Tarikatimizin Silsilesi

aksakal

Üye
Katılım
16 Eki 2006
Mesajlar
48
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Web sitesi
www.muhteva.com
Neden bitmesin?

Evet, genelde İslami forumlarda kimse öğrenmek için gelmediğinden herkes öğretmeye kalkınca bu tür tartışmalar bitmiyor. Ama bu iz'an sahibi kimselerin olmadığı anlamına da gelmez.
Selam ve Dua ile...
İnce nükteler bazan hakaret içeriğine dönebiliyor.

edit: nakşibendi tarikatının asıl şeyhi abd' de yaşayan (müritleri arasında prens charles ve brunei sultanı vardır) şeyh nazim kibrisi'dir yok oda değil hocası kıbrısta yaşayan hocasıdır..
Bilgilenmek,bilinmeyeni saptırmak olmamalı.

Hz Ali koluda var ve Hz Ebu Bekir kolundan olduğunu söyleyenler (gerçekte tarikatları bu sahabelere bağlamak tarikat şeyh'lerinin uydurduğu şeylerdir- yoksa hiç bir tarihi kaynak sahebelerin tarikat ehli olduklarını söylemez) kabul etmezler.
Ne alaka?

Olayı bilmeyenler böyle konuşur işte...

Sertliğe sertlik,nelere sebebiyet olur acaba?

olay neymiş efendim anlatırmısın. ayrıca nakşiliğin lale devrinde nasıl bir etkinliğini olduğunuda konuşabiliriz? biliyorsan.. bilmiyorsan anlatmamı istemen yeterli?

Aynı hakaretler...

Cahilin karsısında kıtap gibi sessiz olucan demıs ya mevlana eee mubarek bılıyo işte ...
Bir başka ince hakaret daha.

...Örneğin: Zekat farzdır denilir, ekstaradan veren eli alan el görmüyecek anlayışı tasavvufun getirisidir.
Namaz kılınız denilir. Huşu içinde namaz kılın yine tasavvufun katkısıdır..
Neyse lafı fazla uzatmadan dava ne siyasettedir, nede tarikatta dava aksiyonla şumul bulur. Nacizane fikrim..
Fikir olarak belirttikleriniz,akaide ters düşerse fikir olmaktan çıkıyor o zaman.

Evet kimse kızmasın ama elle tutulur bir bilgi yok.

Forum yöneticilerinin taraf olduğunu ilk kez görüyorum.

"Gassal elinde meyyit!"

Bu ibare tüm tarikatlerde vardır. Olmayanı şahsen duymadım henüz. Bunun manası; körü körüne tâbi ol demek değil mi? Hiç bir ön şartsız teslim ol demek değil mi?

Hatta şeyh efendiyi şeriate muğâyir (ters) bir fiil işlerken görsen, mutlaka bir hikmeti vardır diye kabul etmek değil midir?

Selam ve Dua ile...

Hayy Allah(c.c)razı olsun.1.paragraftaki yorumunuza "ön şartsız" kelimesi hariç tamamiyle katılıyorum;amaa 2.paragrafa ise hem evet hem hayır:Evet olan kısım cahil müridlerin bu şekilde davranmasıdır;hayır olan ise,aslolan ise şeriaate mugayir iş yapan kimseden uzaklaşmaktır.Zaten tasavvuf kitaplarında tarikata girmenin ilk şartlarından sayılan hususlardan biri de fıkh ve akaidin bilinmesidir

Hiç hadis ile silsile birbiriyle kıyaslanır mı?
Katılıyorum.Asla kıyaslanamaz,hatta kıyas bile kabul edilemez.Ama kardeşimizin niyeti o değildi herhalde.

Sen hastasın kardeşim, git bir tedavi ol öyle gel foruma!
Allah acil şifa versin!
Konuşma terbiye sınırlarına çıktığında ve terbiyesizlikler seyr-ü seyran ediliyor ve yönetici konumundakiler bu seviyesizlikleri görmüyor,göremiyor yahut bu ifadeler görmezlikten geliniyorsa forum kurallarını abesle iştigal olsun diye mi yazdılar kardeşim!!!...
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
TASAVVUFUN KISACA TARİHÎ GELİŞİMİ
Hz. Peygamber, sahâbe, tâbiîn ve tebeu't-tâbiîn dönemlerinde dindar müslümanların yaşadıkları hayat yukarıda tasvir edilen mânevî bir atmosferde cereyan etti. Bu üç neslin dindarları dünyaya nazaran âhirete öncelik veriyor, bütün davranışlarda Allah'ın rızâsını gözetiyorlardı. Bu tür hayat Kur'an'ın istediği bir hayattı. Bunun en güzel örneği de Hz. Peygamber'di (el-Ahzâb 33/21).
Hz. Peygamber zamanında çeşitli eğilimlere sahip olan sahâbeler vardı. Bunlardan bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğe, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken bir kısmı ibadete daha çok önem veriyor, uhrevî kurtuluş üzerinde yoğunlaşıyorlardı. Başta ilk dört halife ve aşere-i mübeşşere olmak üzere Osman b. Maz`ûn, Mus`ab, Ammâr, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Selmân, Ebû Zer, Mikdâd, Muaz, Ebü'd-Derdâ, Huzeyfe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr bu sahâbenin âbid ve zâhidleri olarak tanınmışlardı. Daha sonraki dönemlerde yaşayan âbid, zâhid ve dindar müslümanlar her zaman bunları örnek almışlardı. Tasavvuf zincirinin ilk halkaları bunlardı. Daha sonra eklenen yeni halkalarla bu silsile günümüze kadar gelmiş, bu halkalardaki âlim ve zâhidler İslâm'ın ilim, ihlâs, takvâ, ihsan, his, heyecan ve zühd anlayışını yaşayarak çağımıza taşımıştır.
Kuşeyrî'nin de açık bir şekilde belirttiği gibi tasavvuf Ehl-i sünnet'in bünyesinden doğmuştur. İlk sûfîlerin hepsi Sünnî'dir. Sûfiliğin ortaya çıktığı dönem İslâm dünyasında çeşitli ilimlerin kurulduğu, değişik mezhep ve akımların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde hadis, fıkıh, kelâm gibi ilim dalları kurulmuş, bunlarla uğraşanlara hadisçi, fıkıhçı, kelâmcı (muhaddis, fakih, mütekellim) gibi isimler verilmişti. Kaynağı Kur'an ve hadis olmakla beraber söz konusu ilimlerden de etkilenen ve Ehl-i sünnet muhitinde doğan İslâm'daki ruhî ve mânevî hayat tarzına tasavvuf denmiştir. Bu hayat tarzının temelleri Kur'an ve Sünnet'in öğretisinde, önceki nesillerin sözlerinde ve yaşayış tarzlarında mevcuttu. Sûfiler fikirleri ve mânevî tecrübeleriyle geliştirip sistemleştirdikleri tasavvufi hayat tarzını sözü edilen temeller üzerinde inşa etmişlerdir. Kökü ve özü eski olan tasavvuf hayatın bazı yenilikler içermesi ve farklılık göstermesi bundandır.
Büyük sûfilerin yetiştiği hicrî III ve IV. (IX ve X.) yüzyıllarda tasavvufla ilgili birtakım eserler yazılmış, sûfiliğin esasları yazılı hale getirilmişti. Diğer taraftan aynı dönemde melâmet ve fütüvvet gibi önemli tasavvufi ekoller ortaya çıkmıştı. Ma`rûf-i Kerhî, Serî es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi ünlü sûfiler Irak'ta tasavvuf adı altında İslâm'ın mânevî hayatını geliştirirken Horasan bölgesinde Hamdûn el-Kassâr (ö. 271/884) melâmet adı altında söz konusu hayatın farklı bir yorumunu ortaya koyuyordu. Ebû Hafs, Ahmed b. Hadraveyh ve Şâh Şucâ'-ı Kirmânî gibi Horasanlı dindarlar ise daha çok fütüvvet ve mürüvvet üzerinde duruyorlardı. Melâmet ehli ihlâs ve riya konusuna ağırlık verirken, fütüvvet ehli daha çok dinin insaniyet yönü üzerinde duruyorlardı. Bu konuda özellikle Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848) son derece özgün yorumlar yapıyordu.
Söz konusu dönemde tasavvufa dair yazılan çok meşhur eserler bulunmaktadır.
Hicrî VI. (XII.) asra kadar olan tasavvufun ilk dönemi ve hareketin doğduğu, geliştiği ve şekillendiği bir zaman dilimidir. Bu dönemde tasavvuf basit fakat derin, sade fakat anlamlı bir mânevî hayat tarzıdır. Geniş ölçüde pratiklere dayanır, teorilere çok az yer verir. Hal, his, heyecan ve vecd gibi isimler alan ve din psikolojisi bakımından büyük önem taşıyan ruhi hayat tarzı üzerinde yoğunlukla durulur. Bu fikrî harekette felsefi etkiler yok denecek kadar azdır. Ama sûfilerin mânevî tecrübeleri ve bu tecrübelerle ilgili olarak yaptıkları yorumlar üzerine kurulan bir tasavvuf felsefesi vardır. Bu, daha çok sûfilerin kendi düşünce ve çabalarıyla oluşturmuş oldukları özgün bir felsefedir. Tasavvufi hayat, öz ve hareket noktası itibariyle İslâmî temeller üzerine inşa edilmiş olduğundan, başta İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbnü'l-Kayyim olmak üzere bu hareketin bazı şekillerini sert bir biçimde eleştiren âlimler tarafından da saygı ve takdirle karşılanmıştır. Bununla beraber bu dönem tasavvufu da tartışma ve eleştiriye açık bazı konular içermektedir. Öteden beri tartışılan ve eleştirilen bu konular tasavvufun özü ve geneliyle ilgili değildir. Münferit konulardır, ayrıntıyla ilgilidir.
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Tasavvufta Örgütlenme Dönemi
Tasavvufun ferdî yönü daha önemli olmakla beraber sosyal yönü de küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Tasavvufi hayatın bazı biçimlerini bireyler tek başına yaşar. Fakat bu hayatı, bu konunun uzmanları, hocaları ve üstatları olan şeyhlerden ve mürşidlerden öğrenilir. Bu öğrenmede mürid ve tâlip denilen öğrencilerin üstatlarıyla birlikte bulunmaları, mânevî hayatı beraber yaşamaları şarttır. Çünkü tasavvufi hayat tıpkı birçok sanat gibi egzersizler ve pratiklerle öğrenilir. Bunun için de birliktelik ve beraberlik esastır. İşte bu durum hem zaman zaman mürşidlerin ve üstatların bir araya gelerek yaşadıkları mânevî ve derunî deneyler konusunda fikir alışverişinde bulunmalarını ve vardıkları sonuçları aralarında müzakere etmelerini gerektirir, hem de müridlerin mürşidlerinin gözetiminde ve denetiminde bulunmalarını zorunlu kılar. Bu sebeple baştan beri sûfiler sohbet denilen bir birlikteliğe büyük önem vermişlerdir. İlk zamanlarda şeyhlere daha çok üstat ve sohbet şeyhi, müridlere de sâhip (sohbette bulunan, sohbete katılan) deniliyordu. Böylece üstatlar çevresinde toplanan ve sohbetlere devam eden sâhipler, yani müridler birer cemaat oluşturuyordu. Bu cemaatlerin yaptıkları sohbetlerin çoğu halka açık olmakla beraber bazı sohbetlere yabancılar alınmıyordu. Ancak belli bir mertebeye ulaşan müridler bu sohbetlere kabul ediliyordu. Cüneyd-i Bağdâdî, "Biz tasavvuf sohbetlerini kapalı kapıların ardında yapardık" derken bu hususu anlatıyordu. İşte bu gizlilik tasavvuftaki sırrı, yani gizemi meydana getirir. Tasavvufî hayatın belli bir aşamasında mutlaka bir gizem söz konusudur. Bazan müridlere göre yabancılar için, bazan üstatlara göre müridler için bir gizem, yani yabancılara göre müridlerin, müridlere göre üstadın az çok gizemli bir yönü vardır. Bundan daha önemlisi ilâhî sırdır. Tasavvuf bir bakıma, imkân ölçüsünde rububiyyetin sırlarına âşina olmayı amaçlar.
Tasavvuf sohbetlerinin müridlere edep ve erkân öğreten, onları terbiye eden, ahlâklarını güzelleştiren yönü kadar söz konusu esrarengiz yönü de önemlidir. Gizliliğin sebebi, mânevî alt yapısı bakımından eksik olanların yanlış anlama ve sapmalarını engellemektir.
Son derece gösterişsiz başlayan, ama gayet feyizli geçen tasavvufi sohbetler kısa bir zaman sonra bir cemaatleşme halini aldı. Büyük sûfilerin tasavvufi görüşleri ve yaşayışları az çok birbirinden farklı idi. Bu da meşrep (mizaç, karakter, zevk) farkı olarak görüldü. Bu durum tasavvufa eğilimli olanların kendi mizaçlarına, ruh ve zihin yapılarına uygun düşen üstatları tercih etmelerine imkân verdi. Böylece Tayfûriyye (Bistâmiyye), Cüneydiyye, Musâhibiyye, Sehliyye, Hakîmiyye, Hafifıyye, Seyyâriyye, Nûriyye, Harrâziyye, Kassâriyye (Melâmetiyye) ve Tüsteriyye gibi tasavvufi cemaatler ortaya çıktı. Bu ekollerden birine bağlanan bir mürid, mânevî hayatında belli bir üstadın görüşlerine ağırlık veriyordu. Cemaatler arasındaki olumlu ilişkiler tasavvufi gelişmeyi hızlandırdı.
Söz konusu tasavvufi sohbetler ve cemaatler hicrî VI. (XII.) asırda daha düzenli, daha disiplinli bir örgütleşmeye dönüştü. Bu örgüte tarikat denildi. Bu tarikatlar şeyhlerin mürid ve halifeleri aracılığıyla Fas'tan Endonezya'ya, Somali'den Kazan'a kadar İslâm ülkelerine yayıldı. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ise Mevlevîliğin yanı sıra Anadolu'da Hacı Bektâş-ı Velî'ye (ö. 670/1271) nisbet edilen Bektâşiyye, Hacı Bayrâm-ı Velî'ye (ö. 833/1429) nisbet edilen Bayramiyye, Aziz Mahmud Hüdâî'ye (ö. 1038/1628) nisbet edilen Celvetiyye gibi tarikatlar, ayrıca daha evvel Anadolu dışında kurulan tarikatların pek çok şubeleri oluştu. Bundan başka Ahî Evran diye bilinen Şeyh Nasîrüddin (ö. 660/1262) Kırşehir'de ahîlik teşkilâtını kurdu. Fütüvvet ehli Anadolu'da birçok şehirde örgütlendi. 1071'de Anadolu fethedildikten sonra Irak'tan, Suriye'den, daha fazla da Horasan'dan gelen gazi dervişler, alperenler ve Horasan erleri İslâmiyet'in Anadolu'da ve Balkanlar'da yayılmasında etkili oldular.
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Tasavvufta Kurumlaşma Dönemi
Sûfilik ve sûfî cemaatler ortaya çıktıktan sonra bu cemaatler ve örgütler mekânlara ve binalara ihtiyaç duydular. İlk zamanlarda camiler, mescidler, evler, iş yerleri, sûfilerin buluşma, konuşma ve meselelerini müzakere etme yerleri idi. Fakat örgütler gelişip yaygınlaşınca yeni mekânlara ve binalara ihtiyaç duyuldu. Herevî'nin Tabakâtü's-sûfiyye'de dediği gibi ilk tasavvufi kurum Suriye'de Remle'de Hankah adıyla kuruldu, zamanla hızlı bir artış ve yaygınlık gösterdi. Çeşitli dönemlerde ve bölgelerde bu kurumlara ribat, tekke, zâviye, dergâh, âsitâne gibi isimler verildi. İsimlendirmede kurumun büyük veya küçük, merkez veya şube olması da dikkate alındı. Tekkeler, tarikat denilen örgüt üyelerinin devam ettikleri, toplu veya ferdî olarak zikir yaptıkları, sohbet ettikleri, edep-erkân öğrendikleri, terbiye gördükleri, ruhen arındıkları ve olgunlaştıkları kurumlar olmakla beraber çoğu zaman çeşitli dinî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar da oldular. Özellikle kırsal alanlarda medreselerin görevlerini de üstlendiler. Ayrıca yolcuların ve gariplerin barındıkları önemli sosyal müesseseler haline geldiler. Tekkelere yapılan vakıflar, devlet adamlarının, hayır sahiplerinin ve tarikat mensuplarının yaptıkları bağışlar tekkelerin görevlerini etkin bir biçimde sürdürmelerine ve toplumların ihtiyaç duydukları huzurlu bir mânevî havayı meydana getirmelerine imkân verdi. Ayrıca tekkeler başta edebiyat, şiir ve mûsiki olmak üzere birçok güzel sanatın doğduğu ve geliştiği müesseseler oldu.
Bir tekkede şeyh veya halifesi, çeşitli mertebelerde bulunan müridler, dervişler, tekkede yemek hazırlama, sofra kurma, odun getirme, temizlik yapma gibi işlerde görevli işçiler, tekkeye yardım eden ve oradaki işlere nezaret eden yöneticiler, misafirler ve garipler bulunur. Bunların düzenli bir biçimde çalışmaları ve görevlerin aksamaması için uyulması gereken birtakım kurallar, bir çeşit yönetmelikler vardır. Bu kuralları ilk defa derli toplu bir biçimde ortaya koyan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (ö. 440/1048) oldu. Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî (ö. 632/1234) Avârifü'l-maârif isimli eserinde söz konusu kuralları genişletti ve ayrıntılı bir şekilde ortaya koydu.
VII. (XII.) asır tasavvufta önemli gelişmelerin gerçekleştiği bir dönemin başlangıcıdır. İbn Arabî (ö. 638/1240) kendisinden önceki sûfilerin fikirlerinden de yararlanarak, vahdet-i vücûd terimi ile ifade edilen bir görüş ortaya attı. el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye ve Füsûsü'l-hikem gibi eserlerinde bu konudaki düşüncelerini genişçe açıkladı. Allah-evren, Allah-insan ilişkisinin vahdet-i vücûd eksenli bir açıklamasını yaptı. Felsefeden ve kelâmdan aldığı bazı delillerle fikirlerini ispatlamaya çalıştı. Sadreddin Konevî, Fahreddîn-i Irâki, Abdülkerîm el-Cîlî, İbn Fârız, Aziz Nesefi, Şebüsterî, Abdürrezzâk el-Kâşânî ve Câmî gibi ünlü sûfiler bu yolda onu izleyerek geniş ölçüde vahdet-i vücûdu birçok müslüman ilim ve fikir adamının dünya görüşü haline getirdiler.
Diğer taraftan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr Arapça'nın yanı sıra Farsça'yı tasavvuf dili haline getirmek için ilk defa ciddi bir adım attı. Onu bu yolda Hücvîrî izledi ve Farsça ilk tasavvuf kitabı olan Keşfü'l-mahcub'u yazdı. Baba Tâhir (ö. 410/1019) ve Senâî (ö. 525/1131) gibi şairler tasavvufi düşüncelerini Farsça şiirlerle ifade ederek bu tarzı âdeta tasavvufun dili haline getirme yolunu tuttular. Onları bu yolda Attâr (ö. 627/1223) ve Mevlânâ (ö. 672/ 1273) gibi ünlü sûfi şairler izledi. Mevlânâ'nın Mesnevi ve Divân-ı Kebîr isimli eserleriyle bu hareket zirveye ulaşmış oldu. Şebüsterî (ö. 720/1320) Gülşen-i Râz'da, Fahreddîn-i Irâki (ö. 688/1289) Lema`ât'ta, Câmî (ö. 898/ 1492) çeşitli eserlerinde bu yolda yürüdü.
Yûsuf el-Hemedânî'nin müridi, Yeseviyye tarikatının kurucusu Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî (ö. 562/1166) ilk defa ve başarılı bir şekilde tasavvuf hayat tarzını ve düşüncesini Türkçe ifade etmeye başladı. Hikmet denilen tasavvufi şiirlerini Divân-ı Hikmet adı verilen bir eserde toplandı. Daha sonra Mansûr Ata, Abdülmelik Ata, bunun oğlu Tac Hoca, torunu Zengî Ata, Said Ata, Süleyman Hakîm Ata, Sadr Ata, Bedr Ata gibi mürid ve halifeleri onun tasavvuf geleneğini Türkistan'da devam ettirdiler. 1071'de Anadolu'nun fethedilmesi üzerine çeşitli tarikatlara mensup dervişler, özellikle Yesevî geleneğine bağlı olanlar burada faaliyet göstermeye başladılar. Fakat yeni fethedilen bu beldelerde daha ziyade baba, gazi, sultan gibi unvanlarla anıldılar. Ahmed Yesevî'nin şiir anlayışı Yûnus Emre'de (ö. 1320) daha da sadeleşerek ve güzelleşerek devam etti. Anadolu ve Balkanlar'daki pek çok mutasavvıf onu örnek aldı. Yazıcıoğlu Muhammed'in (ö. 855/1451) Muhammediyye'si, Ahmed-i Bîcân'ın (ö. 858/1454) Ahmediyye'si ve Envâru'lâşıkin'i, Eşrefoğlu Rûmî'nin (ö. 874/1469) Divan'ı ve Müzekki'n-nüfûs'u, Niyazî-i Mısrî'nin (ö. 1150/1737) Divan'ı, Anadolu ve Balkanlar'da büyük bir ilgi ile okunan eserler oldu. Sadece mutasavvıflar ve tarikat ehli tarafından değil, bunların dışındaki dindarlar tarafından da asırlarca rağbet gördü. Başta Yûnus Emre'ninkiler olmak üzere bu şair mutasavvıfların şiirleri dinî mûsikinin de ana malzemesini oluşturdu. Bu gelişmeler geniş kitlelerde din duygusunun yerleşmesini ve kökleşmesini sağladı. İlâhî denilen bu tür şiirler coşkuyla okundu ve dinlendi.
Osmanlılar'da tekke edebiyatı kadar tasavvuf mûsikisi de büyük bir gelişme gösterdi. Özellikle mevlevîhâneler bu işin öncülüğünü yaptı.
 
Katılım
9 Ara 2006
Mesajlar
9
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
45
Buharam.buraya Kadar Okey.pekİ Bundan Sonrasini Bİlyormusun...
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
TARÎKAT DÖNEMİ
..:: 1 ::..
1. XII ve XIII. Asır'da Tarîkatlar
XI. asır başında yaşamış bulunan Gazzâlî, Tasavvuf târihimizde bir dönüm noktasıdır. Gazzâlî'nin geliştirip sistematize ettiği ehl-i sünnet tasavvufu, Gazzâlî'den sonra müessese bazında faaliyet göstermeye başladı. Bu yüzden XII. ve daha sonraki asırlar, tasavvufun tarîkat şeklinde müesseseleştiği çağlardır. Tarîkatların tekevvün döneminin ardından tasavvufî tefekkürün en önemli simaları (İbn Arabî, İbn Fârıd, İbn Seb'în) bu asırlarda yetişmiştir.
Bir yandan Abbasî hilâfetinin her geçen gün siyâsî nüfûz ve istikrarını kaybetmesi, diğer yandan Batı'dan gelen haçlı saldırılarıyla Doğu'dan gelen Moğol istilâsı, İslâm dünyâsını târumâr etmişti. Bu yıllar Anadolu'da Anadolu Selçukluları ve beyliklerin, Mısır'da Memlüklerin, Irak ve Suriye'de yine muhtelif beyliklerin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Siyasî otoritenin zaafa uğradığı bu yıllarda halkın mânevî otoritelere sığındığı ve onların rûhânî himâyesinde ferahladığı dikkat çekmektedir. Halkın ve yöneticilerin XI. asırdan îtibâren sûfîlere gösterdikleri hürmet ve saygının bu asırlarda giderek arttığı görülmektedir.
Selçuklu hükümdarları, sûfîlere samimî bir hüsn-i kabul göstermiş, fethettikleri bölgelerde onlar için tekkeler inşâ ederek vakıflar tahsis etmişlerdir. 545/1150 yılında Amasya'da inşa edilen hankâh-ı Mes'ûdî'yi diğerlerinin takip etmesi, XII. milâdî asırdan îtibâren Anadolu'da birçok mutasavvıfın yerleşmesini sağlamıştır.
VI. ve VII. Hicrî, XII. ve XIII. milâdî asır, tarîkatlerin tekevvün dönemidir. Bugünkü anlamıyla tekkesi, zâviyesi, şeyh ve mürîd münâsebetleriyle ilk tarîkatler bu yüzyılda kurulmuştur. Bağdad'da Abdülkadir Geylânî, Basra'da Ahmed Rifâî, Türkistan bölgesinde Ahmed Yesevî, bu dönemde yetişen ilk tarîkat kurucularıdır.
Abdülkadir Geylânî'nin tam adı Muhyiddin Ebû Muhammed b. Ebû Salih Zengidost'tur. 470/1076 yılında Hazar'ın güneyinde Gilân'a bağlı Neyf'de doğdu. 562/1166 yılında Bağdat'da öldü. İlk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra onsekiz yaşında Bağdad'a geldi. Bağdad'da muhtelif kişilerden dînî ilimler tahsilini tamamladı. Nihâyet Ebu'l-Hayr Muhammed b. Müslim Debbâs vâsıtasıyla tasavvuf yoluna girdi, tarîkat hırkasını giydi. 521/1127 yılından îtibâren Bağdad'da irşad ve nasihat faaliyetlerine başladı. Etkili ve coşkulu vaazları sayesinde sevilen bir mürşid oldu. İlim ve devlet ricâlinden pek çok kimse onun mürîdleri arasına katıldı. O'nun tasavvufî eğitim anlayışında mürîd önce riyâzet ve çile döneminden geçecek, dünyâdan el etek çekecek, sonra sülûkünü tamamlayıp tekrar halkın arasına dönecektir.
Kendisinden sonra gelenlerce, başta İbn Arabî olmak üzere "kutub" ve "insan-ı kâmil" olarak tavsif edilen Abdülkadir Geylânî'nin tarîkatı İslâm dünyâsının her tarafına yayılmıştır. Vaaz ve irşadlarından oluşan el-Gunye, el-Fethu'r-Rabbânî, Fütûhu'l-gayb gibi eserleri vardır.
Abdülkadir Geylânî ile çağdaş olan tarîkat pirlerinden biri de Ahmed Rifâî (ö.578/1183)dir. 500 veya 512/1118 yılında Basra'da doğan Rifâî, dînî ilmleri ikmal ettikten sonra dayısı Şeyh Mansur'dan tarîkat almış, vefâtından sonra da onun postuna oturmuştur. Vefâtına kadar bu hizmeti sürdürerek adına bir tarîkat teessüs etmiştir.
Bu yüzyıllarda Türkistan bölgesinde Sayram şehrinde dünyâya gelen ve Yesi'de yaşayıp oradaki insanları kendi dilleriyle tarîkat, tasavvuf ve İslâm yoluna çağıran bir mutasavvıf daha vardır. O da Anadolu ve Balkanlar'a kadar uzanan bir çizgide tesir ve nüfûz sâhibi olan Ahmed Yesevî'dir. 562/1166 yılları civarında ölen Ahmed Yesevî, Kuzey Türkistan bölgesinde İslâmiyetin yayılmasını sağlamıştır.
Ahmed Yesevî ile aynı şeyhten feyz alarak daha sonra kurulacak Nakşbendîlik'in ilk temel esaslarını kuran Abdülhâlik Gucdüvânî (ö.595/1199) Mâverâünnehr ve Buhara bölgesinde tasavvuf ve tarîkat hizmetini sürdürmüştür. Nakşbendîlik'in "onbir esasını" kuran Gucdüvânî'den Bahâeddîn Nakşbend'in "üveysî" tarîk ile feyz aldığı bilinmektedir.
Aynı yüzyıllarda Kuzey Afrika'da teşekkül eden ve günümüze kadar tesirini devam ettirecek olan Şâziliyye tarîkatının kurucusu ise Ebu'l-Hasan Ali b. Abdullah Şâzilî'dir. 657/1258 yılında vefât ettiğinde yerine Ebu'l-Abbas Ahmed Mürsî'yi hâlef bırakmıştır. Şâzeliye Mısır ve Kuzey Afrika'da en yaygın tarîkatlerden birisidir.
XII. ve XIII. asır, daha sonraki dönemlerde tesir ve nüfûzunu devam ettirecek Kübreviyye, Sühreverdiyye, Ekberiyye, Bedeviyye ve Mevleviyye gibi tarîkatlerin teessüs edip geliştiği yıllardır.
Bunlardan Kübreviyye, Harezmli Şeyh Necmeddin Kübrâ (ö.618/1221) tarafından kurulan tarîkattır. Necmeddin Kübrâ, Moğollarla yaptığı savaşta şehid olmuştur. Tarîkat ve nüfûzu Türkistan bölgesinde saygın bir şeyhtir.
Sühreverdiyye tarîkatı Adâbü'I-mürîdîn müellifi Ebu'n-Necîb Sühreverdî (ö.563/1167 ) tarafından kurulmuş ve zamanının "şeyhler şeyhi" sayılan Ebû Hafs Ömer Sühreverdî tarafından geliştirilip sistemleştirilmiş bir tarîkattır. Ebû Hafs Sühreverdî, uzun bir ömür sürmüş, çağdaşı Halîfe Nasır li-dînillâh'ın saygısını kazanmıştır. Hâlife tarafından Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykûbâd'a elçi olarak diplomatik bir görevle gönderilmiştir. Avârifü'l-maârif adlı eseri tasavvuf klasikleri arasında yerini aldığı gibi, tekke ve zâviyelerdeki tasavvufî âdâb ve protokolü ihtiva eden kaynak eserlerden biri olmuştur.
Bahâeddin Zekeriyya Multânî (ö.666/1268) Sühreverdiyye'nin Hindistan temsilcilerindendir. Fahreddin Irâkî, Multânî'nin damadıdır. Şeyhinin vefâtından sonra Hindistan'dan kalkıp Anadolu'ya gelmiş, Konevî ile görüşerek İbn Arabî'nin fikirleriyle tanışmış ve Lemeât adlı eserini kaleme aldıktan sonra 688/1289 yılında Şam'da vefât etmiştir. İbn Arabî'nin en önemli üstadları arasında yer alan Ebû Medyen Şuayb el-Mağribî (ö.590/1194) bu devrin önemli şeyhlerindendir. Abdülkadir Geylânî şarkın (Şeyhu'1-maşrık), o da mağribin şeyhi (Şeyhu'l-mağrib) sayılmıştır.
Ekberiyye tarîkatı Şeyh-i Ekber namıyla ünlü Muhyiddin b. el-Arabî (ö.638/1240)'ye nisbet edilen bir tarîkattır. İbn Arabî, Füsûsu'l-hikem ve el-Fütûhâtü'I-Mekkiyye adlı muhteşem eserleriyle tasavvuf tefekküründe yerini aldığı gibi, aynı zamanda Ekberiyye tarîkatının kurucusu sayılmıştır. Endülüs'te doğup Mısır, Şam, Anadolu gibi o günün İslâm ülkelerinin pek çoğunu gezmiştir. İbn Arabî "vahdet-i vücûd" anlayışını sistemleştiren sûfî sayılır. O'nun yaşadığı yıllar Vahdet-i vücûd inancının İslâm ülkelerinin her yanında değişik kişilerce temsil edildiği yıllardır. Kuzey Afrika'da Abdülhak b. Seb'în, Mısır'da İbnü'l-Fârid bu asırlarda bu düşünceyi temsil eden mutasavvıflar olarak dikkat çekmektedir.
Bedeviyye tarîkatı, 596/1200 yılında Fas'ta doğmuş, 675/1276 yıllarında Mısır'da ölmüş Ahmed b. Ali Bedevî'ye nisbet edilir. Ahmed Rifâî ve Abdülkadir Geylânî gibi büyük mutasavvıfların kabirlerini ziyaret eden Ahmed Bedevî, mânevî olgunluğa eriştikten sonra, Mısır'a gelir ve Tanta şehrine yerleşir. Burada kırk yılı aşkın bir süre halkı irşad ile meşgul olduktan sonra vefât eder ve oraya defnedilir. Ahmediyye veya Sutûhiyye gibi adlarla anılan Bedevîlik, Mısır'da Şâzeliyye'den sonra en yaygın tarîkat olma özelliğini hâlâ sürdürmektedir.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî'ye nisbet edilen Mevlevîlik de bu yılların tarîkatıdır. Mevlânâ babası Bahâeddin Veled (ö.628/1231) ve Burhâneddin Muhakkik Tirmizî vâsıtasıyla aldığı Kübrevîlik, Şems-i Tebrizî'den aldığı vecd ve coşkuyu İbn Arabî tesiriyle aldığı vahdet-i vücûd telakkisiyle yoğurmuş yepyeni bir mektep olmuştur. Şems-i Tebrizî, Baba Kemâl Cündî, Şeyh Rükneddin es-Secâsî, Evhadüddin Kirmânî, Fahreddin Irâkî ve Kirmânî ile çağdaştır. Ömrünün çoğunu seyahatlarla geçiren Şems, 642/1244 yılında Konya'ya gelerek Mevlânâ ile tanışmış, onun hayâtını değiştirmiştir. Şiir, edebiyat ve semâya önem veren bu yol, yıllar boyu Osmanlı ülkesinde "kalem efendileri"nin tarîkatı olarak etkin olmuştur.
Burhâneddin Muhakkik Tirmizî, Bahâeddin Veled'in talebesi ve mürîdidir. O'nun peşisıra Belh'ten Anadolu'ya gelip Kayseri'ye yerleşmiştir, Kübrevîdir.
Bu devrin ünlü şeyhlerinden Adî b. Müsâfır Hakkârili olup Musul civarında yaşayıp orada ölmüş (ö.557/1162 ) bir şeyhtir. 606/1209 yılında Şîraz'da vefât eden Ruzbihân Baklî XII. asrın velûd mutasavvıflarındandır. Onun "Meşrebu'l-Ervâh" adlı makam, menzil ve kavramlara dâir eseriyle Şatahâtu's-sûfiyye'si meşhurdur.
Necmeddin Kübrâ'nın halîfelerinden Mecdüddin Bağdadî, (ö.606/1209) Harezmşah Sultanı Muhammed tarafından Ceyhun nehrine atılarak idam edilmiştir. Feridüddin Attar eserinde onu anlatmaktadır. Necmeddin Kübrâ'nın yetiştirdiklerinden biri de Seyfüddin Bâharzî (ö.658/1259) dir. Necmüddin Râzî (ö.628/1230) de bu dönemde eserleriyle tanınan müelliflerdendir. "Necm Dâye" adıyla ünlü Râzî'nin Mirsâdü'I-İbâd adlı eseri meşhurdur. Konevî ve Mevlânâ ile görüştüğü söylenmektedir.

 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
TARÎKAT DÖNEMİ
..:: 2 ::..
Baba Kemâl Cündî, Necmeddin Kübrâ'nın hâlifelerinden ve Buhara yöresini aydınlatan gönül erlerindendir. Sa'deddin Hamevî (ö.650/1252) de Necmeddin Kübrâ'nın halîfelerindendir. Şeyh Aziz Nesefî (ö.700/1300) de Sa'deddin Hamevî'nin yetiştirdiklerindendir. el-Maksadü'l-Aksâ ve el-Mebde' ve'l-meâd" adlı eserlerin müellifidir.
Ehl-i sünnet tasavvufu bir yandan gelişip kurumlaşırken, bir yandan Kalenderî, Hayderî gibi şîa fırkalarının tasavvufî örtü ile faaliyet gösterdiği görülmektedir. Özellikle Horasan bölgeleriyle Yemen taraflarında şîa nüfûzu altındaki yerlerde Hasan Sabbâh adlı sapığın geliştirdiği bâtınîlik cereyanı ile İhvân-ı Safâ örgütünün teşkilatlandığı yıllar bu döneme rastlar.
Tasavvufun tefekkür tarafını oluşturan "vahdet-i vücûd" inancının Arap, İran ve Türk mutasavvıf ve şâirlerince en sistematik şekilde terennüm edildiği yıllar yine bu yıllardır. Ömer Hayyâm, Ebu'1-Âlâ el-Maarrî, Ferîdüddîn Attâr, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Hafız bu devrin aşk şâirleridir.
XIII. Asr'a kadar Kur'ân, sünnet ve büyük sûfîlerle velîlerin görüşleriyle teyid edilen tasavvufî düşüncelerin bu asırdan îtibâren artık yavaş yavaş felsefî bâzı kavramlarla îzah edilmeye başlandığı da görülmektedir. Varlık, Allâh ve insanın hakîkati gibi konular, bu yıllarda tartışma zeminine girmiştir.
XII. ve XIII. asır Moğol istilâsının İslâm dünyâsını tedricen doğudan batıya Mâverâünnehir'den Anadolu içlerine doğru kasıp kavurduğu bir dönemdir. Nitekim Cüveynî Târih-i Cihângûşâ adlı eserinde Moğol istilâsını şöyle anlatır:
"Geldiler, yakıp yıktılar, öldürüp astılar ve defolup gittiler."
Böyle bir siyasî ve içtimaî bir ortam, ilim dünyâsının belli ölçüde gerilediği bir dönem olmakla berâber, münferid de olsa, değerli ilim ve fikir adamları ile mutasavvıfların yetiştiği dönem olmuştur. Tasavvuf bir hâl ilmi olmakla birlikte, bu dönemde belli yazılı eserler muvâcehesinde talim olunan bir ilim hâline gelmiştir. Bu dönemde kaleme alınan İbn Arabi'nin Füsûs'u, Konevî'nin ona yazdığı Fükûk'u, Fahreddin Irâkî'nin Lemeât'ı, İbnü'l-Fârid'in (ö.632/1234) "Dîvân" ı tefekkür tarafı ağır basan, tasavvuf düşüncesini zengin kavramlarla açıklayan eserler olarak ilgi çekmektedir.
Bu dönemde hankâh ve dergâhların öneminin arttığı; köyler ve en küçük yerleşim bölgelerine varıncaya kadar yaygınlaştığı görülmektedir. Tarîkat ve şeyhlerin sistemli bir şekilde organizasyonunun bu dönemde başladığı söylenebilir. Nitekim Şihâbüddin Sühreverdî'nin devrin halîfesi tarafından Bağdad'da "şeyhler şeyhi" olarak görevlendirilmesi ve ayrıca Fahreddin Irâkî'nin Mısır'da Memlûk sultanı tarafından "Mısır'ın şeyhler şeyh"i olarak tayin edilmesi bunu gösterir.1
Dergâhlar bir eğitim yeri olarak mürîdlerin ahlâken yetiştirildiği; mürşidlerin irşad için hazırlandığı mekânlardır. O günün şartlarında dergâhlardaki eğitim ve öğretim hizmetleri, nazarî ve aklî olmak üzere iki yolla yapılmaktaydı. Nazarî olan eğitim daha çok mürşidlerin mürîdlere yaptığı nasihat, öğüt ve uyarılardan ibâretti. Amelî eğitim riyâzet, itikaf, nâfile oruç ve namaz, kırk gün süreli halvet ve çile türü şeyler ile semâ ve zikirden ibâretti.
Evhadüddin Kirmânî (ö.635/1237) ve Sadreddin Konevî (ö.673/1274) bu dönemin önde gelen sûfîleridir. Konevî, İbn Arabî'nin talebesi ve muakkıbı sıfatıyla onun fikirlerini yaymış ve Miftâhü-l Gayb, en-Nusûs, el-Fukûk ve en-Nefâhatü-l ilâhiye gibi eserler kaleme almıştır. Mevlânâ ile arkadaşlıkları bulunan Konevî'nin Müeyyedüddin Cündî ve Abdürrezzak Kâşânî gibi talebeleri vardır.
Mevlânâ'nın müritlerinden Hüsâmeddin Çelebi (ö.687/1288) bu devrin namlı mutasavvıflarından olup Mevlânâ'nın Mesnevî'sine ilham kaynağı saydığı bahtiyar sûfîdir. Sultan Veled, Mevlânâ'nın oğludur ve Hüsâmeddin Çelebi'nin vefâtından sonra babasının yerine postnişin olmuştur.
Şihâbüddin Sühreverdî'nin yetiştirdiklerinden Şeyh Sâdî Şirâzî (ö.691/1292) bu asrın mûteber sûfî şâirleri arasında yer alır.
2. M. XIV. ve XV. Asırlarda Tarîkatlar
XII ve XIII. asırlarda tarîkatların kurulup tasavvufî irfânî eserlerin telif edilmesinden sonra, gerek sasyal hayatta, gerekse devlet ricâli nezdinde belli bir konuma erişmiş bulunuyordu. Osmanlı devletinin kuruluş ve yükselme devrine rastlayan XIV-XV. asırlarda tasavvuf ve tarikatler en nüfuzlu dönemini yaşıyordu. Bu asırda Anadolu'da varlığını hissettiren esnaf ve sanat erbâbından kişilerin meydana getirdiği tasavvufî kurumlardan biri de Ahîlik idi. Ahîler silsilelerini Hz. Ali (r.a.) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.s.s.)'e dayandırırlar ve fütüvvet ehli diye anılırlar. Diğer tarîkatların hırkasına mukâbil "fütüvvet şalvarı" giyerler. İçlerinde pek çok münevverin de bulunduğu bu teşkilatın sâdece esnaf topluluğu olmayıp aynı zamanda tasavvufî karakterde bir teşkilat olduğu da görülmektedir.
Ahîlerin Anadolu'ya yayılmaları Abbâsîlerin son devirlerine rastlamaktadır. Diğerleri gibi fütüvvet erbâbı ahîlerin de Anadolu'ya gelişinde Moğol istilâsının büyük tesiri olmuştur. Fakat ahîler bu göç sayesinde hem sahalarını genişletmiş, hem de nüfûzlarını kuvvetlendirmiş oldular.
İbn Batuta'nın Seyâhatnâme'sinde, Sultan bulunmazsa şehrin ahîsinin hâkim olup padişah gibi hüküm sürdüğünü ve gelip gidenlere ihsânlarda bulunduğunu kaydetmesi, ahîlerin tesir ve nüfûzunu göstermesi açısından önemlidir.
Bu devirde pekçok ahî reisinin köylere yerleşerek inşâ ettikleri zâviyeler sayesinde memleketin imar ve iskânı ile dînî tebliğ ve irşad işlerinde hizmet gördükleri bir vâkıadır.
Âşıkpaşazâde'nin Rum erenleri dediği ve Abdalân-ı Rûm, Ahiyân-ı Rûm, Baciyân-ı Rûm ve Gâziyân-ı Rûm diye dörde tasnif ettiği gruplardan Gâziyân-ı Rûm, fütüvvetin seyfî kolu olarak mütalaa edilebilir.
Ahîlerin yanısıra "dâru'l-cihâd" olarak bilinen Anadolu'ya Türkmen babaları ve Ortaasya, Harezm, Horasan havâlisinden Yesevî dervişleri de gelmişlerdir.
Bâbâî hâlifelerinden olduğu rivâyet edilen Hacı Bektaş Velî (XIV. asır), Horasanlı bir Türk olup kendi adına muzaf tarîkatın pîridir. Aşıkpaşazâde, Hacı Bektaş Velî'nin Horasan'dan geldiğini, Menteş adındaki bir kardeşini de berâberinde getirdiğini, niyetlerinin "Baba İlyas"ı görmek olduğunu ve bu maksadla Kırşehir ve Kayseri'ye gittiklerini, Menteş'in bilahare Sivas'a gidip orada şehid olduğunu anlatmakta ve Hacı Bektaş Velî'nin Osmanlı hânedanından herhangi bir kimse ile görüşmediğini belirtmektedir.
Hayâtı daha sonra gelen mensuplarınca iyice menkıbeleştirilen Hacı Bektaş Velî'nin kurduğu tarîkatın mensuplarının Osmanlılar devrinde Yeniçeri ocağının teessüsündeki hizmetleri ise ayrıca kayda değer.
Sûfîlerin halk üzerindeki nüfûzu, hükümdarlarda ve devlet ricâlinde zâten mevcud olan tasavvuf merakını ve mutasavvıfeye karşı temayülü daha da artırdı.
Osmanlı Devleti'nin ilk kuruluşunda medresenin yanında bir tekkenin tesis edilmiş olması ve Dursun Fakih (ö.726/1326)'le berâber Şeyh Edebâli (ö.726/1325)'nin bulunması devletin kuvvetler dengesine atılmış âhenkli bir adım mesâbesindeydi.
Şeyh Edebâli, nüfûzlu bir ahî şeyhi olmasının yanısıra, Osman Gâzi (680/1281-726/1326)'nin kayınpederi bulunuyordu. Târihler onun davarı, nîmeti çok, misafirhânesi dolup taşan zengin bir şeyh olduğunu kaydetmektedir. Neşrî'nin Şeyh Edebâli'nin oğlu Mehmed Paşa'dan naklettiğine göre, bu şeyhin mürîdlerinin Osmanlı Ülkesi'nde sâhip oldukları mevkîler pek yüksektir. Meselâ Bursa fethinde Sultan Orhan'a yoldaşlık eden Ahî Hüseyin, Şeyh Edebâli'nin kardeşi Ahî Şemseddin'in oğlu olduğu gibi Ahî Hasan, Ahî Mahmud ve Çandarlı Kara Hâlil (ö.789/1387) gibi devlet ricâli arasında pek çok ahî vardı.
Taşköprülüzâde (ö.968/1560) ile Âşıkpaşazâde (ö.908/1502), Osman Gâzi devrinde sûfîyeden Şeyh Muhlis Baba (ö.700/1301), Edebâli (ö.726/1325), Şeyh Âşık Paşa (ö.733/1334), Elvan Çelebi (Âşık Paşa'nın oğludur.), Ahî Hasan Çelebi ve Baba İlyas Çelebi ve Baba İlyas Acem gibi azizleri zikretmektedir​
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
TARÎKAT DÖNEMİ
..:: 3 ::..
Bunlardan Şeyh Muhlis Baba, Cengiz istilâsından kaçarak Anadolu'ya gelen ve Amasya'da yerleşen Baba İlyas Horasanî'nin oğludur. Selçuklu Devleti'nin parçalanmasını müteakip altı ay kadar Konya'da Emir olarak kalmış ve bilâhare istifa ederek Sultan Osman ile gazalara iştirak etmiştir. Meşhur Âşık Paşa'nın babasıdır.
XIV. Asırda İran'da Sühreverdî şeyhlerinden Şeyh Sa'dî (ö.691/1292) ve Cemâleddin Ezherî (ö.672/1273) gibi şeyhlerin terbiyesinde yetişen İbrahim Zâhid Gilânî (ö.700/1300)'nin halîfeleri vâsıtasıyla Safeviyye ve Halvetiye adlı iki büyük tarîkatın kurulup geliştiğini görüyoruz. Gilânî'nin halîfeleri Kerîmuddîn Ahî Muhammed Halvetî (ö.751/1350) tarafından kurulan Halvetîlik, XV. Asır'dan sonra Osmanlı ülkesinin en yaygın tarîkati olacak, tesir ve nüfûzunu İran'dan Kafkasya, Anadolu ve Rumeli tarafına kaydıracaktır. Safevîlik ise Gilânî'nin diğer halîfesi Safıyyüddîn Erdebilî (ö.735/1334) vâsıtasıyla kurulan, önceleri sünnî ancak daha sonraları şîî temayüller taşıyan, hattâ Safevî-Şîî devletinin kuruluşunu hazırlayan bir tarîkattır. Gilân, İran'ın sünnî bölgesidir. Safıyyüddin, oğlu Şeyh Sadreddin (ö.774/1392) ve onun oğlu Alâeddin Ali (ö.833/1429) genellikle sünnîdir. Alâeddin Ali'nin oğlu İbrahim (ö.851 /1447)'den sonraki Şeyh Cüneyd (ö.864/1460)' de şîîlik ön plana çıkmıştır. Safevî devletinin kurucusu Şah İsmail de Şeyh Cüneyd'in kızı tarafından torunudur.
Sultan Orhan'ın maiyyetinde muhtelif savaşlara iştirak etmiş olan Geyikli Baba, Abdal Musa, Abdal Murad, Duğlu (Ayranlı) Baba gibi babalar, Bâbâî tarîkatına mensup ve Baba İlyas mürîdlerindendi. Bunlar için Bursa'nın Keşişdağı (Uludağ) eteğinde zâviyeler yaptırılmıştı.
Hacı Bektaş Velî'nin Osman Gâzi ile olan münâsebeti hakkında eski Bektaşî menâkıbnâmelerindeki rivâyetlerin sonradan uydurulduğu ve yeniçerilerin kuruluş devrinde yine bu zatın hayır dua ettiği rivâyetinin târihî gerçeklerle îzahı pek mümkün görülememekle berâber, Osman ve Orhan Gâzi devirlerinde serhad harplerine iştirak eden Türkmenlerin büyük bir ekseriyetinin Hacı Bektaş mürîdlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Yeniçeri Ocağı 'nın teşekkülü ile ilgili menkıbe, onun hâtırasına hürmeten sonradan bu şekle girmiş olmalıdır.
Hammer'in ifâdesine göre, Orhan devrinde kurulan "Yeniçerilik" mensublarının tamamı hem asker, hem mürîd idi. Hattâ tarîkatın şeyhi 99. Alay'ın miralayı olduğu gibi, dervişlerin de sekizi yeniçeri kışlalarında bulunarak gece-gündüz devletin saâdeti ve arkadaşlarının muzafferiyeti için dua ederlerdi.2
Osmanlı'nın kuruluş yıllarında Şam bölgesinde yaşayan İbn Teymiyye (ö.728/1328), İbn Arabî ve taraftarlarına karşı şiddetli bir taarruz başlatmıştır. Ancak Osmanlı döneminde her nedense Osmanlı ülkesinde İbn Teymiye düşüncesinin pek fazla tesiri görülmemiştir.
XIV-XV. Asırlarda yaşayan Hacı Bektaş halîfesi Taptuk Emre'nin mürîdi olan Yûnus Emre tarîkat pîri olmamakla berâber, heyecanlı bir mutasavvıf ve kelimelere yüksek mânâları rahatlıkla terennüm ettirebilen kuvvetli bir şâirdi.
Devrinde ahîlerin reisi bulunan Edebâli'den sonra bu riyâsetin kime geçtiğini bilemiyoruz. Ancak 1. Murad devrinde bizzat sultanın ahîlerin reisi olduğunu Gelibolu'daki ahî reislerinden Ahî Musa'ya verdiği 767 Recep/1366 Mart târihli icâzetnâme ve vakıfnâmeden anlıyoruz. 1. Murad Hudâvendigâr döneminde, ahîlik teşkilatının artık Rumeli'ye geçmeye başladığı görülmektedir.
Aynı yıllarda Türkistan bölgesinde Yesevîlik ve Hâcegân silsilelerinden feyz alarak yeni bir tasavvufî hareketin serhalkası olacak Şah-ı Nakşîbend Muhammed Bahâeddin Buhârî (ö.791/1389)'nin etkisini hissettirdiği yıllardır. Bursa'ya gelip yerleşen Emir Sultan'ın akrabası Emir Külâl'in hâlifesi olan Şâh-ı Nakşîbend'in kurduğu bu tarîkat, özellikle Mevlânâ Hâlid Bağdâdî'den sonraki dönemde XIX. Asır Osmanlı ülkesinde ve İslâm Dünyâsının her tarafında etkili olacaktır.
Nakşbendiyye'nin Osmanlı ülkesine ilk defa Fâtih devrinde Simavlı Molla Abdullah İlâhî (ö.896/1491) tarafından getirildiği bilinmektedir.
XIV ve XV. yüzyılda Türkistan ve Mâverâünnehir bölgesinde Nakşîbendîliğin güçlü temsilcileri arasında Muhammed Parsa (ö.822/1419) Alâeddin Attâr (ö.802/1399) ve Ubeydullah Ahrâr (ö.893/1490)'ı görüyoruz. Özellikle Ubeydullah Ahrâr, Nakşîliğin yayılmasında son derece etkili olmuş bir sûfîdir. Fatih Sultan Mehmed Han'ın kendisine büyük saygı duyduğu kaydedilen Ahrâr, tabakat yazarlarından Nefehâtü'l-üns müellifi Molla Câmî (ö.898/1492) ile Reşâhât müellifi Safıyyüddin Ali (ö.939/1532)'nin şeyhidir. Özellikle bu sonuncusu Reşâhât adlı eserini Nakşîbendîlik ve adetâ Ubeydullah Ahrâr için yazmıştır.
XIV. Asr'ın sonlarına doğru, bilhassa Ankara'nın fethi (761/1360)'nden sonra ahîlerin Anadolu'daki nüfûzu azalırken, Ekberiyye, Mevleviyye, Zeyniyye tarîkatlarının ise hızla yayılmaya başladığını görüyoruz. Bunlardan Ekberiyye Tarîkatı, Osmanlı ülkesine Dâvûd Kayseri (ö.75l/1349) vâsıtasıyla gelmiş, Şemseddin Molla Fenârî (ö.834/1431) ile gelişmişti. Zeyniyye Tarîkatı ise Abdullatif Makdisî (ö.856/1452) vâsıtasıyla Osmanlı topraklarına getirilmişti.
Bu asırlarda Mısır'da yaşayan İbnü'l-Mulakkın (ö.804/1401), Tabakâtü'l-evliyâ adlı sûfî tabakâtından başka pekçok tasavvufî eserin yazarıdır.
Yıldırım Bayezid devri sûfîlerinden Bursalılarca Emir Sultan diye maruf ve İmam Hüseyin evlâdından Şemseddin b. Ali el-Hüseynî (833/1429) ise Buhâralı olup orada tahsil ve tarîkat terbiyesi görmüştü. Kübreviyye tarîkatının Nur-bahşiye kolundan olan Şemseddin Buhârî, daha sonra hacca giderken önce Bağdad'a, sonra da Anadolu'ya gelmiş ve Bursa'ya yerleşmiştir. Bursa'da şöhreti kısa zamanda artınca Yıldırım Bayezid'in kızı Hunda Sultan'ı alarak damadı olmuş ve Ü. Murad'ın İstanbul muhasarasına (825/1422) yüzlerce mürîdiyle katılmıştı. Timurleng'in Anadolu'yu istilâsı üzerine Emir Buhârî'nin esir edilerek Timur'un nezdine gönderildiği rivâyet edflir.
Yıldırım Bâyezid devri sûfîleri arasında, Ulu Câmî'in ibâdete açılışı (802/1400)'ında ilk hutbeyi okuduğu rivâyet edilen "Somuncu Baba" nâmıyla meşhur Hamîdüddin Aksarâyî (ö.815/1412)'nin müstesna bir yeri vardır.
Bu devirde ahîler yavaş yavaş tarîkat hüviyetlerini kaybederek daha çok bir esnaf teşkilatı havasına girmekle berâber, nüfûzlarını hâlâ devam ettirmekteydiler. Ahîler, Anadolu'da esnaf teşkilatına dönüşürken, Balkanlar'da ise tarîkat hüviyetini muhafaza etmekte idiler. Nitekim Yıldırım Bâyezid, Dimetoka'da bir zâviye yaptırıp ona bâzı vakıflar tahsis etmişti. Bu devrede Yeni Zağra'da Kılıç Baba Zâviyesi, Çirmen'de Musa Baba Zâviyesi gibi, Paşa Livası'nda altmış yedi zâviye bulunuyordu. Tarîkat erbâbına gösterilmekte olan hürmet ve bağlılık bu asırda devam etmiş; fakat bu arada Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin (ö.820/1417) gibi şeyhliği şahlığa çevirmek sevdasına düşenler de olmuştu.
Şeyh Bedreddin, hâlifeleri vâsıtasıyla hem Anadolu'da ve hem de Rumeli'nde hazırlamış olduğu "alevî" muhitlerinde hareket ederek bir nevi "Alevî Kıyamı" demek olan Şeyh Bedreddin vak'asını gerçekleştirdi.
Bayrâmiyye tarîkatı kurucusu Hacı Bayram Velî (ö.833/1429) ile hâlifeleri Akşemseddin (ö.863/1459), Bıçakçı Ömer Dede (ö.880/1475), Akbıyık Meczûb (ö.860/1455), Yazıcıoğlu Mehmed (ö.855/1451) ve kardeşi Ahmed Bîcân (ö.858/1454) Efendiler XV. asır mutasavvıflarının meşhurlarındandır.
Bu devir sûfîleri arasında önce Hacı Bayram Velî'ye intisab ederek damadı olan, bilâhare Hüseyin Hamevî (ö.832/1428)'den Kâdiri tarîkına sülûk ederek Eşrefıyye kolunu kuran Abdullah Rûmî (874/1469)'yi zikredebiliriz.
XV. Asrın ikinci yarısından sonra Bayramiyye tarîkatı muhtelif kollar hâlinde (Şemsiye, Melâmiyye, Celvetiyye) gelişmekte iken Halvetiye ve Zeyniyye tarîkatlarının da bir hayli yaygınlaştığını görüyoruz.
Bu devrede Bayramiyye'nin Şemsiyye kolundan -ki Akşemseddin tarafından kurulmuştur- Kayserili İbrahim b. Sarraf Hüseyin (ö.887/1482) ve Akşemseddin'in oğulları Feyzullah (ö.950/1553), Emrullah (ö.909/1503) ve Hamdullah Çelebi (ö.897/1491) ile Sivrihisarlı Baba Yusuf (ö.918/ 1511) ve Habîb Karamanî (ö.902/1497)'yi sayabiliriz.
Hacı Bayram Velî'nin halîfesi olan Bıçakçı Ömer Dede (Ömer Sikkînî)'ye bağlı bulunan Bayramiyye'nin Melâmiyye kolundan bu devirde Ayaşlı Bünyâmin (ö.926/1520) ile halîfesi Pîr Alî Aksarâyî (ö.945 /1538)'yi Pir Ali'nin oğlu Oğlan Şeyh İsmail (ö.935 /1529) ve halîfesi Ahmed Sârbân (ö.952/1545)'ı zikredebiliriz.
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
TARÎKAT DÖNEMİ
..:: 4 ::..
Zeyniyye tarîkatından "Vefâ" mahlasıyla tanınan ve Abdullatif Makdisî (ö.856/1452)'nin halîfesi olan Şeyh Muslihuddin (ö.896/1491), bilhassa Fâtih ve II. Bâyezid devirlerinde büyük bir mevki-i îtibâr sağlamıştır. Adına muzâf mahâlde bulunan tekkesine devrin bilhassa münevverleri devam etmekteydi.
Halvetiyye tarîkatı ise İran'da doğmuş olmasına rağmen Anadolu'nun birçok yerlerindeki halîfeleri vâsıtasıyla Türkiye'de en çok yayılan tarîkat durumunda idi. Tarîkatın müessis-i sânîsi olarak bilinen Yahyâ Şirvânî (ö.869/1464)nin halîfeleri zamanı demek olan bu asırlarda, Halvetiyye'nin Anadolu'daki belli başlı temsilcileri olarak Çelebi Halîfe denilen Cemal Halvetî (ö.899/1493), Sünbül Sinan (ö.936/1529), Merkez Muslihuddin (ö.959/1552), Dede Ömer Rûşenî (ö.892/1486), İbrahim Gülşenî (ö.940/1533) ve Ümmî Sinan (ö.958/1551)'ı sayabiliriz.
Bunlardan Cemal Halvetî (ö.899/1493) Yahyâ Şirvânî'nin halîfesi Erzincanlı Pir Mehmed Bahaeddin (ö.879/1474)'den hilâfet almıştır. II. Bayezid'in davetlisi olarak bir ara İstanbul'a gelmiş; Koca Mustafa Paşa dergâhında şeyhlik etmişti.
Merkez Muslihuddin Efendi de Sünbül Sinan Efendi'nin halîfesidir. Aslen Denizlili olup İstanbul'da adına muzaf mahâldeki tekkesinde şeyhlik etmişti.
Aydınlı Dede Ömer Rûşenî ise Bursa'da dînî ilimleri tahsil ederek bilâhare tasavvufa meyletmiş, önce Karaman'da Alâeddin Ali (866/1461)'ye sonra da Şirvan'da Yahyâ Şirvâni'ye intisab ederek halîfesi olmuştu. Halvetiyye'nin Rûşeniyye kolunu kuran bu zat, 892/1486'da Tebriz'de vefât etti.
Osmanlı döneminde tasavvufî-işârî tefsir müelliflerinin ilklerinden Baba Nîmetullah Nahcuvânî (ö.902 /1496) bu dönemde yaşamış bir Nakşbendî şeyhidir. el-Fevâtihu'l-ilâhiyye adlı tefsiri matbudur.
3. M. XVI - XIX. Asırlarda Tarîkatlar
XVI. asır, Osmanlı yükselişinin zirveye ulaştığı asırdır. XVII. asır ise yükselişin sona erdiği, duraklamanın başladığı yıllardır. XVI. asrın sonuna kadar son derece uyumlu çalışan tekke, medrese ve ordu üçlüsünde XVII. yüzyıldan îtibâren çatlamalar başlamıştır. Özellikle tekke-medrese kavgası en hızlı biçimde XVII. yüzyılda gündeme gelmiştir. Bütün diğer alanlarda olduğu gibi bu asırlarda tasavvufî sahada da belli bir gerileme söz konusudur. Bununla birlikte bu dönemde yine bâzı önemli tasavvuf ricâli yetişmiştir. Biz burada başlıcalarını sıralamakla iktifa edeceğiz.
XVI. asır tasavvuf ricâlinden Halvetiyye'nin Sinaniyye kolunun kurucusu Ümmî Sinan Efendi (ö.958/1551) Bursalı veya Prizren'lidir. Âlim olduğu hâlde "Ümmî" lakabını ihtiyar etmişti. İlk intisabı Habîb Karamanî'ye, sonra ise Yiğitbaşı Ahmed Efendi (ö.910/1504)'yedir. İstanbul'da Şehremini tarafında bulunan tekkesinde uzun yıllar şeyhlik etmiştir. Yine bu dönemde Halvetiyye'den Habîb Karamanî'nin hâlifesi Cemâleddin İshak Karamanî'nin (ö.933/1526) pekçok eserleri meyanında bir Vahdet-i vücûd risâlesi kaleme alması ilgi çekicidir.
Yavuz'un Mısır seferi sırasında kabrini ziyaret ettiği ve daha sonra Şeyhülislâm İbn Kemâl'in fetvasıyla akladığı İbn Arabî ve fikirlerinin bu yıllardan sonra Osmanlı ülkesinde daha rahat yayılma zemini bulduğu gözlenmektedir. İbn Teymiye ve taraftarlarının adları pek bilinip duyulmazken, İbn Arabî, Osmanlı ülkesinde hayli etkili olmuştur
Aydınlı Dede Ömer Rûşenî'nin talebesi olan Diyarbakır'lı İbrahim Gülşeni (ö.940/1533), Halvetiyye'nin Gülşeniyye kolu müessisidir. Kanunî devrinde kendisine bâzı isnadlar yapılarak İstanbul'a getirilmiş, İbn Kemâl (ö.940/1533) gibi ulemânın ekâbiri ile sohbetlerden sonra zâhirî ve bâtınî ilimlere vâkıf olduğu anlaşıldığından, bizzat padişah tarafından özür dilenerek salıverilmişti.
Yine bu yüzyıllarda Sofyalı Bâlî Efendi (ö.960/1555) ile halîfesi Nureddinzâde Muslihuddin Efendi (ö.981/1573) Halvetiyye'nin ileri gelen simaları arasında bulunuyordu. Kanunî Sultan Süleyman devrine âit tahrir defterlerine göre Anadolu vilâyetinde 623, Karaman'da 272, Rumeli'nde 205, Diyarbekir'de 57, Zülkadriye (Dulkadıroğulları)'de 14, Paşa livasında 67, Silistre livasında 20, Çirmen livasında dört zâviye bulunmakta idi.
Kanûnî Sultan Süleyman devrinin bir başka renkli sîmâsı ve ilginç sûfîsi padişahla süt kardeş olan Beşiktaşlı Yahyâ Efendi (ö.978/1571)dir.
Bu asırda Mısır bölgesinde yetişen en önemli iki sûfîden biri Kuşeyrî risâlesine şerh yazan Zekeriyâ Ensârî (ö.926/1520), diğeri İmam Şârânî (ö.973/1565)'dir. İmam Şa'rânî gerek et-Tabakâtü'1-kübrâ'sı ve gerekse İbn Arabî fikirlerine dayalı telif ettiği eserleriyle Mısır tasavvufunda önemli bir yere sâhiptir.
Halvetiyye'nin Şabaniyye kolunun kurucusu Kastamonulu Şeyh Şaban-ı Velî (ö.976/1568) bu asrın önde gelen, saygın şeyhlerinden biridir. Tarîkatı da Halvetiyye'nin en yaygın kolları arasında yer alır.
XVI. asrın sonlarında Sivas'tan İstanbul'a gelen Ahmed Şemseddin Sivâsî (ö.1006/1597) ile onun halîfeleri ve yeğenleri Abdülmecid (ö.1049/1639) ile Abdülahad Nûrî (ö.1061/1651), Sivâsîler adıyla anılan bir Halvetî-sûfî ekolünü oluşturmuştur. Sivâsîler XVII. yüzyılda Kadızâdeler ile bâzı konularda görüş ayrılıklarıyla tartışmalara girecekler ve tasavvuf târihimizde bu olay Sivâsîzâde ve Kadızâdeler mücâdelesi olarak geçecektir.
XVII. asrın ünlü tasavvufî simaları arasında sayılabilecek başlıca mutasavvıflar, el-Kevâkibü'd-dürriyye adlı sûfî tabakatının yazarı Mısırlı Abdurraûf Munâvî (ö.1031/1620), Nakşbendîliğin yeni bir veçhe kazanmasını sağlayan ve Hindistan'da hem İslâmiyetin, hem de Nakşîliğin yayılmasında büyük hizmeti geçen ikinci 1000 yılının yenileyicisi İmam-ı Rabbani (ö.1034/1624), Celvetiyye tarîkatı piri Aziz Mahmud Hüdâyî (ö.1038/1628), Kâdirîliği İstanbul'a getirip adına bir tekke kurarak kol geliştiren İsmail Rûmî (ö.1041/1631), Halvetiyye'nin Ramazâniye kolu kurucusu Ramazan Mahfî (ö.1025/1616) ve Mesnevî şarihi Ankaralı İsmail Rusûhî (ö.1041/1630)dir. Rusûhî'nin diğer eserlerinin yanısıra Minhâcü'l- fukarâ adıyla Abdullah Ensârî'nin Menâzilüs- Sâirîn'ine yazdığı Türkçe şerhin tasavvuf târihimizde ayrı bir önemi ve yeri vardır. Füsûs şarihi Bayrâmî Melâmî ricâlinden Bosnalı Abdullah Efendi'nin (ö.1054/1644) altmış kadar eseri vardır ve Konya'da Sadreddin Konevî'nin yanında medfundur.
Aziz Mahmud Hüdâyî ve tarîkatı çevresinde yetişmiş Oğlanlar şeyhi İbrahim Efendi (ö.1066/1655), Sarı Abdullah Efendi (ö.1071/1661) ve Zâkirzâde Abdullah (ö.1068/1658) ile Nev'îzâde Atâî (ö.1045/1635), gerek tasavvufî bilgi ve gerekse terceme-i hâl açısından telif ettikleri eserlerle mühim bir yeri vardır. Özellikle Sarı Abdullah Efendi, Mesnevî Şerhi ve İbn Arabî tarzında kaleme aldığı eserleri ve Melâmî tavrıyla ilginç bir kişiliğe sâhiptir.
Halveti ricâlinden Hulvî Mahmud Efendi (ö.1064/1654) ise Lemezât-ı Hulvî adıyla bilinen evliyâ ve sûfî ricâline âit menâkıb ve hâl tercemelerinden oluşan eseriyle ünlüdür.
XVII. asrın sonlannda vefât eden Halvetiyye'nin Şâbâniye kolundan Karabaş Velî adıyla ünlü Ali Alâeddin Atvel (ö.1090/1679) Halvetiyye'nin, Atpazarî Osman Fazlı İlâhî (ö.1102/1690) ise Celvetiyye'nin güçlü temsilcileridir. Bulgaristan-Şumnulu olan Osman Fazlı renkli bir kişiliğe sâhipti. Sözünü esirgemeyen Osman Fazlı Efendi, devrin padişahlarına kadar pekçok kimseyi irşad etmiş, uyarmış, hattâ bu yüzden zaman zaman sürgün hayâtı da yaşamıştır.
Onun en önemli eseri Bursalı İ. Hakkı (ö.1131/1719)'dir. Bursalı İ. Hakkı'nın yüzden fazla eseri ve geniş bir tesiri vardır. Özellikle Rûhu'l-beyân adlı tefsiri, devrinin olduğu kadar, sahasının da âbide eserleri arasında yer alabilecek özelliktedir.
XVIII. Asrın başlarında Bursalı İsmail Hakkı ile çağdaş halvetî ricâlinden Üsküdar'da Mehmed Nasûhî Efendi (ö.1130/1718), Karagümrük'te Nûreddin Cerrahî (ö.l133/1721), Edirne'de Hasan Sezâî (ö.1151/1738) ve Malatyalı Niyâzî Mısrî (ö.l150/1737) kendi adlarına muzaf şube tesis etmişlerdir. Tasavvufî konularda eserleri bulunan bu şeyhlerden Niyâzî Mısrî ile Hasan Sezâî'nin matbu divanları da vardır.
Sarı Abdullah Efendi'nin torunu La'lîzâde Abdülbâkî (ö.1159/1746) hem Nakşî, hem de Melâmî'dir. Menâkıb-ı Melâmiyye-i Bayramiyye adıyla kaleme aldığı eseriyle, dedesi Sarı Abdullah Efendi'nin yolunda olduğunu göstermiştir.
XVIII. asırda yetişen bir önemli sûfî de Erzurum Hasankaleli İbrahim Hakkı'dır. (ö.1186/1772) Siirt'in Tillo'sunda şeyhi Fakîrullah Efendi'den Kâdirî ve Nakşî eğitimi görerek damadı oldu. Tasavvufî konularda olduğu kadar ilm-i hey'et hakkında geniş bir nüfûz sâhibi olan İbrahim Hakkı'nın en önemli eseri Mar'ifetnâmesi'dir​
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
TARÎKAT DÖNEMİ
..:: 5 ::..
Balıkesirli Abdullah Salâhî-i Uşşâkî (ö.1196/1782), pekçok tarîkatten icâzet almış, altmışa yakın eseri bulunan velûd bir müellifdir. Hâşim Baba (ö.l197/1783) önceleri Celvetî iken Mısır'da Bektaşîliği de meşk edip iki tarîkatı birleştiren ve Üsküdar İnâdiye'de bir tekke açan şâir-sûfîdir. Dîvan'ı, edebî ve tasavvufî açıdan büyük bir önemi haizdir.
Müstakîmzâde Sadeddin Süleyman Efendi (ö.1202/1787) Lâlizâde Abdülbâkî gibi hem Nakşî, hem de Melâmî olan sûfîlerdendir. Hat sanatı ile de ilgilenen Müstakîmzâde'nin elliden fazla irili ufaklı eseri vardır.
Müstakîmzâde'den sonra gelen XIX. asır Nakşbendî ricâli genellikle Hâlidî'dir. XVIII. asrın sonu ile XIX. asrın başlarında yaşayan Hâlid Bağdadî (ö.1242/1826) tarîkata yepyeni bir veçhe kazandırmıştır. Hindistan Delhi'de bulunan Abdullah Dehlevî'den tarîkat terbiyesi gören Hâlid Bağdadî, iyi bir medrese eğitimi görmüştür. Bu yüzden şeriat bilgisi yüksek bir âlimdi. Yeniçeri ocağının kaldırılması ile Bektaşî tekkelerinin kapatılması yıllarına rastlayan bu dönem, Nakşbendî tarîkatının Osmanlı Ülkesinde en yaygın tarîkat konumuna yükseldiği yıllardır.
XIX. asırda İstanbul'da Veliyyüddinzâde Hıfzî Efendi (ö.1253/1837), Bursa'da Hoca Hüsameddin Efendi, (ö.1280/1863) yine İstanbul'da Yahyâ Efendi dergâhında M. Nuri Şemseddin (ö.1280/1863) Çarşamba'da Murad Molla dergâhında M. Murad Efendi (ö.1264/1848) ve İstanbul'da doğup Medîne'de vefât eden Bursalı Hüsameddin Efendi'nin halîfesi Vahyî Mustafa (ö.1295/1878) Karabağlı Hamza Nigârî (ö.1304/1887) Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddin (ö.1313/1893) ve Hakkârili Şeyh Tâhâ (ö.1269/ 1853) irşad hizmetleri ve eserleri ile Osmanlı topraklarında hizmet veren Nakşî-Hâlidî şeyhleridir.
XIX. asırda yaşayan Halvetî-Şabanî şeyhlerinden Kuşadalı İbrahim Efendi (ö.1262/1846)'nin ilim adamları ve devlet ricâli yanında saygın bir kişiliği vardır.
XIX. asrın en büyük müellif sûfîlerinden biri de hiç şüphesiz Bursalı M. Tâhir Beyin "Hâce-i irfanım, veliy-yi nîmetim" diye andığı Harîrîzâde M. Kemâleddin Efendi'dir. (ö.1299/1882) Onun Tıbyânü vesâiti'1-hakâik adlı tarîkatler ansiklopedisi niteliğindeki eseri, sahasında önemli bir boşluğu doldurmuştur. Harîrîzâde çok genç yaşta vefât etmiş olmasına rağmen kırka yakın eser bırakmıştır.
4. XV1.-X1X. Asırlarda Başlıca Tasavvufi Olaylar
XVI. asır İslâm dünyâsında Osmanlı hâkîmiyetinin tamamlandığı, ilmî, idarî, askerî, edebî alanlarda ilerlemelerin en ileri seviyeye ulaştığı dönemdir. Bu yüzyıldan Osmanlı'nın çözülüş asrı olan XIX. yüzyılın sonuna kadar meydana gelen tasavvufî olayları şöylece maddeler hâlinde özetleyebiliriz:
1) XVI. yüzyıl bütün tarîkatlerin kuruluşunun tamamlandığı, tarîkat ve âdaba dâir eserlerin te'lifinin hemen hemen sona erdiği yıllardır.
2) Osmanlı ülkesinde düşünce hürriyyetinin bir meyvesi olarak İbn Arabi'nin Şeyhü'l-İslâm îbn Kemâl fetvasıyla aklanmasından sonra özellikle şiir ve edebiyatta "vahdet-i vücûd" fikrinin yaygınlaştığı yıllardır.
3) XVII. yüzyılda medreselerle birlikte tekkelerin de gerilemeye başladığı, tekke şeyhliklerinin "yoldan gelme" esasına göre değil de "belden gelme" usulüne göre düzenlenmesi, tekke eğitiminde belli bir seviye düşüşü meydana getirmiş ve ehil olmayan bâzı kişilerin şeyh oğlu olmak avantajı ile tekkelere şeyh tayin edildiği çok görülmüştür.
4) Kadızâdeler ile Sivâsîzâdeler arasında XVII. yüzyıldaki tekke-medrese kavgası zaman zaman grubların birbirini tekfirine varan boyutlara ulaşmıştır.
5) XVIII. yüzyılda gerileyen tekke ve medrese eğitimine rağmen, Bursalı İsmail Hakkı ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi iz bırakan iki büyük mutasavvıf yetişmiştir.
6) Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine, Bektaşî tekkeleri de kapatılmış ve şeyhliklerine Nakşî, Kâdirî ve Mevlevî hâlifeler tayin edilmiştir. Böylece Nakşbendîliğin Hâlid Bağdadî'den sonra XIX. yüzyılda etkinliği artarken, Bektaşîlik daha sırrî bir tarîkat hâline gelmiştir.
7) XIX. yüzyılın sonunda ikinci Abdülhamid Han zamanında bütün müesseseler gibi tekke ve dergâhların düzenlenmesi için bir takım ıslahat hareketleri başlatılmış ve "meclis-i meşâyıh" kurulmuştur. Meclis-i meşâyih nizamnâmesi ile tekkelerin ve tekke şeyhliklerinin düzeltilmesine çalışılmıştır.
8) XIX. yüzyıl sonlarına doğru gazete ve dergi neşriyâtının yaygınlaşması üzerine, tekke çevrelerinde de birtakım neşriyât faaliyetleri olmuş, Cerîde-i Sûfiyye, Beyânü'l-hak ve Tasavvuf gibi dergiler çıkarılmıştır.
9) Tarîkat ve tekkelerin düzenlenmesiyle ilgili ıslahat çalışmaları, aynı yıllarda Mısır'da da gündeme gelmiştir.
10) Bâzı tekkeler ehil şeyh bulunamadığı için kapatılmış ve tekkeler toplumda belli bir nüfûz kaybına uğramıştır. Bütün bunlara rağmen XIX. asrın sonlarında İstanbul'da üçyüzden fazla tekkenin bulunması, 300-500 bin civarındaki nüfusa oranla büyük bir ilgi göstergesi sayılabilir.

* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat​
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
ozurdilerim tarikat donemi 2 bir kac kere tiklamisim yanlislik oldu kusuruma bakmayin ins taner kardes sende artik bir vakit ayirirsin bunlari okumak icin ben once okudum sonrada senin icin kopyaladim allah razi olsun bundan sonrasinida soracak olursan istihare namazi kil derim selametle kal ins:)
 

islamveinsan

Doçent
Katılım
28 Eyl 2006
Mesajlar
1,360
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Suvas
s.a

Yazilanların hemen hepsini okudum her yazanın kendi doğruları doğrulunca eğri bulunmaz olmuş...

Fikirlerden öteye geçelim delil sunalım...
Tarikatların varlığına delil olacak hadis veya sahebeden bir rivayet yada sahabinin bir sözünü yazalım...?
Sahebe de olmayan ve tabiinde olmayanı var diye islama sokmayalım..

Evet delilleri bekliyoruz arkadaşlar...?
Şu efendi şöyle demiş
Bu alim böyle dimiş kabul değildir

selam ve dua ile
 

poyraz_

Üye
Katılım
9 Ara 2006
Mesajlar
29
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Peiki kardeş bana mezheplerin delillerini gösterirmisin. Peygamber Efendimizin zamanında olmayan mezhepler neden şimdi var ve biz bunlara göre hareket ediyoruz. Mezheplere vereceğin delillerde tasavvufa istediğin tarz deliler olursa sevinirim.
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
efendimiz ve sahabesi zaten tasavvufla hem dem idiler zaten sen anlamak isteseydin efendimizin mederese mezunu degilde tasavvuf oldugunu anlardin bir bak peygamberlik gelmeden onceki butun yasantiya hallere ahlaka meleklerle gorusmesi kalbinin melekler tarafindan manenve zahiren ameliyat edilmesine kisacasi bir dusun mirac hadisesini efendimizin kendisi zaten delildir delil isteyenlere benden bu kadar selametle...
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Sahabenin mezhebi nedirSual: Bazı kimseler, (Peygamber, ne Hanefi, ne de Şafii idi, Sünni de değil idi) diyor. Sünnet ne demektir?
CEVAP
Demek ki mezhep de, sünnet de, bilinmiyor. Askerlikte, kara, hava ve deniz kuvvetleri vardır. Genel kurmay, karacı, havacı veya denizci değildir diyerek bu kuvvetlerden ayrı sayılır mı? Kuvvetler genel kurmaya bağlı olduğu gibi, mezhepler de Resulullaha bağlıdır.

Nasıl ki kuvvet komutanlıkları birbirinin yardımcısı ise, mezhepler de öyledir. Kendi mezhebine göre yapılması güç olan bir iş başka mezhebe göre yapılır. Mezhepler, bir elin parmakları gibi, aynı ele hizmet eder.

Sünnet kelimesi de yerine göre, farklı anlamlarda kullanılır:
1- Kitab ve sünnet ifadesindeki sünnet, hadis-i şerifler demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Allah’ın kitabına, Peygamberin sünnetine sarılırsanız hiç sapıtmazsınız.) [Hakim]

2-
Farz ve sünnet ifadesindeki sünnet, Resulullahın emirleri demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ümmetim bozulunca, sünnetime uyana şehit sevabı verilir.) [Hakim]

3- Sünnet
, yalnız olarak kullanılınca, genelde İslamiyet anlaşılır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir zaman gelecek ki, ortalık bozulduğu zaman sünnetime [İslamiyet’e] tutunmak avuçta ateş tutmak gibi olacaktır.) [Hakim]

4- Sünnet
, yol, çığır, gibi manalara da gelir. Mesela sünneti hasene iyi çığır, sünneti seyyie kötü çığır demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir kimse, sünneti hasene çıkarırsa, [iyi bir çığır açarsa] onun sevabı ve kıyamete kadar onunla amel edenlerin sevabı kadar sevap alır. Bir kimse de sünneti seyyie çıkarırsa, [kötü bir çığır açarsa] onun günahı ve kıyamete kadar onu işleyenlerin günahı kadar günah kazanır.) [Müslim]

Sünnet
, yol demektir. Sünnetullah, Allah’ın yolu demektir. Sünneti Resulullah, Resulullahın yolu demektir. Sahabilerin de sünneti olur. Hz. Ömer’in sünneti, Hz. Ali’nin sünneti gibi. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Sünnetime ve hulefa-i raşidinin sünnetine sımsıkı sarılın!) [Buhari]

Sünnet
, âdet, kanun manalarına da gelir. Mesela, Allah’ın sünneti; Allah’ın kanunu demektir. Bu Kur’an-ı kerimde sünnetullah olarak geçmektedir. (Allah’ın sünnetinde [kanununda] asla bir değişiklik bulamazsın) buyuruluyor. (Ahzab 62, Fetih 23, Fatır 43)

5-
Ehl-i sünnet, kurtuluş fırkasının adıdır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
Tirmizi’nin bildirdiği hadis-i şerifte, (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir) buyuruldu. Bu fırkaya (Ehl-i sünnet vel cemaat) denir.

Ehl-i sünnet ne demektir
Sual:
Ehl-i sünnet ne demektir? Mezheplere ayrılmak parçalanmak mıdır?
CEVAP
Ehl-i sünnet vel-cemaat demek, Resulullahın ve eshab-ı kiramın gittikleri doğru yolda bulunan âlimler demektir. Hak olan cemaat ve 73 fırka içinde Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan Fırka-ı naciyye bunlardır. Kur’an-ı kerimde mealen, (Parçalanmayın) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, itikadda, inanılacak bilgilerde parçalanmayın demektir. Yani nefslerinize ve bozuk düşüncelerinize uyarak, doğru imandan ayrılmayın demektir. İtikadda ayrılmak, parçalanmak elbette hiç caiz değildir. Hadis-i şerifte de (Cemaat rahmet, ayrılık azaptır) buyuruldu. (Parçalanmayın) âyet-i kerimesi fıkıh bilgilerinde ayrılmayın demek değildir. Ahkamda, amellerde olan ictihad bilgilerindeki ayrılık, hakları, farzları, amellerdeki, ince bilgileri ortaya koymuştur. Eshab-ı kiram da, günlük işleri açıklayan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı. Fakat, itikad bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktu. Hadis-i şerifte, (Ümmetimin ayrılığı [mezheplere ayrılması] rahmettir) buyuruldu. Dört mezhebin, amel bilgilerinde ayrılması böyledir. (Hadika)

Mezhep imamı ne demektir
Mezhep imamı demek, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshab-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir. Açıkça bildirilmeyenleri, açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek meydana çıkaran derin âlimlerdir. Eshab-ı kiramın herbiri müctehid ve mezhep imamı idi. Herbiri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezhep imamlarımızdan daha üstün idi. Mezhepleri daha kıymetli idi. Fakat, bunlar kitaplara yazılmadığı için, mezhepleri unutuldu. Peygamberin, sahabenin mezhebi nedir demek, Ordu kumandanı, hangi bölüğün eridir veya Fizik öğretmeni, hangi sınıfın talebesidir demeye benzer. Çünkü sahabenin herbiri bir mezhep imamı, hatta mezhep imamlarının hocaları idi. Resulullah efendimiz de kâinatın hocası idi. (Mizan, Hadika)

Eshab-ı kiramın mezhebi
Sual:
Herkes Kur’ana bağlanmalı, çünkü Peygamberin mezhebi ne idi? Eshabın mezhebi mi vardı?
CEVAP
Bin küsur yıldan beri herkes bir mezhebe bağlı iken, bazı türediler, böyle sorularla zihinleri bulandırıp herkesi başı boş, mezhepsiz yapmaya çalışıyorlar. Dini delillerden anlamayanlara iki akli örnek verelim:

Milli eğitime bağlı okullar, sınıflar, müdürler, öğretmenler ve öğrenciler vardır. Okul ile sınıf, müdürle öğretmen mukayese edilmez. Çünkü hepsinin görevleri farklıdır. Öğretmenle öğrenci de mukayese edilmez. Öğrencileri müdür veya öğretmen yerine, öğretmenleri de öğrenci yerine koymak yanlış olur. Öğretmen veya müdür hangi sınıfın öğrencisi denemeyeceği gibi, şu öğrenci, hangi okulun müdürü denmez. Öğretmen ve müdüre öğrenci denmez.

Atalarımız, Temsilde hata olmaz demişlerdir. Müctehid âlimler birer öğretmen gibidir. Mutlak müctehidler ise müdür gibidir. İnsanlar da öğrenci gibidir. Öğretmene, bu hangi okulun müdürü denmeyeceği gibi, öğrenciye de hangi okulun öğretmeni denmez. Öğrenciler öğretmene tâbi olduğu gibi, insanlar da müctehide tâbi olur.

Öğretmenler nasıl müdüre bağlı ise, tamamı müctehid olan Eshab-ı kiram da, Resulullah efendimize bağlı idiler. Tabiinde ise müctehidler ve halk var idi. Halk müctehidlere tâbi oluyordu. Halkın mezhebi tâbi olduğu müctehidin mezhebi idi. Mezhepsiz kimse yok idi.

Eshab-ı kiram, Resulullaha değil, biz yalnız Allah’a tâbiyiz demediler ve demeleri de mümkün değildir. Sıradan bir müslüman da, Müctehide tâbi olmam, ben yalnız Resulullaha tâbi olurum diyemez. Müctehid, Allah’ın ve Resulünün emirlerini bildiriyor. Müctehide uymak Allah ve Resulüne uymak demektir. Bugün ise, bazı mezhepsizler, müctehide değil, Resulullaha bile tâbi olmayı uygun görmüyorlar. Yalnız Kur’ana tâbiyiz diyorlar.

Nasıl ki öğretmen müdüre, müdür de Milli eğitim Bakanına, Milli eğitim bakanı da Başbakana bağlı ise, insanlar bir müctehide, müctehidler mutlak müctehide, mutlak müctehidler de Resulullah efendimize bağlıdır. Bağsız yani mezhepsiz kimse yok idi.

Ordudaki misal daha cazip. Bütün subayların bir sınıfı olur. Topçu yüzbaşı, piyade albay gibi. Ama general olunca artık sınıf kalmaz. Topçu general olmaz. Artık o bütün sınıfların generalidir. Generaller de, sınıfsız ama, onlar da ya havacı, ya karacı veya denizcidir. Bunlardan birinde olmayan general olmaz. Bunlar da, ordu komutanlıklarına, ordu komutanları da hava, deniz veya kara kuvvetlerine bağlıdır. Kuvvet komutanları genel kurmaya bağlıdır.

Dikkat edilirse, gerek eğitim sisteminde ve gerekse orduda bağımsız bir kurum yoktur. Herkesin bağlı olduğu, sorumlu olduğu bir yer vardır.

İnsanlar birer er gibidir. Bağlı oldukları bölükler, taburlar alaylar vardır. Ben genel kurmay başkanına bağlıyım bölük komutanını falan takmam diyemez. Müctehidler generaller gibidir. Mutlak müctehidler kuvvet komutanları gibidir. Resulullah efendimiz de genel kurmay başkanı gibidir. Genel kurmay başkanı, hangi bölüğün eri veya hangi kuvvet komutanlığına bağlı denilemeyeceği gibi, Eshab-ı kiramın veya Resulullahın mezhebi ne idi denemez.

Bu durum iyice anlaşılınca, herkes haddini bilmeli, er olan erim demeli, subayla, generalle benim aramda ne fark var dememeli. Bir müslüman da müctehidle boy ölçüşmemeli. Hatta Peygambere bile uymayıp ben Kur’ana göre hareket ederim demesi ne kadar yanlıştır.

Sünnete uymanın önemi
(Mezhebe, hadise uymam) demek (Kur'ana uymam) demektir. Zira Hak teâlâ buyurdu ki:
(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
(Peygamberin emrine uyun, nehyettiğinden sakının.) [Haşr 7]
(İndirdiğimi insanlara beyan edesin, açıklayasın.) [Nahl 44]

Beyan etmek, âyetleri, başka kelimelerle ve başka suretle anlatmak demektir. Âlimler de, âyetleri beyan edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi ve Kur’an-ı kerimden hüküm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, (Sadece sana vahiy olunanları tebliğ et) derdi. Ayrıca beyan etmesini emretmezdi. (Huccetullahi alelalemin)

Sünnet [hadis-i şerifler], Kur’an-ı kerimi, mezhep imamları da sünneti açıklamışlardır. Âlimler de, mezhep imamlarının sözlerini açıklamışladır. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rüku ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekat nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Yani hiçbir âlim, bunları Kur’an-ı kerimden bulup çıkaramazdı. Bunları Peygamber efendimiz açıklamıştır. Sünneti müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhepler meydana çıkmıştır. Allahü teâlâ, (Bilmediklerinizi âlimlere sorun) [Nahl 43] buyurduğu gibi, Peygamber efendimiz de bu âlimlere uymamızı emrediyor:

(Âlimlere tâbi olun!)
[Deylemi]
(Âlimler rehberdir.) [İ. Neccar]
(Ulema, enbiyanın vârisidir.) [Tirmizi]

(Bize yalnız Kur'andan söyle!) diyen birine, İmran bin Husayn hazretleri: (Ey ahmak! Kur’an-ı kerimde, namazların kaç rekat olduğunu bulabilir misin?) dedi. Hz. Ömer’e, farzların seferde kaç rekat kılınacağını Kur’an-ı kerimde bulamadık dediklerinde, (Allahü teâlâ, bize Muhammed aleyhisselamı gönderdi. Kur’an-ı kerimde bulamadığımızı, Resulullah efendimizden gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde dört rekat farzları iki rekat kılardı. Biz de öyle yaparız) buyurdu. (Mizan-ül-kübra)

İslam ayrı mezhep ayrı değildir
Mezhebe uymam Kur'anla amel ederim
demek, Kanunlara uymam, yalnız Anayasaya göre hareket ederim demek gibi yanlıştır. Çünkü Anayasada bütün hükümler, bütün cezalar bildirilmemiştir. Anayasa, kanunlara havale etmiştir. Kanunlardan başka tüzükler, yönetmelikler de çıkmıştır. (Anayasa varken, kanuna lüzum yok) demek ne kadar yanlış ise, (Kur'an varken, mezhebe lüzum yok) demek, bundan daha yanlıştır. Kur’an-ı kerimi hadis-i şerifler, hadis-i şerifleri de mezhep imamları açıklamıştır. Kanunlar, Anayasanın gösterdiği istikamette hazırlanmış, mezhepler de, Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği istikamette teşekkül etmiştir.

Hiç kimse, Madem, mezhep, Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin açıklamasıdır. Ben de açıklar bir mezhep kurarım diyemez. Çünkü bir kimsenin Madem doktor olmak, tıp kitabı okumaya bağlıdır. Kimyager olmak için de kimya kitabı okumak kâfidir diyerek eline aldığı bir tıp ve kimya kitabı ile doktorluk yapmaya, ilaç imal etmeye kalkışması ne kadar gülünç ise, (Ben de Kur'andan, hadisten hüküm çıkarırım) demek daha gülünçtür.

Ben İslam’a göre hareket ederim, mezhebe uymam
demek, Ben devletin emrine uyarım. Fakat, kanunu, polisi, hakimi dinlemem demeye benzer. Çünkü İslam’a uymak demek, dört hak mezhepten birine uymak demektir. İslam ayrı, mezhep ayrı değildir.
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyanSual: Yazılarınızda hep ehl-i sünnet itikadının öneminden bahsediyorsunuz. Bu itikadı ortaya koyan kimdir?
CEVAP
Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resulullah efendimizdir. İman bilgilerini Eshab-ı kiram bu kaynaktan aldılar. Tâbiin-i izam da bu bilgilerini, Eshab-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevatür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değiştiremez. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Yani, bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akıl lazımdır. Hadis âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet itikadında idiler. Amelde dört mezhebin imamları da bu mezhepte idi. İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Bu her iki imam, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu hâl, yollarının ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen yüzbinlerle derin âlim ve veliler, bu iki yüce imamın kitaplarını inceleyerek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir.

Ehl-i sünnet âlimleri, manaları açık olan (Nass)ları, zahirleri üzere almışlardır. Yani, böyle âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere açık olan manaları vermişler, zaruret olmadıkça böyle Nassları (tevil) etmemişler, bu manaları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhepsizler ise, Yunan felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklitçilerinden işittiklerine uyarak, iman bilgilerinde ve ibadetlerde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir.
Peygamber efendimizin hadis-i şerifte fırka-i naciyye, kurtuluş fırkası olarak bildirdiği tek bir itikad mezhebi vardır. O da Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir, imam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari bu mezhepte iki itikad imamıdır ve bu mezhebi yaymışlardır.

İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari hazretleri ayrı bir mezhep kurmamışlar, Eshab-ı kiramın, Tâbiinin, dört mezhep imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile bildirdikleri iman ve itikad bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan imam-ı Eşari, imam-ı Şafi hazretlerinin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Matüridi ise imam-ı a’zam hazretlerinin talebe zincirindedir.

Ehl-i sünnet itikadının açıklamasında bu iki imam meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda itikadda doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını izah etmekte, bazı bakımlardan farklı usuller takip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imamın koyduğu usullere uyarak,
Ehl-i sünnet itikadını nakletmişlerdir.

Ehl-i sünnetin reisi ise imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleridir. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri, fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metotlar koyduğu gibi, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın bildirdiği itikad, iman bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, ilmi kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan imam-ı a’zamın talebesi olan imam-ı Muhammed Şeybani'nin yetiştirdiklerinden, Ebu Bekri Cürcani dünyaca meşhur oldu. Bunun talebesinden de, Ebu Nasır-ı Iyad, kelam ilminde, Ebu Mensur-i Matüridi'yi yetiştirdi. Ebu Mensur, imam-ı a’zam hazretlerinden gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele ederek, Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.

İmam-ı Eşari de; imam-ı Şafii'nin talebesi zincirinde, bulunmaktadır. Bu iki büyük imam, Eshab-ı kiram, Tâbiin ve Tebe-i tâbiinin bildirdiği itikad ve iman bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi hazretleri, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet vel-cemaattan dışarı çıkmamışlardır.

Bu iki imamın ve hocalarının ve bunların da hocaları olan, amelde dört hak mezhep imamlarının ve onlara tâbi olanların imanda, itikadda tek bir mezhebi vardır. Bu mezhep Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir. Çünkü İslamiyet, bütün insanlara yalnız bir tek imanı ve itikadı emretmektedir. Bu imanın esaslarını ve nasıl itikad edileceğini, bizzat Peygamber efendimiz aleyhisselam tebliğ etmiştir.
Taşköprüzade şöyle yazmıştır:
(Ehl-i sünnet vel-cemaatın kelam ilmindeki reisleri iki zattır. Bunlardan birisi Hanefi, diğeri Şafii'dir. Hanefi olanı, Ebu Mensur Matüridi, Şafii olanı ise Ebu'l Hasen el-Eşari'dir.)

Bazı kitaplarda, Eşariyye mezhebi, Matüridiyye mezhebi diye yazılı ise de, bu kendi çalışmalarına verilen isimdir, ayrı mezhep değildir. Her ikisi de Ehl-i sünnet itikadını anlatmıştır. Aralarında ictihad farkları vardır. Bu ayrılıklar temelde ayrılık olmadığı için, ikisi de Ehl-i sünnettir.
Zebidi de şöyle demiştir:
(Ehl-i sünnet vel-cemaat ismi geçince, Eşariler ve Matüridiler kastedilir.)
 
Üst