Hakikaktler örtülemez.
ARKADAŞLAR,
Şu bir hakikattir ki, Bediüzzaman Hazretleri bugün onun peşinden gittiklerini söyleyen ve sözleri ile yaptıkları biribir ile hiçbir zaman örtüşmeyen güruh gibi "zaman cemiyet zamanıdır" diyerek tarikatlara ve tasavvufa sırtını dönen bir insan değildi. Esasen böyle birşeyin düşünülmesi bile muhaldir. Zira, tasavvufa ya da tarikatlara sırtını dönen bir insan ehl-i kemal ve vehbi ilme sahib bir alim olamaz. Mervidir ve gözlemlenmiştir ki, Bediüzzaman Hazretleri Muhammed Esad Erbili (K.S.) Hazretlerine muntesibti. Sık sık Esad Efendiyi ziyaret etmesi ve onun fuyûzatından istifade etmesi şeklinde ifade bulmuştur. Bu hakikati eski toprak nurcular bilir de pek seslendirmezler. Çünkü, işlerine gelmez. Bu noktayı böyle izah ettikten sonra herkes, Bediüzzamanın tasavvuf hakkındaki muazzam ve biricik hakikat olan görüşlerini MEKTUBAT adlı eserinin 29. mektubundan okuyabilir.
Bir defa Said-i Nursî Hazretlerinin sözü "zaman cemiyet zamanı" dememiş, ona atfedilen söz "Zaman Tarikat Zamanı değil, imanı kurtarma zamanı" dır. Cümleleri doğru telaffuz edelim. 29 Mektub gibi tasavvufi hakikatleri ve mutasavvıfları yere-göğe sığdıramayan bir mektubu kaleme alan bu zatın böyle bir söz edebileceğine ben şahsen ihtimal vermiyorum. Şayet, Hazret böyle bir söz sarfetmişse ;bu O'nun en büyük hatalarından bir söz olmuş olur. Zira, Turuk-u Aliyye hiçbir devirde inkıtaya uğrmayan ve kıyamete kadar da baki kalacak olan yegâne nurlu bir yoldur. Bu yolu sekteye uğratacak ve yukarıdaki sözler gibi sözlerle hafife alacak bir müslüman düşünemiyorum. Bediüzzaman böyle bir söz söylemişse, o zaman "29.Mektubtaki hakikatleri ne diye dile getirdi ?" sorusu gündeme gelir. Böyle şuurlu bir şahsiyetin de bu dercede çelişki içine girmesi düşünülemez. Girmişse kendi kusur ve hatasıdır. Çünkü, netice itibariyle o da bir insadır ve hatadan ve kusurdan salim değildir. Sadi Nursi Hz.lerinin hayatından şunu anlıyoruz ki, birçok hareketini bizatihi kendisi tenkid etmiş ve pekçok olay hakkında "şimdiki aklım olsaydı öyle davranmazdım" demiştir. Hatta hayatını iki döneme ayırmış ve önceki dönemlerine "Eski Said" sonraki dönemine ise "Yeni Said" dönemi demiştir. Yani, sizi anlayacağınız her beşer gibi onun da hataları ve kusurları olmuştur. Bu beşeriyetin değişmez bir özelliğidir. Biz de diyoruz ki, "Zaman tarikat zamanı değil, iman kurtarma zamanıdır." sözünü söylemişse eğer, elbetteki büyük bir hata yapmıştır. Çünkü, bu sözün tefsirinden tarikatların iman kurtarma gibi bir gayreti ve çalışmaları olmadığı ortaya çıkar ki, bu büyük bir bühtandır. Şu hususun da altını önemle çizelim ki, Risale-i Nurlara bazı siyasi bezirganlarca maalesef sonradan çok ilaveler yapılmıştır. Said-i Nursiye ait olmayan birçok sözle müslümanlar belli bir siyasi partiye (Adalet ve Doğru Yol Partisine) yönlendirilmiş ve masonluğu ayyuka çıkarak ve sağır sultanlarca dahi bilinen Süleyman Demirel'i bilâ-kayd-u şart desteklemişlerdir. Siyasete şeytandan kaçarcasına uzak bir ömür tüketmiş olan Bediüzzamanın aksine, siyasetin göbeğinde yer alan bu sapık nûrcuların tutumları ve davranışları bu çirkinlikleri kabul etmeyen sadık nûrcular tarafından kabul edilmemiş ve aralarında birçok ihtilâf çıkmıştır. BUndan sonra "nûrcular" denilen topluluk, birçok guruba ayrılmış ve elan bu durum devam etmektedir. Ancak, müşahhas olarak görülen hakikat şudur ki, bu yola revan olanların kaahir ekseriyeti siyasetten Allah'a sığınan Üstad'a rağmen siyasetin göbeğinde yer almış, ekseriyetten olan diğer bazıları da papazları kardeş ve cenap bilip, gayr-ı müslimlerle diyalogu ve dostluğu prensip edinip sapık bir yol tuturmuşlardır. Siyaset konusunda Said Nûrsî'ye ait olmadığı hâlde müslümanların istedikleri gibi kullanmak ve kafalarını bulandırmak için ona atfedilen sözlerden biri de ;"Isparta'dan bir adam çıkacak Türkiye'yi o yönetecek !!!" sözüdür. Ne yazık ki bazı şakird ve Yeni Asya gurubunun yıllarca lanse ettiği bu söz, daha sonraları Demirel gibi masonluğu ayyuka çıkmış biri için "...İslâmî çizgide siyaset yapıyor" sözüne dönüştürülerek nûr cemaatine verilen uyduruk siyasi bir mesaj haline getirilmiştir. Ayrıca, Hristiyanlarla diyalog meselesinin sapık bir yol olduğu sadece bizim tarafımızdan değil mlyonlarca müslüman tarafından seslendirilmektedir. Hiç kimse kendi şahs-ı manevisinin hoşuna gidiyor ve içinde bulunduğu cemaat kendisine maddi veya manevi menfaatler sağlıyor diye, o cemaatin büyük hata ve aymazlıklarını yok sayamaz ve bunlar görmezlikten gelinemez.
Selâm hidayete tabi olanların üzerine olsun.
ZAMAN TARİKAT ZAMANI DEĞİLDİ, İMAN KURTARMA ZAMANIDIR (VEYA CEMAAT ZAMANIDIR ) DİYENLERE CEVAPTIR.
Bir cemaat: “Artık tarikat zamanı değildir. İmanı kurtarma zamanıdır.” diyerek tarikat ve tasavvufa karşı çıkıyor. Neler söylersiniz?
Bu sözün söylendiği zamanki dünya şartları son derece önemlidir. Saîd Nursî’ye âid bu söz XX. yüzyılın ilk yarısında söylenmiştir. Bilindiği gibi, XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın ilk yarısı pozitivist ve materyalist düşüncenin egemen olduğu yıllardır. Pozitivizm ve materyalizm bu yüzyılın insanlarına, insanlığın ulaştığı son nokta olarak takdim edilmiş, din ve metafizik düşünce âdetâ öcü olürük gösterilmiştir. Doğu Avrupa ülkelerinde komünizm, Batı Avrupa ülkelerinde materyalizm, insanlığı ateizme sürüklemiş ve insanoğlu Allah’ın evinden kaşmıştır. Bizim ülkemiz de XIX. yüzyıldan itibaren bu rüzgârların etkisi altında kalarak ateizmin eşiğine kadar gelmiştir. Din, devlet eliyle toplum hayatının dışına itilmiş, dine ve dindarlara âdetâ ölümünü bekleyen aidsli hasta gözüyle bakılmıştır. İnananların böylesine horlandığı bir ortamda elbette yapılacak tek şey insanların imanlarını kurtarmaktır. Tekke ve tarikatların bile kapatılıp hizmetten men’edildiği bir ortamda insanlara götürülebilecek en önemli din hizmeti, imandır. Böyle zamanda en kutsal dâvâ, imanı kurtarma dâvâsıdır. Said Nursî de eserleriyle bunu yapmaya çalışmıştır. Aslında o devrin eli kalem tutan sûfî müelliflerinin yaptığı da o istikamettedir. Nitekim İsmâil Fennî Ertuğrul sûfî bir müellif Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlâli, Hakikat Nurları ve Küçük Kitapta Büyük Mevzûlar adlı eserleriyle; Filibeli Ahmed Hilmi, Maddiyyûn Meslekinin Dalâleti adlı eseriyle buna çalışmıştır.
Tasavvuf, İslâmî hayatın zirve noktasıdır. İmanın ihsan kıvamında yaşanmasıdır. İmanın tehlikede olduğu bir dönemde böyle bir sözü, özellikle genç ve entellektüeller için son derece makul görmek gerekir. O günün öncelikli konusu iman idi. Ama bugün bütün dünyada yeniden dine ve İslâm’a dönüşün hızlandığı bir dönemde tasavvuf ve tarikatların önemini görmezden gelip karşı çıkmak yanlış olur. Said Nursî tasavvufa karşı bir insan değildi. Yaşadığı dönemin öncelikli konusunun tasavvuf olmadığı inancındaydı. Said Nursî bugün yaşasaydı, gelişen şartlar çerçevesinde onun da tasavvuf öncelikli hizmetlere ağırlık vereceğini sanıyorum. Nitekim talebelerinden geniş bir kitleyi yönlendiren saygın bir hocaefendinin yazılarında tasavvuf öncelikli konulara ağırlık verdiği görülmekte, çevresindeki gençlere de tasavvuf öncelikli tavsiyelerde bulunduğu duyulmaktadır. Bu bakımdan bu sözü söylendiği devir için doğru ve geçerli görmekle birlikte, bugün için geçerli olmadığını düşünüyorum.
Bediüzzamanın güyâ yolunda olduğunu söyleyen bir başka zat da “Tarikatlar bir dönemdeki misyonunu eda etmişlerdir, zaman böyle fert zamanı değil, cemaat zamanıdır.” diyerek necip tarikatlara karşı geliyor. Bu konuda, İman abidesi, büyük mücahid, hakikat güneşi, Bediüzzaman Hazretleri’nin 29. mektubu mevcuttur. Şöyle der:
“Tarikatın dini ve uhrevî ve ruhânî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız Âlem-i İslâm içindeki kudsî bir râbıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, te’sirli ve hararetli vasıta tarikatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i hıristiyaniyyenin, Nûr-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyyeden bir kal’asıdır.
Merkez-i Hilafet olan İstanbul’u, beşyüz elli sene bütün âlem-i hıristiyaniyyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı Tevhid; ve o Merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde ‘ALLAH, ALLAH!’ diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve Mârifet-i İlâhiyyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cuş-u huruşlarıdır.
İşte ey akılsız hakimiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyet-perverler! Tarikatın hayat-ı içtimaiyenizde bu hanesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz?.”
İşte o zât tarikatı böyle ifade ediyor. İman abidesi, büyük mücahid, Bediüzzaman Hazretlerinin izini takip edenler İslâm’da hizmet edenlerdir. Bunlar ise nurculuk dinini kuranlardır.
Tarikata takındığı tavır ve sözleriyle Evliyaullah hazeratına da karşı gelmiş ve her zaman mevcut bulunan bu topluluğu yok saymıştır.
Âyet-i kerime’de:
“İyi bilin ki Allah’ın veli kulları için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.” buyuruluyor. (Yunus: 62)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Her kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben ona harp açarım.” buyuruyorlar. (Buhari)
Bir Hadis-i kudsi’de ise:
“Kubbelerimin altındaki velilerimi benden mâdâ kimse bilemez.” buyuruluyor.
Âyet-i kerime’de:
“Yarattıklarımdan öyle bir topluluk da vardır ki onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” buyuruluyor. (A’raf: 181)
Hadis-i şerif’te:
“Her asırda benim ümmetimden sabikun önde gelenler vardır ki bunlara budela ve sıddıkun itlak olunur. Hakkında inayet ve merhameti o kadar boldur ki, sizler o sayede yer içersiniz. Yeryüzünün halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.” (Nevadirül Usul, Tirmizî)
Hadis-i şerif’te:
“Bâtın ilmi Allah-u Teâlâ’nın sırlarından bir sır hikmetlerinden bir hikmettir. Onu ancak dilediği kulun kalbine atar.” buyuruluyor. (Buhari)
Bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler velilere ve mârifetullah ehline aittir. Zâhiri âlimler bu ilimden mahrumdur.
İmâm-ı Gazali Hazretleri İhya-u Ulumid’din adlı eserinde ise o topluluğu şöyle ifade ediyor:
“Sakın anlamıyorum diye bu ilmi inkâra kalkışma, aklî ilimleri kavradığını zannederek çizmeden yukarı çıkan âlimlerin helâk noktası burasıdır. Allah dostlarının bu hallerini inkâr eden bir ilimden cehalet çok daha iyidir. Kaynak bir olduğu için velileri ve kerametlerini inkâr ise tamamen dinden çıkmaktır.”
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“İlim ikidir birisi dilde olup (ki bu zahirî ilimdir.) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan mârifet ilmi vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizî)
İşte bu gayeye ulaşanlar bunlardır. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah kime dilerse ona kat kat verir.” buyuruyor. (Bakara: 261)
İşte ihsanı ve ikramı bol olan Allah-u Teâlâ tasavvura sığmayan ihsanlarını kat kat lûtfetmiştir. Yalnız, mârifetullah ehli olan veli kullarına bahşetmiştir. Başkasına şâmil değildir.
İmâm-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz o kadar büyük bir âlimdir ki, İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri’nin Hakk ile olduğunu gördü, bildi ve söyledi.
Bunu biraz açalım, ağzı mühürlü iki teneke var, birisinin içi mücevher dolu, diğerinin ise taş.
Bunu dışarıdan görebilmek için kalp gözünün açık olması lâzım. O ise gördü ve seçti, tazim etti.
İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri için “Seyyidünâ” yani “Efendimiz” buyurdu. Talebesi ona niçin böyle dediğini sorunca “Biz ilmimizle nefsimizi düşünürüz, onlar ise kendilerini unutup hikmetle yalnız Allah’ı düşünürler.” cevabını verdi.
Bilen ve görebilen için zahirî ilimle, bâtınî ilimler arasında bu kadar açık farklar vardır. Onların içinde Hakk var. O ise bir maskeden ibaret, vücudu ise elbiseden ibaret. İmâm-ı Âzam Hazretleri ona bunun için tazim etti. Niçin tazim etti? Hakk’a vasıl olduğu için, Hakk ile olduğu için tazim etti. Vaktaki bu tecelliyata mazhar oldu:
“Eğer şu iki senem olmasaydı, Numan helâk olurdu.” buyurdu ve anlayanlara duyurdu. Bu da bir sırdı, bunu da açmış oluyoruz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizin her birinize bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” buyuruyor. (Mâide: 48)
Fahreddin Razi ve diğer bazı müfessirler bu Âyet-i kerime’ye “Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vacip ettim. Evvela şeriat sonra tarikat.” mânâsını vermişlerdir. Çünkü “Minhac” lügat mânâsı itibarıyla “Münevver bir yol” demektir. Diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Ey iman edenler! Allah’ı çok çok zikredin.” buyuruyor. (Ahzâb: 41)
Ashab-ı Kiram’dan Şeddat bin Evs -radiyallahu anh- ile Ubâde bin Sâmit -radiyallahu anh- buyururlar ki;
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz ile beraber bulunuyorduk. “Aranızda garip yani ehl-i kitap var mı?” diye sordu. “Hayır.” dedik. Bunun üzerine kapıların kapatılmasını emretti ve “Lâ ilâhe illâllah deyiniz.” buyurdu. Bir saat kadar birlikte “Lâ ilâhe illâllah” dedik. Resulullah Aleyhisselâm sonra da:
“Allah’a hamdolsun. Sen beni Kelime-i Tevhid’le gönderdin ve beni bununla memur kıldın. Cenneti de bana bunun üzerine vaad ettin, şüphesiz ki sen vâdinden dönmezsin.” diyerek duâ etti ve buyurdu ki:
“Müjdeler olsun! Allah Azze ve Celle sizi mağfiret etti.” (Ahmed bin Hanbel)
Hadis-i şerif’te:
“Allah-u Teâlâ’yı çok zikretmekle o derece mest olunuz ki, münâfıklar sizi mecnun zannetsinler.” buyuruluyor. (C. Sağir)
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- böyle buyuruyor.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri ise bir Âyet-i kerime’sinde:
“Size peygamber neyi verdiyse onu alınız, neden nehyetti ise ondan kaçınınız.” buyurmuştur. (Haşr: 7)
Hazret-i Allah’ın bir kulunu sevmesi, muhakkak ki o kulun zikrullahı sevmesi ve iştigâl etmesi ile kaimdir. Etmeyenlerin ise cezalandırılacakları vaad ve vaîdinin bir neticesidir.
“Allah-u Teâlâ’ya muhabbetin alâmeti zikrullahı sevmek, buğzunun alâmeti zikrullahı sevmemektir.” (C. Sağir)
Hadis-i şerif’i ile Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zikrullahı sevmeyenleri Allah-u Teâlâ’nın sevmediğini ve buğzettiğini beyan buyuruyor.
Cenâb-ı Hakk Hazretleri ise Kur’an-ı kerim’inde:
“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın, onlar fâsıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 19)
Âyet-i kerime’si mucibince, zikir ve fikirden gafil olan müminleri “Fâsık” kelimesi ile tabir buyuruyor.
Bunca açık Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif var iken, bir lâf ile gerçeği ortadan kaldırmak istiyorlar. Hiç şüphesiz ki bu da cehaletlerinin bir semeresidir.
Bunlara deriz ki; eğer doğru sözlü iseniz siz de bir Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif getiriniz.
Biz bunları adil şahitlerle beyan ederken, Allah-u Teâlâ’nın buğzettiği kimselerin lâfı nazar-ı itibara alınmaz. Çünkü esas olan Hazret-i Allah ve Resul’ünün hükmüdür. Mahlukun hükmü yoktur.
VEMİNELLAHUT-TEVFİK