iskender paladan kısa paylaşım..

Rosasepia

Ordinaryus
Katılım
25 Ağu 2007
Mesajlar
2,427
Tepkime puanı
787
Puanları
0
Konum
Seyyâh-ı âlem
Kimisi bilmem der ,bilir; kimisi bilir bilmezlenir.
Kimisi bilmediğini bilmez, bilirim der;
Kimisi bildiğini bilmiyor zanneder.
Bilmemeyi bilmekle bildiğini bilmemek aynı değildir.
Kurtulanlar,bilmediğini bilenlerle bildiğini bilmeyenlerdir.
Onlar birbirini bilir, birbirinden bilir, birbiriyle bilir.


/İskender Pala
 

Rosasepia

Ordinaryus
Katılım
25 Ağu 2007
Mesajlar
2,427
Tepkime puanı
787
Puanları
0
Konum
Seyyâh-ı âlem




Nur-i aynim, iki gozum, Bildin mi neydi sabir?
Ya neydi kirpiginin kivrimina tutulup kalan burukluk?
Hani neydi nesre cevrilemeyen soz?
Neydi bilgiye adanmis ayazlarin derununu dolduran aci?
Sabir bir aydinlik, sabir bir teselli...
Buyuk Sahra'ya yagmur, istiridyeye inci...
Sabir goz pinarlarini kurutan ferahlik;
sabir huzunler kulubesinin isigi..
Eyyub ile Yakup, dervis ile sultan...
Nur-i aynim, iki gozum, Bildin mi neydi sabir?

...Mutsuzlugun besledigi uzak arzular degil oysa umutsuzluk...
Ve yakinlarda, cok yakinlarda bir sabir heykelinin eli degiyor eline.
Zirvede bir imtihan var nur-i aynim, zirvede bir imtihan var...

/İskender Pala
 

Rosasepia

Ordinaryus
Katılım
25 Ağu 2007
Mesajlar
2,427
Tepkime puanı
787
Puanları
0
Konum
Seyyâh-ı âlem
Hüzün, bir hazin kelime..
Ayrılık gibi, hicran gibi; ama mutluluk gibi de.
Bazen bir gözde görürüz onu, bazen bir yüzde.
Bazan bulutlarla gelir, bazen lodoslarla.


/İskender Pala
 

Rosasepia

Ordinaryus
Katılım
25 Ağu 2007
Mesajlar
2,427
Tepkime puanı
787
Puanları
0
Konum
Seyyâh-ı âlem
İnsanın bir niyet ve düşünce ile anlam kazandığını düşündüm. Demek ki insanlar niyetlerine göre iyi veya kötü, güzel veya çirkin olabiliyorlar, eşyaya bakış açıları da buna göre oluşuyordu. Ruhlarını şeytana satanlar ile Rahman'a adayanlar da işte bu ince çizgi ile birbirinden ayrılıyordu. Birileri zaman çoğaltıyor, diğerleri harcayıp tüketiyordu çünkü. Birileri hayata anlam katarken diğerleri hayatın kötülüklerine tapıyordu.


/İskender Pala
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
İnsanın bir niyet ve düşünce ile anlam kazandığını düşündüm. Demek ki insanlar niyetlerine göre iyi veya kötü, güzel veya çirkin olabiliyorlar, eşyaya bakış açıları da buna göre oluşuyordu. Ruhlarını şeytana satanlar ile Rahman'a adayanlar da işte bu ince çizgi ile birbirinden ayrılıyordu. Birileri zaman çoğaltıyor, diğerleri harcayıp tüketiyordu çünkü. Birileri hayata anlam katarken diğerleri hayatın kötülüklerine tapıyordu.


/İskender Pala

Korkunç bir yüzleşme...
 

Rosasepia

Ordinaryus
Katılım
25 Ağu 2007
Mesajlar
2,427
Tepkime puanı
787
Puanları
0
Konum
Seyyâh-ı âlem
Âşık Veysel, sevdiği kadına "Güzelliğin on par'etmez / Şu bendeki aşk olmasa" der. Yunus dahi "Kul padişahsız olmaz padişah kulsuz değil" buyurur ve arkasından, gözümüzün önünde bir sahne canlandırır: "Padişahı kim bileydi ku...l etmese yort savul!" Yani ki, "Eğer kullar yort savul (Yoldan savulun sultan geliyor!) demeseydi, gelenin sultan olduğunu kim bilirdi?!.." demek olur.

Kulun padişahsız olamayacağını bildiği içindir ki, padişah olanlar kendine kul edinirler. O kullar ki yaptıkları, söyledikleri ve tavırlarıyla kulları padişaha yönlendirir, onun sevilip sayılmasına zemin hazırlarlar. Yunus'un ifadesindeki padişahtan kasıt Allah, kul ise insandır. Çünkü Allah'ın bilinmesi insan iledir. İnsan olmasaydı Allah'ı kemaliyle hangi varlık bilebilir, idrak edebilirdi ki?!.. Zaten Allah da insanı Kendini bildirmek için yarattı ve ona bilme idraki verdi. Nitekim Allah bir kulunu sevmeyince o kul Allah'ı sevemez. Sevgi Allah'tan gelince kul ne cennet umudu, ne cehennem korkusu taşır; bilakis hiçbir karşılık beklemeden Allah'ı sever. O yüzden insan eşref-i mahlukat olma potansiyeliyle yaratılmıştır. Ledün sırlarına eriştikçe kemal derecesi artırılmak üzere programlanmıştır. Bu programda bazı mânâ erleri diğerlerini Sultan'a yöneltmek üzere kulluğa talip olurlar. Yani halka "Yort savul! (Savulun sultan geliyor!)" diyerek onların Allah'ı idrak noktasında dikkatlerini çeker. Hani askerlikteki "Dikkaaat, komutan!" ikazı gibi. Bu dikkati çeken kişi sultan ile kullar arasında bir rütbede durur. Yunus'un söylediğine göre o bir derviştir, o bir âşıktır. Mevlânâ'ya göre de "Kul, köle canla başla azad olmayı dilerken âşık ebedi olarak kullukta kalmayı, hiç azad olmamayı ister. (Mesnevi, V/2729)"

Malum olduğu üzere Cenâb-ı Hak sıfatlarıyla bilinir, zâtıyla bilinmez. Âşık o sıfatlara tekabül eden her tecellide aşk ile "Yort savul (Çekilin sultanım geliyor!)" diyerek O'nun zatına dikkat çeker. Bunun için âşıkın belli bir kemale ermesi sultan katında rütbe ilerleyerek yakîn kesp etmesi gerekir. Böylece onlara bakanlar o kemal içinde Allah'ın sıfatlarını müşahede edebilirler. Nitekim kâmiller kendilerini tanıtmasaydı, Allah'ın kemâli bilinmez, kulluk sırrına erilmezdi. Bu yolda dervişlerin de mürşid-i kamillerin de tavırları ve sözleri sorumluluk ister. Mademki onlara bakanlar Allah için "Yort savul!" nidasını işitmektedirler, o halde müridin de mürşidin de hayatları ona göre düzenlenmiş olmalıdır. Nitekim alâmet-i farika kabilinden giyindikleri hırka ve destarlar, hem onların tarikattaki makâmlarını gösterir, hem de halkın onları rahatça tanıyabilmelerini sağlar. Ta ki halk, kula müracaat ederek Sultan'a ulaşabilsin. Gel gelelim kâmil mürşitlerin hırka ve destardan ayrı giyindikleri asıl bir elbise vardır ki onu giyindiklerinde sırtlarında hırka, başlarında destar olmasa da hal diliyle halka "Yort savul!" diyebilirler. O elbise A'raf Sûresi'nde (ayet 26) tanımlanan "libâsü't-takvâ"dır ki Allah "Ey Adem'in evlatları, bakın size edep yerlerinizi örteceğiniz giysi, süsleneceğiniz elbise indirdik. Fakat unutmayın ki en güzel (hayırlı ve yüce) elbise takva elbisesidir." buyurmuştur. Takvayı giyinip onunla süslenen her kimi görsek onun, Mutlak Sultan'ın kulu olduğuna hükmeder, eteğine yapışma arzusu duyarız.

Mülkün sultanları halka "Yort savul!" desinler diye kendilerine kullar edinir, onlara maaş öderler. Zaman zaman da halk arasına karışıp bu nidayı duymak, ödedikleri maaşın karşılığını görmek arzu ederler. Lakin cihanda öyle kullar da vardır ki hal diliyle Cihanın Sultanı adına durmadan "Yort savul!" mesajı yayarlar. Bunun için maddî bir ücret almazlar. Çünkü bunun ücreti Sultan katındaki itibarın yükselmesiyle ödenir. Belki karşılığında Sultan'a yakınlık derecesini artırmak ve terfi umulur. Üstelik onlar, Sultan'a teşekkür için, belki verdiği nimetlerin şükrü için durmadan "Yort savul!" demeye can atarlar.

Çevrenize bir bakın, ağaçlardan kuşlara, denizlerden dağlara her bir kıpırdanış, her bir hareket, her bir düzen, her bir ses, her bir beden, ta kelebeğin kanadından okyanuslardaki fırtınalara, göklerin dönüşünden damarlardaki kan dolaşımına kadar her şey, her saniyede Cihanın Sultanı için "Yort savul!" nidasıyla çığlıklar koparmakta. Gel gelelim zavallı insanın sağır olan kulakları bunu duymuyor. Duyan, elbette Cihanın Sultanı. Tam da duymak istediği şekilde duyuyor.

O halde Allah'ı idrak içinde olan insanın kulluğudur ki Allah'ın sultanlığına değer katar. Eğer kulaklarımızdaki pası giderebilirsek her saniye bir "Yort savul!" nidasına muhatap olacağımızdan şüphe duymayız. Bu nidayı duyunca da kişiye elbette "kul" olmak düşer. Şeb-i arus ile ruhu şad olası hazret-i pir Mevlânâ, bir rubaisinde der ki: "Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum!.. Ben kul, utanarak başımı önüme eğiyorum. Her kul azad edilince, kulluktan kurtulunca sevinir; halbuki ben Sen'in kulun olduğum için seviniyorum!"

/İskender Pala
 

Rosasepia

Ordinaryus
Katılım
25 Ağu 2007
Mesajlar
2,427
Tepkime puanı
787
Puanları
0
Konum
Seyyâh-ı âlem
Hatırlayanımız var mı, sevgi neydi?

İlk sevgi sözcüğünü, ilk kıpırdanışını yüreğinin hatırlayanımız var mı?

İlk hüznümüzün adını sevgi koyabiliyor muyuz şimdi geriye dönüp baktığımızda? Derûnî coğrafyamızı kaplayan zifiri bulutların ve üzerimize örtülen maddeci felsefenin ağırlığına ne zaman başkaldırmıştı sevgilerimiz, hatırlayanınız var mı? Ne zaman sevgilerimiz paralarımızdan önce tartılırdı; ya ne zaman pazar eyledik sevgilerimizi, biliyor musunuz? En son ne zaman bir sevgiyi söyleşmiştik bir sevgiliyle? Her gün bir parçamızı daha tüketen teknoloji çağında sevgiye en son ne zaman yürekten bir merhaba demiştik, hatırlayanı¬nız var mı? Hatırlıyor musunuz, sevgi neydi?

Üzüm henüz yaratılmamışken insanları sarhoş eden omuydu acep?!.. O muydu canından ve cihandan geçiren sahip-kıranları?. Bin yıllar ve binlerce yıllar boyunca pervaneyi ateşe düşüren, bülbülü sevdalandıran o muydu? Neydi sevgi?!..

Sevgi bir bakış, bir gülüş müydü bazan; bir akış bir koşuş muydu?.

Sevgi gönül kumaşında bir nakış mıydı?!..

Hatırlayan var mı sevgi neydi? Leylaların, Şirinlerin, Aslıların nâzı mıydı o; yoksa Mecnunların, Ferhatların, Keremlerin niyazı mı? Hangisinde belirmişti ilk kıvılcımı sevginin? Neydi sevgi?!..

Açıkken gözbebeğimize yerleşen de, göz yumduğumuzda gönlümüze sızan da sevgi değil miydi bir vakitler? Bir dudağın kıpırdanışından yanağımıza akseden pembelikler, utanmalar sevgi değil miydi yoksa?En son ne zaman kızarmıştı yanağımız, hatırlayanınız var mı?

Uykumuzu en son ne zaman terketmiştik sevgiyi düşünmek adına? En son sevgi şiirini hangi gecede okumuştuk?

Sahi, neydi sevgi? Bir çuhayı ipek görebilmek miydi; toprağı amber niyetine koklamak mı? Sureti sîrete, arazı cevhere, bedeni ruha köle eylemek miydi sevgi? Sevgi bir iyilik miydi, şefkatli bir cümlecik mi? Neydi sevgi, dış mıydı, yoksa iç mi; zahir miydi, yahut bâtın mı; kalıp mıydı, ya ki can mı? Var olmak mı, varlıktan geçmek mi? Dünyaya gülmeye mi gelmiştik; ağlamaya mı; ölüyor muyuz, yoksa doğuyor mu? Sevgi neydi?!..

Unuttuk, aceb neydi sevgi? Bir yetimin başını okşarken dimağımıza yerleşen tad mıydı o? Bir bebeğin süt kokulu tenindeki su çiçeği miydi? Sabah evden çıkarken özlemeye başladığımız bir ses miydi? Hatırlayanınız var mı, sevgi neydi?

Sevgi bir sigara dumanında, bir tren düdüğünde, bir dalganın en son hışırtısında ve bir turnanın kanadında mı kalmıştı? Sevgi Medine'de, Semerkand'da, sevgi Bağdat'ta, Endülüs'te, ta caddelerde, sokaklarda, evlerde, kapıların tokmaklarında çınlar durur muydu eskiden? Ya neden şimdi Ayasofya'da pito-resk, Divanyolu'nda kaldırım taşı, Ankara'da ittifak, Yeşil Kubbe'de Mevlanâ, Erciyes'te kar, Fırat'ta bir içim su olup girmiyor dünyamıza?! Neden nefesimiz daralıyor hummalı inatlarımız, kallavi benliklerimiz yüzünden? Neden gönül yuvalarımıza kuzgunlar pikeleniyor da nesillerimiz sersefil ve derbeder? Sevginin koynunda büyüttüğümüz nazeninlere nazı enîn ile mi unutturdular, semenderlerimiz ateşte niçin yanmaktalar? Soralım ta içimize; neydi sevgi?

Sevgi neydi sahi? Bir mektubun ilk satırı mıydı; bir telefondaki ilk ses mi? İnsanı mutlu eden o ilk satır mıydı defalarca okunan; yoksa ilk satır arayışları mı tekrar be tekrarlanan? Telefondaki bir ses insanın bir ömrünü doldursa mı sevgiydi gerçekten; yoksa yeni sesler duymaya hiç yetmeyecek ömürlerin arayışları mı?

Sevgi bir acıydı herhalde, bir kederdi; kâh hüzünle, kâh mutlulukla hatırlanan. Belki de sabırdı sevgi, affetmekti, gelecek günler adına. Sevgi sınanmaktı adl-i İlahîde ve sınavı geçmekti ercesine. Sevgi bir teybeydi, nasûh kisvesinde; bir dirilişti nefsi öldürerek. Sevgi bir iyi ad bırakmaktı fena yurdunda.

Ömür geçer de ad kalır...

Sevgi: İki hece.
Sevgi, sevmek kelimesinden türetilen bütün öteki kelimelerin en güzeli.

Derin uykulara dalmadan önce ilk soru:
Sevgilerinizi en son ne zaman hatırlamıştınız ve sevgiyi hak edenleri en son ne zaman?
Bir soru daha:
Sevgileriniz yalan mıydı yoksa?!. .
Ve son soru:
Çorak vadilere yönelmişse sevgilerimiz, çevremizi kandırmıyorsa sulara, içimizden akan Nil olsa ne?!..


/İskender Pala
 
Üst