VESiLE- ŞEFAAT (ehli sünnete göre)

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Mutezile taifelerinin bir kısmı ve Hâricilerin hepsi, bu meselede lâhik olan İbnu Teymiyye ve tâ'bileri, umumen El-Ğâfir sûresi 18 ve El-Müddessir suresinin 48. ayetleri kâfirler hakkında nazil olduğu halde, mezkur ayetlere istinaden mutlak şefaati kökünden inkâr ederler. Kendi mezheplerine de ehli tevhid ismini koymuşlardır


M.1703 ile 1787 tarihleri arasında Abdulvahhab oğlu Muhammed'in talebeleri İslam beldelerine ğalib olmuşlar. Bunların bir kısmı fıkıhta İmam Ahmed bin Hanbel'in mezhebine mensub olan İbnu Teymiyye'nin ictihadlarını kendilerine alet ederek, ehli tevhidden Muhammediyye tarîkindeniz, demekle meydana çıkmışlardır. Ve Vahabîlik mezhebini tesis etmişlerdir

Mezhebleri, tarîkatleri şirk saydıkları gibi, günahkârları da müşrik görürler.

Feyz-ul-Kadîr'in müellifi, İmam-ı Subkî'den naklen şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'ya yaklaşmak için Peygamberleri vesile kılmayı = teşeffu' ve istiâneyi, selef ve haleften, İbnu Teymiyye'ye gelinceye kadar hiçbir kimse inkâr etmemiştir. O ise hak yoldan ayrılıp, şefaat ve vasıtayı, meded beklemeyi inkâr etmiştir.[1]

Şihabeddîn Seyyid Mahmud Âlûsî tefsirinde, İbnu Teymiyye ve arkasında gidenlerin haksız olduklarını belirtmiştir. Oğlu veya torunu = Cilâu-l-Ayneyn kitabının sahibi ve mezkur tefsirin musahhihi, tefsir sahibinin, İbnu Teymiyye'nin kitaplarına vakıf olmadığını iddia etmiştir. Seyyid Mahmud Şükrü de son zamanlarda Vahabilerin fikirlerini takviye etmiştir.

Tefsirin sahibi Şihabeddin Hazretleri, aynı tefsirde İmam Subkî'nin İbnu Teymiyye'ye karşı fazla hakaret yaptığını kaydettikten sonra 128. sayfasında tevessülde hiçbir beis olmadığını kaydetmektedir.[2]

Tefsirin sahibi, mutlak vesileyi inkâr etmemiştir. Mevlânâ Hâlid Bağdâdî kuddise sırruhu'nun halifesi nasıl vesileyi inkâr eder?

El-hak Seyyid Mahmud Şükrü, Şeyh Yûsuf Nebehânî'nin dediği gibi, Vahabîlere yardımcı olduğu gibi bir de bu mübarek tefsirin sahibine leke getirmiştir. Ve Teymiyyeci olarak göstermiştir.

Et-Tâc-ul-Câmiu-l-Usûl'de: “Mutezile olanların bazıları ve Hâricilerin hepsi, El-Mü'min sûresinin 18, El-Müddessir sûresinin 48. ayetlerini, ‘kafirler hakkında şefaat kabul değildir’ diye nazil olduğu halde, hata ederek Müslümanlar hakkında icra etmişlerdir.” denilmektedir.[3] Halbuki İbnu Mes'ud rivayetinde; “Melekler, peygamberler, şehidler ve Salihler, bütün kamil Müminler, ehli şefaattirler”.

İbnu Abidin: "Haricilere tabi' olanlar Abdulvahhab taraftarları, Necid tarafından çıkıp Mekke ve Medine’ye galib oldular. Onlar güya Hanbelî mezhebini tahlil ve tahrir ederler. Onların itikadınca yalnız kendileri Müslüman’dır. Hâşâ haleflerini müşrik diye tabir ederler ve Ehli Sünnet VelCemaat alimlerinin katlini mubah kılarlar. Hem de Müslüman alimlerinin pek çoğunu öldürmüşlerdir. Hakk Teâlâ onların hepsini kırıp beldelerini harab eyledi. Nihayet Müslüman askerleri, onları mağlub etmekle refaha kavuştular." demektedir.[4]

Celâli şerhinde: “İbnu Teymiyye, şüphesiz Mücessime mezhebine çok meyledicidir.” diye kaydedilirken, muhaşşîlerden Fâdıl Gelenbevî, Mercânî Halhâlî'de onun fikrine iştirak edip İbnu Teymiyye'nin müdafaasını etmemiştir ve İbnu Rüşd'ü tenkid etmişlerdir. Arabca bilenler için Gelenbevî haşiyesini tavsiye ederiz.[5]

Şefaat manasında gerek hadis ve gerek tasavvuf kitapları ve gerekse ehli kelam, selef-i salihîn, halef-i tâbiîn ittifakla dört kelime kullanmıştır.

1- İstiâne; yardım taleb etmek manasındadır.

2- İstiğâse; meded istemek ve meded beklemek demektir.

3- Tevessül; herhangi bir zat veyahud da salih ameli, Allah Azze ve Celle'ye tekarrub ve yakın olmak için vasıta etmektir. Vâsil: tâlib, rağbet edici demektir.

4- Teveccüh; yüzünü başkaya döndürmektir. Tevcîh, lügat hususunda, yönelmek manasında ise de, ıstılah olarak göndermek ve yönelmek demektir.

Bu dört kelimenin manalarını içine alan, içinde kuşatan, şefaat kelimesidir. Şefaat: dilemek, esirgemek, göndermek, işi yapmak için diğerini vasıta kılmak demektir; salih kimsenin eteğine yapışmak ve yanaşmak iştişfâ'dır.

Şeriat diliyle şefaat, vesile, istiğâse, teveccüh ve istiâne aynı manalarda kullanılmıştır.

Halkın bu kelimeleri kullanmaları, küfür ve şirke mûcib değildir. Şu hadîs-i şerifin tahlîline bakalım:

Allâhumme innî eselüke ve eteveccehû ileyke binebiyyike Muhammedin (sallallahu aleyhi ve sellem) Yâ Muhammed innî teveccehtü bike ilâ Rabbî fî hâcetî hâzihî litukdâ lî Allahumme feşeffi'hu fîyye

Eteveccehû ileyke: Yüzümü günahtan emirlerine döndürüyorum,

binebiyyike: Nebin'le

binebiyyike' nin bâ harfi musâhabe manasında oluyorsa, “Kalbî rabıta üzere Peygamber'inle birlikte” istiâne manasında olursa, “Peygamber'in yardımı = imdadıma yetişmesiyle”; mülâbese olursa, “Peygamber'in varlığını kendime çadır gibi korunak yapmamla San'a yöneliyorum.” demek olur.

bike' nin bâ harfi de aynı manaları kuşatmaktadır.

isteante yardımı taleb ettim.

isteşfa'tü Şefaatçi olarak kabul ettim.

teveccehtü binnebiyyi ilallâh kalben, rûhen, Allah'ın Nebisi'ne sevgi rabıtasıyla Allah'a yöneldim = Peygamber'in azametine inanmış olduğum halde rûhâniyetini beni kuşatıcı bir çadır gibi korunak yapmakla Allah'a yöneldim.

Aynı üç mana itibarıyla:

a- İsteğastü binebiyyi minallahi Nebi'yle Allah'tan yardımı diledim.

b- tevesseltü binebbiyi minallahi Nebîye tevessül ederek, Allah'tan yardımı almaya Nebî'yi vesile ve vasıta kıldım.

c- İsteantü minallahi binebiyyi Nebisi'yle Allah’tan yardımı diledim.

d- İsteşfe'tu minennebiyyi indallahi “Allah'ın nezdinde sözümün kabulü için Nebî'den şefaat = dua taleb ettim.” denilmesi caizdir.

Çünkü kul Allah'a karşı acizliğini idrak ettiği andan itibaren yüzsüzlüğünden dolayı gayrını konuşturur. İstirhamının kabulüne, cezanın kaldırılmasına, nimetlerin elde edilmesine Allah Azze ve Celle nezdinde makbul gördüğü zâtı yerinde tayin eder, konuşturur. Nitekim imamın Fâtihâyı okuması ve cemaatin susması, bu konuya canlı bir misaldir. Bu keyfiyetle tevessül ve teveccüh, bid'at değildir, meşru' ve caizdir. Şöyle ki :

Hasreti Fahr-i âlem'e bir gün bir kör geldi, dedi ki: Ya Rasûlallah, malum-u âliniz ben körüm, elimi tutacak kimsem yoktur. Bana dua et ki ben göreyim. Hazreti Fahr-i âlem ona buyurdu ki:

Eğer sen haline sabretsen, duadan daha hayırlıdır.” Adam: “Ben sana geldim; bana dua et.” diye ısrar etti. Hazreti Rasûlallah ona dua etmedi, fakat şöylece emretti:

Abdest aldıktan sonra iki rekat namaz kıl, sonra şu duayı oku.” İşte bu, tevessülün varlığına delildir:

Allâhumme innî eselüke ve eteveccehû ileyke binebiyyike Muhammedin (sallallahu aleyhi ve sellem) Yâ Muhammed innî teveccehtü bike ilâ Rabbî fî hâcetî hâzihî litukdâ lî Allahumme feşeffi'hu fîyye

Tercüme ve izahı: “Allah'ım! Gerçekte ben (bütün masivâdan ümid keserek sadece) Rahmet Nebisi olan Muhammed'in yani Sen'in Nebin'in vesilesiyle kalben ve ihlas üzere San'a yönelmiş olduğum halde (ihtiyaçlarımın giderilmesini) Sen'den isterim...”[6]

Bu arada Mü'min iç içe dalarak, Allah'tan başka her şeyi kalbinden siler, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in Rûh-u Şeriflerini aklına getirir; ruhaniyetini nurani bir çadır olarak üstüne alır, korunak yapar: “Şu anda Peygamberim benden haberdardır, yardımıma şefkat ve lütufta bulunur.” diye itikad eder... Çok uzaktan ruhen dille nida ederek. “Ya Rasûlallah hakikaten ben Seni vasıta kılarak hulûs-i kalb üzere Rabb'ime yöneldim. Şu ihtiyacımın bana giderilmesi için...” diyerek Peygamber'i kendinden haberdar kılar. ve bağlılığını kendisine bildirir. İşte bu bildiriş içinde, aklında ve hayalinde ihtiyacının ismini söyler ve Rasulallah'a ne için yöneldiğini arz eder. Bu arz ı hal anında tekrar tevessülden tevekkül ve tevhide dönerek:
“... Allah'ım! Onu hakkımda şefaatçi kıl.” der.

Bu dua muazzam bir edebi ve duaların makbulü için ve şefaat istemek için şart ve usulleri öğretmiştir.

Ehli inad gibi tevessülü bırakmak yahud cahil sofiler gibi tevekkülü bırakmak doğru değildir; ikisinin beraberliği şarttır.

Zira her iki fikri de Rasûlu Muhterem sallallahu Teâlâ aleyhi ve sellem reddedip iki kelimede beyan buyurmuştur.

Şöyle ki müstakbel fiiliyle: "Allah'ım! Gerçekte ben (bütün masivâdan ümid keserek sadece) Rahmet Nebisi olan Muhammed'in yani Sen'in Nebin'in vesilesiyle kalben ve ihlas üzere San'a yönelmiş olduğum halde (ihtiyaçlarımın giderilmesini) Sen'den isterim..." cümlesinde, kulun, yardım etmekte müstakil olmayacağı bildirilmiştir. “Men zellezî yeşfeu indehû illâ biiznihî..” “.. Allah'ın izni olmadıkça Nezdi'nde şefaat edecek kimmiş?..”[7]buyrulmaktadır.

“... Allah'ım! Onu hakkımda şefaatçi kıl.” cümlesi ile kul şunu demek ister. “Ya Rabb, Hazreti Rasûlu’ne izin ver ki bana yardımcı olsun.” Bu sefer kul kendi başına Allah Teâlâ'ya karşı kendini mahcub görürse ne şekilde meramını ifade edeceğini bilemediğinden ve kendini o huzura layık görmediğinden şöyle diyecek: “Ey Allah'ın Rasulu, ben Senin şefaatinle, hem de meded ve yardımınla Rabb'ime yöneldim.” Sonra mazi fiille teveccehtu bike demekle şunu ifade eder: Hakiki tesir edici Cenâb-ı Allah'tır, lakin Hazreti Fahr-i âlemi, rahmet yağmuruna bulut kılmıştır. Nasıl bulutsuz yağmur yağmaz ise, vesilesiz ve şefaatsiz de Allah Teâlâ'nın rahmeti inmez. Herkesçe malumdur ki, yağmuru yağdıran elbette Allah Teâlâ'dır.[8]

Allah'ım, bizler Nebîmiz sallallahu aleyhi ve sellem'e tevessül ederdik; bize yağmur yağdırman için. Gerçekte biz Nebîmizin amcasıyla san'a tevessül ederiz. Bize yağmur yağdır. [9]

Ashabı kiramdan hiçbiri hazreti Ömer'e, Peygamber ravzasında diridir; neden Ona tevessül etmiyorsun da, Hazreti Abbas'la tevessül ediyorsun demediler. Hepsi de Hazreti Ömer'le birlikte bu tevessülü kabul ettiler.
Tevessül hususunda dilerseniz En-Nisa' 64 ve El-Maide 35. ayetleriyle alakalı İbnu kesir c.2 s.306; Âlûsî cüz 6 s.35; Keşşaf c.1 s.538; Tefsir-i Hatib c.1 s.307 ve sair tefsirlere bakınız; vesileden maksadın salih amel ve salih insan olduğunu görürsünüz. Bu hususta hiçbir tefsir diğerine muhalefet etmemiştir. Ehli Sünnet dışındakiler müstesna…

Hâfız İbnu Hâcer ve İmam Aynî diyorlar ki: "Hazreti Ömer'in Hazreti Abbas’la tevessülü hakkındaki hadis merfû'dur; ibnu Habban da Sahîh'inde tahric etmiştir. Bu kıssadan, hayırlı ve salahiyetli zevat ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'in ehli beytiyle istişfa'nın müstehab oluşu istifade olunmaktadır."

İbnu Teymiyye, yukarıdaki hadisten dolayı, diri olan zevatla huzurlarında tevessülün caiz olduğunu, gıyablarında caiz olmadığını söylemektedir. Buhari'nin şarihlerinden Muhammed Enver Keşmîrî diyor ki: "Hafız ibnu Teymiyye bunu men etmiştir. Ben de bu hususta müterettidim. Zira Tecrîd-ul-Kudûrî'den İmam A'zam'ın Allah'ın isimlerinden başkasıyla iksâmın caiz olmadığı sözünü nakletmiştir. Allah Teâlâ'nın isminden başkasıyla iksâmın caiz olmamasını, tevessülün nefyine hamletmiştir. Eğer tevessül, iksam değil ise mesele İbnu Teymiyye'nin dediği gibidir. Eğer tevessül iksam değilse, tevessül caizdir."

Keşmirî'nin bu sözüne dikkat edilsin... Kendisi mütereddid olduğunu itiraf etmektedir. Allah'ın isminden başkasıyla iksam, Ehlisünnet arasında ihtilaflıdır. Amma tevessül, teveccüh, istişfa' ittifakla meşru'dur.

Hafız Zebîdî İthaf adlı eserinde: “Ebû Hanîfe ve arkadaşları, adamın: ‘Filanın hakkı için, enbiyanın hakkı için, beyt-i haram hakkı için, meş'ir-ul-haram hakkı için şunu sen'den dilerim’ demesini kerih görmüşlerdir.” Eğer Ebû Hanife tevessülü kerih görseydi, ulema ondan nakledecekti.

Zevatlarla tevessül caiz olunca, ölüye tevessül ile diriye tevessül arasında fark yoktur.

Allâme Şehâb-ur-Remeliyy-uş-Şafiî rahimehullah, “Avamın, belaya giriftar olduklarında ‘ya şeyh filan' demelerine ne buyurursunuz? ' sorusuna:

Enbiya ve rusulle aleyhimussalatu vesselam, evliya, ulema ve Salihlerle istiğase caizdir.” cevabını vermiştir.

Şeyh Abdulğânî En-Nablûsî Cem'u-l-Esrar fî Men'i Eşrâr an-it-Ta'ni fisSofîyet-il-Ahyar adlı eserinde, Şehab-ur-Remlî'nin sözünü naklettikten sonra şöyle devam eder: “Şehab-ur-Remlî, Ey İman edenler Allah'tan korkun ve vesileyi taleb edin…” mealindeki ayete mebni, tevessül ve istiğasenin caiz olduğunu kastetmektedir. Nitekim Şehab-ur-Remlî demiştir ki: Enbiya ve evliyaya, ölümlerinden sonda da sığınmak caizdir. Çünkü enbiyanın mu'cizeleri, evliyanın kerametleri, ölümleriyle kesilmez.

Şevâhid-ul Hak adlı eserde, Şeyh Yûsuf Nebehânî bu hususta dört mezheb ulemasının sözlerini nakletmektedir.

Hanefîlerden Hayreddîn-u Remlî el-Fetevâ-l-Hayriyye adlı eserinde "Bir takım insanların zikir esnasında ‘Ya Şeyh Abdulkadir, şey Lillah', 'Ya şeyh Ahmet Rufâi, şey lillah' ve benzeriyle meded istemeleri hakkında ne buyurursunuz? ' sorusuna cevaben şöyle demektedir: “Onların Ya şeyh Abdulkadir demeleri nidâdır. Şey Lillah = Allah için bir şey demeleri, Allah Teâlâ'nın ikramıyla bir şeyi taleb etmektir. Bunun haramlığına hiç bir gerek yoktur. Kayd-uş-Şerâid ve Nazm-ul-Ferâid adlı eserin müellifinin 'Şey lillah' diyen ba'z kâfir olur demesine mağrur olmaya gerek yoktur. Çünkü sözünün delili yoktur.”

Binaenaleyh her iki Remlî'nin de fetvalarına göre, şeyhinden meded bekleyen e ona sığınan kimsenin talebi, masiyet ve küfür değildir.

Binaenaleyh Said Havva'nın Terbiye tun-er-Ruhiyle adlı eserinde böyle sözlerin şiadan Sünnilere geçmesini iddia etmesi, 'Meded ya seyyîd-i filan' caiz değildir ve tevhide hücumdur demesi, böylece Hasan en-Nedev'in Müzakerat adlı risalesinde, bu gibi sözleri reddetmesi, delilsizdir.

Bunlar, üstadlarıyla birlikte, bu noktada Ehlisünnet VelCemaat ten ayrılıp Vahabilerle birleşmişlerdir. Zatlarla tevessülün şartı zatları kul olarak inanmaktır. Hakiki fail olarak inanmak şirktir.

Rasulullah'ın hayatından sonra da, Ona tevessül etmenin cevazına delâlet eden bir hususta şudur: Tehiyyattaki “Esselâmu aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berakâtuhu “Selam ve selametler, rahmetim ve bereketlerim senin üzerimdedir ey Nebim…" sözüyle her mü'min Onu selamlar. Bu tevessülün ifadesidir.

Şimdiki fikir cereyanı, kabir azabını, şefaati, sırâtı, mi'râcı inkâr eden nice melek kılığında şeytanlar vardır ki Vahabiyye fikrini neşrederler. Pek çok Müslümanlar da onlara aldanıyorlar. Hatta Merdâvî, İbnu Teymiyye, İbnu Müflih ve İbnu Dûyan diyorlar ki: "Her kim kendisiyle Allah Teâlâ arasında vasıtayı kabul ederse o kimse kâfirdir = müşriktir."[10] Yani demek istiyorlar ki, herhangi bir kuldan meded beklenilmez, ona rabıta kurulmaz, vasıta, şefaat, rabıta yoktur; bunlara inanan kimse mürteddir…

Halbuki milyarlarca, körü körüne değil naklî ve aklî delillerle din alimleri, nice Gazâlî ve Rabbânî gibi zatların arkasından giden zatlar, vasıtayı kabul etmişler ve inanmışlardır. Bu zatları tekfir etmek demek, ümmetin en büyüklerini tekfir etmek demektir.

Binaenaleyh şimdiki profesörlerin ekserisi hatta neşriyatçıların çoğu bu hataya düşmektedirler. Halbuki İslamiyet’i sahih olan Müslümanlara kâfir demek yahud onları kâfir görmek küfrün ta kendisidir.

Müşahede ediyoruz ki, şimdiki müellifler, yukarda ismi geçen alimlerden naklediyorlar. Kendilerini Ehli sünnetten zannedip Ehlisünnet velCemaat'in inancı dışında pek çok fikirleri ileri sürmektedirler.

Allah Teâlâ bütün Müslümanları sapık fikirlerden muhafaza etsin (Âmîn). Eski âlimlerin tabirinde kullanılan küfür kelimesi, küfrân-ı nimet (nimete karşı nankörlük) manasındadır, yoksa küfr-i hakîkî değildir.

Buna dikkat edelim. Korkarım ve dilerim ki Mısır'a gelen darbe diğer İslam ülkelerine sirayet etmesin... Allah Teâlâ bizleri muhafaza eylesin (Âmîn)

Vahhabiler ecdadları hariciler gibi, halen Salihlerin türbelerine, mürşid ve ehli beyte ve dört mezhebin tabilerine, tarikatlerine kin bağlarlar. Her birisi de ictihad davası peşindedir. “Görüşüm” diye, sapık fikirlerini koskocaman müctehidlerin fikirlerine mukayese ederler.

İşte mühim mevzulardan birisi de budur.

Onun için tashih-i itikad her şeyden önce farz olduğundan, Ehlisünnet velCemaat’in fikirlerini ölçü tutarak eserleri okumak lazımdır.

Şunu da bilelim ki eser okumakla insan kâmil olmaz. Ancak eserleri kâmil bir insandan öğrenip kemal-i edeble onunla amel etmek gerekir.

Bu mevzuda vahabilerin isimlerini teşhir etmekten utanıyorum. Fakat eski zamanda ve şimdiki zamanda İslam müctehidleri onları ismen belletmiştir. Kin tutmak ve intikam almaktan korkmamış olsaydım, her zümre içindeki vahabiyyul meşreb olan âlimleri ve cahil sofuları ismen yazacaktım.

Tuzaklarına düşmemek için istikameti düzgün, ilmiyle amil âlimleri arayalım.

Enbiya ve evliyaya verilen izin sebebiyle mucize ve keramet olarak zuhura çıkan bütün olayların fâili Allah Azze ve celle'dir; bulut yağmurun yağmasına vesile olduğu gibi bunlar da mucize ve kerametin zuhuruna sebebdirler.

Binaenaleyh enbiya ve Salihlerin ruhânîlerinin, Mü'minlerin imdadlarına koşmaları, belaların kaldırılması için yalvarışları vakidir, müşahede edilmektedir. Şüphesiz bunlar hepsi şefaat kelimesine dahildir.

[1] Feyz-ul-Kadîr c.2 s.135

[2] Âlûsî c.6 s.126, 128

[3] c.5 s.383

[4] Redd-ul-Muhtar (İbni Âbidîn) c.4 s.262

[5] Hâşiyet-ul-Gelenbevî c.2 s.262

[6] Mirkât-ul-mefâtih c.5 s.359 h.n. 2495, el-Kâşif an Hakâik-is-Sünen c.5 s.209, Feyz-ul-Kadîr c.2 s.134 h.n.1508, Kenz-ul-Ummâl h.n 16816, 3640

[7] el-Bakara 255

[8] Feyz-ul-Kâdir c.2 s.234 Ğavs-ul-İbâd bi Beyân-ir-Reşad s.209.

[9] Kenz-ul-Ummal c.9 s.5; Hakim'in Müstedrek'i c.2 s.32 Buhari'nin -bizim tesbitimize göre 960.hadis; İstiska babında.. Şerhi Fet-ul-Bari c.2 s.413 Şerhi Umdet-ul-Kari c.3 s.437, Şerhi Kermani c.5 s.103; Tefsir-i kurtubi c.6 s.159 Buhari şerhi İrşad-us-Sari c.2 s.228

[10] El-insaf (Merdâvî) c.1 s.327, İhtiyarat (Teymiyye) s.404, Furû’ (İbnu Müflih) c.2 s.159 Menar-us-Sebîl c.2 s.404, Mukdis-ul-İkna' c.4 s.297.

iktibas: Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür. Dilara Yayınları
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
ŞEFAAT HAKKINDA BİRKAÇ HADİSİ ŞERİF

«Kıyamet gününde şefaatimle insanların en mutlusu, hulûs-i kalb üzere "Lâ ilâhe İllallah" diyen kimsedir.» [1]

«Rabb'imin indinde bana bir gelen (Cebrâil) geldi. Gelen melek, ümmetimden yarısının cennete girmesiyle şefaat arasında beni serbest kıldı; ben şefaati seçtim. O da , ölüp de Allah'a şirk koşmayan kimseler içindir.» [2]

«Ben cennete girmek için şefaat eden insanların en ilkiyim = layığıyım. Ve Ben, nebîlere nisbetle tâbi'leri en çok olanım.»[3]

«Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.»[4]

"Şefaatim, ümmetimden, her türlü günah işleyenler içindir" Hazreti Ebû Derdâ radıyallahu anhu'nun 'Ya Rasûlallah, zina etseler ve hırsızlık yapsalar da mı?' demesi üzerine "Gerçi zina ve hırsızlık işleseler de. Ebû Derdâ (radıyallahu anhu) kahrından burnunu uzatıp kabul etmese de." diye buyurdu. Mutezile bu hadisi inkâr ettiler. [5]

«Benim şefaatim ümmetimden ehli beytimi seven kimseler içindir.»[6]

«Benim şefaatim (bütün ümmete) mubahtır. Ancak ashabıma söven kimseler müstesnadır» [7]

«Şefaatim kıyamet gününde haktır. Kim ki ona iman etmez ise şefaatim ehlinden olmaz.»[8]

«Ben, Rabb’imden şirk koşmayıp da yirmi yaşında ölmüş olana şefaat etmek için izin taleb eyledim; Rabb'im onları bana bağışladı.»[9]

«Ben, eş koşmayıp da ümmetimden kırk yaşında olanlar için Rabb'imden şefaat istedim. Rabb'im dedi ki:
"Yâ Muhammed, Ben onları mağfiret ettim." Dedim ki:
Yâ Rabb'i ya elli yaşında olanlar?
Rabb'im Bana dedi ki:
"Gerçekte Ben onları da mağfiret ettim." Dedim ki:
Ya Rabb'i ya altmış yaşında olanlar?
Rabb'im: "Ya Muhammed, Ben bir kuluma yetmiş yaş bağışlarsam, Ban'a bir şey eş koşmaksızın ibadet ettiği halde onu ateşle azablandırmamdan hayâ ederim. Amma seksen ve doksan yaşındakilere sıra gelince, onları kıyamette haşir meydanında bırakırım; onlara denilecek ki: Siz kimi sevmiş iseniz, kendinizle beraber cennete sokun.» [10]

«Ben Allah Teâlâ'dan diledim ki, ümmetimin hesabı elimde olsun, tâ ki diğer ümmetlere karşı (yaptığı günahlardan dolayı ümmetim) mahcub olmasınlar. Allah Teâlâ bana vahiy gönderdi ki: Ey Muhammed, hayır, Ben onları hesaba çekerim; şayed hataları olursa, Senden bile örtbas ederim, tâ ki Senin nezdinde de kabahatleri görülmesin.»[11]

«Kıyamet gününde şefaat edenler de üçtür:
(1) Peygamberler,
(2) Alimler,
(3) Şehidlerdir.» [12]

«Şefaat ediciler beştir: Kur'ân-ı kerîm, sıla-i rahim, eminlik, sizin Peygamberiniz ve ehli beyti»[13]

İktibas: Mü'minin istikameti Velinin Kerametidir Dilara yayınları s. 255.. 258

Azizler bu ayeti kerime ve benzeri ayetlerde şefaatin reddedilmesine ve yokluğuna asla delil yoktur. Çünkü Allah Azze ve Celle, enbiya, evliya ulemâ ve şehidlere şefaat iznini vermiştir. Rahmetine, lutfuna mazhar kılmıştır. Bu itibarla onlar, Allah'ın rahmet kapısının anahtarıdırlar.

[1] Mirkât-ul-Mefâtih c.9 s.525 h.n.5574 Câmiu-l-Usûl c.9 s.369 h.n.7011.

[2] et_tâc-ul-Câmiu-l-Usûl c.5 s.384 Tirmîzî h.n.2441, Kenz-ul-Ummâl h.n.31892.

[3] et_tâc-ul-Câmiu-l-Usûl c.5 s.384, Câmiu-l-Usûl c.10 s.475 h.n.8009, Kenz-ul-Ummâl h.n.31878,32045.

[4] Keşf-ul-Hâfâ c.2 s.10-11, Feyz-ul-Kadîr c.4 s.162 h.n.4892, Levâmiu-l-Ukûl c.3 s.392,393, Firdevs-i Deylemî c.2 s.351 h.n 3578, Tirmizî h.n.2436, İbnu Mâce h.n.4310 Hâkim c.1 s.69, Şuab-ul-İman c.1 s.287 h.n.310,311, Kenz-ul-Ummâl h.n.39751,39055.

[5] Keşf-ul-Hâfâ c.2 s.11, Feyz-ul-Kadîr c.4 s.163 h.n.4893, Levâmiu-l-Ukûl c.3 s.393, Kenz-ul-Ummâl h.n.39056.

[6] Feyz-ul-Kadîr c.4 s.163 h.n.4894, Levâmiu-l-Ukûl c.3 s.393, Kenz-ul-Ummâl h.n.39057,34179

[7] Feyz-ul-Kadîr c.4 s.163 h.n.4895, Levâmiu-l-Ukûl c.3 s.393,Firdevs-i Deylemî c.2 s.352 h.n 3580, Kenz-ul-Ummâl h.n.39058

[8] Feyz-ul-Kadîr c.4 s.163 h.n.4896, Kenz-ul-Ummâl h.n.39059

[9] Kenz-ul-Ummâl h.n.32007,39065

[10] Firdevs-i Deylemî c.2 s.312 h.n 3408, Kenz-ul-Ummâl h.n.39066

[11] Firdevs-i Deylemî c.2 s.312 h.n 3409, Kenz-ul-Ummâl h.n.38972

[12] Ğavs-ul-İbâd bi Beyân-ir-Reşad s.260, Firdevs-i Deylemî c.2 s.519 h.n 8946

[13] Feyz-ul-Kadîr c.4 s.176 h.n.4942, Kenz-ul-Ummâl h.n.39041
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
KERAMET MESELESİ

Abdullah ibnu Mes'ud radıyallahu anhu buyurur ki :

Hakikaten biz ashab, yemeklerin tesbihini işitirdik; o yemek yenildiği halde. [1]

Useyd bin Hudayr, Abbad bin Bişr radıyallahu ahuma, bir gecede peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sohbetinde devam etmişlerdir. Gecenin son kısımlarında saadet huzurlarından evlerine doğru dönmüşler; gece zifir karanlık olduğundan önlerini görmekten aciz kalmışlar; ellerindeki asayla yürürken ikisinden birisinin asası birden parlamış, onun ışığıyla her ikisi ayrılıncaya kadar yolda devam etmişler. Birbirinden ayrılınca öbürünün de asası, kendi evine varıncaya kadar aydınlık vermiştir. [2]

Cabir radıyallahu anhu buyurur ki:

Uhud vak'asında babam, gecenin son kısmında beni çağırarak: "Oğulcağızım, kendimi Nebi sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabından şehid olacak zevatların ilklerinden görüyorum. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in Zatı müstesna kendimden sonra senden daha aziz bir şey bırakmadım. Üzerimde bazı borçlar vardır; mutlaka onu erken zamanda öde. Kız kardeşlerine hüsn-ü muamelede bulunarak kendileri için en hayırlı şeyleri toparla." dedi. ve nitekim biz sabahladık. İlk şehidlerin içerisinde bulundu babam. [3]

Âişe radıyallahu Teâlâ anha buyurur ki: "Necaşi vefat ettiği zaman, kendi aralarımızda diyorduk ki, artık Necaşi'nin nuru, kabri üzerinde daimi görülecektir. [4]

Abdurrezzak'ın tahric ettiği üzere, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in azadlısı Sefine, Rum diyarında esir olmuş sonra kaçmıştır. Askere ulaşması için çalıştığı bir anda, ne baksın önünde bir aslan..

Aslana hitaben: Ey aslan! Sen beni tanımıyor musun? Ben Allah'ın Rasulü’nün azadlısı Sefine'yim. Şöyle şöyle başıma geldi. demiş; bunun üzerine aslan, pençelerini yere koyup kuyruğunu sallayarak mırıldanmıştır. Yürüdüğü zaman aslan da yürüyor, durduğu zaman aslan da duruyor. Ve nihayet bu suretle İslam birliklerine ulaşmıştır.. [5]

Ömer radıyallahu anhu, başlarında Sariye radıyallahu anhu'yu komutan tayin ettiği bir askeri birliği Nihavend tarafına göndermişti. Bir anda hutbe okunması anında, istikametinin nuruyla askerlerine bakıp keşfetmiştir. tehlikede görünce, yüksek sesle:

"Ey Sariye dağa doğru! Ey Sariye dağa doğru! diye emr veriyor. Sariye, askerleriyle birlikte o sesi işitiyorlar. O hutbede ashab ve tabiinin büyükleri oturuyordu. hatta Hazreti Ali radıyallahu anhu ile Hazreti Osman arasında oturan bir zat:" Emir-ul-Mü’minin hutbesini bırakıp Sariye'ye sesleniyor." deyince Ali radıyallahu anhu elini omzuna vurarak: "Sus!.. Emir-ul-Mü'minin, altından kalkamayacağı bir işe girmez." demiştir. (yani kendisi de o manzarayı görüyordu demektir) El-Hasıl bunun üzerine sariye radıyallahu anhu dağa doğru çıkmış. Ve nitekim zaferyab oldular.[6]

Darimi'nin de tahric ettiği üzere, H.63'te yani Yezid'in fitnesi zamanında Şam askerleri Medine ahalisine zulmettiklerinden, tabiinin büyüklerinden Saîd bin Müseyyeb radıyallahu anhu, Mescid-i Nebevi'ye sığınmıştı. Dışarı çıkamadığı için vakitleri bilmezdi. Namaz vakti geldiği zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in Kabr-i şerifinden sesler işitir ve o seslere göre vakitlerini ayarlardı. [7]

Bunca hadisten sonra anlaşıldı ki Keramet Peygamberin mucizesinin devamıdır..

Ümmetin inkâr edemeyeceği sahih kitablardan aktarmaya çalıştık... İslam alimleri ciltlerce taharet hakkında eser yazdılar, devlet hakkında eser azdır diyenlere iki cümle ithaf olunur. Taharet adabından istinka, istibra, istinca vazifelerini ayrıntılı yerine getirmeyenin tahareti yoktur, tahareti olmayanın abdesti yoktur, abdesti olmayanın namazı yoktur, namazı olmayanın ise ....

Bu hadislere uydurma diyemeyeceğimiz gibi kerameti inkâr edip, vesileyi dama atıp, büyüklerle birlikte olmayı, onlara sevgi beslemeyi sanki o zatların kara kaşlarına kara gözlerine imiş gibi değerlendirip, kendinden gayrı herkesi gayrı samimi, Allah'ın dinini yıkmaya çalışan insanlarmış gibi gösteren zihniyetin kafasındaki İslama ihtiyacımız yoktur. Müslümanlar bir yanlış üzerinde ittifak etmezler. Her bir Müslümanın yekdiğerinin şerefine mütecaviz sözünün altında mutlaka şeytanın hilesi ve gayreti vardır.

Dini dar bir kalıpta anlamak istediğimiz gibi değil; anlamamız gerektiği gibi algılamak noktasında ulemayı devreden çıkarırsak yerini mutlaka bir dolduran bulunacaktır ve merak edilmeye o dolduruşa gelenin her ne kadar “ben direkt Allah’ı muhatap alıyorum” demesine rağmen, doldurucunun Allah Teâlâ’ya olan tavrı olmuşçunun ifade ettiği her kelimenin altından sinsi bir sırıtışla kendini gösterecektir.


[1] Buhari h.n:3579, Mesabih-is-Sünne h.n. 4652

[2] Buhari h.n:3805, Mirkat-ul-Mefatih h.n: 5944, Feth-ul-Bari: c.7 s.125 El Musannef c.11 s.280, El-Müsned c.3 s.137, Şerh-us-Sünne c.14 s.187

[3] Buhari h.n: 1351, Mesabih h.n: 4652

[4] Ebu Dâvud h.n: 2523, Esiret-un-Nebeviyye li İbni-il-kesir c.2 s.27

[5] El-Musannef c.11 s.281h.n: 2544, Mesabih h.n. 4656, El-Müstedrek c.3 s.606

[6] Mirkat-ul-Mefatih c.10 s.295 h.n: 5954

[7] Mirkat-ul-Menatif c.10 s.291,292 h.n: 5951
 

UBEYDUN

Ordinaryus
Katılım
16 Ara 2006
Mesajlar
2,548
Tepkime puanı
286
Puanları
0
Konum
göçmen
hakdilaram abi bir şey soralım ,öğrenelim inşaallah
bu su gerçekten bulanık aydınlanmaya ihtiyaç var
şimdi dedinizki saydığınız kavramlar aynı manada tevessül manasında kullanılmıştır eyvallah
yavuz selimin meşhur şeyhülislamı tarafından rivayet edilen ve kaynak gösterilmeyen ,mutasavvıflar arasında kabul gören
sıkıştuğınızda kabirlerdekilerden yardım isteyin sözü nün mahiyetini açıklayabilirmisiniz birde velinin tasarrufu öldükten sonra daha keskinleşir kavramı hakkında görüşleriniz ,son olarak eğer böyle kabul edersek son söylediğimi acaba rasulullah sav daha layık onun tabileri olan sahabeler daha layık değilmidirler
dahada bulanıklaştırdıysam cevab vermeyebilirsiniz hatta adminler bunu silebilirler
selamun aleyküm
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
wa aleykumusselam

meselenin özü kardeşim, bilgi kirliliği... tasavvuf ehli ne zamandan beri tasavvufu münkirlerinden öğrenmeye başladı?

tasavvuf ile ilgili sözleri o müessesinin erbablarından talim ederiz. ayrıca

tasavvuf ise dedi denildiden daha çok fiili tatbikattır.

ve tasavvufa dair neredeyse üçbin mesele vardır ana olarak, sadece bir tanesi istimdattır.

önüne gelen buradan vurmaya kalkışıyor koca bir müesseseyi.

Allah'ın bazı kullarının bazı kullarına yardımcı olmasına dair hadisler vardır. buraya nakledeceğiz inşaallah zaman zaman.

bu hususta ölü ile diri arasında fark görmemişler yukardaki yazıyı okuduysanız.

bir tasarruf ve mahiyetini idrak edemediğimiz hayat söz konusu izin verilenler için.

izni nereden çıkarıyoruz derseniz binlerce hadise bizzat yaşanmış ve nakledilmiş bu gibi yardımlara dair. tabakat kitapları bunlarla doludur.

ayrıca tasavvufta bir merhala mentığı vardır, denir ki:

önce ihvan kardeşinde yok olacaksın; yani onun arzuları, senin azrularından önce gelecek, onun menfaati seninkinin öünde olacak

sonra şeyhinde

sonra rasulu muhterem aleyhisselamda

ve sonra Allah...

fena fil ihvan

fena fiş şeyh

fena fir rasul

fena fillah...

yardım talebi Allah'adır. Peygamber aleyhisselam da, şeyh de, ihvan da herkes sadece ve sadece Allah'ın vermeye kudreti olduğunu bilir.

ama Allah işlerini vesilelerle yürütendir.

bulutu yağmura, ilacı şifaya vesile kılmıştır.

bunun gibidir ve bu kadardır.

inşaallah devam edeceğiz nakillere.. takipte olun efendim, cevapların kısm i azamisi nakillerde mevzut olacak...

selametle
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
hangi kaynaktan beslendi isek o kaynağın türküsünü dilimizde olur...

" Kur'an ve hadisten başka bir şeye ihtiyac yoktur." diyenlerin sözü doğrudur, fakat altında hile ve tezvir vardır; bu kelimeyi tuzak etmişlerdir.

Filhakika Kur'an ve hadisleri bilmek için tek çare dört mezheb âlimlerinin arkasından gitmektir.

Doğrusu, Kur'an ve hadisi kendi hevâ ve hevesimizle, kısır akıl, örümcek beynimizle anlamaya kalkışmamalıyız. Ayet ve hadisleri, haklarında hadisle müsbet şahitlik yapılmış, ilk üç asırda yaşayan ulemânın anlayışıyla anlamaya çalışmalıyız.

" Fukahanın görüşleri de beşerî sistem ve tâğuttur" diyenlerin sözleri, köksüzdür. Hakikaten kendileri tağuttur. Çünkü hevâ ve heveslerine davet ederler. Mezheb imamlarımız ise, Allah ve O'nun Rasûlü'ne davet ederler.

Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî'nin tahric ettikleri, Cündüb radıyallahu anh'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

" Kim Kur'an'da görüşüyle söylerse ve bunun üzerine isabetli olsa dahi, hakikaten o hata etmiştir."

ehli sünnet velcemaat

Hârise, Berra' bin Mâlik, Ebû İsrâil, Huzeyfe, Ebû Sıddîk, Osman, Ali, Selman, Suheyb, Ebû Râfı', Bilal ve Habban hazeratı gibi bin kadar sahabi; Zeyn-ul- Abidîn'in torunu Ali bin Hüseyn, İmam Bâkır, İmam Câfer Sâdık, Üveys-ul-Karanî, İbnu Hâzım, Seleme bin Dinar, Hasan Basrî, Alkame, Esved bin Zeyd, İbrahîm Nehâî, Malik bin Dinar, Muhammed bin Sîrîn hazeratı gibi tâbiîn; ve Abdulvâhid bin Zeyd, Utbet-ul-Ğulâm, Fudayl bin İyaz, İbrahim bin Ethem, Dâvûd et-Tâî, Süfyan Sevrî, Ebû Süleyman Dârânî, oğlu Süleyman, Zünnûnî Mısrî, kardeşi Zülkefil, Bişr-ul-Hafî, Serî Sakatî, Hars el-Muhasibî gibi binlerce tebe-i tâbiînden müteşekkil kafile, hepsi, ehli mukâşefe, muhsin, zâhid ve ehli tasavvufturlar. İşte bizim imamlarımız bunlardır. Radıyallahu anhum....

bunların uygulaması ne ise bizim kabulumuz, ne bunların hoşuna gitmemiş ise bizim reddimize mahaldir.

İmam Mâlik radıyallahu anh:

" Kim fıkıh ilmini anlamadan tasavvufu izhar ederse, gerçekte zındıklaşır. Ve kim tasavvuf ( özleşmek) ilmini anlamadan, fıkıh ilmini izhar ederse, gerçekte fâsık olur. " buyurmuştur.

Bize Vâsıl bin Abdil'a'la söyledi....( hadisin tahric bölümü şahıs
isimleri uzunca kim kimden aldı kısmı şahısların ismi uzunca geçiyor) Dedi ki: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'den işittim, şöyle dedi:

"İnsanların (içinde yaşanılan zamanın) en hayırlısı benim karn'ımdır. Sonra onların peşinde gelenlerdir. Sonra onların peşinde gelenlerdir. Sonra bunların akabinde gelen bir kavm olur ki, semizlenirler; semizlenmeyi severler. Onlardan şahidlik taleb edilmediği halde şahitlik yaparlar."
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
SORULDU:

Efendim ruhum kurban olsun. Şer'î hükümler birdir. Hakîkat kâbil-i taksim olmayan yine şeriatın kendisidir. Hakîkat, şeriat, tarîkat isimleri nereden çıkmıştır? Neden zâhire hüküm verilir? Bu hususta nefsimize nasıl itminan gelir? Terbiye-i nefs hakkında ad a'dâ aduvvike-l-lezî beyne cenbeyke " Sen en büyük düşmanını iki kürek kemiği arasında olanı bil. " mealindeki hadîs-i şerifin manasını bize ihsan buyurur musunuz?

BUYURDU: ( es Seyyid eş Şeyh Abdulhakîm el- Hüseynî rahimehullah) Allah Teâlâ'nın kuluna hitabı üç mertebededir:

a- İbadetin keyfiyetini beyan olarak muamele, cezalar, emanetler, miraslar ve bedene aid hitablardır. Bunun iç yüzüne şeriat denilir, dış yüzüne tarîkat denilir.

b- Kalbe müteveccih olan hitablardır. İtikad, amel, ahlak gibi kalb ve dimağ terbiyesine müteveccih İlâhî hitablardır. Bunun da dış yüzüne şeriat, iç yüzüne de tarîkat denilir.

c- Bir anda hem bedene, hem de bedenin iç yüzüne müteveccih olan hitablardır. Buna da hakîkat denilir.

Bazı meşâyıh birincisine beden terbiyesi, ikincisine nefs terbiyesi, üçüncüsüne kalb terbiyesi demişlerdir. Beden, sûreti taksimle tahrib olsa bile kâbil-i taksimdir. İnsanın içi ise kâbil-i taksim değildir.

Binaenaleyh Ârif Sehreverdî ve Beyazıd-ı Bestâmî gibi zevat şöyle dediler:

Men teşerra' ve lem yetesavvaf fekad tefesseka ve men tesavvaf ve lem yeteşerra' fekad tezendeka " Kim şeriatı tutup tarîkatı bırakırsa fâsık, kim de tarîkatı tutup şeriatı bırakırsa zındıktır. " yani şeriatın mücerred bir zâhirden ibaret olduğunu iddia eden fâsıktır; mücerred bâtın diye iddia eden de zındık ve münafıktır. zira birinci ve ikinci itibarla iç ve dış yüz birdir. ve men cemaa beynehumâ fekad tehakkaka "

Kim ki şeriat ve tarîkatı birleştirdi ise şübhesiz o hakîkate kavuşmuştur. " buyurmuştur. Yani zâhir ve bâtın birdir.

Bir ağacın kökü var; yer altında damarları var; ve dalları var. Şeriat damarlar gibidir, tarîkat kök, hakîkat dal, meyvesi de ma'rifet gibidir. Hangisini ortadan kaldırırsan ağacın hepsi ortadan kalkar. Yahud şeriat beden, tarîkat kalb, hakîkat ruh, ma'rifet ise bunların müşahedesidir. Hadîs-i şerîfe gelince Şâh-ı Hazne bize sohbet etti şöyle buyurdular:

İnsanın nefsi faydalı olanı def, zararlı olanı celbeder. Kalb onun zıddını ister. Fakat sûreten gizli olan nefs gizlice birçok hileler yapar. Hadîs-i Nebevî de o iki kürek arasında gizlenmiş nefsinin düşmanlığı ve hilesi, şeriatı inkar eden kafir, inanmayan münafık, tatbik etmeyen fâsıktan daha fazladır. Ezcümle sıfatı kötülüğü emretmektir. O nefsi sıfatından çıkarıp itminan ve sukûnet sıfatına yönelmek gerekir. Bu nefs ıslah olmayınca, ma'rifetin ne olduğu bilinmez. Nasıl ki hasta insana ne versen acı gelirse öylece nefse de İlâhî hitablar, emrler acı gelir. İtminan derecesinde nefs sıhhati bulur, sıhhat bulunca kendisi kendini muhafaza eder. Bu sayede Allah'ın ma'rifeti ona baş gösterir. Nefs bu saadete kavuşunca mü'min, kâmil ve salih olur. Ahirette de saîd olur.


Hürriyet Allah'tan başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. eş-Şeyh Abdulhakîm el-Hüseynî

İzâ mâ halevte-d-dehra yevmen felâ tekul
halavtu ve lâkin kul aleyye rakîbu
ve lâ tahsebenne-l-lâhe yeğful sâatun
ve lâ enne mâ tuhfîhi anhu yeğîbu
elem tera enne-l-yevme esrau zâhibin
ve enne ğadan linnâzîne karîbu


Zamandan bir günde tek başına kalsan, sakın, tek başıma kaldım, deme. Bilakis, üzerimde gizli ve aşikârımı murakabe eden vardır, de. Allah Teâlâ'nın bir saat senden gafil olduğunu ve O'ndan gizlediğin şeylerin Kendisi'nden gaib olacağını sanma.

Bugünün ne çabuk geçici olduğunu ve bekleyenler için yarının ne kadar yakın olduğunu görmez misin? İmam Şâfiî radıyallahu Teâlâ anh


Edeble Varış Lutufla Dönüş Dilara Yayınları
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Evliyadan ve ruhanilerden manevi yardım istemenin açık delillerini hadis-i şeriflerde bulabiliriz. Utbe ibni Gazvan (radıyallahu anh)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Resulullah (sallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:

"Sizin biriniz; bir şey kaybederse yahut yanında arkadaşı bulunmadığı bir yerde yardım isterse 'Ey Allah'ın kulları bana yardım edin! Ey Allah'ın kulları bana imdat edin!' desin. Çünkü Allah'ın bizim görmediğimiz kulları vardır." (1)

İmam-ı Taberanî (rahimehullah)’ın beyanına göre, bu hadis-i şerif tatbik edilmiş, böylece yardım görülmüştür.

İbni Abbas (radıyallahu anh) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulüllah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki Allah’ın, hafaza meleklerinin dışında yer yüzünde melekleri vardır ki, ağaç yapraklarından düşenleri yazarlar. Sizin birinize çöl arazisinde bir aksaklık isabet ederse, 'Ey Allah'ın kulları! (Bana) yardım edin diye seslensin " (2)

Abdullah ibni Mesud (radıyallahu anh)’dan rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifte, Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:

"Sizin birinizin sahrada hayvanı kaçarsa, 'Ey Allah'ın kulları hapsedin! Ey Allah'ın kulları durdurun!' diye seslensin. Çünkü Allah'ın yer yüzünde hazır bulunan kulları vardır, Onu tutarlar. " (3)

İşte bütün bu hadis-i şerifler, mukaddes ruhlara sahip olan varlıklarla tevessülün ve onlardan himmet (yardım) istemenin caiz olduğunun, açık delilleridir.

Devenin bulunması için yardım edenler, Mevlâ'nın bulunması için yardım etmezler mi?

Allâme Muhammed İbni Allan (rahimehullah) "Ezkâr" şerhinde şöyle demiştir; “Bu hadis-i şeriflerde geçen, "Allah'ın kulları"ndan maksat, ya melekler veya müslüman cinler ya da, "Ebdâl" diye isimlendirilen "Ricâl-i Gayb" (seçkin veliler)’dir.”

İmam-ı Nevevî (Rahimehullah) ise şöyle demiştir: “İlimde büyük hisse sahibi olan bazı büyüklerimiz, içlerinden birinin katırı kaçtığında bu hadis-i şerifle amel ederek, Allah'ın kullarından yardım istediklerini ve o anda hayvanlarının bulunduğunu bize nakletmişlerdir.

Bir kere benim de aralarında bulunduğum bir cemaatte, hayvan kaçmağa başladı, insanlar onu tutmaktan âciz kalınca, ben bu isti'âne'yi (yardım isteme lafzını) söyledim. Benim bu sözümden başka görünen hiçbir sebep ortada yokken hayvan o anda durdu.” (4)

İmam-ı Nevevî gibi Şâfi'î Mezhebinde ictihad mertebesine ulaşmış büyük bir âlimin bu beyanı, bu hadis-i şerifin sağlamlığına ve bununla amel etmenin cevazına açıkça delâlet etmektedir.

Ayrıca Sahabe-i Kiramın tatbikatı da bu yöndedir. Çünkü onlar, vefatından sonra da, Resülüllah (sallallahu aleyhi vesellem)’e nida ederek yardım istemişlerdir. Nitekim şu rivayetler bunun en açık delillerindendir.

Hafız İbni Kesir’in naklettiğine göre, Yemame vakıasında Müslümanların şiarı (Nişanı) “Ey Muhammed” sözleriydi. (5)

Abdurahman ibn Sa’d (radiyallahu anh) şöyle anlatıyor: “Bir kere Abdullah İbni Ömer (radiyallahu anh)un ayağı uyuştu. O zaman sahabeden bir adam, ona en sevdiğin bir insanı an dedi. O’da “Ya Muhammed” deyince, bağlardan kurtulmuş gibi rahatladı. (6)

Önemli Bir Uyarı

Burada şu itikadi hususu da açıklığa kavuşturalım ki; kendisinden yardım istenen ‘hakiki fail’ Allah-u Zülcelal’dir. Kendisiyle tevessül edilen kul (peygamber, veli) Allah’ın yardım ve yaratmasına vesile olandır. Yani, Sahabe’nin sahih itikadı, elbette her şeyi yapan-edenin Allah olduğu noktasında sabitti ve kullardan yardım istemeleri, gerçekte yaratıcının yaratmasına tabiydi.

Günümüzde bazı kimselerin, -haşa- Sahabe’den daha sağlam bir itikada sahipmiş gibi, tevessülü itikada aykırı görmeleri, onların bakışlarının bulanıklığından başka neyle açıklanabilir?

Allah-u Zülcelal, nasıl ki büyük meleklerden olan Mikail (as)ı kevni konularda, kainattaki işlerle vazifelendirmiş ise ve o da yağmurun yağmasına, rüzgarın esmesine, bir şahit ve nöbetçi gibi vazife yapıyorsa, Peygamberlerin ve Evliyaullahın ruhaniyetleri de Allah’ın yaratmakta olduğu olaylara şahitler hükmünde vazifedardırlar.

Ayet-i Kerimeler Ne Diyor?

Nitekim Suheyb (radıyallahu anh) dan rivayete göre, Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) Burûc Suresinde zikredilen Ashab-ı Uhdûd kıssasındaki çocuktan bahsederken:

"O çocuk, körü ve alacalıyı iyi ediyor, insanları diğer hastalıklardan da tedavî ediyordu. " (7) buyurmuştur.

Mevlâ Tealâ, kendisi için: "Bütün işleri O yönetiyor." (Yunus Suresi: 3 den) buyurduğu halde, melekler hakkında:

"İşleri yönetenler." (Nâzi'ât Suresi'5) buyuruyor. Yine kendisi hakkında: "Ölüm meleği sizi alır. " (Secde Suresi 11'den) buyurmaktadır. Yine böylece: "Allah dilediğini hidayet eder." (Nur Suresi: 46 dan) buyurmuşken, Peygamberleri hakkında:

"Biz onları bizim emrimizle" Hidâyet eden önderler yaptık." (Enbiya Suresi: 73 den), Resulullah (sav) hakkında da: "Elbette sen dosdoğru bir yola hidayet edersin." (Şu'arâ Suresi: 52 den) buyurmuştur. Bunun örnekleri daha pek çoktur.

Cebrail (aleyhisselâm) da Meryem valideye: “Sana bir çocuk vereceğim” (Meryem Suresi:19 dan) demiştir.

Bütün bu ayet-i kerimeler, açıkça ifade etmektedir ki, bütün işleri yaratan ve yöneten hakikatte, ancak Allah-u Tealâ ise de bazı kullarına, tedbir, hidayet, hıfz, himaye ve hibe (yönetme, erdirme, koruma, kollama ve bağış yapma) gibi konularda ehliyet ve salâhiyet (yetki) vermiştir.

Artık bu vesileleri inkar etmek, insaftan ve idraktan değildir. İşte rabıtayı, tevessülü, isti'âne ve istiğâ'seyi (Allah dostlarını hatırlayıp, onlardan himmet istemeyi) kabul etmeyenler, yabu nasları (açık delilleri) anlamayacak kadar cahil veya ilimleri, işin iç yüzünü kavrayamayacak kadar sathî (yüzeysel)’dir.

(Ahmed Mahmut Ünlü, Tarikat-ı Aliyye’de Râbıta-ı Celile isimli eserden istifade edilmiştir.)

Dipnotlar:
1)Taberanî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, No: 290, 17/117, Heysemî, Mecme'u 'z-Zevâid, No: 17103, 10/188
2)İbni Hacerel-Askalânî, Muhtasar-u Zevûidi'l-Bezzâr, No: 2128, 2/420
3)Ebu Yâ'la, Müsned, No: 5269, 9/177, ibni Hacer, el- Metâlibu'l-Âliye, No: 3375, 3/239, Taberanî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, No: 10518, 10/217, Deylemî, Müsned-i Firdevs, No: 1311,1/330
4)îbn-i Allan, el-Fütûhâtü'r-Rabbâniyye, 5/150-151
5)İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye: 6/324
6)Buhari el-edeb’ül-Müfret: 438 no:993 sh:262
7)Müslim, zahd: 17, No: 3005, 4/2299, Sahih-ibni Hıbbân, No: 870, 2/116
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
TASAVVUF'UN TARİFİ-KAYNAĞI-GAYESİ

Hâfız Takyeddîn el-Vâsıtî diyor ki : Şeriat terazisiyle hal ve hareketlerini ölçmeyen bir kimsenin fenâfillah yollarına girmesi, asla mümkün değildir.

Bazıları fenâfillah makamının fenâfirrasul makamından daha yüksek olduğunu zannettiler. Amma gerçek öyle değildir. Bilakis arifler fenâfillah makamını Peygamberin sünnetinin ihyâsına hasrettiler. Bunun ise, Peygamberde fânî olmaksızın husûlü muhaldir. Çünkü Allah Teâlâ Kitâb-ı Kerîm'inde Kendi mehabbetinin, Ona ittibâ' etmekle meydana geleceğini beyan buyurmuştur:

"De ki: Hakikaten Allah'ı seviyorsanız, Bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin. " mealindeki Ali İmran suresinin 31. ayetinde, Allah Teala'nın sevgisi ve bu sevgide istiğrak bularak fenafillah olmak, Peygambere ittiba' etmekle tefsir ve izah edilmiştir..

Binaenaleyh ittibâda keml bulmayanın sevgiyi iddia etmesi, abes bir şeydir. Şu halde fenâfillah olmanın manası, Allah'ın isyanını terk etmek şartıyla Peygamber'ine tam ittibâdır. İşte bunun içindir ki Ebû Bekr Sıddîk radıyallahu anh, yemin ederek şöyle buyurdu:

" Peygamber'in akrabasını kendi akrabamdan daha fazla severim. Zira Peygamber onları sevmiştir. " Çıhar yâr-i güzînin, Peygamber'den bahsedildiği zaman sevgiden benizleri sararır.. ve gözyaşları dökerlerdi. El_Kenz-ul Mutalsem fî Meddi Yedihi sallallahu Aleyhi ve Sellem li Veledihi Gavs-ır-Rıfâiyy-il-A'zam s.26

Şeyh Abdulkâdir Geylânî Bâz-ı Eşher kuddise sırruhu şöyle buyurur: Mansur-u Hallac'ın kanadı uzadı da uçmak istedi; şer'i şerîf onun kanatlarını kesti. Eğer zamanında benim gibisine rastlamış olsaydı, uçuşunda düşmezdi.. ve öyle abuk sabuk sözler söylemezdi. Kalâid-ul-Cevâhir s.17

İmam Rabbânî her mektubunda, tarikatının şeriatı ihya etmek ve sünnete ittibâ' olduğunu sık sık tavsiye eder.

Serî Sakatî kuddise sırruh, tasavvufun hakikatini şöyle anlatmıştır: " Tasavvuf, güzel ahlaktır, Şerefli insanlar, kabiliyetli insanlara onu izhar eder. "
Şeyh Cüneyd Bağdâdî: " Tasavvuf, alçak ve nâhoş ahlaktan sıyrılmak; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in güzel ahlakına bürünmektir. "
Ebû Ömer ed-Dimeşkî: " Tasavvuf, her noksandan münezzeh olanın tecellîsini müşahede etmek için kainatı noksan görmek ve hatta her noksandan göz kapatmaktır.

İmam Mâlik radıyallahu anh:

" Kim fıkıh ilmini anlamadan tasavvufu izhar ederse, gerçekte zındıklaşır. Ve kim tasavvuf ( özleşmek) ilmini anlamadan, fıkıh ilmini izhar ederse, gerçekte fâsık olur. " buyurmuştur.

Abdestsiz namaz bâtıl olduğu gibi, fıkıhsız tasavvuf da bâtıldır. Çünkü fıkıh, tasavvufun şartıdır. Fakat tasavvufsuz bir fıkıh ile, ne kadar muvaffakiyet olacağı malum değildir.

Zira tasavvuftan iman ve İslamla alakalı olan kısmın inkarı küfürdür; ihsanla alakalı kısmın inkarı fısktır. İmam Mâlik bunu kastetmiştir...

Fakat İmam Gazâlî: " Tasavvufun en az derecesi, ona inanmak ve ehline havale etmektir. " demiştir. Bu takdirde, tasdikle fısktan kurtulmuş olunur.

İkâz-ul-Himem fî Şerh-il-Hikem c.1 s.9, 11 ; El-Muhkem fî Şerh-il-Hikem c.1 s.74, 76; Ğays-ul-Mevâhib-il-Aliyye c.1 s.127 ; İthâf-u Sâddet-il-Muttakîn c.1 s.148, 154, c.3 s.116
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Ömer bin Hattab radıyallahu anh şöyle anlatıyor:

Bizler bir vakit Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yanında idik. Ansız, bembeyaz elbiseler giymiş, saçları son derece siyah ve üzerinde seferin eseri olmadığı ve bizden hiçbir kimsenin onu tanımadığı bir adam içeriye girdi.

Nihayet Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in yayında oturdu. Dizlerini Onun dizlerine dayandırıp diz çöktü. Ellerini Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in dizleri üzerine koydu. Ve şöyle dedi:
" Ya Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), bana imandan haber ver."
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

İman Allah Teala'ya, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, ahiret gününe inanmandır. Bir de kaderin hayrına ve şerrine inanmandır." buyurdu.

Adam: " Doğru dedin. Öyleyse bana İslam'dan haber ver. " dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

İslam, Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına ve hakikaten Muhammed'in ( sallallahu aleyhi ve sellem ) O'nun elçisi şehadet etmendir. Namazı yerli yerinde kılmandır. Zekatı ( müstahakkına) vermendir. Ramazan orucunu tutmandır. Beyti ( Muazzama'yı ) haccetmendir, eğer ona güç buluyorsan. " buyurdu.
Adam: " Doğru dedin. Öyleyse bana İhsandan haber ver. " dedi:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

İhsan, gerçekte senin Allah Teala'yı görür gibi ibadet etmendir. Şayed sen O'nu görmezsen, gerçekte O seni görüp durur. " buyurdu.

Adam " Kıyametten bana haber ver. " dedi.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

Kıyametten sorulan, sorandan daha bilgin değildir." buyurdu.

Adam: " O halde bana emarelerinden haber ver. " dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

Cariyenin efendisini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının binalar yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir. " buyurdu.
Hazreti Ömer buyuyur ki: Biraz sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “ Soranın kim olduğunu bildin mi? " buyurdu. Dedim ki: " Allah ve O'nun Rasulu daha iyi bilir. " Bunun üzerine: " Gerçekte o Cibril idi. Dininizi size öğretmek için gelmişti. " buyurdu. Müslim h.n 7-10; Buhari h.n:50
Görülüyor ki, Allah'ın Rasûlu sallallahu aleyhi ve sellem, ashabına iman ve İslamı öğrettiği zamanda, ihsanı da öğretmiştir. Demek ki dinin temeli iman, İslam ve ihsan olmak üzere üçtür. İstersen tarîkat, şeriat ve hakikat de. İster itikad, ibadet ve ahlak de. Her ne dersen de, bu ve benzer hadislerde tasavvuf konusunu açıklayan , ihsan'dır. Onun üzerinde duralım:

İhsan, gerçekte senin Allah Teala'yı görür gibi ibadet etmendir. Şayed sen O'nu görmezsen, gerçekte O seni görüp durur
Hadis-i şerifteki bu kısımdan iki şey anlaşılır: İlim ve amel.. İlimsiz amel ve amelsiz ilim faydasız oluşunda, ümmet ittifak etmiştir. Ancak tatbikatta ihsan; iman ve İslamın içine girdiği gibi; ayrıca müstakil olarak bir makamdır.
İhsanın iki mertebesi vardır:

Birincisi ve en üstünü "gerçekte senin Allah Teala'yı görür gibi ibadet etmendir." cümlesidir. Tabiî ki, bunda mücerred bir şey anlaşılmıyor. Bundan şu anlaşılır: İmanla alakalı olan ihsan; ayan ve şuhud derecesinde olarak, keyfiyet, kemiyet, benzer, zaman, mekan, sûret ve hayalî resimler olmaksızın akıl, kalb ve ulvî ruhun, Rabb Teala'yı görür gibi inanması ve bu görgü üzerine Ona ibadet etmesidir.

İkincisi " Şayed sen O'nu görmezsen, gerçekte O seni görüp durur. " mertebesidir. Gerçi, birinci mertebeye nazaran bu makam daha aşağı ise de, haddi zâtında bu mertebe dahi yücedir. Çünkü, " O beni görür " diye inanan, ibadet eden ve davranan mü'minin hali de güzeldir.

Birinci mertebe sıddîkların; ikinci mertebe takvâ sahibi olan evliyanın makamıdır.

İşte ihsanın birinci mertebesi şuhud, ayan; ikinci mertebesi ise murakabe makamıdır.

devam edecek
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Demek tasavvuf, "denildi, dedi" den değil, dînin esasından alınmıştır. Şu kadar ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hayatında; ihlas, ihsan ve murakabe ile beyan edilmiştir.

Zihni donuk, anlayışı somut, kalbi dönük avam tabakasının tasavvufu inkar etmeleri; ihsan mertebelerini inkar etmekten ibarettir. Ayrıca bunlarda tahkîkî ve yakînî iman olmadığı için, taklîdî imanda aklamaktadırlar.

Ashab devrinde, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hayatta olduğu için, insî şeytanların aklı; cinnî şeytanların kalbi bozmaya imkanları yoktu.

Tâbiîn ve tebei tâbiîn devresine kadar böyle devam etmiştir.

Yani Müslümanlar imanı, İslamı ve ihsanı tatbik ederlerdi.

Tebei Tâbiîn devresinde fitneciler, fitilleriyle çoğaldı; insî ve cinnî şeytanlar yol buldular.

Reislere, heva ve heveslerine uymaya başladılar; bid'atler tezâhür etti.

Ve binaenaleyh hâdiselere sed çekmek için, bil mecburiye, ihtiyaca mebni, meslekler meydana geldi.

Elbette bu meslekler isimsiz olamazdı. İşte üçüncü asrın başlarından itibaren Ehli Sünnet velCemaat ulemasından her bir alim, onda ihtisas gördüğü şeriatın kısmına isim takmaya mecbur kaldı.

Artık her bir müctehid, çalıştığı sahasına göre bir veya iki mesleği tayin etti. Ancak hepsi de, sözleri ve fiilleri için ayetten, hadisten hüküm alarak sened göstermeye mecbur kaldılar. Bu arada bid'atçilere de set çekmeye çalıştılar.

Derken, ümmet parçalandı... ve yetmiş üç fırka meydana geldi. Elbette bu fırkaların içerisinde, ilimlerini senedle alan, Fırka-i Naciye olmuştur.....

Hârise, Berra' bin Mâlik, Ebû İsrâil, Huzeyfe, Ebû Sıddîk, Osman, Ali, Selman, Suheyb, Ebû Râfı', Bilal ve Habban hazeratı gibi bin kadar sahabi;

Zeyn-ul- Abidîn'in torunu Ali bin Hüseyn, İmam Bâkır, İmam Câfer Sâdık, Üveys-ul-Karanî, İbnu Hâzım, Seleme bin Dinar, Hasan Basrî, Alkame, Esved bin Zeyd, İbrahîm Nehâî, Malik bin Dinar, Muhammed bin Sîrîn hazeratı gibi tâbiîn;

ve Abdulvâhid bin Zeyd, Utbet-ul-Ğulâm, Fudayl bin İyaz, İbrahim bin Ethem, Dâvûd et-Tâî, Süfyan Sevrî, Ebû Süleyman Dârânî, oğlu Süleyman, Zünnûnî Mısrî, kardeşi Zülkefil, Bişr-ul-Hafî, Serî Sakatî, Hars el-Muhasibî gibi binlerce tebe-i tâbiînden müteşekkil kafile, hepsi, ehli mukâşefe, muhsin, zâhid ve ehli tasavvufturlar. İşte Ehli Sünnet velCemaat’in imamları bunlardır. Radıyallahu anhum....

Bedîuzzaman rahimehullahtan bir iki kıymetli mülahaza aktaralım:

" Şimdiye kadar tasavvuf hakkında milyonlarca eser yazılmıştır. Bu kadar alimi ve ardınca gidenleri inkar etmek kâr-ı akıl değildir.....

Adi bir samimi ehli tarîkat, sûrî, zahirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat ( rabıta) vasıtasıyla ve o mehabbet-i evliya( manevi beraberlik) cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle fâsık olur, fakat kafir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz.

Şedîd bir mehabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyıhı, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez.

Çürütemediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez...

Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik alim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir.

29. mektub, telvihât-ı tis'a'dan 3.telvih
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
TASAVVUF NEDİR?



İmam Hâfız Ebû Nuaym el-Esfehânî, Ebu-l-Hasen el-Ferğanî'den naklen diyor ki: - Ben- Hicri 334'te vefat eden - İmam Şiblî'den:

" Ârifin alameti nedir? " diye sordum;

" Göğsü = latîfeleri açılıp genişlemek, kalbi yaralı, cismi ayak altında ezilmektir. " diye cevap verdi.

" Tamam, bu Ârifin alâmetidir. Ârif-i Billah kimdir? " diye sordum;

" Ârif-i Billah odur ki, Allah Azze ve celle'yi isim ve sıfatlarıyla da bilmiş, Allah Azze ve Celle'nin muradını da bilmiş, Allah Azze ve Celle'nin emrleriyle amel etmiş, yasaklarından sakınmış ve halkı kendi benliğine değil, doğrudan doğruya Allah Azze ve Celle'ye davet etmiştir. " diye cevab verdi.

" Tamam, bunun Ârifin alâmeti olduğunu anladık; sûfî kimdir? " diye sordum;

" Kalbi saflaşan ve kalbinin saflığıyla seçilmiş, sonra Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem'in yolunu yol edinerek ondan yürümüş, dünyayı kafasının arkasına atmış, nefsin hevasına, ibadetin cefâsını tattırmıştır. " diye cevab verdi. Ben:

" Tamam, bu sûfî, anladık; tasavvuf nedir? " diye sordum;

" Tasavvuf, Allah Teâlâ'yı ta'zim ederek taat ve ibadetlere nefsi alıştırmak, göz kapatmak - yani rabıta, murakabe ve muhasebe-, zorluğa katlanmaktan yüz çevirmektir. " diye cevab verdi. Ben kendisine:

" Bundan daha güzel tarif et; tasavvuf nedir? " diye sordum;

" Tasavvuf, kalbleri temizlemek ve onu ğaybleri iyiden iyiye bilen Zât'a teslim etmektir. " diye cevab verdi.

" Bundan daha güzel tarif et; tasavvuf nedir? " diye sordum;

" Allah Teâlâ'nın emrlerini yüceltmek, mahlukuna şefkat etmektir. " cevabını verdi. Ben:

" Bundan daha güzel sûfîyi bana tarif et; sûfî kimdir? " diye sordum;

" Dünyaya aid bütün kederlerden arınan, tabiat haline gelmiş âdetlerden kurtulan, fikirle kalbi dolan ve nezdinde altınla kerpiç bir seviyede olan zattır. " diye cevab verdi.

Kaynak: Hilyet-ul-Evliyâ' c.1 s.22,23
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
tasavvuf kelimesi te, sad, vav ve fe`den ibaret dört harftir.

Bu harflere göre, tevbe ile teslim, takva, tevekkül, sabr, sıdkla sadakat, safa, vird, vudd, vefa, ferd, fakr, fena`dan ibaret olur.

Bu taktirde tasavvuf bazel imanın cüz`ünden bazan da kemal şartlarından sayılır.

tasavvuf cevher ve hakikati itibariyle iman, sıfatı itibaryle islam, tatbiki itibaryle ihsandır. Bu üç makamı Edeple Varış Lutufla Dönüş adlı eserimizde beyan etmişiz. Bu cihetle ele almıyoruz.

Tarifi:

a- tasavvuf hiçbir şeye mülk olmamak ve hiçbir şeye sahib olmamaktır.

b- Vakti bilmek ve yerli yerinde değerlendirmiktir.

c- İlletsiz olarak Allah Teala ile beraber olmaktır. Ve kalbe gafletin gelmemesidir.

d- Güzel ahlakların değerli vakitlerde zahir olmasıdır. Bu taktirde esası, fakr u iftikarı iltizam etmektir. Allah yolunda mevcut gücü harcamaktır. Doğrusu taarruz ve iradeyi bırakmaktır. Bunları yapabilene sofi denilir.

e- tasavvuf, sadece Canabı Hak Teala`ya teslim olmak ve halktan alakayı kesmektir . Binaealeyh hizmetin mukabilini Allah`tan başkasindan istememek ve istikamet halinden ayrılmamaktır.

f- Bütün kötü ahlaklardan sıyrılmak ve bütün güzel ahlaklarla ahlaklanmaktır. Hakla konuşmak, kalbi de Cenab-ı Hakk`ın tecelliyeleri için boşaltmaktır.

g- Allah Teala`nın emrlerini yüceltmek, O`nun emriyle kullarına kemaliyle hizmet etmektir.

h- Küfürden, şirkten tevhide, ma`siyetten taate, fısktan ibadete, taguti hükümlerden Kur`an`ın hükümlerine, kısa ifade ile, Allah Teala`nın kahrından rahmetine kaçmak ve sığınmaktır.

Bu cihetle tasavvuf ilmine, firar-i ilallah denildi.

Yahut nefsin istek ve arzularını bırakıp gayretle günahlardan tevbeye sığınmaktır.Bu taktirde tasavvufa hicret denilir.(Firar-ı ilallah ve hicret`i anlamak için El-Ankebut 26, Ez-Zariyat 50`inci ayetlerin tefsirine bakınız.)

Böylece ilmin genişliği nisbetinde ve ehemmiyyetine binaen 96 tarifi vardır.

(Bkz.Ruh-ul-Beyan c.10 s.61. Ruh-ul-Meani cüz 19 s.193 cüz 28 s.158,160. Fatih-ul-Ebyad`ın tekmilinden Yusuf kıssasına bakın.Nefahaf-ul-Üns s.18 ve devamı. Risale-i Kuşeyriyye s.139. Hilyet-ul-Evliya c.1 s.17-123 arası seçme. Gays-ulMevahib-ulAliyye c.1 s.19,20 c.2 s.20 )

Birinci ikinci ve sonuncu tarifden hareketle, T harfine başlıyoruz.

Te-a) Tevbe ile Allah Teala ve O`nun Rasulü`nün emrlerine teslim olmaktır. Bu taktirde “ Ey iman edenler, tam bir sıdk u hulusa malik bir tevbe ile Allah`a dönün. Olur ki Rabb`iniz kötülüklerinizi örter ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah Peygamberi`ni ve iman edip Onunla beraber olanları rüsva etmeyecek... “ (Et-Tahrim. mealindeki ayette, tevbe tasavvufun temeli olmuştur.

Öyle ise tevbe nedir?

Hazreti Ali radıyallahu anh ve keremallahu veche`ye tevbeyi sordular.

Buyurdu ki: Altı şeyle tevbe tahakkuk eder, var olur:

1- Geçmiş günahlara karşı pişmanlık,
2- Terkedilmiş farzları kaza etmek ve ödemek,
3- Kul hakkını geriye vermek ve ödemek ,
4- Hasımlarla helallaşmak,
5- Bir daha günaha dönmemek üzere azmetmektir,
6- Nefsini ma`siyet içinde terbiye ettiği gibi Allah`a itaatte de terbiye etmektir.(Ruh-ul-Meani`ye bakın.Tüm tefsirler alır.)

Teslim, “Ma`budumaz bir tek ilahtır. O halde O`na tam teslim olun. (Habibim Sen) İtaatkar ve mütevazi olanları müjdele ”(El-Hac.a.34. Ali İmran 19 ve 20`inci ayetlerin tefsirine. Risale-i Kuşeyri`ye bakın.) mealindeki ayette emrolunmuştur.

Binaenaleyh tasavvufun birinci temeli ve menşei, tevbe, teslim ve tevhiddir. Hadisi Şeriflerde ve ayeti kerimelerde bu hususta bir çok emirler vardır. Şeyh Cüneyd Bağdadi diyor ki:

Tevhid muvahhadin ( Allah Teala`nın ) hakiki vahdaniyeti ve ehadiyetinin kemaliyle bir tek olduğuna inanmak ve O`nu doğmaktan, doğurmaktan, zıtlardan, denklerden, cisimlerden tenzih etmek ve hiçbir şeye benzetmemektir.

Tevhid, O`nu zihne gelen vehmi ve hayali suret ve keyfiyetlerden tenzih etmektir. “Benzeri şöyle dursun, benzerinin benzeride yoktur” diye inanmaktır.

Görülüyor ki , tasavvufun menşei tevbedir, teslimdir, tevhiddir. Tevhid ve teslim ciheti ile tasavvuf imanın cüz`ünden, tevbe cihetyle şart-ı kemalinden sayılmaktadır. O`nun için münküri kafir olur. (Risale-i Kuşeyri`ye bakın s.3, 146 H.B.Çantay Kur`an-ı Hakim ve meal-i Kerim`de İhlas suresinin dipnotuna bakınız. Alusi c.19 s.193) Kim Allah`ı Rabb, İslamı din, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)`i de Rasuli olarak kabul ettim derse, cennet ona hak olmuştur.” Mealindeki hadis-i şerif gibi birçok deliller vardır.

Te-b) Tasavvufun ikinci basamağı takva`dır. Takvanın da birinci mertebesi şirkten korunmaktır. İkinci derecesi Allah Teala`nın yaklamış olduğu küçük ve büyük günahlardan bil fiil sakınmaktır. Üçüncü derecesi, günahların arzularından dahi sıyrılmaktır.

Binaenaleyh tekva, ikinci ve üçüncü itibarla imanın kemal şartından, birinci itibarla cüz`ünden sayılmıştır.

(El-Bakara suresinin ilk beş ayetinin tefsirine bakınız.)

Takvanın birçok derceleri vardır; istikametle tarif edilir.

Nitekim, Süfyan bin Abdullah es-sakafi şöyle anlatır: Ben Rasulü Muhterem`e dedim ki : Bir şey bana söyle, artık sensen sonra kimseye sormayayım.

“EMENTÜ BİLLAHİ TEALA SÜMMESTEQIM”

“Allah`a inandım de. Ve dosdoğru ol.” Buyruldu.

Te-c) Tevekkül ve tevessüldür.

“Hüküm Allah`tan başkasının değildir. Ben ançak O`na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de, yalnız O`na güvenip dayanmalıdırlar.” (Yusuf suresi 67) mealindeki ayet gibi bir çok ayetler tevekküle delildir. Ehli tasavvuf sebeblere değil, sebebleri yaratana dayanırlar. Elbette tedbir ve tevessül tevekküle engel olmaz.

Binaenaleyh tevbe , teslim, takva ve tevekkül makamlarına muvaffak olabilmek için tevessül gerekir. Bubun için “ Ey iman edenler Allah`tan korkun. Ve O`na (ulaşmak için) vesile arayın” ve : “İçlerinde de sabır ve sebat ettikleri zaman emrimizle doğru yola devk edeçek rehberler tayin etmiştik ve onlar ayetlerimizi çok iyi biliyorlardı.”(El-Maide suresi 35 , Secde suresi 24) mealindeki ayetlerde vesile aramak ve rehberlerin emirlerine uymak emredilmiştir. Öyle ise tevhidle tevessülü bilelim.

devam edecek
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Feyz-ul-Kadîr'in müellifi, İmam-ı Subkî'den naklen şöyle demiştir: "Allah Teâlâ'ya yaklaşmak için Peygamberleri vesile kılmayı = teşeffu' ve istiâneyi, selef ve haleften, İbnu Teymiyye'ye gelinceye kadar hiçbir kimse inkâr etmemiştir. O ise hak yoldan ayrılıp, şefaat ve vasıtayı, meded beklemeyi inkâr etmiştir.[1]





Şefaat manasında gerek hadis ve gerek tasavvuf kitapları ve gerekse ehli kelam, selef-i salihîn, halef-i tâbiîn ittifakla dört kelime kullanmıştır.


1- İstiâne; yardım taleb etmek manasındadır.


2- İstiğâse; meded istemek ve meded beklemek demektir.


3- Tevessül; herhangi bir zat veyahud da salih ameli, Allah Azze ve Celle'ye tekarrub ve yakın olmak için vasıta etmektir. Vâsil: tâlib, rağbet edici demektir.


4- Teveccüh; yüzünü başkaya döndürmektir. Tevcîh, lügat hususunda, yönelmek manasında ise de, ıstılah olarak göndermek ve yönelmek demektir.


Bu dört kelimenin manalarını içine alan, içinde kuşatan, şefaat kelimesidir. Şefaat: dilemek, esirgemek, göndermek, işi yapmak için diğerini vasıta kılmak demektir; salih kimsenin eteğine yapışmak ve yanaşmak iştişfâ'dır.


Şeriat diliyle şefaat, vesile, istiğâse, teveccüh ve istiâne aynı manalarda kullanılmıştır.


Halkın bu kelimeleri kullanmaları, küfür ve şirke mûcib değildir. Şu hadîs-i şerifin tahlîline bakalım:






Allâme Şehâb-ur-Remeliyy-uş-Şafiî rahimehullah, “Avamın, belaya giriftar olduklarında ‘ya şeyh filan' demelerine ne buyurursunuz? ' sorusuna:


Enbiya ve rusulle aleyhimussalatu vesselam, evliya, ulema ve Salihlerle istiğase caizdir.” cevabını vermiştir.


Şeyh Abdulğânî En-Nablûsî Cem'u-l-Esrar fî Men'i Eşrâr an-it-Ta'ni fisSofîyet-il-Ahyar adlı eserinde, Şehab-ur-Remlî'nin sözünü naklettikten sonra şöyle devam eder:

“Şehab-ur-Remlî, Ey İman edenler Allah'tan korkun ve vesileyi taleb edin…” mealindeki ayete mebni, tevessül ve istiğasenin caiz olduğunu kastetmektedir.

Nitekim Şehab-ur-Remlî demiştir ki: Enbiya ve evliyaya, ölümlerinden sonda da sığınmak caizdir. Çünkü enbiyanın mu'cizeleri, evliyanın kerametleri, ölümleriyle kesilmez.


Şevâhid-ul Hak adlı eserde, Şeyh Yûsuf Nebehânî bu hususta dört mezheb ulemasının sözlerini nakletmektedir.


Hanefîlerden Hayreddîn-u Remlî el-Fetevâ-l-Hayriyye adlı eserinde "Bir takım insanların zikir esnasında ‘Ya Şeyh Abdulkadir, şey Lillah', 'Ya şeyh Ahmet Rufâi, şey lillah' ve benzeriyle meded istemeleri hakkında ne buyurursunuz? ' sorusuna cevaben şöyle demektedir:

Onların Ya şeyh Abdulkadir demeleri nidâdır. Şey Lillah = Allah için bir şey demeleri, Allah Teâlâ'nın ikramıyla bir şeyi taleb etmektir. Bunun haramlığına hiç bir gerek yoktur. Kayd-uş-Şerâid ve Nazm-ul-Ferâid adlı eserin müellifinin 'Şey lillah' diyen ba'z kâfir olur demesine mağrur olmaya gerek yoktur. Çünkü sözünün delili yoktur.”


Binaenaleyh her iki Remlî'nin de fetvalarına göre, şeyhinden meded bekleyen ve ona sığınan kimsenin talebi, masiyet ve küfür değildir.


Binaenaleyh Said Havva'nın Terbiye tun-er-Ruhiyle adlı eserinde böyle sözlerin şiadan Sünnilere geçmesini iddia etmesi, 'Meded ya seyyîd-i filan' caiz değildir ve tevhide hücumdur demesi, böylece Hasan en-Nedev'in Müzakerat adlı risalesinde, bu gibi sözleri reddetmesi, delilsizdir.


Bunlar, üstadlarıyla birlikte, bu noktada Ehlisünnet VelCemaat ten ayrılıp Vahabilerle birleşmişlerdir. Zatlarla tevessülün şartı zatları kul olarak inanmaktır. Hakiki fail olarak inanmak şirktir.



Şimdiki fikir cereyanı, kabir azabını, şefaati, sırâtı, mi'râcı inkâr eden nice melek kılığında şeytanlar vardır ki Vahabiyye fikrini neşrederler. Pek çok Müslümanlar da onlara aldanıyorlar. Hatta Merdâvî, İbnu Teymiyye, İbnu Müflih ve İbnu Dûyan diyorlar ki: "Her kim kendisiyle Allah Teâlâ arasında vasıtayı kabul ederse o kimse kâfirdir = müşriktir."[10]

Yani demek istiyorlar ki, herhangi bir kuldan meded beklenilmez, ona rabıta kurulmaz, vasıta, şefaat, rabıta yoktur; bunlara inanan kimse mürteddir…


Halbuki milyarlarca, körü körüne değil naklî ve aklî delillerle din alimleri, nice Gazâlî ve Rabbânî gibi zatların arkasından giden zatlar, vasıtayı kabul etmişler ve inanmışlardır. Bu zatları tekfir etmek demek, ümmetin en büyüklerini tekfir etmek demektir.


Binaenaleyh şimdiki profesörlerin ekserisi hatta neşriyatçıların çoğu bu hataya düşmektedirler.



Buna dikkat edelim. Korkarım ve dilerim ki Mısır'a gelen darbe diğer İslam ülkelerine sirayet etmesin... Allah Teâlâ bizleri muhafaza eylesin (Âmîn)


Vahhabiler ecdadları hariciler gibi, halen Salihlerin türbelerine, mürşid ve ehli beyte ve dört mezhebin tabilerine, tarikatlerine kin bağlarlar. Her birisi de ictihad davası peşindedir. “Görüşüm” diye, sapık fikirlerini koskocaman müctehidlerin fikirlerine mukayese ederler.


İşte mühim mevzulardan birisi de budur.


Onun için tashih-i itikad her şeyden önce farz olduğundan, Ehlisünnet velCemaat’in fikirlerini ölçü tutarak eserleri okumak lazımdır.


Şunu da bilelim ki eser okumakla insan kâmil olmaz. Ancak eserleri kâmil bir insandan öğrenip kemal-i edeble onunla amel etmek gerekir.



Binaenaleyh enbiya ve Salihlerin ruhânîlerinin, Mü'minlerin imdadlarına koşmaları, belaların kaldırılması için yalvarışları vakidir, müşahede edilmektedir. Şüphesiz bunlar hepsi şefaat kelimesine dahildir.

burası önemli.
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Tevhid; Uluhiyet, Rububiyet, Malikiyet, Hakimiyet, hakiki tasarruf ve bütün alemin tedbirini Allah Teala`ya tahsis ederek Zat'ında, Sıfatında, Fiilinde O`nu bir tek bilmek, inanmaktır.

Her mü`min namazdan sonra kalbindeki bu ınancını diliyle ilan ederek şöyle der: “ Allahümme entesselamü ve min kesselam tebarekte ya zelcelali vel`ikram.” Yani : Allahım, Sen Selamsın, selamet de Sendendir. Yücesin. Ey Celal ve İkram sahibi.

Şeytan, itikadi sığınışta bazen insanı gaflete sokar; mü`minin kalbini, fail-i hakiki olan Canab-ı Hak`tan çevirerek zahiri surette Allah Teala`nın onu hayra vasıta kıldığı sadaka veren zengine, tesirli ilaç veren doktora himmmet ve dua da bulunan şeyhe, güzel nükteyi açıklayan Profesöre çevirir.

Böylece Kahır ve Rehmet sahibi olan Allah Teala`yı unutturur. Bu unutkanlığa gaflet denilir, ki bu makam-ı farktır.

Bir mü`min bu gaflete dücar olduğunda istiğfarla Allah Teala`nın mutlak hakimiyetini ve tedbirciliğini aklına getirerek O`na sığınır, derhal tevekkül eder ve “Esteğfirullah ellezi la ilahe illa hu:”

“Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah Teala`dan (bu gaflete düçar olmamdan) magfiretimi dilerim” der.

Böylece kalbini gafletten zikre ve şirkten tevhide döndürür.

Nefs, şeyten, kötü arkadaş ve insi şeytanlar bazan birleşib mü`mini tevhidinden iğfal ederek fiilen şeriate muhalif olan hareketlere, kötü huylara sevk ederler.

Bu taktirde mü`min fiili tevessüle baş vurur; Allah Teala`nın her hangi bir nimetinin kendisine ulaşmasına vesile kıldığı zatı, şeyhi, salih ameli, hakiki tesir edici ve fail olarak değil bilakis vesile ve Rabb`inin n’metlerinin zuhuruna illet inanarak, fiili vesilelere ve sebeblere sığınır.

Bu sığınışı tevekkülünü engellemez ve tevhidini bozmaz.

Çünkü muvahhid vesileleri asla uluhiyet ve rububiyet derecesine çıkarmaz, ancak Allah Teala, Peygamber`i, ehli beyti, meşayıhı, ekmel ulamayı sevdiği için ve bunların sevilmelerini ve beraberliğini “Ey iman edenler, Allah`tan korkun ve sadıklarla beraber olun” (Et-Tevbe suresi 119) mealindeki ayetiyle buyrulduğu için, fiilen bunlara sarılarak bunlar vasıtasıyla zulmani vesilelerden nurani vesilelere yapışır.

İşte onun bu fiili tevessül ve teşeffu`dur, duayı taleb etmektir.

Mesela, Allah Teala`nın sevgisini teklif ettiği salahiyetli insanları sever, ona uyar, Rabb`ine ibadet eder ve tapar. Bütün ibadet ve muamelesinden vesileye yapışır, Rabb`ine sığınır. Vesileye uyar, Rabb`ine tapar, Rabb`inden korkar. Önderiyle ve rehberiyle Rabb`inin huzuruna girer, her halukarda Rabb`ine yalvarır.

Lakin Rabb`inin emri olduğu için vesile edindiği kimse ile yürür.

Nitekim namazda imama uyar, şeriati tatbik eder, Allah`a tapar.

Demek şeyh, Ka`be. Peygamber, imam, cihad lideri, maksat değillerdir, vesiledirler.

Maksat Allah Teala`nın rızasını kazanmak ve Allah nazarında beğenilmektir.
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Vesileler çoktur.

Salih amel vesiledir, doktor vesiledir, ilaç vesiledir.

Hasılı, uhrevi ve dünyevi faydalara sebeb olan herşey vesiledir. Amma maksat ide bir tektir. O da Allah`ın rızasını kazanmaktır.

İşte tevhid bunun içindir.

Tevessül ise buna ulaşmak içindir.

Allah Teala`nın nazarında iyi olmak; iyilik yapmak, iyileri sevmek, iyileri yetştirmek onlarla baraber olmaktır. Beraberlik de hayali olur, suri olur.

Evet kul bütün hayatında, islami çalışmalarında, tevhid ile vesile arasındadır.


Önce tevhid sonra vesile. Bu itikatta.. Amma fiilde ise önce vesile sonra tevhid.

Mesela, peygamber`i görmeyen yani sünnetini bilmeyen bir kimse en üstün olan vesileyi, mesela Kur`an ve sünneti bulmadan tevhidi bulamaz.

Bunun için hadis-i şerifte her iki yol beyan edilmiştir.

“Allahım gerçekten ben Sen'den isterim. Rahmet Nebisi olan Peygamberin (vesilesi ve şefaati)le San`a yöneliyorum. Ey Allah`ın Resulü, şu ihtiyacımın giderilmesi için senin yardımınla Rabb`ime yöneldim. Allahım, Onu benim hakkımda şefaatçi kıl.”


Yani : “ Allahım, gerçekten ben Sen`den isterim.” Sen`i severim. Sen`den korkarım, sen`den isterim. Sen`i sevdiğim için sen`den korktuğum için san`a taparım, San`a boyun eğerim. Fakat benliğimi yok edemediğimden, Fiilen rızana uygun hareket edemediğim için; sevdiğini ve uyulmasını emrettiğin “Rahmet Nebisi olan Peygamber`in beraberliği ile yahut yardımı ile san`a yöneliyorum.”

Bu taktirde “Binebiyyike” nin BA harfi musahabe manasında olduğu tahakkuk eder ki, “ Ey iman edenler, Allah`tan korkun ve sadıklarla beraber olun” mealindeki ayetle emredilmiştir.


İşte maiyyet bu.

Yani, “ Şefaat etmek izni Ona vermiş olduğun, yardım etmek ve şefaat etmek iznini taşıyan rahmet nebisi Hazreti Muhammed Sallalahu Aleyhi ve Sellem`in beraberliği ile San`a yöneliyorum. Bu izinden dolayı Sen`i çağırdığım gibi Onu da çağırıyorum.” Ve Tevhidden dönerek : “ Ya Resulallah, beraberliğinle, şefaatinle Rabbime yöneldim.” Burada Peygamber`in beraberliğine ve şefaatçi olduğuna inandığı halde, bu defa vesileden tevhide döner: “ Allah`ım O Peygamber’i hakkımda şefaati makbul olan şefaatçi kıl” der.

Burada iki teveccüh var:

1. Allah`a yönelmek,

2. Peygambere yönelmek,

Allah`a yönelmek tevhid, peygemberi`ne yönelmek tevessüldür.


Tasavvuf dilinde birinciye murakabe, ikinciye rabıta denilir. (En-Nisa suresi 64 ve El-Maide 35`’nc’ ayetleriyle alakali İbni kesir c/2 s/306. Alusi cüz 6 s. 35 Keşşaf c.1 s.538, Tefsir-i Hatib c.1 s.307 ve sair tefsirlere bakınız; vesileden maksadın salih amel ve salih zevat olduğunu görürsünüz.

Bu hususta hiçbir tefsir diğerine muhalefet etmemiştiir. Ehli Sünnetin dışındaki tefsirler müstesna..

Fe- b) Ferd makamıdır . Dışta herkesle beraber , içten Halık’la beraber olmak , bir tek olan Allah’a dayanmak , bütün ibadetleri ve güzel övgüleri O’na tahsis etmekle tekleşene ferd derler.


Bu makama fütuvvet ( yiğitlik ) makamı da denildi .

Ehli tasavvuftan herbiri , ferd ve futuvvet kelimelerini , makam ve meşreblerine göre tarif ettiler.

Din kardeşlerinin hatalarını görmemek ,taksiratlarını afuv etmek , üstâda ve Allah’a hizmeti tek başına iltizam etmek ,bir de hatalardan arınmak ferd ,


nefsin putlarını kırmak da fütuvvettir .

Tek başına kalsa dahi sünnete ittiba’ eden ferd olur . Mesela hısım ve akraba , kavm ,aşîret ,aile bid’at ve dalâlet içinde iken , onların istek ve arzularını terkeden , yalnız kalmak vahşetinden de teberrî edene de ferd denilir . İ

mam Kuşeyrî: İhvâna zarar vermekten sakınmak şartıyla karşılıksız hizmet etmek fütuvvettir , dedi .

Ferd ,rubûbiyyetin sıfatlarını terk etmek ve ubûdiyyetin evsafıyla vasıflanmaktır . Biz bu tarifi tercih ederiz .


Mesela , zilleti , aczi ,fakrı , zayıflığı iltizam etmek , cenâb-ı Rabb-ul-İzzete halini arzetmek , kusurlarını huzurunda itiraf etmek , ferdliktir .

Ferd olan zat , zilleti ile Allah’ın izzetine , acziyle kudreti , fakrıyla ğınâsına sığınır .‘‘ Ya Azîzu , ya Kadîru , ya Ğaniyyu , ya Kaviyyu , ya Alîmu , ya Hayyu , ya Kayyum’’ der yalvarır.

‘‘Müfridler öncelik ( hakkını ) almışlardır.’’ Müfridler kimlerdir, dediler. ‘‘Allah Teâlâ’nın zikrinde aşırı düşkünlük gösterenlerdir .Zikir onlardan (günah) ağırlığı(nı) düşürür. Artık kıyamet gününde onlar süratle gelirler.’’(Tirmizî hadis no :3596) Müslim’in rivayetinde ise:


‘‘ Onlar erkek ve kadınlardan Allah Teâlâ’yı çok zikir edenlerdir.’’ buyrulmuştur.

İbnu Kuteybe diyor ki :Müfrid , akrânından ayrılıp , zikir ve ibadetle tekleşendir . İbnu Arabî : Yalnız bir yere çekilip fıkıh öğrenen ve Allah Tealâ’nın emr ve nehiylerine riayet eden kimsedir , der. İbn-ul –Esîr: müfrid odur ki , akrânı helak olurken kendisi kurtulur , daimi olarak zikirle meşgul olur . Zikrin dışında hiçbir şey yapamayandır .( Camiu-s-Sağîr hadis no:4561 Feyz-ul-Kadir’e bakınız . Nihayette ferede , hetere kelimelerine bakın. Şerhu Sünne cilt 5 sayfa 354. Müstedrek cilt 1 sayfa 495.)

Hâsılı kelam ,salik o kadar zikir eder ki ,zikirden başkası kalbinde kalmaz .İşte o zaman ferd olur .Ferd olduysa yok olur . Yok olduysa var olur.

Fe-c) Fena makamıdır . Yokluk.. tasavvuf ıstılahında fena , fıkhın nazarında bütün fena hasletlerden arınmaktır . Akabinde bekâ gelir . Bekâ , bütün güzel hasletlerle vasıflanmaktır .


Çünkü kalp bir şeyden boşalınca diğeriyle doldurulur . Kulun onunla vasıflandığı hasletler , fiildir , ahlaktır, haldir .

1- Ef’âl ,kişinin ihtiyâriyle meydana gelen tasarrufudur .

2-Ahkak veya huy ,insanın bedeninde merkezlenen hislerin faaliyetidir .

3- Hal , başlangıçta kulda ahlak gibi tezahür eder. Kalbin temizlenmesiyle ahlak gibi değişir, meleke olur .


Bir insan şeriatin emriyle cüz’î iradesini harcarsa ve öğrendikce tatbik ederse , ahlâkı şarabın sirkeleşmesi gibi güzelliğe değişir ,nefsi başkalaşır .

Gelip geçici olan güzel duyguları makâmî olur . Sıddîk olur . Ehyâr olur . Ebrâr derecesine yükselir . İlmi nisbetinde ayıklık , zikri nisbetinde mest bulur .

İşte bu mestliğe fena denilir .

Hakk’ın huzuruna yaklaşır . Yaklaştıkca kendinden geçer gibi olur . üstün bir şuurla bîşuur olur . Kalbinde bir pencere açılır . İnsan görülür bir melek . Fakir görülür bir padişah . Sır kürsüsünde oturur , haznedâr olur ..

Gerisi ehline havale ..

Elhasıl nur olur , nur görür . Şu hadîsi şerifle eserimize hitam verir , Rabbi’mizden tevfîk dileriz .

‘‘Allah Teâlâ buyurur: Kim ben’im bir dostuma ezâ cefa verirse, muhakkak Ben de ona harb ilan etmişim . üzerine farz etmiş olduğum ibadetleri ödemekten daha sevimli bir ibadetle kulum Ban’a yaklaşmamıştır . Kulum nafile ibadetle birlikte durmadan Ban’a yaklaşır . Ta ki Ben onu severim . Onu (tam ) sevdiğim zaman da , onunla işiteceği kulağı , onunla yürüyeceği ayağı (na yardımcı) olurum. Eğer Ben’den bir şey isterse ona veririm. Ban’a sığınırsa onu korurum.’’

Bu hadis-i şerifte, hulul ve ittihadcılara asla bir delil yoktur. Abdın fenafillah olması Rabb`le birleşmesi demek değildir. Hadisin başında:

“ Yaklaşmış” buyurur, “ birleşmiş” buyurmaz. Te`vile hacet yoktur.


(Buhari h.n.6116. Umdet-ul-Kari c.10 s.639, 640. İrşad-us-Sari c.9 s.274. Feth-ul-Bari`ye de bakınız.

“Allahümme-c`al fikalbi nuren ve fibasari nuren ve fisem`i nuren ve anyemini nuren ve anyesari nuren ve fevki nuren ve tahti nuren ve emami nuren ve halfi nuren ve-c`al li nuren.” Buhari.

Yani “Allahım, kalbimde nur yarat. Gözümde, kulağımda nur yarat. Sağımdan solumdan nur yarat. Üstüme nur, altıma nur, önüme nur, arkama nur ver. Ve bana nur yarat.”

İktibas: İttiba Ehli Sünnete`dir Dilara Yayınları Üstaz İsmail ÇETİN rahimehullah
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
c.1, 220. Mektuptan: (Mektubat-ı Rabbani İmam Rabbani -iki farklı yayınevi çevirisiyle-)

"Böyle bir zemânımda, bir Velînin kabri yanından geçiyordum. Bu üzüntümün çözülmesi için, o Velîden yardım diledim. O ânda, Allahü teâlânın lutfü, merhameti yetişdi. İşin içyüzü, olduğu gibi açıklandı. Âlemlere rahmet olan, sonuncu yüce Peygamberin “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” rûhâniyyeti hâzır oldu. Üzüntülü kalbi tesellî buyurdu." (Hakikat Kitabevi tercümesi)

"Derken birgün azizlerden birinin kabrinden geçerken, ondan medet istedim ve bu özel duruma dair yardım talep ettim. O anda Cenab-ı Hakkın yardımı yetişti ve bu özel durumun gerçeğini olduğu gibi gerçek haliyle gördüm. Alemlere rahmet olan Muhammed Mustafa'nın (sallallahü aleyhi ve sellem) ruhaniyeti o anda hazır oldu, hüzünlü gönlümü teselli etti." (Yasin Yayınevi tercümesi, c.1, s.669)


 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
yeryüzünde bütün insanlar şirk içindedir fatiha suresinde yalnız Senden yardım dileriz ayeti hükmünce dese biri ne dersiniz acaba?

herkes müşriktir! çünkü

medet sadece Allah'tan istenmesi gerekiyorken, sen ferid'den, o arkadaşından, filan, babasından... yardım istiyor!

aa aa o nasıl söz demeyin!

bakın ne buyuruyor Allah ancak Senden yardım isteriz der mümin diyor.

ayağı kayıp yere düşünce 'tut elimi yardım et' diyenlerin hepsi müşriktir.

hasta olunca doktora gidip, ilaç dilenenler hepsi müşriktir!

arkadaşına anlamadığı ders için 'bana yardım et' diyenler topyekün müşriktir.

'param bitti baba, bana biraz yardım et' diyenlerin hepsi müşriktir!

'foruma giremiyorum ya! bana bir yardım etsene neyi eksik yapıyorum' diyenlerin hepsi müşriktir!

'medet şeyhim Allahın izniyle bana yardım et 'diyenlerin hepsi müşriktir'

derse ne dersiniz?

evet bunlar müşriktir diyorsanız kutlarım, samimisiniz, bu ayeti böyle okuyunca şirkten kaçış olmadığını anlamışınız.

yok bunları müşrik saymıyorsanız, ' bak o şöyle şöyle oluyor, yanılıyorsun' diyorsanız, yazdıklarınız doğru dürüst okuyun lütfen!

tevessül, istimdat, (medet) istiğase, şefaat, istiane hepsi aynı toprağın mahsülüdür.
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
[FONT=tahoma,helvetica]Hem sûfi ol hem fakih; olma sakın biri
Allah'ın hakkına öz nasihatim sana bu
Şunun kalbi sert, bulmadı takvâ tatları
Şu da çokça cahil, nasıl yarar bu?


Divân-ı İmam Şâfiî s.177

İmam Kuşeyrî rahimehullahu Teâlâ diyor ki:
[/FONT]
[FONT=tahoma,helvetica][/FONT]
[FONT=tahoma,helvetica] İslam devam ettiği müddetçe asırlardan hiçbir asır şu sûfiyye tâifesinin şeyhlerinden boş kalmaz; mutlaka her asırda Tevhid ilmini güzel bilen, kavmin imamlarından bir şeyh bulunur. Elbette o vakitte yaşayan ulemâ kendilerine teslim olurlar, ona boyun eğerler, onunla bereketlenirler. Onlarda bir meziyet olmasaydı, bunca ulemâ kendilerine teslim olmazlardı, bilakis onlar ulemaya teslim olacaklardı. [/FONT]
[FONT=tahoma,helvetica][/FONT]
[FONT=tahoma,helvetica]İşte Ahmed bin Hanbel, İmam Şâfiî'nin yanında iken, radıyallahu Teâlâ anhumâ, Şeybân-ı Râî gelmiş. İmam Ahmed:

- Ey Ebâ Abdillah, bugün ben bu adamı tecrübe edeceğim, haberdar ol. Onu eksik ilmi üzere uyarayım ki biraz ilmi tahsil etsin. demiş, İmam Şâfiî:

- Yapma bunu haa! Pişman olursun. demişse de kanaat etmemiş ve Şeyban oturduktan sonra Şeyban'a yönelerek:

- Hangi namazı unuttuğunu bilmediği halde yirmidört saat içerisinde beş vakit namazdan bir namazı unutan bir adam hakkında ne dersin? diye sormuş; Şeyban:

- Bu, halinden ğafil olan bir adamın kalbidir. Bundan sonra Mevlâ'sından ğafil kalmaması için adamakallı edeblendirilmesi farzdır. cevabını verince Allah'ın korkusu İmam Ahmed'i kaplamış, kendinden geçmiş. Ayılınca İmam Şâfiî kendisine:

- Ben sana bu adamı tahrik etme demedim mi? demiş.

İşte kıssasını naklettiğim Şeyban onlardan bir ümmî şeyhtir. Ümmî bir şeyh böyleyse onların imamlarında ne gibi bir zanda bulunuyorsun? Hele bir düşün.....

er-Risalet-ul-Kuşeyriyye s.198, Netâic-ul-Efkâr'ın kenarında Ahkâm-ud-Delâle alâ Tahrîr-ir-Risâle c.4 s.206


[/FONT]
 
Üst