VEHHABİLİK DİNİ

Ebu Computer

Kıdemli Üye
Katılım
11 Haz 2013
Mesajlar
25,037
Tepkime puanı
1,507
Puanları
113
Aslında selefilerinde tasavvuf ehlinin de şianında, hepsinin kendine göre haklı olduğu yerler var...

Allah hepimizi ıslah etsin...
 

Hakperest

Kıdemli Üye
Katılım
13 May 2013
Mesajlar
10,219
Tepkime puanı
3,203
Puanları
113
Konum
:::::YerKüre:::::
Aslında selefilerinde tasavvuf ehlinin de şianında, hepsinin kendine göre haklı olduğu yerler var...

Allah hepimizi ıslah etsin...


her fırka yıllardır müslüman kardeşine vura vura
vuracağı zayıf noktaların/hataların uzmanı olmuşlardır


hataları tedavi edeceklerine
öldürmek için yaraya parmak sokuyorlar
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Mekke yada Medine'de doğmuş olsak muhtemelen bizde bu konuda bahsedilen kişilerden yani Vahabilerden olacaktık.
Benim asıl merak ettiğim biz bu kişilere Vahabi derken, onlar bize bir isim takıyor mu ? Yada bunlar hanefi diye bizi tekfir ediyorlar mı ?
Bu beldelere gittiğimde özellikle dikkat ettim ama vahabi diye isimlendirdiğimiz bu insanların hatasını göremedim.
Her topluluğun içerisinde aşırı uçlar olur, onlara bir şey diyemem.
Selam ve dua ile...





Ebu Computer'in Vehhabileri çok masum göstermesinin ardından bu vampirlerin yaptıklarını ve yedikleri naneleri yazmak bize vacib oldu ...

Vehhabi Vampirlerinin yaptıkları ve bu hareketin dünü - bugünü

Muhammed bin Abdülvehhâb (1703-1792):

Muhammed bin Abdülvehhâb 1703 yılında Arabistan’ın Riyad şehrine yetmiş kilometre uzaklıkta bulunan Uyeyne köyünde doğdu. İlk tahsilini kadı olan babasından aldı, daha sonra Mekke ve Medine’de tahsiline devam etti. Bu tahsili esnasında İbn-i Teymiyye’nin akâid ve fıkha dâir eserlerini ciddiyetle incelemiş, onun çarpık görüşlerinin etkisi altında kalmış, katı bir taassupla büyük bir bağlılık göstermiştir. Daha sonra da kendisini müçtehid zannedip çıkmıştır.

Mekke ve Medine’yi merkez edinerek çalışmaya başladığında pek ciddiye alınmadığı için Basra’ya geçti. Babası Abdülvehhâb bin Süleyman iyi bir müslümandı, çevresinde âlim olarak tanınıyordu. Oğlunun bozuk fikirler yaydığını görünce karşı çıktı, peşinden gidilmemesini var kuvvetiyle halka duyurmaya çalıştı.

İbn-i Abdülvehhâb birçok yerler dolaştıktan sonra tekrar doğum yeri olan Uyeyne’ye geldi. Oranın emiri olan Osman bin Hamd ile yakınlık kurdu ve onu kendisine inandırarak görüşlerini kabul ettirdi, altıyüz kişilik gücünden faydalandı. Daha sonra Uyeyne’nin mühim bir ismi haline geldi. Etrafında kendisini dinleyen ve destek veren büyük bir kalabalık çevrelendi.

İbn-i Abdülvehhâb kendi sapık görüşlerini yaymak için “Kitabu’l-Tevhid” adında bir kitap yazmıştır.

Kendine uymayanları kılıçla yola getirmek gerektiği üzerinde duruyordu. Ona göre bu hususta her türlü baskı uygulanabilirdi.

İbn-i Abdülvehhâb sadece sapık fikirlerini yaymakla kalmıyor, bunları zorla kabul ettirmeye çalışıyordu. Bu durum halkı korku ve endişeye sevketti. Bunun üzerine o civarın kuvvetli kabilelerinden biri olan Hâlid oğullarının reisi Süleyman bin Üreyir’e başvurarak yardım istediler. O da Uyeyne emiri Osman’dan İbn-i Abdülvehhâb’ı oradan sürmesini istedi.

İbn-i Abdülvehhâb orada barınamayarak Riyad’a yakın bir yer olan Der’iyye’ye yerleşti. Oranın emiri ve en nüfuzlu adamı Muhammed bin Suûd ile anlaştı ve işbirliği yaptı. Böylece görüşlerine siyasi bir güç kazandırmış oldu. Bu işbirliğinden Vehhâbî isyanları doğdu. İsyancılar Osmanlılar’dan bağımsız olarak kendi inanç ve düşüncelerine göre şekillenen bir devlet kurmak istiyorlardı. İbn-i Abdülvehhâb sapık fikirlerini yaymak için sağlam bir maddî desteğe kavuşurken, Muhammed bin Suûd da kendi nüfuzunu genişleterek Arap yarımadasına sahip olmak için fırsat elde etmiş oldu.

Bazı kabile reisleri de İbn-i Suûd gibi yaptılar ve İbn-i Abdülvehhâb’ın bâtıl fikirlerini kabul ettiler. İbn-i Abdülvehhâb da güçlenerek daha rahat çalışma fırsatı yakaladı. İslâm dinini saflaştırmak bahanesiyle bedevîleri etkisi altına almaya başladı. Çünkü onlar İslâmiyet hakkında şümullü bilgiye sahip değillerdi.

Arabistan topraklarının Osmanlı idaresinde olduğu dönemde bu bölgede Vehhâbî dininin temeli 1744’te işte böyle atıldı. Hicaz bölgesini istilâ ederek, oraları abluka altına aldı.



İbn-i Abdülvehhâb Der’iyye’de sapık fikirlerini yaymaya başladı, orada dersler düzenledi. Komşu kabilelerin emirlerine mektuplar yazarak fikirlerini aktardı. Kısa zamanda etrafında kalabalıklar toplandı. Erbakan gibi Deccal’den daha beter olan yoldan sapmış imamların etrafına halkın toplandıkları gibi.

Bu sapık adam kendisine uyanlara “Muvahhidler” adını veriyor, kendisine uymayanları “Hak dine girmeyenler” olarak görüyordu. Vehhâbîlik dinini resmen bu şekilde yaydı ve bu noktada ilâhlık dâvâsında bulundu.

Halkın dalâlete düştüklerini, tarikata girme ve benzeri şeyler yüzünden tevhidin bozulduğunu, bu gibi kimselerin müşrik olduğunu ileri sürerek kan ve mallarının kendisine inananlara helâl olduğunu, onları kılıçla yola getirmenin gerektiğini ilân etti.

Bölge halkına ganimet vaad eden bu sapık fikirler Necd bölgesinin halkına cazip gelmişti. Bu bölge asırlardır bir çok sapıklıklara sahne olmuştu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden sonra peygamberlik iddiâsıyla ortaya çıkan Müseyleme’tül-Kezzab, Secah, Tüleyhâ, Esved’ül-Ansî gibi sahtekârlar bu bölgede ortalığı karıştırmışlar, taraftar bulmuşlardı. Bölge daima isyancı grupların merkezi olmaya devam etmişti. Halk yağmacılığa, talana, isyan etmeye, baş kaldırmaya her zaman için meyilli idiler. Çok yaygın bir cehâlet hüküm sürüyordu.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Tevrat’taki âyetleri tebdil ve tahrif eden yahudi âlimlerinin durumunu anlattıktan sonra, onların peşinden giden avam halkın durumunu da haber vermekte ve her iki grubun aynı derecede sapıklık içerisinde olduklarını beyan buyurmaktadır:

“Onlardan bir kısmı okuma yazması olmayan ümmidirler, kitabı anlamazlar. Bir takım bâtıl şeyleri onlar sadece zanneder dururlar.” (Bakara: 78)

Saptırıcı önderleri izleyen kimseler, hiçbir bilgiye sahip olmaksızın körü körüne ve aptalca peşlerinden gittikleri, hakikata kulak vermedikleri, bir takım zan ve kuruntulara saplandıkları için dalâlete düşmüşlerdir.

Sonra Allah-u Teâlâ mal, menfaat, makam ve şöhret için peşlerinde sürükledikleri halkı sapıklığa düşüren önderleri Âyet-i kerime’sinde şu şekilde açıklamaktadır:

“Kitab’ı elleriyle yazıp da sonra onu az bir para ile satabilmek için: ‘Bu Allah katındandır.’ diyenlere yazıklar olsun!

Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Kazandıkları vebalden ötürü vay haline onların!” (Bakara: 79)

Bu Âyet-i kerime her ne kadar İsrâiloğullarından söz ederken zikredilmişse de hükmü elbette ki umûmidir.

İnsanları Hakk’tan uzaklaştırarak, ebedî azaba sürükleyen bu saptırıcılığın vebali şüphesiz ki çok büyüktür.



O bölgede pek çok kanlı baskınlar yapıldı. Vehhâbîliği kabul etmeyenler kılıçtan geçirildi, elde edilen malların beşte biri ganimet olarak hazine adı altında Muhammed bin Suûd ve avânesine ayrıldı, kalanı ise savaşa katılan süvari ve yaya çapulcular arasında ikili-birli bölüştürüldü. Bu durum doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı açılan bir başkaldırmadır. Vehhâbilik dinine girenleri himâye etti, İslâm dininde olanların mahvına çalıştı.

İşte bu Vehhâbî bozmalarının bu yaptıklarından bazılarını örnek olarak gösteriyorum, müslüman olan bunu yapar mı?

Bununla bir kâfirin arasında ne fark görebilirsin? O da kâfir, o da kâfir! Vehhâbîlik dinini savunanların kâfir oldukları buradan da görülebilir.



Abdülaziz bin Muhammed bin Suûd:

İbn-i Abdülvehhâb’ın başlattığı bu hareket, Muhammed bin Suûd vasıtasıyla siyasi bir cephe kazandığı için hızla yayıldı. Muhammed bin Suûd pek çok toprak ele geçirdi. Onun 1766’da ölümünden sonra bu toprak kazanma işi ve Vehhâbî isyanlarının askerî ve siyâsî liderliği oğlu Abdülâziz bin Muhammed bin Suûd tarafından devam ettirildi. Bu adam da babasından daha büyük heyecanla İbn-i Abdülvehhâb’a bağlandı.

Abdülaziz bin Muhammed Vehhabîler’in ikinci reisidir. Başa geçtikten sonra, babasının siyasetini takip ederek Vehhâbîlik dinini yaymak için otuz yıl Orta Arabistan’daki muhtelif kabilelerle mücadele etti, çok büyük katliamlar yaptı, pek çok müslümanın canına kıydı. Sözle, kitapla ve mektuplarla başlayan hareket; kılıçla, silâhla sıcak savaşa dönüştü.

1802 yılında Kerbelâ’yı yağmaladılar, Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh-in türbesinin damını yıktılar, mücevherlerle süslü olan sandukasını alıp götürdüler ve bölge halkını vahşice katlettiler.

Abdülaziz 1803 Şubat’ında Tâif’i ele geçirerek orayı yağmalattırdı. Kendisi de aynı yıl Kasım ayında Der’iyye’de bir câmide bir Şiî tarafından hançerlenerek öldürüldü.



O tarihlerde Osmanlı Devleti’nin dış düşmanlarla savaş hâlinde olması ve zayıflamaya başlamasıyla İslâm âleminin her köşesinde iç karışıklıklar ve sapık fikirler günden güne artmaya başladı. Bu durum Vehhâbîler’in işini oldukça kolaylaştırdı, hızla taraftar kazandılar. Batılı devletlerin, bilhassa İngilizler’in de yardım ve teşvikleriyle bozguncu düşünceler halk arasında yayıldı. Kimileri bulundukları bölgelerde etkili oldular, İslâm’a ve müslümanlara büyük darbeler vurdular.

Osmanlı Devleti yıkılırken kışkırtıcı ve sapık mezhepler kendilerine bolca taraftar buldu, onlarla mücadele edecek kimse de kalmadı.

Din ve mezhep adına ortaya çıkan Vehhâbîlik, başlangıçta ciddiye alınmadı. Gelişi güzel bir mahkeme ile reddedilerek iş geçiştirildi.

Vehhâbîler kendi inancında olmayanları küfürle itham ettikleri için Hâricîler’e benzemektedirler. Kendi fikirlerine olan zıt fikirleri İslâm’ın dışında olarak kabul ettiler, o fikirde olmayanları tekfir ettiler. Kanlarının mübah olduğunu, mallarının ganimet olarak alınabileceğini, kâfirlere yapılan muameleyi yapmanın onlar için de bahis mevzuu olduğunu söylediler.




Suûd bin Abdülaziz:

Muhammed bin Abdülvehhâb’ın 1792 yılında ölmesine rağmen Vehhâbî hareketi durmadı, hatta daha da hız kazandı. Osmanlılar’ın devlet otoritesinin zayıflığından istifade eden Vehhâbîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdular.

Abdülaziz bin Suûd bin Muhammed’in ölümüyle onun yerine geçen Suûd bin Abdülaziz, sınırlarını genişletmek için saldırılarını artırdı.

Vehhhâbîler 1803-1806 yılları arasında Tâif, Medine ve Mekke’yi ele geçirdiler.

İlk olarak Tâif’i kuşattılar ve ele geçirdiler, şehir yağmalandı. Burada pek çok müslümanı, kadın çocuk demeden acımasızca şehit ettiler. Tekke, zâviye, türbe nevinden her yeri yıktılar. Ele geçirdikleri Tefsir, Hadis ve diğer ilimlerle ilgili pek çok kitabı parçaladılar. Vehhâbî askerleri çok câhil oldukları için, Kur’an-ı kerim’leri diğer kitaplardan ayırt edemediler ve paramparça yaptılar. Bazı Âyet-i kerime’lerin nakşedilmiş bulunduğu tezhipli Kur’an-ı kerim cilt derilerinden çarıklar yapıp ayaklarına giydiler. Öyle ki koca Tâif şehrinde üç tane Kur’an-ı kerim’le bir takım Buhârî-i şerif kaldı.

Bunu bir müslüman yapabilir mi? Kâfir olduklarını hâlâ görmüyor musunuz?



Vehhâbîler Tâif’ten sonra Mekke’yi ele geçirdiler. Resulullah Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhüm- Hazerâtının doğdukları evleri, orada bulunan bütün kubbe ve türbeleri yerle bir ettiler. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu sebepsiz yere astılar. Ehl-i sünnet inancında sebât etmek isteyenleri tehdit ettiler.

Suûd bin Abdülaziz Cumâ hutbelerinden halifeye yapılan duâyı kaldırttı.
Bütün bu zulümler olurken, Vehhâbîler’e karşı savaşan Şerif Galip, Osmanlı Devleti’nin yardım göndermemesine, Hicaz bölgesinin Vehhâbîler’in eline geçmesine ve Haremeyn halkının eşkiyanın esaretine düşmesine çok üzülüyordu. Bir yandan da hâlâ yardım geleceği ümidini besliyor, hatta Suûd bin Abdülaziz’i tehdit etmekten geri durmuyordu.

Ancak bütün bu tehditler Suûd’un zulmünü azaltmadı, aksine gurur ve kibrini daha da artırdı.

Bundan sonra Vehhâbî ordusu Medine’ye yöneldi. Suûd bin Abdülaziz, Medine halkına bir mektup yazarak, asırlardır hak din üzere olan müslümanları kendi dinine dâvet etti. Medine halkı bu mektup üzerine hayli korktularsa da müsbet veya menfî bir cevap veremediler. Bunun üzerine Vehhâbîler Medine üzerine yürüdüler ve halkı muhasara ederek aç ve susuz bıraktılar. Kendi görüşlerini kabul ederlerse onları affedeceğini söylediler. Onlar da başka çare kalmadığından ve en azından oyalamak için onun bu ağır tekliflerini kabul ettiler.

Vehhâbîler ilk iş olarak Medine’de ne kadar kubbe varsa hepsini yerle bir ettiler. Her türbenin kubbesini de o türbenin türbedârına yıktırdılar. Ancak halkın galeyanı üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübarek mezarı üzerindeki Kubbe-i hadrâ’yı bıraktılar.

Abdülaziz bin Suûd Medine halkına hitaben yaptığı küfür dolu konuşmasının bir noktasında:

“Peygamber’in kabri başında önceleri olduğu gibi durarak, tâzim için salât-ü selâm getirmek çirkin bir davranıştır ve çirkin bid’atlardan olduğu için Vehhâbî diyanetince yasaktır.” dedi.

Ben de diyorum ki bunu diyen müşriktir.

Zira Allah-u Teâlâ:

“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.

Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)

Âyet-i kerime’si ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Zât-ı akdes’inin ve meleklerin salât-ü selâm getirdiğini duyuruyor ve ümmet-i Muhammed’e emir buyuruyor. Bu kâfir ise böyle söylüyor, bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor. Kendi dinini kuvvetlendirmek için Allah-u Teâlâ’nın emrini hiçe sayıyor, hakikatin yerine bid’atları yerleştirmek istiyor. Bundan ötürü şirk koşmuşlardır ve müşrik olmuşlardır.

İslâm dininden çıkıp Vehhâbîlik dinine girdikleri gibi, Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sini inkâr edip arzularını hüküm yerine koyuyorlar. Bunları İslâm olarak mı kabul edeceksiniz, kâfir olarak mı tanıyacaksınız?

Medine halkı bu zulümlere sabrediyor, Vehhâbîler’i oyalamaya çalışıyordu. “Hilâfet-i İslâmiye merkezinden elbette asker gönderirler.” diye düşünüyorlardı. Tam üç sene sabırla beklediler, asker gelmeyince İstanbul’a bir heyet gönderdiler. Fakat görüştükleri kimseler, durumu padişaha etraflıca bildirmediler. O sıralarda da devletin başında bir hayli gâile vardı, bunun içindir ki bu mühim husus ile ilgilenemediler.

Vehhâbîler 1811 yılında kuzeyde Halep’den Hint okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıldeniz’e kadar yayıldılar.

Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti Vehhâbîler’in bir tehlike olmaya başladığını farketti, bunlara bir “Hâricî” hareketi olarak bakıldı. Bastırmak için çabalar gösterildi, Mısır ve Bağdat valilerine emirler verildi.

Osmanlı padişahı İkinci Mahmud, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı bu tehlikeyi bertaraf etmesi için görevlendirdi. Kavalalı, 1812-1813 yılında oğlu Tosun emrinde Vehhâbîler’in üzerine bir ordu gönderdi. Bu ordu Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere ve Tâif’i Vehhhâbîler’in elinden kurtardı.

Daha sonra Kavalalı bizzat kendisi, Abdullah bin Suûd’un üzerine yürüdü. Vehhâbîler her ne kadar direndilerse de, 1814’te Abdülaziz’in âni olarak ölümü üzerine bozguna uğradılar, kuvvetleri dağıldı.

1818’de Kavalalı’nın kumandanı İbrahim Paşa Der’iyye’ye giderek isyancıları bastırdı. Muhammed bin Abdülvahhab’ın oğlu Der’iyye kadısı Süleyman’ı da öldürdü. İbn-i Abdülvehhâb’ın diğer oğlu Ali de Hacc’da yakalanarak öldürüldü. Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah’ı ve çocuklarını yakalayarak İstanbul’a gönderdi. Bunlar 17 Aralık 1819’da burada idam edildiler. Böylece Vehhâbîler’in ilk dönemi kapanmış oldu.

Ancak Vehhâbî hareketi durmadı. Savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Suûd hânedânından Türkî bin Abdullah, Vehhâbî kuvvetlerini toplayarak Necd bölgesinde yeniden faaliyete geçti. Riyad’ı başşehir yaparak 1821’de ikinci Vehhâbî devletini kurdu.

Bu yönetim başlangıçta askeri hareketlerle, 1843’ten sonra da Osmanlı Devleti’ne tâbi olmayı kabul ederek 1891’e kadar ayakta kalmayı başardı.

http://www.hakikat.com/anabuay.html
 

adams77

Kanalizasyoncu
Katılım
14 Haz 2013
Mesajlar
25,989
Tepkime puanı
2,087
Puanları
113
Konum
Mars
konuyu bildiğini sen iddia ettin

ben meselenin alagorik olduğunu söyledim (tutturmuşsun nedir diye)
gerçek mahiyetini bilecek güçte değiliz
imam rabbani vs alimler sadece idrak edip manen anlarlar (tam manada bilemezler)
ve izah etmede yine müşkillerle karşılaşırlar

eğer "istiva-kursi"yı bildiğinizi iddia ediyorsanız :D
sizden alimi henüz dünyaya teşrif etmediler

fakiri dedenin sana şeker sunması cuk yerine oturmuş yanii

uy benim çok bilmiş arkadaşım

demek öyle bu sahabeler ayetleri okudular ama anlamadılar bilmediler biraz teslimiyet ile her şeyi çözdüler siz ve sizin gibiler olduğu sürece bu kitabın anlaşılması ve anlatılması çok zor ben size gerçek mahiyetini sormadım zaten!! alagorik olarak bahsettiğiniz anlatmaya çalıştığınız nedir onu merak ettim do you understand me !!

Allah sana kainatta anlamayacağın ve anlatamayacağın hiç bir şey sunmamıştır evren bir insanın okuyup anlatabileceği bir kitap güzel kardeşim bunun alim yada tek alim olma gibi bir durumu yok Allah zaten her insanın okuması için var etmiştir her kul Allah 'ın yarattığı ayetleri okuyup anlayabilecek kapasitededir. Allah sana ayetlerini açıklamış ise anlayabiliyorsundur ama sende düşünme ve araştırma yada gözlemleme yok ise bunları alimlere bırakman doğal onlar sana ne verirse alırsın

Allah hakkında ne biliyorsun ki!! gerçek mahiyetini bilemeyiz diyorsun!! hayırdır Allah 'ı bir mekan yada zaman 'a mı sokacaksın?

birde tekrar benim iletime dönün ve ben neyi iddia etmişim tekrar edin ben size istiva ne demek diye sordum bildiğimi iddia etmedim hangi forumda kimin iletisini okudunuz!!! fakiri dedenin bana şeker sunması cuk diye oturmuş niye oturmuş hoşunuza gitmiş ee artık fakiri dede sana da bir şeker sunar :O

yahu üzülüyorum soru sorunca insanların içinden çıkıyor cini oysa burası sorulara cevap aranacak bir platform sizin yazdıklarını anlamak için adam soru soruyor bunlar alimlerinden öğrenmişler soru sorma akıl yürütme düşünme araştırma ben ne dersem o bitti.

size kolay gelsin.
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Diyanet İşleri : O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.
 

adams77

Kanalizasyoncu
Katılım
14 Haz 2013
Mesajlar
25,989
Tepkime puanı
2,087
Puanları
113
Konum
Mars
Sana ruhtan soruyorlar. De ki: 'Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.'

evet az bir şey verilmiş dünya bunun belirtisi ve emaresi

biraz aklının çalıştır Allah hangi ayette kendi mahiyetini anlatıyor!!! Biz onu anlayabilirmiyiz ne diyorsun
 

adams77

Kanalizasyoncu
Katılım
14 Haz 2013
Mesajlar
25,989
Tepkime puanı
2,087
Puanları
113
Konum
Mars
ilimde derinleşmiş güzel bir arşive sahip olanlar ne der!!!
 

adams77

Kanalizasyoncu
Katılım
14 Haz 2013
Mesajlar
25,989
Tepkime puanı
2,087
Puanları
113
Konum
Mars
imam rabbani vs alimler sadece idrak edip manen anlarlar (tam manada bilemezler)
ve izah etmede yine müşkillerle karşılaşırlar


arkadaş soru soruncada kızıyorsunuz yahu sen ne dediğinin farkındamısın?

İnsan görmediği , duymadığı bir şeyi nasıl idrak edecek!!

İnsan zaten Allah 'ın ayetlerini tam manada bilemez çünkü insan zamana tabi!!

Sen hangi ayette gördün Allah kendi mahiyetini anlatıyor!!! yada açıklıyor O 'nu anlatmaya ve açıklamaya güç mü yeter O neye benzer ki!! alagorik diyorsun hee!!!

ama cuk diye oturmayı görüyorsun niye işine geliyor seni gidi seni işiniz gücünüz eğlence
 

adams77

Kanalizasyoncu
Katılım
14 Haz 2013
Mesajlar
25,989
Tepkime puanı
2,087
Puanları
113
Konum
Mars
Alegori (Yerine); bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırıp dile getirme sanatıdır. Soyut bir düşünceyi heykel ya da resim ile göstermek, örneğin adalet düşüncesinin gözü bağlı ve elinde terazi bulunan bir kadınla(Themis) anlatılması gibi.
Kutadgu Bilig (Yusuf Has Hacib) Türk yazınındaki alegorik yapıtlardandır. "Adalet", "Saadet", "Devlet" ve "Akıl" iyi bir devletin nasıl olması gerektiğini tartışır. Bu soyut kavramların insan niteliği ile verilmesi "yerine"dir. Daha çok fabl'larda görülür.
Alegorik:Sembollerle anlatılan metinlere alegorik denir. Alegori, "yaygın açık eğretileme (metafor)" özelliği de gösterir.

vikipedi
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
ilimde derinleşmiş güzel bir arşive sahip olanlar ne der!!!

“Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler.


Yani müteşabih ayetler kavranmaz, bize düşen o ayetleri olduğu gibi kabul etmek ve üzerinde şöyle mi, böyle mi, acaba Allah bunu mu kastetti yoksa şunu mukastetti gibi zanlarda bulunmamak gerekir.

Bu gibi ayetleri ancak kalbinde eğrilik olanlar kurcalar.
 

adams77

Kanalizasyoncu
Katılım
14 Haz 2013
Mesajlar
25,989
Tepkime puanı
2,087
Puanları
113
Konum
Mars
“Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler.


Yani müteşabih ayetler kavranmaz, bize düşen o ayetleri olduğu gibi kabul etmek ve üzerinde şöyle mi, böyle mi, acaba Allah bunu mu kastetti yoksa şunu mukastetti gibi zanlarda bulunmamak gerekir.

Bu gibi ayetleri ancak kalbinde eğrilik olanlar kurcalar.

de get perdenin arkasına saklan!!! Allah insanların anlamayıp kavramayacağı bir ayeti bildirmez!! kitap yeterince açık ve net Allah insanlara eyetlerini anlasınlar diye gösteriyor bu nasıl bir düşünce yahuuuuuuu

müteşabih dediğin parça ayetlerdir bunları ancak iman sahibi kalbi temiz olarak Allah yönelmiş kişiler birleştirip muhkem eder. Bir ayetin o kadar çok güzellik vardır ki bu güzellik görenler hepsi Rabbimizin katındandır der kimse sadece bu diye iddia da bulunmaz :O
 

Kaptan

Mecra Yazarı
Katılım
9 Ocak 2012
Mesajlar
15,445
Tepkime puanı
1,111
Puanları
0
Konum
Giresun
Vehhabi demeyelim zira onlar boyle bir tanimlamayi kabul etmiyorlar. Biz selefiyiz diyorlar.

Hepimiz sunu kabul etmek durumundayiz ki bugun hicbir cemaat, akim, ekol ilk ciktigi anki itidalini korumuyor maalesef. Ne selefisi ne tasavvufcusu ne de bilmem digerleri. Yozlasmis bir selefilik hariciligi ihya ederken yozlasmis bir sufilik de murciiligi mesrulastirmaktadir.

Bugun bizim sufiligin nefis terbiyesine ve selefiligin sadeligine ihtiyacimiz var. Bugun her iki kesim isin bir yonunu one cikarirken digerini ihmal eder hale gelmistir. Selefi, sufilige karsi cikayim derken nefis terbiyesini ihmal eder hale gelmistir. Keza Sufi, selefilige karsi cikayim derken, selefilerin o sadeligini bidat ve hurafelerden arindirilmis oz kaynaklara donme hassasiyetini ihmal eder olmustur.

Birisi batin adi altinda hurafe pesinde kosarken digeri de zahir adi altinda İslam'in da ongordugu icsel, manevi yonunu ihmal eder hale gelmistir.

O halde tasavvufun, selefiligin, mealcilerin, mutezilenin vs İslam'a uygun iyi yonlerini alalim, asiriliklarini kufre dustukleri hususlari atalim. Bizde maalesef toptancilik hastaligi var. Bir sey ya vardir ya da yoktur bize gore, hic arasi yoktur. Dusmanligimiz, dusman oldugumuz seylerin iyi yonlerini gormemizi de engelliyor. Halbuki hic mi dogru taraflari yok, hic mi hakka isabet ettikleri yonleri yok.

Bugun Selefilerin sufilere verdigi tepki ile sufilerin selefilige verdigi tepki ayni. Bugun ne bir sufi İbn-i Teymiyye'nin bir eserini okumustur ne de bir selef gercek tasavvuf ile ilgili bir eser. Cehalet her iki tarafta esit sekilde durumunu koruyor. Kulaktan dolma iftiralarla birbirlerini itham edip duruyorlar.

Mesele Selefilerin oz'e donus, bidat ve hurafelerden arinmis o saf kaynaklardan beslenme yonunu alalim. Sufilerin zuhd ve nefis terbiyesini ihmal etmeyelim. Mealcilerin Kuran vurgusunu onemseyelim. Ehl-i Hadis'in hadis hassasiyetini koruyalim vs.

Selefiligin de Tasavvuf'un da asli haktir. Tahrif edilmis kismini atmak
ve orta yolu tutmak yani itidalli olmak zorundayiz diye dusunuyorum.

Olasi bir yanlis anlasilmayi da duzeltmek isterim. Bugunku tasavvuf ve selefilikten beriyim. Bugunku tasavvuf mecrasindan cikmis ve bircok kufru bunyesinde barindirmaktadir aynen selefilikte oldugu gibi. Ve sunu da soyleyeyim, cehaletin bu kadar ayyuka ciktigi bir donemde ancak selefi bir metodla cozum uretilebilir. Yani zuhd ve nefis terbiyesi sonraki asamadir. Once saf ve bozulmamis, icine bidat ve hurafe karismamis kaynaklardan itikadı olusturma sonra nefis tezkiyesi.
 

adams77

Kanalizasyoncu
Katılım
14 Haz 2013
Mesajlar
25,989
Tepkime puanı
2,087
Puanları
113
Konum
Mars
Allah'ın varlığını kabul edersin. Ama kavrayamazsın.

off offf kavramaz isen nasıl iman edeceksin!!! Allah ayetlerini senin anlayacağın ve kavrayacağın şekilde sana sunar Allah 'ın varlığını düşünmen ve idrak etmeye çalışman senin ne kadar hatalı bir düşünce yapısında olduğunu gösteriyor zaten Allah bizden ayetlerine iman etmemizi istiyor!!! böylece O 'na teslim olmuş oluyoruz.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Açılan Konu Vehhabilik Dini idi... Burada sizin yaptığınız ise, meâl, kelâm ve tefsiri tartışmak oluyor ! Hoş aşağı-yukarı bütün konuları bu yöntemle kişiselleştirerek ve sulandırarak konuları mecrasından saptırıyorsunuz ! Forumda çeklimez bir hâlaldığınızın ne zaman farkına varacaksınız ? Birbirinizle özel mesajla horoz döğüşü yapsanız nasılolur ? Millet sizin biribirinize olan kaprislerinizi asla ne okumak ve ne de izlemek istemiyor diye düşünüyorum
 

adams77

Kanalizasyoncu
Katılım
14 Haz 2013
Mesajlar
25,989
Tepkime puanı
2,087
Puanları
113
Konum
Mars
Birbirinizle özel mesajla horoz döğüşü yapsanız nasılolur ?

döktüklerini topluyoruz dede sonuç bu niye dert yanıyorsun hee şeker mi bekliyorsun!! Konu bu selefiliğin için arş 'a istiva etmek gibi konularda var
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
off offf kavramaz isen nasıl iman edeceksin!!! Allah ayetlerini senin anlayacağın ve kavrayacağın şekilde sana sunar Allah 'ın varlığını düşünmen ve idrak etmeye çalışman senin ne kadar hatalı bir düşünce yapısında olduğunu gösteriyor zaten Allah bizden ayetlerine iman etmemizi istiyor!!! böylece O 'na teslim olmuş oluyoruz.

Doğuştan kör bir insana kırmızıyı nasıl tarif edeceksin?

Ne kadar uğraşsan kör biri senin kırmızıyı kavradığın gibi kavrayamaz.
 
Üst