Hem bunca uzun zamandır savaşıp duran atalarımızın birbirlerine atacak taşı da, sığınacak kalelerin duvarlarına koyacak mermeri de, mancınıklarla fırlatacakları kayaları da bulamayacakları bir hakikattir. Toprak olmasaydı Kabe de, piramitler de, Tac Mahal de, Süleymaniye de olmayacaktı. Velhasıl insanoğlu toprağa o kadar bağlıdır ki, sanat eseri yapacağı vakit de, yeni bir icatta bulacağı vakit de, hatta savaşacağı ve kardeşini öldüreceği vakit de başını toprağa indirecek, elini ona uzatacaktır. Sanki bir kısır döngü gibi, toprak bize bir yandan hayat sunarken diğer yandan ölümüzü (cesedimizi) bir anne misali kucaklar. Toprak insana kibir değil tevazu telkin eder. Sonunda koynuna girip onunla bütünleşeceğimiz yerdir ve bize, hal diliyle büyüklenmek değil, başını yere indirmek gerektiğini anlatır durur.

Toprak bizim köyümüz, kasabamız, şehrimiz, ülkemiz, vatanımızdır vesselam...


NUH NEBİ'DEN BİR KISSA
Nuh Peygamber zamanında insan ömrü 950 yıl civarında imiş. Bir gün Nuh Nebi ashabıyla sohbet ederken onlara "Ahir zamanda evlatlarımızın ömürleri pek kısa olacak!" demiş. O sırada ashabından biri atılmış:

- Ne kadar kısa olacak ey Allah'ın elçisi!

- Kısa olacak işte, pek kısa.

- Ne kadar ya Rasulallah?

- Hemen şöyle 80-90 yıl kadar.

- O kadar mı kısa olacak ey nebi!?..

- İşte o kadar kısa olacak.

Bu sırada köşede konuşulanları dinleyen birisi sormuş:

- Ya Nuh!. Onlar yeryüzünde ev falan da yapacaklar mı?!..


BERCESTE
Neşv ü nema bulamaz

düşmeyicek hâke nebât

Mütevazı olanı

rahmet-i Rahman büyütür

Tohum, toprağa düşmeyince gelişip büyüyemez. Tıpkı onun gibi mütevazı olanı da Allah'ın rahmeti büyütür.

Laedr


05 Şubat 2008, Salı
 

Rosasepia

Ordinaryus
Katılım
25 Ağu 2007
Mesajlar
2,427
Tepkime puanı
787
Puanları
0
Konum
Seyyâh-ı âlem

Duâsı olmayanın ola mı umudu;
Duâya durmayanın kala mı su'du?
Duâdan ayrılsa kul mu kalır, insan mı kalır;
Duâdan özge eylül mü kalır, nisan mı kalır?
Gelin duâ edelim, Hakk'a gidelim.
Mavi bir şeyler girsin hayallerimize,
Aklar ve yeşiller vursun hallerimize.
Zaman ve mekânı bahşedelim süveydalarımıza,
Sevdalarımızı nakşedelim zamanlar ve mekanlarımıza.
Kabul olunmayacak duâdan O'na sığınarak gelin duâ edelim,
Düşelim yollarına görüşelim, varalım illerine yalvaralım...


O vermek istemeseydi istemeyi vermezdi bize;
O sevmemizi istemeseydi sevmeyi istetmezdi bize!!




/İskender Pala
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Az gittik uz gittik, dağ tepe düz gittik

Musevilik ateşinin yandığı Sina, Hıristiyanlığın kutsal temaşası Zeytindağı, İslamiyet'in ilk tecelligahı Hira, Türklüğün derin anlamı Tanrıdağı, Anadolu'nun efsanesi Ağrı ve dünyanın zirvesi Everest...
Hepsi birer dağın adı. Onları yerkürenin her yerindeki benzerlerinden ayıran şey ne taşının, ne de toprağının ayrıcalığı. Hayır, onlar birer mânâsı olan, insanları çevrelerinde biriktirecek anlamlarla yüklü özel mekanlar. Zirveleri birbiriyle ölçmek elbette zordur, ama bütün dağlar içinde bunlar ruhu olan dağlardır. Onlar orada oldukları için o bölgede olumlu bir enerji birikir; onlar orada oldukları için o civarda insanlar daha masum, daha dürüst, daha duyarlı ve daha dindar, daha kimliklidir. Bir an için de olsa bunların orada olmadıklarını düşünmek çıldırtır bizi, onlara zarar verecek olanlar, oradan bir taş koparacak olanlar bizim kutsal alanımıza hücum etmiş olurlar ve biz onların orada, her zaman durdukları yerde durmalarıyla kendimizi güvende hisseder, kimliğimize bütünlük atfederiz.

Bir dağ her ne kadar yerkabuğunun üstünde görünürse de aslında o yaşadığımız dünyanın altyapısını oluşturan bir simetrinin yalnızca yarım yüzüdür. Ülkelerin sınırlarını çok zaman onlara bakarak çizeriz. Pastoral veya epik şiirler yazacağımız zaman onlardan ilham alırız. Rüzgarları (hava) ve pınarları (su) onlar yönlendirir. İlk çağlarda onları İlahi öfkenin yeryüzüne fırlattığı ucubeler veya toprak ananın dışladığı hayırsız çocuklar olarak algılayan atalardan bu yana dağlar her daim bir ihtişamın temsilcisi ola gelmişlerdir. Zaten birçok ilkel toplumda tanrıların, dağların tepelerinde yaşadığı vehmedilmiştir. Zeus'un yıldırımlarının Olimpos'un tepesinden yeryüzüne yayıldığını söyleyen Yunanlar da, Şiva'nın altın sarısı ve eflatun bulutlar arasında Himalayalar'ın zirvesinde bir yerde uyuduğunu söyleyen Hindular da bunun bilinen örneklerindendir.

Budistler Nirvana için hâlâ dağlara tırmanırlar. Japonya'da her yıl yarım milyon insan Fuji dağının zirvesine tırmanarak hacı olduğuna inanır. Çin'de Taishan Dağı hâlâ hac mekanıdır. Bütün bunlarda insanı etkileyen, ona uhrevi ve dini hissiyatı sindiren taraf elbette dağın zirvesidir. Zirve demek, tırmanma demektir. Tırmanma aslında bir tür aşkınlık metaforu, bir tür arınma sürecinin de adıdır. Fiziksel olanın dışında ruhların da yükseğe tırmanmasına ihtiyaç vardır. Belki de bu yüzden İlahi vahiy elçilerin yükseğe tırmanmaları sürecine vabestedir. Hz. Musa Sina Dağı'nda, Hz. Muhammed Hira'da vahye ermişlerdi. Hz. İsa'nın en büyük vaazı bir dağın zirvesinden yamaçlardaki insanlara yönelik olmuştu.

Bir dağa göre tepe, bir kabadayıya nazaran muhallebi çocuğu gibi görülebilir. Düz araziye sahip bir coğrafyada tepeler azametli dağlarmış gibi algılanabileceği gibi sıra dağ silsilelerindeki cesametli ve heybetli dabbeler de tepe adıyla anılabilir. Ben hâlâ dağ ile tepe arasındaki ayrımın kaç metrelik yüksekliği taban ölçü kabul ettiğini tam kavrayabilmiş değilim. Söz gelimi Mekke'yi görmeyen birisi için Safa ile Merve isimleri Hacer anamızın yavrucak İsmail'e su bulmak için çırpına çırpına koşturup durduğu iki tepenin adıdır. Öylesine mübarektir ki bu tepeler, bizim yurtlarda anne babalar, çocukları erkek olunca Safa, kız olunca Merve adını bile koyarlar. Zihinlerinde Safa ile Merve çöl kumlarıyla savrulan iki çıplak tepedir ve eğer bir gün nasip olur da umre veya hacca gidecek olurlarsa o iki tepe arasında Hacer'in gözyaşları içindeki merhamet feryatlarını hissedeceklerini zannederler. Söz gelimi Safa ile Merve'yi en azından şöyle yüzer, iki yüzer metre yükseklikleri olan birer tepe olarak görmek isterler, belki tırmanmak, kumundan, toprağından ayaklarının yanmasını, koşuşturmaca ile terlemeyi vs. hayal ederler. Elbette hoş ama boş hayallerdir bunlar. Çünkü Safa ile Merve artık ziftle kaplanmış birer kaya parçası halini almıştır ve Anadolu ölçülerine göre hiç de öyle "tepe" falan sayılamaz.


AZRAİL'İN CENNETE GÖTÜRDÜĞÜ BİR AVUÇ TOPRAK
Din kitaplarında İsrailiyyat kabilinden olmak üzere şöyle bir rivayet yer alır. Allah cennette Adem'i yaratacağı vakit onun topraktan olmasını irade buyurup Cebrail'i çağırmış ve "Haydi git," demiş, "dünyadan bir avuç toprak getir!" Cebrail dünyaya gelmiş ama geriye eli boş dönmüş. Allah bu itaatsizliğinin sebebini sorunca da "Rabbim!" demiş, "Dünya, kendisinden bir parçayı koparıp götüreceğim için öyle ağladı, öyle yalvardı ki ona acıdım ve eli boş döndüm!" Allah bunun üzerine İsrafil'i göndermiş. Ardından da Mikail'i. Ve tabii elleri boş dönmüşler. Sıra Azrail'e gelince o gitmiş ve avucunda bir parça toprak ile gelmiş. Allah sormuş:

- Dünya sana da yalvarıp yakarmadı mı, ağlayıp sızlamadı mı?

- Elbette yalvarıp ağladı. Amma değil mi ki Sen benim Rabbimsin, ben de senin kulunum, elbette Senin emrini yerine getirmek, dünyaya merhamet göstermekten bana daha yakışır.

- Madem ki merhameti tanımadın, bundan böyle ölüm meleği ol ve aldığın parçayı dünyaya geri vermek üzere toprak bedenlilerin canlarını kabzet.


BERCESTE
Orda bir dağ var uzakta

O dağ bizim dağımızdır

İnmesek de, çıkmasak da

O dağ bizim dağımızdır

Ahmet Kutsi Tecer


12 Şubat 2008, Salı
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Hava

Hava, hayatı oluşturan diğer üç unsur (ateş, su, toprak) arasında ruhanî yanı en yüksek olanıdır ve melekler havada uçarlar.
Cinler, ruhlar ve insanın hayal gücüne hitap eden hayalî varlıklar onun içinde bir başka boyutta kendilerince bir hayat sürerler. Çok sevinçli olduğumuz vakitler uçmak gelir içimizden. Kuşlar gibi özgür olmak... Üç boyutu birden yaşamak... Bu ancak havayı hissetmiş bir varlığın hayali olabilir. Nitekim uçaklar, kelebekler veya bülbüller; hava olmasa asla uçamazlardı. Avucumuzdan üfürdüğümüz kuru bir gül yaprağı, eğer hava olmasaydı, yere bir külçe gibi çakılırdı.

İnsan havayı göremez, yakalayamaz, kontrol altına alamaz, ama eylemlerine bakarak onu hemen yanı başında, çevresinde hisseder. Bir şeyler duyarız ve havanın orda, işbaşında olduğunu biliriz. Dalgalanan ekinler, savrulan yapraklar, göklerde dolanıp duran bulutlar veya denizlerde gezintiye çıkan yelkenliler... Vınlamalar, uğultular, hüzünlü şarkılar, şiddetli ulumalar... Ağzımızı açınca ciğerlerimize; derin nefeslere ve soluk soluğa bir hayata... Havanın bizi yaşatabilmek için kafalarımızın üzerinde, 480 km. yüksekliğe kadar 5500 trilyon ton ağırlıkla bu işleri yaptığını okuduğumda çok şaşırmış ve onun bu ağırlığı altında pestilim çıkmadığına hayretler ederek Şirazlı Sa'dî'nin o ünlü kitabı Gülistan'ın başlangıç cümlelerini hatırlamıştım: "Alınan her nefes ömrün uzamasını, verilen nefesler de vücudun rahatlamasını sağlar. Demek ki her nefeste iki nimet vardır; her nimet için de bir şükür lazımdır."

Hava, canlıların enerji sermayesidir. Bu sermaye bedenin bilumum faaliyetlerinde harcanır. Yanıp sönen bir ateş böceği, marul yaprağı kemiren bir kaplumbağa, aşk şarkıları söyleyen bir kanarya, avını kovalayan bir kılıç balığı veya aslanın önünde kaçmakta olan ceylan, tıpkı insanlar gibi aynı havayı kullanırlar. Yani şu anda aldığımız bir nefes, bundan kırk bilmem kaç bin yıl önce Afrika'daki bir gergedanın ağzından çıkmış olabilir. Nuh Nebi veya Hz. Ali'nin ciğerlerinde de dolaşmış olabilir. İçimizdeki hava daha önce sayısız boyutlarda başkaları tarafından kullanılmış olan havadır. Belki de bu yüzden Allah insanlara ömür verirken görece takvim yıllarını, ayları, gün veya saatleri değil de nefes hesabını esas almıştır. Ömrümüz, söz gelimi 999 milyar 999 milyon 999 bin 999 nefes olsun. Biz o son 999'uncu nefesi aldığımızda zamanın dışına bir yere çıkarılırız. Sahne gerisi değildir burası, kulis de değildir. Seyirciler arasını da hesaba katmayın. Şöyle daha dışarılarda bir yer. Yerden ziyade havaya yakın, belki onun içinde, yanında, kıyısında, her neyse... Bedenin öldüğü ama ruhun yaşamasını devam ettirdiği bu 999'uncu nefes aslında yalnızca maddeyi (canlının maddî varlığını; masivayı) ilgilendirir. Demek ki hava insanın ruhuna bir hayat mekanı olmakla kalmıyor, onun maddî hayatına da bir sınır çizebiliyor.

Sigara yasağı artık kapalı mekanlardan açık mekanlara taşıyor. Metropoller temiz hava için kavga verir hale düştüler. Ağaçlandırma faaliyetleri dünyanın her yanındaki çevreci örgütlerin en birincil faaliyet alanları. Küresel ısınma yavaş yavaş kendini hissettirmekte. Havadan sudan işlerin çağı geçeli çok oldu. Neredeyse kır havaları tüplere konulup marketlerde satılacak noktalara gelindi. Temiz havanın lüks tüketim malzemeleri arasında sayılmasından Allah bizleri korusun.


BEDAVA HAYAT
Ne diyordu Orhan Veli:

Bedava yaşıyoruz, bedava / Hava bedava, bulut bedava /

Dere tepe bedava, / Yağmur çamur bedava

Şimdilerde bütün bunlar için devletin büyük yatırımlar yaptığına bakmayın, gerçekten bir vakitler bunlar bedava imiş. Bakınız bedava kelimesine; Farsça "bâd (rüzgâr, hava)" ile Arapça "heva (hava, yel)" kelimelerinin tamlamasıyla oluşmuş, "bâd-ı heva" olmuş. Yani "hava rüzgârı" gibi bir şey. Sözlüklerde bu kelimenin karşısında "bir karşılık ödenmeden elde edilen şeyler hakkında kullanıldığı" yazılıdır. Yani rüzgâr veya hava vererek yapılmış bir ödeme biçimi gibi. Hatta dilimizde bir de "bedavadan da ucuz" vardır.

İnsanın havaya olan ihtiyacının çokluğu düşünüldüğünde havanın bu derece ucuz bulunması doğrusu şükre seza bir şeydir. Lakin daha derin bir bakış hemen görür ki hava aslında bizi dünyalık yapan şeydir de. Yani insanın içindeki hava, ona dünyaya ait olduğunu hissettirir. Nitekim hava ile heva da aynı kelimedir. Heva, "heves, arzu, istek" gibi anlamlar taşır ki bu da insan nefsinin tabiatı gereği olan şeylere meyletmesi, yani ulvî varlığını ıskalayıp süflî cihete yönelmesine yol açar. Havanın heves olması halinde insan ruhunda kırılmalar başlar ve gönül aynası buğulanır, havaî bir mizaç edinilir. Ne diyelim: "Allah bes; bakî heves!" veya "Hevâ-yı aşka uyup kûy-ı yâre dek gideriz (Aşk arzusuna uyup sevgilinin mahallesine kadar gideriz)."


Güzel havalar
Beni bu güzel havalar mahvetti,

Böyle havada istifa ettim

Evkaftaki memuriyetimden.

Tütüne böyle havada alıştım,

Böyle havada aşık oldum;

Eve ekmekle tuz götürmeyi

Böyle havalarda unuttum;

Şiir yazma hastalığım

Hep böyle havalarda nüksetti;

Beni bu güzel havalar mahvetti.

Orhan Veli


19 Şubat 2008, Salı
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Yaşı benimkine yakın olanlar Victor Flemming'in Rüzgar Gibi Geçti (Gone With the Wind) filmini keyifli bir nostalji olarak hatırlarlar.

Kimler yoktu ki o filmde!.. Saçlarının briyantinleri hâlâ gözlerimin önünde duran kalem bıyıklı (Bu bıyıklar daha sonra Ayhan Işık'a çok yakışacaktı) Clark Gable, hüzünlü bakışlarıyla yürekler yakan Vivien Leigh, daha sonra yıldızı parlayacak olan Leslie Howard... Hollywood'un altın çağındaki en güzel film diye bilinir Rüzgar Gibi Geçti ve bizim gençliğimizde bu filmi seyretmemiş olmak yahut ondaki sahnelerden örnek bıçkınlıklar yapamamak delikanlılığı bozan şeyler arasında sayılırdı. Şimdi geriye dönüp bakanlar aslında o demlerin de rüzgar gibi geçtiğini acı bir tecrübeyle bilmekteler.

Sahi, Rüzgarlı Bayır'ı okuyan kaldı mı artık?!.. O ki bir romandan çok bir iç titremesidir. Otuz yaşında öldüğünde Emily Bronte (1818-1848), ardında dünyanın en büyük aşk romanlarından birini, daha doğrusu insanın içine işleyen bir anlatımla dile getirilmiş o uzun şiiri bize armağan bırakmıştı. Çünkü ancak o roman okununca anlaşılır rüzgarın insana ne anlattığı, ve ardından gelir savaş rüzgarları, aşk rüzgarı, şöhret rüzgarı, değişim rüzgarları... "Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgarına" der sonra Yahya Kemal.

Rüzgar!.. İşte bildiğimiz şey... Her vakit ayrı yönden estiği, her daim değişim içinde olduğu için olsa gerek atalarımız "felek, talih, zaman, zamane" gibi anlamlar yüklemişler kelimeye ve bilhassa tasavvuf ile Divan şiiri onun bu anlamını pek önemsemiş. Mesela şaire göre o sürekli değiştiği için asla güvenilmez, her an yol değiştirebilir, bugün siyah gibi gösterdiğini yarın beyaz, şimdi güzel gösterdiğini az sonra çirkin sayabilir. Rüzgara karşı koymak veya rüzgarın estiği yöne gitmek bakış açısına, zamana ve zemine göre iyi veya kötü anlamlar kazanabilir. Ruzgar, geçici olduğu için tasavvuf kalıcı olana itibar etmeyi söyler.

Rüzgarın bize kendini göstermek için büründüğü karakterler vardır. Lüzumlu lüzumsuz kılık değiştirmesi de bu yüzdendir. Öfkeli, kindar, mütebessim, mütevazı vs. Aslında kimselere danışıp bugün nasıl olayım dediği falan da görülmemiştir. Elbet birinden emir alıyordur ama onu bize pek belli etmez. Mesela şöyle kabadayı rüzgarları hatırlayın. Girdikleri yerleri darmadağın ederler, acımasızlık ruhlarına işlemiştir. Lut kavmini helak eden de, Sodom ve Gomore üzerinde esen de onlardı nihayet. Poyraz, Lodos, Bora gibi erkek adlarını onlar vermiştir ölümlülerin çocuklarına. Eskiden onları Poseidon'un oğlu Aeolus'un Akdeniz'de bir adanın derinlerine zincirlediği düşünülür veya Norveç taraflarında dev kanatlarını sallayarak irili ufaklı rüzgarlar, fırtınalar çıkardığına inanılan Hraesvelgr'a hürmet gösterilirdi. Havai rüzgar tanrısı Laamaomao bütün rüzgarlarını su kabaklarında, Çin rüzgar tanrısı Feng Po ise sarı bir çuvala koyup sırtına atmıştı. Lüzumu halinde kabağı eğivermek veya çuvalın ağzını açıvermek, hele de biraz öfkeli iken o günlük çuvalı boşaltıvermek bir kabadayılık değil de nedir? II. Dünya Savaşı'ndaki Japon intihar uçaklarına kamikaze denilmesi "ilahi rüzgar"ın adı olan Kamikaze'den alınmıştı.

Zarif rüzgarlara gelince; onlar hayatı hep aynı nezaket içinde harmanlarlar. Açacak çiçekler, tohumunu alacak toprak, bal yapacak arılar, tarlasını ekecek çiftçi hep onun yolunu gözler. Hoş geçimli bir delikanlı gibidir o. Çok çalışır, herkese güleryüz gösterir. Zarif dedik ya işte, bütün genç kızlar onun peşine takılıp gider. İçlerinde bazı romantik olanları da yok değildir. Bazen bir denizden yamaçlara doğru, bazen bir yaz akşamında gece lambalarının pervanelerine eşlik ederek, hatta sevgili saçını tararken onun kokusunu aşıka götürmek üzere amade beklerken... Bakmayın siz onun Saba, Meltem gibi kız adıyla dolaştığına.

Sur'a üfürdüğü vakit İsrafil'in çıkaracağı rüzgara gelince. Aman dikkat!.. O, dünyanın çevresini sarıp sarmalayıp şöyle altını üstüne getirecek; yer içindekileri dışa fırlatacak, gök de sahip olduklarını yere boşaltacak... Eğer düşünürseniz o ne dehşetli bir gümbürtüdür öyle!.. Tam da rüzgar ekenlerin fırtına biçecekleri an.

RÜZGAR İLE SİVRİSİNEK

Hatırlıyorum, ilkokul okuma kitabımda bir hikaye vardı. Sivrisinek ile rüzgarın mücadelesini anlatırdı. O sivrisinek ne afacan şeydi öyle. Bir gün rüzgara kafa tutar ve vzzzz!.. vzzzz!.. Sen de kim oluyorsun? vzzz!... vzzz!.. Rüzgar önce sükunetle haddini bilmesini söyler. O biraz daha kibirlenmiştir: vzzz!.. vzzz!.. vzzzz! Ben sivrisinek!. Bana ne yapabilirsin ki! vzzz!.. vzzzz! Rüzgar şöyle elinin tersiyle bir vurmak ister o hemen kaçıp bir ağacın arkasına saklanır: VZZZ!.. VZZZ!.. Rüzgar biraz daha şiddetini artırıp ağacın arkasını da kuşatır ama sivrisinek oradan kaçıp bir evin çatısına saklanır: VZZZ!... VZZZ!.. VZZZZZZZZZ!.. Rüzgar onuruna yediremez tipi boran, fırtına derken evin çatısı sallanmaya başlar: Sivrisinek o sırada ne dese beğenirsiniz:

- Bana bak, rüzgar efendi!.. Kızıyorum ama, sonunda fakirin çatısını mı yıktıracaksın bana!..

BERCESTE

Tevekkül bâdbânın kıl küşâde fülk-i ihlâsa

Eser bahri emelde bir muvafık ruzigar elbet

İhlas gemisiyle yola çıkıp tevekkül yelkenini açarsan, emel denizinde elbette uygun bir rüzgar esecektir.

Fıtnat Hanım
26 Şubat 2008, Salı
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Eskiler sözü güzelleştirerek söylemeye çaba sarf ederler; bunu, yazacakları sözleri kalıcı kılmanın şartlarından biri sayarlardı.

Bu yüzden nesri de şiirsel söylemek, ona ahenk katmak ve anlatımı kuvvetlendirmek önemliydi. Cinas denilen sanat böyle doğmuş ve nesir ustaları cümlelerinin arasında ritm ve kafiye bulundurmayı önemsemişlerdi. Eskilerin cinaslı bir üslupla ortaya koydukları bu tür yazılara biz sonradan süslü nesir demişiz. Türkçe'de bu üslubun ilk temsilcisi Fatih çağının ünlü bilgini Sinan Paşa olup aşağıdaki metin onun Tazarruname (İÜ. Ktp. TY.1818, v. 92a.) adlı eserinden alınmış ve bir çevirinin(/yalınlaştırmanın) asıl metin karşısında ne kadar cılız durduğunu göstermek için karşılıklı verilmiştir:

İşarat-ı Evsaf-ı Aşk

Aşk âsâyiş-i cândur; aşk ârâyiş-i cihândur. Aşk nemek-i diyk-i vefadur; aşk hadîka-i ehl-i safâdur. Aşk hakîkat çerhınun ahteridür; aşk cân leşkerinün mihteridür. Aşk bir sultân-ı kâhir ü tîzdür ki alem çekicek birbirine urur vücûd ile ademi; aşk bir bî-karâr u şûr-engîzdür ki kadem basıcak şûr u gavgâya bırağur âlemi. Aşk bir cevher-i pâkdür araz sanman; aşk râhat-ı cândur maraz sanman.

Aşk bir mürgdur ki melâmet-i halk ona bâl olur; aşk bir devletdür ki idbâr-ı dünyâ ona ikbâl olur. Aşk bazarında câme-i dîbâyı bir habbeye almazlar; uşşâk mahallesinde nâmûs ile nâmı bir çöpe saymazlar. Âşık olanlar gayret ü ârı bırağurlar; dost isteyenler ol vakârı bırağurlar. Âkıl eydür: "Cübbe vü destâr hani?"; âşık eydür: "Hâne-i hammâr hani?" Âşık düğünden bîniyâz olur; âşık cihân içinde serfirâz olur. Aşk bir külüng-i pulâddur ki her vakit varlık binasın yıkar; aşk bir bennâ-yı üstâddur ki dâim yokluk sarayın yapar. Aşk bir derd-i mâderzâd olur; âşık iki cihândan âzâd olur. Ne vuslatda şâd u ne gamdan firârı olur; ne destinde sabr u ne pâyında karârı olur.

Âşık hemîşe belâkeş olur; dâim belâ içinde hoş olur. Âşık her dem sûz u şevkda olur; derd-i aşk içinde zevkde olur. Âşıka gıdâ belâ olur; âşıka safâ cefâ olur. Âşık ki yolunda merd olur; renci dârû vü râhatı derd olur. Beyt: "Dil ki bûy-ı aşkdan bîreng olur / Ehl-i dil katında ol dil seng olur". Dil bağında ki aşk gülü olmaz; bir bezme benzer ki onun mülü olmaz.

Aşk kıssa vü hikâyet olmaz; aşk-bâzî hadîs ü rivâyet olmaz. Âlem-i aşk âlem-i diğerdür, pâye-i aşk ondan bülend-terdür, ki her mesken ona menzil ola; veya onun mekanı bir avuç kül ola. Aşk bir makâm-ı vicdanîdür; cezbesi cezbe-i nûrânîdür. Aşk halk gözünde dîvânelikdür; aşk kendi vücûduna bîgânelikdür. Aşk ezel kadehinden bîhûşlukdur; aşk iki âlemi ferâmûşlukdur.

Aşk Üzerine Tanımlar

Aşk canın huzur, cihanın ziynet bulmasıdır. Aşk vefa azığının tuzu; gönülden anlayanlar için hazırlanmış bir bahçedir. Aşk hakikat göğüne yıldız; can ordusuna mehterdir. Aşk, öylesine kudretli ve hızlı savaşan bir sultandır ki sancağını çekip de yürüdüğünde varlık ile yokluğu birbiriyle çarpıştırır; aşk öylesine delifişek bir kargaşa adamıdır ki ayak bastığı yeri çoraklaştırıp kavgaya salar. Aşk pak bir cevherdir; onu araz sanmayın; aşk bir can rahatlığıdır, hastalık anlamayın.

Aşk bir kuştur ki halkın ayıplaması onun kanadı; aşk bir talihtir ki dünya zilleti onun açık bahtı sayılır. Aşk pazarında ipek kumaşlar bir arpa tanesi etmez; aşıklar mahallesinde itibar kaygısı veya şöhretin çöp kadar değeri olmaz. Aşık olanlar gayret ile namusu bırakırlar; sevgili peşindekiler elbette ağırbaşlılığı terk ederler. Akıllının sorusu "Hani rütbe ve makam?"; aşıkın sorusu "Nerde aşk meyhanesi?"dir. Aşık dünya eğlencesine dönüp bakmaz; bu yüzden başı dik dolaşır. Aşk tunçtan bir külünktür ki durmadan varlık binasını yıkmakta; aşk öyle usta bir mimardır ki (yıktığı varlık binasının yerine) daima yokluk sarayını yapmakta. Aşk, aşıkta anadan doğma bir derttir ki onunla kendini iki cihan kaygısından kurtarır; bu uğurda ne vuslat ile şad olup ayrılık derdinden kaçınır; ne sabır elde edebilir, ne ayağına dur durak bulunur.

Aşık bela çekmede devamlılık gösterir; çünkü bela ile hoş geçimdedir. Aşık her an yanış ve özlem içindedir; aşk derdiyle daima zevk içindedir. Aşık için (sevgilisiz) işret bir bela; eğlence de bir cefa olur. Aşık ki gidişatında mertlik üzeredir; sıkıntıları zehir, rahatı ise dert sayılır. Beyit: "Gönül ki aşk kokusuyla kendinden geçip sarhoş olmuyorsa; ehl-i diller katında o gönlün taştan farkı yoktur". Aşk gülü açmamış bir gönül bahçesi; şarabı olmayan bir işret meclisi kadar beyhude ve yavandır.

Aşk masal veya hikaye değildir; aşk oyunu anlatıl(a)maz, rivayete gelmez. Aşk alemi başka bir alemdir; aşk payesi ise ondan da yüksektedir; öyle ki sıradan bir mekana gelip konabilir; hatta bir avuç külde bile vatan tutabilir. Aşk vicdana ait bir makamdır ve cezbesi de nurani bir cezbedir. Aşk avamın gözünde bir delilik ve kendi kendisine (kendi varlığına ve varlık alemine) yabancılıktır. Aşk, ta ezeldeki kadehin sarhoşluğudur ki aşık, bu dünyayı da, öte dünyayı da unutmuştur (vesselam)!..

[BERCESTE]

Aşk kim ruha gıdadır ne yenir ne yutulur

Bir demir leblebidir çiğneyene aşk olsun

Şinasi
04 Mart 2008, Salı
 

nekwa

Kalbim seninle =)
Katılım
24 Şub 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
224
Puanları
0
Yaş
36
Konum
Fatihin Fatihi
Web sitesi
sayendesairoldumben.azbuz.com
Aşk ki Vardır, Gerisi Vesairedir...

Eski âşıklar sevgili uğruna ölmeyi bir ideal, bir amaç bilirlermiş. Onlar, uğruna ölünecek sevgililer buldukları için bahtiyar idiler. Gün gelir, sevgililer de âşıklarını sever umudunu içlerinde durmadan büyütüyorlardı. Oysa aşk, iki kişi arasında asla eşitlenmeyen bir şeydi. Allah, âşığın uğraştığı sevgiyi maşuktan esirgemişti. Bunun içindir ki âşıklar, ya kendilerine verilen derdin aynısının sevgiliye de verilmesi ya da sevgilide ki vurdumduymazlığın aynısı ile kendilerine de ihsanda bulunması için yakarır dururlar. İsterler ki, Allah aşkı seven ile sevilen arasında eşit bölüştürülsün... Oysa aşk bu demek degildir. Seveni sevmek kolaydır; marifet o sevmediği zaman da onu sevebilmektir. Gerçek âşık bilir ki, kendi içindeki aşk ateşinin aynısı sevgilide de vardır ve gönülsüz de olsa, o da aşkı duyumsamaktadır. Ne var ki sevgili çok sabırlı, âşık da sabırsız olduğu için bu aşk yarası tek taraflı kanamaktadır. O acılar, o ayrılık ve hasret ateşleri âşığı yakıyorsa öte yandan da pişiriyor demektir... Âşık, ancak bu pişme sürecinde ham iken olduğun, çiğ iken kâmil olur. Çünkü aşk yolunda varılacak merhalelerin en yücesi, aşkın olgunluğu ile kendi dünyasını kurabilmektir. O mertebeye gelindikten sonra aşk uğrunda can vermek âşığa âsân gelir.
Amaç aşk uğruna ölmek değil, uğruna ölünecek aşkı bulmaktır. Bu aşk, cennet emelinden uzaklaşıp cemale erme hedefini gözetir. böyle bir aşka giriftar olduktan sonra geriye ne kalır ki!?.. Dünyayı elinin tersiyle itiver gitsin!.. Hani Fuzûlî'diyor ya:

Cennet için men eden âşıkları dîdârdan
Bilmemiş ki cenneti âşıkların dîdâr olur

Cennetten uzaklaştırdığı gerekçesiyle âşıkları sevgilinin diyarına (yüzüne) bakmaktan alıkoyan kişi bilmiyor ki âşıkların cenneti sevgilinin yüzüdür!..


(Divane Güzeller İskender Pala)









Aşk ki Vardır, Gerisi Vesairedir...der İskender Hocam;


"Aşk ki;O'nadır,Gerisi Vesairedir" der



Aşkdamlası


 

kırık testi

Asistan
Katılım
14 Ağu 2009
Mesajlar
412
Tepkime puanı
52
Puanları
0
okuduğumda bu bölümü hoşuma gitmişti..
Bir genç mahallesinden bir kızı sevmişti .Sonra yolları ayrıldı ve genç gurbete gitmek zorunda kaldı.Aradan yıllar geçti,içinden sevgiden zerre eksilme olmadı,Geri döndüğünde sevgili ona sitem ederek şunları söyler.
-A gönlüme hükmeden..Bunca yıl geçti yolunu gözledim.Ne bir haber ne bir mektup.Meğer ne kadar vefasızmışsın.
Hakiki aşık başını yere eğdi,gözlerinden yaşlar boşandığı sırada cevap verdi.
-Ey sevgili yüzünü görmek benim için uğruna ölünecek bir hasret iken,o şerefi postacıyamı bağışlayacaktım..
iskender pala...
 
Üst