iskender paladan kısa paylaşım..

^diyar^

susss gönlüm!!!
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
1,742
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Yaş
40
Konum
istanbul

66367745cc788f3f97ej3.jpg


AŞKTIR Kİ, GERİSİ VESAİREDİR...

”Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helâkim zehr–i dermanındadır”

Fuzuli


Sevgili!..


Aşkın şiirini yazmak isterdim sana;

sana aşkı şiir ile yazmak isterdim...

Aşkı seninle tanımlamak ister,

aşkı sende tanımak isterdim.

Ay ikiye bölündüğünde yanında olmak,

Uhud’da dişini avcuma almak isterdim.


Sevgili!..


Şimdi senden uzakta,

aşk şudur diyebilsem eğer,

son defa kendimi ve ilk defa okuyucumu kandırmış olacağım.

Bildim dediğim bir aldanıştır çünki o,

duydum dediğim bir yanıştır.

Şimdi ayın, şın ve kaf’ları çıkardılar elifbelerden de

sensizliğin mektebinde bir sabra mıhladılar bizi elif’lerle he’lerden

Sensizlikte hasretin hüzzamlarını öğrendik kucak kucak,

ve aşkın nihavent saltanatını arar olduk köşe bucak.

Bildiğimizi sandıkça yandık da yolunda,

yolunda yandığımızı sandıkça bildik sonunda.

Aşkın gerçeği değildi bildiğimiz,

ama aşkın ateşiydi yandığımız.

Artık şüphedeyiz, canları yâre ulaştıran bir sel miydi aşk,

şekeri güzele sunup ağuyu kalbe bulaştıran bir el miydi!..

Sana varacak yolların çilesi miydi;

tutkular ötesi tutkunun zirvesi, hasretle yanışların sesi miydi!..

Galiba varlığın çekim alanına giren en ulvi acıydı aşk;

ve maddeyi mânâya veren en cömert sancıydı.

Ruhların çeşitli varlıklar arasında bölüştürülen süsüydü belki;

belki ötelere yazgılı yitirişlerin türküsüydü.

Kalp kalbe konan kelebek kanatlarında renk;

kudümlerde düşünüp neylerde ağlayan âhenkti aşk.

Şarkın bütün şiir macerasıydı,

belki Yesribli sevgililer için tutulan bir Anadolu yasıydı.

Yağmur yağmur belaya başını tutmaklar

ve ateş ateş denizlere kendini atmaklardı.

Mansûr’u dâra takan da, Halil’i oda yakan da oydu,

ve oydu Eyyub’u derde bırakan da.

Tuz kadar mübarek, ekmekçe aziz idi;

toprakleyin bereket, su gibi temiz idi.

Aşk iğnesiyle dikilince bir dikiş,

kıyamete kadar sökülmez imiş.

Aşk ile insan elbet güneşe benzer;

ve aşksız gönül misâl–i taşa benzer.

Hayatı aşka bölünce hayat çoğalır;

bütün hayatları toplasan geriye aşk kalır.

Gelip kemiğe dayanınca dünya, hayata atılan kemend olur;

göz kapaklarından vurulunca kasırgalar,

annelerce deprem, babalarca bend olur.

Aşksız bahar dallarını kuru bir ayaz boğar,

aşksız rahmini yargılayan bebekler nâgehan doğar.

Mahrem düşüncelerle perdelenen odalarda

ya ezel ya ebet olur; aşk kayıp giderse dünyadan ebet kıyamet olur;

sevgisizlik gelir, dünya cehennem olur.

Aşk gelince burukluğun şiirinde hüzün dokur heceler;

ve azarlanmış kalpleri ısırır tam yarısında geceler.

Saban onunla sürerse toprağı koşarak,

ancak o vakit yeşerir taze bir başak.

Atların nallarından yıldırımlar masallara dökülür,

ve yollanamayan mektuplarda nice kalpler sökülür.

Kayan yıldızlar gibi büzülür elem dehlizlerine diller,

ve melal süzülür gibi melek kanatlarında döker yapraklarını güller.

Kaderin dehşetini yakan şamdanlar özge pervanelere tesellikâr düşer,

şefkatli bir ekmek kırıntısıdır kurutulmuş buselere yâr düşer.



Sevgili!..


Kapına geldik; aşkı öğret bize; ve aşkını ver yüreklerimize.

Bir nihânîce gamzene gamzede âşıkların adına...

Hani uykuya dalınca kenti, ve yalnız başına kalınca kendi...

Hani yalnız gecelerde konuşmadan kalınca dilleri,

ve hâl üzre gönüller anlar olunca bütün dilleri...

Vicdan sesinden bîzâr kürek mahkumlarınca,

hani âşıkların hasreti özlemle karınca...

Hani gurbetin ucunda gönlüme gömen de seni,

hani seni gurbet gurbet gönlüme gömende...

Güneş ve ay nurunu aşkından alırken;

güneşin ışığı aya vurur gibi âşıkı aydınlatırken...

Gel ey Sevgili bir huzmecik bahş eyle âsî ve aciz üftadene,

ve umut ver peykin olmaya teşne kem zerrene.

Aşkları unutan bendene aşkını unutturma!..

Her şey sen olsun şu dünyada ve olmasın sen olmayan dünya da...

İskender PALA
 

ümare

Paylaşımcı
Katılım
28 Haz 2007
Mesajlar
180
Tepkime puanı
0
Puanları
0
–Sevgili’ye–

Mihrabım!..

Mihrabım’a uğra sabâ yeli, huzuruna varıp edeble, selamımı ilet, heceler yarım yamalak, heyecanlar salkım saçak...

“And olsun kuşluk vaktine...”, kuşluk vakti onun gönlündeki vahyin ışığıdır, ve ışıklar nurunun âşığıdır.

“Geceye and ederim ki...”, onun saçlarını kıskanmaktan gecenin bağrı yanık; gece yarısı hasretle uyanıktır.

“Güneşe and olsun...” ondan daha kutlu bir faniyi hiç izlemedi, ve yer ondan daha kıymetli bir hazineyi hiç gizlemedi.

Ahmed!.. Gönüller gıdası, ruhlar şifası... Gözlerin feri, şerefin zaferi... Dudağının değdiği bir güle bin can feda Ahmed, eline değmiş bir ele cihanca cihan feda!

Işığım!

Göz kırpasıya Burak’ınla vardığın yere bin yılda varamazken berk uran melekler, nasıl aşkına dönmesin zeminler ve zamanlar, nasıl tutulmasın burçlar ve felekler. Sen var iken kıblem, gök ile yerin arasında hangi varlığa adansın ya emekler, ya hangi renk ile iltica etsin dallarına çiçekler? Cemalini gören âşık, görmeyen âşık iken nurum, gamzene rüyada olsun ermesin mi tennure kelebekler?

Günaydınım!

Tohum versen de bize mahsul olabilseydik, kanat olsan da bize katına varabilseydik. Şarkıların ürperdiği şebnem avuçlarında Medine rüzgarlarının ışıltılı kumlarınca yanabilseydik, sana kanabilseydik. Bir kez olsun aşkınla döktüğümüz gözyaşlarından abdest alabilse ve denizine bir kez olsun dalabilseydik, ya denizinde kalabilseydik. Himalayalar kadar kara yüzümüzü kara yerlere salabilseydik; bağından razıye ve marziye ilhamlar alabilseydik!

Sevgilim!

Kutlu gelişine yüz bin selam olsun, sen aydınlık içinde aydınlık, sen açıklık içinde açıklıktın. Seninle sevgiler sevgili olur, seninle muhâlimiz hâle dururdu. Mühürleri kaldırmada son idin sen, can kilitlerini açmada sonuncu, gülümsesen. Seni görenlerin güneş düşerdi gözünden, seni sevenlerin ışık yayılırdı yüzünden. Birer efsaneydi iki yanağın; hayal ile hatıra eleğim sağmalarıyla karanın ve ağın.

Sultanım!

Adına altınlar bastıran sultanlar şehirler alırdı, şimdi şehirleri düşüyor adınsız sultanların, adını gizli anıyor âşık–ı nâlanların. Kulluk prangaları çözülünce ayağımızdan, âzâd oldu zülfünün zenciri solumuzdan ve sağımızdan. Ashabının kara kerte gözsüz gördüğünü, biz cilalı aynalarda yitirdik de yaptık düğünü. Tedavisinde hayat bulmuş hekime düşman hasta gibiyiz, mürebbisine kin güden çocuklara yasta gibiyiz. İnsanlık güneşe nispet zulmete döndü, balıklar suya öfkelendi, kuzgun ete döndü; bahtımız hasrete döndü.

Hasretim!

Gümüş tenli Yusuf’u arayanlar gül teninde Yusuflar ülkesine girdiler; cennet peşinde koşanlar gül cemalinde cennetlere erdiler.

“Körün elinden tutana Hak’tan yüzlerce ecir vardır!” buyurmuştun. Kıyam et, tut körlerinin elinden ve İsrafilleyin kıyametten evvel bir kıyamet kopar. Yıllar yılı kendi yatağını öpen nehirlerce ak ezeli özlemlerimizin yokuşlarına ve öğüt, yine öğüt, yine öğüt aşk tanelerimizi değirmenlerinin nakışlarına.

Övüncüm!

Ruhlarımızdan kuşluklar geçti, gün geçti... Akşam oldu, düğün geçti.. ve gece olmadan, Yesrib’in güneşi, kerem kıl, tüllenen hayallerimize bir huzme bıraksın himmetin, ve artık getirdiğin kutsal emanetin kaybolacağından korkmasın ümmetin!. Kalbimizi kaydırmadan, bize onu haşre dek bakî kılma ruhsatı ver, ve yalın unutuşların poyrazında bırakıp bizi bir başımıza, belleklerimizin tereddüt dolu zembereklerinde kıvrandırma, yeter. Gel, son kez ilk baharımız ol!. Bu mevsim güller incitilmesin, gamküsarımız ol!..

Ömrüm!

Tâhâ ve Yâsîn aşkına...

Öncesinde senin aşkın yoksa neye yarar ölüm!.

Nurundandır bütün Nurlar(iskender pala)
 

Rosasepia

Ordinaryus
Katılım
25 Ağu 2007
Mesajlar
2,427
Tepkime puanı
787
Puanları
0
Konum
Seyyâh-ı âlem


Kapına geldik; aşkı öğret bize; ve aşkını ver yüreklerimize.

Bir nihânice gamzene gamzede âşıkların adına.. Hani uykuya dalınca kenti ve yalnız başına kalınca kendi... Hani yalnız gecelerde konuşmadan kalınca dilleri ve hâl üzre gönüller anlar olunca bütün dilleri... Vicdan sesinden bizar kürek mahkûmlarınca, hani âşıkların hasreti özleme karınca... Hani gurbetin uzunda gönlüme gömen de sen, hani sen gurbet gurbet gönlüme gömende.. Güneş ve ay nurunu aşkından alırken; güneşin ışığı aya vurur gibi âşığı aydınlatırken.. Gel ey Sevgili bir huzmecik bahşeyle asi ve âciz üftadene ve umut ver peykin olmaya teşne kem zerrene. Aşkları unutan bendene aşkını unutturma!

Her şey sen olsun şu dünyada ve olmasın sen olmayan dünya da.





/İskender Pala, Kırk Güzeller Çeşmesi, s. 100-102
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Gönül yarasına ok üstüne ok

Bir şair düşünün, bir tek gazeliyle bütün edebiyat tarihlerinde, bütün antolojilerde adı anılmış, o gazeli yüzyıllar boyunca sayısız insan tarafından ezberlenmiş, pek çok şairin gıpta ve övgüsünü almış, benzerleri yazılmış, ama ne evvelkilerden, ne de sonrakilerden onu geçebilen olmuş bulunsun.
Bahsettiğimiz şiir ki, -hani Allah korusun- Türk milletinin bütün şiir kitapları yansa, bütün şairleri unutulsa, yine de bir zamanlar çok muhteşem bir edebiyat yaratmış olduğuna, tek başına delil olarak yetecek manzumelerden biridir.

Üstad Yahya Kemal "Edebiyâta Dâir" adlı kitabında der ki: "Nedîm Dîvânı'nda bir kasîde vardır, müjgân üstüne, hicrân üstüne, ummân üstüne kafiyeleri ve redifleriyle âdetâ akar. Nedîm, kafiyeyi teng edinceye kadar pür-gûluk ettikten (kafiye bulamayacak derecede çok şey söyledikten) sonra birdenbire coşar ve kasîde içinde gazel-serâlaşır ve bu girizgâha düşer;

Râsih'in bu matla'ın tazmîn idüp sâkî-i kilk

Nukl sundu çekdigim sahbâ-yı irfân üstine

ve Râsih'in beytiyle gazel'i açar. Âh o ne beyittir ya Rabbi! Çekik gözlerin uzun kirpikleri birbirine girift olarak süzüldüğü bir eski Türk meclisinde eski Türk gazel-serâsı nasıl bağrından vurulur ve nasıl hazzın bütün nüktesiyle yalvarır: "Süzme çeşmin gelmesin müjgan müjgan üstüne..."

Nedîm gibi bir şairi bir gazeliyle sermest edecek kadar güzel bir rûh sâhibi olan bu Râsih kimdir? Şiirde şan ve şerefe teşne olan şairlerimizden biri, ismini Nedîm'in kasidesinde zikrolunurken görseydi başı dönerdi değil mi?"

Üstad haklıdır; eğer Rasih, kendi adına bunca şiirler yazıldığını bilseydi herhalde ömrünü o haz ile mest yaşardı. Eser dedikleri şey herhalde böyle olsa gerek.

Attila İlhan, "Hangi Edebiyat"ında aynı gazel için "Râsih'in ünlü gazeli, Türk şiirinin geleneksel ahengini en tumturaklı şekliyle hissettiren görkemli gazellerindendir; ilk defa 1943'te mi, 44'te mi ne, okuyup çarpılmıştım. Ya Rabbi ne yaman bir sesti o!?.." demekten kendini alamaz.

Tezkire ve şiir mecmualarında Rasih'in bu ünlü şiirine 37 şair tarafından yazılmış 45 benzer şiir kayıtlıdır. Bu kafiye ve vezindeki ilk şiir de Cem Sultan'a aittir. Bunların hepsi birbirine nazire (aynı vezin ve kafiyede benzer şiir) olup Rasih'in dizeleri kendisinden öncekileri aşmış, kendinden sonrakiler tarafından ise hiç aşılamamıştır. "Etmişiz canan ile peyman peyman üstüne / Sevmeyiz dünyada biz canan canan üstüne" diyen Fennî gibi bu sahada şahane ve parlak beyitler ortaya koyanlar ve hatta "Doldurup parmaklığa insân insân üstüne / Pîr ü bernâ bağrışır efgân efgân üstüne" diye başlayan nefis tehziller (tehzil, aynı vezin ve kafiyede alaycı şiir demek olup bu beyitle başlayan tehzil, Yolcu imzasıyla İkdam gazetesinde, devrin İDO'su sayılan Şirket-i Hayriye vapurlarından İntizam için yazılmıştır) meydana getirilmişse de şiirlerinin tamamında aynı derecede başarılı beş beyti yan yana getirebilen Rasih'ten başka bir şair maalesef çıkmamıştır. Ondan daha usta, ondan daha şöhretli şairlerin yine pek müstesna şiirleri vardır; ama bu vezin, bu kafiye ve bu konuda elhak Rasih'in ağzı şeker çiğnemiştir.

Hezâr gıbta sana, nur içinde yat Rasih Efendi!..



--------------------------------------------------------------------------------

GAZEL

Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne

Urma zahm-ı sîneme peykân peykân üstüne

Rîze-i elmâs eker her açtığı zahma o şûh

Lutfu var olsun eder ihsân ihsân üstüne

Dilde gam var şimdilik lutfeyle gelme ey sürûr

Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne

Yârdan mehcûr iken düşdük diyâr-ı gurbete

Dehr gösterdi yine hicrân hicrân üstüne

Hem mey içmez hem güzel sevmez demişler hakkına

Eylemişler Râsih'e bühtân bühtân üstüne

Ey sevgili! Gözlerini süzme ki, kirpik kirpik üstüne gelmesin; böylece bağrımda (gönlümde) açtığın yaraya ok üstüne ok atmış olma (üst üste kirpikler; üst üste ok demektir).

Sevgili, açtığı her yaraya elmas tozu ekiyor. Lutfu var olsun; (aşıkına) ihsan üstüne ihsanda bulunuyor (Sevgilinin birinci ihsanı aşıkının bağrında açtığı yara, ikinci ihsanı da o yaranın kapanmasını engelleyen elmas tozudur).

Ey sevinç; gönlümde gam var, şimdilik lutfeyle sen gelme. Çünkü bir evde misafir üstüne misafir uygun düşmez (gam gibi değerli bir misafir var iken sevinci ağırlamak mümkün değildir ki!).

Sevgiliden ayrı kalmıştık, bir de gurbetlere düştük. Felek bize hicran üstüne hicran gösterdi vesselam (birinci hicran sevgilinin ayrılık azabı, ikincisi de gurbet elemidir).

Rasih için "Hem içki içmez, hem güzel sevmez!" demişler. Zavallıya iftira üstüne iftira atmışlar (İçki de içer, güzel de sever).



--------------------------------------------------------------------------------

[BERCESTE]

Bir tek gazel bıraksa yeter bir gazel-serâ

Her beyti olmalı ancak beytü'l-gazel gibi

(Bir gazel ustası gökkubbede güzel bir tek gazel bıraksa kafidir; yeter ki o gazelin her beyti için "En güzel beyit işte bu!" denilsin.)

Yahya Kemal

 

ümare

Paylaşımcı
Katılım
28 Haz 2007
Mesajlar
180
Tepkime puanı
0
Puanları
0


Bütün iyi dilekler ve selamlardan sonra…

Dilenciden sultana köleden efendiye



Sen ki muhebbet gülistanıma revnak bağışlayanım,efendimsin

Sen ki arzum,emelim,hicranım ve elemimsin

Ayrılığından dolayı yardım dilemeye takatim yok senden ,kapında kendini kaybedenlere gıptayla geçen ömrümde bir takate de ihtiyacım kalmadı artık.Sevgili eşiğinde ölene değil sağ kalana şaşmak gerekir,der bir bilge ama ben senden uzakta,aşkınla hasta,ama aşk sayesinde sıhhatteyim.
Araya bunca yılın hasreti girmişken bir gün seni görmeye dayanabilir miyim bilmem,ama her sabah seni görüyor ve yüzünden aldığı güzellikle insan içine çıkıyor diye güneşe,eşiğini döne dolaşa senden nur çalıyor diye her akşam mehtaba bakıyorum bilesin.’’Bu gün nasılsın ey kainatın başı dönmüş yıldızı’’diyorum ona hasbihal ediyorum.’’ne haldedir sevgilim hoş mudur safaca mıdır İstanbullar sultanı bu gün?
Diye tekrar soruyorum.
Hiç benim bulunduğum yerden daha kederli bir aleme doğdun mu sen;hiç aşkta altüst olmuş bencileyin bir firkatzede üzerine parladın mı? Diye sitem ediyorum bazen …

Velhasıl günlerce ve gecelerce güneşlere ve aylara durmadan ve dinlenmeden seni seviyorum,hala bir haberini alamayışımı şikayetle söylüyor,anlatıyorum.

Senin beni unutma ihtimalini hatırlayıp çıldırıyorum bazı günler ve bazı geceler yüzünü eskisi gibi hayal edemeyeceğimden korkup kahroluyorum.

Sonra tevbeler ediyorum.
Seni unutma ihtimalini düşündüğüm için.


aşkname kitabının arka kapak yazısı
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Ölüm ötesi aşk

Edebiyatımızın üç Seyranî'si vardır. Edirneli (Rumelili), Ispartalı ve Kayserili. En ünlüleri bu sonuncusu olup lirik şiirleri vardır. Hayatı menkıbelerle örülmüş bu adam çok derin ama o derecede hazin bir hayat yaşamıştır.
O kadar ki ölümünden bir gün evvel evinde yiyecek bir şey bulamayınca bir asma yaprağını koparıp mangaldaki küle batırarak yiyecek, sonra da; "Ey nefis, ballar börekler yedin de adam olmadın, şu küllemeyi ye bakalım, belki adam olursun!" diye iç geçirecek derecede hazin. "Hak yoluna gidenlerin / Asa olsam ellerine / Er pir vasfın edenlerin / Kurban olsam dillerine" dizeleriyle başlayan semai onundur ve orada yürek yakan iki dize söyler:

(Bir üstada olsam çırak

Bir olurdu yakın ırak)

Kemiğimi yapsa tarak

Yar zülfünün tellerine

Şu son iki dizeyi bir an durup gözlerinizi yumarak düşünün. Şöyle bir manzara göreceksiniz: Bir âşık var. Sevgilinin hasretiyle aşk şehidi olmak üzere. Ve içinden şöyle geçiriyor: "Keşke ben öldükten sonra kemiğimden bir tarak yapsalar da onu sevgiliye sunsalar. Böylece hasretiyle can verdiğim zülfün tellerine dokunabilir, kokusunu alabilirim."

Şu anda pek çoğunuzun Fuzulî'nin Su Kasidesi'ndeki o ünlü beytini hatırladığınızı biliyorum. Hani ne diyordu üstad:

Dest-bûsı ârzûsuyla ölürsem dostlar

Kuze eylen toprağım sunun anınla yare su

"Dostlarım!.. Eğer sevgilinin elini öpme arzusuyla, o ele hasret çeke çeke ölecek olursam; mezarımın toprağından bir kase yapıp onunla sevgilime su ikram edin!.."

Fuzulî'nin dizeleri bir na'ttan alınmadır. Seyranî'ninkiler ise bir nefesten. O halde Seyranî'nin zülüften kastı tasavvufî bir remiz olmalıdır. Nitekim zülf sufiler lisanında "Hakk'ın zatı ve künhü"nü karşılar. Karanlık (zülüf) nasıl mechul ise Hakk'ın zatı da öyle mechuldür. Öte yandan zülüf (saç) kesret bakımından masivayı, sınırsız varlık ve taayyünü temsil eder ki; hakikisi bir güzelin yüzünü örttüğü gibi mecazîsi de Bir'in zatını örter. Bu durumda Seyranî'nin varlık adına çevresini kuşatan cümle eşyada o Bir'in kokusunu alma ve vuslat umuduyla hasretler çektiğini, bu hasretle can vermek üzere olduğunu vehmedebiliriz. Çünkü ancak bu durumdaki bir kişi "Kemiğimi yapsa tarak / Yar zülfünün tellerine" diyebilir. Kemik tarak zülfün telleri arasına girince insan için gizli olan sırlar açılacak, belki masivanın suretinden geçilip siretine erilebilecek.

Eski şiirimizin mana derinliği hemen bütün şairlere buna benzer çığlıklar attırmış, pek çok şair ölümden sonra devam edecek bir aşkın özlemini dile getirmişlerdir. İşte bir başkasının, Edirneli Celili'nin vasiyyeti. Daha trajik ve daha beşeri... İnsanın içini boşaltıp kederle dolduracak derecede de tesirli:

Öldükte bu ben hasteyi eşk ile yusunlar

Cânâne güzar ettiği yollarda kosunlar

Yani ki şöyle demek oluyor: "Umudum o ki, öldüğüm vakit beni gözyaşları ile yıkasınlar ve mezarımı sevgilinin gelip geçtiği yollar üzerine yapsınlar (ta ki öldükten sonra da onun kokusunu alabileyim, onu görüp hasret giderebileyim)." Bu beyitte iki husus var ki şair, zihinlerdeki karşılığını okuyucuya bırakmış. Birincisi "eşk ile (gözyaşı ile)" ifadesidir ki bize "Hangi gözyaşı; şairin bizzat kendi gözyaşları mı; yoksa ona üzülenlerin gözyaşları mı?" diye sordurtur. Eğer şairin gözyaşı ise onun sevgili hasretiyle ağlamaktan dolayı öldüğünü anlarız; yok ardından ağlayan dostların gözyaşları ise o vakit de bu derece muhteşem bir âşıkın dünyadan gidişine ağlayan diğer âşıklardan, belki rakiplerden bahsettiğini görürüz. İkinci husus şairin mezarını sevgilinin yolları üzerinde istemesidir ki bu da bize "ölen birinin dünyada bırakıp gittiklerinin hayatına girip girmediği" sorusunu sordurtur. Şairin istediği, mezarı üzerinde otlar, çiçekler, göz göz nergisler, kulak kulak güllerin bitmesi ve onlarla sevgiliyi seyredip kokusunu duyabilmesidir. Bir tenasuh talebi gibi görünen bu ifade aslında zavallı şairin aşkının büyüklüğüne, ölümden sonra da sevgiliye tutkunluğunun devam edeceğine dair bir taahhüde delalet eder ki fevkalade zarif ve şairane bir hayaldir.

SEYRANÎ ARADIM ONU HER YERDE

Seyranî, yaşadığı dönemde bazılarınca "Velî", bazılarınca "Sarhoş", bazılarınca "Deli" gibi lakaplarla anılmış, velilikle meczupluk arasında bir bilgelik sürerek ölmüştür. Hakkında pek çok rivayet, menkıbe ve hikaye anlatılmıştır. Rahmetli Hasan Ali Kasır'ın "Seyranî" isimli kitabında bunların hemen tamamı derlenmiştir (İstanbul 2001). İşte bir tanesi:

"Bir gün gözleri artık görmez olan bir dostu Seyranî'ye:

- Aah baba, artık bende dünyayı görecek göz yok, demiş

Cevap:

- Üzülme gayrı, dünyada da görülecek yüz kalmadı zaten!..

BERCESTE

Âlemde bir devir dönüyor amma

Devr-i İngiliz mi Firenk mi bilmem

Halli âsân değil müşkil muamma

Zulm-i zâlim göğe direk mi bilmem

(Dünyada bir devir (zaman, çark, dolap) dönüyor ama; İngiliz düzeni mi, ecnebî düzeni mi kestiremiyorum. Çözmesi çok zor, karmakarışık bir muamma bu... Anlayamıyorum; zalimin zulmü sanki göğe direk kesildi!..)

Seyranî (ö. 1866)

 

^diyar^

susss gönlüm!!!
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
1,742
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Yaş
40
Konum
istanbul
yine sırdaşım sen ol ey gönül,

bu defa da sen ol yine sırdaşım.

ve ey can,

gönlümün yaptıklarına olumlu bak bu defa da

bu defa da onu hoş gör...

Ey sabır!

sende takat yok yine bu derde katlanacak ,

defol git o hâlde yanımdan!...

sen ise bir çocuksun ey akıl,

var git,

çocuklarla oysa sen!...


GÖNLE YALVARIŞ
İ.PALA​
 

B.ü.S.r.A

Doçent
Katılım
10 Ara 2006
Mesajlar
551
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
İki Dirhem Bir Çekirdek



Anlatımı güzelleştirmek, savunulan fikir ve düşünceyi daha etkili kalmak ü daha etkili kalmak üzere her dilde kalıplaşmış bazı sözler bulunur. Atasözleri, dua ve temenni cümlecikleri, sövgü ve ilençler, bilmece ve tekerlemeler...

Bu tür kalıplaşmış sözler arasında, dilin bünyesinde en sık rastlanılanlar ise deyimdir. Dilin bünyesinde kalıplaşmış ve kökleşmiş olarak değişmeden kullanılan deyimler, hiç şüphe yok ki anlatıma canlılık ve güç katarlar. Bu sayede düşüncelerin ve olayların muhataba daha etkili biçimde yansıtıldığı bir gerçektir.

Bazı kişilerle ilgili anılar ve hikayeler, tarihten alınmış olaylar, ve. Deyimlerin ortaya çıkış nedenleri arasında ön sıraları paylaşırlar. Bu bakımdan deyimlerin kaynaklarını arayıp bulmak, oldukça meşakkatli bir iştir. Bazen rastgele bir sayfada, bazen bir dipnotta, bazen de hiç ummadığınız bir el yazması sayfasında bir deyimin ortaya çıkış hikâyesiyle karşılaşmak mümkündür.

Deyimlerimizin ortaya çıkış hikâyelerini bilmenin, dilimizin kültüre yansıyan yüzüne bir renk katacağı kesindir. Umarız, bu konuda daha geniş araştırma yapacaklar için bu küçük kitap bir başlangıç olur.


Okumanizi tavsiye ederim, cok güzel bir kitap. Emin olun komik bir kitap da, bazi deyimler insani güldürüyor yani...Aklima simdi "agzindan baklayi cikartmak" deyimi geldi, en komik olani oydu bence.
 

Enes

İhvan Forum Üye
Katılım
6 Haz 2006
Mesajlar
14,127
Tepkime puanı
1,243
Puanları
113
Konum
bâbil...
Bu bölümü destekleyelim dedik...

sayın İskender Pala üstadımıza layık olmasa da;

ipala.png
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Babillilerin sohbeti

Eskilerin sık kullandıkları bir kavram vardır: Muhavere-i tebabüliye. Yani Babillilerin konuşması, Babil sohbeti. Hıristiyanî bir rivayete göre Nuh'un tufandan sonraki çocukları tanrılık iddiasında bulununca Babil'de bunu temsil edecek bir kule yaptırmaya başlarlar. Kule, insanoğlunun bir tür kibir savaşının göstergesidir.
İnşaatta, sayıları milyonlarla ifade edilen köle çalışmaktadır. Son kata gelindiğinde, Allah herkesin dilini başkalaştırır. Yani herkes yalnızca kendisinin bildiği bir dille konuşmaya başlar. Böylece hiç kimse bir diğerini anlamaz olur. Tabii ortalık birden karışır. Herkesin durmadan konuştuğu ama hiç kimsenin anlamadığı milyonlarca lisan... Allah'ın kibirli insanoğlunu ikazı...

Muhavere-i tebabüliye'nin küçük bir örneğini modern zamanların kokteyllerinde görebilirsiniz. Üç kişi bir öbek, onlara sırtını dönmüş dört kişi bir başka öbek, onların arkasında diğer insan öbekleri... Hepsi ayrı bir konuda konuşmaktalar. Güya bir tür sohbet... Bazen dört kişiden ikisi karşılıklı bir konu görüşürken, diğer ikisi de ayrı bir konuda laflayarak kelimelerin ve seslerin birbiriyle çarpıştığı, kesişip döküldüğü bir sohbet... Oysa Doğu kültüründe sohbet ciddi bir iştir. Çünkü orada her kafadan bir ses çıkmaz. Bilenler konuşup bilmeyenler dinler. Buna meclis denir. Meclisler bir tür eğitim ortamıdır, oradan irfan devşirilir.

Meclislerde kokteyllerin aksine halka olunup yan yana oturulur. Mevki ve makam sırasına göre baş köşeden kapı eşiğine kadar insanların rütbe rütbe halkalandığı üdeba ve zürefa meclisleri ise neredeyse bir estetik boyuttur. Okuma yazma oranının %3-5 olduğu çağlar için buralardaki sohbetler tam bir entelektüel oturum olup sosyal hayatı dönüştürürdü.

Meclislerin sırrı oturuş düzenindeydi. Herkesin yüzünü görebilecek bir halka oluşturmak müspet enerji adına da, sohbet adabı için de çok önemlidir çünkü. Tekkelerdeki ayinlerde, yer sofralarında, musafahalarda vb. hep aynı biçimde olan bu halkalanma bir tür ortak hayat, ortak akıl, ortak enerjidir ki sözü de, ilhamı da, yemeği de bereketlendirir. Böylesine bir mecliste taşkınlık olmaz, sohbet esnasında şaka da yapılsa, yeri gelip fıkra da anlatılsa herkesin edebi yerinde kalır. Daha da önemlisi konu herkese hitap eder ve aynı konu etrafında açılımlar ortaya çıkar. Kürsüde müderris (profesör, doçent) olan bir zatın mihrapta vaiz, kahvede halk adamı olduğu çağlarda meclisler her üç katmanın harmanlanarak zihinlere yansıdığı oturumlar sayılırdı. Üstelik aynı adamın tekkede mürşid olduğu zamanlar da vardır ki Yunus üstadın söylediği "Erenlerin sohbeti arttırır marifeti" müjdesi ve arkasından "Cahilleri sohbetten her dem süresim gelir" arzusu böyle bir ortamı anlatır. Böyle sohbetin cahilliği bilgi azlığından değil edep azlığındandır ki eskiler buna nadanlık derler. Hani "Nâdân ile sohbet etmek güçtür bilene / Çünkü nadan ne gelirse söyler diline" meselinde anlatıldığı gibi.

Sohbet kelimesi sözlüklerde "iki veya daha ziyade insan arasındaki dostane hasbihal"i karşılar. Kökeninde "arkadaşlık etme, birlikte bulunma (sahabe)" anlamı vardır. Yoksa Fuzulî'nin,

Berk-i âhım gökyüzün

tutmuş sirişkim yeryüzün

Sohbetimden hem vuhûş

etmiş teneffür hem tuyûr

dediği vahşet ortaya çıkar ki "ahının şimşeği gökyüzünü, gözlerinin yaşı da yeryüzünü tutmuş birisinin arkadaşlığından kurtların ve kuşların köşe bucak saklanıp kaçmaları" söz konusu iken ne sohbet, ne de karşılıklı etkileşim mümkün olabilir. Hele işin tasavvufî boyutunda bir mürşid huzurundaki ârifane halleşme hiç kendini göstermez.

Şimdi bir de kokteyl ortamlarını düşününüz. Herkesin birbirine sırtını döndüğü, bazen hiç tanımadığı insanlar ile aynı çatı altında nezaketen ve menfaate dayalı konuşmalar yaptığı, nezaketen yüzüne gülümseyip arkasını döner dönmez diğeriyle onu çekiştirdiği bu ayak üstü arkadaşlık, nasıl bir dostluğa ve ne gibi bir müspet iletişime kapı aralayabilir ki?!.. Sohbetteki ortak enerjinin bir kokteylde bulunması nasıl beklenebilir?!.. Zaten kokteyl, "çeşitli içkilerin karıştırılması sonucu elde edilen içki" demektir ki galiba bu tür toplantılara sohbetten ziyade pek çeşitli konuların ve dillerin söyleşildiği kakafoni demek daha doğru olur.

Yazık!.. Sohbet geleneğini kaybedince irfanımızı yitirdik. Öyle ya, bir mefhumun adını değiştirdiğiniz an muhteva da kendiliğinden çekilip gider.

BERCESTE

İftirâk-ı sohbet-i yârâne döymez gönlümüz

İhtirâk-ı âteş-i hicrâna döymez gönlümüz

(Gönlümüz dostların sohbetinden ayrı kalmaya dayanamadığı gibi; ayrılık ateşinin yakıcılığına da dayanamıyor.)

Aşkî (ö.1574)

 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Sultan Abdülhamid'in fotoğraf merakı

Sultan Abdülhamid, henüz televizyonun veya belgesellerin icat edilmediği zamanlarda dünyayı ve içinde olup bitenleri öğrenmek, politikasını da buna göre yönlendirmek için çağının en gelişmiş teknoloji aleti olan fotoğraf makinesini kullanmış, başta kendi toprakları olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinin, ülkesinin, şehrinin, kasabasının fotoğraflarını çektirtmişti.
En son İstanbul'a dair bir albümü İBB Kültür AŞ ve IRCICA işbirliğiyle basılan ünlü Yıldız fotoğraf koleksiyonu işte o fotoğraflardan oluşur.

Sultan Abdülhamid çektirdiği bütün fotoğrafları inceler, işine yarayacakları seçer, şehirleri ve ülkeleri fotoğraflarından tahlil eder, ona göre de politika oluşturur, bilhassa olaylara ait fotoğrafları da el altında bulundurur gerektiği zaman kullanırmış. Yıllarboyu Tarih dergisinde Servet-i Fünun'un ünlü sahibi Ahmed İhsan'ın (Toksöz) anılarından derlenerek yayınlanan bilgilere göre padişah zaman zaman dergiye konulmak kaydıyla idare merkezine resimler gönderirmiş. Alt yazılarını da bizzat padişahın yazdığı bu resimleri okuyucular dergide görüp "dam başında saksağan" kabilinden bir şey anlamasa da asıl görmesi gerekenler görünce çok şey anlamış olurlar şüphesiz. Ahmed İhsan Bey resimlerin sırasını alt yazılarına göre şöyle veriyor:

1. Paris'te bir tramvayın, ana caddelerden birinde gangsterler tarafından durdurulup içindeki bütün yolcuların soyulmaları

2. Paris'te azılı bir gangsterin bir emniyet görevlisini öldürmesi

3. Papa'nın -kendisi bir kafes içinde bulunduğu halde- dinî bir töreni yönetmesi

4. Amerika'da siyah-beyaz kavgası: Beyazların zencilere karşı reva gördükleri zalimce yapılmış bir linç

Resimlerin yayınlanış zamanlarına göre mesajlarının da şöyle olduğu tahmin olunabilir:

1. Trakya'da asayişin, düzeninden çıktığı bir zamanda, Çerkezköy civarında bir haydut, nasılsa bir yolunu bulup İstanbul-Paris trenini soymuştur. Bu olay üzerine bazı yabancı devletler Türkiye'yi kötüleme ve karalama kampanyasına girişmişler, insan hakları, evrensel hukuk vs. derken işi Türkiye'de can ve mal güvenliğinin olmadığı noktasına kadar vardırmışlar. Sultan Abdülhamid'e göre Paris'teki tren soygunu buna mükemmel bir cevaptı, hem de şehrin göbeğinde...

2. Bir dönem sultanın hassa ordusuna mensup subaylardan bazıları ile saraya yakın sivil ve asker paşalar işi azıtmışlar, Beyoğlu batakhanelerinde olay çıkartır sonra da saraya mensup olduklarını söyleyerek dokunulmazlık zırhına bürünür olmuşlardır. İçlerinde asayişi koruma görevlilerine silah çekenler bile çıkan bu kolluk güçlerinin haddi aşan hadiseleri tekrarlanır olunca bilhassa buralara devam eden yabancılar tedirgin olmuşlar, homurdanmaya başlamışlar, bunu elçilikleri vasıtasıyla Bâbıâli'ye ve sultana karşı bir tehdit gibi kullanmışlardır. Sultan Abdülhamid'in Paris'te emniyet görevlisini öldüren gangster fotoğrafından sonra İstanbul'daki elçiliklerin sesi kesilmiş, ortalık düzelmiştir.

3. Bilindiği gibi Abdülhamid, Çırağan Sarayı baskınından sonra Yıldız'da oturmaya başlamış ve gerekmedikçe pek dışarı da çıkmamıştır. Bazı yabancı devletler ile bunların Türkiye'deki uzantıları bunu korktuğu yolunda yorumlamışlar, Batılı gazeteler dedikodu konusu yapmaya, hatta "Osmanlı hükümdarı kendi eliyle kendisini bir kafese kapatmış durumdadır" diye başlıklar bile atmaya başladılar. İşte Sultan Abdülhamid'in gazete idarehanesine gönderdiği, kafes içinden ayin yöneten papa resmi bunlara "Gerçek kafes hangisiymiş görün!" şeklinde bir cevap amacına yöneliktir.

4. Sarayda nadir olan hadiselerden biri de kişisel kavgalardır. Yıldız'a taşınıldıktan sonra iki siyahi harem ağası kavga etmişler ve maalesef iş cinayetle sonuçlanmıştır. Abdülhamid buna fevkalade üzülmüş, kendi burnunun dibinde böyle bir cür'eti cezalandırmak üzere suçluyu yakalattırıp Beşiktaş meydanında astırmıştır. Bu hadiseden sonra malum Batılı gazeteler ile Amerikan basını sultanın üzerine hücum etmişler, olayı şişirip "Türkiye'de siyahlar öldürülüyor" demeye getirmişlerdi. Sultan bu haberleri hazırlayanların, o günlerde Filistin'i kendisinden rüşvetle almaya çalışıp da red cevabı alan Yahudiler olduğunu biliyor, onlar üzerinden Amerika'ya bir mesaj vermeye çalışıyordu. Eh, buna da siyahî bir Amerikalının linç edilme sahnesinden güzel cevap olmazdı herhalde!.

[LEYLA ADI ANILINCA]

Bir hac kervanı Mecnun'un yurdu olan çöllerden geçiyordu. Mecnun'u görünce saygıyla durdular ve birisi sordu:

- A yok, yoksul âşık, a dillere destan deli, Leyla hakkında ne biliyorsun?

Adamın sorusu biter bitmez Mecnun yere yığılıp kaldı. Neden sonra onu gül sularıyla ayıltabildiler. Gözlerini açınca soru sorana dedi ki:

- Haydi, bir kere daha Leyla de!.. Leyla hem soru, hem cevaptır. Her soruya Leyla cevabı elvermez mi? Ne kadar mânâ incisi delinse yine de Leyla'nın adı kadar değerli değildir. Leyla'nın adını andın mı, cihan içinde cihanlarca sır söyledin demektir. Her an "Leyla" deme imkânım varken başka bir adı anmam küfürdür bana.

[BERCESTE]

Tecrübe ehli bunu böyle bilir

Kim ki çok söyleye ol çok yanılır

Atayî


27 Kasım 2007, Salı
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
İntizar!.. İntizar!..

Urfalı hikmet şairi Nabî'nin (Ö.1712) bir beyti vardır. Buyurur ki:
Çekdik o denlü sâgar-ı ümmîde intizâr
Bezme gelince duhter-i rez mû-sefîd olur
Ümit kadehinin yolunu öylesine uzun zamandır beklemedeyiz ki, meclise gelinceye kadar asma kızının saçları ağaracak.

Bir insanın umutla bekleyişindeki uzunluğu ve o süre içindeki çaresizliğini anlatan bu beyitte Nabî Efendi seçkin bir mübalağa yapıyor ve neredeyse bir ömür boyu yolu gözlenen bir sevgiliden, bir umuttan bahsediyor. Üzümün kızına vurgun olan şair, onun yolunu gözlerken ihtiyarlıyor ve hiç ulaşamadığı, hiç gelmeyen sevgiliye nihayet saçları ağarınca sahip oluyor. Elbette âşık için bu da bir şeydir; amma "Ba'de harâbi'l-Basra" deyimi de boşa uydurulmamıştır.

Beytin dünyasına biraz daha girmek için söylemeliyiz ki bir meclis kurulup da o meclise revnak veren şarap gecikince mecliste nasıl bir sıklet hasıl olduğunu erbabı bilir. Bunu İlahî aşk mânâsında düşünürseniz mecliste mürşidin sözlerinden kendi nasibine düşen halavet ve ilhamı bir müjde niyetine almayı bekleyen bir kişinin, sohbetin başlamasını nasıl arzu ile beklediğini göz önüne getirmeniz gerekir. Yani meyhanede şarap bekleyen ile tekkede İlahî aşk ilhamı bekleyen iki kişinin bekleyişleri arasında da, mestlikleri ve sarhoşlukları arasında da bir aynîlik vardır. Belki tek fark, sarhoş olduktan sonraki görüştedir. İlahî aşk ile sarhoş olan ikiyi bir görürken, şarap sarhoşu biri iki görür.

Beyitte mû-sefîd olmak (saçı ağarmak) eylemiyle alakalı da bir telmih söz konusu edilmiştir. Rivayete göre Hz. İsa nefesiyle ölüleri dirilterek mucize gösterir ve insanları hak dine davet edermiş. Bir gün müşrikler Şam'da kendisinden yine bir mucize göstermesini ve bir ölüyü diriltmesini istemişler. O da kabul edip kimi diri görmek istediklerini sormuş. Hz. Nuh'un oğullarından Sam'ın mezarının Şam'da olduğunu bilen müşrikler Sam'ı diriltmesini istemişler. Hep birlikte kabrin başına gidildiğinde Hz. İsa, "-Kum yâ Sam (Kalk ey Sam)!" diye çağırmış. Derhal mezar yarılıp içinden saçı sakalı bembeyaz olmuş heybetli bir adam çıkmış. Müşrikler inat edip, "Bunun Sam olduğunu nereden bilelim?" diye sorduklarında Hz. İsa Sam'a dönüp, "Ey Sam! Sizin zamanınızda saç ve sakal ağarması âdetten değildi. Senin saçların neden bembeyaz?" diye sormuş. Cevap: "Saçım ve sakalım beyaz mı? Buna ben de hayret ederim. Meğer ki sen 'Kalk ey Sam!' deyince kıyamet koptu da hesap için mahşer yerine çağrılıyorum sanarak çok korktum. Muhtemeldir ki bu korkuyla ağarmış olsun!"

İmdi, asmanın kızının da meclise gelmekten ürkmesinin ilk sebebi meclistekilerin itibarlı kişiler oluşu; ikinci sebebi de bu meclisi yine bir toplanma (haşr) yeri saymasından olmalıdır. Çünkü üzümün kızının suçu hesaba gelmez. Dehşetle saçının ağarması da bu korkunun içinde bulunmasındandır.



DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ
Selim Sırrı Tarcan iki yıllık beden eğitimi öğretimi için gittiği İsveç'ten gelirken sırf müzik merakıyla, Felix Korling'in bestesi olan "Tre Trallade Jantor (Şakıyan üç genç kız)" adlı şarkının notalarını da getirir. Nuruosmaniye Erkek Öğretmen Okulu'ndan meslektaşı olan öğretmen ve şair Ali Ulvi Elöve'den, bu güfteye Türkçe bir marş sözü yazmasını ister. Yıllardan 1916'dır. İstanbul işgal altındadır ve Türk gençlerinin hem spor hem de umumi yürüyüşlerde söylemesi için bir "beden terbiyesi" marşına ihtiyaç görülmüş, bunun için Umum Osmanlı Genç Dernekleri Teşkili Hakkında İlk Kanun çıkartılmıştır. Tüzüğün 12. maddesinde "Dernek gençleri yürüyüş halinde merbut şarkıyı terennüm edecekler" denilerek ek'te Ali Ulvi Bey'in şu sözlerine yer verilmiştir:

Dağ başını duman almış

Gümüş dere durmaz akar

Güneş ufuktan şimdi doğar

Yürüyelim arkadaşlar

Sesimizi yer, gök, su dinlesin

Sert adımlarla her yer inlesin

Bu gök, deniz, nerede var

Nerede bu dağlar, taşlar

Bu ağaçlar, güzel kuşlar

Yürüyelim arkadaşlar

Sesimizi yer, gök, su dinlesin

Sert adımlarla her yer inlesin

Aradan yıllar geçer. 1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler: Tre Trallade Jantor. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkıp "Dağ başını duman almış" sözleriyle besteye katılırlar. İki dilde aynı terennümün heyecan verici bir manzara oluşturduğunu bir düşünün. Maamafih. İsveç'çe şarkı güftesi biraz hafif meşrep bir hikâyeyi anlatsa bile.

Beden Terbiyesi Marşı benim çocukluğumda ilk mektepte öğretilir ve koro halinde yürüyüşlerde söylenirdi. Evin en küçüğüne sordum, bilmiyordu.

[BERCESTE]

Hem yakarsın berk-i şimşîr-i sitemle âlemi

Hem yine dersin ser-i kûyumda efgân olmasın

(Hem sitem kılıcının yıldırımıyla (sitem dolu yakıcı sözler ederek) âlemi yakıyorsun; hem de dönüp mahallemde çığlık istemem diyorsun (biçare âşıkların) bu yanıştan dolayı feryad etmesinler de ne yapsınlar?)

Laedrî
 

hiba_nur

Profesör
Katılım
24 Nis 2007
Mesajlar
774
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Analı kuzu, kınalı kuzu


Bir türküden:

“Ana başta tac imiş

Her derde ilac imiş

Bir evlat pir olsa da

Anaya muhtac imiş”


Biliriz ki şefkat ve merhamet hissi kula önce anadandır; sevgi ve acımayı anaya veren yüce Yaradan’dır. Ana hakkı, Tanrı hakkıdır. Ahları sevinçle satın alandır o, üvey sancıların sabır taşına satılandır. Öksüz hayatın Kabe’si, ve dilsiz bebelerin en beliğ sesidir. Analık kanunları yetmiş iki millet–üstü bir kalp ağrısıdır, tatlı bir kalp ağrısından da ötelere uzanan meserret çağrısıdır. Şöhret istemez analar ama şehir–i cihan olur, sevgisini tatmamışsa bir ananın, evlatlar ziyan olur. Anneleri anarak açar en parlak renkler bir çiçekte ve ille de gökkuşağı giyinir bir anne her bebekte.

Allah’ın haklarından sonra ana hakkınadır sorumluluk; bedeni içinde beden bulduğumuz, sayesinde var olduğumuz için. Bir çocuk bir anaya koşarken saman çöpü kehribara koşar gibidir; hasretle ilk öpüşler çoğalınca damlada denizler coşar gibidir.

Analarımız; acıların işaret sıfatı, özverinin özel adıdır; obamızın direği ve ağızların tadıdır. Yeminlere dar gelip dualarda bol olan güzeldir ana; Rahim ve Rahman ile kalbimize dolan güzeldir ana. Kalbimize zincirli en muhteşem tutsaklıktır; koyun kuzuya ve gece sabaha seğirdir gibi aklıktır ana. İçimize düşen bir susuzluk, susuzlar su arar gibi, ruhları iman sarar gibi. Gurbetlerde kubbe kubbe çınlayan tekbir sesidir ana; bahçeleri ıtır ıtır dolduran saba nefesidir. Hasret gecelerinde huzuru demleyen çayların şekeri, uzak yolcuların karalığa mahkûm gözlerinin feridir.

Anacık!

Kahramanları silinen bir filmin tam ortasında çaresiz çocuklarız biz, garip bir masalı yaşıyoruz, hazin bir rüyayı soluyoruz... Korkunç devler dolaşıyor etrafımızda... Ata otu, ite eti yedirmemekte direniyor ifritler... Ehremenler hatemi almış, Süleymanlar aldatılmış... Şehzadeler yüz yıllık uykularına dalmışlar... Bol yalanlı korolarda ayrı telden ve ayrı nağmelerden çalmada plaklar ve eski hançerlerin murassa kınlarında paslanmaya durdu dudaklar. Bir sen varsın anacık, Kaf dağının ardındaki dünyalar güzeli, yalnızca sen gerçeksin... Bütün kalpler yalan... Bir tek seninki, ne yanıldı, ne yanılttı çocuklarını kınalı ana... Herkes saadetine, sense felaketlerine ortak oldun evlatların... Onlar ki dilleri senindir, söyler dururlar; sütleri senindir, kimlik bulurlar.

Anacığım!

Yıllar ve yıllarca önceydi, hani bahçeleri çizerdin çizik çizik de hayallerini ekerdin kiraz gölgelerine... Orkidelere uzattığında elini kurdeleler sıyrılıp saçlarından, orkide olurlardı.

Anacığım! Ne çabuk çürüdü sokaklar? Saçlarına ne çabuk düştü aklar? Fidanlarını ayazlar, hayallerini dolular ne çabuk vurdu? Çocukların dağıldı; sevinçlerin de... Dizlerinde sızılar, ve yüzlerinde çizilerle... Yağmur suları çocuklarından daha sık geçiyorlar eşiğinden; komşular bir bardak süt, bir avuç kül soruyorlar eski zamanlardan.

Anacığım! Kavruk güzelliğine rânâ düşen kınalı saçlarına ay vuruyor; cennet ayağından buseler çalıyor şimdi. Durlanmış kelimelerin sarıyor sevgileri ve beyaz cümlelerinin kırkıncı kapısından süt verdiğin alperenler geçiyor birer birer. Bulutları arşınlayarak ve samanyolundan yalınayak... Sırf bunun için bile tarih olmuş bir gerçek ve övünülecek en büyük zafersin sen!..

* * *

Kimin üzerinde ana duası yoksa, tez yıkılır yaslandığı duvarlar.

İskender Pala
 

hiba_nur

Profesör
Katılım
24 Nis 2007
Mesajlar
774
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Tabirsiz Rüyalarda Kaybolduk



Bu ten candan geçmeden gülüm, bu dünyadan göçmeden,
Gel seninle bir rüya görelim, güzel bir rüyamız olsun.

Güzel bir rüyadan sonra gülümseyerek uyanmak kadar kalbe ferahlık bağışlayan kaç nimet bahşedilmiştir kişioğluna ve güzel rüyaların görüldüğü kaç gece nasip olur ömürde bir kula?!.. Rüya ki Emin Sevgililer üzerine görülür, vahiylerden bir vahiy; ilhamlardan bir ilhamdır. Taşıyabilen kalbe aşk olsun!..
Kutlu bir rüya görebilmek için kaç geceler feda edilir ve kaç gündüzlerin şeb-i yeldaya uğrar yolu; hiç düşündünüz mü? Bir istiharenin rengi kadar hafif; bir rehberin muştusu kadar aziz değil midir?!..
Damar damar kelâm eker güzel rüyalar dünyamıza, kırklar diliyle dilekler tutarlar. Yüreklerin ta ortasında kutlu çağa ant içerek gelir şeker-şerbet lezzetler ve Nebi'ye Sıddîk, Mevlânâ'ya Şems oluverir. Hilâlin ucuna şehadet yıldızları kondurup aşina dualarda perdelenen hakikati gösterir onlar bize.
Avcıyı ceylanlar vurur güzel rüyalarda, güller bülbüle methiye okur. Güzel bir rüya görmek için geceler sevinçle gecelere eklenir ve bir rüya mestliğiyle asırlarca beklenir. Sevgili'yi göreceği rüyanın sevinciyle gözüne uyku girmeyen âşıklar anlar bir gecenin asaletini ve gördüğü kadarıyla can verir uğrunda. Kalbinde yarası kanayanların da, canı canana adayanların da bir bimarhaneye uğrar yolları rüyalarda ve tuz yiyenin buğu buğu berrak sular serpilir üstüne. Bozbulanık seller uğrar bir çölün rüyasına da, karanlıklara güneş olur İbrahim'i yakmayan ateşin serinliği.
Dublörsüz oynanan filmin son karesinde bir kahraman yaratırdı eskiden rüyalarımız ve Levnî Sarayburnu'nda minyatür çizerken Galip Dede Galata'da yazardı na'tını. Sinan'ın rüyası Selimiye idi ve Itrî bir rüyada besteledi tekbiri.
Sonra; toprak olmak için acele eden yiğitler hep bir rüyanın peşine takılıp gittiler bu illerden, sırlarını er meydanlarına gömdüler. Ar deyip gül koklayanlarla kar deyip sel saklayanlar bir rüyaya üftade düştüler. Kalplere kayıt çizen söz sultanları üretti lambalarda yaprak yaprak parlayan alevleri ve son sözün en zarifini rüyalardan devşirdiler. Oysa ne gerek vardı sözlere, onlar anlatamayacak, biz anlayamayacak olduktan sonra...
Şimdi rüyalarımız var, tabirlerini bilemediğimiz; bıçak sırtı kadar keskin, kıl köprüler kadar ince. Ateş denizlerinde mumdan gemilerle gezinmedeyiz artık ve rehin bırakılmada soysuz gerçeklere kutlu düşler. Ne ulvî rüyalarımız vardı bizim, ne yüce rüyalarımız!..

İskender Pala
 

zuzu

Üye
Katılım
6 Nis 2007
Mesajlar
12
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Babil'de ölüm İstanbul'da aşk adlı eserde yazar, Fuzuli'nin Leyla vü Mecnun eserinin kağıdını konuşturarak asırları anlatıyor. ilginç bir yazı tekniği cansız varlığı konuşturmak. bu yöntemin en büyük avantajı sanırım uzun zaman dilimini anlatabilme rahatlığı sağlaması. almadan evvel kitabın tanıtım yazılarının altındaki yorumlara gözatmıştım. genel olarak ' eğer ben aşık oldum diyorsanız, bu kitabı okuduktan sonra fikriniz değişebilir ' e çıkan yorumlar yapılmıştı. iskender pala, cılkı çıkarılmış, binbir yakıştırma yapılmış, milyon kez tanımlanmış AŞK hakkında el değmemiş yorumlar yapabilecek kalitede bir yazar.
son not; kitabı okuduktan sonra sokakta yaşananlara aşk denilmesine acıyor ve büyük duyguların basit dışavurumlarını küçümsemeye başlıyorsunuz.
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Kılıcımızın yaltırığı

Yavuz Sultan Selim, devlet işlerinde düzenli ve programlı hareket eder, istişareyi önemser, vezirlerinin söylediklerini dinler ve kararını öyle verir, karar verdikten sonra da asla dönmezmiş.
Onun zamanında kılık kıyafete düşkünlük, gösterişe kapı aralayan binalar inşası, saltanat tantanası vs. bir kenara itilip yerine tam devlet-i ebed-müddet anlayışına uygun bir ruh imarı başarılmıştır. Tabii bunun için başta kendisi olmak üzere bütün devletlilerde sade bir hayat yaşama tavrı öne çıkmıştı.

Günlerden birinde Venedik elçisi Antonio Justiniani'ye huzura kabul izni verilmişti. Sadrazam ve devlet erkanı bu ziyaretten hoşnud olmayacaklardı. Çünkü hem sultanın, hem de kendilerinin kılıkları pek perişandı. Venedik elçisinin onları bu halde görmesi devlet itibarını düşürecekti. Ama bunu sultana kim söyleyebilirdi? Devir, sultanın disiplin ve celalinden korkanların "İnşallah Yavuz Selim'e vezir olursun!" cümlesini beddua diye söyledikleri devirlerdi. Nihayet Hersekzade Ahmet Paşa bütün cesaretini toplayıp meseleyi hünkara açtı. O da itiraz etmedi ve "Pek doğru söylersin lala, cümle yeni esvaplar giyile!" buyurdu.

Elçinin geleceği gün Kubbealtı'nda divan toplantısı vardı. Vezirler toplantıyı bitirip hep birlikte sultanın yanına arz odasına geçtiler. İçeri girmeleriyle donup kalmaları bir oldu. Meğer sultan yeni hiçbir şey giymemişti. Yalnız elinde bir kılıç vardı ve tahtında otururken onunla oynuyor, pencereden vuran güneşin ışıkları kılıçta yaltırıklar oluşturup odayı dolduruyordu. Kimse hiçbir şey söyleyemedi. Nihayet elçinin geldiği bildirildi ve huzura kabul edildi. Adam kapı kenarında durup namesini takdim etti ve tercüman vasıtasıyla hükümdarın sorularını cevaplandırdı. Konuşma esnasında da hükümdar elindeki kılıçtan yansıyan parıltıları ara ara muhatabının gözüne doğru tutmaktaydı. Konuşma bitince elçinin gitmesine izin verildi. Ardından sultan Hersekzade'ye seslendi:

- Ahmet, var elçi beye sor, ağzını ara... Acep bizi nasıl bulmuşlar?!..

Hersekzade emir baş üzre deyip çıktı. Odada çıt çıkmıyordu. Nihayet paşa geri döndüğü vakit heyecan doruktaydı.

- Sordun mu Ahmet?

- Beli saadetlü hünkarım! "Kılıcının parıltısı öyle gözümü aldı ki kendilerini göremedim bile", dediler.

Yavuz gülümsedi ve ayağa kalkıp parmağıyla basamaktaki kılıcı gösterdi:

- Kılıcımız parladıkça düşmanın gözü ondan ayrılıp bizi göremez. Ama Allah esirgesin, bir gün paslanır da yaltırıklanmazsa düşman bizi görmek değil, bir de tepeden bakar.

[YAVUZ'UN TEK KÜPESİ]

Yavuz'un resimlerini çizenlerden çoğu onu burma pala bıyıklı ve tek kulağında küpe ile çizerler. Pala bıyıklar ile Yavuz'un tarihî kimliği arasında zihinlerde hemen bir bağ kuruluvermesi insanlara bu resimleri hoş gösterir. Eh, durum böyle olunca kulağındaki küpeye de bir efsane uydurulmasında ne mahzur olabilir ki?!.. Hani kutsal toprakları aldığı zaman oradaki idarecilerin kullandığı Hakimü'l-Haremeyn (Kutsal beldelerin hakimi) sıfatını uygun görmeyip kendini Hadimü'l-Haremeyn (Kutsal beldelerin hizmetkârı) ilan etmiştir ya, buna bir ilave de halk yapmış ve orada gördüğü kulağı küpeli siyahi köleleri örnek alarak kulağına küpe taktırdığını ve bununla kendisini din uğrunda bir köle mesabesinde telakki ettiğini imaya yöneldiğini uydurmuştur. Oysa Yavuz'un minyatürlerinde hiçbir zaman pala bıyık veya küpe yoktur. Tarihî bilgiler onun kişiliğinde sadelikten yana olduğunu ve giyiminde de çok sade tercihlerde bulunduğunu söylerler. Nitekim Topkapı Sarayı'ndaki en sade kaftan onundur. Mısır seferi dönüşünde Edirne'de kendisini karşılayan tek şehzadesi Süleyman'ın süslü elbiselerini görünce ona, "Bre oğul, sen böyle giyinirsen anan ne giyecek!" diye ikazda bulunması da bunu pekiştiren bir tarihî gerçektir. Keza aynı seferden gelişinde İstanbul'a gireceği sırada büyük bir zafer kutlaması tertipleneceğini duyunca israfı önlemek üzere bir gece vakti gizlice Topkapı'ya girdiği de bilinir. Bütün bunlardan daha önemlisi Yavuz'un küpe taktığını söyleyen hiçbir tarih satırı, hiçbir belge yoktur. Küpeli uydurma resimlerde ise resimdeki kişinin başında beyaz tülbent içinde kırmızı bir başlık ve üstünde de krallara benzetilmiş bir tac vardır. Bu tür kızıl börk ve tacı İran şahları kullanır. Osmanlı sultanları tac giymezler.

Sonuç şu, küpe takmak gibi bir hafifliği, azametiyle öne çıkan Osmanlı sultanına, hele de Yavuz gibi celalli bir adama yakıştırmak yanlıştır. O zaman da akıllara bir soru takılır: Kimdir bu küpeli, taclı adam? Söyleyelim; Yavuz'un "Paymal eyleyelim kişverini sürhserin" diye üzerine yürüdüğü Sürhser (Kızılbaş) Şah İsmail'indir ve başındaki kızıl börk ile tac da Kızılbaşlığın simgesidir.

Ne garip tecelli; Yavuz Çaldıran'da, Şah İsmail de resimlerde birbirlerine külahları ters giydirmişler.

[BERCESTE]

Kemalpaşazade'nin Yavuz hakkındaki mersiyesinden:

Şems-i asr idi asırda şemsin

Zılli memdud olur zamanı kasir

O, bir ikindi güneşi gibiydi. İkindide güneşin zamanı kısadır ama gölgesi çok uzun olur.

Kemalpaşazade




11 Aralık 2007, Salı
 

eLiFNuR

Asistan
Katılım
12 Haz 2006
Mesajlar
492
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Web sitesi
eLiFNuRuNPeNCeReSi.blogcu.com
Ah Minel Aşk...Adıyla,İçeriğiyle tam da dört dörtlük,divan edebiyatı meraklılarının ve herkesin okuması gereken bir eser...
İskender Pala'yı senelerdir takip eden biri olarak kendisini idolüm sayarım...
Yüreğine sağlık Hocam'ın...
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Kudemanın usta şairlerinden Taşlıcalı Yahya Bey'in şöhretli bir gazeli vardır; hani
Âdemoğlu âleme üryân gelir üryân gider
Nâle vü efgân ile giryân gelir giryân gider
beytiyle başlar. Hikmetle örülmüş bu gazelin her beyti birbirinden güzel, her biri ışıklı ve parıltılı mısralarla örülüdür. Çok basit gibi görünen ama anlam derinliği yönünden adeta sehl-i mümteni derecesinde haykırışlardır bunlar.
Demiş ki:

İnsanoğlu aleme çıplak gelir, yine çıplak gider. Feryatlar, inleyişler içinde ağlayarak gelir, yine ağlayarak gider.

Beyitteki kelimelerin anlam derinliklerine inildiğinde aslında söylenen sözün günümüz diline çevirisinin tam yapılamadığı görülür. Söz gelimi üryan kelimesi "çıplak" demek ise de burada yeni doğan bir bebeğin dünyaya ait hiçbir varlık getirmediği, yani elinin boş olduğu, dolayısıyla ölüm vaktinde yine eli boş olarak gideceği, dünyadan öte tarafa maddi hiçbir şey götüremeyeceği gibi insanlık hallerine işaret eder. Dünya malı dünyada kalır ya, işte gelen de geldiği gibi üryan gider. Oysa şair bu üryanlığa bir de ağlayarak (giryan) gelip gitmeyi ilave ediyor. O halde sormak lazımdır; acaba üryanlık bir ağlama sebebi midir? Yani insan öte tarafta ne bırakmış olabilir ki dünyaya gelişine ağlıyor olsun? Haydi ölürken ağlayışını anlayabilir; bunu dünyada bırakıp gittiği (belki gidemediği) malına, evladına, şöhretine, rahatına vs. kısaca dünyalıklara bağlayabiliriz. Üstelik bu ağlayış yalnızca gözyaşı değil çığlıklara, inleyişlere, feryatlara da vabestedir. Soruların cevabı oldukça düşündürücü!..

Sufiler insanın dünyaya gelişini, ruhun ana vatandan gurbete atılışı olarak yorumlarlar ve anne rahmini cennet hayatı ile (ekmek elden su gölden her ihtiyacı hazır bir hayat) özdeşleştirirler. Nitekim cenin anne karnında su ile çevrili bir ortamda yaşar "Ve canı olan her şeyi sudan yarattık!" ayetinin bir yorumu da buna işaret eder. Peki de ne bulmuştur insan bu bırakılıp gelen vatanda? Orada madde olarak değil ise de mana olarak ne vardır?

El-cevab: Ne yoktur ki? Belki bir vatanda olan her şey... Sevilen her şey... Ve tabii bizzat Sevgili... Bu durumda sevgiliden ayrılan kişinin ağlamasına şaşılamaz; bilakis sevgiliye geri dönüşte ağlayana şaşılır. O halde gurbete gelirken ağlayanı mazur gören kişi, gurbetten vatana dönerken ağlayanı anlamakta zorlanacaktır. Mademki gurbet geçici bir misafirliktir; insan misafir olduğu yere yerleşmek istesin, olacak iş mi? Üstelik de yerleşebilip geri dönmeyen bir tek kişi yokken. Bu sefer soru şu hale girer: Acaba dünya süsü insanı nasıl aldatmaktadır ki giderken ancak ağlayışlarla gidilmektedir?!..

Şair beytin ikinci dizesindeki "nale vü efgan (çığlık, feryat, ah-vah vb.)" kelimelerini doğan çocuk ile ölen kişinin fiilleri gibi göstermektedir. Doğan çocuğun anne rahminden ayrılışı sırasında hava ile teması ve hava basıncı yüzünden ağladığı, yabancı ortam şartlarının metabolizmasını etkilediği bilinmektedir. Bazı ölümlerin de feryat içinde gerçekleştiği ve gidişte de bir çığlık bulunması muhtemeldir. Ama şairin bize hatırlatmak istediği çığlıklar doğan ile ölenin değil, onun çevresindekilerin çığlıkları olsa gerektir. Hani doğum süresinde anne acı çektiği için, başındakiler de sevinçten çığlık çığlığadır; ölümde de herkes yas halinde üzüntüden feryad ve figandadır ya!...

Şaire göre dünyaya geliş de, oradan gidiş de ağlayarak (giryan giryan) olmaktadır. Son soru şöyle olsun: Doğan bir bebeğin ağladığını hep biliriz de ölenin ağlaması ne demeye gelir? Ölmekte olan birinin başucunda bulunursanız (Allah vermesin), ona dikkatle bakın, son nefesine yakın gözlerinin ucundan birer damla yaş geldiğini göreceksiniz.

İşte, dünyaya eli boş gelip yine eli boş giden insanoğlu galiba buradaki fakirliğine ağlamaktadır. Gelişte vatandaki konumunu kaybettiği için fakir, gidişte de vatana götürecek kâr elde edemediği için fakir. Zaten kâr elde ettiği zaman adına şeb-i arus (gerdek gecesi) denilmekte. Üstelik, dünyaya gelişte saf, berrak bir ruh ile gelip de kirlenmiş olarak giden ruhun feryattan başka yapacağı ne olabilir ki?

* Kurban Bayramı'nın "yakınlık" duygusu Yaradan'dan yaratığa bütün ömrünüzü doldursun!..

MECNUN, LEYLA İLE SOHBETTE

Mecnun bir gün fırsat buldu, Leyla ile oturmaya muvaffak oldu. Leyla, onu sınamak için bir dilekte bulundu:

- Ey âşık! Neyin varsa getir.

- A ay yüzlü, dedi Mecnun, aşkınla ne suyum kaldı, ne kuyum. Ne ciğerimde azıcık kan, ne gözümde bir nebze yaş. Aklımı yağma ettin, uykumu çaldın. Artık bir canım var, emreyle onu vereyim.

- Ben onu senden ne vakit istesem alırım, başka neyin var, sen ondan bahset.

Mecnun o vakit arandı, yakasında sakladığı bir iğnesi vardı, onu çıkarıp sevgiliye sundu.

- İşte varlık aleminde sahip olduğum tek şey bu iğnedir. Bunu da neden taşıyorum bilmek istersen, çölde, ovada seni izlerken çok düşüyorum, kendimden geçiyorum; oralarda ayağıma, bedenime dikenler batıyor; bu iğneyle o dikenleri çıkarıyorum.

- İşte bunu istiyordum ben senden. Eğer aşkında gerçek isen bu iğne nasıl layık oluyor sana? Dikeni çıkarırsan buna vefa mı derler?!..

BERCESTE

Heman ağlayı geldim âleme ağlayı gittim ben

San ol nilüferim kim suda bittim, suda yittim ben

Rehayî


18 Aralık 2007, Salı
 

Mevsunne

Üye
Katılım
16 Ara 2007
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Düş Kıyamı...
Web sitesi
www.griya.blogcu.com
İskender Pala'yı burda görmek ne güzel !!!

izinden gittiğimiz müstesna kalemlerdendir kendisi

her kitabı okunası okunası ve okunası...

paylaşım için teşekkürler

bende "gül şiirleri"ni tavsiye ediyorum( gerçi hepsi birer şaheser ama..)
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Taşlıcalı Yahya Bey'in ünlü,
Âdemoğlu âleme üryân gelir üryân gider
Nâle vü efgân ile giryân gelir giryân gider
matlalı gazelinde bir beyit vardır. Sehl-i mümteni derecesinde duru, bir o derece de derin anlamı olan bir beyittir. Şöyle buyurmuş üstad:
Âşık-ı bîçâre erbâb-ı mahabbet bâbına
Âkil ü dânâ gelir, dîvâne vü hayrân gider

Demek olur ki, "Aşkın çaresizliğine düçar olan âşık sevgi erbabının kapısına akıllı ve bilgili olarak gelir divane ve hayran olarak döner."

Şairimiz beytin bütün nüktesini "erbab-ı mahabbet" tamlamasında yoğunlaştırmış, hayal unsurlarını bu merkezden etrafa yaymıştır. "Erbab-ı mahabbet" tamlamasını aşk katmanlarına göre (beşeri, mecazi, tasavvufi ve hakiki) derece derece "sevgi erbabı, sevgiden anlayan, sevginin ne olduğunu bilen, sevginin hakikatine eren (sevgili)" biçiminde karşılamak ve ona göre beyte, sözü edilen sevgili kimliğine uygun olarak tekrar tekrar anlam vermek mümkündür.

Bilindiği gibi hemen her âşık, aşka düşmüş olmak dolayısıyla "biçare (çaresiz, derdine çare bulamayan)" bir hal üzredir. Gezmediği kapı, sebebine yapışmadığı derman umudu kalmamıştır. Derdine hiçbir yerde çare bulamadığı içindir ki son bir umutla sevgiden anlayanın (ondaki sevginin ne olduğunu bilen yegâne kişinin, yani sevgilinin) kapısına varıp halini arz eder. Giderken içinden düşünür, neler söyleyeceğini, neler soracağını planlar (âkil=akıllı); sonra asaleti dolayısıyla da nasıl davranacağını, yol yordam ve âdâb-ı muaşeret kurallarına nasıl riayet edeceğini kararlaştırır (dânâ=bilgece). Gel gör ki sevgi erbabının (sevgilinin) kapısına varınca ne planlarını uygulayabilir, ne niyetlerini gösterebilir. Sevgiliyi görür görmez aklı gider, çılgınlık (divânelik) gelir; bilgeliği gider şaşkınlık (hayrânlık) gelir. Dikkat edilirse şair ikinci dizedeki "âkil" kelimesini "divâne"lik; "dânâ" kelimesini de "hayrân"lık ile karşılamıştır. Sözlükte de bu kelimeler tam olarak birbirinin zıddı (tezat) olarak kullanılır. Oysa aşk işinde sözlükler bir tarafa bırakılır, kelimelerin anlamları unutulur, mana akılla değil gönül ile ölçülür olur, hatta zıt gibi görünen şeyler aynileşir. İmdi bir âşık düşününüz ki sevgiliyi görünce çılgına dönüyor ve aklının gereğini yapamaz konuma düşüyor olsun. Bu onun deliliğini değil, bilakis çok akıllı oluşunu, yani aklının bütün gücü ve varlığıyla sevgiliye yönelişini gösterir. Delilik, aklına ait melekeleri kullanamamak demektir. Âşık ise aklını kullanamayan biri değil bütün aklını yalnızca sevgili için kullanan, sevgili dışındaki her şeye kendini kapatan, kapattığı için de deli zannedilen kişidir. O halde âşıkın "divâne"liği hakikatte "âkil"liğinin bir sonucudur. Yani "En akıllı âşık sevgili uğruna divâne olandır!" Keza aynı âşık sevgiliyi görünce hayran kalıyor ve asaletindeki bilgelik gereği olan tavırlarını unutuveriyor. Bu da onun "hayran"lığının değil, bilakis "dânâ"lığının sonucudur. Çünkü aşk işinde bilgece davrananlar, sevgiliyi görünce gayrı her şeyi (masivayı) unutanlardır. Diğer söyleyişiyle bir âşıkın bilgeliği, ancak hayranlığının derecesiyle ölçülür ki tasavvufta buna hayret makamı derler ve orada kişi hal ehli olmuş, beşer üstü özellikler kazanarak her şeyi "Sevgili" olarak görmeye başlamış olur.

Bütün bunlardan sonra beyte şu şekilde anlam vermek mümkündür (hakiki boyut):

Aşk hastası, sevgiden anlayanın (derdinin çaresi olan hekimin) kapısına varınca çaresizliğinin dermanını arayayım derken o hekime tutulup aklını ve anlayışını da kaybedip geri döner.

Keza şöyle demek de mümkündür (tasavvufi boyut):

Aşk yüzünden çaresiz kalmış âşık, aşkın niceliğini ve kendisine gelen bu halin ne olduğunu öğrenmek için sevgiden anlayanların kapısına varınca, onlar sevgiyi öyle bir anlattılar ki, zavallı âşık sevgiye hayran kaldı, oradan ayrılırken artık aklının değil gönlünün peşine takılıp kalmıştı.

Ve tabii en basit haliyle şöyle de demektir olur (beşeri boyut):

Âşık, içindeki duyguları anlatmak üzere sevgilinin kapısına vardı, ama onu görünce şaşırıp kendini kaybetti.

LEYLA'NIN ÖLÜM HABERİ

Yolunu yitirmiş Mecnun, çöllerde Leyla diye diye dolanıp dururken biri ona,

- A deli, Leyla öldü, deyiverdi.

- Çok şükür Allah'a, diye şükretti Mecnun.

Kara haberi veren adam şaşırdı:

- A dini imanı darmadağın olmuş zavallı! Hem onun için yanıyorsun, hem de böyle diyorsun, ayıp sana!

Mecnun'un cevabı pek hazindi:

- O ay yüzlüden, her an iyiliğini isteyip dururken ben bir şey elde edemedim, kötülüğünü isteyen de bir şey elde edemesin bari. Çünkü bir gün aya sordular "En çok neyi seversin?" diye. "Güneşin tutulup ebediyen perde arkasında kalmasını severim." cevabını verdi ay ve sonra ilave etti: "Değil mi ki onu kendi gözümden bile kıskanıyorum!"

BERCESTE

Arz-ı hal etmeye, cana seni tenha bulamam

Seni tenha bulıcak, kendimi asla bulamam

(Ey sevgili! Halimi anlatmak için seni yalnız bulamıyorum. Seni yalnız bulunca da hiç kendimi bulamıyorum.)

 
Üst