Mutezile taifelerinin bir kısmı ve Hâricilerin hepsi, bu meselede lâhik olan İbnu Teymiyye ve tâ'bileri, umumen El-Ğâfir sûresi 18 ve El-Müddessir suresinin 48. ayetleri kâfirler hakkında nazil olduğu halde, mezkur ayetlere istinaden mutlak şefaati kökünden inkâr ederler. Kendi mezheplerine de ehli tevhid ismini koymuşlardır
M.1703 ile 1787 tarihleri arasında Abdulvahhab oğlu Muhammed'in talebeleri İslam beldelerine ğalib olmuşlar. Bunların bir kısmı fıkıhta İmam Ahmed bin Hanbel'in mezhebine mensub olan İbnu Teymiyye'nin ictihadlarını kendilerine alet ederek, ehli tevhidden Muhammediyye tarîkindeniz, demekle meydana çıkmışlardır. Ve Vahabîlik mezhebini tesis etmişlerdir
Mezhebleri, tarîkatleri şirk saydıkları gibi, günahkârları da müşrik görürler.
Feyz-ul-Kadîr'in müellifi, İmam-ı Subkî'den naklen şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'ya yaklaşmak için Peygamberleri vesile kılmayı = teşeffu' ve istiâneyi, selef ve haleften, İbnu Teymiyye'ye gelinceye kadar hiçbir kimse inkâr etmemiştir. O ise hak yoldan ayrılıp, şefaat ve vasıtayı, meded beklemeyi inkâr etmiştir.[1]
Şihabeddîn Seyyid Mahmud Âlûsî tefsirinde, İbnu Teymiyye ve arkasında gidenlerin haksız olduklarını belirtmiştir. Oğlu veya torunu = Cilâu-l-Ayneyn kitabının sahibi ve mezkur tefsirin musahhihi, tefsir sahibinin, İbnu Teymiyye'nin kitaplarına vakıf olmadığını iddia etmiştir. Seyyid Mahmud Şükrü de son zamanlarda Vahabilerin fikirlerini takviye etmiştir.
Tefsirin sahibi Şihabeddin Hazretleri, aynı tefsirde İmam Subkî'nin İbnu Teymiyye'ye karşı fazla hakaret yaptığını kaydettikten sonra 128. sayfasında tevessülde hiçbir beis olmadığını kaydetmektedir.[2]
Tefsirin sahibi, mutlak vesileyi inkâr etmemiştir. Mevlânâ Hâlid Bağdâdî kuddise sırruhu'nun halifesi nasıl vesileyi inkâr eder?
El-hak Seyyid Mahmud Şükrü, Şeyh Yûsuf Nebehânî'nin dediği gibi, Vahabîlere yardımcı olduğu gibi bir de bu mübarek tefsirin sahibine leke getirmiştir. Ve Teymiyyeci olarak göstermiştir.
Et-Tâc-ul-Câmiu-l-Usûl'de: “Mutezile olanların bazıları ve Hâricilerin hepsi, El-Mü'min sûresinin 18, El-Müddessir sûresinin 48. ayetlerini, ‘kafirler hakkında şefaat kabul değildir’ diye nazil olduğu halde, hata ederek Müslümanlar hakkında icra etmişlerdir.” denilmektedir.[3] Halbuki İbnu Mes'ud rivayetinde; “Melekler, peygamberler, şehidler ve Salihler, bütün kamil Müminler, ehli şefaattirler”.
İbnu Abidin: "Haricilere tabi' olanlar Abdulvahhab taraftarları, Necid tarafından çıkıp Mekke ve Medine’ye galib oldular. Onlar güya Hanbelî mezhebini tahlil ve tahrir ederler. Onların itikadınca yalnız kendileri Müslüman’dır. Hâşâ haleflerini müşrik diye tabir ederler ve Ehli Sünnet VelCemaat alimlerinin katlini mubah kılarlar. Hem de Müslüman alimlerinin pek çoğunu öldürmüşlerdir. Hakk Teâlâ onların hepsini kırıp beldelerini harab eyledi. Nihayet Müslüman askerleri, onları mağlub etmekle refaha kavuştular." demektedir.[4]
Celâli şerhinde: “İbnu Teymiyye, şüphesiz Mücessime mezhebine çok meyledicidir.” diye kaydedilirken, muhaşşîlerden Fâdıl Gelenbevî, Mercânî Halhâlî'de onun fikrine iştirak edip İbnu Teymiyye'nin müdafaasını etmemiştir ve İbnu Rüşd'ü tenkid etmişlerdir. Arabca bilenler için Gelenbevî haşiyesini tavsiye ederiz.[5]
Şefaat manasında gerek hadis ve gerek tasavvuf kitapları ve gerekse ehli kelam, selef-i salihîn, halef-i tâbiîn ittifakla dört kelime kullanmıştır.
1- İstiâne; yardım taleb etmek manasındadır.
2- İstiğâse; meded istemek ve meded beklemek demektir.
3- Tevessül; herhangi bir zat veyahud da salih ameli, Allah Azze ve Celle'ye tekarrub ve yakın olmak için vasıta etmektir. Vâsil: tâlib, rağbet edici demektir.
4- Teveccüh; yüzünü başkaya döndürmektir. Tevcîh, lügat hususunda, yönelmek manasında ise de, ıstılah olarak göndermek ve yönelmek demektir.
Bu dört kelimenin manalarını içine alan, içinde kuşatan, şefaat kelimesidir. Şefaat: dilemek, esirgemek, göndermek, işi yapmak için diğerini vasıta kılmak demektir; salih kimsenin eteğine yapışmak ve yanaşmak iştişfâ'dır.
Şeriat diliyle şefaat, vesile, istiğâse, teveccüh ve istiâne aynı manalarda kullanılmıştır.
Halkın bu kelimeleri kullanmaları, küfür ve şirke mûcib değildir. Şu hadîs-i şerifin tahlîline bakalım:
Allâhumme innî eselüke ve eteveccehû ileyke binebiyyike Muhammedin (sallallahu aleyhi ve sellem) Yâ Muhammed innî teveccehtü bike ilâ Rabbî fî hâcetî hâzihî litukdâ lî Allahumme feşeffi'hu fîyye
Eteveccehû ileyke: Yüzümü günahtan emirlerine döndürüyorum,
binebiyyike: Nebin'le
binebiyyike' nin bâ harfi musâhabe manasında oluyorsa, “Kalbî rabıta üzere Peygamber'inle birlikte” istiâne manasında olursa, “Peygamber'in yardımı = imdadıma yetişmesiyle”; mülâbese olursa, “Peygamber'in varlığını kendime çadır gibi korunak yapmamla San'a yöneliyorum.” demek olur.
bike' nin bâ harfi de aynı manaları kuşatmaktadır.
isteante yardımı taleb ettim.
isteşfa'tü Şefaatçi olarak kabul ettim.
teveccehtü binnebiyyi ilallâh kalben, rûhen, Allah'ın Nebisi'ne sevgi rabıtasıyla Allah'a yöneldim = Peygamber'in azametine inanmış olduğum halde rûhâniyetini beni kuşatıcı bir çadır gibi korunak yapmakla Allah'a yöneldim.
Aynı üç mana itibarıyla:
a- İsteğastü binebiyyi minallahi Nebi'yle Allah'tan yardımı diledim.
b- tevesseltü binebbiyi minallahi Nebîye tevessül ederek, Allah'tan yardımı almaya Nebî'yi vesile ve vasıta kıldım.
c- İsteantü minallahi binebiyyi Nebisi'yle Allah’tan yardımı diledim.
d- İsteşfe'tu minennebiyyi indallahi “Allah'ın nezdinde sözümün kabulü için Nebî'den şefaat = dua taleb ettim.” denilmesi caizdir.
Çünkü kul Allah'a karşı acizliğini idrak ettiği andan itibaren yüzsüzlüğünden dolayı gayrını konuşturur. İstirhamının kabulüne, cezanın kaldırılmasına, nimetlerin elde edilmesine Allah Azze ve Celle nezdinde makbul gördüğü zâtı yerinde tayin eder, konuşturur. Nitekim imamın Fâtihâyı okuması ve cemaatin susması, bu konuya canlı bir misaldir. Bu keyfiyetle tevessül ve teveccüh, bid'at değildir, meşru' ve caizdir. Şöyle ki :
Hasreti Fahr-i âlem'e bir gün bir kör geldi, dedi ki: Ya Rasûlallah, malum-u âliniz ben körüm, elimi tutacak kimsem yoktur. Bana dua et ki ben göreyim. Hazreti Fahr-i âlem ona buyurdu ki:
“Eğer sen haline sabretsen, duadan daha hayırlıdır.” Adam: “Ben sana geldim; bana dua et.” diye ısrar etti. Hazreti Rasûlallah ona dua etmedi, fakat şöylece emretti:
“Abdest aldıktan sonra iki rekat namaz kıl, sonra şu duayı oku.” İşte bu, tevessülün varlığına delildir:
Allâhumme innî eselüke ve eteveccehû ileyke binebiyyike Muhammedin (sallallahu aleyhi ve sellem) Yâ Muhammed innî teveccehtü bike ilâ Rabbî fî hâcetî hâzihî litukdâ lî Allahumme feşeffi'hu fîyye
Tercüme ve izahı: “Allah'ım! Gerçekte ben (bütün masivâdan ümid keserek sadece) Rahmet Nebisi olan Muhammed'in yani Sen'in Nebin'in vesilesiyle kalben ve ihlas üzere San'a yönelmiş olduğum halde (ihtiyaçlarımın giderilmesini) Sen'den isterim...”[6]
Bu arada Mü'min iç içe dalarak, Allah'tan başka her şeyi kalbinden siler, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in Rûh-u Şeriflerini aklına getirir; ruhaniyetini nurani bir çadır olarak üstüne alır, korunak yapar: “Şu anda Peygamberim benden haberdardır, yardımıma şefkat ve lütufta bulunur.” diye itikad eder... Çok uzaktan ruhen dille nida ederek. “Ya Rasûlallah hakikaten ben Seni vasıta kılarak hulûs-i kalb üzere Rabb'ime yöneldim. Şu ihtiyacımın bana giderilmesi için...” diyerek Peygamber'i kendinden haberdar kılar. ve bağlılığını kendisine bildirir. İşte bu bildiriş içinde, aklında ve hayalinde ihtiyacının ismini söyler ve Rasulallah'a ne için yöneldiğini arz eder. Bu arz ı hal anında tekrar tevessülden tevekkül ve tevhide dönerek:
“... Allah'ım! Onu hakkımda şefaatçi kıl.” der.
Bu dua muazzam bir edebi ve duaların makbulü için ve şefaat istemek için şart ve usulleri öğretmiştir.
Ehli inad gibi tevessülü bırakmak yahud cahil sofiler gibi tevekkülü bırakmak doğru değildir; ikisinin beraberliği şarttır.
Zira her iki fikri de Rasûlu Muhterem sallallahu Teâlâ aleyhi ve sellem reddedip iki kelimede beyan buyurmuştur.
Şöyle ki müstakbel fiiliyle: "Allah'ım! Gerçekte ben (bütün masivâdan ümid keserek sadece) Rahmet Nebisi olan Muhammed'in yani Sen'in Nebin'in vesilesiyle kalben ve ihlas üzere San'a yönelmiş olduğum halde (ihtiyaçlarımın giderilmesini) Sen'den isterim..." cümlesinde, kulun, yardım etmekte müstakil olmayacağı bildirilmiştir. “Men zellezî yeşfeu indehû illâ biiznihî..” “.. Allah'ın izni olmadıkça Nezdi'nde şefaat edecek kimmiş?..”[7]buyrulmaktadır.
“... Allah'ım! Onu hakkımda şefaatçi kıl.” cümlesi ile kul şunu demek ister. “Ya Rabb, Hazreti Rasûlu’ne izin ver ki bana yardımcı olsun.” Bu sefer kul kendi başına Allah Teâlâ'ya karşı kendini mahcub görürse ne şekilde meramını ifade edeceğini bilemediğinden ve kendini o huzura layık görmediğinden şöyle diyecek: “Ey Allah'ın Rasulu, ben Senin şefaatinle, hem de meded ve yardımınla Rabb'ime yöneldim.” Sonra mazi fiille teveccehtu bike demekle şunu ifade eder: Hakiki tesir edici Cenâb-ı Allah'tır, lakin Hazreti Fahr-i âlemi, rahmet yağmuruna bulut kılmıştır. Nasıl bulutsuz yağmur yağmaz ise, vesilesiz ve şefaatsiz de Allah Teâlâ'nın rahmeti inmez. Herkesçe malumdur ki, yağmuru yağdıran elbette Allah Teâlâ'dır.[8]
Allah'ım, bizler Nebîmiz sallallahu aleyhi ve sellem'e tevessül ederdik; bize yağmur yağdırman için. Gerçekte biz Nebîmizin amcasıyla san'a tevessül ederiz. Bize yağmur yağdır. [9]
Ashabı kiramdan hiçbiri hazreti Ömer'e, Peygamber ravzasında diridir; neden Ona tevessül etmiyorsun da, Hazreti Abbas'la tevessül ediyorsun demediler. Hepsi de Hazreti Ömer'le birlikte bu tevessülü kabul ettiler.
Tevessül hususunda dilerseniz En-Nisa' 64 ve El-Maide 35. ayetleriyle alakalı İbnu kesir c.2 s.306; Âlûsî cüz 6 s.35; Keşşaf c.1 s.538; Tefsir-i Hatib c.1 s.307 ve sair tefsirlere bakınız; vesileden maksadın salih amel ve salih insan olduğunu görürsünüz. Bu hususta hiçbir tefsir diğerine muhalefet etmemiştir. Ehli Sünnet dışındakiler müstesna…
Hâfız İbnu Hâcer ve İmam Aynî diyorlar ki: "Hazreti Ömer'in Hazreti Abbas’la tevessülü hakkındaki hadis merfû'dur; ibnu Habban da Sahîh'inde tahric etmiştir. Bu kıssadan, hayırlı ve salahiyetli zevat ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'in ehli beytiyle istişfa'nın müstehab oluşu istifade olunmaktadır."
İbnu Teymiyye, yukarıdaki hadisten dolayı, diri olan zevatla huzurlarında tevessülün caiz olduğunu, gıyablarında caiz olmadığını söylemektedir. Buhari'nin şarihlerinden Muhammed Enver Keşmîrî diyor ki: "Hafız ibnu Teymiyye bunu men etmiştir. Ben de bu hususta müterettidim. Zira Tecrîd-ul-Kudûrî'den İmam A'zam'ın Allah'ın isimlerinden başkasıyla iksâmın caiz olmadığı sözünü nakletmiştir. Allah Teâlâ'nın isminden başkasıyla iksâmın caiz olmamasını, tevessülün nefyine hamletmiştir. Eğer tevessül, iksam değil ise mesele İbnu Teymiyye'nin dediği gibidir. Eğer tevessül iksam değilse, tevessül caizdir."
Keşmirî'nin bu sözüne dikkat edilsin... Kendisi mütereddid olduğunu itiraf etmektedir. Allah'ın isminden başkasıyla iksam, Ehlisünnet arasında ihtilaflıdır. Amma tevessül, teveccüh, istişfa' ittifakla meşru'dur.
Hafız Zebîdî İthaf adlı eserinde: “Ebû Hanîfe ve arkadaşları, adamın: ‘Filanın hakkı için, enbiyanın hakkı için, beyt-i haram hakkı için, meş'ir-ul-haram hakkı için şunu sen'den dilerim’ demesini kerih görmüşlerdir.” Eğer Ebû Hanife tevessülü kerih görseydi, ulema ondan nakledecekti.
Zevatlarla tevessül caiz olunca, ölüye tevessül ile diriye tevessül arasında fark yoktur.
Allâme Şehâb-ur-Remeliyy-uş-Şafiî rahimehullah, “Avamın, belaya giriftar olduklarında ‘ya şeyh filan' demelerine ne buyurursunuz? ' sorusuna:
“Enbiya ve rusulle aleyhimussalatu vesselam, evliya, ulema ve Salihlerle istiğase caizdir.” cevabını vermiştir.
Şeyh Abdulğânî En-Nablûsî Cem'u-l-Esrar fî Men'i Eşrâr an-it-Ta'ni fisSofîyet-il-Ahyar adlı eserinde, Şehab-ur-Remlî'nin sözünü naklettikten sonra şöyle devam eder: “Şehab-ur-Remlî, Ey İman edenler Allah'tan korkun ve vesileyi taleb edin…” mealindeki ayete mebni, tevessül ve istiğasenin caiz olduğunu kastetmektedir. Nitekim Şehab-ur-Remlî demiştir ki: Enbiya ve evliyaya, ölümlerinden sonda da sığınmak caizdir. Çünkü enbiyanın mu'cizeleri, evliyanın kerametleri, ölümleriyle kesilmez.
Şevâhid-ul Hak adlı eserde, Şeyh Yûsuf Nebehânî bu hususta dört mezheb ulemasının sözlerini nakletmektedir.
Hanefîlerden Hayreddîn-u Remlî el-Fetevâ-l-Hayriyye adlı eserinde "Bir takım insanların zikir esnasında ‘Ya Şeyh Abdulkadir, şey Lillah', 'Ya şeyh Ahmet Rufâi, şey lillah' ve benzeriyle meded istemeleri hakkında ne buyurursunuz? ' sorusuna cevaben şöyle demektedir: “Onların Ya şeyh Abdulkadir demeleri nidâdır. Şey Lillah = Allah için bir şey demeleri, Allah Teâlâ'nın ikramıyla bir şeyi taleb etmektir. Bunun haramlığına hiç bir gerek yoktur. Kayd-uş-Şerâid ve Nazm-ul-Ferâid adlı eserin müellifinin 'Şey lillah' diyen ba'z kâfir olur demesine mağrur olmaya gerek yoktur. Çünkü sözünün delili yoktur.”
Binaenaleyh her iki Remlî'nin de fetvalarına göre, şeyhinden meded bekleyen e ona sığınan kimsenin talebi, masiyet ve küfür değildir.
Binaenaleyh Said Havva'nın Terbiye tun-er-Ruhiyle adlı eserinde böyle sözlerin şiadan Sünnilere geçmesini iddia etmesi, 'Meded ya seyyîd-i filan' caiz değildir ve tevhide hücumdur demesi, böylece Hasan en-Nedev'in Müzakerat adlı risalesinde, bu gibi sözleri reddetmesi, delilsizdir.
Bunlar, üstadlarıyla birlikte, bu noktada Ehlisünnet VelCemaat ten ayrılıp Vahabilerle birleşmişlerdir. Zatlarla tevessülün şartı zatları kul olarak inanmaktır. Hakiki fail olarak inanmak şirktir.
Rasulullah'ın hayatından sonra da, Ona tevessül etmenin cevazına delâlet eden bir hususta şudur: Tehiyyattaki “Esselâmu aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berakâtuhu “Selam ve selametler, rahmetim ve bereketlerim senin üzerimdedir ey Nebim…" sözüyle her mü'min Onu selamlar. Bu tevessülün ifadesidir.
Şimdiki fikir cereyanı, kabir azabını, şefaati, sırâtı, mi'râcı inkâr eden nice melek kılığında şeytanlar vardır ki Vahabiyye fikrini neşrederler. Pek çok Müslümanlar da onlara aldanıyorlar. Hatta Merdâvî, İbnu Teymiyye, İbnu Müflih ve İbnu Dûyan diyorlar ki: "Her kim kendisiyle Allah Teâlâ arasında vasıtayı kabul ederse o kimse kâfirdir = müşriktir."[10] Yani demek istiyorlar ki, herhangi bir kuldan meded beklenilmez, ona rabıta kurulmaz, vasıta, şefaat, rabıta yoktur; bunlara inanan kimse mürteddir…
Halbuki milyarlarca, körü körüne değil naklî ve aklî delillerle din alimleri, nice Gazâlî ve Rabbânî gibi zatların arkasından giden zatlar, vasıtayı kabul etmişler ve inanmışlardır. Bu zatları tekfir etmek demek, ümmetin en büyüklerini tekfir etmek demektir.
Binaenaleyh şimdiki profesörlerin ekserisi hatta neşriyatçıların çoğu bu hataya düşmektedirler. Halbuki İslamiyet’i sahih olan Müslümanlara kâfir demek yahud onları kâfir görmek küfrün ta kendisidir.
Müşahede ediyoruz ki, şimdiki müellifler, yukarda ismi geçen alimlerden naklediyorlar. Kendilerini Ehli sünnetten zannedip Ehlisünnet velCemaat'in inancı dışında pek çok fikirleri ileri sürmektedirler.
Allah Teâlâ bütün Müslümanları sapık fikirlerden muhafaza etsin (Âmîn). Eski âlimlerin tabirinde kullanılan küfür kelimesi, küfrân-ı nimet (nimete karşı nankörlük) manasındadır, yoksa küfr-i hakîkî değildir.
Buna dikkat edelim. Korkarım ve dilerim ki Mısır'a gelen darbe diğer İslam ülkelerine sirayet etmesin... Allah Teâlâ bizleri muhafaza eylesin (Âmîn)
Vahhabiler ecdadları hariciler gibi, halen Salihlerin türbelerine, mürşid ve ehli beyte ve dört mezhebin tabilerine, tarikatlerine kin bağlarlar. Her birisi de ictihad davası peşindedir. “Görüşüm” diye, sapık fikirlerini koskocaman müctehidlerin fikirlerine mukayese ederler.
İşte mühim mevzulardan birisi de budur.
Onun için tashih-i itikad her şeyden önce farz olduğundan, Ehlisünnet velCemaat’in fikirlerini ölçü tutarak eserleri okumak lazımdır.
Şunu da bilelim ki eser okumakla insan kâmil olmaz. Ancak eserleri kâmil bir insandan öğrenip kemal-i edeble onunla amel etmek gerekir.
Bu mevzuda vahabilerin isimlerini teşhir etmekten utanıyorum. Fakat eski zamanda ve şimdiki zamanda İslam müctehidleri onları ismen belletmiştir. Kin tutmak ve intikam almaktan korkmamış olsaydım, her zümre içindeki vahabiyyul meşreb olan âlimleri ve cahil sofuları ismen yazacaktım.
Tuzaklarına düşmemek için istikameti düzgün, ilmiyle amil âlimleri arayalım.
Enbiya ve evliyaya verilen izin sebebiyle mucize ve keramet olarak zuhura çıkan bütün olayların fâili Allah Azze ve celle'dir; bulut yağmurun yağmasına vesile olduğu gibi bunlar da mucize ve kerametin zuhuruna sebebdirler.
Binaenaleyh enbiya ve Salihlerin ruhânîlerinin, Mü'minlerin imdadlarına koşmaları, belaların kaldırılması için yalvarışları vakidir, müşahede edilmektedir. Şüphesiz bunlar hepsi şefaat kelimesine dahildir.
[1] Feyz-ul-Kadîr c.2 s.135
[2] Âlûsî c.6 s.126, 128
[3] c.5 s.383
[4] Redd-ul-Muhtar (İbni Âbidîn) c.4 s.262
[5] Hâşiyet-ul-Gelenbevî c.2 s.262
[6] Mirkât-ul-mefâtih c.5 s.359 h.n. 2495, el-Kâşif an Hakâik-is-Sünen c.5 s.209, Feyz-ul-Kadîr c.2 s.134 h.n.1508, Kenz-ul-Ummâl h.n 16816, 3640
[7] el-Bakara 255
[8] Feyz-ul-Kâdir c.2 s.234 Ğavs-ul-İbâd bi Beyân-ir-Reşad s.209.
[9] Kenz-ul-Ummal c.9 s.5; Hakim'in Müstedrek'i c.2 s.32 Buhari'nin -bizim tesbitimize göre 960.hadis; İstiska babında.. Şerhi Fet-ul-Bari c.2 s.413 Şerhi Umdet-ul-Kari c.3 s.437, Şerhi Kermani c.5 s.103; Tefsir-i kurtubi c.6 s.159 Buhari şerhi İrşad-us-Sari c.2 s.228
[10] El-insaf (Merdâvî) c.1 s.327, İhtiyarat (Teymiyye) s.404, Furû’ (İbnu Müflih) c.2 s.159 Menar-us-Sebîl c.2 s.404, Mukdis-ul-İkna' c.4 s.297.
iktibas: Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür. Dilara Yayınları
M.1703 ile 1787 tarihleri arasında Abdulvahhab oğlu Muhammed'in talebeleri İslam beldelerine ğalib olmuşlar. Bunların bir kısmı fıkıhta İmam Ahmed bin Hanbel'in mezhebine mensub olan İbnu Teymiyye'nin ictihadlarını kendilerine alet ederek, ehli tevhidden Muhammediyye tarîkindeniz, demekle meydana çıkmışlardır. Ve Vahabîlik mezhebini tesis etmişlerdir
Mezhebleri, tarîkatleri şirk saydıkları gibi, günahkârları da müşrik görürler.
Feyz-ul-Kadîr'in müellifi, İmam-ı Subkî'den naklen şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'ya yaklaşmak için Peygamberleri vesile kılmayı = teşeffu' ve istiâneyi, selef ve haleften, İbnu Teymiyye'ye gelinceye kadar hiçbir kimse inkâr etmemiştir. O ise hak yoldan ayrılıp, şefaat ve vasıtayı, meded beklemeyi inkâr etmiştir.[1]
Şihabeddîn Seyyid Mahmud Âlûsî tefsirinde, İbnu Teymiyye ve arkasında gidenlerin haksız olduklarını belirtmiştir. Oğlu veya torunu = Cilâu-l-Ayneyn kitabının sahibi ve mezkur tefsirin musahhihi, tefsir sahibinin, İbnu Teymiyye'nin kitaplarına vakıf olmadığını iddia etmiştir. Seyyid Mahmud Şükrü de son zamanlarda Vahabilerin fikirlerini takviye etmiştir.
Tefsirin sahibi Şihabeddin Hazretleri, aynı tefsirde İmam Subkî'nin İbnu Teymiyye'ye karşı fazla hakaret yaptığını kaydettikten sonra 128. sayfasında tevessülde hiçbir beis olmadığını kaydetmektedir.[2]
Tefsirin sahibi, mutlak vesileyi inkâr etmemiştir. Mevlânâ Hâlid Bağdâdî kuddise sırruhu'nun halifesi nasıl vesileyi inkâr eder?
El-hak Seyyid Mahmud Şükrü, Şeyh Yûsuf Nebehânî'nin dediği gibi, Vahabîlere yardımcı olduğu gibi bir de bu mübarek tefsirin sahibine leke getirmiştir. Ve Teymiyyeci olarak göstermiştir.
Et-Tâc-ul-Câmiu-l-Usûl'de: “Mutezile olanların bazıları ve Hâricilerin hepsi, El-Mü'min sûresinin 18, El-Müddessir sûresinin 48. ayetlerini, ‘kafirler hakkında şefaat kabul değildir’ diye nazil olduğu halde, hata ederek Müslümanlar hakkında icra etmişlerdir.” denilmektedir.[3] Halbuki İbnu Mes'ud rivayetinde; “Melekler, peygamberler, şehidler ve Salihler, bütün kamil Müminler, ehli şefaattirler”.
İbnu Abidin: "Haricilere tabi' olanlar Abdulvahhab taraftarları, Necid tarafından çıkıp Mekke ve Medine’ye galib oldular. Onlar güya Hanbelî mezhebini tahlil ve tahrir ederler. Onların itikadınca yalnız kendileri Müslüman’dır. Hâşâ haleflerini müşrik diye tabir ederler ve Ehli Sünnet VelCemaat alimlerinin katlini mubah kılarlar. Hem de Müslüman alimlerinin pek çoğunu öldürmüşlerdir. Hakk Teâlâ onların hepsini kırıp beldelerini harab eyledi. Nihayet Müslüman askerleri, onları mağlub etmekle refaha kavuştular." demektedir.[4]
Celâli şerhinde: “İbnu Teymiyye, şüphesiz Mücessime mezhebine çok meyledicidir.” diye kaydedilirken, muhaşşîlerden Fâdıl Gelenbevî, Mercânî Halhâlî'de onun fikrine iştirak edip İbnu Teymiyye'nin müdafaasını etmemiştir ve İbnu Rüşd'ü tenkid etmişlerdir. Arabca bilenler için Gelenbevî haşiyesini tavsiye ederiz.[5]
Şefaat manasında gerek hadis ve gerek tasavvuf kitapları ve gerekse ehli kelam, selef-i salihîn, halef-i tâbiîn ittifakla dört kelime kullanmıştır.
1- İstiâne; yardım taleb etmek manasındadır.
2- İstiğâse; meded istemek ve meded beklemek demektir.
3- Tevessül; herhangi bir zat veyahud da salih ameli, Allah Azze ve Celle'ye tekarrub ve yakın olmak için vasıta etmektir. Vâsil: tâlib, rağbet edici demektir.
4- Teveccüh; yüzünü başkaya döndürmektir. Tevcîh, lügat hususunda, yönelmek manasında ise de, ıstılah olarak göndermek ve yönelmek demektir.
Bu dört kelimenin manalarını içine alan, içinde kuşatan, şefaat kelimesidir. Şefaat: dilemek, esirgemek, göndermek, işi yapmak için diğerini vasıta kılmak demektir; salih kimsenin eteğine yapışmak ve yanaşmak iştişfâ'dır.
Şeriat diliyle şefaat, vesile, istiğâse, teveccüh ve istiâne aynı manalarda kullanılmıştır.
Halkın bu kelimeleri kullanmaları, küfür ve şirke mûcib değildir. Şu hadîs-i şerifin tahlîline bakalım:
Allâhumme innî eselüke ve eteveccehû ileyke binebiyyike Muhammedin (sallallahu aleyhi ve sellem) Yâ Muhammed innî teveccehtü bike ilâ Rabbî fî hâcetî hâzihî litukdâ lî Allahumme feşeffi'hu fîyye
Eteveccehû ileyke: Yüzümü günahtan emirlerine döndürüyorum,
binebiyyike: Nebin'le
binebiyyike' nin bâ harfi musâhabe manasında oluyorsa, “Kalbî rabıta üzere Peygamber'inle birlikte” istiâne manasında olursa, “Peygamber'in yardımı = imdadıma yetişmesiyle”; mülâbese olursa, “Peygamber'in varlığını kendime çadır gibi korunak yapmamla San'a yöneliyorum.” demek olur.
bike' nin bâ harfi de aynı manaları kuşatmaktadır.
isteante yardımı taleb ettim.
isteşfa'tü Şefaatçi olarak kabul ettim.
teveccehtü binnebiyyi ilallâh kalben, rûhen, Allah'ın Nebisi'ne sevgi rabıtasıyla Allah'a yöneldim = Peygamber'in azametine inanmış olduğum halde rûhâniyetini beni kuşatıcı bir çadır gibi korunak yapmakla Allah'a yöneldim.
Aynı üç mana itibarıyla:
a- İsteğastü binebiyyi minallahi Nebi'yle Allah'tan yardımı diledim.
b- tevesseltü binebbiyi minallahi Nebîye tevessül ederek, Allah'tan yardımı almaya Nebî'yi vesile ve vasıta kıldım.
c- İsteantü minallahi binebiyyi Nebisi'yle Allah’tan yardımı diledim.
d- İsteşfe'tu minennebiyyi indallahi “Allah'ın nezdinde sözümün kabulü için Nebî'den şefaat = dua taleb ettim.” denilmesi caizdir.
Çünkü kul Allah'a karşı acizliğini idrak ettiği andan itibaren yüzsüzlüğünden dolayı gayrını konuşturur. İstirhamının kabulüne, cezanın kaldırılmasına, nimetlerin elde edilmesine Allah Azze ve Celle nezdinde makbul gördüğü zâtı yerinde tayin eder, konuşturur. Nitekim imamın Fâtihâyı okuması ve cemaatin susması, bu konuya canlı bir misaldir. Bu keyfiyetle tevessül ve teveccüh, bid'at değildir, meşru' ve caizdir. Şöyle ki :
Hasreti Fahr-i âlem'e bir gün bir kör geldi, dedi ki: Ya Rasûlallah, malum-u âliniz ben körüm, elimi tutacak kimsem yoktur. Bana dua et ki ben göreyim. Hazreti Fahr-i âlem ona buyurdu ki:
“Eğer sen haline sabretsen, duadan daha hayırlıdır.” Adam: “Ben sana geldim; bana dua et.” diye ısrar etti. Hazreti Rasûlallah ona dua etmedi, fakat şöylece emretti:
“Abdest aldıktan sonra iki rekat namaz kıl, sonra şu duayı oku.” İşte bu, tevessülün varlığına delildir:
Allâhumme innî eselüke ve eteveccehû ileyke binebiyyike Muhammedin (sallallahu aleyhi ve sellem) Yâ Muhammed innî teveccehtü bike ilâ Rabbî fî hâcetî hâzihî litukdâ lî Allahumme feşeffi'hu fîyye
Tercüme ve izahı: “Allah'ım! Gerçekte ben (bütün masivâdan ümid keserek sadece) Rahmet Nebisi olan Muhammed'in yani Sen'in Nebin'in vesilesiyle kalben ve ihlas üzere San'a yönelmiş olduğum halde (ihtiyaçlarımın giderilmesini) Sen'den isterim...”[6]
Bu arada Mü'min iç içe dalarak, Allah'tan başka her şeyi kalbinden siler, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in Rûh-u Şeriflerini aklına getirir; ruhaniyetini nurani bir çadır olarak üstüne alır, korunak yapar: “Şu anda Peygamberim benden haberdardır, yardımıma şefkat ve lütufta bulunur.” diye itikad eder... Çok uzaktan ruhen dille nida ederek. “Ya Rasûlallah hakikaten ben Seni vasıta kılarak hulûs-i kalb üzere Rabb'ime yöneldim. Şu ihtiyacımın bana giderilmesi için...” diyerek Peygamber'i kendinden haberdar kılar. ve bağlılığını kendisine bildirir. İşte bu bildiriş içinde, aklında ve hayalinde ihtiyacının ismini söyler ve Rasulallah'a ne için yöneldiğini arz eder. Bu arz ı hal anında tekrar tevessülden tevekkül ve tevhide dönerek:
“... Allah'ım! Onu hakkımda şefaatçi kıl.” der.
Bu dua muazzam bir edebi ve duaların makbulü için ve şefaat istemek için şart ve usulleri öğretmiştir.
Ehli inad gibi tevessülü bırakmak yahud cahil sofiler gibi tevekkülü bırakmak doğru değildir; ikisinin beraberliği şarttır.
Zira her iki fikri de Rasûlu Muhterem sallallahu Teâlâ aleyhi ve sellem reddedip iki kelimede beyan buyurmuştur.
Şöyle ki müstakbel fiiliyle: "Allah'ım! Gerçekte ben (bütün masivâdan ümid keserek sadece) Rahmet Nebisi olan Muhammed'in yani Sen'in Nebin'in vesilesiyle kalben ve ihlas üzere San'a yönelmiş olduğum halde (ihtiyaçlarımın giderilmesini) Sen'den isterim..." cümlesinde, kulun, yardım etmekte müstakil olmayacağı bildirilmiştir. “Men zellezî yeşfeu indehû illâ biiznihî..” “.. Allah'ın izni olmadıkça Nezdi'nde şefaat edecek kimmiş?..”[7]buyrulmaktadır.
“... Allah'ım! Onu hakkımda şefaatçi kıl.” cümlesi ile kul şunu demek ister. “Ya Rabb, Hazreti Rasûlu’ne izin ver ki bana yardımcı olsun.” Bu sefer kul kendi başına Allah Teâlâ'ya karşı kendini mahcub görürse ne şekilde meramını ifade edeceğini bilemediğinden ve kendini o huzura layık görmediğinden şöyle diyecek: “Ey Allah'ın Rasulu, ben Senin şefaatinle, hem de meded ve yardımınla Rabb'ime yöneldim.” Sonra mazi fiille teveccehtu bike demekle şunu ifade eder: Hakiki tesir edici Cenâb-ı Allah'tır, lakin Hazreti Fahr-i âlemi, rahmet yağmuruna bulut kılmıştır. Nasıl bulutsuz yağmur yağmaz ise, vesilesiz ve şefaatsiz de Allah Teâlâ'nın rahmeti inmez. Herkesçe malumdur ki, yağmuru yağdıran elbette Allah Teâlâ'dır.[8]
Allah'ım, bizler Nebîmiz sallallahu aleyhi ve sellem'e tevessül ederdik; bize yağmur yağdırman için. Gerçekte biz Nebîmizin amcasıyla san'a tevessül ederiz. Bize yağmur yağdır. [9]
Ashabı kiramdan hiçbiri hazreti Ömer'e, Peygamber ravzasında diridir; neden Ona tevessül etmiyorsun da, Hazreti Abbas'la tevessül ediyorsun demediler. Hepsi de Hazreti Ömer'le birlikte bu tevessülü kabul ettiler.
Tevessül hususunda dilerseniz En-Nisa' 64 ve El-Maide 35. ayetleriyle alakalı İbnu kesir c.2 s.306; Âlûsî cüz 6 s.35; Keşşaf c.1 s.538; Tefsir-i Hatib c.1 s.307 ve sair tefsirlere bakınız; vesileden maksadın salih amel ve salih insan olduğunu görürsünüz. Bu hususta hiçbir tefsir diğerine muhalefet etmemiştir. Ehli Sünnet dışındakiler müstesna…
Hâfız İbnu Hâcer ve İmam Aynî diyorlar ki: "Hazreti Ömer'in Hazreti Abbas’la tevessülü hakkındaki hadis merfû'dur; ibnu Habban da Sahîh'inde tahric etmiştir. Bu kıssadan, hayırlı ve salahiyetli zevat ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'in ehli beytiyle istişfa'nın müstehab oluşu istifade olunmaktadır."
İbnu Teymiyye, yukarıdaki hadisten dolayı, diri olan zevatla huzurlarında tevessülün caiz olduğunu, gıyablarında caiz olmadığını söylemektedir. Buhari'nin şarihlerinden Muhammed Enver Keşmîrî diyor ki: "Hafız ibnu Teymiyye bunu men etmiştir. Ben de bu hususta müterettidim. Zira Tecrîd-ul-Kudûrî'den İmam A'zam'ın Allah'ın isimlerinden başkasıyla iksâmın caiz olmadığı sözünü nakletmiştir. Allah Teâlâ'nın isminden başkasıyla iksâmın caiz olmamasını, tevessülün nefyine hamletmiştir. Eğer tevessül, iksam değil ise mesele İbnu Teymiyye'nin dediği gibidir. Eğer tevessül iksam değilse, tevessül caizdir."
Keşmirî'nin bu sözüne dikkat edilsin... Kendisi mütereddid olduğunu itiraf etmektedir. Allah'ın isminden başkasıyla iksam, Ehlisünnet arasında ihtilaflıdır. Amma tevessül, teveccüh, istişfa' ittifakla meşru'dur.
Hafız Zebîdî İthaf adlı eserinde: “Ebû Hanîfe ve arkadaşları, adamın: ‘Filanın hakkı için, enbiyanın hakkı için, beyt-i haram hakkı için, meş'ir-ul-haram hakkı için şunu sen'den dilerim’ demesini kerih görmüşlerdir.” Eğer Ebû Hanife tevessülü kerih görseydi, ulema ondan nakledecekti.
Zevatlarla tevessül caiz olunca, ölüye tevessül ile diriye tevessül arasında fark yoktur.
Allâme Şehâb-ur-Remeliyy-uş-Şafiî rahimehullah, “Avamın, belaya giriftar olduklarında ‘ya şeyh filan' demelerine ne buyurursunuz? ' sorusuna:
“Enbiya ve rusulle aleyhimussalatu vesselam, evliya, ulema ve Salihlerle istiğase caizdir.” cevabını vermiştir.
Şeyh Abdulğânî En-Nablûsî Cem'u-l-Esrar fî Men'i Eşrâr an-it-Ta'ni fisSofîyet-il-Ahyar adlı eserinde, Şehab-ur-Remlî'nin sözünü naklettikten sonra şöyle devam eder: “Şehab-ur-Remlî, Ey İman edenler Allah'tan korkun ve vesileyi taleb edin…” mealindeki ayete mebni, tevessül ve istiğasenin caiz olduğunu kastetmektedir. Nitekim Şehab-ur-Remlî demiştir ki: Enbiya ve evliyaya, ölümlerinden sonda da sığınmak caizdir. Çünkü enbiyanın mu'cizeleri, evliyanın kerametleri, ölümleriyle kesilmez.
Şevâhid-ul Hak adlı eserde, Şeyh Yûsuf Nebehânî bu hususta dört mezheb ulemasının sözlerini nakletmektedir.
Hanefîlerden Hayreddîn-u Remlî el-Fetevâ-l-Hayriyye adlı eserinde "Bir takım insanların zikir esnasında ‘Ya Şeyh Abdulkadir, şey Lillah', 'Ya şeyh Ahmet Rufâi, şey lillah' ve benzeriyle meded istemeleri hakkında ne buyurursunuz? ' sorusuna cevaben şöyle demektedir: “Onların Ya şeyh Abdulkadir demeleri nidâdır. Şey Lillah = Allah için bir şey demeleri, Allah Teâlâ'nın ikramıyla bir şeyi taleb etmektir. Bunun haramlığına hiç bir gerek yoktur. Kayd-uş-Şerâid ve Nazm-ul-Ferâid adlı eserin müellifinin 'Şey lillah' diyen ba'z kâfir olur demesine mağrur olmaya gerek yoktur. Çünkü sözünün delili yoktur.”
Binaenaleyh her iki Remlî'nin de fetvalarına göre, şeyhinden meded bekleyen e ona sığınan kimsenin talebi, masiyet ve küfür değildir.
Binaenaleyh Said Havva'nın Terbiye tun-er-Ruhiyle adlı eserinde böyle sözlerin şiadan Sünnilere geçmesini iddia etmesi, 'Meded ya seyyîd-i filan' caiz değildir ve tevhide hücumdur demesi, böylece Hasan en-Nedev'in Müzakerat adlı risalesinde, bu gibi sözleri reddetmesi, delilsizdir.
Bunlar, üstadlarıyla birlikte, bu noktada Ehlisünnet VelCemaat ten ayrılıp Vahabilerle birleşmişlerdir. Zatlarla tevessülün şartı zatları kul olarak inanmaktır. Hakiki fail olarak inanmak şirktir.
Rasulullah'ın hayatından sonra da, Ona tevessül etmenin cevazına delâlet eden bir hususta şudur: Tehiyyattaki “Esselâmu aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berakâtuhu “Selam ve selametler, rahmetim ve bereketlerim senin üzerimdedir ey Nebim…" sözüyle her mü'min Onu selamlar. Bu tevessülün ifadesidir.
Şimdiki fikir cereyanı, kabir azabını, şefaati, sırâtı, mi'râcı inkâr eden nice melek kılığında şeytanlar vardır ki Vahabiyye fikrini neşrederler. Pek çok Müslümanlar da onlara aldanıyorlar. Hatta Merdâvî, İbnu Teymiyye, İbnu Müflih ve İbnu Dûyan diyorlar ki: "Her kim kendisiyle Allah Teâlâ arasında vasıtayı kabul ederse o kimse kâfirdir = müşriktir."[10] Yani demek istiyorlar ki, herhangi bir kuldan meded beklenilmez, ona rabıta kurulmaz, vasıta, şefaat, rabıta yoktur; bunlara inanan kimse mürteddir…
Halbuki milyarlarca, körü körüne değil naklî ve aklî delillerle din alimleri, nice Gazâlî ve Rabbânî gibi zatların arkasından giden zatlar, vasıtayı kabul etmişler ve inanmışlardır. Bu zatları tekfir etmek demek, ümmetin en büyüklerini tekfir etmek demektir.
Binaenaleyh şimdiki profesörlerin ekserisi hatta neşriyatçıların çoğu bu hataya düşmektedirler. Halbuki İslamiyet’i sahih olan Müslümanlara kâfir demek yahud onları kâfir görmek küfrün ta kendisidir.
Müşahede ediyoruz ki, şimdiki müellifler, yukarda ismi geçen alimlerden naklediyorlar. Kendilerini Ehli sünnetten zannedip Ehlisünnet velCemaat'in inancı dışında pek çok fikirleri ileri sürmektedirler.
Allah Teâlâ bütün Müslümanları sapık fikirlerden muhafaza etsin (Âmîn). Eski âlimlerin tabirinde kullanılan küfür kelimesi, küfrân-ı nimet (nimete karşı nankörlük) manasındadır, yoksa küfr-i hakîkî değildir.
Buna dikkat edelim. Korkarım ve dilerim ki Mısır'a gelen darbe diğer İslam ülkelerine sirayet etmesin... Allah Teâlâ bizleri muhafaza eylesin (Âmîn)
Vahhabiler ecdadları hariciler gibi, halen Salihlerin türbelerine, mürşid ve ehli beyte ve dört mezhebin tabilerine, tarikatlerine kin bağlarlar. Her birisi de ictihad davası peşindedir. “Görüşüm” diye, sapık fikirlerini koskocaman müctehidlerin fikirlerine mukayese ederler.
İşte mühim mevzulardan birisi de budur.
Onun için tashih-i itikad her şeyden önce farz olduğundan, Ehlisünnet velCemaat’in fikirlerini ölçü tutarak eserleri okumak lazımdır.
Şunu da bilelim ki eser okumakla insan kâmil olmaz. Ancak eserleri kâmil bir insandan öğrenip kemal-i edeble onunla amel etmek gerekir.
Bu mevzuda vahabilerin isimlerini teşhir etmekten utanıyorum. Fakat eski zamanda ve şimdiki zamanda İslam müctehidleri onları ismen belletmiştir. Kin tutmak ve intikam almaktan korkmamış olsaydım, her zümre içindeki vahabiyyul meşreb olan âlimleri ve cahil sofuları ismen yazacaktım.
Tuzaklarına düşmemek için istikameti düzgün, ilmiyle amil âlimleri arayalım.
Enbiya ve evliyaya verilen izin sebebiyle mucize ve keramet olarak zuhura çıkan bütün olayların fâili Allah Azze ve celle'dir; bulut yağmurun yağmasına vesile olduğu gibi bunlar da mucize ve kerametin zuhuruna sebebdirler.
Binaenaleyh enbiya ve Salihlerin ruhânîlerinin, Mü'minlerin imdadlarına koşmaları, belaların kaldırılması için yalvarışları vakidir, müşahede edilmektedir. Şüphesiz bunlar hepsi şefaat kelimesine dahildir.
[1] Feyz-ul-Kadîr c.2 s.135
[2] Âlûsî c.6 s.126, 128
[3] c.5 s.383
[4] Redd-ul-Muhtar (İbni Âbidîn) c.4 s.262
[5] Hâşiyet-ul-Gelenbevî c.2 s.262
[6] Mirkât-ul-mefâtih c.5 s.359 h.n. 2495, el-Kâşif an Hakâik-is-Sünen c.5 s.209, Feyz-ul-Kadîr c.2 s.134 h.n.1508, Kenz-ul-Ummâl h.n 16816, 3640
[7] el-Bakara 255
[8] Feyz-ul-Kâdir c.2 s.234 Ğavs-ul-İbâd bi Beyân-ir-Reşad s.209.
[9] Kenz-ul-Ummal c.9 s.5; Hakim'in Müstedrek'i c.2 s.32 Buhari'nin -bizim tesbitimize göre 960.hadis; İstiska babında.. Şerhi Fet-ul-Bari c.2 s.413 Şerhi Umdet-ul-Kari c.3 s.437, Şerhi Kermani c.5 s.103; Tefsir-i kurtubi c.6 s.159 Buhari şerhi İrşad-us-Sari c.2 s.228
[10] El-insaf (Merdâvî) c.1 s.327, İhtiyarat (Teymiyye) s.404, Furû’ (İbnu Müflih) c.2 s.159 Menar-us-Sebîl c.2 s.404, Mukdis-ul-İkna' c.4 s.297.
iktibas: Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür. Dilara Yayınları