Ömer ÖNGÜT'ün görüşleri:

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Tedbir Mahiyetinde
Önceden İkâz Edilmeye İki Örnek:



Uzun görüşsahibiydi. 11 Eylül ABD'deki hadiseler çıkmadan evvel "Büyük bir ateş gösteriyorlar, kardeşler dikkatli olsunlar! Allah'ım Ümmet-i Muhammedi korusun!" buyurmuştu.
21 Şubat 2001ekonomik krizinden evvel de "Borç almayın, borç vermeyin, altın yapın her an her şey olabilir!" buyurmuşlardı.
Dünyanın; 3.Dünya Savaşı'na doğru gittiğini, korkunç harplerin olacağını, bütün silâhların patlayacağını, dünyanın dümdüz olacağını, bunların Hazret-i Mehdi'ye hazırlanacağını, deprem ve felâketlerin, afetlerin artacağını söyler, Hazret-iAllah'a sığınmak gerektiğini, tedbirli olunmasını tavsiye ederlerdi.
"Hiç bir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, kitapta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." (İsrâ: 58)
Âyet-i kerime'sini her vesile ile hatırlatır, her bir milletin bir musibet göreceğini haber verirdi.
Amerika'nın;Irak'tan sonra İran'ı, ardından Mısır ve Suûdi Arabistan'ı da vuracağını söylerdi. "Herkes savaş hazırlığı yapıyor, her şey hazır emr-iilâhi'ye bakıyor" buyururlardı.
"Dünyanın ne olacağı belli değil, bir defa ateşlendi mi dünya ateşlenir. Yurtdışında olanlar için orada olmak, orası için ölmek çok korkunç. Mühim olan memleketimizde olalım, memleketimizde ölelim" derdi.
"Para harcanacak zaman değil, para biriktirin" derdi, "Bir çeyrek altına bir ekmek alınacak zaman gelecek, bu evler, bu apartmanları satacaklar, alacak insan bulamayacaklar zira insan az olacak"buyururlardı.
İç karışıklıklardan Allah'a sığınırlar, amma tedbir lâzım buyururlardı.
Bir Hadis-işerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Herasırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ vesıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye okadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuutasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdir-ülUsül)
Hadis-i kudsi'de ise şöyle buyuruluyor:
"Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetinizikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, bende ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman oyanılmaz. Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek kahramanlar onlardır.
Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azab vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azabdan vazgeçerim." (Ebû Nuaym, Hilye)
Yani onlarAllah-u Teâlâ'nın nazargâh-ı ilâhi'yesi, tecelliyât-ı ilâhi'yesi oluyor.
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir." (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî, Hâlet Ef. nr.: 198/2, vr. 486[SUP]a[/SUP])
Binaenaleyh bizim duâmız hep başkaları için, Ümmet-i Muhammed'in iman ve selâmeti için.
"YâRabb'i! Halilullah Mekke için duâ etti,
Yâ Rabb'i!Resulullah Medine için duâ etti,
Yâ Rabb'i!Fakir bu devlet için duâ ediyor, bu devlete zevâl verme!" buyurmuşlardır.
Hazret-i Allahveli kulları sayesinde bu milleti, bu devleti dilediği kadar muhafaza ediyor.İyi kötü, iyi kötü bu veliler sayesinde yürütüyor. Velilerin sonu kesildiği zaman ateş başlar. Öyle bir ateş ki, gide gide Mehdi Aleyhisselâm, İsa Aleyhisselâm'a kadar gider. Deccal çıkar, Çinliler (Ye'cüc, Me'cüc) çıkar. Buateşi velileri sayesinde kaldırıyor, çünkü onların yüzü suyu hürmetine indireceği azaptan vazgeçiyor.
"Çadırın direği dururken herkes rahat. Fakat çadırın direği yıkılırsa ne olur bilmiyorum, o zaman her şeyi bekleyin. Allah-u Teâlâ o direkle murad ettiğini tutar. Amma direği alırsa kimi tutar?" buyurmuşlardı.
"Dünyanın ömrü kısa, seyyiat zamanı. Sağ olursanız kırk seneye kadar neler göreceksiniz,aklınız almaz" demişlerdi.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Allah İçin Yapılan Mücadeleye,
Nebevî Lütuf ve Destek:



Şöyleanlatmışlardı:
Bir günMedine-i Münevvere'de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiztecelli ettiler ve şöyle buyurdular:
"Çatır çatır, çatır çatır kafalarına vuruyorsun. Gerçekten tebrikeşayansın."
Demek kimemnunlar.
Beş dakikasonra çıktılar:
"Gerçekten tebrike şayansın."
Rabb'ime sonsuzşükürler olsun.
Her şeyigörüyor, seyrediyor. Görüyor, icraatlardan memnun oluyor.
İslâm'ı bölüp,yok etmek istiyorlar, fakat kendileri yok oldular. İslâm nuru galip geldi.
Onun içinResulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:
"Onlarla harp eden ordunun Allah yanındaki yerini bilseler hiçbir işyapmazlardı." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1783)
Bize Allahyeter! Çünkü başka sığınağımız da yok. Bize başka Mevlâ bildirmedi, kendisindenbaşka. Bu bizim için en büyük bir lütuftur. Putlara taptırmadı. Bu bölücülerinliderleri birer puttan farksızdır. İtimat edin durumlarını görür gibiyim,duracağı yeri görüyorum. Çünkü Allah-u Teâlâ dilediği zaman bize gizli şeylerigösterir, biz inanarak konuşuruz, bilerek konuşuruz, görerek konuşuruz. Niçin?Görüyorum çünkü. Amma halk görmüyor, zamanla görür. Allah-u Teâlâ'nın lütfuile, desteği ile, göstermesi ile çatır çatır çatır konuşuruz. Biz o zamansöyleriz. Niçin? O zaman gösterdiği için. Elhamdülillâh! Bu bir lütuf değilmidir?
En büyüklütuflardan birisi de hak ile bâtılın arasını ayırmak için berzah yapmış.
"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasınıayırdıkça ayıranlara andolsun ki!" (Mürselât: 4)
Allah-uTeâlâ'nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onlarınvekilleri de bu Âyet-i kerime'nin şümulüne girmektedir.
Diğer birÂyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar.Fakat aralarında bir berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar." (Rahmân: 19-20)
Bu karışmamanınbâtınî mânâsı; Allah-u Teâlâ hakikati de salmıştır, dalâleti de salmıştır.Fakat aralarında mürşid-i kâmil vardır, birbirine karışmazlar.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
"Hepiniz Topluca Sımsıkı Allah'ın İpine Sarılın!" (Âl-i imrân: 103) "Ey Peygamber! Allah Sana da Sana Tâbi Olan Müminlere de Yeter." (Enfâl: 64)
"Bizim Uğrumuzda Bizim İçin Mücahede Edenlere Elbette Yollarımızı Gösteririz." (Ankebût: 69)
"Ümmetim Yağmura Benzer. Evvelkiler mi Daha Hayırlıdır, Sonrakiler mi Daha Hayırlıdır Bilinmez." (Tirmizî)
"Garipler Sayıları Pek Az Olan Sâlih Kişilerdir. Bu Kişiler Sâlih Olmayan Bir Topluluk İçinde Yaşarlar. Yaşadıkları Bu Topluluk İçinde Kendilerini Seven Az, Buğz Eden İse Çoktur." (Ahmed bin Hanbel)
İHLÂS, SADÂKAT ve TESANÜD ÜZERE YÜRÜYEBİLMEK ALLAH-U TEÂLÂ'NIN LÜTFUDUR.
BAYRAKLILAR ASHÂBI'NIN DEĞERİ ve VASIFLARI


Rivayete göre Ashâb-ı kiram'dan Ebu Sâlebetü'l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bu Âyet-i kerime'nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak! Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani ‘Sizden' kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)

 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
İslâm'ın ilk devirlerinde de İslâm garipti, bu zamanda da İslâm garip duruma düşmüştür.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göreResulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlugariplere!" (Müslim)
"Gariplerkimdir?" diye sorulduğunda şöyle buyurmuşlardır:
"Gariplero kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah ederler, öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler." (Tirmizî)
Bunun da sebebi Allah-u Teâlâ'nın bunlara Asr-ı saâdet hayatının benzerini yaşatması, din-i İslâm'ı bütün hükümleri ile ayakta tutmak için hertürlü mücadele ve mücahedeyi yapmalarıdır.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Garipler sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur." (Ahmed bin Hanbel)
Bu Hadis-i şerif'e bunlar da mazhar olduğu için aynı yolda birleşiyorlar. Bunlar o gariplerdir. O devir de garipti, bu devir de gariptir."Ashâb" ile "İhvan" birleştiği gibi, mücadele hususunda daaynı noktada birleşiyorlar. Bu gariplik ânında nuru yaydıklarından ötürü bu fazilet veriliyor. Bu Hadis-i şerif bilhassa onlara işaret ediyor, ikinci bin seneden sonra bu mücahidlere bu ad veriliyor. Yeni doğar gibi doğuyorlar.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifetiHatmü'l-evliyâ" eserinde şöyle buyurmaktadır:
"Mustafa'nın asrıyla birleşen devir sana gizli kalmasın." buyuruyor. ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ";s.22, Bas.: Mısır, 1954)
Bugün imanı muhafaza etmek çok zor, imandan kaymak çok kolaydır.Her an imandan kayma tehlikesi olduğu için onlara bu derece verilmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğerHadis-i şerif'lerinde de onları Ashâb-ı kiram'a tanıtarak şöyle buyuruyorlar:
"Onlarbugün sizin üzerinde bulunduğunuz hakikate sarılırlar." (Kûtu'l-Kulûb)
 

hsyn17

Üye
Katılım
22 Mar 2013
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
siyasi particilik insanları böler bölücüdür
 

hsyn17

Üye
Katılım
22 Mar 2013
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
tanımadığınız kişiler hakkında konuşmayın onun kitaplarını okuyun ondan sonra konuşun
mubareğin yazdığı tüm yazılar ayetikerime ve hadisi şeriflerle desteklenmiş inkar eden ayeti inkar etmiş olurki bir tek ayeti kerimeyi inkar eden durumunu siz düşünün.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Nur Elbisesi:


Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Onu tanıyıp itibar gösteren kimseye, ondakinin benzeri gibi bir elbise giydiriliyordu." buyuruyor. ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ"; s.16, Bas.: Mısır, 1954)
Bu elbise ilâhî bir nurdur. Bu lütuf yalnız sâdık ihvana âittir. Allah-u Teâlâ ona giydirdiğini yakınlarına da giydirecek, üzerlerinde o elbise olduğu halde Mahşer'e çıkılacak. Mahşer halkının arasında en büyük şerefi taşıyacak. Dikkat ederseniz ona giydirilen elbise ihlâslı ve sâdık olan hakiki ihvana da giydiriliyor. Bu ise sadakat ile bütün gönlü ile bağlı olan kimseye âittir, başkasına âit değildir. O elbise öyle bir elbisedir ki, mahşerde de o elbise ile çıkılacak.
Kardeşler! Bu çok büyük bir lütuftur, çok büyük bir müjdedir. Bu size yeter! Yeter ki Allah-u Teâlâ kabul buyursun ve hakikati bize duyursun. Ona giydirilen elbiseden, sıddık olan ihvan da giyer. Allah-u Teâlâ'nın ona ihsan ettiği elbise nur elbisesidir, mânevî elbisedir; dünya elbisesi değil, ahiret elbisesidir.
Hakikaten yolda sadakatinizi gösterirseniz, onu tanıdığınızdan ötürü Allah-u Teâlâ size bu lütfu bahşeder. O elbise eskimez, çürümez. Herkes çıplak çıkarken kişi, o elbise ile çıkar, çıplak çıkmamaya vesiledir. Ne büyük lütuf, ne büyük şeref! İhvanın özenmesi gereken en mühim şey! Çünkü kimseye giydirilmemiş olan o mânevî elbise ona giydirilmiş, o kadar.
Zaten "Siyah Bayraklılar"ın fazileti de buradan geliyor.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallâhu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Onlar benim ümmetimden, âhir zamanda gelecek bir topluluktur ki; kıyamet gününde, tıpkı peygamberlerin haşrolunduğu gibi haşrolunacaklardır. İnsanlar, durumları gösterilip de onları gördükleri zaman, onların peygamberler olduklarını sanacaklar. Tâ ki ben; ‘Ümmetimdir, ümmetimdir!..' deyip de kendilerini tanıtıncaya kadar... Nihayet halk onların peygamber olmadıklarını anlayacak. Şimşek ve rüzgâr misâli geçip gidecekler, nurlarından mahşer ehlinin gözleri kamaşacak!" (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arabî, Hâlet Ef. no.: 198/2 486[SUP]a [/SUP]yaprağı)
Niçin gözleri kamaşacak? Onlardan başka giyinen yok ki! Bu ihsan ve ikram karşısında bir mahluk âciz düşer, şükretse edemez, bir şey yapsa yapamaz.
Çalışanlar bunun için çalışsın!
Resulullah Aleyhisselâm'ın: "Hayır! Bunlar benim ümmetimdir!" buyurması, bu şerefin hiç şüphesiz ki ona âit olduğunu gösterir.
"Siyah Bayraklılar"ın fazileti bu yöndendir. Evet peygamber değil amma peygamberlik vazifesi ile muvazzif olanın bayraklılarıdır. Çünkü onlar bu nuru yaydılar, zülmânâtı dağıttılar.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü'l-azm peygamberlerin işini görür."(234. Mektup)
Bütün bu fazilet oradan geliyor. Allah-u Teâlâ'nın ezelden koymasından, ezelden yerleştirmesinden doğuyor. Kulda hiçbir şey yok, kul bir maskeden ibarettir.
 

Tahsin EMİN

Kıdemli Üye
Katılım
7 Şub 2012
Mesajlar
11,757
Tepkime puanı
490
Puanları
83
mubareğin yazdığı tüm yazılar ayetikerime ve hadisi şeriflerle desteklenmiş inkar eden ayeti inkar etmiş olurki bir tek ayeti kerimeyi inkar eden durumunu siz düşünün.

Mübarek mi o...?

---)))

Iyi salliyordu ama TAGUT'lara karsi da sus pus idi... Isini iyi yapiyordu yani, verilmis isleri...
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Hâtem-i Veli'den Dolayı
Değer Verilen İhvan Topluluğu:



Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir kabristana gelip:
"Ey mümin cemaatin diyârı! Size selâm olsun! İnşaallah biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmüş olsa idik ne kadar sevinirdim." buyurdu.
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?"dediklerinde:
"Siz benim ashâbımsınız. İhvanımız ise, henüz gelmemiş olanlardır." buyurdu.
"Henüz gelmemiş olan ümmetinizi nasıl tanıyacaksınız yâ Resulellah?"diye sorulduğunda ise şöyle cevap verdi:
"Bir kimsenin; alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, tamamen siyah ve hiç alacası olmayan at sürüsü arasında kendi atını bilemez mi?"
"Elbette bilir yâ Resulellah!"
"Kardeşlerimiz de yüzleri, el ve ayakları abdest nuru ile parlak olarak geleceklerdir. Ben de havzın başında onları bekleyeceğim." (Müslim: 249)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Hadis-i şerif'inde: "Allah-u Teâlâ onları kendi nuru ile nurlandırmıştır. Ben onları o nur ile tanıyacağım." buyurmuyor da: "Abdest nuru ile tanıyacağım!" buyuruyor. Burada herkesin anlayabileceği bir tabir kullanmışlar. Çünkü: "Onları o nur ile tanıyacağım." buyurduğu zaman hafsala almaz. Allah-u Teâlâ kendi nuru ile nurlandırdığı için, o nuru görüp tanıyor. Onlar nuru yayıyorlar, Allah-u Teâlâ onları nurlandırıyor, o nur ile mahşere çıkacaklar, o nur ile tanınacaklar.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem– Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennete ilk giren cemaatin yüzleri ayın on dördüncü gecesindeki kadar aydın, onların arkasından girenlerin yüzleri ziya bakımından en parlak yıldız gibidir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1343)
O karanlık içinde o nur, ayın parladığı gibi parlayacak. Aya baktığın zaman gördüğün gibi onu da görüyorsun. Ayda da Allah-u Teâlâ'nın nuru var, onda da O'nun nuru var. İş O'nun nurundadır. Nur olduğunu söylemiyor da, halkın anlayacağı bir tabir kullanıyor. Bunların yüzü ayın on dördüncü günü gibi olan kısmındandır, oradan tanıyacak.
O görüyor ve söylüyor, sen görmüyorsun söylüyorsun. Fakat Allah-u Teâlâ ona öyle bir üslup vermiş ki, umum halkın anlayacağı bir kelime söylüyor. O ilâhî nuru görüyor, nura baka baka konuşuyor. Yoksa Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı da abdest alıyordu, amma Resulullah Aleyhisselâm'ı görüyorlardı.
Onlar nurun karşısında idiler. O nur yetiyordu onlara. Ve fakat asırlar boyu o nurdan uzaklaşılmış, ortalık kararmış. Gelecek ümmet ise hem görmüyor, hem abdest alıyor. O nurdan uzaklaşmışlar amma, Ashâb-ı kiram'ın hayatını yaşıyorlar, Ashâb-ı kiram'a bitişmiş durumları var.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Amellerin efdali en güç olanıdır." buyuruyorlar. (Münâvî)
Bunun içindir ki bu sınıf bunlara verilmiştir.
Demek ki; "İhvanımız ise henüz gelmemiş olanlardır." buyurulan kimseler, bilhassa ikinci bin seneden sonra gelecek olan bu ümmet içinde Hâtem-i veli'ye tâbi olan ihvan topluluğudur; hususiyetle Bayraklılar. Çünkü cihad edenle etmeyen, evde oturan bir değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bir kimsenin; alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, tamamen siyah ve hiç alacası olmayan at sürüsü arasında kendi atını tanıyamaz mı?"
Beyanı ile bu zamanın karanlığını siyah atlara benzetmektedir. Ortalık o kadar kararacak ki, hiç beyaz yeri kalmayacak. Fakat o kararmış ortamda o beyazlığı, o nuru taşıyacak insanlar da bulunacak. Allah-u Teâlâ bu karanlık ortamda Hâtem-i veli'nin ihvanına öyle bir nur verecek ki, nurun alâ nur olacaklar.
Ashâbı dinde kardeş yolda arkadaştı. İhvanı ise dinde de kardeş, yolda da kardeş kabul etti. Faziletini siz düşünün!
Çünkü Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı zamanında güçlük vardı amma, destek aldıkları iki güç de vardı. Kur'an-ı kerim âyetleri an be an nâzil oluyordu. Her an için tecelliyât-ı ilâhî'ye mazhar idiler. Diğer taraftan Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru karşılarında idi. İçleri dışları nurlanıyordu. Onun terbiyesini görüyorlar, sohbeti ile müşerref oluyorlardı. Ahlâkı ile ahlâklanıp tabiatı ile tabiatlanıyorlardı. İlâhî hükümleri kaynağından öğreniyorlardı. O nur onlara yetiyordu, onları eğitiyor, terbiye ediyordu. Büyük bir mânevî destek vardı. Onlar gördüler, göre göre iman ettiler. Bakıyorlardı, yol alıyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm bu Din-i mübin'i onlarla kurdu, onlarla yaydı.
Şimdi ise aradan uzun bir zaman geçmiş bulunuyor. O nurdan uzaklaşılmış, ortalık tamamen kararmış, kapkara olmuş. Dünya kurulalıdan beri böyle bir fitne kopmadı.
Böyle olduğu halde, sonda gelenlerin bağlılıkları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı gibi olduğundan ötürü ona yaklaşmış ve bitişmiş durumda oldukları için, onların yakınlığı bunlara geçti. Aynı hayatı yaşadıkları için kardeş oluyorlar. Dereceleri çok yüksek.
İslâmiyet o zamanda garipti, şimdi de garip hâle geldiği için bu yakınlık husule geliyor.
Onlar o hayatı yaşadıkları gibi, bunlar da aynı hayatı yaşıyorlar ve diğer müslümanlara yaşatmaya çalışıyorlar. Bu güç zamanda Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile; bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhî hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Baştakilerle Sonrakilerin Birbirine Kavuşması:
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri birifşaatlarında şöyle buyuruyorlar:
Seniye ameli'ne ve ‘En ulu tecellî'ye göre, Peygamber'in sahâbesinden herhangi birkişiyi öne geçirmiş olan şey, sana has kılınan zamanda, senin ihvanın arasındada meydana gelince; senin zamanın onların zamanıyla birleşir ve artık onlarınyoldaşı cümlesinden olursun!"("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ"; s.18)
Dikkat ederseniz bu beyanlarında Ashâb'la ihvan mevzu ediliyor.
Kardeşler! Bu lâf işi değildir, bu bir lütuf işidir.
Bu ilâhî bir lütuftan ibarettir, aslâ şahsa âit değildir. Buradamurad-ı İlâhî anlatılıyor, Hâtem-i veli anlatılmıyor. Binaenaleyh siz ilâhîiradeye bakın, O'nun hükmüne, takdirine, taksimine dikkat edin, payınızadüşürene çok şükredin.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bizrahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz." (Yusuf: 56)
Allah-u Teâlâ onları bu lütfa mazhar eder.

Bidayetle,Nihayetin Birleşmesi:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Eyiman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yoldabulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Rivayete göre Ashâb-ı kiram'dan Ebu Sâlebetü'l-Haşenî-radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e buÂyet-i kerime'nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
"Yâ EbuSâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırıderecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiretüzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz birhâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!
Muhakkak kisizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneleriçerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan birkimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "YâResulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani ‘Sizden' kelimesi yanlışlıkla mıkullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır!Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcıbulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (EbuDâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
Bidayetle nihayetin birleşmesi mevzusunu hafife almayın,şaşmayın, hayret etmeyin. Ashâb-ı kiram'ın yüksekliğini tarif etmek mümkündeğildir. Amma bugünkü ihvanın derecesi de sizin bileceğiniz bir şey değildir.
Onlar her zaman için o nurun karşısında bulunuyorlardı, her anvahiyle mülâkî idiler. O nur yetiyordu onlara. Amma o nurdan bin dört yüz seneuzaklaşılmış, vahiy inmemiş, ortalık kararmış, amma vekili kalmış. Ona sıdk ilebağlı olan işte bu dereceye nâil oluyor.
Ashâb'la ihvan bir araya gelecek, yekvücud hâle gelecek. Ona neverdiyse ona da verecek. Onu nasıl yürütüyorsa onu da öyle yürütecek.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"İnsanınSübhân olan Rabb'i ile beraberliğini devam ettirmesinin ve O'nu görüpgözetmesinin mevcûdiyeti zevâle ermez. Nitekim Hakk onu gösterir; şeriat onaişaret eder ve onunla ilgili olarak, yıkım ve ölüm ibâresi içinde bir de duyumgelir. Bu ise öncüleri olan kişinin, onlardan (ilk devirdekilerden) yetmişkişinin ecriyle amel edeceği için, yapacağı amelle onları öne geçireceği veüstünleştireceği anlarla ilgilidir."
Hadis-i şerif'te elli buyuruluyor, görüldüğü üzere burada dayetmiş buyuruluyor. Onun tarifi mümkün değil, ilâhî lütuftan başka hiçbir şeyde değil.
Gerçek ihvanın bu zamanda kıymeti bu kadar artmış oluyor.
Seçkin seçkindir, ötekine hiçbir sözümüz yok. Lâkin seçkinseçkindir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-işerif'lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetimyağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdırbilinmez." (Tirmizî)
Görüyorsunuz ki o zamanla bu zaman bitişmiş oluyor.
Evvelkilerden murad "Asr-ısaâdet"tir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve "Hâtem-i velî" ile başlayaniman kurtarma ve cihad devresidir.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz:
"Hangisidaha hayırlıdır bilinmez." buyuruyor.
Bu mucize beyanı ile başta gelenlerle sonda gelenleri birbirinebitiştirmekle, "Ashâb" ile "İhvan"ı bir zincirin baklalarıhâline getirmektedir. Hepsi de aynı yolun yolcularıdır, hiç fark yok. Onlargöre göre inandılar. Bunlar görmeyerek aynı imana sahip oluyorlar.
Onlar öyle bir hâle gelecekler ki Allah-u Teâlâ'nın emir veyasaklarına uyacaklar, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniye'sinesarılacaklar ve aynı noktada Ashâb-ı kiram ile birleşecekler. O önde o arkada,amma burada birleşecekler. Bu öyle bir lütuftur ki, tarifi mümkün değil. İnsanbu lütfun değerini bilse sürünerek çalışır. Resulullah Aleyhisselâm'dan bindört yüz sene sonra da zuhura geldiği için, Ashâb-ı kiram'ın vazifesiniyaptıkları için, aynı onun hayatını yaşayacaklar, bir noktada birleşecekler.Allah-u Teâlâ bütün halkı kaldırdı, bu iki noktada topladı.
Yani bunun meziyetini tarif etmek mümkün değil. Bize ihlâslaubûdiyet, sadâkatle çalışma düşer. Bize düşen budur, ötesi O'na âittir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-işerif'in bir noktasında:
"Halktabakasını bırak!" buyuruyor.
Dikkat ederseniz Resulullah Aleyhisselâm Ashâb'la ihvanıbirleştirdi, halk gitti. Halk niçin nazar-ı itibara alınmıyor? O'nun rızâsıyolunda olmadığı için alınmıyor. O nur sahipleri nura kavuşunca halk nazar-ıitibara alınmıyor. Baştakiler nihayetiyle birleşti, "Ashâb" ile"İhvan" kaldı, halk gitti.
Ashâb" ile "İhvan"ın nazar-ı itibara alınması nekadar mühimdir. O zaman da halk vardı, bahsedilmiyordu, şimdi de halk var, yinebahsedilmiyor. Bunun sebebi Ahkâm'ı yaşamamalarıdır. Bu hâlât ihvanda kalacak,halktan kalkacak. Onun içindir ki ben halkla meşgul değilim. Ben kendimle veCenâb-ı Hakk'ın nasipdar ettiği nasipdarlarla meşgulüm.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde yeryüzü halkının çoğunundurumunun yoldan sapmış olduğunu haber vermektedir.
"Yeryüzündebulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar.
Onlar sadecezanna uyarlar ve yalandan başka söz de söylemezler." (En'âm: 116)
Ne inançlarında yakîn, ne ölçülerinde hakkâniyet, ne dekararlarında isabet bulunur. Bütün iş ve icraatlarında nefsânî arzu veheveslerine uyarlar. Şahsi takdir ve tahminlerini hüküm yerine koyarlar.
Mütebâki Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"SeninRabb'in kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ermiş olanları da eniyi bilen O'dur." (En'âm: 117)
Onları yolunda bulundurur, o yolda yürütür, her türlütehlikelerden muhafaza eder.
O öyle bir zamanda gönderildi ki; nice türemelerin ürediği,allahlık dâvâsında bulunan firavunların yine türediği, putların dikildiği,ilâhlık dâvâsında bulunulduğu, herkesin kendi bayrağını açtığı bir andagönderildi. İşte böyle bir zamanda Zühal yıldızı karanlığı delip geçtiği gibi,bu Siyah Bayraklılar da biiznillâh-i Teâlâ bu zulümâtı deldiler ve dağıttılar,nur-i ilâhîyi yaydılar. Allah-u Teâlâ indirdiği ilimle bunların hepsini yoketti. Hiçbir şey kalmadı, sadece isimleri kaldı. Bundan sonra Hazret-i Mehdigelecek, İsa Aleyhisselâm gelecek, amma bu türemeler olmayacak.
Resulullah Aleyhisselâm'ın yolu Ashâb'ın yolu ile bu yol veihvanın yolu birleşir, ötesi hükümsüzdür.
Bunun sebebi onun velâyetini Hâtem-i veli'ye, nübüvvetiniHazret-i Mehdi'ye, risâletini İsa Aleyhisselâm'a verdiği için burada merdivenbirleşmiş oluyor, sebepleri bunlardır. Zaten üç merdivenin mânâsı da budur.
Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki bu doğrudan doğruya birlütf-u ihsandır ve bu lütf-u ihsânı tarif etmek de mümkün değildir.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Bidayetle, Nihayetin Birleşmesi:


Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Rivayete göre Ashâb-ı kiram'dan Ebu Sâlebetü'l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bu Âyet-i kerime'nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani ‘Sizden' kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
Bidayetle nihayetin birleşmesi mevzusunu hafife almayın, şaşmayın, hayret etmeyin. Ashâb-ı kiram'ın yüksekliğini tarif etmek mümkün değildir. Amma bugünkü ihvanın derecesi de sizin bileceğiniz bir şey değildir.
Onlar her zaman için o nurun karşısında bulunuyorlardı, her an vahiyle mülâkî idiler. O nur yetiyordu onlara. Amma o nurdan bin dört yüz sene uzaklaşılmış, vahiy inmemiş, ortalık kararmış, amma vekili kalmış. Ona sıdk ile bağlı olan işte bu dereceye nâil oluyor.
Ashâb'la ihvan bir araya gelecek, yekvücud hâle gelecek. Ona ne verdiyse ona da verecek. Onu nasıl yürütüyorsa onu da öyle yürütecek.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"İnsanın Sübhân olan Rabb'i ile beraberliğini devam ettirmesinin ve O'nu görüp gözetmesinin mevcûdiyeti zevâle ermez. Nitekim Hakk onu gösterir; şeriat ona işaret eder ve onunla ilgili olarak, yıkım ve ölüm ibâresi içinde bir de duyum gelir. Bu ise öncüleri olan kişinin, onlardan (ilk devirdekilerden) yetmiş kişinin ecriyle amel edeceği için, yapacağı amelle onları öne geçireceği ve üstünleştireceği anlarla ilgilidir."
Hadis-i şerif'te elli buyuruluyor, görüldüğü üzere burada da yetmiş buyuruluyor. Onun tarifi mümkün değil, ilâhî lütuftan başka hiçbir şey de değil.
Gerçek ihvanın bu zamanda kıymeti bu kadar artmış oluyor.
Seçkin seçkindir, ötekine hiçbir sözümüz yok. Lâkin seçkin seçkindir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizî)
Görüyorsunuz ki o zamanla bu zaman bitişmiş oluyor.
Evvelkilerden murad "Asr-ı saâdet"tir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve "Hâtem-i velî" ile başlayan iman kurtarma ve cihad devresidir.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Hangisi daha hayırlıdır bilinmez." buyuruyor.
Bu mucize beyanı ile başta gelenlerle sonda gelenleri birbirine bitiştirmekle, "Ashâb" ile "İhvan"ı bir zincirin baklaları hâline getirmektedir. Hepsi de aynı yolun yolcularıdır, hiç fark yok. Onlar göre göre inandılar. Bunlar görmeyerek aynı imana sahip oluyorlar.
Onlar öyle bir hâle gelecekler ki Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarına uyacaklar, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniye'sine sarılacaklar ve aynı noktada Ashâb-ı kiram ile birleşecekler. O önde o arkada, amma burada birleşecekler. Bu öyle bir lütuftur ki, tarifi mümkün değil. İnsan bu lütfun değerini bilse sürünerek çalışır. Resulullah Aleyhisselâm'dan bin dört yüz sene sonra da zuhura geldiği için, Ashâb-ı kiram'ın vazifesini yaptıkları için, aynı onun hayatını yaşayacaklar, bir noktada birleşecekler. Allah-u Teâlâ bütün halkı kaldırdı, bu iki noktada topladı.
Yani bunun meziyetini tarif etmek mümkün değil. Bize ihlâsla ubûdiyet, sadâkatle çalışma düşer. Bize düşen budur, ötesi O'na âittir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'in bir noktasında:
"Halk tabakasını bırak!" buyuruyor.
Dikkat ederseniz Resulullah Aleyhisselâm Ashâb'la ihvanı birleştirdi, halk gitti. Halk niçin nazar-ı itibara alınmıyor? O'nun rızâsı yolunda olmadığı için alınmıyor. O nur sahipleri nura kavuşunca halk nazar-ı itibara alınmıyor. Baştakiler nihayetiyle birleşti, "Ashâb" ile "İhvan" kaldı, halk gitti.
Ashâb" ile "İhvan"ın nazar-ı itibara alınması ne kadar mühimdir. O zaman da halk vardı, bahsedilmiyordu, şimdi de halk var, yine bahsedilmiyor. Bunun sebebi Ahkâm'ı yaşamamalarıdır. Bu hâlât ihvanda kalacak, halktan kalkacak. Onun içindir ki ben halkla meşgul değilim. Ben kendimle ve Cenâb-ı Hakk'ın nasipdar ettiği nasipdarlarla meşgulüm.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde yeryüzü halkının çoğunun durumunun yoldan sapmış olduğunu haber vermektedir.
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar.
Onlar sadece zanna uyarlar ve yalandan başka söz de söylemezler." (En'âm: 116)
Ne inançlarında yakîn, ne ölçülerinde hakkâniyet, ne de kararlarında isabet bulunur. Bütün iş ve icraatlarında nefsânî arzu ve heveslerine uyarlar. Şahsi takdir ve tahminlerini hüküm yerine koyarlar.
Mütebâki Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Senin Rabb'in kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ermiş olanları da en iyi bilen O'dur." (En'âm: 117)
Onları yolunda bulundurur, o yolda yürütür, her türlü tehlikelerden muhafaza eder.
O öyle bir zamanda gönderildi ki; nice türemelerin ürediği, allahlık dâvâsında bulunan firavunların yine türediği, putların dikildiği, ilâhlık dâvâsında bulunulduğu, herkesin kendi bayrağını açtığı bir anda gönderildi. İşte böyle bir zamanda Zühal yıldızı karanlığı delip geçtiği gibi, bu Siyah Bayraklılar da biiznillâh-i Teâlâ bu zulümâtı deldiler ve dağıttılar, nur-i ilâhîyi yaydılar. Allah-u Teâlâ indirdiği ilimle bunların hepsini yok etti. Hiçbir şey kalmadı, sadece isimleri kaldı. Bundan sonra Hazret-i Mehdi gelecek, İsa Aleyhisselâm gelecek, amma bu türemeler olmayacak.
Resulullah Aleyhisselâm'ın yolu Ashâb'ın yolu ile bu yol ve ihvanın yolu birleşir, ötesi hükümsüzdür.
Bunun sebebi onun velâyetini Hâtem-i veli'ye, nübüvvetini Hazret-i Mehdi'ye, risâletini İsa Aleyhisselâm'a verdiği için burada merdiven birleşmiş oluyor, sebepleri bunlardır. Zaten üç merdivenin mânâsı da budur.
Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki bu doğrudan doğruya bir lütf-u ihsandır ve bu lütf-u ihsânı tarif etmek de mümkün değildir.

Hazret-i Ali -kerramallahu veche-
Efendimiz'in Büyük İfşaatı:

Ebu Tâlib el-Mekkî -kuddise sırruh- Hazretleri, Ali bin Ebî Tâlib -radiyallahu anh-in bir duâlarında şöyle buyurduğunu eserinde nakletmişlerdir:
"Allah'ım! Yeryüzünü ilâhî hücceti ayakta tutacak olan kimseden hâlî bırakma. Onların sayıları çok az, Allah katındaki değerleri ise çok yüksektir. Kalpleri en yüce yere bağlıdır. İşte onlar, kulları ve beldeleri içinde Allah'ın halifeleridir. Ah, onların yüzlerini görmeyi ne kadar çok isterdim!" (Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtu'l-Kulûb, c.1, s.134; Ebu Nuaym "Hilyetü'l-Evliyâ", c. 1, s. 79-80)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz, sonra da ağlamış ve ona karşı iştiyak duyduğunu söylemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne buyurduğu Hadis-i şerif'lerinin bir noktasında, bu topluluğu görmeye duyduğu iştiyakı açıkça dile getirmiş ve gözyaşı döküp ağlamışlardır:
"Ne mutlu onlara, ne mutlu onlara! Allah'ın, onlarla benim aramı birleştirmesini ne kadar çok isterdim!"
Ebu Tâlib el-Mekkî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kûtu'l-Kulûb" isimli eserinde Hazret-i Ali -kerremallâhu veche- Efendimiz'in ağladığı ve yüzlerini görmeyi arzuladığı, ilâhi hücceti ayakta tutacak olan zümrenin faziletini ve meziyetini tafsilatlı olarak açıklıyorlar:
"Ali -kerremallâhu veche-nin kendilerini özlediğini belirterek gözyaşı döktüğü o kimseler, daha önce Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- tarafından da özlenmişlerdir.
Zirâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu hususla ilgili olan Hadis'inde:
Kardeşlerimle buluşmaya öyle hasretim ki... Kardeşlerimi görmeyi ne kadar da isterdim! Onlar sizden sonra gelecek bir topluluktur.' buyurmuştur.
Bundan sonra da o, kardeşleri olarak zikrettiği kimselerin vasıflarını anlatmaya başlamıştır.
Onların ‘Kardeşler' diye tavsif edilmelerinin sebebi, kalplerinin peygamberlerin kalpleri üzere, ahlâklarının da imânın esaslarına dayanıyor olmasıdır."
"Âhiret âlimlerinden olan bir zâtın aklı, kalbinden gelen ilâhî nurlarla aydınlanır. Anlayışı, ilim ve müşâhadesinin istidlâlinden bilgilenir. Ahlâkı, sahip olduğu yakînî imânın sıfatlarıyla şekillenir. Gücü, yolu ve sülûku da, O'nun yolu ve sünneti üzeredir. İşte böylece de onun kardeşlerinden olmuştur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in görmeyi özlediği kimseler, aynı zamanda peygamberlerin de kardeşleridir.
İşte onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in de bir Hadis'inde buyurduğu gibi; halk içindeki gariplerdir.
O şöyle buyurmuştur:
‘İslâm garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak son bulacaktır. Ne mutlu gariplere!'
Denildi ki; ‘Onlar kimlerdir?'
Buyurdu ki:
‘Onlar o kimselerdir ki, insanların bozduğunu ıslâh ederler.'
Bu Hadis'in başka bir lâfzında ise şu ifadeler yer alır:
‘Onlar o kimselerdir ki, insanlar tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslâh ederler; öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler.'
Onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in insanlar tarafından bilinmeyen ve terkedilmiş olan yolunu tekrar ortaya çıkaracaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- başka bir rivâyette şöyle buyurmuştur:
‘Onlar benim sünnetime ve bugün sizin üzerinde bulunduğunuz yola sımsıkı sarılırlar.'
Bir diğer rivâyette ise şu ifâde geçmektedir:
‘Garipler, sayıları pek az olan sâlih kimselerdir. Sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğzeden ise çoktur. İşte onlar Allah-u Teâlâ'nın kendilerine nimette bulunarak, İlliyyûn'un en üst mertebesinde peygamberlere yoldaş kıldığı kimselerdir.'
Onlar, Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine lütufta bulunulan peygamberlere arkadaş olacaklardır." (Kûtu'l-Kulûb, c. 2, s. 50-51)
Ebu Tâlib el-Mekkî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu beyanları; âhir zamanda ilâhî hücceti ayakta tutacak zümrenin, fesad zamanında ıslah vazifesini yerine getirecek "Garipler"in ve Hadis-i şerif'lerde kardeşler diye vasıfları zikredilen aynı kimseler olduklarını tasdik etmektedir.
Bu fazilet ve meziyet her ne kadar o topluluğa ait gözükse de, aslında şahıstan umuma doğru gidiyor. Bütün fazilet, bütün meziyet tek bir şahsa verilmiş, ondan etrafındakilere de sirayet ediyor.
Evliyâullah Hazerâtı "Hâtemü'l-velâye" olan bu zâta gıpta ettikleri gibi, bu zümreden olmayı da arzu etmiş ve bunu açıkça dile getirmişlerdi.
Nitekim âhir zamana yakın bir dönemde yaşayan İsmail Hakkı Bursevi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin şu sözleri bunun açık bir delilidir:
"Ey mümin!
Hakk Teâlâ'nın bizi âhir zamana te'hir etmesi, her yönüyle bize nazar etmesindendir. Zira yardımcımız az, düşmanımız çok olduğu cihetten, dinimizde sebâtımıza göre şehitlerin ecirlerini buluruz; Hadis'te de sabit olduğu üzere, Resulullah'ın ihvanı oluruz ve âkıbetimiz hayırlı, sonumuz ise en büyük saâdet olur. Zira fesad neticesinde ıslâh ile netice vermek gerekir ki, hakiki mertlik de budur." (Kitâbu'n-Netice; Genel: 506, 18[SUP]a[/SUP] yaprağı)
İşte âhir zamanda Resulullah Aleyhisselâm'ın bozulmuş olan sünnetini ıslâh eden, öldürülmüş olan sünnetini de ihyâ eden "Peygamber Vekili"nin ve ihvanının, ind-i İlâhî'deki kıymet ve üstünlüklerinin bu derece yüksek olmasının sebebi budur.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Hazret-i Ali -kerramallahu veche-
Efendimiz'in Büyük İfşaatı:



Ebu Tâlib el-Mekkî -kuddise sırruh- Hazretleri, Ali bin EbîTâlib -radiyallahu anh-in bir duâlarında şöyle buyurduğunu eserindenakletmişlerdir:
"Allah'ım!Yeryüzünü ilâhî hücceti ayakta tutacak olan kimseden hâlî bırakma. Onlarınsayıları çok az, Allah katındaki değerleri ise çok yüksektir. Kalpleri en yüceyere bağlıdır. İşte onlar, kulları ve beldeleri içinde Allah'ın halifeleridir.Ah, onların yüzlerini görmeyi ne kadar çok isterdim!" (Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtu'l-Kulûb, c.1, s.134; Ebu Nuaym"Hilyetü'l-Evliyâ", c. 1, s. 79-80)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz, sonra da ağlamış veona karşı iştiyak duyduğunu söylemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ebu Hüreyre-radiyallahu anh- Hazretleri'ne buyurduğu Hadis-i şerif'lerinin bir noktasında,bu topluluğu görmeye duyduğu iştiyakı açıkça dile getirmiş ve gözyaşı döküpağlamışlardır:
"Nemutlu onlara, ne mutlu onlara! Allah'ın, onlarla benim aramı birleştirmesini nekadar çok isterdim!"
Ebu Tâlib el-Mekkî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kûtu'l-Kulûb" isimlieserinde Hazret-i Ali -kerremallâhu veche- Efendimiz'in ağladığı ve yüzlerinigörmeyi arzuladığı, ilâhi hücceti ayakta tutacak olan zümrenin faziletini vemeziyetini tafsilatlı olarak açıklıyorlar:
"Ali-kerremallâhu veche-nin kendilerini özlediğini belirterek gözyaşı döktüğü okimseler, daha önce Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- tarafından daözlenmişlerdir.
ZirâResulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu hususla ilgili olan Hadis'inde:
Kardeşlerimle buluşmayaöyle hasretim ki... Kardeşlerimi görmeyi ne kadar da isterdim! Onlar sizdensonra gelecek bir topluluktur.' buyurmuştur.
Bundansonra da o, kardeşleri olarak zikrettiği kimselerin vasıflarını anlatmayabaşlamıştır.
Onların‘Kardeşler' diye tavsif edilmelerinin sebebi, kalplerinin peygamberlerin kalpleriüzere, ahlâklarının da imânın esaslarına dayanıyor olmasıdır."
"Âhiretâlimlerinden olan bir zâtın aklı, kalbinden gelen ilâhî nurlarla aydınlanır.Anlayışı, ilim ve müşâhadesinin istidlâlinden bilgilenir. Ahlâkı, sahip olduğuyakînî imânın sıfatlarıyla şekillenir. Gücü, yolu ve sülûku da, O'nun yolu vesünneti üzeredir. İşte böylece de onun kardeşlerinden olmuştur.
Resulullah-sallallahu aleyhi ve sellem-in görmeyi özlediği kimseler, aynı zamandapeygamberlerin de kardeşleridir.
İşteonlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in de bir Hadis'inde buyurduğugibi; halk içindeki gariplerdir.
O şöylebuyurmuştur:
‘İslâm garipolarak başladı, başladığı gibi garip olarak son bulacaktır. Ne mutlugariplere!'
Denildiki; ‘Onlar kimlerdir?'
Buyurduki:
‘Onlar okimselerdir ki, insanların bozduğunu ıslâh ederler.'
BuHadis'in başka bir lâfzında ise şu ifadeler yer alır:
‘Onlar okimselerdir ki, insanlar tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslâh ederler;öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler.'
OnlarResulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in insanlar tarafından bilinmeyen veterkedilmiş olan yolunu tekrar ortaya çıkaracaklardır.
Resulullah-sallallahu aleyhi ve sellem- başka bir rivâyette şöyle buyurmuştur:
‘Onlar benimsünnetime ve bugün sizin üzerinde bulunduğunuz yola sımsıkı sarılırlar.'
Bir diğerrivâyette ise şu ifâde geçmektedir:
‘Garipler,sayıları pek az olan sâlih kimselerdir. Sâlih olmayan bir topluluk içindeyaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğzeden iseçoktur. İşte onlar Allah-u Teâlâ'nın kendilerine nimette bulunarak, İlliyyûn'unen üst mertebesinde peygamberlere yoldaş kıldığı kimselerdir.'
Onlar,Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine lütufta bulunulan peygamberlere arkadaşolacaklardır." (Kûtu'l-Kulûb, c. 2, s.50-51)
Ebu Tâlib el-Mekkî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu beyanları;âhir zamanda ilâhî hücceti ayakta tutacak zümrenin, fesad zamanında ıslahvazifesini yerine getirecek "Garipler"inve Hadis-i şerif'lerde kardeşler diye vasıfları zikredilen aynı kimselerolduklarını tasdik etmektedir.
Bu fazilet ve meziyet her ne kadar o topluluğa ait gözükse de,aslında şahıstan umuma doğru gidiyor. Bütün fazilet, bütün meziyet tek birşahsa verilmiş, ondan etrafındakilere de sirayet ediyor.
Evliyâullah Hazerâtı "Hâtemü'l-velâye"olan bu zâta gıpta ettikleri gibi, bu zümreden olmayı da arzu etmiş vebunu açıkça dile getirmişlerdi.
Nitekim âhir zamana yakın bir dönemde yaşayan İsmail HakkıBursevi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin şu sözleri bunun açık bir delilidir:
"Eymümin!
HakkTeâlâ'nın bizi âhir zamana te'hir etmesi, her yönüyle bize nazar etmesindendir.Zira yardımcımız az, düşmanımız çok olduğu cihetten, dinimizde sebâtımıza göreşehitlerin ecirlerini buluruz; Hadis'te de sabit olduğu üzere, Resulullah'ınihvanı oluruz ve âkıbetimiz hayırlı, sonumuz ise en büyük saâdet olur. Zirafesad neticesinde ıslâh ile netice vermek gerekir ki, hakiki mertlik debudur." (Kitâbu'n-Netice;Genel: 506, 18[SUP]a[/SUP] yaprağı)
İşte âhir zamanda Resulullah Aleyhisselâm'ın bozulmuş olansünnetini ıslâh eden, öldürülmüş olan sünnetini de ihyâ eden "PeygamberVekili"nin ve ihvanının, ind-i İlâhî'deki kıymet ve üstünlüklerinin buderece yüksek olmasının sebebi budur.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Mühim Bir Hadis-i Şerif:


Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün bir kısım insanlardan bahsetmiş, vasıflarını beyan buyurmuş; sonra da onlara: "Allah'ım, onları koru! Muhalefet edenlere karşı onlara yardım et! Kıyamet gününde gözümü onlarla aydınlat!" diye duâ etmiş ve akabinde şu Âyet-i kerime'yi okumuştu:
"İyi bilin ki Allah'ın velî kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." (Yunus: 62)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in özellikle duâ edip; "Gözümü onlarla aydınlat!" buyurduğu, korku duymayan, mahzun olmayan bu insanlar kimdi?
Onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın kavuşmak için iştiyak duyduğu kimselerdir. Bir gün onlara olan iştiyakını Ebu Zerr -radiyallahu anh- ve beraberindekilere haber vermeyi murat ederek şöyle anlatmıştı:
"Allah güzeldir, güzeli sever. Benim neden hüzünlendiğimi, ne düşündüğümü, neyi özlediğimi biliyor musun ey Ebu Zerr!" diye sormuştu.
Onlar da:
"Hayır, bilmiyoruz yâ Resulellah! Bize niçin gamlandığını, neyi düşündüğünü anlatır mısın?" diyerek cevap verdiler.
Resulullah Aleyhisselâm bir "Ahh!" çekti;
"Benden sonra gelecek kardeşlerimi özledim!" buyurdu ve özelliklerini bir bir sıraladı:
"Onlar peygamberlere benzerler. Şehit mertebesindedirler. Sadece ve sadece Allah rızâsı için baba ve kardeşlerinden uzak kalırlar. Yine Allah için malın peşinde koşmayı da terk ederler. Mütevazidirler, nefislerini hor ve hakir görürler. Şehvetlerine meftun olmaz, fani dünyanın şaşasına iltifat etmezler. Allah sevgisiyle Allah'ın evlerinden bir evde gamlı ve mahzun bir şekilde toplanırlar. Kalpleri ve ruhları bütünüyle Allah'a bağlıdır. Allah onları bilir. Onlardan biri hastalandığında sabrı sebebiyle bir sene nafile ibadetten çok sevap kazanır."
Bu yetmez mi bir mahlûka?
Nitekim bu Hadis-i şerif'in:
"Kalpleri ve ruhları bütünüyle Allah'a bağlıdır." cümlesini Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şerhetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Onlar, kalpleri O'ndan gayrı her şeyden uzaklaşıp, tek bir kalp gibi birbirine bağlanmaları nedeniyle birleşip böyle olmuşlardır." ("Hâtmü'l-Evliyâ", 9. Bölüm)
Ebu Zerr -radiyallahu anh- ve arkadaşları hayli merak içindeydiler. İştiyakla dinleyip, anlatmaya devam etmesini istediler.
Resulullah Aleyhisselâm onların diğer vasıflarını da anlatarak şöyle buyurdu:
"Onlar gamlandıklarında her nefesine bir derece verilir.
Onlardan bir tanesinin tesbihi dağlar kadar altını tasadduk eden kimsenin kazandığı sevaptan daha fazladır.
Onlardan birine bakman, Kâbe'ye bakmandan daha sevimlidir. Onun sevindirdiği, Allah'ın sevindirdiği kimse gibidir.
Onların yanına günahkâr bir topluluk da otursa, rahmeti gereği Allah onları affetmeden bırakmaz.
Ey Ebu Zerr! Onların gülmeleri ibadet, şakalaşmaları tesbih, uykuları sadaka hükmündedir. Allah onlara günde yetmiş kere nazar eder. Ben işte onlara müştakım ey Ebu Zerr!" (Sarı Abdullah Efendi, "Semerâtü'l-Fuad" s. 82)
Ne büyük bir devlet, lütuf, ihsan ve ikrâm-ı ilâhi... Hamd-ü senâlar olsun!
Daha sonra Resulullah Aleyhisselâm saçlarını bitkin bir şekilde düzeltti. Başını kaldırdığında ağlamaktaydı. Gözyaşları inci taneleri gibi dökülüyordu. Bir kere daha "Allah!" deyip: "Onları özledim, onlara kavuşmak istiyorum!" buyurdu;
"Gözümü onlarla aydınlat!" diyerek duâsını tekrar yaptı ve:
"İyi bilin ki Allah'ın velî kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." (Yunus: 62)
Âyet-i kerime'sini bir kez daha okudu.

:


 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
MUHTEREM ÖMER ÖNGÜT -kuddise sırruh- EFENDİ HAZRETLERİ'NİN
AHİRET HAYATININ ÜSTÜNLÜĞÜNE VE GÜZELLİĞİNE, ORASI İÇİN HAZIRLANMAK GEREKTİĞİNE DAİR
ESERLERİNDE VE SOHBETLERİNDE GEÇEN BEYANLARI

Gönüllerde Vefat Etmeyeceğim:

Bizim için gitmekle kalmak arasında hiç fark yoktur. Niçin? O'nunla mısın? Dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennette de O'nunlasın. İşte bu sebeple onun yaşamasıyla ölümü arasında hiçbir fark yoktur. Dünyada da O'nunla, ahirette de O'nunla, Hazret-i Allah ile olana ölüm yok.
Biz gayet rahat, serbest ve ferahız. Niçin? Sahib'im yeter bana. O'nun sahip çıkması benim için en büyük servettir. Benim Sahib'im beni dilediği kadar tutacak ve dilediği zaman çekecek. Çünkü az sonra Hazret-i Mehdi'yi gönderecek.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Ölen kişi Allah'a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti var." (Vâkıa: 88-89)
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif'ler vardır.
O kişiye Âyet-i kerime'deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ'ya ulaşmak ister. Allah-u Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar.
"Eğer sağcılardan ise; 'Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!' denir." (Vâkıa: 90-91)
Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemal-i meserretle alır ve rahatlar, dostluğun ünsiyetini hisseder.
Vefat etsem de gönüllerde vefat etmeyeceğim. Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri'de; "Benim kabrime gelen toprak taş görür amma kalbinde yaşarsan kabrime gelmeye lüzum yok" buyuruyor.
Yani her zaman yanındasın.
Bir gün Yuşa Aleyhisselâm'ın yanındayım, sizi nereden ziyaret edeyim dedim. "Gönlünden et!" dedi. Peki dedim. Onun için ziyaret gönülle, muhabbetle kaim.
Kâmil insanların ölmediğini ve Rabb'imizin onları her şeyden haberdar ettiğini bilmemiz lâzımdır.
Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri; "Ölenler hayvan imiş, aşıklar ölmez" buyuruyorlar.
Bu bakımdan ehl-i kemâl insanların ziyaret edilmesinden büyük kârlar husule gelir, oradan boş dönülmez. En güzel ziyaret gönülle yapılandır. Uzaklık, yakınlık fark etmez...
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:
"Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir." ("Kitâb'ün-Netice"; cilt: 1, sh: 436)
Bununla şunu demek istiyor: O öyle bir tecelliyât-ı ilâhiye mazhar olmuş ki; kim ki o tecelliyata yönelirse istifade eder, her kim ki meylederse o tecelliyatın ziyasına nail olur. Hayatta olsun vefatta olsun.
Bunun da sebebi; varlığı ifna edildiği için…
Hazret-i Allah içinde olduğu zaman vücud elbisesi de o nurdan nur alır. Vücud elbisesi nur olursa, kefeni de nur olur. Kefeni nur olursa kabri de nur olur. "Nûrun alâ nûr" olduğu zaman artık o, ne ölür ne de çürür.
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuştur:
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun alâmetlerindendir." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206[SUP]a[/SUP]-206[SUP]b[/SUP])
Allah-u Teâlâ onu kullanacak, ruhaniyyet iş görecektir. Tasarrufu devam edecektir. Kınından çıkmış kılıç gibi olacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Allah-u Teâlâ toprağa peygamberlerini çürütmesini haram etmiştir." (İbn-i Mâce, Ahmed bin Hanbel, Nesâi)
Peygamberler kendi kabirlerinde onlara özgü bir hayat ile yaşamaktadırlar. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mirac'a çıkarken Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ı kabrinin yerinde namaz kılarken gördüğünü beyan etmiştir.
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde ise;
"Öldükten sonra da hayatta olduğum gibi bilirim ve anlarım." buyurmaktadırlar. (Deylemi)
Peygamberlerin ve onların vekillerinin naaşları Allah tarafından korunmaktadır. Niçin? Nur oldukları için.
Peygamber Efendilerimiz'in, Ashâb-ı kiram'ın, Evliyâullah Hazerâtı'nın, bil cümle sâlihlerin kabirleri ziyaret edildiğinde, ziyaret edilen kabir ehli düşünülür, çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Sâlihler düşünüldüğü zaman, Allah-u Teâlâ merhamet eder."
Allah-u Teâlâ, onları düşünene merhamet ediyor. Merhamet ettiği kulunun duâsını kabul buyuruyor.

Ahiret Dünyadan Çok Hayırlı:
Bizi bazen ahirete alırlar, oraya gidip geliriz. Orası o kadar güzel ki tarifi mümkün değil.
Bir gün Ashâb-ı kiram Efendilerimiz'in kabirlerini seyrediyordum! Bu esnada beni aldılar, ahirete götürdüler. Çıkardıkları yerde kimse yok, tenha. Bir çeşme var, havuz var. Şöyle baktım; birkaç kişi var ve hemen indiğim yere toplandılar, halk birikti. Orada etrafta namütenahi güzellikler vardı. Bize sordular: Nereye gitmek istersiniz? "Nereye gidelim!" dedim. "Sen nereye istersen, senin için her yer serbest!" dediler, sorduğumdan utandım. Allah Allah... Allah râzı olsun. "O zaman beni Resulullah'ın yanına götürün" dedim. Oradaki gidiş bir an, bir an... Makam-ı Mahmud çok yüksek. İndiğim yerle orası çok uzak. Bir anda oraya götürdüler ve Resulullah Efendimiz'in yanına gittik.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle ortada ayakta duruyordu. Seyrettiğim Ashâb-ı kiram da ayakta kenarda böyle duruyorlardı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'ı göstererek:
"Sen bunların taşlarını seyrettin. İşte bunlar burada hayatta, ayakta, hepsi canlı" dedi.
Ben onların türbelerini seyrediyordum. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Bak o baktıkların taşlar resimdi, işte buradalar, hepsi canlı..." dedi.
Az evvel Ashâb-ı kiram'ın filmlerini seyrediyorduk, bu halden sonra bu hâl zuhur etti.
Hemen birkaç kişi birikti, nereye gidelim; "Nereye istersen!" dediler. Allah Allah, Allah Allah, musarrah kılmış Cenâb-ı Hakk. Orası buradan çok güzel... Orası çok güzel, çok çok çok güzel... Bir hayat var, bir hava var, bir rahatlık var, bir huzur var, sonsuz bir hayat...
Hülasâ-i kelâm ahiret dünyadan çok hayırlı...
Âyet-i kerime'de:
"Andolsun ki senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır." buyuruluyor. (Duhâ: 4)
Bu Âyet-i kerime orada tecelli ediyor. Hayat orada var.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Elbette biz onları cennetten âlî köşklere yerleştiririz." (Ankebût: 58)
"Fakat Rabb'lerinden korkanlar için üstüste bina edilmiş odalar var, odaların altından da ırmaklar akmaktadır." (Zümer: 20)
Allah-u Teâlâ cennette hem kişiye özel hem de herkesin faydalanabileceği havuzlardan, pınarlardan bahsetmektedir.
Âyet-i kerime'de; "Altından ırmaklar akar." (Ra'd: 35)
Buyuruyor ya, amma o ırmağa aklınız ermeyecek, ben o ırmağı gördüm.
Yine bir vakit oraya çıkardılar, bir köşke aldılar. Amma ne köşk, her şey var.
Köşkün altında havuzları var. Özel bir köşk, muhafızları var. Biraz sonra kapı çaldı, kapıdaki bekçilerle konuşurlarken; alın onu, tanıdığım o benim dedim. Köşkün her tarafı cam, içerisi görünmüyor amma içeriden dışarısı görünüyordu. Sonra; "Gidelim!" dediler, kalayım dedim, bırakın beni; "Daha vakit gelmedi!" dediler. Elhamdülillâh. Amma hayat orası. Bunu bilin, hayat orada var.
Bu sözü söylüyorum; sakın öleceğim diye korkmayın, telâş etmeyin severek gidin, orada yabancılık çekilmiyor.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Şüphesiz ki cennetlikler, üzerlerindeki köşk sahiplerini sizin doğu ve batı ufkunda kavuşmakta olan parlak yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Çünkü aralarında fark vardır."
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Bunlar peygamberlerin yerleridir. Başkaları onlara ulaşamaz." deyince buyurdular ki:
"Bilâkis!.. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onlar Allah'a iman eden ve peygamberleri tasdik eden birtakım adamlardır." (Müslim: 2831)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de de veli kulları hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Allah-u Teâlâ onları dünya ve cennet için yaratmamıştır. Kendisi için yaratmıştır. Onlar Hazret-i Allah'a Hazret-i Allah ile bakar, Hazret-i Allah'ın nuru ile Hazret-i Allah'ı görür. Çünkü Hazret-i Allah kendi nuru ile onlara gösteriyor. Bunlar gözle, ilimle bilinecek işler değil.
Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ'nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var, onlara kavuşmak için ne kadar arzusu var? Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Onlara düşmanlık ise Allah-u Teâlâ ile harp etmek demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünyada da muhakkak bir cennet vardır. Onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennet mârifetullahtır." buyurmuştur.
Biz bunu gönül cenneti diye vasıflandırıyoruz, bu hayat her şeyin fevkindedir.
Bunun da sırrı; onlar ruhaniyetiyle Allah-u Teâlâ'ya bağlıdır, diğer insanlar cismaniyetiyle Allah-u Teâlâ'ya bağlıdır. Hem O'nu sever, hem cenneti sever, huriyi sever, gılmanı sever...
Fakat ruh ile aşık olan yalnız O'nu sever. Onun aklına ne huri gelir, ne gılman gelir. O Hakk ile olmayı, O'nunla hemhâl olmayı, O'na ibadet etmeyi, O'nunla yaşamayı sever.
Onlarda başka arzu yaşamaz. Onların arzusu Allah'tır. Cenâb-ı Hakk'ın arzusu da onlardır.
Bir gün bir mânâ gösterdiler.
Bir köşkün içindeyim. İki oda seyrediyorum, kapıları yok yuvarlakları var. Amma nasıl ziynet var. Yani ikinci bir şey alıp oraya koyacak durumda değilsin. O kadar muhteşem, dayalı döşeli iki oda seyrettim. Birisi daha büyük, birisi daha uzun, kapıları böyle yuvarlak ama kapıları yok. Şöyle baktım, Allah Allah olsa olsa dedim, bu cennet-i âla'nın köşklerinin hülâsası.
Orası ayrı bir âlem. Ölümden korkmayın, ihvan ölümden korkmaz, severek gider. Allah'ım iman ile gitmeyi ikram buyursun.

Hayatta da Olsa, Kabirde de Olsa:
Bir kız kime gideceği belli değil ama çeyizini hazırlıyor. Ama bizim gideceğimiz muhakkak, çeyiz hazırlamamız lâzım. Bu da ihlâslı ibadetle olur. Kimseye muhtaç olmayalım, kimseye yük olmayalım.
Ölümden sakın korkmayın! Yalnız hazırlığınız çok olsun. Oranın hayatı bambaşka. Ahiret vallahi daha hayırlı, orası çok güzel, o hayatı gördüm ve yaşadım.
Onun için oranın hayatı bambaşka, çok güzel. Orada konuşuluyor, görüşülüyor, serbest olanlar çıkıyor, gidiyor. Ahiret hayırlı ve orası çok güzel, gönül oraya gitmek istiyor.
Âyet-i kerime'de:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." buyuruluyor. (Duhâ: 4)
Biz o hayata aşinayız; hayat vefat hiç fark etmez. Yalnız Sahib'im nasıl murat ederse...
Biz Cenâb-ı Hakk'ın kudret elindeyiz. Bütün arzum Sahib'ime bağlılık. O nasıl isterse, O nasıl hükmederse benim arzu ve isteğim bu oluyor.
İnsan olarak ölebilmek, insan-ı kâmil olarak ölebilmek, sıddık olarak ölebilmek. Bunlar için ölüm yok.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Müminler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar."
Mümin-i kâmil olanlar ise ayrıdır.
Bir kümesten bir saraya gider. Oranın saraylarının ker***leri altın ve gümüşten, inciden olan da var. İşte ruhu'l-hakiki tekâmül ettiği zaman, bu hale erdiği zaman o insan ölmüyor buna hayat-ı ebedî denir. Yalnız kuş kafesteydi çıkamıyordu. Uçtu, makam-ı asliyesine gitti. Kafesi bile unuttu. Çünkü o kafeste yerleşmişti. Nefisle mücadele ediyordu. Ona galebe çaldı. Vücut her daim ihtimal vermedi. Niçin? Makam-ı asliyesi çok güzeldi oraya uçtu.
İnsanda ruhu'l-hakiki öyle bir yükseliyor ki, melekleri dahi geçebiliyor. Melekler ona hayran.
Kabir bir perdeden ibarettir. Biz onları göremediğimiz için "öldü", "çürüdü" deriz. Halbuki onlar alem-i berzahta mükemmel bir hayat sürerler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz." (Keşfül-Hafâ)
O ölmüş amma, ruhu ve ruhâniyeti ölmemiştir, askerleri de ölmemiştir. On kişi, yirmi kişi, kırk kişi istimdat etse, Allah-u Teâlâ'nın izniyle muradlarına erdirir.
Çünkü ölmediler. "İstimdat et, yardım edecek, cevap verecek sana." buyuruyor. Niçin? Ölmediği için. Elbise öldü, amma ruhâniyet ölmedi.
"O Lâtif'tir, Habir'dir." (En'âm: 103)
Lâtif olan, Habir olan Allah-u Teâlâ; bütün işlerin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır. O ruhâniyeti dilediği şekilde hareket ettirir, O ruhâniyeti her şeyden haberdar eder.
Bütün bunlar senden sana yakın olan Allah-u Teâlâ'nın tecellileridir. O ruhâniyet bütün bu işlere vâkıftır. Kabirde de, mahşerde de böyledir. İstedikleri zaman, istedikleri şekilde böyle yetişirler.
Kabir ehlinden nasıl istimdat edilir? Ruhu alınmış, kabre konmuş, böyle bir kimseden nasıl yardım istenir? Ruh alınmış amma, diğer insanlarda bulunmayan yalnız onda bulunan iki ruh vardır. Ruh gitti, Allah-u Teâlâ'nın takviye ettiği ruhâniyet kaldı. Kudsî ruh bu işi yapıyor. İstimdat edenlere yetişen işte bu ruhâniyettir. Hayatta da olsa, kabirde de olsa yardım isteyenlerin yardımına yetişir.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
"Başınıza Gelen Herhangi Bir Musibet, Kendi Ellerinizle İşledikleriniz Yüzündendir. O Yine de Çoğunu Affeder."(Şûrâ: 30)
"Zamanınızdan Şikayetinize Sebep Olan Şeyler, Amellerinizin Bozukluğundandır."(Beyhaki)
"Allah'tan Mağfiret Dile. Çünkü Allah Çok Bağışlayıcı ve Çok Merhamet Edicidir."(Nisâ: 106)
"Allah Tevbe Edenleri Sever."(Bakara: 222)
"Her Kim İstiğfara Devam Ederse, Allah-u Teâlâ O Kimseyi Her Darlıktan Kurtarır, Her Sıkıntısına Bir Ferahlık Verir ve Onu Hiç Ummadığı Yerden Rızıklandırır."(Ebu Dâvud)

TEVBEYE DAVET

Kula düşen şudur: Hazret-i Allah'a muhtaç olduğunu bilecek, O'ndan isteyecek, O'na sığınacak, O'na yalvaracak, O'na boyun bükecek, gözyaşı dökecek, O'nu bilecek başka bir şey bilmeyecek.
Şeytan işini kadere havale etti, kâfir oldu. Âdem Aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk'a sığındı, Cenâb-ı Hakk da onu affetti.
Kul; bütün iyiliklerini Hazret-i Allah'tan bilecek, kötülüklerini ise nefsinden. Kim böyle yaparsa şu Âyet-i kerime'deki ilâhî lütfa mazhar olur:
"Onlar Allah'ın öyle kullarıdır ki, çirkin bir günah işledikleri yahut nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı zikrederek hemen günahlarının affedilmesini isterler. Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir?
Bir de onlar işledikleri günah üzerinde bilip dururken ısrar etmeyenlerdir."
(Âl-i imrân: 135)Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz masum oldukları halde ibadet ettiler. Aşere-i mübeşşere, cennetle müjdelendikleri halde ibadetten bir an bile geri kalmadılar. Daima korku ve ümit arasında bulunmak çok faydalıdır. Korku gafletten uyandırır, kötülüklerden uzaklaştırır. Ümit ise insana mânevi destek verir. Allah'tan korkan kimse heva ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur."Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince,
şüphesiz ki cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır."
(Nâziât: 40-41)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde sonsuz rahmetinden, engin merhametinden ötürü bizi tevbeye davet etmektedir:
"Allah'tan mağfiret dile. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." (Nisâ: 106)
Günahlardan tevbe etmek ve Allah-u Teâlâ'nın affını niyaz etmek kurtuluş kapısı olduğu gibi dünyadaki sıkıntı ve darlıklardan da kurtulmanın anahtarıdır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- dan rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Her kim istiğfara devam ederse, Allah-u Teâlâ o kimseyi her darlıktan kurtarır, her sıkıntısına bir ferahlık verir ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır." (Ebu Dâvud)
Eğer af ve mağfiretimiz için yüzümüzü Hazret-i Allah'a döner, acizliğimizi itiraf ile istiğfara devam edersek Allah-u Teâlâ musibetleri kaldırır, rızık ve bereket indirir. Kendimiz için de böyledir, içinde yaşadığımız topluluk için de böyledir, memleketimiz için de böyledir, umum ümmet için de böyledir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- halkla beraber üç gün yağmur duâsına çıkmış, istiğfardan başka bir şeyle meşgul olmamıştır. Ashâb-ı kiram'dan bazıları "Yâ Ömer! Biz buraya rahmet duâsına geldik, sen rahmet duâsı ile meşgul olmadın!" dediklerinde "Ben semânın yağmur damarlarıyla duâ ettim." buyurmuş ve Nuh Aleyhisselâm'ın kavmine söylediği sözleri beyan eden Âyet-i kerime'leri okumuştur.
Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin küfürde uzun zaman inat ve ısrar etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ onları kıtlıkla mübtelâ kıldı. Çok sıkıntılar çektiler, malları ve hayvanları helak oldu, kadınlar kısırlaştı.
Nuh Aleyhisselâm onlara öğütlerde bulundu:
"Rabb'inizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!
Size ne oluyor ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?" (Nuh: 10-11-12-13)
Yağmur duâsında istiğfar etmek de bundan dolayı meşru olmuştur.
Hûd Aleyhisselâm da kavmini tevbe ve istiğfara dâvet etmişti:
"Ey kavmim! Rabb'inizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkâr olarak yüz çevirmeyin." (Hûd: 52)
Felaketleri durdurtacak bir tek şey varsa, Allah-u Teâlâ'ya yönelmek ve nasuh bir tevbe ile tevbe etmektir.
Yunus Aleyhisselâm'ın kavmi dışında; inkâr ettikleri yoldan çıktıkları halde, başlarına gelecek azabın belirtilerini görünce tevbe etmiş ve affedilmiş, azaptan kıl payı kurtulmuş bir kavim yoktur.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"(Azap geleceği vakitte) iman edip de imanı kendisine fayda sağlayan bir memleket halkı varsa, şüphesiz ki Yunus'un kavmidir.
İman ettiklerinde kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada faydalandırdık." (Yunus: 98)
Allah katında bir kavmin helâk edilmesine dair hüküm çıktıktan sonra iman etmenin ve yalvarmanın hiçbir faydası olmadığı, inen hiçbir azap geri alınmadığı halde; onların bu yeis halindeki imanları hüsn-ü kabul görmüş, ümitsizlik halinde yaptıkları tevbeleri makbul olmuş, azap üzerlerine sarkıtıldıktan sonra kaldırılmıştır. Şayet iman edip tevbe etmemiş olsalardı, cezalarını bulacaklardı.
Hazret-i Allah kendisine yönelindiği, kapısına gelindiği vakit azabı kaldıracağı, affedeceği gibi; iman etmeyen, kendisine yönelmeyenleri, asi olanları da azap etmeye kâdirdir.
"Eğer o ülkelerin halkı inansalardı ve bize karşı gelmekten sakınsalardı; elbette onlara göğün ve yerin bolluklarını verir, bereketler açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları yaptıklarına karşılık yakalayıverdik." (A'raf: 96)
Günahlardan tevbe etmekle darlık ve sıkıntıdan insanların kurtulabileceğine, nimetlere şükretmekle bolluk ve genişliğin devam edip artacağına inanmadılar. Bütün helâk edilen milletler bu şekilde müstehak olarak helâk edildiler.
Allah-u Teâlâ bu âkıbete uğramamak için bizi tevbe ve istiğfara davet etmektedir:
"Rabb'inizden mağfiret dileyiniz ve O'na tevbe ediniz ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin." (Hud: 3)
Günahlarınızdan dolayı Rabb'inizin affını ister, samimiyetle tevbe eder, Rabb'inize yönelerek ve O'na itaat etmek suretiyle tevbenize dosdoğru devam ederseniz; bu dünyada size geniş rızık ve müreffeh bir hayat sağlar.
Bu Âyet-i kerime'lerde tevbe ve istiğfarın her şeyin husûlüne vesile olduğu bildirilmektedir.
Hadis-i kudsî'de de Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi, onları geceleyin yağmurlarla sular, gündüzleri üzerlerine güneş doğdurur ve onlara gök gürültüsü işittirmezdim." (Ahmed bin Hanbel)
Emir ve hükümlerine itaat eden kullarına olan ihsan ve ikramı bu derece boldur.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
İnsanoğlu aciz ve zayıf yaratılmıştır. Günah ve hata işlemekten kendisini alamaz. Ancak bu günah ve hatalar; tevbe edilmez, Hazret-i Allah'tan af ve istiğfar dilenmez ise dünyada belâ ve musibetlere, ahirette ise cehennem azabına sebep olur.
Zaman zaman toplumlar arasında bir takım âfâkî felâketler zuhura gelir. Bütün bunlar fertlerin birer cezası mesabesindedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Bu Âyet-i kerime'ye göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
"İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullarına zulmetmez." (Enfâl: 51)
Hiç kimseyi günahsız olarak cezalandırmaz.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"İnsanlar günahları çoğalmadıkça helâk olmayacaklardır." (Ebu Dâvud)
Günahkâr ve isyankârlara ne kadar zaman tanınırsa tanınsın, günaha devam ederler ve tevbe etmezlerse sonunda o geniş rahmetten yoksun, o azaba mahkûm olurlar.
Nitekim Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bir kul işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum edilir." (İbn-i Mâce)
Günah böyle bir şeydir.
"Zamanınızdan şikayetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır." (Beyhaki)
Evimizde, ailemizde, içinde yaşadığımız toplulukta, memleketimizde yaşadığımız sıkıntılar, ibtilâlar ve şikayetlerin asıl sebebi kendi amelimizin bozukluğu değil midir?
"Ahlâksızlık memleket için çok büyük bir afat, çok korkunç... Fâiz ve fuhuş memleketi yakar götürür..."
Bu musibet ve hastalıkların tedavisi, ilâhi mağfiret ve bereketin celbi istiğfar ile mümkündür.
Allah-u Teâlâ Afüvv'dür, affı çok boldur, günahları çokça bağışlar. Engin merhameti ile günahlardan pişmanlık duyanları affeder. Günahların izlerini tamamen yok eder, Kiramen kâtibîn meleklerinin kayıtlarını sildirir. Kıyamet günü bu günahlardan dolayı hesap sormaz, mahçup olmasınlar diye kullarına unutturur, günah yerine sevap yazar.
Affı sever, af edeni affı ile kuşatır.
"Allah tevbe edenleri sever." (Bakara: 222)
O halde bu sevgiye nail olabilmek için gayret edelim.
Hazret-i Allah'ın sevmesi ne büyük nimet...
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Dünyanın geniş vakitlerinde, (yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda) Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
O gün gelmeden önce tevbe edip Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a yönelenlere ne mutlu! O dilediğini dilediği şekilde kurtarır. Bu gibi kimselerin dünyası saadet, ahireti selâmet olur. Çünkü o Hakk ile idi, halk ile değil.
Hazret-i Allah'a yönelelim, bize O yeter! Kalsak yolunda, gitsek yolunda ölelim inşaallah. Bizim için fayda getirecek budur: Yolunda olalım, yolunda ölelim.
Allah-u Teâlâ'ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O'nun kalesinin harici boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır, yöneltmedir. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O her felâketten kurtarır.
"En büyük tedbir Hazret-i Allah'a yönelmektir. Sonra da verdiği aklı kullanmaktır.
Her hususta Hazret-i Allah'a yönelmek, ağlamak ve korkmak lâzımdır. O, niyet-i halis, azmi çok ve Hazret-i Allah'a yöneleni destekler."

 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Ahiret Dünyadan Çok Hayırlı:


Bizi bazen ahirete alırlar, oraya gidip geliriz. Orası o kadar güzel ki tarifi mümkün değil.
Bir gün Ashâb-ı kiram Efendilerimiz'in kabirlerini seyrediyordum! Bu esnada beni aldılar, ahirete götürdüler. Çıkardıkları yerde kimse yok, tenha. Bir çeşme var, havuz var. Şöyle baktım; birkaç kişi var ve hemen indiğim yere toplandılar, halk birikti. Orada etrafta namütenahi güzellikler vardı. Bize sordular: Nereye gitmek istersiniz? "Nereye gidelim!" dedim. "Sen nereye istersen, senin için her yer serbest!" dediler, sorduğumdan utandım. Allah Allah... Allah râzı olsun. "O zaman beni Resulullah'ın yanına götürün" dedim. Oradaki gidiş bir an, bir an... Makam-ı Mahmud çok yüksek. İndiğim yerle orası çok uzak. Bir anda oraya götürdüler ve Resulullah Efendimiz'in yanına gittik.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle ortada ayakta duruyordu. Seyrettiğim Ashâb-ı kiram da ayakta kenarda böyle duruyorlardı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'ı göstererek:
"Sen bunların taşlarını seyrettin. İşte bunlar burada hayatta, ayakta, hepsi canlı" dedi.
Ben onların türbelerini seyrediyordum. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Bak o baktıkların taşlar resimdi, işte buradalar, hepsi canlı..." dedi.
Az evvel Ashâb-ı kiram'ın filmlerini seyrediyorduk, bu halden sonra bu hâl zuhur etti.
Hemen birkaç kişi birikti, nereye gidelim; "Nereye istersen!" dediler. Allah Allah, Allah Allah, musarrah kılmış Cenâb-ı Hakk. Orası buradan çok güzel... Orası çok güzel, çok çok çok güzel... Bir hayat var, bir hava var, bir rahatlık var, bir huzur var, sonsuz bir hayat...
Hülasâ-i kelâm ahiret dünyadan çok hayırlı...
Âyet-i kerime'de:
"Andolsun ki senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır." buyuruluyor. (Duhâ: 4)
Bu Âyet-i kerime orada tecelli ediyor. Hayat orada var.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Elbette biz onları cennetten âlî köşklere yerleştiririz." (Ankebût: 58)
"Fakat Rabb'lerinden korkanlar için üstüste bina edilmiş odalar var, odaların altından da ırmaklar akmaktadır." (Zümer: 20)
Allah-u Teâlâ cennette hem kişiye özel hem de herkesin faydalanabileceği havuzlardan, pınarlardan bahsetmektedir.
Âyet-i kerime'de; "Altından ırmaklar akar." (Ra'd: 35)
Buyuruyor ya, amma o ırmağa aklınız ermeyecek, ben o ırmağı gördüm.
Yine bir vakit oraya çıkardılar, bir köşke aldılar. Amma ne köşk, her şey var.
Köşkün altında havuzları var. Özel bir köşk, muhafızları var. Biraz sonra kapı çaldı, kapıdaki bekçilerle konuşurlarken; alın onu, tanıdığım o benim dedim. Köşkün her tarafı cam, içerisi görünmüyor amma içeriden dışarısı görünüyordu. Sonra; "Gidelim!" dediler, kalayım dedim, bırakın beni; "Daha vakit gelmedi!" dediler. Elhamdülillâh. Amma hayat orası. Bunu bilin, hayat orada var.
Bu sözü söylüyorum; sakın öleceğim diye korkmayın, telâş etmeyin severek gidin, orada yabancılık çekilmiyor.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Şüphesiz ki cennetlikler, üzerlerindeki köşk sahiplerini sizin doğu ve batı ufkunda kavuşmakta olan parlak yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Çünkü aralarında fark vardır."
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Bunlar peygamberlerin yerleridir. Başkaları onlara ulaşamaz." deyince buyurdular ki:
"Bilâkis!.. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onlar Allah'a iman eden ve peygamberleri tasdik eden birtakım adamlardır." (Müslim: 2831)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de de veli kulları hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Allah-u Teâlâ onları dünya ve cennet için yaratmamıştır. Kendisi için yaratmıştır. Onlar Hazret-i Allah'a Hazret-i Allah ile bakar, Hazret-i Allah'ın nuru ile Hazret-i Allah'ı görür. Çünkü Hazret-i Allah kendi nuru ile onlara gösteriyor. Bunlar gözle, ilimle bilinecek işler değil.
Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ'nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var, onlara kavuşmak için ne kadar arzusu var? Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Onlara düşmanlık ise Allah-u Teâlâ ile harp etmek demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünyada da muhakkak bir cennet vardır. Onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennet mârifetullahtır." buyurmuştur.
Biz bunu gönül cenneti diye vasıflandırıyoruz, bu hayat her şeyin fevkindedir.
Bunun da sırrı; onlar ruhaniyetiyle Allah-u Teâlâ'ya bağlıdır, diğer insanlar cismaniyetiyle Allah-u Teâlâ'ya bağlıdır. Hem O'nu sever, hem cenneti sever, huriyi sever, gılmanı sever...
Fakat ruh ile aşık olan yalnız O'nu sever. Onun aklına ne huri gelir, ne gılman gelir. O Hakk ile olmayı, O'nunla hemhâl olmayı, O'na ibadet etmeyi, O'nunla yaşamayı sever.
Onlarda başka arzu yaşamaz. Onların arzusu Allah'tır. Cenâb-ı Hakk'ın arzusu da onlardır.
Bir gün bir mânâ gösterdiler.
Bir köşkün içindeyim. İki oda seyrediyorum, kapıları yok yuvarlakları var. Amma nasıl ziynet var. Yani ikinci bir şey alıp oraya koyacak durumda değilsin. O kadar muhteşem, dayalı döşeli iki oda seyrettim. Birisi daha büyük, birisi daha uzun, kapıları böyle yuvarlak ama kapıları yok. Şöyle baktım, Allah Allah olsa olsa dedim, bu cennet-i âla'nın köşklerinin hülâsası.
Orası ayrı bir âlem. Ölümden korkmayın, ihvan ölümden korkmaz, severek gider. Allah'ım iman ile gitmeyi ikram buyursun.
 

mavikuş

Profesör
Katılım
21 Tem 2013
Mesajlar
793
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Ben o zatın Allahla konuşup ölmüş birinin günahlarını affettirip,cennete gönderdiğini kitaplarında okumuştum.Kitaplarında kerametlerinden çokça bahsetmektedir.Büyük ihtimalle asrımızın en büyük velisi imiş.Kendisi öyle söylemiş,ben onun yalancısıyım.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst