Peygamber efendimizin saçı, sakalı ve bıyığı nasıldı? Amerikanvari tıraş olmak, .....

CENGİZHAN

Yasaklı
Katılım
15 Ara 2011
Mesajlar
4,261
Tepkime puanı
86
Puanları
0
Konum
Ankara
:) ne kazı severim nede uydurmayı,laf olsun diye cevap yazacaksan böyle boş tartışmalara girmem arkadaşım,sen orda yazılanı gayet iyi anladın,10 yıl kesilmeyen saç,sakal,tüy den bakımsızlığı çıkaramadıysan,10 yılın sonundaki geldiğin hali ben telaffuz edip o mahluka hakaret etmemek için belirtmediysem doğaldır bakımsızlıkla-maymunu çıkaramaman, ama senin gibi anlayışı şahane arkadaşlarımız için demekki mealli yazmak gerekicek.



Olayınızın ülkemizde örneği çoktur......

Embesil politikacılar vardır, bi LAF ederler mereye varacağını kestiremeden....
Millet ayağa kalktımı :

Hemen süklüm püklüm :

- Yanlış anlaşıldım derler... Buna illet olurum...

Özürü kabahatinden büyük derlerya...
Sanki Embesil politikacı lafını doğru söylemiş gibi bir de milleti
anlaymamakla itham etmiş olur bunu da farkında değildir...

A embesil sen lafını doğru söylemezsin adam gibi ifade edemezsin meramını.....

Sonra millet yanlış anladı ,anlıyamadı....:D
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Evet, biz kul isek, din bizim yüreğimizin ve uzuvlarımızın her bir ameline karışmanın yanında, saçımıza tırnağımıza, hâsılı her şeyimize karışır. Kur’ân’daki Hacc Menâsikiyle alâkalı âyetlerden, Sünnetteki sakal bırakmak, bıyık ve tırnak kesmek ve de etek ve koltuk altı temizliği ile alakalı gelen sahih ve hasen rivâyetlerden, kulun, kılına ve tırnağına dahî sözü geçmeyen, tepeden tırnağa Allah’ın hükmüne teslim olması gereken kendine aid şahsiyeti bulunan bir varlık olduğu anlaşılmaktadır

Dolayısıyla biz, “Allah’a kıllarımızla da kulluk etmeye mecbûruz” diyoruz. Biz, Allah’ı hayatımızın bu alanının dışına çıkarırsak, bir başkası da “kamusal alan”dan dışarı çıkarmaya kalktığında ona diyecek bir sözümüz kalmaz; çünki mantık aynıdır. Bu yüzden Vehbe Zuhaylî gibi[1] “biz Allah’a kıllarımızla ibadet etmiyoruz” demeyi bir münâsebetsizlik ve şuursuzluk kabûl ediyoruz.
Günümüzdeki bazı çok bilmişler, Sünnet’e uymak düşüncesiyle saçlarını dibinden kesen mü’minleri suçlamakta ve böyle bir şeyin Sünnet’te olmadığını iddiâ etmek-tedirler. Biliyoruz, “bütün mühim meseleler bitti de sıra buna mı geldi” diyecek olanlar çıkacak. Bizce bu meselenin iki mühim yanı vardır: Birincisi, İslâm’ın hiçbir meselesinin küçük olama-yacağı, onu küçük görenlerin -küçük değil- alçak olacakları… Dri de bu meselenin bir mes’eleden ibâret olmayıp bir bakış açısı îcâbı olması… Bu mes’ele bahane edilerek belli bir pâk zümrenin karalanması ve kof bir bilgiçlik taslanması… İşte bu sebeble “Saç Bırakmak ve Saç Kesmek”le alakalı olarak İmâm Tahâvî’den ve başkalarından nakiller yapmak istiyoruz.
İmâm Tahâvî şöyle diyor:
(Bir): Abdullah İbnü Abbâs radıyallahu anhümâ’dan rivâyet edilmiştir:
عَنْ عُبَيْدُ اللَّهِ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ عَنْ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ S كَانَ يَسْدُلُ شَعَرَهُ وَكَانَ الْمُشْرِكُونَ يَفْرُقُونَ رُءُوسَهُمْ وَكَانَ أَهْلُ الْكِتَابِ يَسْدِلُونَ رُءُوسَهُمْ وَكَانَ رَسُولُ اللَّهِ S يُحِبُّ مُوَافَقَةَ أَهْلِ الْكِتَابِ فِيمَا لَمْ يُؤْمَرْ فِيهِ بِشَيْءٍ ثُمَّ فَرَقَ رَسُولُ اللَّهِ S رَأْسَهُ
“Resûlüllah saçlarını uzatırdı. Müşrikler başlarını/saçlarını ayırı-yorlar, Ehl-i Kitâb başlarını/saç larını sarkıtıyorlardı. Resûlüllah bir şeyle emrolunmadığı hususlar-da Ehl-i Kitâb’a muvâfakatı sever-di. Sonra Resûlüllah saçlarını ayırdı.”[2]
(İki): (Yine) Abdullah İbnü Abbâs radıyallahu anhümâ’dan rivâyet edilmiştir:
عَنِ عُبَيْدِ اللَّهِ بن عبَْدِ اللَّهِ بن عتبة عَنْ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ S كَانَ يَسْدُلُ شَعْرَهُ وَكَانَ الْمُشْرِكُونَ يَفْرُقُونَ رُءُوسَهُمْ وَكَانَ أَهْلُ الْكِتَابِ يَسْدُلُونَ فَفَرَقَ رَسُولُ اللَّهِ S رَأْسَهُ
“Resûlüllah sallalahu aleyhi ve selem saçlarını uzatırdı. Müşrikler saçlarını ayırır, Ehl-i Kitâb da saç larını uzatıyorlardı. Resûlüllah da saçlarını ayırdı.”[3]
(Üç): Âişe radıyallahu anhâ-dan rivâyet edilmiştir:
عَنْ عَائِشَةَ C قَالَتْ كَانَ شَعْرُ رَسُولِ اللَّهِ S دُونَ الْجَمَّةِ وَفَوْقَ الْوَفْرَةِ هكذا في حديث يحي بن صالح و في حديث يوسف قالت كَانَ للنبي S شَعْرٌ دُونَ الشَّحْمَةِ
“Resûlüllah sallalahu aleyhi ve selem’in saçları, cümme’den/ omuzlara sarkan saçlardan kısa, vefre’ den/kulak yumuşağına kadar varan saçlardan uzun idi.”
Yahyâ İbnü Sâlih’in rivâyetinde böyledir. Yûsuf’un rivâyetinde ise (Âişe radıyallahu anhâ) şöyle dedi:
“Nebi sallalllahu aleyhi ve sellem’in saçı kulak yumuşağının altında idi.”[4]
(Dört): Âişe radıyallahu anhâ-dan rivâyet edilmiştir:
عَنْ عَائِشَةَ C أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ S قَالَ إِذَا كَانَ لأَِحَدِكُمْ شَعْرٌ فَلْيُكْرِمْهُ
Resûlüllah sallalahu aleyhi ve selem şöyle buyurmuştur:
“Sizden kimin saçı varsa ona ikrâmda bulunsun/onu iyi baksın.”[5]
(Beş): Enes radıyallâhu anhu şöyle dedi:
عَنْ قَتَادَة قَالَ قُلْتُ لِأَنَسِ كَيْفَ كَانَ شَعَرُ رَسُولِ اللَّهِ S قَالَ كَانَ شَعَرًا رَجْلًا لَيْسَ بِالْجَعْدِ وَلَا بالسَّبْطِ بَيْنَ أُذُنَِهِ وَعَاتِقِهِ
“(Resûlüllah sallalahu aleyhi ve selem’in saçı) ne (tam) kıvırcık, ne de (tam) düz değildi; kulağıyla omuzu arasındaydı.”[6]
(Altı): Enes radıyallâhu anhu-dan rivâyet edildi:
عَنْ أَنَسٍ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ Sَ سَدَلَ نَاصِيَتَهُ ثُمَّ فَرَّقَ
“Resûlüllah başının önündeki saçları sarkıttı; sonra da (sağa sola) ayırdı.”[7]
(Yedi): Enes radıyallâhu anhu dan rivâyet edildi:
عَنْ أَنَسٍ قَالَ كَانَ رَسُولُ اللَّهِ S يَضْرِبُ شَعَرُهُ مَنْكِبَيْهِ
“Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in saçları omuzlarına vururdu.”[8]
(Sekiz): “Berâ radıyallâhu anhu şöyle diyor:
عَنْ أَبِي إِسْحَاقَ سَمِعَ الْبَرَاءَ يَقُولُ كَانَ أَنَّبِيُّ S لَهُ شَعْرٌ إِلَي شَحْمَةِ أُذُنَيْهِ
“Nebi sallallahu aleyhi ve selem’in saçları kulak yumuşaklarına varıyordu.””[9]
(Dokuz): Ebû Hureyre radı-yallâhu anhu’dan rivâyet edilmiştir:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ D قَالَ قَالَ رَسُولَ اللَّهِ S مَنْ كَانَ لَهُ شَعْرٌ فَلْيُكْرِمْهُ
Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Kimin saçı varsa ona (onu yıkayarak ve tarayarak) ikram etsin/bakımını yapsın.”[10]
(On): Ebû Rimse’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
عَنْ أَبِي رِمْثَةَ قَالَ انْطَلَقْتُ مَعَ أَبِي نَحْوَ النبي S فَإِذَا نَحْنُ بِهِ لَهُ وَفْرَةٌ َبِهَا رَدْعٌ مِنْ حِنَّاءٍ
“Babamla berâber Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e doğru gittim. Bir de ne görelim ki, yanındayız; üzerinde kına izi olan kulağının yumuşağına varan saçı vardı.”[11]
Bir kimse (bana) şöyle dedi:
Senin Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den yaptığın şu rivâyetlerde O’nun saç bıraktığı sâbittir. Nitekim O’ndan saç hakkında yaptığın rivâyetlerde de O’nun insanlara saçlarına iyi bakmasını emretmektedir. Öyleyse size bunu isti’mâl etmemek ve başka bir şeye dönüp saçları dibinden kazımak nereden câiz oluyor?
Allahın tevfîki ve yardımı ile O’na cevâbımız şöyle oldu:
Bunu terk edip Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in bize “daha güzel” olduğunu haber verdiği rivâyete tutunduk.
(On Bir): Vâil İbnü Hucr’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
عَنْ وَائِلِ بْنِ حُجْرٍ قَالَ أَتَيْتُ النَّبِيَّ S وَلِي شَعْرٌ طَوِيلٌ فَقَالَ ذُبَابٌ فَظَنَنْتُ أَنَّهُ يَعْنِينِ فَذَهَبْتُ فَجَزَزْتُهُ ثُمَّ أَتَيْتُ النَّبِيَّ S فَقَالَ مَاعَنَيْتُكَ وَلَكِنْ هَذَا أَحْسَنُ
“Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına götürüldüm; uzun bir saçım vardı. (Nebi sallallahu aleyhi ve selem) “zübâb/hayırsızlık veya dâimî şer” dedi. Beni kasd ettiğini zannettim; gittim saçlarımı kestim. Sonra Nebi sallallahu aleyhi ve selem’e gittim. O, ‘Seni kasd etmemiş-tim, fakat bu en güzelidir’ dedi.”[12]
(On İki): Vâil İbnü Hucr’dan benzeri rivâyet edilmiştir.[13]
Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen bu hadîsde saçı dibinden kesmenin terbiye edilme sinden/yıkanıp taranmasından daha güzel olduğu bildirilmektedir. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in en güzel bulduğundan daha güzeli olmaz. Bu en güzele yapışmak ve ona ters olanı terketmek gerekir. Bu O’ndan olunca makbûldür. Güzelliklere kendi dışındaki insanlardan daha lâyık olan da O olunca, bu sözden sonra O da bu “en güzel”e intikal etmiş ve buna uymayan önceki hâlini terk etmiştir. Tevfîk’i sadece Allah’dan isteriz. (Tahâvî’nin Sözü Bitti.)[14]
Allâme Muhaddis ve Fakîh Abdü’l-Hayy el-Leknevî de hulâsa olarak şöyle diyor:
İbnü’l-Kayyim eserlerinden bi-rinde saç tıraş etmenin erkeklere Mekrûh olduğunu zannetti. Bu hükmü Ebû Dâvûd’un ve (Buhârî gibi) diğer imâmların Hâricîlerin katledilmesine dâir gelen hadîslerden almıştır. O hadîslerde Hâricîlerin alâmetlerinin “(kendilerini) tıraş etmek” olduğu bildirilmektedir. Resûlüllah tıraş edilmiş olmayı Hâricîlerin alâmet ve hâssala-rından kabûl ettiğine göre bu iş mekrûh olmuş olur. Halbuki bu görüş açık bir söz kaldırır. Zîrâ bu hadîsde başı tıraş etmenin mekrûh olduğuna delâlet yoktur. Alâmet de bazen harâm bazen de mübâh ile olur. (Hattâ Haricîlerin alâmetlerinden biri de ibâdetlerde çok titiz ve i’tinâlı olmalarıdır.)
Sahîh bir isnad ile hadîs gelmiştir:
“Resûlüllah başının bir kısmını tıraş eden bir çocuk görmüş ve ‘ya tamâmını tıraş edin veya tamamını bırakın’ buyurmuştur.”
Bu hadîs başı tıraş etmenin mübâh olduğunu göstermekte te’vîl kaldırmayacak şekilde açıktır. Allâme Cemâlüddin Muhammed İbnü Halîl el-Antâkî, Zübde-tü’l-Muktefî Fî Tahrîri Elfâzı’ş-Şifâ’da Nevevî’den naklederek böyle dedi. Bu (saç tıraşının mekrûh olduğuna dâir olan) mezhebi reddeden delîllerden biri de yine,
Ebû Dâvûd ve diğerlerinin Abdullah İbnü Ca’fer’den yaptıkları rivâyettir:
“Resûlüllah Ca’fer âilesine gelmeyi üç gün tehir etti. Sonra onlara vardı ve bu günden sonra kardeşime ağlamayın. Sonra da şöyle dedi: Kardeşimin çocuklarını bana getirin. Hemen getirildik; sanki civcivler gibiydik. Bana berber çağırın dedi ve ona emretti; başlarımızı tıraş etti.”
Bu Mezhebin tam karşısında da “saçı tıraş etmenin Sünnet olduğu” mezhebi vardır. Nitekim Tîbî bunu seçmiştir. Nitekim (Tîbî) Mişkât Şerhinde Ali radıyallahu anhu’nun “kim bir kıl tepesi kadar yeri cünüblükten dolayı yıkamayı terk ederse ona gündüzün şöyle şöyle yapılır. Ali üç defa ‘bundan dolayı başıma düşman oldum,’ dedi” hadîsinin şerhinde şöyle dedi:
Bu hadîsde saçı devâmlı tıraş etmenin sünnet olduğu vardır. Çünki onda Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in takrîri vardır ve Ali radıyallahu anhu sünnetlerine uymak ve onları/sünnetleri azı dişleriyle ısırmakla emrolunduğumuz halîfelerdendir. (Bitti.) Ona/Tîbî’ye bu husûsta Abdü’n-Nebî, “Sünenü’l-Hüdâ”da tâbi’ oldu ve sözlerinin benzerini zikretti. Bunda da aynı şekilde açık bir söz kaldıran yan vardır. Çünki tıraş her ne kadar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve selem’in takrîrlerinden ise de, kendileri saç bırakmayı devâmlı yaptılar ve ancak (saçlarını) bazı zamanlarda tıraş ettiler. Üç halîfesi ve Ashâ-bından bir çoğu böyle yaptılar. Böylece saç bırakmakta fiilî ve takrîri devâmlı yapmanın ikisi de bulunmuş oldu. Zîrâ O Ashâbından saç bırakanları saç bırakmakta takrîr ettiler. Tıraşta ise ancak takrîr vardır. Bu yüzden saç bırakmak saç tıraş etmekten evlâ olmuştur. Saç bırakmak ibâdetler kabîlinden değil de âdetler kabî-linden olmasaydı elbette Sünnet-i Müekkede olurdu.
Allâme Leknevî sonra da iddiâsına delîl olduğunu zannettiği rivâyetlerden bazısını getirdi. İmâm Tahâvî’nin yukarıda rivâyet ettiklerinden fazla olarak Nesâî den Nebi sallallahu aleyhi ve selem’in bir sahâbî’ye “saçlarına her gün ihsanda bulunmayı ve onları taramayı emrettiği”ne, İbnü Mâce’den de kendisine cünüblükten dolayı başını üç defa yıkayacağını söyleyen Sahâbî’ye ‘ama saçlarım çoktur,’ diyene O Sahâbînin ‘Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in saçları daha çok ve daha temizdi” dediğine dâir olan hadîsi getirdi. Leknevî, sonra da Aliyyü’l-Kârî’den bir nakilde bulundu: O Tîbî’ye i’tirâz ederek şöyle dedi: “Hazret-i Ali’nin fiili, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ve kalan üç halîfenin Hac ibâdetinden sonraki tıraşın dışında olan saç bırakmak sünnetlerine muhâlif olunca, ancak ruhsat olabilir. Sonra İbnü Hacer’in de Tîbî’nin sözlerine bir i’tirâzda bulunduğunu, benim dediğime benzer sözler söylediğini ve bu hususta sözü uzattığını gördüm, dedi” (Kârî’nin Sözü Bitti.).. (Leknevî’den Hulâsa Nakil Bitti.)[15]
Görüldüğü gibi Ne İbnü’l-Kayyım ne Leknevî ne de Aliyyü’l-Kârî, tıraş etmek hakkında sahîh rivâyetle gelen “bu en güzelidir” sözünü göz önünde bulunduramadılar. Büyük bir muhaddis ve müctehid olan Tahâvî’nin “O bir şeye en güzel dedikten sonra ondan daha güzeli olmaz, en güzele lâyık olan da O olduğuna göre, O, sonunda geçmiş tatbîkatından bu en güzele dönmüş olmalıdır” sözü nerede, şu ifâdeler nerede?... Bu “en güzel” sözüne cevâb verilmedikten sonra,onu hesâba katmayacak ve ona ters düşecek her söz kıymet-i harbiyesi olmayan boş laftan başka bir şey olmayacaktır. Üstelik “Kavlî ve Fi’lî Sünnet’in teâruzu (çelişmesi) hâlinde kavlî olan tercîh edilir; Fi’lî olan bir özre dayalı olabilir” şeklindeki usûl kâidesini hesâba katmayıp te’vîl kaldırmayacak açıklıkta olan “Kavlî Sünnet”in bir yana bırakılıp da bir çok yanıyla te’vîle açık olan, ama devâmlılığı zannedilen bir Fi’lî Sünnet’in tercîh edilmesi bilhassa Kârî ve Leknevî için cidden ğarîbdir.
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, başı(ndaki saçı)nın bir kısmı tıraş edilmiş diğer bir kısmı da bırakılmış bir çocuk gördü de bunu hemen yasakladı ve şöyle buyurdu: “Ya tamamını tıraş edin ya da tamamını bırakın.”
(On Üç): Haccâc İbnü Hassân şöyle dedi:
الْحَجَّاجُ بْنُ حَسَّانَ قَالَ دَخَلْنَا عَلَى أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ فَحَدَّثَتْنِي أُخْتِي الْمُغِيرَةُ قَالَتْ وَأَنْتَ يَوْمَئِذٍ غُلَامٌ وَلَكَ قَرْنَانِ أَوْ قُصَّتَانِ فَمَسَحَ رَأْسَكَ وَبَرَّكَ عَلَيْكَ وَقَالَ احْلِقُوا هَذَيْنِ أَوْ قُصُّوهُمَا فَإِنَّ هَذَا زِيُّ الْيَهُودِ
“Enes İbnü Mâlik’in yanına girdik. Kız kardeşim Muğîre bana, sen o gün çocuk idin ve iki örüğün veya başının önünde sarkan iki saç demetin vardı, dedi. Başını okşadı ve sana bârekellah/Allah sana bereket versin dedi ve bu ikisini tıraş edin veye kısaltın; zîrâ bu Yehûdîlerin kılığıdır, dedi.”[16]
(On Dört): İbnü Ömer’den rivâyet edilmiştir:
عَنْ ابْنِ عُمَرَ قَالَ نَهَى رَسُولُ اللَّهِ S عَنْ الْقَزَعِ وَالْقَزَعُ أَنْ يُحْلَقَ رَأْسُ الصَّبِيِّ فَيُتْرَكَ بَعْضُ شَعْرِهِ
“Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in kaza’ı yasaklamıştır. Kaza’ çocuğun (veya büyüğün-İbnü Hacer) başının tıraş edilip saçından bir parça bırakılması demektir”[17]
(On Beş) İbnü Ömer’den rivâyet edilmiştir:
عَنْ ابْنِ عُمَرَ أَنَّ النَّبِيَّ S نَهَى عَنْ الْقَزَعِ وَهُوَ أَنْ يُحْلَقَ رَأْسُ الصَّبِيِّ فَتُتْرَكَ لَهُ ذُؤَابَة
“Nebi sallallahu aleyhi ve sellem kaza’ı yasakladı. O da çocuğun (ve büyüğün) başının tıraş edilip ona bir örük bırakmaktır.”[18]
(On Altı) İbnü Ömer’den rivâyet edilmiştir:
عَنْ ابْنِ عُمَرَ أَنَّ النَّبِيَّ S رَأَى صَبِيًّا قَدْ حُلِقَ بَعْضُ شَعْرِهِ وَتُرِكَ بَعْضُهُ فَنَهَاهُمْ عَنْ ذَلِكَ وَقَالَ احْلِقُوهُ كُلَّهُ أَوْ اتْرُكُوهُ كُلَّهُ
“Nebi sallallahu aleyhi ve sellem saçlarının bir kısmı tıraş edilen ve bir kısmı bırakılan bir çocuk gördü; onları bundan menetti veya tamamını tıraş edin veya tamamını bırakın, buyurdu.”[19]
Züâbenin/örüğün mübâh oluşu ve yasaklanmasıyla alâkalı olarak gelen zıd rivâyetler, “mübâhlığın, diğer saçlarla beraber olduğu, yasaklığın da diğer tarafların kesilip bir veya birkaç yerde örük bırakılması” hâlinde olmakla te’lîf edilmiştir.[20]
Bir Mü’min’in yukarıda da geçen “ya tamamını tıraş edin ya da tamamını bırakın” hadîsinin yanında, zayıf isnâd ile de gelse, (حلق القفا من غير حجامة مجوسي) “Hacamat olmaksızın enseyi tıraş etmek Mecûsîlik(âdeti)dir”[21] hadîsinden korkmadan hareket etmesi nasıl düşünülebilir?!..
Dürrü’l-Muhtâr Şerhi Tahtâvî (İslâm Harfleriyle olan) Tercümesi’nde şöyle denmektedir:
Kunye isimli kitâbın açık ifâdesine göre haftada bir tıraş olmak müstehabdır ve başın kılını gömmek de müstehabdır; atmakta bir beis yoktur. Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem “ya tamamını tıraş et veya tamamını bırak” buyurduklarından dolayı (başın) bir kısmını tıraş edip (ense veya başın önü/kâkül gibi) başka yerlerini bırakmak mekrûhtur. (Tercüme-i Tahtâvî’den Nakil Bitti.)[22]
Demek ki saçlar ya uzatılacak ve bakımı yapılacak ya tam kesilecek veyahut da her taraftan aynı seviyede kısaltılacak. Bu üçü de Sünnet çerçevesinde sabittir. Ancak zamanla bazı şekilleri Müslümanlardan başkalarının veyahut Ehli Bid’at’ın alâmeti haline geldiğinde diğer şekillerinin isti’mâli kesinleşir. Alâmetlerden uzak durulur. Büyüklerimizin seçtikleri de budur. Zamanımız da ense tıraşlarıyla arzı endâm edenlerin haline bakılmamalı ve onlar taklîd edilmemelidir. “Başkalarına teşebbüh/kendini ben-zetmek ve özenmek” şahsiyetsizliği, tedâvîsi çok zor bir illet…
Netîce olarak tereddüd etmeden diyebiliriz ki, yolumuzu nûrlandı-ranlar -sonsuz kere hamdolsun- bu husûsta da Sünnet’in ve Sünnet Fıkhının îcâbını en güzel bir biçimde anlayıp tatbîk eden kimselerdir. Onlar açıktır ki, muazzam bir ma’nevî himâyenin altındadırlar. Bu mes’elenin ilmî yanını bilmeseydiler bile hüsn-i zannımızca onların mazhar oldukları hıfz ve himâye Sünnet’e muhâlefetlerine mâni olurdu. Kaldı ki bunu Onlar alâ basîretin/bilerek ve ilâveten bularak işlemektedirler. Günümüzün zavallıları ise hiçbir zaman bulmadıkları ve bulamadıkları gibi, bildikleri de körün taşına benzemektedir; isâbetleri ise nâdir değil ender cinsindendir…
[1] İ’timâd ettiğimiz bir arkadaşın bizzat şâhid olduğuna göre Pakistan İslâm Âbâd İslam üniversitesindeki talebeler Vehbe Zuhaylî’ye “bir tutamdan küçük olan sakalın kısaltılmasının hükmü nedir?” şeklinde bir suâl sormuşlar. Bu suâlin kısa sakallı olan kendisine karşı ta’rizkârâne sorulan bir suâl olduğunu düşünmüş olmalı ki şu “biz Allah’a kıllarımızla ibadet etmiyoruz” şeklindeki talihsiz lafını sarf etmiş.
[2] [Ahmed (2/287), Buhârî (3558,3944), Müslim (2336), Nesâî (8/184), Tirmizî, “Şemâil” (29). Kezâ, Ahmed (246,261),
Buhârî (5917), Müslim (2336), Ebû Dâvûd (4188), İbnü Mâce (3632), Ebû Ya’lâ (2377)], Müşkil hâmişi/dipnotu.
[3] [Ahmed (2/320), Ebû Ya’lâ (2554), İbnü Hibbân (5485) İsnâdı Buhârî ve Müslim’in şartına göre sahîhdir.], Müşkil dipnotu.
[4] [(Tahâvî’nin) İsnâdı Hasendir.] [Ahmed (108,118), İbnü Sa’d (1/429), Ebû Dâvûd (4187), Tirmizî, “Şemâil” (24) Tirmizî “Hasen Sahîhdir” de di.], Müşkil dipnotu.
[5] [(Tahâvî’nin) İsnâdı Hasendir.]
[Beyhakî, Şu’ab (6456) Hâfız İbnü Hacer isnâdının Hasen olduğunu söyledi.],
[6] [İsnâdı Buhârî ve Müslim’in şartına göre Sahîhdir.]
[Ahmed (3/135,202), Müslim (2338), Tirmizî, “Şemâil” (26), Beğavî, Şerhu’s-Sünne (3637) Yine Mâlik, Muvatta (2/919), Buhârî (3547,5900), Müslim (2347), Tirmizî (3627), Beğavî (3635) Enes Radıyallâhu anhu’dan. Yine Ahmed (3/240), Buhârî (3547) Enes Radıyallâhu anhu’dan, Yine Abdurrezzâk (20519), Ebû Dâvûd (4185) Nesâî (8/133), Tirmizî “Şemâil” (28) Enes Radıyallâhu anhu’dan]
[7] [(Tahâvî’nin) İsnâdı hasendir.]
[8] [İsnâdı Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahîhdir.]
[Müslim (2338)]
[9] [İsnâdı Buhârî ve Müslim’in şartına göre Sahîh’dir.]
[Buhârî (3551,5848), Müslim (2337), Ebû Dâvûd (4072,4184), Nesâî (8/183)]
[10] [(Tahâvî’nin) İsnâdı hasendir.]
[Ebû Dâvûd (4163), Beyhakî “Şu’ab” (6455) Hâfız, el-Feth’de isnâdının Hasen olduğunu söyledi.]
[11] [(Tahâvî’nin) İsnâdı Müslim’in şartına göre sahîhdir.]
[Dârimî (2/199), İbnü Sa’d “Tabakât” (1/438), Taberânî (22/720), Hâkim (2/425), Beyhakî (8/345), İbnü Hibbân (5995)]
[12] [(Tahâvî’nin rivâyet ettiği bu hadîs) Sahîh’dir.]
[Taberânî, “el-Kebîr” (22/99), Ebû Dâvûd (4190), Nesâî (8/131,135), İbnü Mâce (3636), Beyhakî “Şu’ab” (6474)],
[13] [(Tahâvî’nin rivâyet ettiği bu hadîs) Sahîh’dir; öncekinin tekrârıdır.]
[14] İmâm Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-
Âsâr:8/430-437
[15] Leknevî, es-Si’âye: (1/301-303)’den hulâsa
[16] Ebû Dâvûd (4197)
[17] [Buhârî Libâs (7/207) Babü’l-Kaza’ı Müslim (2120) Ebû Dâvûd (4193) Nesâî (5230) ibnü Mâce (3637)], Ebû Dâvûd Hâmişi: 4/410 (Çağrı Yayınları)
[18] Ebû Dâvûd ( 4194)
[19] Ebû Dâvûd (4195), Nesâî (5051)
[20] Halîl Ahmed es-Sihârenfûrî, Bezlü’l-Mechûd (17/82)
[21] İbnü Asâkîr, Künûz’ül-Hakâik (Câmiu’s-Sağîr Hâmişi 1/121)
[22] Tercüme-i Tahtâvî (3/68)
 

CENGİZHAN

Yasaklı
Katılım
15 Ara 2011
Mesajlar
4,261
Tepkime puanı
86
Puanları
0
Konum
Ankara




Resûlüllah sallalahu aleyhi ve selem şöyle buyurmuştur:
“Sizden kimin saçı varsa ona ikrâmda bulunsun/onu iyi baksın.”[5]

Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Kimin saçı varsa ona (onu yıkayarak ve tarayarak) ikram etsin/bakımını yapsın.”[10]

Bakınız kardeşim...

Şimdi bu yazıyı iyi ki getirdiniz....!!!

Şaçlarımızı yıkamamız ve taramamız gerektiğini öğrendik...!!!!!!!!!!!!!

Biliyor musunuz ki.....

Peygamberimiz zamanında SABUN yoktu....!!!!
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Afedersiniz ama hadisleri benmi göremiyorum acaba?

İmâm Tahâvî şöyle diyor:
(Bir): Abdullah İbnü Abbâs radıyallahu anhümâ’dan rivâyet edilmiştir:
عَنْ عُبَيْدُ اللَّهِ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ عَنْ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ S كَانَ يَسْدُلُ شَعَرَهُ وَكَانَ الْمُشْرِكُونَ يَفْرُقُونَ رُءُوسَهُمْ وَكَانَ أَهْلُ الْكِتَابِ يَسْدِلُونَ رُءُوسَهُمْ وَكَانَ رَسُولُ اللَّهِ S يُحِبُّ مُوَافَقَةَ أَهْلِ الْكِتَابِ فِيمَا لَمْ يُؤْمَرْ فِيهِ بِشَيْءٍ ثُمَّ فَرَقَ رَسُولُ اللَّهِ S رَأْسَهُ
“Resûlüllah saçlarını uzatırdı. Müşrikler başlarını/saçlarını ayırı-yorlar, Ehl-i Kitâb başlarını/saç larını sarkıtıyorlardı. Resûlüllah bir şeyle emrolunmadığı hususlar-da Ehl-i Kitâb’a muvâfakatı sever-di. Sonra Resûlüllah saçlarını ayırdı.”[2]
(İki): (Yine) Abdullah İbnü Abbâs radıyallahu anhümâ’dan rivâyet edilmiştir:
عَنِ عُبَيْدِ اللَّهِ بن عبَْدِ اللَّهِ بن عتبة عَنْ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ S كَانَ يَسْدُلُ شَعْرَهُ وَكَانَ الْمُشْرِكُونَ يَفْرُقُونَ رُءُوسَهُمْ وَكَانَ أَهْلُ الْكِتَابِ يَسْدُلُونَ فَفَرَقَ رَسُولُ اللَّهِ S رَأْسَهُ
“Resûlüllah sallalahu aleyhi ve selem saçlarını uzatırdı. Müşrikler saçlarını ayırır, Ehl-i Kitâb da saç larını uzatıyorlardı. Resûlüllah da saçlarını ayırdı.”[3]
(Üç): Âişe radıyallahu anhâ-dan rivâyet edilmiştir:
عَنْ عَائِشَةَ C قَالَتْ كَانَ شَعْرُ رَسُولِ اللَّهِ S دُونَ الْجَمَّةِ وَفَوْقَ الْوَفْرَةِ هكذا في حديث يحي بن صالح و في حديث يوسف قالت كَانَ للنبي S شَعْرٌ دُونَ الشَّحْمَةِ
“Resûlüllah sallalahu aleyhi ve selem’in saçları, cümme’den/ omuzlara sarkan saçlardan kısa, vefre’ den/kulak yumuşağına kadar varan saçlardan uzun idi.”
Yahyâ İbnü Sâlih’in rivâyetinde böyledir. Yûsuf’un rivâyetinde ise (Âişe radıyallahu anhâ) şöyle dedi:
“Nebi sallalllahu aleyhi ve sellem’in saçı kulak yumuşağının altında idi.”[4]
(Dört): Âişe radıyallahu anhâ-dan rivâyet edilmiştir:
عَنْ عَائِشَةَ C أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ S قَالَ إِذَا كَانَ لأَِحَدِكُمْ شَعْرٌ فَلْيُكْرِمْهُ
Resûlüllah sallalahu aleyhi ve selem şöyle buyurmuştur:
“Sizden kimin saçı varsa ona ikrâmda bulunsun/onu iyi baksın.”[5]
(Beş): Enes radıyallâhu anhu şöyle dedi:
عَنْ قَتَادَة قَالَ قُلْتُ لِأَنَسِ كَيْفَ كَانَ شَعَرُ رَسُولِ اللَّهِ S قَالَ كَانَ شَعَرًا رَجْلًا لَيْسَ بِالْجَعْدِ وَلَا بالسَّبْطِ بَيْنَ أُذُنَِهِ وَعَاتِقِهِ
“(Resûlüllah sallalahu aleyhi ve selem’in saçı) ne (tam) kıvırcık, ne de (tam) düz değildi; kulağıyla omuzu arasındaydı.”[6]
(Altı): Enes radıyallâhu anhu-dan rivâyet edildi:
عَنْ أَنَسٍ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ Sَ سَدَلَ نَاصِيَتَهُ ثُمَّ فَرَّقَ
“Resûlüllah başının önündeki saçları sarkıttı; sonra da (sağa sola) ayırdı.”[7]
(Yedi): Enes radıyallâhu anhu dan rivâyet edildi:
عَنْ أَنَسٍ قَالَ كَانَ رَسُولُ اللَّهِ S يَضْرِبُ شَعَرُهُ مَنْكِبَيْهِ
“Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in saçları omuzlarına vururdu.”[8]
(Sekiz): “Berâ radıyallâhu anhu şöyle diyor:
عَنْ أَبِي إِسْحَاقَ سَمِعَ الْبَرَاءَ يَقُولُ كَانَ أَنَّبِيُّ S لَهُ شَعْرٌ إِلَي شَحْمَةِ أُذُنَيْهِ
“Nebi sallallahu aleyhi ve selem’in saçları kulak yumuşaklarına varıyordu.””[9]
(Dokuz): Ebû Hureyre radı-yallâhu anhu’dan rivâyet edilmiştir:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ D قَالَ قَالَ رَسُولَ اللَّهِ S مَنْ كَانَ لَهُ شَعْرٌ فَلْيُكْرِمْهُ
Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Kimin saçı varsa ona (onu yıkayarak ve tarayarak) ikram etsin/bakımını yapsın.”[10]
(On): Ebû Rimse’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
عَنْ أَبِي رِمْثَةَ قَالَ انْطَلَقْتُ مَعَ أَبِي نَحْوَ النبي S فَإِذَا نَحْنُ بِهِ لَهُ وَفْرَةٌ َبِهَا رَدْعٌ مِنْ حِنَّاءٍ
“Babamla berâber Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e doğru gittim. Bir de ne görelim ki, yanındayız; üzerinde kına izi olan kulağının yumuşağına varan saçı vardı.”[11]
Bir kimse (bana) şöyle dedi:
Senin Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den yaptığın şu rivâyetlerde O’nun saç bıraktığı sâbittir. Nitekim O’ndan saç hakkında yaptığın rivâyetlerde de O’nun insanlara saçlarına iyi bakmasını emretmektedir. Öyleyse size bunu isti’mâl etmemek ve başka bir şeye dönüp saçları dibinden kazımak nereden câiz oluyor?
Allahın tevfîki ve yardımı ile O’na cevâbımız şöyle oldu:
Bunu terk edip Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in bize “daha güzel” olduğunu haber verdiği rivâyete tutunduk.
(On Bir): Vâil İbnü Hucr’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
عَنْ وَائِلِ بْنِ حُجْرٍ قَالَ أَتَيْتُ النَّبِيَّ S وَلِي شَعْرٌ طَوِيلٌ فَقَالَ ذُبَابٌ فَظَنَنْتُ أَنَّهُ يَعْنِينِ فَذَهَبْتُ فَجَزَزْتُهُ ثُمَّ أَتَيْتُ النَّبِيَّ S فَقَالَ مَاعَنَيْتُكَ وَلَكِنْ هَذَا أَحْسَنُ
“Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına götürüldüm; uzun bir saçım vardı. (Nebi sallallahu aleyhi ve selem) “zübâb/hayırsızlık veya dâimî şer” dedi. Beni kasd ettiğini zannettim; gittim saçlarımı kestim. Sonra Nebi sallallahu aleyhi ve selem’e gittim. O, ‘Seni kasd etmemiş-tim, fakat bu en güzelidir’ dedi.”[12]
(On İki): Vâil İbnü Hucr’dan benzeri rivâyet edilmiştir.[13]
Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen bu hadîsde saçı dibinden kesmenin terbiye edilme sinden/yıkanıp taranmasından daha güzel olduğu bildirilmektedir. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in en güzel bulduğundan daha güzeli olmaz. Bu en güzele yapışmak ve ona ters olanı terketmek gerekir. Bu O’ndan olunca makbûldür. Güzelliklere kendi dışındaki insanlardan daha lâyık olan da O olunca, bu sözden sonra O da bu “en güzel”e intikal etmiş ve buna uymayan önceki hâlini terk etmiştir. Tevfîk’i sadece Allah’dan isteriz. (Tahâvî’nin Sözü Bitti.)[14]
Allâme Muhaddis ve Fakîh Abdü’l-Hayy el-Leknevî de hulâsa olarak şöyle diyor:
İbnü’l-Kayyim eserlerinden bi-rinde saç tıraş etmenin erkeklere Mekrûh olduğunu zannetti. Bu hükmü Ebû Dâvûd’un ve (Buhârî gibi) diğer imâmların Hâricîlerin katledilmesine dâir gelen hadîslerden almıştır. O hadîslerde Hâricîlerin alâmetlerinin “(kendilerini) tıraş etmek” olduğu bildirilmektedir. Resûlüllah tıraş edilmiş olmayı Hâricîlerin alâmet ve hâssala-rından kabûl ettiğine göre bu iş mekrûh olmuş olur. Halbuki bu görüş açık bir söz kaldırır. Zîrâ bu hadîsde başı tıraş etmenin mekrûh olduğuna delâlet yoktur. Alâmet de bazen harâm bazen de mübâh ile olur. (Hattâ Haricîlerin alâmetlerinden biri de ibâdetlerde çok titiz ve i’tinâlı olmalarıdır.)
Sahîh bir isnad ile hadîs gelmiştir:
“Resûlüllah başının bir kısmını tıraş eden bir çocuk görmüş ve ‘ya tamâmını tıraş edin veya tamamını bırakın’ buyurmuştur.”
Bu hadîs başı tıraş etmenin mübâh olduğunu göstermekte te’vîl kaldırmayacak şekilde açıktır. Allâme Cemâlüddin Muhammed İbnü Halîl el-Antâkî, Zübde-tü’l-Muktefî Fî Tahrîri Elfâzı’ş-Şifâ’da Nevevî’den naklederek böyle dedi. Bu (saç tıraşının mekrûh olduğuna dâir olan) mezhebi reddeden delîllerden biri de yine,
Ebû Dâvûd ve diğerlerinin Abdullah İbnü Ca’fer’den yaptıkları rivâyettir:
“Resûlüllah Ca’fer âilesine gelmeyi üç gün tehir etti. Sonra onlara vardı ve bu günden sonra kardeşime ağlamayın. Sonra da şöyle dedi: Kardeşimin çocuklarını bana getirin. Hemen getirildik; sanki civcivler gibiydik. Bana berber çağırın dedi ve ona emretti; başlarımızı tıraş etti.”
Bu Mezhebin tam karşısında da “saçı tıraş etmenin Sünnet olduğu” mezhebi vardır. Nitekim Tîbî bunu seçmiştir. Nitekim (Tîbî) Mişkât Şerhinde Ali radıyallahu anhu’nun “kim bir kıl tepesi kadar yeri cünüblükten dolayı yıkamayı terk ederse ona gündüzün şöyle şöyle yapılır. Ali üç defa ‘bundan dolayı başıma düşman oldum,’ dedi” hadîsinin şerhinde şöyle dedi:
Bu hadîsde saçı devâmlı tıraş etmenin sünnet olduğu vardır. Çünki onda Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in takrîri vardır ve Ali radıyallahu anhu sünnetlerine uymak ve onları/sünnetleri azı dişleriyle ısırmakla emrolunduğumuz halîfelerdendir. (Bitti.) Ona/Tîbî’ye bu husûsta Abdü’n-Nebî, “Sünenü’l-Hüdâ”da tâbi’ oldu ve sözlerinin benzerini zikretti. Bunda da aynı şekilde açık bir söz kaldıran yan vardır. Çünki tıraş her ne kadar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve selem’in takrîrlerinden ise de, kendileri saç bırakmayı devâmlı yaptılar ve ancak (saçlarını) bazı zamanlarda tıraş ettiler. Üç halîfesi ve Ashâ-bından bir çoğu böyle yaptılar. Böylece saç bırakmakta fiilî ve takrîri devâmlı yapmanın ikisi de bulunmuş oldu. Zîrâ O Ashâbından saç bırakanları saç bırakmakta takrîr ettiler. Tıraşta ise ancak takrîr vardır. Bu yüzden saç bırakmak saç tıraş etmekten evlâ olmuştur. Saç bırakmak ibâdetler kabîlinden değil de âdetler kabî-linden olmasaydı elbette Sünnet-i Müekkede olurdu.
Allâme Leknevî sonra da iddiâsına delîl olduğunu zannettiği rivâyetlerden bazısını getirdi. İmâm Tahâvî’nin yukarıda rivâyet ettiklerinden fazla olarak Nesâî den Nebi sallallahu aleyhi ve selem’in bir sahâbî’ye “saçlarına her gün ihsanda bulunmayı ve onları taramayı emrettiği”ne, İbnü Mâce’den de kendisine cünüblükten dolayı başını üç defa yıkayacağını söyleyen Sahâbî’ye ‘ama saçlarım çoktur,’ diyene O Sahâbînin ‘Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in saçları daha çok ve daha temizdi” dediğine dâir olan hadîsi getirdi. Leknevî, sonra da Aliyyü’l-Kârî’den bir nakilde bulundu: O Tîbî’ye i’tirâz ederek şöyle dedi: “Hazret-i Ali’nin fiili, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ve kalan üç halîfenin Hac ibâdetinden sonraki tıraşın dışında olan saç bırakmak sünnetlerine muhâlif olunca, ancak ruhsat olabilir. Sonra İbnü Hacer’in de Tîbî’nin sözlerine bir i’tirâzda bulunduğunu, benim dediğime benzer sözler söylediğini ve bu hususta sözü uzattığını gördüm, dedi” (Kârî’nin Sözü Bitti.).. (Leknevî’den Hulâsa Nakil Bitti.)[15]
Görüldüğü gibi Ne İbnü’l-Kayyım ne Leknevî ne de Aliyyü’l-Kârî, tıraş etmek hakkında sahîh rivâyetle gelen “bu en güzelidir” sözünü göz önünde bulunduramadılar. Büyük bir muhaddis ve müctehid olan Tahâvî’nin “O bir şeye en güzel dedikten sonra ondan daha güzeli olmaz, en güzele lâyık olan da O olduğuna göre, O, sonunda geçmiş tatbîkatından bu en güzele dönmüş olmalıdır” sözü nerede, şu ifâdeler nerede?... Bu “en güzel” sözüne cevâb verilmedikten sonra,onu hesâba katmayacak ve ona ters düşecek her söz kıymet-i harbiyesi olmayan boş laftan başka bir şey olmayacaktır. Üstelik “Kavlî ve Fi’lî Sünnet’in teâruzu (çelişmesi) hâlinde kavlî olan tercîh edilir; Fi’lî olan bir özre dayalı olabilir” şeklindeki usûl kâidesini hesâba katmayıp te’vîl kaldırmayacak açıklıkta olan “Kavlî Sünnet”in bir yana bırakılıp da bir çok yanıyla te’vîle açık olan, ama devâmlılığı zannedilen bir Fi’lî Sünnet’in tercîh edilmesi bilhassa Kârî ve Leknevî için cidden ğarîbdir.
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, başı(ndaki saçı)nın bir kısmı tıraş edilmiş diğer bir kısmı da bırakılmış bir çocuk gördü de bunu hemen yasakladı ve şöyle buyurdu: “Ya tamamını tıraş edin ya da tamamını bırakın.”
(On Üç): Haccâc İbnü Hassân şöyle dedi:
الْحَجَّاجُ بْنُ حَسَّانَ قَالَ دَخَلْنَا عَلَى أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ فَحَدَّثَتْنِي أُخْتِي الْمُغِيرَةُ قَالَتْ وَأَنْتَ يَوْمَئِذٍ غُلَامٌ وَلَكَ قَرْنَانِ أَوْ قُصَّتَانِ فَمَسَحَ رَأْسَكَ وَبَرَّكَ عَلَيْكَ وَقَالَ احْلِقُوا هَذَيْنِ أَوْ قُصُّوهُمَا فَإِنَّ هَذَا زِيُّ الْيَهُودِ
“Enes İbnü Mâlik’in yanına girdik. Kız kardeşim Muğîre bana, sen o gün çocuk idin ve iki örüğün veya başının önünde sarkan iki saç demetin vardı, dedi. Başını okşadı ve sana bârekellah/Allah sana bereket versin dedi ve bu ikisini tıraş edin veye kısaltın; zîrâ bu Yehûdîlerin kılığıdır, dedi.”[16]
(On Dört): İbnü Ömer’den rivâyet edilmiştir:
عَنْ ابْنِ عُمَرَ قَالَ نَهَى رَسُولُ اللَّهِ S عَنْ الْقَزَعِ وَالْقَزَعُ أَنْ يُحْلَقَ رَأْسُ الصَّبِيِّ فَيُتْرَكَ بَعْضُ شَعْرِهِ
“Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in kaza’ı yasaklamıştır. Kaza’ çocuğun (veya büyüğün-İbnü Hacer) başının tıraş edilip saçından bir parça bırakılması demektir”[17]
(On Beş) İbnü Ömer’den rivâyet edilmiştir:
عَنْ ابْنِ عُمَرَ أَنَّ النَّبِيَّ S نَهَى عَنْ الْقَزَعِ وَهُوَ أَنْ يُحْلَقَ رَأْسُ الصَّبِيِّ فَتُتْرَكَ لَهُ ذُؤَابَة
“Nebi sallallahu aleyhi ve sellem kaza’ı yasakladı. O da çocuğun (ve büyüğün) başının tıraş edilip ona bir örük bırakmaktır.”[18]
(On Altı) İbnü Ömer’den rivâyet edilmiştir:
عَنْ ابْنِ عُمَرَ أَنَّ النَّبِيَّ S رَأَى صَبِيًّا قَدْ حُلِقَ بَعْضُ شَعْرِهِ وَتُرِكَ بَعْضُهُ فَنَهَاهُمْ عَنْ ذَلِكَ وَقَالَ احْلِقُوهُ كُلَّهُ أَوْ اتْرُكُوهُ كُلَّهُ
“Nebi sallallahu aleyhi ve sellem saçlarının bir kısmı tıraş edilen ve bir kısmı bırakılan bir çocuk gördü; onları bundan menetti veya tamamını tıraş edin veya tamamını bırakın, buyurdu.”[19]
Züâbenin/örüğün mübâh oluşu ve yasaklanmasıyla alâkalı olarak gelen zıd rivâyetler, “mübâhlığın, diğer saçlarla beraber olduğu, yasaklığın da diğer tarafların kesilip bir veya birkaç yerde örük bırakılması” hâlinde olmakla te’lîf edilmiştir.[20]
Bir Mü’min’in yukarıda da geçen “ya tamamını tıraş edin ya da tamamını bırakın” hadîsinin yanında, zayıf isnâd ile de gelse, (حلق القفا من غير حجامة مجوسي) “Hacamat olmaksızın enseyi tıraş etmek Mecûsîlik(âdeti)dir”[21] hadîsinden korkmadan hareket etmesi nasıl düşünülebilir?!..
Dürrü’l-Muhtâr Şerhi Tahtâvî (İslâm Harfleriyle olan) Tercümesi’nde şöyle denmektedir:
Kunye isimli kitâbın açık ifâdesine göre haftada bir tıraş olmak müstehabdır ve başın kılını gömmek de müstehabdır; atmakta bir beis yoktur. Resûlüllah sallalahu aleyhi ve sellem “ya tamamını tıraş et veya tamamını bırak” buyurduklarından dolayı (başın) bir kısmını tıraş edip (ense veya başın önü/kâkül gibi) başka yerlerini bırakmak mekrûhtur. (Tercüme-i Tahtâvî’den Nakil Bitti.)[22]
Demek ki saçlar ya uzatılacak ve bakımı yapılacak ya tam kesilecek veyahut da her taraftan aynı seviyede kısaltılacak. Bu üçü de Sünnet çerçevesinde sabittir. Ancak zamanla bazı şekilleri Müslümanlardan başkalarının veyahut Ehli Bid’at’ın alâmeti haline geldiğinde diğer şekillerinin isti’mâli kesinleşir. Alâmetlerden uzak durulur. Büyüklerimizin seçtikleri de budur. Zamanımız da ense tıraşlarıyla arzı endâm edenlerin haline bakılmamalı ve onlar taklîd edilmemelidir. “Başkalarına teşebbüh/kendini ben-zetmek ve özenmek” şahsiyetsizliği, tedâvîsi çok zor bir illet…
Netîce olarak tereddüd etmeden diyebiliriz ki, yolumuzu nûrlandı-ranlar -sonsuz kere hamdolsun- bu husûsta da Sünnet’in ve Sünnet Fıkhının îcâbını en güzel bir biçimde anlayıp tatbîk eden kimselerdir. Onlar açıktır ki, muazzam bir ma’nevî himâyenin altındadırlar. Bu mes’elenin ilmî yanını bilmeseydiler bile hüsn-i zannımızca onların mazhar oldukları hıfz ve himâye Sünnet’e muhâlefetlerine mâni olurdu. Kaldı ki bunu Onlar alâ basîretin/bilerek ve ilâveten bularak işlemektedirler. Günümüzün zavallıları ise hiçbir zaman bulmadıkları ve bulamadıkları gibi, bildikleri de körün taşına benzemektedir; isâbetleri ise nâdir değil ender cinsindendir…
[1] İ’timâd ettiğimiz bir arkadaşın bizzat şâhid olduğuna göre Pakistan İslâm Âbâd İslam üniversitesindeki talebeler Vehbe Zuhaylî’ye “bir tutamdan küçük olan sakalın kısaltılmasının hükmü nedir?” şeklinde bir suâl sormuşlar. Bu suâlin kısa sakallı olan kendisine karşı ta’rizkârâne sorulan bir suâl olduğunu düşünmüş olmalı ki şu “biz Allah’a kıllarımızla ibadet etmiyoruz” şeklindeki talihsiz lafını sarf etmiş.
[2] [Ahmed (2/287), Buhârî (3558,3944), Müslim (2336), Nesâî (8/184), Tirmizî, “Şemâil” (29). Kezâ, Ahmed (246,261),
Buhârî (5917), Müslim (2336), Ebû Dâvûd (4188), İbnü Mâce (3632), Ebû Ya’lâ (2377)], Müşkil hâmişi/dipnotu.
[3] [Ahmed (2/320), Ebû Ya’lâ (2554), İbnü Hibbân (5485) İsnâdı Buhârî ve Müslim’in şartına göre sahîhdir.], Müşkil dipnotu.
[4] [(Tahâvî’nin) İsnâdı Hasendir.] [Ahmed (108,118), İbnü Sa’d (1/429), Ebû Dâvûd (4187), Tirmizî, “Şemâil” (24) Tirmizî “Hasen Sahîhdir” de di.], Müşkil dipnotu.
[5] [(Tahâvî’nin) İsnâdı Hasendir.]
[Beyhakî, Şu’ab (6456) Hâfız İbnü Hacer isnâdının Hasen olduğunu söyledi.],
[6] [İsnâdı Buhârî ve Müslim’in şartına göre Sahîhdir.]
[Ahmed (3/135,202), Müslim (2338), Tirmizî, “Şemâil” (26), Beğavî, Şerhu’s-Sünne (3637) Yine Mâlik, Muvatta (2/919), Buhârî (3547,5900), Müslim (2347), Tirmizî (3627), Beğavî (3635) Enes Radıyallâhu anhu’dan. Yine Ahmed (3/240), Buhârî (3547) Enes Radıyallâhu anhu’dan, Yine Abdurrezzâk (20519), Ebû Dâvûd (4185) Nesâî (8/133), Tirmizî “Şemâil” (28) Enes Radıyallâhu anhu’dan]
[7] [(Tahâvî’nin) İsnâdı hasendir.]
[8] [İsnâdı Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahîhdir.]
[Müslim (2338)]
[9] [İsnâdı Buhârî ve Müslim’in şartına göre Sahîh’dir.]
[Buhârî (3551,5848), Müslim (2337), Ebû Dâvûd (4072,4184), Nesâî (8/183)]
[10] [(Tahâvî’nin) İsnâdı hasendir.]
[Ebû Dâvûd (4163), Beyhakî “Şu’ab” (6455) Hâfız, el-Feth’de isnâdının Hasen olduğunu söyledi.]
[11] [(Tahâvî’nin) İsnâdı Müslim’in şartına göre sahîhdir.]
[Dârimî (2/199), İbnü Sa’d “Tabakât” (1/438), Taberânî (22/720), Hâkim (2/425), Beyhakî (8/345), İbnü Hibbân (5995)]
[12] [(Tahâvî’nin rivâyet ettiği bu hadîs) Sahîh’dir.]
[Taberânî, “el-Kebîr” (22/99), Ebû Dâvûd (4190), Nesâî (8/131,135), İbnü Mâce (3636), Beyhakî “Şu’ab” (6474)],
[13] [(Tahâvî’nin rivâyet ettiği bu hadîs) Sahîh’dir; öncekinin tekrârıdır.]
[14] İmâm Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-
Âsâr:8/430-437
[15] Leknevî, es-Si’âye: (1/301-303)’den hulâsa
[16] Ebû Dâvûd (4197)
[17] [Buhârî Libâs (7/207) Babü’l-Kaza’ı Müslim (2120) Ebû Dâvûd (4193) Nesâî (5230) ibnü Mâce (3637)], Ebû Dâvûd Hâmişi: 4/410 (Çağrı Yayınları)
[18] Ebû Dâvûd ( 4194)
[19] Ebû Dâvûd (4195), Nesâî (5051)
[20] Halîl Ahmed es-Sihârenfûrî, Bezlü’l-Mechûd (17/82)
[21] İbnü Asâkîr, Künûz’ül-Hakâik (Câmiu’s-Sağîr Hâmişi 1/121)
[22] Tercüme-i Tahtâvî (3/68)
 

Ebu Computer

Kıdemli Üye
Katılım
11 Haz 2013
Mesajlar
25,029
Tepkime puanı
1,506
Puanları
113
Peygamberimiz zamanında SABUN yoktu....!!!!

Sabunun bulunuşu Milattan Önce 6000 li yıllara dayanır.

İllaki günümüzde kullandığımız sabun gibi düşünmeyin.

Temizliği sağlayacak organik ürünler vardı.

Saç bakımı için saçlara zeytinyağı sürülmesi peygamberimizin tavsiyesidir.

Sabun yoksa zeytinyağı nı sürünce sizce nasıl temizliyorlardı.

Sabun ve tarihçesiHer zaman temizliği ve saflığı hatırlatan sabun, günlük yaşantımızın önemli bir parçası Geçmişi M.Ö. altı binlere kadar uzanan sabun kullanımı, zamanla günlük yaşantımızın önemli bir parçası haline geldi, vazgeçilmez oldu. Fenikeliler sabunu bulana kadar, kül ve kil geleneksel temizlik aracı olarak kullanıyordu. M.Ö. 600′de bulunan ve kullanımı ortaçağda genişleyen sabun, tarih içinde kimi zaman değerli bir değiş tokuş aracı olarak kimi zamansa ilaç olarak kullanıldı. Geçmişte Fenikeliler ile Galyalılar arasında önemli bir takas aracı olan sabun, Roma döneminde, kadınların en gözde temizlik aracı haline geldi.Sabun niteliği taşıyan Maddelerle ilgili ilk yazılı belge ise, Mezopotamya'da M.Ö. III. bin yıldan kalma kil tabletleri Bu tabletlerde, potasyum ve yağla karıştırılarak elde edilen bir maddeden söz ediliyor.Eski zamanlardan kalma bir Roma masalına göre, sabunu ilk defa kadınlar keşfetmiş. Hayvanların kurban edildiği Sapo Dağı'nın kıyısında bulunan Tiber Nehri'nde çamaşırlarını yıkayan kadınlar, çamaşırlarını eskiye oranla daha az çaba sarf ederek temizledikleri fark ettiler. Çünkü, hayvanların kurban edildiği Sapo Dağı'ndan Tiber Nehri'ne, yağmurla birlikte hayvan yağları ve odun külleri karışıyordu.Bu karışım ise, bayanların çamaşır Günü için hoş bir hediye oluyordu. İngiltere'nin eski halklarından Keltler de, hayvansal yağlar ve Bitki küllerinden ürettikleri sabuna “Saipo” adını verdi, bu sözcük daha sonra “Soap” olarak değişti. M.Ö. 1500′e ait Ebers Papirüsinde, kişisel temizliklerine düşkün olan Mısırlılar'ın, hayvan ve sebze yağları ile alkalinli Tuzdan elde edilen sabunsu bir maddeyle yıkandıkları belirtiliyor.Yunanlılar'a bakacak olursak, onlar da en az Mısırlılar kadar temizliğe önem veriyorlardı. Sabun kullanmayan Yunanlılar, vücutlarını yağ ve killerle sıvadıktan sonra, kum ya da sünger taşı parçalarıyla fırçalıyor ve “strigil” denen kavisli metal bir aletle vücutlarında oluşan tabakayı kazıyorlardı. Bunu suya girerek yıkanma ve zeytinyağı ile yağlanma izliyordu.Kişisel temizliği oldukça önemseyen Roma ulusunda ise, banyo kültürü oldukça yaygındı. Hamamlara aşırı düşkün olan Romalılar'da banyo yapmak en temel sosyal görevdi. M.Ö 25 yılında yüzlerce hamamın bulunduğu Roma'da banyonun Altın çağı başladı. Roma'da yaşanan zengin banyo kültürünü, Erken Hıristiyan Kilisesi dini açıdan uygunsuz olduğu gerekçesiyle çok çabuk saf dışı bıraktı.Fakat M.S. 476′da Batı Roma'nın yıkılmasıyla birlikte Avrupa'da, hamam alışkanlığı tarihe karıştı. Kişisel temizlikte gözlenen bu gerileme ve Sağlıksız yaşam koşulları, Ortaçağ Avrupasında büyük sorunlara neden oldu. Temizlik, artık halk kültürünün bir parçası değildi. Yaklaşık 17. yy'a kadar yaşanan bu karanlık dönemde ihmal edilen kişisel temizlik aynı zamanda 14. yy'da büyük veba salgınını doğurdu. Eski Romalıların sabun yapımıyla ilgili bilgilerinin Avrupa'ya yayılmasıyla önemli sabun yapım merkezleri ortaya çıktı.Sabun yapımcılığı 7. yy'da Avrupa'da meslek haline geldi. Sebze ve hayvan yağlarına bitki külleri ve güzel kokular katan sabun yapımcıları kendi ticaret ağlarını kurdular. Güzel kokuların da katılmasıyla artan sabun çeşitleri çamaşır yıkamada ve banyo yapmak için kullanıldı.Sabuna talep arttıkça üretimi de arttı ve sabuncular bir esnaf grubu oluşturdu. 10. Yüzyılda Bizans'ta esnaf loncaları içinde sabuncu esnafı grubu da vardı. Türkler yaklaşık olarak 11. yy'a kadar sabun yerine sulardaki soda, çöven, saparma, sabun otu, süt kökü, kaşık otu, kılaya kavuğu, acı Ağaç, herdemtaze, tavşankulağı, hintkestanesi gibi saponinli maddeleri ve kül kullandı. Belgelere göre bugünkü sabunun ilkel şekli ilk çağlarda Araplar tarafından yapıldı. Sabunculuk, ortaçağda İslam ülkelerinde gelişmiş bir imalat koluydu. Osmanlı'nda sabun esnafı tertip edilen törenlerde esnaf alaylarında yer alıyordu. Osmanlılarda sabun imali ve tüketiminin oldukça yaygın olduğuna arşiv vesikalarında rastlıyoruz.Sabun üretiminin 12. yy'da başlandığı İngiltere'de ise, 1622 yılında I. King James, sabun üretim tekelini yılda100 bin dolar karşılığında bir sabun yapımcısına verdi. Fakat, sabun lüks sayılıp yüzde yüz vergiye tabi tutulduğundan halkın banyo yapması imkansızdı. Temizlik ve Su sistemleri Roma ve Girit'teki sistemlerle yarış edecek düzeye gelmiş olmasına rağmen, ülkede temizliğe karşı genel bir isteksizlik hakimdi.Dickens dönemi, korkunç bir pislik içinde geçti. Hastalıklar iyiden iyiye yayılıyordu. 1842′de, İngiltere Fakir Yasası Komisyonu sekreteri olan Edwin Chadwick'in çabaları sonucunda, Parlamento, 1846′da “Halk Hamamlarını ve Yıkanma Evleri Hareketi”ni onayladı ve Gladstone, 1853′te sabun vergisini kaldırdı. 1860′ta Londra'da sayısı 10 olan halka açık yıkanma evleri, bir milyondan fazla sayıya yükseltildi. Bu hareket Amerika'ya da yayıldı. Amerikan Tıp Topluluğu Dergisi'nin 1892 Ekim sayısında; korunma tedaviden daha olduğu takdirde, halka açık büyük bir hamam kurmanın, hastane inşa etmekten daha ucuza mal olacağını yazmaktaydı.Gerçek anlamda bilimsel sabun yapımı ise, 18. yy'da da Michel Eugene Chevreul'un katkılarıyla, önceden belirlenen kesin amaçların elde edilmesini sağlayan kimyasal formüllerin ortaya konmasıyla başlıyor. Buhar makinesi gibi buluşların gerçekleşmesiyle de, sabun yapımı gerçek bir sanayiye dönüşüyor. Sabunun sert sularda eritildiği zaman yeterince köpürmemesinin yol açtığı sakıncayı giderme çalışmaları, 1930′lu yıllarda ABD'de ilk deterjanların ortaya çıkmasını sağlıyor ve o tarihten bu yana deterjan yapımı da önemli bir sanayi dalına dönüşüyor.Osmanlı İmparatorluğu sabun üretimi açısından çok zengindi. Trablus sabunu, çiçek sabunu, misk sabunu, Hünkari sabun, beyaz ve siyah paşa sabunu, alaca sabun, kara sabun, kokulu sabun, Kandiye sabunu Girit Sabunu, Arap sabunu, leke sabunu ve fes sabunu… Bunlar imparatorlukta üretilen sabun türlerinin sadece birkaçı… Osmanlılarda sabunla ilgili ilk düzenlemeler Fatih Sultan Mehmet, İkinci Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devri kanunnamelerinde görülür.Fatih dönemine ait Foça sabunhanesi ile ilgili düzenlemede ve Yavuz devrine ait Trablus Sancağı kanunnamesinde sabun konusunda hukuki düzenlemeler bulunur. Sonraki dönemlerde sabunun üretimi, kalitesi, fiyatı, kontrolü, ticareti ve sabuncu esnafı konularında oldukça fazla vesika ve düzenleme bulunması dikkat çekiyor. Sabun temel olarak, zeytinyağı, prina yağı, Ay çiçek yağı, yerfıstığı yağı, palmiye özü yağı, iç yağı gibi maddelerden elde edilen yağ asitleri ile Sodyum tuzlarının tepkimesinden oluşuyor. Sabun üretimi, yıkama, pişirme, sıvılaştırma ve sabunlaşma olmak üzere dört evreden meydana geliyor. Yoğurma sırasında parfümler katılarak kokulu sabunlar elde ediliyor.Kozmetik sanayinin gelişmesiyle sadece temizlik maddesi olmaktan çıkıp, özel formüller ve kokularla farklı özellikler kazanan sabun, gençlik, güzellik ve pürüzsüz bir cildin en doğal kaynağı haline geldi.

Sabun üretimi
Çok çeşitli yöntemler bulunan sabun yapımında, en basit yöntem, soğukta yapımdır. Sodyum ya da potasyum hidroaksit çözeltilerinin gerektiği, “yağ içinde su” tipinde bir emülsiyonun hazırlanmasına dayanır.Sıvı yağ birleşenleri ve dirişik Alkali çözeltisinin karışımına dayanan bu yöntem, basit olduğu için küçük tesislerde uygulanır; ürünün iyi kullanılmasını engelleyen sabunlaşmış bölümlerin, sabun kütlesi içinde kalmaları gibi önemli bir sakıncası vardır. “Marsilya”tipi diye adlandırılan klasik yöntemde, sırasıyla hamurlaştırma, tuzlama, pişirme ve arıtma işlemleri uygulanır. Sabun Hamuru daha sonra soğumaya bırakılır. 35-40
kg. paralel yüzler haline getirilir ve kalıplar halinde kesilir.
Bugün sabunlar, ısıtıcı çift çeperli bir besleme haznesi içinde tutulur ve hücreli pres filtrelere benzeyen bir soğutma presine sürülür. Sürekli çalışan daha modern cihazlar sabunu hem soğutur hem de suyunu alır; böylece toz sabun elde edilir. Geleneksel usullerin yerini alan diğer usuller de vardır. Bunlardan birinde hammaddelerin hidrolizden çıkan ve düşük Basınç altında damıtılarak saflaştırılan yağ asitleri kullanılır; bu asitler, alkali oksitler, alkali karbonatlar veya organik bazlarda nötürleştirilir. Bu şekilde elde edilen ürünler genellikle tuvalet sabunu yapımından kullanılır. Gerçek sürekli sabun yapımı 1934′e doğru ortaya atıldı. “Clayton” metodunda yüksek Sıcaklık uygulanır ve sonra yeniden hidratlanan susuz bir sabun elde edilir.Gunther Jacobs'un “JPC” yönteminde, yağları eritmek ve sodyum hidroksitle emülsiyon oluşturmak için etkisiz bir eritici kullanılır; elde edilen kütle, Atmosfer basıncından daha düşük bir basınç altında, cm'ye 7 g'lık bir gerilimin etkisinde bırakılarak, eriticinin ve glikolin buharlaştırılması sağlanır. “Du pont de Nemours” yönteminde, Marsilya yöntemiyle aynı ilkeler uygulanır ve üretimin her aşamasında merkez kaç işlemi yapılır. “Yağ içinde su” tipinde bir emülsiyonun kullanıldığı “Monsavon” yöntemi, Arı sabunda % 61 yağ asidi ve % 0.2 sodyum hidroksit fazlası olacak biçimde, düşük Sıcaklıkta deriştirme alkali çözeltisiyle yapılır; Sıcak bir çepere temas ederek başlayan tepkime egzotermik olduğu için kendi kendine sürer.Sabun, kule içinde, derişikliği sınır hidroksit çözeltisine eşit olan derişik hidroksit çözeltisiyle yıkanır ve arıtma, bir miktar düz sabunun erilitildiği ve esmer bölümlerin elde edildiği hafifçe alkali bir su katılarak yapılır. Fazlar (yüzde 75 sabun, yüzde 25 esmer faz), çift zarflı kaplarda 12- 24 Saat dinlendirilerek ayrılır. Esmer faz böylece, arı sabundan ve sınır hidroksit çözeltisinden, belirli bir miktar sodyum klörür katılarak ayrılır.

Tedavide sabun
Önceleri tıpta ‘hariçten tedavi edici' olarak ele alınan sabun, zamanla vücut temizliği için kullanılmaya başlandı. Geçmişten günümüze sabun, bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkışında dezenfekte olarak kullanılıyor. Kişisel temizliklerine düşkün olan Mısırlılar, deri hastalıklarından korunmak için, hayvan ve sebze yağları ile alkalinli tuzdan elde edilmiş sabunsu bir maddeyle yıkanıyorlardı. Bu şekilde hem kişisel temizliklerini yerine getiriyor hem de yaralarını tedavi ediyorlardı. M.S. II. yüzyılda yaşamış eski Yunan hekimi Galenos Klaudios, sabunun deri hastalıkları temizliğinde etkili olduğunu belirtiyor, hastalarına sabunu tavsiye ediyordu. Temizliğin öncüsü Musa ise, dini hükümler kadar temizlik kriterlerini de öne sürüyor ve dini arınmışlığın ifadesi olarak İsraillileri elbiselerini temiz tutmaya çağırıyordu. Musa, zarar verici boyutlara ulaşarak kavmini tehdit eden pisliğin farkına varmıştı. Ona göre temizliğin noksanlığı “öldürücü”ydü, hastalık demekti.
O zamanlarda cüzam ve pislik eş anlamlı sayılıyordu. Günümüzde de tedavide çeşitli sabunlar kullanılıyor: Bademyağı sabunu: Bademyağı ile sodyum hidroksitten elde edilir ve çeşitli ilaçlarda sıvağ olarak kullanılır. Donyağı sabunu; hayvani yağlarla sodyum hidroksitten elde edilir; Alkollü çözeltisi, opedeldok balsamının temel maddesini meydana getiren bir jeldir. Arap sabunu; potas sabunu veya yumuşak sabun, bazen uyuz tedavisinde kullanılır. Potaslı
Hindistan cevizi yağı sabunu; Suda uygun bir şekilde çözündürülüp sterilize edilerek cerrahi sabun denen sabunu meydana getirir. (ameliyattan önce ellerin ve eldivenlerin yıkanması için kullanılır). Çeşitli ilaçlar (kükürt, ihtiyol, katran, çeşitli antiseptikler) katılmış katı sabunlar tıbbi sabunları meydana getirir ve dermatozlarda kullanılır.

Osmanlı'da sabun
Sabun, Osmanlı Devleti'nde 'sabunhane' denilen ve şahıslara ait olan imalathanelerde geleneksel yöntemlerle üretiliyordu. Sabunun hammaddesi zeytinyağı ve içyağıydı. Ekonomik değeri olan ve tercih edilen sabunlar zeytinyağından imal edilenlerdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda sabun üretimi yapılan yerlerin başında Zeytin yağının bol olduğu yerler olan Batı Anadolu ve Adalar, Şam, Halep ve Namlus geliyordu. O dönemde en fazla sabun üreten merkezler ise Midilli ve Girit Adaları, Ayvalık, Edremit, Kemer Edremit, İzmir, Kızılcatuzla, Yunda Acası ve Urla'ydı. Buralarda imal edilen sabunun büyük bir bölümü, saray, ordu ve İstanbul halkının ihtiyacını karşılamak üzere ‘Dersaadet tahsisatı' olarak ayrılırdı.
Osmanlı Devleti'nde en kaliteli ve en çok aranan sabunlar Girit Adası, özellikle de Kandiye'de yapılanlardı. Kandiye sabunları temizlik ve iyi pişmiş olmaları ile nam salmıştı. Bu özelliklerinden dolayı Midilli ve Edremit sabunlarının üzerine ‘Girit Sabunu' damgası vurularak taklit edilmiş ve bu durum Giritli sabuncuların şikayetine sebep oldu. Hanya, Kandiye, Resmo başta olmak üzere Girit'te elde edilen zeytinyağının önemli miktarı sabun üretiminde kullanılmaktaydı. 18. yüzyılın ilk yıllarında Girit'te sabunhane sayısı birkaç tane iken, yüzyıl ortalarına doğru on misliden fazla arttı ve adadaki sabunhanelerin adedi daha sonra 45′e ulaştı. Lübnan'daki Trablusşam kenti ve çevresi de zeytinyağının bolca bulunduğu ve sabun üretiminin de o nispette fazla olduğu bir bölgeydi.Özellikle Nablus, Kudüs, Rakka ve Şam sabunculuğunun çok geliştiği ve sabun ihraç eden şehirlerdi. Buralarda sabunun geçmişi 14. yüzyılın ortalarına kadar gidiyordu. Anadolu'nun ve Mısır'ın sabun ihtiyacı da büyük ölçüde bu bölgelerden karşılanmaktaydı. Sabunu çok meşhur olan ve sabun ihraç eden Halep'te 19. yüzyıl sonlarında 12 sabunhane mevcuttu. Halep ve civarında imal edilen sabunlar yerel ihtiyacı karşılamaları dışında, Avrupalı ticaret şirketleri ve büyük tüccarlar tarafından Suriye dışına ihraç ediliyordu. Edirne ve Kudüs'te imal edilen ‘misk sabunu' ise Osmanlı sarayına, sultanlara ve devlet ricaline sunulan değerli hediyeler arasındaydı.

Meyve sabunları
Parfüm kokulu sabunların yeni yeni hayatımıza girdiği düşünüldüğünde, meyve kokulu sabunların bundan en az üç yüz yıl önce ülkemizde kullanılmaya başlanması sabunlara tarihi bir işlev de yüklüyor. GörenlerinPlastik meyvelere benzettiği, ancak bilenlerin fark edebileceği meyve sabunları, tarihte hem temizlik hem de süs eşyası olarak kullanılırdı. Elma, Armut, üzüm, şeftali, kiraz, muz, kavun, çilek, kayısı, Limon şeklinde üretilen ve her birine has kokusuyla dikkat çeken meyve sabunları, 19. Yüzyılda Edirne'nin en önemli ticaret maddesiydi. Bitki ve otlardan elde edilen yağların burun, ciğer doğrudan ve deri tarafından vücuda alındığını kabul edersek bu sabunların süs olmaktan çıkıp, doğal ilaç işlevi üstlendiğini de görürüz. Meyve esanslı sabunlar, bugünkü Limon, şeftali ve elma kokulu sabun ve şampuanlara temel oluşturduğunu da söyleyebiliriz. Eskiden temizlik şimdi ise sadece süs aracı olarak kullanılan meyve sabunları, bildiğimiz yeşil sabunların eritilmesinden elde ediliyor.
Sıvı haline getirilen sabun, içine birkaç damla gül yağı konulduktan sonra soğuyana kadar bekletiliyor. Daha sonra sabun hamurunun yoğrulmasına geçiliyor. Hangi meyvenin kokusu verilmişse, Hamura onun şekli veriliyor. Son olarak da aslına uygun olarak boyanıp hazır hale geliyor. Üretilen sabunların hepsi piyasada satılmaz, büyük bir kısmı padişahın isteği üzerine İstanbul'a Topkapı Sarayı'na gönderilirdi. Mis kokulu meyve sabunları, aynı zamanda çok değerli bir süs eşyasıydı. Özellikle padişah kızları ve cariyeleri çeyizlerine, odalarına bu sabunları koyarlardı. Ayrıca padişahların yabancı devlet başkanlarına gönderdiği hediyeler arasına meyve sabunları da konulmasına özen gösterilirdi.
 

Ebu Computer

Kıdemli Üye
Katılım
11 Haz 2013
Mesajlar
25,029
Tepkime puanı
1,506
Puanları
113
@lafons7275 Üstad siz bu sünneti uyguluyormusunuz.

Saçlarınızı omuzlarınıza kadar uzattınız mı...
 

Kaptan

Mecra Yazarı
Katılım
9 Ocak 2012
Mesajlar
15,445
Tepkime puanı
1,111
Puanları
0
Konum
Giresun
ya güleyim mi ağlayayım mı bilemedim ki
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
ya güleyim mi ağlayayım mı bilemedim ki

"Ben sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim. Nitekim sema uğuldadı, uğuldamak da ona hak oldu. Semada dört parmak sığacak kadar boş bir yer yoktur, her tarafta Allah'a secde için alnını koymuş bir melek vardır. Allah'a yemin olsun, benim bildiğimi siz bilse idiniz az güler, çok ağlardınız, yataklarda kadınlarla telezzüz etmezdiniz, yollara, çöllere dökülür, (belanızı defetmesi için) Allah'a yalvar yakar olurdunuz." [Ebu Zerr (radıyallâhu anh) ilâve etti:] "Keşke sökülen bir ağaç olsaydım." [Tirmizî, Zühd 9, (2313); İbnu Mâce, Zühd 19, (4190).]
 

mavera_agd

Doçent
Katılım
14 Ağu 2009
Mesajlar
734
Tepkime puanı
55
Puanları
0
Konum
MEKKE OLSAYDI..
Allah'ı kendi yarattığı ve peygamber olarak kendi seçtiği kişiye muhtaç gören bir zihniyet.Ne kadar trajik.

Allah şifa versin bu kafaya.

Korkarım ki insanlar bu uydurmalar yüzünden kılla,tüyle uğraşmaktan fırsat bulupta "Allah bana ne diyor" diyemeden ahirete göçüp gidecekler.

ALLAH ile peygamberi bir tutan zihniyetsen, ALLAH senin kafana kalbine her bir azana ŞİFA VERSİN..
Sen kendi hesabını kur kendine sakla o yüce aklını peygambere dahi ihtiyaç duymayan sefih aklını...
 

yusufsaid

Profesör
Katılım
17 Şub 2011
Mesajlar
873
Tepkime puanı
407
Puanları
0
Konum
Ankara
Peygamber sav günahsız mıdır? Evet. Karşı çıkan?
Peygamberimiz en yüce kul mudur? Evet. Karşı çıkan?
Madem böyledir, kullukta bir numara olan Peygamber sav i hem halen, hem zihnen ve hem de adeten taklidin en basit ifadesiyle kime ne zararı vardır?
Peygamber sav fıtratı tam bir müslüman fıtratıdır. O fıtratın hale ve adete yansıması da muhakkak tüm hal ve adetlerden evladır. Nasıl ki "O, hevadan konuşmaz" ise; hevadan sakal bırakmaz. Hevadan ya da adetten olsaydı, sahabe bunu taklid edince bunu engellerdi. Engellemeyi geçiniz, bunu teşvik etmiştir de. Velhasıl, O neyi nasıl yaptıysa, O aksini belirtmedikçe bu, fıtratı en güzel bir müminin adetidir, adiyattan değildir.

Allah O na ve O nun konuşmasına/sözlerine kefil oluyorsa ve bize hem kendine ve hem de Peygamberine itaati emrediyorsa, söyler misiniz, İslam bir tek sahabenin dini mi? Ben sünnet olmasa, hadis olmasa nasıl Peygamberime itaat edeceğim? Kuran, Peygamber sav in sünnetini bilmeye ve O nun hallerini taklide ve hadisine teveccühe gerek bırakmıyordu da, neden "Allah a ve Peygamberine itaat edin" ve "O hevadan konuşmaz" gibi birçok ayetle bu noktaya temas ediliyor?

Ve söyler misiniz, sadece Kuranı kendi kıt aklımla okuyarak algıladığım bana yetecektiyse ve O nun sünnetinden "hadislere güvenilmez" mantığı ile vazgeçecektiysem ve Kuran zamanları aşacak şekilde tüm insanlığa hitap edecektiyse... Allah a itaat yetersiz/eksik mi kalıyordu yahut Kuran yetersiz mi kalıyordu da Allah "O hevadan konuşmaz" "Allah a ve Peygamberine itaat edin" şeklinde bildirerek bir "Peygamber e uyma"yı illaki vurguluyor?

Son olarak, "asıl önemli olan O nu anlamak, sakal bıyık önemsiz" cümleleri iki açıdan çok yavan:

1. Zaten Peygamber sav i şeklen taklid eden hiç kimse "asıl önemli olan şeklen takliddir, O nu ve İslamı anlamaya lüzum yoktur" demiyor/dememeli.
2. "Önemsiz" sınıflandırmanızın sınırları nedir? Mesela, namazın şekli önemsizdir, Kuran da tam bir şekil belirtilmiyor sünnetteki gibi, o zaman içimizden geldiği gibi kılalım, rekatların sayısı, okunacak sureler vs de önemsiz...Hatta bunlar mecazi kavramlardır, secde edin derken ben "gönlünüz Allah a secde etsin O nun buyruklarına gönlünüzün boynu eğrilsin" diye bir yorum çıkarıyım, ben böyle anladım diyeyim, engel ne?

Geçenki Ebubekir Sifil-Bayındır münazarasındaki konuya kadar gider bu konu. Elinizde tuttuğunuza deliliniz nedir? (size göre hadisler delilsiz ya)
Merak ediyorum, nebilerin şeriatini ümmetleri ve ümmetlerinin nesilleri nereden öğreniyordu???
 

alitufan2003

Profesör
Katılım
27 Ağu 2013
Mesajlar
1,370
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Konum
Yalova
Kuran yetmiyor mu?
Kurana uymak yeterli değil mi?

Allah'ı kendi yarattığı ve peygamber olarak kendi seçtiği kişiye muhtaç gören bir zihniyet.Ne kadar trajik.
Allah şifa versin bu kafaya.
Korkarım ki insanlar bu uydurmalar yüzünden kılla,tüyle uğraşmaktan fırsat bulupta "Allah bana ne diyor" diyemeden ahirete göçüp gidecekler.

NASIL BÖYLE İFADELER KULLANILIR, HERŞEY BU KADAR AÇIKKEN...

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her sözü ilâhî bir vahye isnad eder.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Peygamber size ne verdiyse onu alınız, neyi yasak ettiyse ondan sakınınız." (Haşr: 7) ....AL SANA AYET!!!
Şu kadar var ki, Kur'an-ı kerim vahyin en yüksek mertebesidir. Lâfzı ve mânâsı ile birlikte vahyolunmuştur.
Hadis-i şerif ise Vahy-i metlüv, yani okunan vahiy değildir. Lâfzı olmayıp sadece mânâdan ibarettir. Allah-u Teâlâ'nın muradını bildirmektedir.



Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz dinin esaslarını doğrudan doğruya Kur'an-ı kerim'den alırlardı. Açık bir hüküm bulamazlarsa, hemen Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e sorarlardı. O da bir taraftan kendisine vahyolunan Âyet-i kerime'leri Allah-u Teâlâ'dan aldığı gibi arttırma ve eksiltme yapmadan bütünüyle tebliğ ederken, diğer taraftan da onlardan ne gibi mânâlar kastedilmiş olduğunu sözleriyle, işleriyle tefsir ve izah eder, sarih hükümleri ortaya koyardı.
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Biz sana da Kur'an'ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın." buyuruluyor. (Nahl: 44) ...AL SANA BİR AYET DAHA!!!


Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde namazın farz olduğunu bildirdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Allah-u Teâlâ'dan aldığı vahiy ve ilham ile namazın vakitlerini, rekâtlarını, âdâb ve erkânını ve nasıl kılınacağını hem anlattı, hem de müslümanların gözü önünde kıldı. Sonra da:
"Beni namaz kılarken nasıl görmüşseniz, siz de öylece kılınız!" buyurdu. (Buhârî)



Oruç Âyet-i kerime'si nâzil olunca, müslümanlar Ramazan orucunun farz olduğunu anladılar ve oruçlarını tuttular.
Fakat oruçlu olduğunu unutarak yenilen veya içilen bir şeyin orucu bozup bozmayacağı hakkında Âyet-i kerime'lerde açık bir hüküm yoktu.
Kur'an-ı kerim'de zekâtın farz olduğu bildirilmekteydi. Ancak ne kadar malı olana zekâtın farz olduğu, hangi mallardan zekât verileceği, nisap miktarları belli değildi. Hacc da böyledir.
Âyet-i kerime'lerde temiz olan şeylerin helâl, pis olan şeylerin de haram olduğu haber verilmiş, fakat bunların neler olduğu bildirilmemiştir.
Bütün bunları birer birer izah eden Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'leri ve Sünnet-i seniyye'sidir.
İnsanları dünya saâdetine ve âhiret selâmetine ulaştıracak ne varsa hepsini açıklamış, geriye bir şey bırakmamıştır.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Sakın sizden birinizi emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan biri kendisine ulaşınca, koltuğuna yaslanıp 'Bilmiyorum! Biz Allah'ın kitabında ne buluyorsak ona uyarız.' derken bulmayayım." (Tirmizî)
Bütün bu izahlardan anlaşılıyor ki, Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'yi birbirinden ayırmak mümkün değildir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir." (Necm: 3-4)
...AL SANA BİR AYET DAHA!!!

Kur'an-ı kerim'de pek çok Âyet-i kerime, Sünnet-i seniyye'ye uymanın, Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmenin farz olduğuna delâlet etmektedir.
"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın!" (Âl-i imran: 103)
Âyet-i kerime'sindeki Allah'ın ipinden murad; Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'dir.

Sünnet-i seniyye Resulullah Aleyhisselâm'ın Rabb'inden aldığı risâleti tebliğden ibarettir.
Allah-u Teâlâ risâleti tebliğ hususunda Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Ey Peygamber! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun." (Mâide: 67)
...AL SANA BİR AYET DAHA!!!

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz biat alırken, ilk bîat şartı olarak Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'de bulunan emirleri dinlemeyi ve itaat etmeyi şart koşmuştur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Vedâ Haccı hutbesinde ümmetine bıraktığını açıkladığı ve sımsıkı sarıldıkları taktirde, hiçbir zaman yollarını şaşırmayacaklarını haber verdiği iki şeyden ikincisi Sünnet-i seniyye'dir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:
"Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah'ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)


Resulullah Aleyhisselâm'a itaat, onun sünnetine uymaktan ibarettir. Bunun içindir ki Sünnet-i seniyye'ye uymak, İslâm'ın ve imanın bir gereğidir.

Ona itaat etmek, verdiği hükme razı olmak, söylediği söze boyun eğmek, getirdiği her şeyi tereddütsüz kabul etmek mümin olmanın şiarıdır. Aksi takdirde inanmanın mânâsı kalmaz. Ona muhalefet ederek Allah-u Teâlâ'ya itaat etmek düşünülemez. NOKTA
 

PUTKIRAN

Kıdemli Üye
Katılım
21 Eki 2009
Mesajlar
3,228
Tepkime puanı
189
Puanları
0
Konum
Ankara
@alitufan2003 kardeş.

Ayetlerin ayetlerin sıyakına sıbakına bakarsan senin anladığın anlamda olmadığını görürsün.

"Peygamber size ne verdiyse onu alınız, neyi yasak ettiyse ondan sakınınız." (Haşr: 7) ....AL SANA AYET!!!

Mesela bu ganimet hakkındadır.

HAŞR 7 :Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü'ne verdiği fey, Allah'a, Resûl'e, (ve Resûl'e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır.

"O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir." (Necm: 3-4)...AL SANA BİR AYET DAHA!!!

Bu Kuranı Kerim hakkındadır.

“Batmakta olan yıldıza Andolsun ki, Arkadaşınız sapmadı ve azmadı. O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Söyledikleri, kendisine indirilen bir vahiydir. Bu vahyi O'na müthiş güçleri olan Cebrail öğretti.” (53/1–5)
 

alitufan2003

Profesör
Katılım
27 Ağu 2013
Mesajlar
1,370
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Konum
Yalova
@alitufan2003 kardeş.
Ayetlerin ayetlerin sıyakına sıbakına bakarsan senin anladığın anlamda olmadığını görürsün.
Mesela bu ganimet hakkındadır.

HAŞR 7 :Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü'ne verdiği fey, Allah'a, Resûl'e, (ve Resûl'e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır.

KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)



Zira bu emir, her ne kadar ganimet hakkında nazil olmuş ise de, müfessirlerin beyan ettikleri gibi mânâsı, her emri içine almaktadır. Buhârî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve daha başkaları nakletmişlerdir: "İbnü Mes'ud (r.a.) demiştir ki: "Allah şu kadınlara lanet etmiştir ki onlar veşm yapanlar ve yaptıranlar. yüzünün tüylerini yolanlar, seyrek dişlerle güzel görünmek için dişlerinin arasını yontan sırıtkanlar ve Allah'ın yarattığını değiştirenlerdir." Bu söz, Benî Esed kabilesinden Kur'ân okuyup mânâsını anlayan Ümmü Yakub adındaki bir kadının kulağına gidince, hemen İbnü Mes'ud hazretlerinin yanına vardı ve "İşittim ki sen şöyle şöyle demişsin." dedi. O da, "Ben Peygamber'in lanet ettiği kimselere niye lanet etmeyeceğim? O Allah'ın kitabında var." diye cevab verdi. Kadın, "Ben Mushaf'ın iki kapağı arasında ne varsa okudum, ama onu görmedim." dedi. İbnü Mes'ud da dedi ki: "Eğer okuduysan Allah Teâlâ'nın "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.." buyurduğunu görmedin mi?" Kadın, "evet" dedi. İbnü Mes'ud da, "İşte Hz. Peygamber (s.a.v) onlardan nehyetti." cevabını verdi."
 

alitufan2003

Profesör
Katılım
27 Ağu 2013
Mesajlar
1,370
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Konum
Yalova
BİZ EFENDİMİZİ ÇOK SEVERİZ!!! KURTULUŞU DA KURAN-I KERİM VE SÜNNET-İ SENİYESİNDE BULURUZ!!!

Allah-u Teâlâ kullarına ona uymayı ve yolundan ayrılmamayı emir buyurdu:
“O Peygamber’e uyun ki, doğru yolu bulasınız.” (A’raf: 158)
Bu Âyet-i kerime, Hazret-i Allah ve Resulü’ne uyanların doğru yolda olduğunu beyan ederken, ona uymayıp hafife alanların da doğru yolda olmadığını ilan ediyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Peygamber’ine itaati emretmektedir. Allah’ın emri esastır, mahlukun hükmü yoktur.

“Peygamber’e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz.”
(Nûr: 56)
Allah-u Teâlâ ona her defasında itaat edilmesini bizzat emir buyuruyor. Ancak ve ancak bu suretle rahmete eriştireceğine vaad-i sübhanisi var. Buna aykırı hareket edenler bu rahmet-i ilahîden mahrumdurlar. Bu Âyet-i kerime’dir. Bu Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfir olur.
“Eğer siz gerçekten müminlerseniz, Allah’a ve Peygamberine itaat ediniz.” (Enfâl: 1)
Bu Âyet-i kerimeler mucibince, Hazret-i Peygamber’e itaat etmeyen ona itaatı hafife alan, dalga geçer gibi sözler sarfeden rahmet-i ilâhi’den mahrum kalmıştır.

Allah-u Teâlâ ona itaatı kendisine yapılacak itaatla birlikte emretti. Ona yapılan itaatı kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saydı. İsmini ismiyle birlikte zikretti.
“Peygamber’e itaat eden, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ: 80)
Buradan da anlaşılıyor ki, ona itaat etmeyip Sünnet-i seniyye’sine riayet etmeyen, Hadis-i şerif’lerini hafife alan kimseler gerçek imandan mahrumdurlar. Çünkü ona itaat Allah-u Teâlâ’ya itaattir.


Allah-u Teâlâ ona yapılacak itaati kendine yapılacak itaati kendisine itaatin ön şartı olarak kabul ettiği gibi ona duyulacak sevgiyi kendisine duyulan sevginin ön şartı olarak ilan ediyor. Ona sevgi beslemeyenlerin Allah'a sevgilerinin olamayacağını beyan ediyor.
Binaenaleyh Muhammed Aleyhisselâm'ı kabul etmeyen bir kimse kâfirdir. "Allah'a inanıyorum." ya da "Allah'ı seviyorum." şeklindeki beyanları hükümsüzdür.


"Resulüm! Onlara söyle: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir.'" buyuruluyor. (Âl-i imran: 31)
Karanlıklardan aydınlığa çıkmak iman ile mümkündür. İman ise Allah-u Teâlâ'nın "Peygamber"ine tâbi olmakla mümkündür. Zira Allah-u Teâlâ başka bir yol tayin etmemiştir. Peygamber'ine -sallallahu aleyhi ve sellem- iman etmeyen Allah-u Teâlâ'ya iman etmemiş demektir. Kâfirdir. Karanlıktadır, necistir.

"İman edip sâlih ameller işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size Allah'ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir." (Talâk: 11)
Ona tâbi olup yolunda bulunanlar, Allah-u Teâlâ'nın zâtî tecellîsine kavuşurlar. İzinde ilerlemekle, bütün mertebelerin üstünde bulunan kulluk makamına ulaşırlar.

"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım." buyuruyor. (K. Hafâ)
Demek ki o feleklerden değil, felekler onun nûrundan yaratılmış. O sebeb-i mevcudattır, hem de ebul-ervahtır. Aynı zamanda âlemlere rahmettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Onun varlığı bütün varlıklara bir rahmettir. Kim bu rahmeti kabul eder, bu nimete şükrederse, dünya saadetine, ahiret selametine erer.


Resulullah Aleyhisselâm'ı İnciten,
Allah-u Teâlâ'nın salat ve sena ettiği, nurundan yarattığı efendimizi inkar eden ebedi ziyandadır!!!

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed'e çok salât ve senâ ederler." (Ahzap: 56)
Peygamberine Allah-u Teâlâ'nın salâtı; onu en yüce makamda yâdetmesi, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Allah-u Teâlâ onu ne kadar çok seviyor ki; ona çok çok salât-ü selâm getiriyor, Habib-i Ekrem'ine olan sevgisini beşeriyete duyurmuş oluyor. Bunun içindir ki onu hiçbir beşerin anlaması mümkün değildir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah'a duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiği gibi meleklere de sevdiriyor. Bütün melekler ona hürmet ve tâzim gösteriyorlar.

Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek, kendileri için en büyük rahmet olan Peygamber'lerine salât-ü selâm getirmelerini, ona gönülden teslim olmalarını, saygı ve sevgi göstermelerini emir buyuruyor.
"Ey inananlar! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzab: 56)




Allah-u Teâlâ onu ne kadar çok sevdiğini tüm beşeriyetine duyurur ve ona çok çok salât-ü selâm getirirken...
MAHLUKUN LAFINA BAKILMAZ NOKTA!!!
 

çelebiler

Kıdemli Üye
Katılım
4 Ocak 2013
Mesajlar
7,457
Tepkime puanı
211
Puanları
0
"..AL SANA BİR AYET DAHA!!!"

Diyerek Kuran ayetleri hakkında konuşmak hoş değil.Mealcileri eleştiriyorsunuz ancak onlardan daha beter bir anlayışsızlık içindesiniz.

Bu ayetlerin hiçbirinin manası sizin anlattığınız mana değildir.


 

çelebiler

Kıdemli Üye
Katılım
4 Ocak 2013
Mesajlar
7,457
Tepkime puanı
211
Puanları
0
@alitufan2003 kardeş.

Ayetlerin ayetlerin sıyakına sıbakına bakarsan senin anladığın anlamda olmadığını görürsün.



Mesela bu ganimet hakkındadır.

HAŞR 7 :Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü'ne verdiği fey, Allah'a, Resûl'e, (ve Resûl'e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır.



Bu Kuranı Kerim hakkındadır.

“Batmakta olan yıldıza Andolsun ki, Arkadaşınız sapmadı ve azmadı. O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Söyledikleri, kendisine indirilen bir vahiydir. Bu vahyi O'na müthiş güçleri olan Cebrail öğretti.” (53/1–5)

İnşallah bu kardeşler de anlayacaklar.
 
Üst