VESiLE- ŞEFAAT (ehli sünnete göre)

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
SÜNNET, TASAVVUF VE FIKIH MANALARINI KUŞATMAKTADIR

Sufiyye taifesinin münkirlerinin bir çoğu , çeşitli tuzak ve birtakım yaldızlı sözleriyle insanları aldatarak ikide bir diyorlar ki: Şu dediğin söz Kur’an’da var mı? Eğer Kur’an’da varsa kabul ederiz. Aksi takdirde hayır reddederiz demek istiyorlar.

Bununla tasavvuf lafzının Kur’an’da mevcut olmadığını, Kur’an’da mevcut olmayan şeyinde reddedildiğini iddia ederler. Böylece şer’i ve İslami tüm hükümlerde fasid kıyaslarını şu dediğin söz Kur’an’da var mı? diye bahane ederler. Avam-ı nas , onların Kur’an’ın bütün hükümlerini bildiklerini zannederler.Ve işte görüldüğü gibi zamanımızda bu tezvirle , parlak sünnetten yani tevatür ve senedle gelen hadislerin birçoğunu reddederler.

Hakikate bakılırsa , Mikdam radıyallahu anhu’dan gelen hadis-i şerifinde Rasul-u Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem

‘ Umulur ki bir adam kendisine mahsus tahtına yani koltuğuna yaslanırda , hadislerimden bir hadis dile getirilirken : ‘ Bizimle sizin aranızda hakem sadece Allah Azze ve Cellenin kitabı = kelamıdır; içinde helal bulduğumuzu helal inanırız; haram bulduğumuzu haram inanırız.’ der.Dikkat edin! Gerçekte Rasulullahın haram kıldığı şeyler de Allah Teala’nın haram kıldığının misli kadardır.’

(İbni Mace c.1s.16,17, Süneni Tirmizi c.5 s.38, Müsnedi İmam Ahmed c.4 s.131, Sünen’i Darimi c.1 s.151, Mesabih-us-Sünne c.1 s.158..) diye buyurulmaktadır.

Hadisi Şerifteki ‘kendisine mahsus tahtına yani koltuğuna yaslanmış olduğu halde ‘ diye tercüme ettiğimiz müttekien ala eriketih cümlesi,’ adam’ın vasfını beyan eden haldir.Yani dini ilimleri bilmeksizin süslü püslü , zinetli ve zamanımızda müşahede ettiğimiz koltuklar üzerine oturup konuşanın vasfının beyanıdır.Yani böyle dinde ahkam kesenlerin tanınmaları için Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onları vasfetmiştir.

Bilal bin Haris el-Müzeni ve Amr bin el-Müzeni radıyallahu Teala anhuma’dan gelen hadisinde de:


Her kim benden sonra terk edilmiş sünnetimden bir sünneti ihya ederse , o sünnetle amel edenlerin ecr-u mükafatından hiçbir şey eksik olmaksızın , onunla amel edenin misli kadar kendisine sevap vardır. Ve Allah ve Onun Rasulü’nün razı olmadığı, her kim sünnetimden saptıran bir bid’ati ihdas ederse , ihdas edilen bid’ati işleyen insanların günahlarından hiç birşey eksik olmaksızın, ihdas edene de onu işleyenlerin günahlarının misli kadar vardır.


(Süneni Tirmizic.5 s.45 Haşiyet-us-Sindi ala Süneni İbni Maace c.1 s 138, et-Terğib vet’Terhib c.1 s.87, Mesabih-us Sünne c.1 s.160) buyurmasıyla da terk edilmiş sünnetlerden birisini ihya’ edeni tebşir eder.

Hadis-i şeriflerde,gerek ashab ve gerekse tabiin ulemasının sözlerinde sünnet kelimesi zikredildiği zaman , itikadi olsun, yol edinilen ahlak olsun, taat ve ibadet olarak amel olsun, nafile olsun, dinin tamamını kuşatır. Binaenaleyh sünnet kelimesi, şeriat ve İslam’la eş anlamdadır.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem‘in buyurduğu’ ‘saptıran bir bid’at’ten maksat, şeriat ve sünnete muhalif her şeydir. Aynı zamanda bid’at lafzının dalalet lafzına izafeyle hududlandırıması , ’’Ebrar taifesi’’ni ‘’sufiyye’’ ismiyle isimlendirmek ,’ ’ilm-i cerh ve ta’dil’’ ve inşa’ edilen tekye, medrese, minare gibi bid’ati haseneyi çıkarır.

İKTİBAS: TASAVVUF VE TEVHİDDE PARLAK İNCİLER İSMAİL ÇETİN Rahimehullah Dilara Yayınları
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
İmam Mâlik radıyallahu anh:

" Kim fıkıh ilmini anlamadan tasavvufu izhar ederse, gerçekte zındıklaşır. Ve kim tasavvuf ( özleşmek) ilmini anlamadan, fıkıh ilmini izhar ederse, gerçekte fâsık olur. " buyurmuştur.

Abdestsiz namaz bâtıl olduğu gibi, fıkıhsız tasavvuf da bâtıldır. Çünkü fıkıh, tasavvufun şartıdır. Fakat tasavvufsuz bir fıkıh ile, ne kadar muvaffakiyet olacağı malum değildir.

Zira tasavvuftan iman ve İslamla alakalı olan kısmın inkarı küfürdür; ihsanla alakalı kısmın inkarı fısktır. İmam Mâlik bunu kastetmiştir...

Fakat İmam Gazâlî: " Tasavvufun en az derecesi, ona inanmak ve ehline havale etmektir. " demiştir. Bu takdirde, tasdikle fısktan kurtulmuş olunur.

İkâz-ul-Himem fî Şerh-il-Hikem c.1 s.9, 11 ; El-Muhkem fî Şerh-il-Hikem c.1 s.74, 76; Ğays-ul-Mevâhib-il-Aliyye c.1 s.127 ; İthâf-u Sâddet-il-Muttakîn c.1 s.148, 154, c.3 s.116

***

Hak Dilaram abi İmam Malik Hazretlerinin ve İmamı Gazali Hazretlerinin sözleri en altta verilen kaynaklardan mı alınma? Eğer öyleyse, hangi kaynak hangi söz için belirtebilir misiniz size zahmet?
 

UBEYDUN

Ordinaryus
Katılım
16 Ara 2006
Mesajlar
2,548
Tepkime puanı
286
Puanları
0
Konum
göçmen
İmam Mâlik radıyallahu anh:

" Kim fıkıh ilmini anlamadan tasavvufu izhar ederse, gerçekte zındıklaşır. Ve kim tasavvuf ( özleşmek) ilmini anlamadan, fıkıh ilmini izhar ederse, gerçekte fâsık olur. " buyurmuştur.

Abdestsiz namaz bâtıl olduğu gibi, fıkıhsız tasavvuf da bâtıldır. Çünkü fıkıh, tasavvufun şartıdır. Fakat tasavvufsuz bir fıkıh ile, ne kadar muvaffakiyet olacağı malum değildir.

Zira tasavvuftan iman ve İslamla alakalı olan kısmın inkarı küfürdür; ihsanla alakalı kısmın inkarı fısktır. İmam Mâlik bunu kastetmiştir...

Fakat İmam Gazâlî: " Tasavvufun en az derecesi, ona inanmak ve ehline havale etmektir. " demiştir. Bu takdirde, tasdikle fısktan kurtulmuş olunur.

İkâz-ul-Himem fî Şerh-il-Hikem c.1 s.9, 11 ; El-Muhkem fî Şerh-il-Hikem c.1 s.74, 76; Ğays-ul-Mevâhib-il-Aliyye c.1 s.127 ; İthâf-u Sâddet-il-Muttakîn c.1 s.148, 154, c.3 s.116

***

Hak Dilaram abi İmam Malik Hazretlerinin ve İmamı Gazali Hazretlerinin sözleri en altta verilen kaynaklardan mı alınma? Eğer öyleyse, hangi kaynak hangi söz için belirtebilir misiniz size zahmet?
madem bu konular açıldı biz cesaret edemedik
öğrenelim
sorularımızla rahatsızlık vermez isek zaman zaman meşgul etmek isteriz
şimdi nerden başlayacağız o zaman ilk paragrafınıza göre
islam beş şey üzerine bina edilmedimi
ihsan kavramı zaten mevcud ümmetin şiarlarından olduğuna göre bunu başka bir başlık altında incelemek gereksiz değilmidir
bizlere islamı ulaştıran üç nesilden bu söylediklerinizi teyid eden belgeler verebilirmisiniz
bir de imamı malikin meşrebini söleyebilirmisiniz
selamun aleyküm
 

islamveinsan

Doçent
Katılım
28 Eyl 2006
Mesajlar
1,360
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Suvas
s.a

Zahmet olacak bizim zamaninimz yok yazamiyoruz...

Kuran dan ve Hadislerden bi kaç tane de Sahabeden dua yazın...
Hangisinde araya aracılar konmuş ? Yazın ki Aralarda kimler var görülsün...
 

Minhac_

Profesör
Katılım
5 Şub 2007
Mesajlar
1,189
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Zahmet olacak bizim zamaninimz yok yazamiyoruz...
Kuran dan ve Hadislerden bi kaç tane de Sahabeden dua yazın...
Hangisinde araya aracılar konmuş ? Yazın ki Aralarda kimler var görülsün...


Su hadisi nasil degerlendiriyorsunuz Islamveinsan demistim size baska bir yerde sanirim gözünüzden kacti buyurun:




Bu hadisi ise Beyhakî sahih bir isnat ile rivayet etmiştir. (Bak. İbni Hacere ait olan Feth’ul barî, c.2 s.495, İbni kesire ait olan El-Bidaye ven-nihaye, c.7 s. 91)
İmam Beyhaki’nin, Efendimiz Ömer’in haznedari Mâliki’d-dâr’dan sağlam bir senetle rivayet ediyor. Hadisin manası şöyledir:
“Ömer zamanında kıtlık baş göstermişti. Adamın biri Resul’ün (aleyhisselâm) kabrine geldi ve dedi ki: “Ya Allâh’ın Resulü, ümmetin için yağmur iste, çünkü onlar mahvoldular!.” Rüyasında adama denildi ki: “Ömer’e selâm söyle kendisine yağmurun geleceğini haber ver ve ümmetin hizmetinde gayret göstersin. Adam Efendimiz Ömer’e gelip durumu haber verince Ömer (radiyAllâhu anh) ağladı ve “Ya Rabbi, elimden ne geliyorsa geri koymaz yaparım” dedi.


Bu kişinin sahabeden Bilâl bin el-Hars el-Müzeni olduğunu söylenmiştir. Dolayısıyla bu sahabi Allâh’ın Resulünün (aleyhisselâm) kabr-i şerifine teberrük için gitmiştir ve bunu ne Efendimiz Ömer red ve tenkit etmiş ne de diğerleri.. Şu halde ibn-i Teymiyye’nin böylesi bir ziyaretin şirk olduğu hakkındaki iddiası geçersizdir.

Ayrica bu Hadis ile ilgili baska bir yaziyi da eklemekte fayda gördüm:
"...Bundan başka, Resûlullah ile tevessül, istigâse etmek demek, Onun düâ etmesini istemek demekdir. Çünki O, kabrinde diridir, istiyenin istediğini anlar. Sahîh haberde bildirildi ki: (Emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü anh” zemânında kaht [kıtlık] oldu. Eshâb-ı kirâmdan birisi, Resûlullahın kabri yanına gelip, yâ Resûlallah! Ümmetine yağmur yağması için düâ eyle! Ümmetin helâk olmak üzeredir, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, buna rü’yâda görünüp yağmur yağacağını haber verdi. Öyle de oldu. Rü’yâda ayrıca (Ömere git, Selâm söyle! Yağmur yağacağını müjdele. Keys ile hareket etmesini söyle!) de buyurdu. Keys, yumuşak davranmakdır. Ömer “radıyallahü anh” sert idi. Dînin emrlerini yerine getirmekde şiddet gösterirdi. Bu kimse, Halîfenin yanına geldi. Olanı anlatdı. Halîfe dinledi ve ağladı. Bir habere göre rü’yâyı gören, Eshâbdan Bilâl bin Hâris Müzenî idi. Burada, rü’yâyı değil, Sahâbînin, Resûlullahın kabrine gelerek tevessül etmiş olduğunu bildirmek istiyoruz. Görülüyor ki, Resûlullahdan, hayâtda iken olduğu gibi vefâtından sonra da, dileklerin hâsıl olmaları için düâ buyurması istenilir. Onun düâ ve şefâ’at etmesi ile dilekler hâsıl olduğu gibi, hayâta gelmeden önce ve hayâtda iken ve vefâtından sonra, Onu vesîle ederek yapılan düâ ve tevessüller de kabûl olmakdadırlar." (İbni Hacer-i Mekki; Cevher-ul-Munzam)

 

gunduzalp

Kısıtlı Erişim
Kısıtlı Erişim
Katılım
26 Eki 2006
Mesajlar
2,954
Tepkime puanı
33
Puanları
0
Bize Muhammed ibnu Abdillah el-Ensârî tahdîs edip şöyle dedi; Bana babam Abdullah ibnu'l-Musennâ, Sumâme ibnu Abdillah ibni Enes'ten; o da Enes ibn Mâlik'ten olmak üzere tahdîs etti ki, halk yağmursuz kalıp kıtlığa uğradıkları zaman, Umer ibnu'l-Hattâb (Peygamber'in amcası) Abbâs ibnu'l-Abdilmuttalib'i vesîle edinerek yağmur duası yapar ve duada: "Yâ Allah, bizler Peygamber'imizi vesîle edinerek Sen'den niyazda bulunurduk da, Sen bize yağmur ihsan ederdin. (Şimdi de) Peygamber'imizin amcasını vesîle edinerek Sen'den niyaz ediyoruz; bize (yine) yağmur ihsan eyle" der idi . Râvî Enes: (Bu duanın akabinde) kendilerine yağmur ihsan olunurdu, demiştir(Buhari Kitabul İstiskaa,5)

Tevessül, vesîle edinmek demektir. Vesîle de, Cevherî'nin beyânına göre âhare takarruba bâdî olan şeye ıtlak olunur. Şevket ve kudretinden dolayı kendisine yanaşmak müşkil olan bir zâttan matlûbunu kolaylıkla elde etmek için sevdiği bir zâtı araya koymak gibi ki, o aradaki zât (vesîle), işini gördürmek isteyen kimsenin onu araya koyması da, o kudret sahibi olan zâta aradaki vâsıta ile (tevessül) olmuş olur(Buraya kadar ki kısım kelimenin lafzi manasını açıklamak içindi) . Allah'a takarrub için hüsnü zann olunan sâlihler ile tevessül edildiği gibi, sâlih ameller ile de tevessül edilir. Vesîle lâfzı, Kur'ân-ı Kerîm'de de zikredilmektedir.

Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının, ona yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz(Maide/35)

Onların yalvardıkları bu varlıklar, "hangimiz daha yakın olacağız" diye Rablerine vesile ararlar. Onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkunçtur(İsra/57)
 

Minhac_

Profesör
Katılım
5 Şub 2007
Mesajlar
1,189
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Peygamberler ölümlerinden sonra bile ALLAH’ın izniyle fayda verirler. Musa aleyhisselam mirac gecesinde peygamber efendimizle Beytul Makdiste ve altıncı semada bir araya geldi. Peygamberimiz yedinci semavatın üstündeki bir mekandan inerken Musa aleyhisselam O’na sordu “ümmetine ne farz kılındı?” peygamberimiz de “bize elli vakit namaz kılındı” diye cevapladı. Musa peygamber “dön ve Rabbine hafifletilmesi için dua et” dedi. “Ben İsrail kavmini tecrübe ettim onlara ALLAH’u Teala iki vakit farz kılmıştı onlar ise yerine getirmediler.” Peygamberimiz Rabbine dua ettiği yere geri döndü ve defalarca hafifletilmesi için dua etti. Her seferinde Musa Aleyhisselam O’na “dön ve hafifletilmesi için dua et dedi”. Bu durum elli vakit namaz sevabına eşit olan beş vakit namaza düşürülünceye kadar devam etti. Hiçbir akıllı kimse Musa aleyhisselamın bu ümmete sağladığı yarar ve faydaya şüphe edemez. Musa Aleyhisselam ise mirac hadisesinden bin yıldan daha fazla süre önce vefat etmiştir. Bu amelle Musa Aleyhisselam kendi vefatından binlerce yıl sonra peygamber efendimizin ümmetine fayda vermiştir.
alintidir
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
İmam Mâlik radıyallahu anh:

" Kim fıkıh ilmini anlamadan tasavvufu izhar ederse, gerçekte zındıklaşır. Ve kim tasavvuf ( özleşmek) ilmini anlamadan, fıkıh ilmini izhar ederse, gerçekte fâsık olur. " buyurmuştur.

Abdestsiz namaz bâtıl olduğu gibi, fıkıhsız tasavvuf da bâtıldır. Çünkü fıkıh, tasavvufun şartıdır. Fakat tasavvufsuz bir fıkıh ile, ne kadar muvaffakiyet olacağı malum değildir.

Zira tasavvuftan iman ve İslamla alakalı olan kısmın inkarı küfürdür; ihsanla alakalı kısmın inkarı fısktır. İmam Mâlik bunu kastetmiştir...

Fakat İmam Gazâlî: " Tasavvufun en az derecesi, ona inanmak ve ehline havale etmektir. " demiştir. Bu takdirde, tasdikle fısktan kurtulmuş olunur.

İkâz-ul-Himem fî Şerh-il-Hikem c.1 s.9, 11 ; El-Muhkem fî Şerh-il-Hikem c.1 s.74, 76; Ğays-ul-Mevâhib-il-Aliyye c.1 s.127 ; İthâf-u Sâddet-il-Muttakîn c.1 s.148, 154, c.3 s.116

***

Hak Dilaram abi İmam Malik Hazretlerinin ve İmamı Gazali Hazretlerinin sözleri en altta verilen kaynaklardan mı alınma? Eğer öyleyse, hangi kaynak hangi söz için belirtebilir misiniz size zahmet?

bu ibareleri iktibas ettiğim eser üstaz'ın eseri. mevzuya kaynak vermesi sözlere itiraz olabilir kabilinden Allahu alem. zira evvelden ulemanın böylesi iktibas sözlerine itiraz edilmezdi.

efendim siz de bu cümleler nerede geçiyormuş diye soran olursa olduğu gibi aktarın kaynakları. araştırmaya gücü olanlardan samimmi olanlar haddizatında araştırırlar. sırf reddiye olsun diye mevzuyu saptırmak isteyenlere de Allah samimiyet versin demekten başka bir duamız yok.
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
islam beş şey üzerine bina edilmedimi
ihsan kavramı zaten mevcud ümmetin şiarlarından olduğuna göre bunu başka bir başlık altında incelemek gereksiz değilmidir
bizlere islamı ulaştıran üç nesilden bu söylediklerinizi teyid eden belgeler verebilirmisiniz
bir de imamı malikin meşrebini söleyebilirmisiniz
selamun aleyküm

wa aleykumusselam

din i mübin üç şeydir:

iman

islam

ihsan

bu sıralamayı bize cibril aleyhisselam rasulu muhtereme sorduğu sorularla talim etti.

ihsan hakkında artık ne yazılıyor çiziliyorsa ismini koyma şartı yoktur, özleşme ilmi ile ilgilidir.

bu konu başlığında insaAllah özellikle sahabe tabiun ve tebei tabiun'un hassaten mezheb imamlarımızın bu hususlardaki sözlerini nakletmeye çalışacağız zaman zaman. zira bu meslek bugün ortaya çıkmış bir meslek değildir.

bizim aktardığımız eserler dilara yayınlarından olup, eserlerde hangi söz nereden alınmıştıra dair kaynaklar eksiksiz verilmiştir. daha ciddi araştırma yapmak isteyen kardeşlerimiz ana eserlere müracaat edebilirler.

mevzu birazda erbabına dair ifadelerin nakledilmemesinden karışıyor.

selametle
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Bir kısım çalışmaların özü şudur:

" Önce alimlere itibarı ortadan kaldıralım

Sonra hadisleri devreden çıkaralım

Bunları halledersek Kur'an'ı niyetimize göre yorumlamayı başarırız

Bunu da kabul ettirirsek kendi hakimiyet ve kıymetimiz adına yeni bir din oluşumunun tohumlarını atmak kolaylaşır...

Ve artık o eskide kalmış -haşa- paçavra unsurlar diye nitelendirdiğimiz alimlerin

Sahabenin

Peygamberin

Kur'an'ın

mesajını bize hizmet etmeye çevirmeyi başarabilirsek; değme keyfime... "

Hiçbir aklı başında müslüman bu hileye düşmemeli ve aldanmamalıdır.

Uyanık olmak ve dinimizi en sağlam nakillerle ulemamızın eserlerinden öğrenmeye çalışmamız elzemdir. Bu tezgana kananlar, muhakkak ki dinini öğrenmede kifayetsiz kalmış, kafası avrupa, kalbi müslüman, din adına ama en samimi gençler olacaktır; zaten hedef bellidir. Gençlerdir.

Ey gençler! Materyalizmin bu ihtiyar, tecrübeli ve ciddi tehlikesine düşmeyelim. Dinimizi mutemet zevatın eserlerinden öğrenmeye çalışalım.

Öncelikle tashîh-i itikad tashîh-i amel edilim.

Bırakalım meallerden dinimizi öğrenme telaşesini; ilm-i tefsir ilm-i hadis ilm-i fıkıh ilm-i kelam ve bilumum alet ilimleriye dinimize yardımcı olacak, bizi inançsızlık hafakanlarından kurtarmaya vesile ilimleri okuyalım.

İlim... Cahilin cehlinden daha korkunç olan şey ilme ve alime olan inkarıdır.

Meal okumayalım demiyoruz; okuyalım ama mealden dinimizi öğrenmeye çalışmayalım. Meali hüküm çıkarmak ve islami tatbikte esas kılmayalım diyoruz.

Biz eğer bunca birikimi, bunca alimleri elimizin tersiyle bir kenara atarsak, hangi yürekle yarın Rûz-u mahşer'de Allah'a hesab vereceğiz?


Boğaz köprüsü varken, boğazın derin sularına ve dalgalı akıntısına rağmen, "ben karşıya geçmek için bu yolu tercih ederim, yüzeceğim!" deyicinin zihni boyutunu nasıl değerlendiriyorsanız; öylece " ben bu dini kendi fikrimle temelinden bi daha kendi uslubunca kuracağım" diyenin fikrini de öyle değerlendiriniz.

Asansör varken 99 katlı binaya " hayır ben yürüyerek çıkacağım; asansöre inanmıyorum" diyenin mantığına güleriz; e o zaman dininizin asansörü mesabesindeki çalışmalarıyla bize ışık ve kolaylık olan ulamanın inkarı cihetine girene ne demeli?

Elektrik varken mum yakmayalım.

Otobüs varken yayan 1430 millik mesafeyi yürümeyi tercih etmeyelim.

İlme talib olalım; ama Hocasız ilim sevdalısı değil. Ene'mizi kendimize rehber seçersek farkında olmadan şeytanı hayat arkadaşımız tayin etmiş oluruz.

Muhyiddîn Arabî diyor ki: Erbaatün muhliketun lil abdi. Ene Nahnü lî ve indî

Mefhumlar çöplüğü felsefeden önce, dinimizi milyon milyon alimin engin ve basiretli firasetinin aydınlığında net bir görüşle görmeye çalışalım. Bunun yolu ilme talib olmaktır, ilme ve alime olan sevgi ve hürmettir.

Hasılı kelam; öz varken sözü bi kenara bırakalım; dinimizi ehadisle öğrenmeye çalışalım, havadisle değil.

İtikadımızı bir Hızır Bey'den , İbrahim Hakkı Erzûrumî'den , Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî, Bediuzzaman'dan ve İsmail bin Mahfuz Hazeratından; ilmihal bilgilerimizi bir İbni Abidin'den Mehmet Zihnî Efendi'den, Ömen Nasûhi Bilmen'den tashih etmedikçe kurulan tuzakları anlamak ve bu tuzaklara düşmemek elde değildir.
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Sufîlerin Nezdinde Fikir

a- Kulun, geçirmiş olduğu taksîratında, üzerine düşen Hakk Subhânehu ve Teâlâ'nın haklarında, va'dinde yani sevablandınacağı sözünde, vaîdinde yani azablandıracağı tehdîdinde, - gece gündüzde belli belirsiz bazı lahzalarda - zihnini harcamasıdır.

b- Yahud fikir, kendisinin Allah Azze ve Celle'nin Huzuru'nda olduğunu, hesab verdiğini, amelinin tartıldığını, hüsrâna uğrayacağını, sırat köprüsü üzerinden geçeceğini daimi sûrette zihninde hazır bulundurulmasıdır.

c- Yahud da fikir, ibadetin hükümlerinde, keyfiyetinde zihnin harcanmasıdır. Kaynak : Tâc-ul-Arûs c.7 s.359, Levâmiu-l-Ukûl c.3 s.91, Feyz-ul-Kadîr c.3 s.262, 263

Tefekküre gelince, Seyyid Şerîf'in dediği üzere, maksûd olan Ma'rifetullah'a ulaşmak için bu üç yoldan biriyle eşyanın sebeblerinde kalbin tasarrufu ve hükmüdür. Bundan böyle tefekkür, kalbinçırasıdır; onunla hayr, şer, hayrın menfaatleri, şerrin zararları görülür. Kalbinde tefekkür bulunmayan, vartaların karanlıklarından kurtulamaz. İş böyle olunca " Tefekkür, kalbde eşyanın tanınmasını hazır bulundurmaktır. "

" İlâhî vâridatlar gibi faidelerin gelişiyle kalbi, maksadı engelleyenlerden saflaştırmak yani özleşmedir. "

" Tefekkür, seçilen şeylerin anahtarı, ibret almanın çırasıdır. "

" Tefekkür, hakîkat ağaçlarının bağı olup, hedefi, aynı ağacın ince nurlarının düşünülmesidir. "

" Tefekkür, hakîkatin tarlası, şeriat yolunun plânı = haritasıdır. "

" Dünyanın fânî ve zevalde olmasını, bâkî kalacak uhrevî faideleri zihinde hazır bulundurmak ve ulaşılmasında zihni çalıştırmaktır. "

" Tefekkür, hikmet kuşunun şebekesi, zihinde meram ve maksadı en kolay yolla ifade etmektir. " denildi. Kaynak: et-Ta'rifât s.30

Elhâsıl tefekkür, ilmî meseleleri çoğaltarak, yukarıdaki üç yoldan biriyle, mevcud olmayan ' meârif ' in celbedilmesi için zihnin çalıştırılmasıdır. Başlangıcı tezekkürdür. Tezekkür de, zihinde hazır bulunan yahud celbedilen ilmî meselelerin yerleştirilmesi için meselenin çokça tekrarıdır.

Tezekkür ve tefekküre aynı zamanda Türkçemizde iyiden iyiye işe bakmak manasında " nazar " ve " itibar " denilir. Ve nitekim Allah Teâlâ kuluna : " Ey iman edenler! Günahlardan korkup sakınmak, sevinerek İlâhî buyruklarını yerine getirmekle takva sahibi olun. Herhangi bir nefs, yarın için ne takdim ettiğine baksın. Allah Teâlâ'yı severek ve O'ndan korkarak takva sahibi olun. Çünkü muhakkak Allah, işlemiş olduğunuz amelinizden haberdardır. " (El-Haşr Sûresi ayet 18) buyurmasıyla tefekkür = tezekkür = nazar ve i'tibarı emretmektedir. Çünkü dediğimiz gibi tefekkür, ma'rifeti taleb etmektir; başlangıcı tezekkürdür.

Ömer radıyallahu anhu da buyurur ki: Siz hesaba çekilmeden önce nefsinizi şöyle bir hesablaşmaya çekin. Haliniz arzedilecek çok büyük gün için çeyiz hazırlamayak ziynetlenin. Zira kıyamet gününün hesabı ancak dünyada nefsini hesaba çekenin üzerine hafifleşir. " Nitekim Allah Teâlâ da: " Bugün nefsin seni hesaba çekmeye yeterlidir. " diye buyurmaktadır. (El-İsrâ' Sûresi ayet 14) ve bu itibarla Hicrî 117'de vefat eden ehli tahkîk ve ehli hadîsin hücceti Hâfız Meymûn bin Mihrân da: " Bir ortak ortağının yediğini, giydiğini nereden kazandığını hesaba çektiği gibi kişi nefsini hesaba çekinceye kadar, günahlardan korkup sakınan, sevinerek ilâhî buyruklarını yerine getiren takva sahibi olamaz. " buyurmaktadır.

Çalışan zihne verilen bağış ilimdir, yani yapılan yahud terkedilen meselenin bilinmesidir.

İlim, halle neticelenen, bilinen ve tanınan meselenin husûl bulmasıdır, doğrusu görüntü halinde zihinde sûretlenmesidir. Hal de amelle neticelenir. Amel dediğimiz şey, yapılması gereken yerlerde azaların çalıştırılması, yabaklarda dizginlenmesi demektir.

Binnetice tefekkür, ilim, hal ve amel olmak üzere üç şeydir. Zihnin çalıştırılması, ya amelle ya zikirledir.

Zihnin çalıştırılması amelle olduğuna göre, halinin hakkı şöyle olmalıdır:

a- Kişi başlangıçta zâhirî günahlara bakar: " Şu günah, şu günah ben de var mıdır, yok mudur? " diye düşünür. Varsa, günah yerlerinin terkinde tedbir alır, uzaklaşmaya çalışır. Aynı zamanda taat ve ibadetlerde de böylece düşünür, tedbir alır.

b- Sonra farz ve vacibden sonra nafilelere bakar: " Şu nafileyi yaparsam, gücüm yeter mi yetmez mi, gizleyebilir miyim, gizleyemez miyim? " Gücünün yettiğine karar verdiği yerlerde yapar. Böyle böyle salih amel işlemekle yaşayışına hal denilir.

Zihnin çalıştırılması zikirle olduğuna göre, bu da Allah Azze ve Celle'nin Esmâu-l-Hüsnâ'sı, âlî sıfatlarını öğrenmekle gerçekleşir, yer ve göğün iç alemine bakışla gerçekleşir. Amma Zât-ı Akdes Teâlâ ise, İsmi'ni defalarca zikretmekten başkasıyla yol yoktur. Bu da tarif edilmez. Allah verdiyse verir. Kulun vazifesi Lafzatullah'ı yahud " Lâ ilahe İllallâh " ı söylemektir.

İmam Ğazâlî rahimehullahu Teâlâ diyor ki: " Semere olarak üçüncü bir ma'rifetin kazanılması için fikir, iki ma'rifetin kalbde hazır bulundurulmasıdır. Mesela zihinde dünyanın peşin menfaatlerini ve ahiretin tecilli menfaatlerini biraraya getirerek, ahiretin menfaatini daha tercih etmesine kalbi meyleden kimseye iki yol vardır:

Birincisi, mücerred sözüne itimadla, işin hakîkatini bilmeksizin sadece başkasından ahiretin menfaatini daha tercih etmesinin gerekli olduğunu işitir işitmez, o başkaya taklîden tasdik etmek yoludur. ve buna taklid denilmektedir, yani ğayre itimad ve güven bağlamak yolunun tercihidir. İlim ve zikre çalışmaksızın bu yol ma'rifet sayılmaz.

İkinci yol, tefekkür yoludur. Mesela deliline güç bulunsun bulunmasın, Fikir, bir maksûda ulaşabilmek için zihnin harcanması olunca, tefekkür,

a- Ahiretin bâkî kalacağının bilinmesinden,

b- Bâkî olan şeyin tercihinin gerekli olduğunun ma'rifeti = bilinmesinden üçüncü olarak,

c- Hâsıl olan ilmin sûretinin zihinde hazır bulundurulmasıdır.

Zihinde hâsıl olan bu üç bilginin tekrarlanmasına " tezekkür " , " nazar " , " i'tibâr " , " tedebbür " ve " teemmül " denilir.

Bu kelimeler hepsi eş anlamlıdır, bir şeyin ismidir, ne var ki kullanılacak sahaları değişiktir. Mesela, hâsıl olan ilmî sûreti zihinde tutmaya tefekkür, dille söylemekle ezberlenmesine tezekkür, ezberlenenin hâfızadan silinmemesine çalışmaya tedebbür ve i'tibâr denilir. Kaynak : İhyâu Ulûm-id-Dîn c.4 s. 528

Türkçemizde zihinde sûreti çizmeye, fikir; silinmemesi için dille tekrarına zikir = anmak; zihinde düşünüleni dille söylemeye güç bulmaya tezkîr, söyleyiş, öğüt; dille söylenileni zihinde hazır bulundurup unutmamaya tezekkür = hatırlamak deriz.

İKTİBAS : TASAVVUF VE TEVHİD'DE PARLAK İNCİLER Dilârâ Yayınları
 

NUHUN_GEMISI

Asistan
Katılım
14 Mar 2007
Mesajlar
318
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaratılmışlardan İstenebilecek Şeyler
Bir yaratılmış öbüründen, gücünün yetebileceği şeyi ister.
Yaratığın Allah'a dua etme ve O'ndan istemeye gücü yeter. Bundan dolayı, nasıl ki başkasından, gücünün yeteceği yardım ve yapabileceği işler isteniyorsa, ondan dua istemek de caizdir.
Allah'tan başkasının gücünün yetmeyeceği şeylere gelince:
Bunları Allah'tan başkasından istemek caiz değildir. Bunlar, ne meleklerden, ne peygamberlerden, ne de başkalarından istenir. Allah'tan başka birinden:
"Bana mağfiret et",
"Bize yağmur yağdır",
"Kâfirlere karşı bize yardım et",
"Kalblerimize hidayet ver" gibi şeyler istemek caiz değildir.
Bundan dolayıdır ki, Taberânî'nin Mu'cem'inde şöyle bir olay rivayet edilir:
"Hz. Peygamber zamanında, mü'minlere eziyet eden bir münafık vardı. Hz. Ebûbekir (bir gün) dedi ki:
"Kalkın, gidip Allah'ın Resulünden yardım isteyelim (istiğase edelim)." Ve kalkıp Hz. Peygambere gittiler.
Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara dedi ki:
"Benden yardım (istiğase) istenmez; ancak Allah'la istiğase edilir".
"İstiâne" (yardım isteme) konusunda da durum aynıdır. Fakat, insan gücünün yettiği şeyler böyle değildir.
Allah (c.c.) buyurmuştur ki:
"Hani siz Rabbinizden yardım istediğinizde Allah bu çağrınıza "Ben size ardarda gelecek bin kişilik bir melek ordusu ile yardım edeceğim" diye cevap verdi." (8 Enfâl 9)
Musa (a.s.)'ın duasında da şu sözler vardır:
"Allahım! Hamd ancak sanadır. Şikâyet mercii ancak sensin. Yardım yalnızca senden istenir ve tevekkül ancak sanadır. Sensiz ne çare var, ne kuvvet"
Ebû Yezîd el-Bestâmî demiştir ki:
"Yaratığın yaratıktan istiğasesi (yardım istemesi), boğulmakta olanın boğulandan yardım istemesi gibidir".
Ebû Abdillâh el-Kureşi de şöyle demiştir:
"Mahlûkun mahlûktan istiğasesi (yardım istemesi), mahpusun mahpustan yardım istemesidir"
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Müşriklere de ki: "Allah dışında ilah olduklarını sandığınız putları imdada çağırınız bakalım. Onlar, başınızdaki belayı ne giderebilirler ve ne de başka birine aktarabilirler."
"İmdada çağrılan bu ilahların Allah'a en yakın olanları dahil olmak üzere hepsi Allah'a yaklaşmanın yolunu (yaklaşmak için bir vesile) ararlar. O'nun rahmetini diler ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur."(17 İsrâ 56-57)
Seleften bir cemaat, (bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak) şöyle demişlerdir:
"Birtakım kimseler vardı; meleklere ve peygamberlere yakarırlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ buyurdu ki:
"O sizin dua ettikleriniz var ya, nasıl sizler benim kullarımsanız, onlar da öyledirler. Sizler nasıl benim rahmetimi umar ve beklerseniz, onlar da benim rahmetimi umarlar; sizler nasıl benim azabımdan korkuyorsanız, onlar da korkarlar ve sizin bana yaklaşmağa yol aradığınız gibi, onlar da yol ararlar."
Böylece Cenâb-ı Hak, meleklere ve peygamberlere dua etmeyi (yakarıp istemeyi) yasaklamıştır. Halbuki O (c.c.), meleklerin bizim için dua ve istiğfarda bulunduklarını haber veriyor; fakat buna rağmen bizim onlardan bunu istememizi caiz görmüyor.
Peygamberler ve salihler de böyledir. Onlar her ne kadar kabirlerinde diri olsalar ve yaşayanlar için dua ettikleri tasavvur olunsa ve buna dâir bir takım haber (eser) ler olsa da, hiç kimsenin onlardan bunu istemesi caiz değildir.
Seleften hiç kimse böyle bir şey yapmamıştır. Çünkü bu, insanı şirke ve Allah'ın yanı sıra onlara ibadet etmeye götüren bir vesile (zeria, yol) dir.
Halbuki, hayatlarında onlardan bunu (bize dua ve istiğfar etmelerini) istememiz böyle değildir. Çünkü bu, şirke götürmez.
Hem sonra, meleklerin ve öldükten sonra peygamberler ve salihlerin yaptıkları, Allah Teâlâ'nın, tabiatta hakim olan kanunu (kevnî emir) olup, isteyenlerin istemelerinin bu işlerde herhangi bir tesiri olmaz.
Halbuki, hayatlarında onlardan herhangi birinden istekte bulunmak böyle değildir. Zira o durumda isteyenin isteğine cevap vermek (icabet etme), meşrudur. Ama öldükten sonra kendilerinden mükellefiyet kalkar.
Allah Teâlâ buyurmuştur ki:
"Allah'ın kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet verdiği insanoğlunun: "Allah'ı bırakıp da bana kul olun" demesi düşünülemez. Fakat kitabı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre: "Rabbaniler olun" der."
"(Hiçbir rasul) melekleri ve nebileri rabler edinmenizi size emretmez. Sizler müslüman olduktan sonra, kafir olmanızı mı emredecek(ler)?" (3 Âl-i İmrân 79-80)
Görülüyor ki:
Allah Sübhanehû ve Teâlâ bu âyette melâike ve enbiyayı rab edinenlerin kafir olduklarını beyan etmektedir.
Allah (c.c.) buyurmuştur ki:
"Müşriklere de ki; "Allah dışında ilâh olduklarını sandığınız putları imdada çağırınız bakalım. Onlar ne göklerde ve ne de yeryüzünde zerre kadar bir şeye sahip değildirler. Gökler ile yeryüzü üzerinde hiçbir ortaklıkları olmadığı gibi onların hiçbiri Allah'ın yardımcın da değildir."
"Allah katında O'nun izin verdiği kimseler dışında hiç kimse şefaat, aracılık edemez. Bu konuda izin bekleyenlerin yüreklerini ürperten korku yatıştırılınca biribirlerine "Rabb'iniz ne dedi?" diye sorarlar. Cevap verenler "O gerçeği söyledi, O yüce ve büyüktür" derler." (34Sebe' 22-23)
"Allah, O'ndan başka ibadete layık ilah olmayandır. O, Hayy ve Kayyum'dur. Kendisini uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde olanların hepsi O' nundur. O'nun izni olmadan katında kim şefaat edebilir? Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir. (Yarattıkları) O'nun ilminden, kendisinin dilediği dışında hiçbir şeyi kavrayamaz. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Onların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O Aliyy'dir, Azim'dir." (2 Bakara 255)
"Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra da arşa istiva eden işleri de evirip-çeviren Allah'tır. Onun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur, öyleyse O'na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?" (10 Yûnus 3)
"Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra da arşa istiva etti. Sizin O'nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçi olanınız yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?" (32 Secde 4)
"Allah'ı bırakıyorlar da kendilerine ne zarar, ne de fayda vermeyecek şeylere tapıyor, ibadet ediyorlar ve: "Ha, onlar bizim Allah yanında şefaatçılarımız!" diyorlar. De ki: "Siz Allah'a göklerde ve yerde bilmediği birşey mi haber vereceksiniz?" Haşa! O, onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzeh, yüksek çok yüksektir." (10 Yûnus 18)
Yasin Sûresi'nde sözü geçen zâtın sözlerini Kur'ân-ı Kerîm şöyle hikâye eder:
"Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk / ibadet etmeyecekmişim? siz O'na döndürüleceksiniz."
"Ben, O'ndan başka ilahlar edinir miyim ki, Rahman (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler."
"O durumda ise, gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum."
"Şüphesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim; işte beni dinleyin / işitin." (36 Yasin 22-25)
"Allah katında O'nun izin verdiği kimseler dışında hiç kimse şefaat, aracılık edemez. Bu konuda izin bekleyenlerin yüreklerini ürperten korku yatıştırılınca biribirlerine "Rabb'iniz ne dedi?" diye sorarlar. Cevap verenler "O gerçeği söyledi, O yüce ve büyüktür" derler." (34 Sebe' 23)
"O gün, Rahman (olan Allah)'ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz." (20 Tâhâ 109)
"O, önlerindekini de, arkalarındakini de bilmektedir; onlar şefaat de etmezler; (kendisinden) hoşnut olunandan başka. Ve onlar, O'nun haşmetinden içleri titremekte olanlardır." (21 Enbiyâ 28)

ihvanimza.gif
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Hicri 341'de vefat eden, İbn-ul-Arabi'yle meşhur imam Hafız Muhaddis Sufilerin İmamı ve Saduk Ebu Said Ahmed bin Muhammed bin Ziyad bin Bişr bin Dirhem , rahmetullahi aleyh, DİYOR Kİ:

Ma'rifetin hepsi, bilmemeyi itiraftır.

Tasavvufun hepsi, fuzuli şeyleri terketmektir.

Zühdün hepsi, dünya emtiasından sadece ihtiyac miktarı almak ve geri kalanını Allah yolunda elden çıkarmaktır.

Muamelenin hepsi, ilimden evla yolunu, daha evla yolunu kullanmaktır = yol edinmektir.

Tevekkülün hepsi, sebeblerin tesirini çöpe atmaktır.

Rızanın hepsi, itirazı terketmektir.

Mehabbet ve sevginin hepsi, sevilen Mahbub'un arzularını , tüm arzular üzere tercih etmektir.

Afiyetin hepsi, rahatlıkla zorluğa katlanmayı atmaktır.

Sabrın hepsi, "hoşgeldin" demekle belayı karşılamaktır.

Tefvizin ( = işini Allah'a havale etme) hepsi, başa gelen herşeye karşı telaşesiz sükunette bulunmaktır.

Yekiinin hepsi, olaylar; istek ve maksadlarına zıt geldiği zamanda şikayetini terketmektir.

Allah'a güven bağlamanın hepsi, O Ali Zat'ın sana ve sana yararlı olan herşeye kafi olduğunu ve senden daha fazla seni bildiğini bilmendir = inanmandır.

kaynak: Tasavvuf ve Tevhidde Parlak İnciler , Dilara yayınları
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
TASAVVUF'UN TARİFİ-KAYNAĞI-GAYESİ

Hâfız Takyeddîn el-Vâsıtî diyor ki : Şeriat terazisiyle hal ve hareketlerini ölçmeyen bir kimsenin fenâfillah yollarına girmesi, asla mümkün değildir. Bazıları fenâfillah makamının fenâfirrasul makamından daha yüksek olduğunu zannettiler. Amma gerçek öyle değildir. Bilakis arifler fenâfillah makamını Peygamberin sünnetinin ihyâsına hasrettiler. Bunun ise, Peygamberde fânî olmaksızın husûlü muhaldir. Çünkü Allah Teâlâ Kitâb-ı Kerîm'inde Kendi mehabbetinin, Ona ittibâ' etmekle meydana geleceğini beyan buyurmuştur:

"De ki: Hakikaten Allah'ı seviyorsanız, Bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin. " mealindeki Ali İmran suresinin 31. ayetinde, Allah Teala'nın sevgisi ve bu sevgide istiğrak bularak fenafillah olmak, Peygambere ittiba' etmekle tefsir ve izah edilmiştir.. Binaenaleyh ittibâda keml bulmayanın sevgiyi iddia etmesi, abes bir şeydir. Şu halde fenâfillah olmanın manası, Allah'ın isyanını terk etmek şartıyla Peygamber'ine tam ittibâdır. İşte bunun içindir ki Ebû Bekr Sıddîk radıyallahu anh, yemin ederek şöyle buyurdu: " Peygamber'in akrabasını kendi akrabamdan daha fazla severim. Zira Peygamber onları sevmiştir. " Çıhar yâr-i güzînin, Peygamber'den bahsedildiği zaman sevgiden benizleri sararır.. ve gözyaşları dökerlerdi. El-Kenz-ul Mutalsem fî Meddi Yedihi sallallahu Aleyhi ve Sellem li Veledihi Gavs-ır-Rıfâiyy-il-A'zam s.26

Şeyh Abdulkâdir Geylânî Bâz-ı Eşher kuddise sırruhu şöyle buyurur: Mansur-u Hallac'ın kanadı uzadı da uçmak istedi; şer'i şerîf onun kanatlarını kesti. Eğer zamanında benim gibisine rastlamış olsaydı, uçuşunda düşmezdi.. ve öyle abuk sabuk sözler söylemezdi. Kalâid-ul-Cevâhir s.17

İmam Rabbânî her mektubunda, tarikatının şeriatı ihya etmek ve sünnete ittibâ' olduğunu sık sık tavsiye eder.

Serî Sakatî kuddise sırruh, tasavvufun hakikatini şöyle anlatmıştır: " Tasavvuf, güzel ahlaktır, Şerefli insanlar, kabiliyetli insanlara onu izhar eder. "

Şeyh Cüneyd Bağdâdî: " Tasavvuf, alçak ve nâhoş ahlaktan sıyrılmak; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in güzel ahlakına bürünmektir. "

Ebû Ömer ed-Dimeşkî: " Tasavvuf, her noksandan münezzeh olanın tecellîsini müşahede etmek için kainatı noksan görmek ve hatta her noksandan göz kapatmaktır.

İmam Mâlik radıyallahu anh:


" Kim fıkıh ilmini anlamadan tasavvufu izhar ederse, gerçekte zındıklaşır. Ve kim tasavvuf ( özleşmek) ilmini anlamadan, fıkıh ilmini izhar ederse, gerçekte fâsık olur. " buyurmuştur.

Abdestsiz namaz bâtıl olduğu gibi, fıkıhsız tasavvuf da bâtıldır.

Çünkü fıkıh, tasavvufun şartıdır. Fakat tasavvufsuz bir fıkıh ile, ne kadar muvaffakiyet olacağı malum değildir. Zira tasavvuftan iman ve İslamla alakalı olan kısmın inkarı küfürdür; ihsanla alakalı kısmın inkarı fısktır. İmam Mâlik bunu kastetmiştir... Fakat İmam Gazâlî: " Tasavvufun en az derecesi, ona inanmak ve ehline havale etmektir. " demiştir. Bu takdirde, tasdikle fısktan kurtulmuş olunur. İkâz-ul-Himem fî Şerh-il-Hikem c.1 s.9, 11 ; El-Muhkem fî Şerh-il-Hikem c.1 s.74, 76; Ğays-ul-Mevâhib-il-Aliyye c.1 s.127 ; İthâf-u Sâddet-il-Muttakîn c.1 s.148, 154, c.3 s.116

Ömer bin Hattab radıyallahu anh şöyle anlatıyor:

Bizler bir vakit Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in yanında idik. Ansız, bembeyaz elbiseler giymiş, saçları son derece siyah ve üzerinde seferin eseri olmadığı ve bizden hiçbir kimsenin onu tanımadığı bir adam içeriye girdi. Nihayet Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in yayında oturdu. Dizlerini Onun dizlerine dayandırıp diz çöktü. Ellerini Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in dizleri üzerine koydu. Ve şöyle dedi:

" Ya Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), bana imandan haber ver."

Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

İman Allah Teala'ya, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, ahiret gününe inanmandır. Bir de kaderin hayrına ve şerrine inanmandır." buyurdu.

Adam: " Doğru dedin. Öyleyse bana İslam'dan haber ver. " dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

İslam, Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına ve hakikaten Muhammed'in ( sallallahu aleyhi ve sellem ) O'nun elçisi şehadet etmendir. Namazı yerli yerinde kılmandır. Zekatı ( müstahakkına) vermendir. Ramazan orucunu tutmandır. Beyti ( Muazzama'yı ) haccetmendir, eğer ona güç buluyorsan. " buyurdu.

Adam: " Doğru dedin. Öyleyse bana İhsandan haber ver. " dedi:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

İhsan, gerçekte senin Allah Teala'yı görür gibi ibadet etmendir. Şayed sen O'nu görmezsen, gerçekte O seni görüp durur. " buyurdu.

Adam " Kıyametten bana haber ver. " dedi.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

Kıyametten sorulan, sorandan daha bilgin değildir." buyurdu.

Adam: " O halde bana emarelerinden haber ver. " dedi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

Cariyenin efendisini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının binalar yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir. " buyurdu.

Hazreti Ömer buyuyur ki: Biraz sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “ Soranın kim olduğunu bildin mi? " buyurdu. Dedim ki: " Allah ve O'nun Rasulu daha iyi bilir. " Bunun üzerine: " Gerçekte o Cibril idi. Dininizi size öğretmek için gelmişti. " buyurdu. Müslim h.n 7-10; Buhari h.n:50

Görülüyor ki, Allah'ın Rasûlu sallallahu aleyhi ve sellem, ashabına iman ve İslamı öğrettiği zamanda, ihsanı da öğretmiştir. Demek ki dinin temeli iman, İslam ve ihsan olmak üzere üçtür. İstersen tarîkat, şeriat ve hakikat de. İster itikad, ibadet ve ahlak de. Her ne dersen de, bu ve benzer hadislerde tasavvuf konusunu açıklayan , ihsan'dır. Onun üzerinde duralım:

İhsan, gerçekte senin Allah Teala'yı görür gibi ibadet etmendir. Şayed sen O'nu görmezsen, gerçekte O seni görüp durur


Hadis-i şerifteki bu kısımdan iki şey anlaşılır: İlim ve amel.. İlimsiz amel ve amelsiz ilim faydasız oluşunda, ümmet ittifak etmiştir. Ancak tatbikatta ihsan; iman ve İslamın içine girdiği gibi; ayrıca müstakil olarak bir makamdır.

İhsanın iki mertebesi vardır:

Birincisi ve en üstünü "gerçekte senin Allah Teala'yı görür gibi ibadet etmendir." cümlesidir. Tabiî ki, bunda mücerred bir şey anlaşılmıyor. Bundan şu anlaşılır: İmanla alakalı olan ihsan; ayan ve şuhud derecesinde olarak, keyfiyet, kemiyet, benzer, zaman, mekan, sûret ve hayalî resimler olmaksızın akıl, kalb ve ulvî ruhun, Rabb Teala'yı görür gibi inanması ve bu görgü üzerine Ona ibadet etmesidir.

İkincisi " Şayed sen O'nu görmezsen, gerçekte O seni görüp durur. " mertebesidir. Gerçi, birinci mertebeye nazaran bu makam daha aşağı ise de, haddi zâtında bu mertebe dahi yücedir. Çünkü, " O beni görür " diye inanan, ibadet eden ve davranan mü'minin hali de güzeldir.

Birinci mertebe sıddîkların; ikinci mertebe takvâ sahibi olan evliyanın makamıdır.

İşte ihsanın birinci mertebesi şuhud, ayan; ikinci mertebesi ise murakabe makamıdır.

Demek tasavvuf, "denildi, dedi" den değil, dînin esasından alınmıştır. Şu kadar ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hayatında; ihlas, ihsan ve murakabe ile beyan edilmiştir.

Zihni donuk, anlayışı somut, kalbi dönük avam tabakasının tasavvufu inkar etmeleri; ihsan mertebelerini inkar etmekten ibarettir. Ayrıca bunlarda tahkîkî ve yakînî iman olmadığı için, taklîdî imanda aklamaktadırlar.

Ashab devrinde, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hayatta olduğu için, insî şeytanların aklı; cinnî şeytanların kalbi bozmaya imkanları yoktu. Tâbiîn ve tebei tâbiîn devresine kadar böyle devam etmiştir. Yani Müslümanlar imanı, İslamı ve ihsanı tatbik ederlerdi. Tebei Tâbiîn devresinde fitneciler, fitilleriyle çoğaldı; insî ve cinnî şeytanlar yol buldular. Reislere, heva ve heveslerine uymaya başladılar; bid'atler tezâhür etti. Ve binaenaleyh hâdiselere sed çekmek için, bil mecburiye, ihtiyaca mebni, meslekler meydana geldi. Elbette bu meslekler isimsiz olamazdı. İşte üçüncü asrın başlarından itibaren Ehli Sünnet velCemaat ulemasından her bir alim, onda ihtisas gördüğü şeriatın kısmına isim takmaya mecbur kaldı. Artık her bir müctehid, çalıştığı sahasına göre bir veya iki mesleği tayin etti. Ancak hepsi de, sözleri ve fiilleri için ayetten, hadisten hüküm alarak sened göstermeye mecbur kaldılar. Bu arada bid'atçilere de set çekmeye çalıştılar. Derken, ümmet parçalandı... ve yetmiş üç fırka meydana geldi.Elbette bu fırkaların içerisinde, ilimlerini senedle alan, Fırka-i Naciye olmuştur.....

Hârise, Berra' bin Mâlik, Ebû İsrâil, Huzeyfe, Ebû Sıddîk, Osman, Ali, Selman, Suheyb, Ebû Râfı', Bilal ve Habban hazeratı gibi bin kadar sahabi; Zeyn-ul- Abidîn'in torunu Ali bin Hüseyn, İmam Bâkır, İmam Câfer Sâdık, Üveys-ul-Karanî, İbnu Hâzım, Seleme bin Dinar, Hasan Basrî, Alkame, Esved bin Zeyd, İbrahîm Nehâî, Malik bin Dinar, Muhammed bin Sîrîn hazeratı gibi tâbiîn; ve Abdulvâhid bin Zeyd, Utbet-ul-Ğulâm, Fudayl bin İyaz, İbrahim bin Ethem, Dâvûd et-Tâî, Süfyan Sevrî, Ebû Süleyman Dârânî, oğlu Süleyman, Zünnûnî Mısrî, kardeşi Zülkefil, Bişr-ul-Hafî, Serî Sakatî, Hars el-Muhasibî gibi binlerce tebe-i tâbiînden müteşekkil kafile, hepsi, ehli mukâşefe, muhsin, zâhid ve ehli tasavvufturlar. İşte Ehli Sünnet velCemaat’in imamları bunlardır. Radıyallahu anhum....

Bedîuzzaman rahimehullahtan bir iki kıymetli mülahaza ile yazıyı bitirelim...

" Şimdiye kadar tasavvuf hakkında milyonlarca eser yazılmıştır. Bu kadar alimi ve ardınca gidenleri inkar etmek kâr-ı akıl değildir.....

Adi bir samimi ehli tarîkat, sûrî, zahirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat ( rabıta) vasıtasıyla ve o mehabbet-i evliya( manevi beraberlik) cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle fâsık olur, fakat kafir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedîd bir mehabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyıhı, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütemediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez... Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik alim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir.

29. mektub, telvihât-ı tis'a'dan 3.telvih
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Seyhine, tekkesine taparcasina tavir sergileyenler az mi?

E iyi de bu yanlis ve kimse bunu savunmuyor ki zaten...

Savunulacak yonu mu var bunun!...

Genel ragbet bulmus her muessesede bu tarz problemler had safhada...

Hadisenin ozu her yerde sadece su:

Kisi bilmediginin dusmani...

Oyle ya, biri seyhine toz kondurmazken, baska biri de eserlerini sevdigi benimsedigi baska birine ayni isi yapiyor...

Halbuki, butun olcu sadece ve sadece Islam olmali...

Ne diyorsa o...

Kisi ve kisiye yonlendirilen sevgi korku, tiksinti, sempati ufuklarimizi golgeliyor cogu zaman...

Kisi ve olay merkezli bakmamak en guzeli...

Kisi hata eder, olay yanlis olabilir; ama insani yaniltmayan tek ve en derin olcu ilimdir...

Ilmi esas alan ve ilimde de ben merkezlilikten kendini kurtaranlardan olmak gerek... Ilmi ask ile sulayip, istikamet ile yesertmek gerek...

Sadece bilmekle de olmuyor... Bilmek tohumdur, ask sudur, istikamet meyvedir....

En basta ve sonda soylenecek soz sudur:

Seriat mihengine vurmadan hicbir kavrami inkar etmeyecegiz... seriata uygun olmayan hicbir tavri da kabul etmeyecegiz...

Bu tamam ama bir ust basamak ta su:

hata insana mahsustur..

Hata yapani yani hemcinsimiz insani Allahu Tealadan uzaklastirici her unsura sed cekmek icin azami gayretle calisacagiz...

Bu bizim serefimizdir..

Erdem budur sadece...

Bakiniz tasavvuf ozlesmek dedik degil mi? Bu ozlesmeklikten siyrilmak ne mumkun?...

Isim koymak muhim mi?

Ihsan diyelim o halde...

Tamam terkettik tasavvuf dervis sufi tanimlamalarini...

Allah'i gorur gibi ibadet edebilmek.. Biz Onu gormesek de O bizi gorup durur bilinciyle islerimizi kendimizi ayarlamak diyelim...

Var mi burada bir itiraz bu tanimlamaya?...

Eger yoksa anlasiriz.

Seyh gorur diye degil...

Tekke sunu yapsam bana ne eder diye degil....

Allah icin ne varsa...

Onun buyruklarini O istedigi icin....

Ihsan bizi kurtaracak kelimelerdendir...

Biraz merhametli olmak lazim....

Menfaatine davasini heder edenler gozlerinizi perdelemesin...

Vallahi Ihsan buyuk bir meziyettir....

Ihsani hayatinda yasayanlardan olmayi kim istemez ki....

Tasavvuf

Asri saadette yasantisi var; ismi yok! Simdilerde ise adi cokca anilan, yasantisindan kirintilar kalan....

Bize ufuk lazim...

Peygamber aleyhisselam bize Imani, Ihsanla birlikte andi....

Iman ile ihsani da yasayacagiz....

Faydali olmak kastimiz once kendimize, sonra cevremize....

Bosverin lakirti lukurtu edebiyatinin kulak tirmalayan nidalarini...

Satahatlari.. O sunu yapti, bu bunu yapmadi tekerlemelerini...

Kendimizden cikalim...

Kendimiz olalim
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
İmam Mâlik radıyallahu anh:

" Kim fıkıh ilmini anlamadan tasavvufu izhar ederse, gerçekte zındıklaşır. Ve kim tasavvuf ( özleşmek) ilmini anlamadan, fıkıh ilmini izhar ederse, gerçekte fâsık olur. " buyurmuştur.

Abdestsiz namaz bâtıl olduğu gibi, fıkıhsız tasavvuf da bâtıldır. Çünkü fıkıh, tasavvufun şartıdır. Fakat tasavvufsuz bir fıkıh ile, ne kadar muvaffakiyet olacağı malum değildir.

Zira tasavvuftan iman ve İslamla alakalı olan kısmın inkarı küfürdür; ihsanla alakalı kısmın inkarı fısktır. İmam Mâlik bunu kastetmiştir...

Fakat İmam Gazâlî: " Tasavvufun en az derecesi, ona inanmak ve ehline havale etmektir. " demiştir. Bu takdirde, tasdikle fısktan kurtulmuş olunur.

İkâz-ul-Himem fî Şerh-il-Hikem c.1 s.9, 11 ; El-Muhkem fî Şerh-il-Hikem c.1 s.74, 76; Ğays-ul-Mevâhib-il-Aliyye c.1 s.127 ; İthâf-u Sâddet-il-Muttakîn c.1 s.148, 154, c.3 s.116
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
[FONT=tahoma,helvetica]Hem sûfi ol hem fakih; olma sakın biri

Allah'ın hakkına öz nasihatim sana bu

Şunun kalbi sert, bulmadı takvâ tatları

Şu da çokça cahil, nasıl yarar bu?


Divân-ı İmam Şâfiî s.177

İmam Kuşeyrî rahimehullahu Teâlâ diyor ki: İslam devam ettiği müddetçe asırlardan hiçbir asır şu sûfiyye tâifesinin şeyhlerinden boş kalmaz; mutlaka her asırda Tevhid ilmini güzel bilen, kavmin imamlarından bir şeyh bulunur. Elbette o vakitte yaşayan ulemâ kendilerine teslim olurlar, ona boyun eğerler, onunla bereketlenirler. Onlarda bir meziyet olmasaydı, bunca ulemâ kendilerine teslim olmazlardı, bilakis onlar ulemaya teslim olacaklardı.
[/FONT]
[FONT=tahoma,helvetica][/FONT]
[FONT=tahoma,helvetica]İşte Ahmed bin Hanbel, İmam Şâfiî'nin yanında iken, radıyallahu Teâlâ anhumâ, Şeybân-ı Râî gelmiş. İmam Ahmed:

- Ey Ebâ Abdillah, bugün ben bu adamı tecrübe edeceğim, haberdar ol. Onu eksik ilmi üzere uyarayım ki biraz ilmi tahsil etsin. demiş, İmam Şâfiî:

- Yapma bunu haa! Pişman olursun. demişse de kanaat etmemiş ve Şeyban oturduktan sonra Şeyban'a yönelerek:

- Hangi namazı unuttuğunu bilmediği halde yirmidört saat içerisinde beş vakit namazdan bir namazı unutan bir adam hakkında ne dersin? diye sormuş; Şeyban:

- Bu, halinden ğafil olan bir adamın kalbidir. Bundan sonra Mevlâ'sından ğafil kalmaması için adamakallı edeblendirilmesi farzdır. cevabını verince Allah'ın korkusu İmam Ahmed'i kaplamış, kendinden geçmiş. Ayılınca İmam Şâfiî kendisine:

- Ben sana bu adamı tahrik etme demedim mi? demiş.

İşte kıssasını naklettiğim Şeyban onlardan bir ümmî şeyhtir. Ümmî bir şeyh böyleyse onların imamlarında ne gibi bir zanda bulunuyorsun? Hele bir düşün.....

er-Risalet-ul-Kuşeyriyye s.198, Netâic-ul-Efkâr'ın kenarında Ahkâm-ud-Delâle alâ Tahrîr-ir-Risâle c.4 s.206


[/FONT]
 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
Alıntı:
yselim - İsimli Üyeden Alıntı
DÜNYA DA ŞU AN DA VAR MI BU YETKİYİ ALAN?

dostluk - İsimli Üyeden Alıntı
bakın şuan varmıdır yokmudur bunu Allah bilir...diğer konuarda mürşitlerin özelliklerini anlatan konular vardır eğer o vasıflar varsa bir kişide kurandan sünnetten şaşmıyorlarsa nadide insandırlar...

lakin konu şuan varmı yokmu değildir...konu önceki alimlerimizin hayatları bellidir yazdıkları kitaplar bellidir...alimlerimizin hakkında atılan iftiralarda ortadadır...Ve bizler alimleri sevdiğimiz için biz ehli sünnte denilenlerde aşikar meydandadır...


yselim - İsimli Üyeden Alıntı


ALLAH RESULÜ KENDİ KIZINA DAHİ GARANTİ VEREMEZKEN HATTA KENDİSİ İÇİN BİLE SONUNUN NE OLACAĞINI BİLEMEZKEN SİZ NASIL BİRİLERİNİN CENNETE GİRECEĞİNİ GARANTİLEMİŞ VE HATTA ALLAH'DAN ŞEFAAT İZNİ ALMIŞ OLARAK GÖRÜRSÜNÜZ? BUNU NEYE DAYANDIRIYORSUNUZ KENDİSİNİN DAHİ CENNETE GİRECEĞİ GARANTİ OLMAYAN BİRİNDEN ŞEFAAT UMMAK....


ALLAH HEPİMİZİ ISLAH ETSİN...
dostluk - İsimli Üyeden Alıntı
bakın kaynaklı yazıyorum sevdiğiniz beğendiğiniz şehittir dediğiniz değer verdiğiniz üstadın kuran tevsirini yazıyorum ...hala şefaate inanamıyorsunuz...hala veli kullara inanamıyorsunuz...seyyit kutup tevsirlerinde assla şefaati inkar etmemiştir...ayynen ehli sünnet alimlerinin tevsirleri gibi kafirlerin müşriklerin putların şefaat edemeyeceğini ve şefaatten yararlanamayacağını yazmıştır...fakat izin vediği kullarına şefaat hakkını tanıyacağını yazmıştır ...diğer şefaat ayetlerinide ekleyeyim inşallah...

seyyit kutup o zaman kuranı yalan tevsir etmiş demek oluyor sizin bu ititrazınız...kuranı yalan yanlış tevsir edenin hükmü nedir...hani şehitti...hani alimdi...

ALLAH HEPİMİZİ HİDAYETE ERDİRSİN...DOĞRU YOLUNU BULDURUP YOLUNDA SABİT KILSIN İNŞALLAH...

inşallah devam edecek ayetler ve tevsirleri...
yselim - İsimli Üyeden Alıntı
ya kardeşim Allah aşkına bana lütfen söylermisin ben nerede şefaati inkar etmişim bunu nereden çıkarıyorsun.. vallahi bunu isbat edene kadar sana hakkımı helal etmiyorum

forumda şahıslarla uğraşarak didişerek hakaret ederek değil bilgilerle kaynaklarla var olmaya çalışan biriyim...yukardaki sorulara göre cevap vermiştim...bakın ilk sorunuza şuan varmı yokmu Allah bilir yazılmış...

dünyadaki iyi insanlara değil bizim şefaat duamız dünyadan göç etmiş peygamberimiz eshabı ve onun yolunda son nefesine kadar hayatını yaşamış mübarek kulların hürmetine Allahütealadan sevdikleri kulların şefaatini istiyoruz dua ediyoruz...neye dayanaraktan Rabbim kuranda böyle kullarına izin vereceğini bildirdiği için ümit ediyoruz...kuranda bunu bildirmese deseydiki haramdır şefaat yoktur bizler hiç duamıza şefaati katmazdık..olmayan bişey için zaten neden dua ederdikki...

dünyadaki rehber olarak gönderdiği kullarını ise seviyoruz itaat ediyoruz...çünki buda kuranda yazılmış rehberlerinizze itaat edin denmiş...şeriatin islamın yolunda olan rehberlerinize ..onların kötülüğü men etmek iyiliği emr etmek için Allahın seçtiği kullarından oldukları yazılı kuranda... bize ne düşer kurana itaat...

bakın kardeşim ehlisünnette kendini sizin sandığınız gibi cennetlik görmüyor...ümit ile ümitsizlik arasındayız...sürekli mümin olarak yaşayıp ölmek için dua ediyoruz...heleki alim olan gerçek alim olanlar kendini hep hatalı kusurlu görür kibir olmaz iyi ahlaklı olur Allahın emirlerini yapmaya ve yaptırmaya çabalayan kişi olur...diğer konularda gerçek müridlerin vasıfları yazılıdır...onun haricinde diyor ehli sünnet bir kişi havada uçsa ama onun küfür işini görseniz alim evliya olduğuna inanmayın...

hakkınızı helal edin selametle kalın...
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Şefaat yetkisinin olması ayrı.. Akibetin hayır olması ayrı.. Ona bakarsan hangimizin imanlı göçeceği garanti? Kim, şimdiden nasıl emin olabilir?.. Ben şefaati hak etmem için, bir kere sonum imanlı olmalı.. İkincisi Peygamber Efendimizin sünnetlerini ömür boyu işlemeliyim.. Üçüncüsü Alim ve Veli zatların izinden ömür boyu ayrılmamalıyım.. Sonra, Şefaat yetkisi olan dilerse kullanır dilerse kullanmaz.. Kullanmadı diye ben ahirette mahkeme mi edeceğim? Bırakın Allah aşkına yahu!

Bakın siz de önyargılı hareket ediyosunuz.. Hiç bir alim hiç bir veli, aşikare şefaat yetkisi verildiği bildirilse bile sonundan emin olmaz.. Ehli Sünnete aykırıdır.. Ömür boyu hayırlı bir son için çırpınır, dua eder, şartlarını ciğerinden kan gelircesine yüreğini kan basarcasına yerine getirmeye çalışır..

Hepsi şartlarına bağlı, hepsi yaşamaya bağlı.. Kimse, şefaat var diye yatıp duramaz..

Ama bakın, Allah'ın rahmetinden de ümid kesilmez.. Allah kulunun zannı üzerindedir.. Rahmeti gazabını aşmıştır.. Yalvarıp yakarırırız: "Ya Rabbi, sen kerim, rahim padişahsın.. Ya Rabbi, rızan üzere yaşat, rızan üzere canımızı al.. Habibinle, Peygamberlerinle, Sevdiklerinle haşr et.. Günahlarım, noksanlarım çoktur, derya-yı zembi boyladım.. Ya Rabbi sen bağışla.. Sen merhamet buyur.. Yanlız nefsime değil, bütün ümmet-i Muhammede merhametinle muamele et.. Sen bizim Mevlamızsın.." deriz..

İsmen demesek dahi, "Ya Rabbi Peygamber Efendimizin, Şefaat edecek mübarek kullarının şefaatlerinden bizi uzak eyleme, çünkü asla ve kat'a kendi amelime kendi ilmime kendi işlediklerime itimad etmiyorum.. Yalnız senin fazl u keremine dayanıyorum.." deriz.. Allah'ımız hakkında hüsn-i zan besleriz..

Bu şekilde akibetinden emin olmamak, Allah'a ümid beslemek ve şefaat yetkisine inanmak Ehli Sünnetin gereklerindendir..

Zira Allah'tan ümid kesilmez..

Zira hiç kimse akibetinden güven içinde olamaz..

Zira kişi sevdikleriyle beraberdir ve sevdikleriyle beraber olacaktır..

Zira Allah için sevmek, Allah'ın sevdiklerini sevmek bizlere emr olunmuştur..

Size de tavsiye ederim..

"Kişi ancak Allah'ın fazl u tevfiki ve mertliği ile Cennet'e girer"..
 
Üst