İmam Rabbani Hz.leri konu hakkında:
“Vahdet-i Vücuda dair bir mesele beyan ettikleri ve söyledikleri ne varsa onunla ilk hallerde şerefyab oldum; sonra vahdet şuhudu kesrette müyesser oldu. Teklik, çoklukta görüldü.” (8. Mektup)
“Daha önce tekrarla yazdığım gibi; Vahdet-i Vücud meselesinde duraklamış bulunuyordum. Fiilleri ve sıfatları asla bağlıyordum. Ama işin hakikati malum olunca, duraklamayı bıraktım.” (13. Mektup)
“Hakikatlere ve Marifetlere dair kitapları okumaya güçlü değilim. Bilhassa, Vahdet-i Vücud sözlerine ve tenezzülat mertebelerine dair olanlara.. Ne var ki ilm-i sabık, onları inkara beni yanaştırmıyor; o yolun erbabına sert çıkışa bırakmıyor.” (11. Mektup)
“Bu Fakir dahi o işlerin güzelliğine kaildir; ama onun üzerinde durmayıp geçmek şartı ile.. Şeyh Alaüddevle’nin bu meselede ihtilafı ise, yani: Vahdet-i Vücud meselesinde, ulema tavrına benzer; kabahat olduğuna nazar etmektedir. İsterse ona keşif yolu ile girmiş olsun. Zira keşif sahibi onun kabahat olduğuna kail olamaz.. Çünkü bu mesele: Garib halleri mutazammın (içine alan) olup hayret verici maarifi şümulüne (kapsamına) almaktadır. Bu babda netice söz şu ki Anlatılan makamda (Vahdet-i Vücud makamında) devamlı kalmak beğenilecek gibi olmayıp o haller ile yetinmek dahi iyi değildir.
Bizim üzerinde durduğumuz hallerin menşei Subhan Hakkın muhabbet galebesi ve onun sevgisinin istila etmesidir. O kadar ki onların basiret nazarında Subhan Hakkın gayrına ne isim vardır; ne de nişan.. Gayrın ve gayriyetin namı nişanı tamamen silinip yok olmuştur, işbu vakitte onlar: Sekrin ve halin galebesi dolayısı ile ağyarı ve sivayı yok bilmektedirler. Bu durum, onlar için zaruri olmaktadır. Subhan Hakkın gayrı olarak dahi bir mevcud görmezler. Bu manada batıl olmak nerede? Butlan nerede? Hatta bu yerde hakkın istilası ve batılın dahi butlanı vardır.
Bu büyükler, kendi nefislerini ve başkalarını Yüce Hakkın muhabbetinde satıp kendi nefislerinden ve başkalarından yana nam ve nişan bırakmamışlardır. O kadar ki batıl onların gölgesinden dahi kaçar.. İşte orada, her şey haktır ve hak içindir.” (355. Mektup)
“Bu fakire göre, her iki taifenin nizaı (çekişmesi) dahi, lafza raci olmaktadır. Bilesin ki Sufiyeden Vahdet-i Vücuda kail olup da, eşyayı Subhan Hakkın aynı görerek her şeyin o olduğuna hükmeden kimsenin muradı, eşyanın yüce Hakla ittihad ettiği manası değildir.” (357. Mektup)
“Vahdet-i Vücuda kail olan sufiye haklıdır. Kesret hükmünü veren ulema dahi aynı şekilde haklıdır. Bu manadan olarak, sufiyenin haline münasip düşen vahdettir; ulemanın haline münasip düşen ise, kesrettir. Zira şeriatın kurulan binası kesret üzeredir.” (357. Mektup)
“Şeyh Muhyiddin b. Arabi’den evvel, bu gibi ilim ve sırları, bu taifeden hiç kimse dile getirmemiştir. Bu sözü, bu şekilde hiç biri beyan etmemiştir” (314. Mektup)
Lakin, Sahib-i Füsus (Muhyiddin İbni Arabi Hz.), Ehli Sünnetten olduğundan, onu suret olarak ispat eyleyip bu kadarıyla yetinerek onu rü’yet zannetmiştir. (502. Mektup)
-------------------------
Şeyh Muhyiddin b. Arabi’nin, ilimleri ve maarifi bütün incelikleri ile belli oldu. Onun, Füsus’ta bahsettiği zati tecelli ile müşerref oldum. İtikadım odur ki urucun nihayeti odur. Ve o tecelli hakkında şöyle diyor:
Bundan sonrası ancak, sırf ademdir. (Yokluktur.)
Aynı şekilde, bu tecellinin ilimleri ve maarifi dahi benim için hasıl oldu; ki bunlar için Muhyiddin b. Arabi şöyle demektedir:
Bunlar, tafsilatı ile hatim-i velayet olana mahsustur.
Vaktin sekri (manevi sarhoşluk), halin ağır basması öyle bir hadde ulaştı ki; durumu Hz. Hace’ye (Yani: Şeyhim Muhammed Bakibillah’a) yazdım. (31. Mektup)
Ancak bize lazım olan, Muhammed Arabi’nin sallallahu aleyhi ve sellem kelamına tabi olmaktır. Muhyiddin b. Arabi, Sadreddin-i Konevi ve Abdürrezzak Kaşi’nin kelamına değil. Bizim füsusa değil; nüsusa (Kitap ve sünnete) tutunmamız gerekir. Fütuhat-ı Medeniye, bizim için Fütuhat-ı Mekkiye’den daha yeterlidir. (100. Mektup)
Şaşılacak durum şu ki: Şeyh, keşif nazarında, makbullerden görülmektedir.
İlimlerinin pek çoğu, ehli hak görüşlerine muhalif olup doğrunun gayrı hata zuhur eder. Amma, herhalde, keşfe dayalı hatada mazur olmalıdır, içtihaddaki hata misali, ondan ayıplama kalkmalı: Ayıplanmamalıdır. Bu, Fakir’e has olan Şeyh Muhyiddin b. Arabi hakkındaki itikaddır. Kendisinin, makbullerden olduğuna itikad ediyorum. Ama muhalif ilimlerini, hata ve zararlı görüyorum. Bu taifeden bir kavim, Şeyh Muhyiddin b. Arabi’ye atmaktadırlar ve onu bütün ilimlerinde hatalı bulmaktadırlar. Bu taifeden bir başka cemaat ise, Şeyh Muhyiddin b. Arabi’ye uymayı tercih edip onu bütün ilimlerinde isabetli itikad ederler. Delillerle, şahidlerle haklı olduğunu isbata çalışırlar.
Hiç şüphe yok: Her iki taraf da, onun hakkında ifrat ve tefrit tarafını seçmişlerdir. Orta halli olmayı bırakmışlardır; ondan ayrılmışlardır. (266. Mektup)