Mektûbât-ı Rabbânî Köşesi...

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 445. Mektup

MEVZUU: Şeyh Şerafeddin Yahya Müniri tarafından söylenen şu cümlenin tahkiki:
-Salik kâfir olmadıkça, kardeşinin başını kesmedikçe, anası ile tezevvüc etmedikçe Müslüman olamaz.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Molla Şemseddin'e yazmıştır.
***
İstikameti bırakmayınız, ey Molla Şems!
Sormuşsunuz ki:
-Şeyhü'l-meşayih Şeyh, Şeyh Şerafeddin Yahya Müniri irşad'üs-salikin adlı risalesinde şöyle yazmıştır:
-Salik kâfir olmadıkça Müslüman olamaz. Kardeşinin başını kesmedikçe Müslüman olamaz. Anası ile tezevvüc etmedikçe Müslüman olamaz.
Söylediği bu cümlelerden muradı nedir?
Bilesin ki,
Burada küfürden murad, tarikat küfrüdür. Bu dahi, cem mertebesinden ibarettir. O cem mertebesi dahi, kapanma yeri, İslâm'ın güzelliği ile küfrün çirkinliği arasında imtiyazın olmaması makamıdır. Hatta, İslâm nasıl güzel görülüyorsa, küfür dahi, aynı şekilde güzel bulunmaktadır. Biri HADİ, biri MUDİLL isminin mazharı görülmektedir. Bunların her birinden bol hazza nail olunmakta ve her ikisinden de lezzet alınmaktadır.
Burada anlatılan o küfürdür ki, Hüseyin b. Mansur Hallaç ondan şöyle haber vermiş, onda olmuş ve onun üzerine ölmüştür: Küfrettim Allah'ın dinine ki, küfür vaciptir; Bence, amma katında Müslümanların kabihtir...
Sofiyenin şathiyatı (vecdin ve halin galebesi ile söylenen aşırı sözler) arasında şu cümleler vardır:
-ENEL-HAK... (Hak ben...)
-Cübbemin içinde Allah'tan başka yoktur...
-Sübhanım, şanım ne kadar büyük...
Bütün bu cümleler, o cem ağacının meyveleridir ki, menşei, mahabbetin istilâsı ve hakiki mahbubun sevgisinin ağır basmasıdır. Bu durumda, onların müşahede gözünde mahbubdan başkası kalmaz; hatta gizlenip saklanır.
Bu makam, cehl ve hayret makamıdır. Lâkin, bu makamın cehli güzeldir, hayreti dahi iyidir.
Sübhan Allah'ın inayeti ile seyir, cem makamından yukarıya vaki olursa, o zaman ilim cehille içtima eder; mağfiret dahi hayrete arkadaş olur. Fark ve temyiz dahi zuhur eder; sekir hali, ayıklık haline geçer. İşte o zaman hakiki İslâm husule gelir; iman hakikati dahi müyesser olur.
İş bu anlatılan iman ve İslâm; zevalden mahfuz ve küfür gelmesinden ve değişikliğe uğramaktan yana da emin olurlar.
Resulullah (sav) Efendimizin bazı bilinen dualarında gelen:
"Allahım, senden bir iman istiyorum ki; ondan sonra küfür olmaya" cümledeki iman, anlattığımız imandır. Zira o, zevalden mahfuzdur.
Allahu Teala'nın buyurduğu:
"Dikkat ediniz, Allah'ın veli kullarına korku yoktur; onlar mahzun da olmazlar."(10/62) ayet-i kerimesindeki mana dahi, bu iman ehlinin halini beyan etmektedir. Zira, velayet, anlatılan iman olmayınca, tasavvur edilemez.
Cem mertebesinde:
-Velayet... ismini kullanmak, her ne kadar mümkün olsa dahi, lâkin kusur ve noksan daima bu mertebenin gereğidir. Zira, imanda ve marifette kemal; küfürde ve cehalette değildir. Amma hangi küfür ve cehalet olursa olsun.
Üstte anlatılan mana gereğince, Şeyh'in dediği mana sağlığa kavuşmuş olur ki, tarikat küfrü tahakkuk etmedikçe, hakikat İslâm'ı ile müşerref olunmaz.
***
Şimdi gelelim:
-Kardeşinin başını kesmedikçe Müslüman olamaz cümlesine. Burada:
-Kardeş... tabirinden murad, kendisi ile beraber doğan şeytandır. Onun arkadaşı bulunmakta ve kendisini, daima şerre ve fesada götürmektedir.
Bu manada, Resulullah (sav) Efendimi şöyle buyurdu:
"Ademoğlundan her biri ile beraber bir cin vardır (yani şeytan...)"
Dediler ki:
-Ya Resulallah, seninle de var mıdır?
Şöyle buyurdu:
"Evet... vardır. Amma, ondan selâmet buldum... (yani şerrinden..)"
"Selâmet..." manasını çıkaran kelime, mütekellim sığası ile gelirse, mana üstte anlatıldığı gibidir.
"Şeytanım Müslüman oldu..." buyurmuş olabilir ki, bu mazi sığası iledir. Meşhur olan rivayet de budur.
Burada:
-Kardeşin başını kesip öldürmek manasından murad odur ki, ona boyun eğilmeye, küçük tutulup rezil edile...
Burada, şöyle bir soru sorulabilir:
-İnsanın kendisinde, akıl ve feraset varken, neden şeytana mağlup olur ve Allahu Teala'nın rızası bulunmayan işi irtikâb eder?
Bunun için şu cevabı veririm:
-Şeytan bir fitne ve bir belâdır. Allahu Teala, onun kullarına iptilâ ve imtihan için musallat etti. Onu kullarının nazarından sakladı ve kendilerini, onun hallerine muttali kılmadı. Şeytanı dahi, kulların ahvalini görür eyledi; onların kan dolaşan damarlarında da yürüttü.
Said o kimsedir ki, Allahu Teala'nın inayeti ile bu gibi belânın keydinden ve mekrinden mahfuz bulunur. Durum böyle olmasına rağmen, Allahu Teala onun keydini:
"Zaif..."(4/76) olarak anlattı. Böylece, saidlere cesaret verip güçlendirdi.
Şeytanın hükmü, bu tasallut ile, Allah'ın kuluna yardımcı olur ise, tilki hükmüne girer. Amma, onun fazlından yardım olmayınca, fırsat kollayan bir arslana benzer.
Bir şiir:
Sen bize dil verip de dilberi gösterdin;
Tilkiyi sofra diye arslana gösterdin...
Bu manada bir başka cevap da şudur:
Çok kere şeytan, nefsin arzuları yolundan gelir; o kimseyi, iştah duyulan şeylere dalâlet edip götürür. Oranın yerli düşmanı olan nefs-i emmarenin dahi muaveneti ile, o kimsenin aleyhine zaruri olarak yardım bulur. Böylelikle de, o nefsi kendisine karşı boynu eğik eyler.
Şeytanın keydi (hilesi) aslında zayıftır. Ancak yapacağını, düşmana yataklık yapanın yardımı ile yapar. Asıl belâmız da, nefs-i emmare olup ruhlarımızın düşmanıdır. Yani can düşmanımızdır. Bu hasisten başka, kendisine düşman olan hiç kimse yoktur. Harici düşman, yapacağını ancak onun yardımı ile yapar.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, yerinde olur ki, önce nefsin başı kopanla... Ona inkıyaddan imtina edilip küçük düşürülüp ihanete uğratıla...
İşte kardeşin başı, anlatılan bu cihadın zımnında kesilir ve hakir, zelil edilir. Tarikat salikinin hicabı ve önüne çıkan set işte bu nefsidir.
Bu arada kardeş bahis dışıdır. Zira o, doğru yoldan çıkıp eğri yola sapanı şerre davet eder.
Harici düşmanı def etmek, Allah'ın yardımı ile nefsin inkıyadından halâs bulduktan sonra olur. Hem de pek kolay olarak. Çünkü:
"Kullarım üzerinde senin bir tahakkümün yoktur."(15/42) mealine gelen ayet-i kerime nefsin köleliğinden halâs olanlara bir müjdedir. Ayrıca bunlar ibadeti, Mahbub-u Hakiki için halis kılmışlardır.
***
Gelelim şu cümledeki manaya:
-Anası ile tezevvüc etmedikçe Müslüman olamaz.
Bu cümlede geçen:
-Anası... tabirinden murad, onun ayan-ı sabitesi olsa gerektir. Zira, bu ayan-ı sabite onun hariçte vücud bulup zuhura gelmesine bir sebeptir.
Ayan-ı sabiteden:
-Ümm... (Ana...) olarak tabir etmek, bu taifenin ıstılahında varid olmuştur. Bu manada, büyüklerin biri şöyle demiştir:
Anam, babasını doğurdu;
Böylesi şaşırtıcı oldu...
Bu beytte geçen:
-Ana... tabiri ile ayan-ı sabitesini murad etmiş olup:
-Baba... tabiri ile de, ilâhi isimlerden birini murad etmiştir. Ki, ayan-ı sabite, o ismin zilli ve aksidir. Vakta ki o ismin zuhuru, hariçte o ayan-ı sabitesinin tavassutu olmuştur; bu zuhurdan:
-Doğum... olarak anlatılmıştır.
Hulâsa:
-Ana... derler, bununla ayan-ı sabiteyi murad ederler. Bu ayan-ı sabite için:
-Vücubi taayyün... tabirini kullanırlar. Zira, bu taife-i aliyye katında taayyünler beştir. Bunlar için ayrıca:
-Tenezzülat-ı hamse, hazarat-ı hamse... (Beş tenezzül, beş makam) derler... Bunlardan iki tanesini, vücup mertebesinde isbat ederler. Üç tanesini de, imkân mertebesinde isbat ederler.
O vücubi olan iki taayyün şunlardır:
a) Vahdet taayyünü.
b) Vahidiyet taayyünü.
Her ikisi de, ilim mertebesinde olup fark ilmi olan icmal ve tafsil iledir. İmkâna bağlı üç taayyüne gelince şunlardır:
a) Ruhi taayyün.
b) Misali taayyün.
c) Cesedi taayyün.
Ayan-ı sabite, vahidiyet mertebesinde olunca; zaruri olarak onun taayyünü vücubi olmaktadır.
Mümkinin hakikatına gelince; o mümkünin ayn-ı sabitinin bir yüzü vücubi tahayyüne olduğundan; o mümkün vücuba bir zil gibi olmaktadır.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; o mümkinin anası, vücub aleminden olup kendisini imkân aleminde izhar eylemiştir. Böyle olunca:
-Ana ile tezevvü.... cümlesinin manası şu olur: İmkâna bağlı mümkün taayyünü, vücuba bağlı taayyünü ile ittihad eylemiştir (yani birleşmiştir)
Bir şiir:
Mümkün atacak olsa imkân tozlarını; Bırakmaz ortada vacip başkalarını...
Demek olur ki:
-Onun imkâna bağlı taayyünü, nazarından gizlenir. -Ene... (Ben...) lâfzının itlakı dahi, vücubi taayyün üzerine olur. Amma şu demek değildir:
-İmkâna bağlı taayyün, işin aslında vücubi taayyünle ittihad eder. Zira, böyle bir şeyin olması muhaldir. Böyle bir şeye kail olmak dahi, ilhadı ve zındıklığı getirir.
Çünkü burada muamele, şühud ciheti iledir. Eğer zeval var ise, şühud itibarı iledir; eğer ittihad var ise, o dahi sunuda göredir.
Bir şiir:
Buna olmak yoktur siz asla;
Siz olamazsınız bu kafa...
Bir salik, taayyününü, o taayyünle muttahid bulur ise, imkâna bağlı televvüsattan halâs olmaya müstahak olur. İslâm devleti ile müşerref olur ve vücub mertebesine de inkıyad eder.
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki:
Sofiyenin kail olduğu tenezzülat-ı hamse, mücerred itibarlardır. Onların keşfe ve şühuda taalluku vardır. Hakikatta buraya tenezzül edip tağayyür edip tebeddüle uğramış değillerdir.
Kainatın değişen hadiseleri ile isimlerinde, sıfatlarında, zatında değişmeyen yüce Zat Sübhandır.
Sofiye, çoğu kez, dillerine bazı şeyleri getirirler ki, bunlar vicdanlarında (kendi buluşlarında) olduğu kadardır. Amma sekri ve halin ağır basmasını tazammun etmektedir. Onları dış manalara yormak yerinde değildir. Onları dış manalardan başka yana aktarmak daha yerinde olur. Yani tevile ve başka yoruma... Zira, sarhoşların sözleri, zahir manadan alınıp başka manaya yorulur.
Bütün işlerin hakikatlerini en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
***
Büyük bir şahıstan, karışıklığa ve ıstıraba sebep olacak bu cümleleri naklettiğin için, onun hallinde zaruri olarak bazı şeyleri yazdık. Halbuki Fa-kir'in, muhalefeti anlatan o misillu cümlelere iltifatı yoktur. Ne red, ne de kabul olarak onlar için dudaklarını oynatır.
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza sebat ver. Kâfirler üzerine bize yardım eyle."(3/147)
Evvel ahir alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm onun Resulüne daima ve her zaman... Keza o Resulün âl-i kiramına ve ashab-ı izamına da... Taa, kıyamet gününe kadar...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 444. Mektup

MEVZUU: a) Hatıratın (gönüle gelenlerin) çokluğu, vuslat sebeplerinden olması, ancak tecelli miktarına göredir cümlesinin beyanı.
b) Kesret-i vehmiye hakikatinin tahkiki.
Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Molla Maksud'a yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm.
***
Yazmışsınız ki:
-Tarikat seyrini devam ettiren biri; tarikatı bilen birine hatıratın (gönüle gelenlerin) hücumundan şikâyet etmiş. Bu babda aldığı cevap şu olmuş:
-Matlub zatın ihatası ve şümulü, "Onun, her şeyi ihatası vardır. (Ve hüve bi külli şey'in muhit)"(41/54) ayetindeki mana hükmüne göre olduğundan; yerinde olur ki, hatırat vuslat sebepleri arasında sayıla, ayıklık icapları arasında değil. Müşahede kapıları açık kılınıp gaflet pencereleri de kapana...
Üstte anlatılan kelâm, suri tecelli hasebi ile doğrudur. Ki bu suri tecelli, bu tarikatın mukaddimelerinden bir mukaddimedir. Her ne kadar bu makamda vuslat var ise de, hakikatta o, fasıl olmaktadır. Amma bu suret itibarı iledir. Eğer orada olan müşahede ise, isterse o vuku bulmaktan uzak olsun. Bu dahi suret mülâhazası iledir.
Bu tecelli, bu Tarikat-ı Aliyye büyükleri katında itibar makamından düşmektedir. Zira, onda haklı ve batıl birbirine karışmış durumdadır. Kaldı ki, bu işten, Hind Fakirleri ile Yunan feylesofları haberdardır. O tecellinin ilimleri ve marifetleri ile onlar da hazırlanıp lezzet alırlar.
Netice söz şu ki:
Bu devletin husulü, kalbin safası yolundan gelmektedir; batıl olana da, nefsin safası yolundan gelmektedir. Hiç şüphe edilmeye ki o, hidayete götürürken; öbürü de, dalâlete çeker. Lâkin, her ikisi de suret esaretinde olup, manadan haberleri yoktur.
Bir şiir:
Suretperest gafil ne anlar manadan;
Bir de, başka söz eden camal canandan...
Ne var ki, haklı olanda suret esaretinden necat ihtimali vardır. Batıl olan ise, surete saplanıp gider. Çünkü enbiyanın şeriatına iltizam etmeden suret esaretinden halâs olmak muhal iştir.
Sonra, suri tecelli, ilim dairesine dahildir. Lâkin ona hal ve zevk aydınlık kattığı için hal gibi görünmektedir.
Bundan başka suri tecellide müşahede edilen kesrettir; lâkin vahdet mazhariyeti unvanı ile... Kesret müşahedesi ise, her ne nam altında olursa olsun, vebal içinde vebaldir.
Şu yerinde olur ki, batın nazarında kesret ve onun müşahedesinden yana, ne gam kala ne de nişan. Hakiki vahidden başka müşahede edilen asla kalmamalıdır. Ta ki, bu Tarikat-ı Aliyye'de ilk adım olan fena müyesser ola... Zira, fena, Sübhan Hakkın masivasını unutmak ve batında onun zevalidir. Bu yerde, kesrete mecal nereden olsun? Orada, kesretin müşahedesi nereden olsun?
-Hatırat, vuslat sebeplerinden olup müşahede kapılarıdır diyenin sözüne gelince:
Bu vuslattan ve müşahededen murad; suri olan vuslat ve müşahededir. Ki bunlar, uzaklığın ve ayrılığın kendisidir. Zira, bu taife-i aliyye katında muteber olan vuslat, ancak fenafillah sonunda hâsıl olan bekabillah makamındadır. Hem de, yüce Hakkın masivasını unutarak.
Hatıraların varlığı bu devletin husulüne menfi manada tesir eder. Vesvesenin husulü dahi, bu dereceye çıkmaya manidir.
Fena makamı ki, bu vuslatın dehlizidir; hatıraların yok olması o şekilde olur ki, masivayı unutmanın kendisine hasıl olması sebebi ile; eşya hatırlamak için, kendisine zorlansa dahi hatırlayamaz.
Yazmışsınız ki:
-Onun her şey üstüne ihatası vardır. (Ve hüve âlâ külli şey'in muhit)
Amma, ihata beyanı bu ibare ile gelmiştir. Bu cümle dogmacıların (müvellidinin) kelâmına benzer. Zira ihatanın:
-Ala... (üstüne veya üzerine...) edatı üzerine tadiye olarak gelmesi, çoğunlukla Acem kelâmında vukubulmuştur. Arabi fasih ibarede bilinen, ihatanın tadiye olarak gelmesi:
-Ba... harfi iledir. Nitekim, bu manada, Allahu Teala, şöyle buyurdu:
"Allah her şeyi ihata etmiştir."(41/54)
Zahir mana odur ki, o cümlenin Kur'an'dan olduğunu tahayyül ettirmek için, bir şahid olarak getirilmiştir. Halbuki, hiç de öyle değildir. Zira, b u mananın beyanı, bir başka ibare ile gelmiştir. Nitekim, yukarıda anlatıldı.
***
Yine yazmışsınız:
-Vehmi kesret ve itibari taaddüd, o şekilde teraküm etmiştir ki; ulemanın pek çoğu, taaddüd-ü vücud tevehhümü ile galata düşmüştür, iç yerine kabukla yetinmişlerdir.
Bilesin ki,
Kesret ve taaddüd, vehmi ve itibari olsa dahi, yüce Hakkın yaratması ile, sağlam ve kuvvetli olarak zuhur edip geldiğinden, dünya ve ahiret muameleleri onları bağışlamıştır. Harici eserler dahi onlar üzerine tertip edilmiştir. Onların kalkması da memnu bulunmaktadır. İsterse vehim ve itibar kalkmış olsun.
Çünkü Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimizin haber verdiği daimi olan ahiret azabı ve sevabı kesrete bırakılıp taaddüde bağlanmıştır. Kesretin ve taaddüdün kalkmasına hükmetmek, ilhada ve zındıklığa girmektir. Allahu Teala, bizi böyle şeylerden korusun.
Sofiye ve ulema, hep birden bu kesretin sübutuna ve taaddüdün devamına kail bulunmaktadırlar. Daimi olan ahiret muamelelerini de onlara bağlı görmektedirler.
Amma, sofiye şühudunda bu kesretin şanı urucu vaktinde irtifa olduğundan; onu, vehmi ve itibari olarak bulmaktadırlar. Müşahedede kalkmasına rağmen, işin aslında kalkmadığından ötürü de, ulema onun mevcud olduğuna kail olmaktadır.
Mana, üstte anlatıldığı gibi olduğundan, her iki tarafın nizaı da, lâfza dönük bulunmaktadır. Yani manada ittifak olduktan sonra...
Her fırka, kendi vicdanının (buluşunun) ölçüsüne göre hüküm vermektedir.
Sofiye, şühuda bağlı irtifa mülâhazası sebebi ile, şühuda itibar edip vehmi ve itibari olarak hükmetmişlerdir.
Ulema ise, işin aslında onun sübutunu ve istikrarını mülahaza ile varlığına kail olmuştur.
Bunlardan her birinin bir tevil yönü vardır.
Fakir, bu manayı, mektuplarında ve risalelerinde tafsilatı ile beyan etmiştir. Her iki fırkanın nizamı lâfza getirmiştir. Eğer bunda gizli bir yan kalır ise, o yazılanlara müracaat edilmesi yerinde olur.
Ulemanın görüşü, doğru olmaya daha yakındır. Zira, izin aslına mutabıktır.
Sofiyenin görüşü ise, halin galebesi ve sekir itibarı iledir.
Görmez misin ki, yıldızlar, işin aslında sabit olmalarına rağmen gündüzleri gizlenir. Müşahedeye kapalı olsa dahi, durum budur. Hüküm: Yıldızların sübutuna olması, onların görülmeyişi mülahaza ile yokluğuna olmasından; doğru olmaya daha yakındır.
Ulemanın, kesretin varlığına kail olmasındaki maksadı, şeriatın bekasıdır. Ki, o şeriatın binası da taaddüd üzerine kurulmuştur. Şeriat sahibinin vaadinin ve vaadinin (çekindirmesinin) icrası da, kesret olmadan tasavvur edilemez.
Sofiye anlatılan manayı itiraf etmektedirler. İsterse, onu şeriata tekellüfle tatbik etsinler.
Ulemanın kail olduğu mana ise, tekellüfsüz olarak doğrudur; hiçbir tevil yolu aranmadan tatbik edilir. Bunda ne bir leke vardır; ne de sıkıntı. Kaldı ki bunlar müstakil, kendi başına bir varlık isbat etmemektedirler ki; söz götürsün ve Vacip Teala'ya da ortak durumu alsın... Bunların isbatı, ancak zaif, ısmarlama, başkasından alınan emanet bir vücuddur. Bu işte, ulemaya hata bulmak, nasıl caiz olur? Zira onlar, din büyükleridir. Bu sebeple onlara galat nisbeti yapmak, galatın katıksızıdır.
Biz acizlere, oyalanıp duranlara gelince, dini ve şeriatı ulemadan almışız. Mezhebi ve yolu onların bereketinden faydalanıp bulmuşuz. Eğer onlara taan yeri olsa, dinden ve şeriattan itimad kalkar. Bu manadan olarak
demişlerdir ki:
-Selef-i salihine taan eden, dalâlete düşen bid'atçıdır.
Böylece, taan etmeyi dinde dalâlate saplanıp şekke düşmek saydılar. Onun batıl olduğuna da hükmetmişlerdir.
***
Sonra, şunu da yazmışsınız:
-Onlar iç yerine kabukla yetinmişlerdir.
Bu durumda, sizin durumunuz ona benzer ki, suretleri iç tahayyül etmişsiniz; tenzihi dahi kabuk.
Zira, ulemanın daveti ve dalâleti tenzihedir; suri tecelli sahibinin müşahedesi ve matlubu ise, suretler ve şekillerdir. Bu durumda insaf gerek... Bunlardan hangisi içe yapışmakta ve hangisi kabukla aldanıp kalmaktadır.
Ayet-i kerime mealleri:
"Herhalde ya biz veya siz; ya bir hidayet üzereyiz. Yahut açık bir dalâletteyiz."34/24)
"Rabbimiz, bize katından merhamet ver; işimizde bizim için muvaffakiyet hazırla."(34/24)
"Rabbimiz, bize katından rahmet ver; işimizde bizim için muvaffakiyet hazırta."(18/10)
Evvel ahir selâm...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 443. Mektup

MEVZUU: Ruhlar alemi, misal alemi ve cesetler aleminin tahkiki.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Molla Bedreddin'e yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm.
Yazmışsınız ki:
-Ruh, bedene taallukundan evvel misal aleminde idi. Bedenden ayrıldıktan sonra da, misal alemine gidecektir. Kabir azabı da misal aleminde olacaktır. İnsanın rüyada hissettiği elem gibi ki, o dahi misal alemindedir.
Devam ederek yazmışsınız:
-Bu konuşmanın çok bölümleri vardır. Eğer kabul ederseniz, onun üzerine çokça teferruat ekleriz.
Bilesin ki,
Bir misillu hayalâtın, doğruluktan yana nasibi azdır. Korkarız ki, bilinmeyen bir yola sizi götürürler. Bunun için, bu bahsin tahkikinde zaruri olarak bazı cümleler yazacağız. Hem de, birçok maniler bulunmasına rağmen.
İrşad yoluna hidayet eden Sübhan Allah'tır.
***
Ey kardeş,
Münkinat alemi, üç kısma ayrılmıştır. Şöyledir:
a) Ruhlar alemi.
b) Misal alemi.
c) Cesetler alemi. Dediler ki:
-Misal âlemi, ruhlar alemi ile cesetler alemi arasında bir berzahtır. (Bir kanal veya geçit manasına...) Yine dediler ki: -Misal alemi, anlatılan her iki alemin manalarına ve hakikatlarına ayna gibidir.
Ruhlar aleminin ve cesetler aleminin manaları, lâtif suretlerle misal aleminde zuhura gelir. Zira, her mananın ve hakikatin orada başka bir sureti ve heyeti onlara münasip bir şekilde vardır. Haddi zatında o alem; suretleri, hey'etleri ve şekilleri tazammun etmemektedir. Ancak ondaki suretler ve şekiller diğer alemlerden aksetmektedir. Bir ayna gibi ki o, haddi zatında asla bir sureti tazammun etmemektedir. Eğer onda bir suret var ise, hariçten hasıl olmaktadır.
Üstte anlatılan kelâm malum olduktan sonra, bilesin ki,
Ruh, bedene taallukundan evvel, kendi aleminde idi ki, orası misal aleminin fevkindedir. Bedenle taalluktan sonra, bir tenezzül var ise, sevgiye bağlı bir alaka ile cesetler alemine tenezzüldür. Misal alemi ile onun bir alâkası yoktur. Ne bedenle taalluktan evvel, ne de bedenle taalluktan sonra. Ancak, Allahu Teala'nın inayeti ile bazı vakitlerde o alemin aynasında mütalaa etmektedir. Güzel ve çirkin hallerini zaman zaman, o alemin aynasında mütalaa etmektedir. Güzel ve çirkin hallerini oradan öğrenmektedir. Nitekim bu mana, rüyaların ve düşlerin suretlerinde açık seçik bellidir.
Bu mana, çok kere, histen geçmeden ve bedenden ayrılmadan da hissedilir. Eğer ulviyata bağlı ise, daha yukarıya teveccüh etmektedir, eğer süfli ise, süfliyatta esirdir. Misal alemi ile onun bir meşguliyeti yoktur.
Misal alemi, ancak müşahede edip görmek içindir; keynunet (oluş) için değildir. Keynunet yeri, ya ruhlar alemidir; ya da cesetler alemi. Daha önce de anlatıldığı gibi, misal alemi, her iki alem için bir aynadır.
O elem ki, rüyada iken misal aleminde görülür; ancak o, görenin müstahak olduğu cezanın sureti ve benzeri olup kendisini ayıktırmak için zuhur etmiştir.
Amma kabir azabı bu kabilden değildir. Zira o, cezanın hakikati olup sureti ve benzeri değildir.
Aynı şekilde, rüyada duyulan elem, her ne kadar onun hakikati olsa dahi, dünya elemleri kabilindendir. Kabir azabı ise, ahiret azabı cümlesindendir. İkisi arasında çok fark vardır. Çünkü dünya azabının, ahiret azabına nisbetle bir itibarı ve değeri yoktur. Allahu Teala bizleri korusun. Eğer, cehennem ateşinden bir kıvılcım dünyaya düşecek olsa, hepten yanar v e hiç hükmüne gelir.
Kabir azabını, rüyada görülen azap gibi sanmak, azabın suretine ve hakikatına muttali olamamaktan gelir.
Sonra, bir karıştırmanın bir menşei de, ahiret azabını, dünya azabı cinsi gibi tevehhüm etmektir. Bu tevehhüm dahi, batıllığı açık olan bir batıldır.
***
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
"Allah, ölenin ölüm zamanında, ölmeyenin de, uykularında ruhlarını alır"(39/42) mealine gelen ayet-i kerime ile de anlaşıldığı gibi, nefislerin ölümü, ölümde nasılsa, uykuda da öyledir. Mana böyle olunca, birini ahiret azabı sayıp diğerini de dünya azabı saymanın manası nedir?
Bunun için şu cevabı veririm:
-Uykuda ölüm şu kabildendir ki, bir şahıs, kendi alıştığı vatanından gezip görmek için aşkla şevkle isteyerek çıkar. Ta ki, kendisine ferah ve sürür hasıl ola... Sonra da, ferah ve mesrur olarak vatanına döne... Sonra onun mesire yeri misal alemidir ki, orası mülk ve melekûtun acaiplerini tazammun etmektedir. Amma ölüm sırasında ölmek böyle değildir. Onda alışılan vatanın yıkılması ve mamur binanın tahribi vardır.
Üstte anlatılan mana icabıdır ki, uyku ölümünde mihnet ve külfet hasıl olmaz. Hatta o, ferahı ve sürürü tazammun eder. Ölüm sırasındaki ölmekte ise, şiddet ve külfet vardır.
Uykuda ölenin vatanı dünyadır; haliyle kendisine zahir olacak muamele dahi dünya muamelelerinden olacaktır. Amma, ölüm vaktinde ölenin durumu, ahirete intikaldir. Hem de alıştığı vatanını tahrip ettikten sonra. Kendisi ile olacak muamele dahi, ahiret muamelelerinden olacaktır. Herhalde, şu cümleyi duymuş olacaksınız:
-Bir kimse ölür ise, onun kıyameti kopmuştur.
***
Bilhassa, hayali keşiflere, misali suretlerin zuhuruna aldanarak, ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadından inhiraf etmekten sakınınız. Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Zira, bu fırka-i naciyeye tabi olmadan, necat tasavvur edilemez.
Bu büyüklere tabi olmak için çaba harcayınız. Hem ne kadar mümkün ise, o kadar... Bu tabi olmaya menfi manada tesir edecek her ne var ise, onu da bırakarak.
Bir ayet-i kerime meali:
"Elçiye ancak tebliğ vazifesi vardır."(29/18)
İbarelerde, sizin bu şekilde açılmanız, beni şöyle bir tevehhüme attı: Bu tahayyülat, sizi o büyüklere uymaktan çıkaracak gibidir; kendi keşfine tabi olanlardan edecek gibidir. Böyle bir şeyin olmasından Sübhan Allah'a sığınırız. Keza, nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin kötülüğünden de...
Şeytan, kuvvetli bir düşmandır. İnsan için gereklidir ki, nefsine vakıf buluna... Ta ki, doğru yoldan çıkıp başka yollara sapmaya.
***
Düşünülen bu ne belâdır!.. Ayrılık müddeti henüz bir seneye varmadan, ihtiyatlı hareket edip sünnet-i seniyeye mutabakat ederek, ehl-i sünnet yoluna tutunmaktan zühul vaki olmuş.
Kurtuluşu, bu büyüklere uymaya inhisar etme durumu sizde vardı. Halbuki siz, hayali işlerinizi kendinize mukteda kılmakta, onlar üzerine de çokça teferruat çıkarmaya bakmaktasınız.
***
Zahir ciheti ile karşılaşmanızın ihtimali uzak görülmektedir. Ümit bağını
koparmadan geçimi ve muameleyi devam ettirmelisiniz. Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize katından rahmet ver. İşimizde bizim için muvaffakiyet hazırla."(18/10)
Hüdaya ittiba edenlere selâm.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 442. Mektup

MEVZUU: Asıllar mertebelerine ve ibadetler mertebelerine yükselmek
beyanındadır. NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
Alemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Seyyed'ül-Mürselin Resulullah'a... Bir şiir:
Halkın ötesindedir, insanın mertebesi; Bundandır huzur izzetinde gerilemesi...
Ayrılmazsa uzaklığından gurbet halinden; Bulunmaz hiç mahrumiyette insan gibisi...
Allah'ın inayeti ile asıllara urucu vaki olur ise, ki o asıllara kendisi zil gibidir. O asılların her birinde kendisi için fena hasıl olur; sonra da onunla beka. Bu fena ve beka sebebi ile:
-Ene... (Ben...) lâfızının ıtlakı, o zıldan zail olur, kendisinin fani olup beka bulduğu asla ıtlak edilir. Kendi nefsini dahi, o aslın aynı olarak görür.
Yüce Hakkın keremi ile o asıldan dahi yükselir ise, ilk aslına, bu aslın üstünde bulunan asılla fena ve beka hasıl olur. Bu asıl da onun için bir zil gibidir. Yani ilk asıl. Böylelikle de:
-Ene... (Ben...) lâfzı itlakı ilk asıldan zail olur; ikinci asla düşer. O, dahi kendisini bu ikinci aslın aynı olarak bulur.
Bu ikinci asıldan da, üçüncü asla yükselme durumu olur ise, o zaman:
-Ene... (Ben...) lâfzının ıtlakı, bu üçüncü asıl için tekarrur eder ki, ikinci asıl bunun zillidir.
Üstte anlatılan bağlantı, her üst asılla alttaki asılda devam eder. Ki, alttaki asıl, üsttekinin zilli durumundadır. Söyle ki:
Sırf Sübhan Allah'ın fazlı ile, zıldan asıla yükselme vaki olur ise, o zaman:
-Ene... (Ben...) itlakı, o zıldan zail olup asla düşer. İnsan dahi, kendisini o aslın aynı olarak bulur. Taa, Allah'ın dilediği yere kadar gider. Bu dahi, istidad derecelerinin değişik durumlarına göredir.
O asıllar, bu çokluk ve bu üstünlük onun parçaları olur. Böylece damla deniz olur, zerre dağ olur.
Bu asıllar ki, onun parçaları durumundadır; hiç şüphe edilmeye ki, onların kemalâtından ve bereketlerinden kâmil manada kendisinin nasibi vardır. Kendisinin kemalâtı dahi, o parçaların kemalâtını cami durumundadır.
işte bu anlatılan manadan gerektir ki, insan-ı kâmil ile, sair insan fertleri arasındaki fark ayırd edile... Zira, o umman deniz olup diğerleri de, onun damlaları hükmündedir. Hem de küçük küçük. Bunlar, onun kemalini naşı! bilip idrak edebilirler? Bu manada şu cümle ne kadar güzeldir:
-Hâhi, o hikmettir ki, evliyanı öyle eyledin; onları bilen seni bulur. Seni bulamayan dahi, onları bilemez.
insan-ı kâmil ile noksan insan arasında parçalarının azlığı ve çokluğu arasındaki fark olduğu gibi; onların taatları ve hasenatları arasındaki dahi çok fark vardır.
Meselâ, bir insana yüz dil verilir ve bu dillerin her biri ile Subhan Hakkın zikrini yapar. Kendisine bir lisan verilen ve bu lisanla da, Allahu Teala'yı zikretmeye çalışan kimse ile bunun ne gibi bir nisbeti olabilir.
Yerinde olur ki, iman, marifet, sair kemalât dahi, bu manaya göre kıyas edile...
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağışla... Çünkü sen her şeye kadirsin..."(66/8)
Evvel ahir, alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm onun Resulüne... daima ve sonsuzluğa kadar. Keza, o Resulün âl-i kiramına ve ashab-ı izamına da. Taa, kıyamet gününe kadar.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 441. Mektup

MEVZUU: Kur'an ayetlerinden bazı kudsi kelimeleri anlamak beyanın-dadır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mir Muhibbüllah'a yazmıştır.
***
Daha önce, Kur'an cümlelerinden bazılarında tereddüd hâsı oldu. Onların tatbikinden aciz kaldım. Allah'ın inayeti ile, o vesveselerin definde nefsime şöyle demekten başka çare bulamadım:
-Gerçekten sen, bu Nazm-ı Kur'ani'nin Allah kelâmı olduğunu biliyor ve inanıyor musun, yoksa inanmıyor musun?
Şayet inanmıyorsan, bahis dışısın ve kâfirsin... Eğer inanıyorsan, kusur senin anlayışındadır; Kur'an nazmında değil. Zira, yerin ve semaların yaratıcısı Halikın kelâmıdır. Akılları ve idraki yaratan zatın kelâmıdır.
Vakta ki, yüce Sultan Hakkın fazlı ile Allah kelâmının hakikatına iman hâsıl oldu; o vesveseler dahi, izmihlale uğradı; kaybolup gitti. Tereddüdden dahi necat buldum.
Şu anda ise, Allahu Teala'nın fazlı ile iş o dereceye ulaştı ki, Kur'an nazmından yana, bir yerde benim için, idrak kusurundan dolayı bir tereddüd mecali olsa, o yer Kur'an'a imanın artmasına sebep olmaktadır. Yine bu tereddüd, Kur'an'da icazın zuhuruna sebep olmaktadır.
Şimdi, ondaki icaz bölümlerinin muğlak yanlarını tasavvur ediyorum. Bu müşkil cihetleri dahi, tam manası ile olsa bir belağate ve fesahate hamlediyorum ki, beşer onları anlamaktan yana acizdir. Şunun için ki, o, icazın da ihtirasın da ötesindedir.
Kur'an'i anlamamakta hasıl olan iman, onu.anlamakta yoktur. Zira onu anlamamakta, icaz yolunun inkişafı bulunmaktadır; halbuki böyle bir şey anlamak suretinde yoktur.
Sübhan Allah... Ne hikmettir ki, Kur'an'ı anlamamak, bir kavmin dalâletine ve Alla: ı kelâmını inkâr etmelerine sebep olurken, bir başka kavmin dahi Kur'an'a imanda kemaline sebep olmaktadır; onları hidayete götürür. Onunla bazılarına hidayet verirken, bazılarını da dalâlete düşürür.
Rabbimiz, katından bize rahmet ver; işimizde bizim için muvaffakiyet hazırla...
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 440. Mektup

MEVZUU: Ölülerin ruhları namına sadaka vermeyenin keyfiyeti.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Molla Salih Türk'e yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına dahi selâm. Bir gün hatıra geldi ki, ölen akrabalardan bazılarının ruhları için sadaka vereyim.
Bu esnada zahir oldu ki, sırf bu niyetle o meyit için ferah ve sürür hâsıl olmuştur. Nazarda dahi, ferah ve sürür zuhura geldi.
O sadakayı vermek vakti gelince... Onu vermekle, önce Hatem'ür-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin ruhaniyetini kasd ettim. Ona ve âline salât ve selâm. Nitekim, daha önce âdetim de buydu. Sonra da, o meyitin ruhaniyetini niyetime aldım.
Tam bu sırada, o meyitte, gam ve hüzün hissettim. Vahşet ve sıkıntı zuhura geldi. Bu durumu müşahedede dahi bana tam bir taaccüp geldi. Zira, onun vahşetinin ve sıkıntısının sebebi belli değildi. Halbuki, duyulan mana oydu ki, bu sadakadan dolayı onun için büyük bereketler hasıl olmaktadır. Böyle iken, onda ferah ve sürür eseri görülmüyor.
Aynı şekilde, bir gün Resulullah (sav) Efendimizin ruhaniyetine bir meblağ adadım. Bu adağıma sair enbiya-i kiramı dahi kattım. Bu işte dahi, Resulullah (sav) Efendimizin rızasını görmedim.
Aynı şekilde, bazı vakitlerde sair enbiyayı dahi salâvatlara kattım. Bundan dahi, Resulullah (sav) Efendimizin rızası zahir olmadı.
Halbuki şu mana bilinmekte idi: Bir kimsenin ruhaniyeti namına sadaka verildiği ve bu sadakaya bütün müminler katıldığı takdirde, o sadakanın sevabı hepsine ulaşmakta ve niyete alınan kimsenin sevabından da bir şey eksilmemektedir.
"Rabbin mağfireti geniştir."(53/32) manası doğru iken, o takdirde kederin, rıza olmayışın manası nedir?
Bu şekli durum bir süre kaldı. Sonunda, Sübhan Hakkın fazlı ile o kederin ve hüznün manası açıldı. Şöyle ki:
Bir meyit namına sadaka başkası katılmadan verildiği zaman; o meyit bu sadakayı kendi tarafından alır; hediye yollu Resulullah (sav) Efendimizin hizmetine götürür. Böylelikle de, Resulullah (sav) Efendimizden o sadaka vasıtası' ile çokça feyiz ve bereketler alınır. Amma o sadaka sahibinin sadakası ile, Resulullah (sav) Efendimizi de kasdına alması böyle değildir. Çünkü sevaptan başka, meyit için bunda bir fayda yoktur. Başkasının da katılması suretinde, eğer sadaka kabul edilir ise, meyit için o sadakanın sevabı vardır. Başkalarının katılmaması suretinde, eğer sadaka kabul edilir ise, hem sadakanın bereketleri vardır; hem de o sadakayı ihmal etmenin bereketleri vardır. Bir de, o sadakayı Resulullah (sav) Efendimize hediye etmenin feyizleri.
Anlatılan mana, her sadakada vardır; bunda meyitle başkası aynıdır.
Şöyle ki: Başkalarını katma suretinde sevab olarak bir derece vardır. Başkalarını katmamak suretinde ise, iki derece vardır:
a) Sadaka derecesi.
b) Kendiliğinden, bu sadakayı başkalarına götürme derecesi. Anlatılandan başka şu da malum oldu ki:
Bir garip, büyüklerden birine bir hediye ve bir armağan götüreceği zaman, en faziletlisidir ki, başkalarını ortak etmeden, o hediyeyi, o armağanı götüre... İsterse, o kimse, tabilerden biri olsun...
Kendisine hediye verilen kimse, o hediyeyi, kendiliğinden dilediği ihvanına ve diğerlerine verir.
Al ve ashap, Resulullah (sav) Efendimizin ayali mesabesindedir. Ona ve diğerlerine salâtlar ve selâmlar. Bu durumda, diğerlerini de, Resulullah (sav) Efendimizin hediyesine dahil kılsa dahi, yine beğenilir ve makbul olur.
Evet, örf halinde gelen odur ki, büyüklerden birine hediyeler verildiği zaman; o hediyede, akranı da kendisine ortak edilir ise, edepten uzak bir hareket olur. Keza, hediye verilenin rızasını almaktan da. Amma, o zatın te-baiyeti ile hizmetinde bulunanlara verilen hediye böyle değildir. Bunda hoşnut olunan bir mana vardır. Zira, bir şahsın hizmetinde bulunanlara ikramda bulunup ağırlamak, o şahsın kendisini ağırlamaktır.
Bundan malum olan şu ki: Meyyitlerin çoğunlukla nzası, sadakanın tek olarak verilmesindedir; başkalarının da katılmasında değil. Lâkin, bir meyit namına sadaka verileceği zaman, yerinde olur ki, önce tek başına Resulullah (sav) Efendimizin ruhaniyetine bir şey hediye edile... Bundan sonra da, meyit namına sadaka verile. Zira, Resulullah (sav) Efendimizin hakları, sair halkın haklarının üstündedir. Böyle olduğu takdirde, şu ihtimal vardır ki, Resulullah (sav) Efendimizin bereketi ile, öbür sadaka dahi makbul ola. Allahu Teala ona salât ve selâm eylesin.
Bu fakir, mevta namına verilen sadakalarda, niyet sağlama çıkarılmasına bir çare bulamadığından; en faziletlisi, onu Resulullah (sav) Efendimizin niyeti ile verip o meyiti dahi kendisine katmak olmuştur. Zira, umulan odur ki, Resulullah (sav) Efendimizin bereketi ile o sadaka makbul olur. Allahu Teala ona salât ve selâm eylesin. Ulema dedi ki:
- Resulullah (sav) Efendimize okunan salâvat makbuldür. İsterse riya ve süm'a için olsun. (Yani görsünler ve duysunlar diye)
İş bu salâvat-ı şerife, Resulullah (sav) Efendimize ulaşır; isterse, salâvat okuyana bir sevap nasıl olmasın. Zira sevap, niyetin sağlamlığına bağlıdır.
Salâvatın, alemlerin Rabbı Zat'ın mahbubu olan Resulullah (sav) Efendimize ulaşmasına ve onun hakkında makbul olmasına en küçük bir sebep
yeter. Kaldı ki, Allahu Teala, onun hakkında şöyle buyurdu: "Allah'ın sana fazlı büyük olmuştur."(4/113)
İş bu ayet-i kerime, Resulullah (sav) Efendimiz hakkında nazil olmuştur.
Allahu Teala, ona ve âline, enbiya-i kiramdan, melâike-i izamdan bütün kardeşlerine salât eylesin. Taa, kıyamete kadar...
***
 

ziruh

Kıdemli Üye
Katılım
22 Kas 2007
Mesajlar
5,245
Tepkime puanı
1,279
Puanları
0
Mektubat-ı Rabbani - 439. Mektup

439. MEKTUP
MEVZUU : a) Kula lâyık olan; kendi muradlarından tamamen çıkıp "yüce Sübhan Hakkın muradı üzere bulunmasıdır,
b) Zatî ve arızî hastalık beyanı..
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Molla Ali Keşmirî'ye yazmıştır.
***
Kula yakışan odur ki: Aziz ve Celil Mevlâsından başka bir muradı ve matlubu olmaya; onun muradından başka muradı dahi asla kalmaya..
Anlatıldığı gibi olmadığı takdirde kendisi, kulluk bağından başını sıyırmış; ayağını dahi kulluk kaydından çıkarmış olur..
Kul, nefsinin muradlarında esir olur da onun heva ve hevesine aldanır ise.. bu durumu ile o: Nefsinin kölesi olur ve lâin şeytanın itaatında kalır.
Aziz Celil -Zat'tan gayrı bir murad ve matlubun olmaması onun muradından gayrı bir muradın bulunmayışı bir devlet olup hâsıl olması, has velayetin husulüne kalmıştır. Bu has velayet ise.. pek tamam olarak husule gelecek fenaya ve ekmel manada olacak bekaya bağlıdır.
***
Yukarıda anlatılacak manalar üzerine şöyle bir soru sorulabilir:
? Çok kere kâmil zatlardan muradlar ve bazı iktiza eden şeylerin zuhuru olur. İlk büyüklerden dahi, çeşitli taleplerin husule gelme temennisi görülür.
Resulüllah S.A. efendimiz ki İmam-ı Enbiya Sultan-ı Evliya idi.. Ona ve diğerlerine salâtların en tamamı, selâmların dahi ekmeli olsun.. Soğuk suyu ve tatlıyı severdi. Ümmetinin hidayetini dahi şiddetle arzu ettiği Kur'an-ı Mecid'de beyan edilmiştir..
Mana anlatıldığı gibi olunca, bu gibi iktiza eden şeylerin o büyüklerde bulunmalının tevili nedir?.
Bunun için şu cevabı veririm:
İktiza eden bazı şeylerin menşei tabiattır. Tabiat hayatı devam ettiği süre, o iktiza eden şeyler dahi baki kalır. Şöyle ki: İhtiyarî bir hareket olmadan tabiat, sıcak vaktinde soğuğa meyillidir. Soğukluk zamanı ise., sıcaklığı ister..
Üstte anlatıldığı gibi olan bir iktiza, kulluğa aykırı olmadığı gibi; heva ve hevese taalluk 'sebebi dahi değildir. Zira, tabiatın zarurî işleri teklif dairesi dışındadır. Nefs-i emmareden gelen bir arzu dahi sayılmaz, çünkü nefsin meyli: Ya fuzulî mubahlaradır; ya da şüpheli veya haram işleredir, ü ki, zarurîdir; onda nefsin medhali yoktur.
Üstte anlatılan manadan zahir oldu ki: Taallukun ve taavvukun (Yani: Yersiz alâka ve oyalanmanın) menşei: Fuzulî islerle meşgul olmaktır, isterse, mubah kısımlarından olsun.. Zira mubahın haramla yakın komşuluk nisbeti vardır. Lain şeytanın azdırması ile adımını o mubahtan kaldırdığı anda, harama basabilir. Bunun için. mubahla yetinip kalmak zarurîdir. Zira, bundan adımı kaldırdığı takdirde, fuzulî mubahlara basar.. Bu mana, fuzulî mubahlarda kalındığı gibi değildir; zira, onun haricine adım atan harama düşer. Bu mana yukarıda da anlatıldı..
Bazı arzuların meydana gelmesi çok kere; bir şahsın kendi nefsinde hulusu olmasına rağmen, dıştan bir sebeple de olabilir.
Bu sebeb, Rahman Zat'ın vaizi olabilir ki.. o şahsı hayra koşturur. Çünkü, Sübhan Hakkın, her mümin kulun kalbinde bir vaizi vardır.
Yahut şeytan o kimseye şer ve düşmanlık bırakır. Şeytanın vaadi üzerine şu âyet-i celile vardır:
? «..vaad eder, olmayacak ümitlere kaptırır. Şeytanın onlara vaadi, ancak kandırmacadır.» (4/120)
Bu Fakir, bir gün, sabah namazından sonra, sükût yollu oturmuştum. Ki böyle etmek: Bu Tarikat-ı Aliyye ehlinin âdetidir. Böyle edişim, kalede bulunduğum günlerde idi.. Tam bu sırada, bazı temenniler hatıra hücum etti. Bu hücumların sebebi ile, halâvetten alındım; bir gönül dağınıklığına düştüm. Sübhan Hakkın inayeti ile bir an sonra, tekrar gönül birliği eski haline geldi. O temennilerin dahi, hatırdan çıkıp gittiğini gördüm. Bir bulut parçası gibi idi.. Onları bırakanla beraber kapıdan çıkıp gitti; hane onlardan temizlendi.. O vakit bilindi ki: Bu muradlar ancak hariçten gelmiştir; dahilden değildir ki, kulluğa münati olsun.
Kaynağı nefs-i emmare olan her fesad; zatî bir maraz olup öldürücü zehir durumundadır. Kulluk makamına dahi münafidir.
Hangi fesat ki, hariçten hâsıl olmaktadır; isterse şeytanın ilkası ile olsun., bu: Arızî marazlardan olup ufak bir çare ile giderilir. Bu manada, Allah-ü Taâlâ, söyle buyurdu:
? «Şeytanın hilesi zayıf durumdadır..» (4/76)
Belâmız, ancak nefislerimiz olup ruhlarımızın düşmanı ve kötü arkadaşımızdır. Haricî düşman, onun yardımı ile bizi istilâ eder; onun yardımı ile bizi yerimizden atar.
Eşya arasında, cehalet itibarı ile en şiddetlisi, nefs-i emmaredir. Zira, o kendi nefsinin düşmanı ve onun kötülüğünü istemektedir. Bütün gayreti kendisini helake götürmektir.
Bütün temennisi: Mevlâsı ve velinimeti olan Rabbine masiyettir. Kendisinin düşmanı olan şeytana da itaattir.
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki: Zatî ve arızî marazı temyiz edip dahilî ve haricî fesadı bilmek son derece zordur.
Çok kere nakıs bir kimse, kendi marazını zatî değil arızî sanarak kendisini kâmil zanneder. Böylece, ebedî hüsranda kalır. Bu korkudandır ki; Bu sır hakkında yazmaya cesaret edemiyorum; bu mananın izharını dahi iyi görmüyorum.
On yedi sene kadar şüphe içinde kaldım. Hem de, zatî fesadı arızî fesada karışık bularak.. İşbu vakitte, Sübhan Hak, hakkı batıldan ayırd etti. Arızî fesatla zatî fesadı da açığa çıkardı.
Bunun için, Sübhan Allah'a hamd ü şükürler olsun. Hatta bütün nimetleri için..
Bu gibi sırlan izhar etmenin sebeplerinden biri, hikmetlerinden bir hikmet odur ki: Kısa görüşlüleri ayıktırıp dikkat etmelerini temin ola ve bu gibi temennilerin varlığı harici muradların bulunması sebebi ile kâmil bir zatı noksan görmeyeler.. Sonra, onun bereketlerinden mahrum kalırlar.
Nitekim, kâfirlerin enbiyayı tasdik devletinden mahrum kalmaları, anlatılan sıfatların onlarda bulunmasıdır. Bunun için dediler ki:
? «Bir beşer mi bize hidayet edecek?.» (64/6) Ve kâfir oldular.. Şöyle bir cümle vardır:
? Sübhan Hak; arzular ve gerekleri kendisinden zevale erişinden sonra irfan sahibini bir irade ve ihtiyar sahibi kılar..
Allah'ın inayeti ile bu cümle bir başka yerde tafsilatı ile anlatılacaktır. Şu vakit, böyle bir şeye müsaid değildir.
Hüdaya ittiba edenlere ve Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara selâm.. Ona ve âline salâtların en tamamı selâmları ekmeli..
***
 

ziruh

Kıdemli Üye
Katılım
22 Kas 2007
Mesajlar
5,245
Tepkime puanı
1,279
Puanları
0
Mektubat-ı Rabbani - 438. Mektup


438. MEKTUP
MEVZUU: Sübhan Hakkın sıfatları beyanındadır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Seyyid Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun.
Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm...
***
Sübhan Hak, vücudun kendisinde, mukaddes zatı ile yeterlidir. Sair kemalât ve tevabiinde de böyledir. Bunlar hayal, ilim, kudret, semi, basar, irade, kelâm ve tekvindir. (Dirilik, bilmek, güçlü olmak, duymak, görmek, dilemek, konuşmak ve yaratmaktır.) Bu kemalâtın husule gelmesinde, sair zaid sıfatlara muhtaç değildir; isterse onun zaid kâmil sıfatlan bulunsun. O yüce Allah, vücudla değil, pek mukaddes zatı ile mevcud olduğu gibi; kendisinin sıfatı olan hayatla değil, zatı ile diridir. Sonra o:
Zatı ile alimdir; ilim sıfatı ile değil...
Zatı ile basirdir; basar sıfatı ile değil...
Zatı ile duyar; semi sıfatı ile değil...
Zatı ile kadirdir; kudret sıfatı ile değil...
Zatı ile diler; irade ile değil..
Zatı ile konuşur; selâm sıfatı ile değil...
Kâinatın vücuda getirilme mebdei ise, yine zatı ile olup, tekvin sıfatı ile değildir. İsterse alemin vücuda getirilmesi tekvin ve sair sıfatlar vasıtası ile olsun. Nitekim bu mananın tahkiki ileride gelecektir.
Bu tekvin, kudretin ilerisindedir. Çünkü kudrette, fiilin ve terkin sıhhati vardır. Tekvinde ise, fiil tarafı taayyün etmiştir. Kudretin dahi, iradeye tekaddümü vardır. Tekvin ve iradeden sonradır.
Bu tekvin, kulun gücüne benzer. Bu manada ehl-i hak ulema söyle dedi:
-O fiile mekrun olup, kudretin ve iradenin ilerisindedir.
Kudret, her iki tarafı da, yani terki ve fiili sağlar.
İrade, iki taraftan birini tercihe yarar. İcad ise, iradenin tercihinden sonra, tekvine taalluk eder.
İki tarafı sağlama çıkaran kudret isbat edilemez ise, icab gerekir. Tekvinin isbatı olmadığı takdirde, İcad mesnetsiz olur.
İcadı sağlama çıkaran kudret olup, tekvin dahi icadın mübaşiridir. Bu manadan olarak, tekvinin isbatı gerekli oldu. Matüridiye uleması bu yolu bulmuşlardır.
Eş'arilere gelince, tekvinin eşyaya izafetini ve taallukunu daha çok bulduklarından ötürü; izafi sıfatlardan zannetmişlerdir.
Hakkı hak eyleyen Allah'tır. Yolu gösteren de odur.
Tahlik, terzik, ihya, imate (yaratmak, rızıklandırmak, diriltmek, öldürmek) ve bunların benzerlerini tekvin sıfatına döndürmek; onlardan her birinin kendi başına kadim olduklarına kail olmaktan daha iyidir. Ta ki, hiçbir zaruret olmadan, birçok kadimlerin isbatı gerekmesin.
Üstte anlatılan beyandan anlaşıldı ki, Sübhan Hakkın gayrına, Sübhan Hakkın icadı sıfatlar vasıtası ile müyesser olan şey; Sübhan Hakka zatı ile sıfatların tavassutu olmadan hâsıl olmaktadır. Zira, Sübhan Hakkın zatı, herhangi bir işi ve itibarı mülâhaza olmadan, bütün kemalâtı camidir. Hatta o, her kemalin aynıdır. Zira yüce Hakkın zatında parçalanma ve bölünme yoktur.
Zira, Sübhan Hak, zatının tamamı ile alim, tamamı ile duyan, tamamı ile görendir. Sair sıfatlan da buna kıyas etmek vardır.
Durum, üstte anlatıldığı gibi olmasına rağmen, Sübhan Hakkın yedi, hatta sekiz sıfatı vardır. Nitekim ehl-i hak ulema dahi buna kaildir.
Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin.
Bu kâmil kadim sıfatlar, o zati sıfatların zılâli ve mazharlarıdır. Hatta şöyle demek dahi mümkündür:
-Bunlar, o kemalâtın nikabı, saklı nurlarının hicaplarıdır.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Sübhan Hakkın zatı ki, bütün kemalâtın husulünde yeterlidir. Ne şey için, sıfatların isbatı olsun? Kadimlerin vücuduna niçin kail olunsun? Bu manadan olarak; felsefeciler, mutezile zatla yetindiler. Kadimlerin taaddüdüne kail olmaktan kaçıp sıfatların nefyine kail oldular.
Bunun için şu cevabı veririm:
-Yüce mukaddes Hazret-i Zat, her ne kadar kemalâtın husulünde yeterle ise de; eşyanın tekvininde ve tahlikında sıfat-ı zaideler lâzımdır. Zira, yüce Hakkın zatı tenezzüh ve takaddüsün nihayetinde, azametin ve kibriya şanının gayetindedir. Gına kemalinde dahi öyledir. O yüce Zatın eşya ile münasebeti yoktur. Hikmet iktizası ve âdet iktizasına göre; faydada ve feyizde istifade edip feyiz almak isteyenlerle münasebet de gereklidir. Umumi manada olsa dahi, sıfatlar bir derece tenezzül edip zıllıyet ve eşya ile münasebet hasıl olmuştur. Bu durumda, sıfatların tavassutu olmadan, eşyadan hiçbir şeyin husulü tasavvur edilemez. Zira, yüce mukaddes Hazret-i Zat'ın nur şaşaası satvetinde eşyaya helak, fena, mahiv ve yok olmaktan başka nasip yoktur.
Eşyanın icadını, sıfatların isbatı olmadan, zat-ı bahte bağlayanlarda fikir yoktur. İlk sudur nedir ki, yüce Hakkın veçhi azametlerinde muzmahil ve mütelaşi olmaya...
***
Burada şöyle bir soru çıkabilir:
-Felsefeciler ve mutezile, her ne kadar hariçte sıfat isbat etseler de; ilmi itibarlara kail olup ilimde mütemayyiz olan zati kemalâtı isbat etmektedirler. Böyle olunca, eşyanın icadı zat-ı bahte bağlanmayıp itibarların tavassutu ile olmaktadır.
Bu suale cevabım şudur:
-Alemin icadı hariçtedir; alem dahi hariçte mevcuttur. Harici hicaplar da mutlak gereklidir ki; hariçte eşyanın vücuduna vesile olup ve onları koruya. Yani mahvolup helake gitmekten...
İlmi itibarlar, harici vücudlarda bulunmaz. Harici mevcudatın muhafazasında dahi, ilmi hicap yeterli değildir.
Sofiyeden bazıları var ki, alemin vücuduna ilim dışında kail olmazlar.
İlmi itibarlar bunlar için faydalı olabilir. İlmi vücutlara vesile olması da mümkün olur. Lâkin, alem hariçte mevcuttur; isterse bu hariç; o haricin zilli olsun. Bu vücud dahi, o vücudun zilli olsun. Mutlaka, harici hicaplar gereklidir ki, hariçte alemin vücuduna vesile ola...
Şu da yerinde olur ki, hakiki sıfatlar hariçte mevcut olarak eşyayı terbiye edip alem aynalarında kendi vasıtası ile zati kemalâtı tecelli ettirip zuhur makamına vardıralar.
Sıfatlar, her ne kadar yüce Zat'a hicap makamında olsalar da, zati ke-malâtın zuhuru, onların varlığına bağlıdır. Sıfatların hicabiyet durumu, göstermeye sebep olan manzaranın hicabiyet durumu gibidir. Her ne kadar zilli ise de, ne yapalım ki, vücudumuz, zılla merbut kılındı. Tahakkukumuz dahi hicaba bırakıldı.
O ki zatladır; zattan ayrılmaz.
Bir mısra:
Siyahlık Habeşi'den nasıl gider, kendi rengidir.
Bir şiir:
Bundan ötesinin beyanı ince;
Gizlemek pek hoş pek de güzel bence...
***
Kul, Sübhan Hak olamaz. Ne var ki, Sübhan Hakkın fazlı ile şanı yüce Hak'tan da aynlamaz. Zira: "
İnsan sevdiği ile beraberdir..." manası doğrudur. Sübhan Hakkın eşya ile maiyet nisbeti var ise de; lâkin menşei mahabbet olan bu maiyet, o mahiyetten başkadır. Bir kimsenin mahabbeti yok ise, bu maiyeti de bilemez.
Dereceler, mahabbette nasıl değişik ise, mahabbetin değişik olduğu kadar maiyette dahi değişiklik hasıl olmaktadır.
O maiyet, zıllıyetten halâs olmaya sebeptir; tamamı ile izmihlale vasıtadır. Yine o maiyet, köleliği izale edip kulluğun aynında hürriyeti ispat etmektedir. Yine o maiyet, enaniyeti iskat etmektedir; hatta enaniyeti kemaliyet derecesine çıkarmaktadır. Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, Sübhan Hak, umumi maiyet manasında şöyle buyurdu: "O sizinle beraberdir."(57/4)
Böylece, Sübhan Hak tarafındaki maiyeti isbat eyledi. Hususi maiyette ise:
"İnsan sevdiği ile beraberdir" hükmüne göre, bu tarafta, mahabbet iktizasına göre maiyet sabit oldu. İkisi arasında çok fark vardır.
Çünkü has maiyette, her iki tarafın isbatı vardır. Bunun için de, vicdan içinde de mahrumiyet lâzım gelir. (Yani varlık içinde yokluk) O ne hasrettir ki, yüce Hakkın huzurunda duyulur! Alem, her ne kadar sıfatların zılâli olup sıfatlar vasıtası ile kendisine vü-cud ve beka arız olmuş ise de; lâkin yüce mukaddes Zat'ı seven, zati mahabbet tavassutu ile, kendi asılları olan sıfatlardan lâkeyfi (şekli belli olmayan) bir yükselme ile terakki etmiştir. Asılları geçerek, asılların aslı ile de ittisal etmiştir. Ne var ki, onun bu ittisali dahi lâkeyfi bir şekildedir. Yani keyfiyeti, şekli belli olmayan bir şekilde.
Şayet aslından terakki edip yükselmez ise, gelişinden, yani vücudundan ne fayda gelir? Ve mahabbete ne hacet... Zira, kendisinin bütün vakitlerde aslı ile ittisali vardır. Zilli vuslat, her zaman için kendisine müyesser olmaktadır. Asıl iş odur ki, asıl, zil gibi basamak yapılan; mahabbet kanatları ile de daha üstüne terakki edile... Bu yükselişi anlamak, herkesin fehminde hasıl olacak cinsten değildir. Nefsini terk ederek, nefsinden terakki etmek, nazar ve fikir erbabının akıl edeceği bir iş değildir.
Sofiyeye gelince, onlardan dahi bu kuvvetle müşerref olanlar, binde birdir. Ki o binde bire, bu muammanın sırrı inkişaf eder. Bir şiir:
Binlerce nükte vardır bunda kıldan ince; Her tıraşlı baş bilmez kalenderlik nice...
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Bu seyir afaki midir, yoksa enfüsi mi?
Bunun için şu cevabı veririm: -
-O, ne enfüsidir, ne de afaki. Zira, enfüs ve afaktan murad, dahil ve hariç olandır. Halbuki bu muamele, duhulün ve hurucun ötesindedir. İsterse, nazar erbabına göre, muhal olsun. Şöyle ki:
Matlub olan, duhul ve huruçtan yana, pek mukaddes olunca, onunla olan nisbet dahi, zaruri olarak, duhul ve huruçtan münezzehtir.
iş bu seyir; böyle müşkil ve böyle incelik taşıyan bir şey olmasına rağmen; erbabı katında malum olup ayırd edilebilmektedir, ilim erbabından olunca da, Denli ve Ekre seyri gibidir.
Zira, diğer menzile göre; her menzilin mümtaz bir durumu vardır.
***
BİR TENBİH
Alem, her ne kadar sıfatların zılâli, sıfatlar dahi Hazret-i Zat'ın zılâli olsa da, lâkin zıllıyetin kendine göre mertebeleri ve dereceleri vardır. Bunların her birinden de Matlub Zat'a hicab vardır.
Çünkü şöyle bir haber vardır:
"Allah'ın nurdan ve zulmetten yetmiş bin hicabı vardır."
Bu hicaplar, tamamı ile açılmadıkça; zıllıyetten halâs olmaz. Burada, hicapların açılmasından murad; şühudi olandır.
Hicapların açılmasının men'i üzerine gelen haber ise, o da vücudi açılmadır. Böyle bir açılma mümteni olup kadim sıfatların kaldırılmasını gerektirir. Böyle bir şeyin olması muhaldir. Lakin, keyfiyeti olmayan bir şekilde maiyet hasıl olur ise, bunun hükmü vücudi manada bir açılma olur ki, hicaplarla olduğu halde hicapsız gibidir. Zira, maiyetin bir inceliği vardır ki, ona hail dayanamaz.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, nurumuzu tamamla; bizi bağışla... Çünkü sen, her şeye kadirsin..."(66/8)
Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Resullerin efendisine, sen resullere ve onun pak âlinin tümüne...
***
439. MEKTUP
MEVZUU: a) Kula lâyık olan; kendi muradlarından tamamen çıkıp yüce Sübhan Hakkın muradı üzere bulunmasıdır.
b) Zati ve arızi hastalık beyanı,
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Molla Ali Keşmiri'ye yazmıştır.
***
Kula yakışan odur ki, aziz ve Çelil Mevlâsından başka bir muradı ve matlubu olmaya; onun muradından başka muradı dahi asla kalmaya...
Anlatıldığı gibi olmadığı takdirde kendisi, kulluk bağından başını sıyırmış; ayağını dahi kulluk kaydından çıkarmış olur.
Kul, nefsinin muradlarından esir olur da onun heva ve hevesine aldanır

ise, bu durum ile o, nefsinin kölesi olur ve lâin şeytanın itaatında kalır.
Aziz Celii Zat'tan gayrı bir murad ve matlubun olmaması onun muradından gayrı bir muradın bulunmayışı bir devlet olup hâsıl olması, has velayetin husulüne kalmıştır. Bu has velayet ise, pek tamam olarak husule gelecek fenaya ve ekmel manada olacak bekaya bağlıdır.
***
Yukarıda anlatılacak manalar üzerine şöyle bir soru sorulabilir: -Çok kere kâmil zatlardan muradlar ve bazı iktiza eden şeylerin zuhuru olur. İlk büyüklerden dahi, çeşitli taleplerin husule gelme temennisi görülür.
Resulullah (sav) Efendimiz ki İmam-ı Enbiya Sultan-ı Evliya idi. Ona ve diğerlerine salâtların en tamamı, selâmların dahi ekmeli olsun. Soğuk suyu ve tatlıyı severdi. Ümmetinin hidayetini dahi şiddetle arzu ettiği Kur'an-ı Mecid'de beyan edilmiştir:
Mana anlatıldığı gibi olunca, bu gibi iktiza eden şeylerin o büyüklerde bulunmasının tevili nedir?
Bunun için şu cevabı veririm:
-İktiza eden bazı şeylerin menşei tabiattır. Tabiat hayatı devam ettiği süre, o iktiza eden şeyler dahi baki kalır. Şöyle ki: İhtiyari bir hareket olmadan tabiat, sıcak vaktinde soğuğa meyillidir. Soğukluk zamanı ise, sıcaklığı ister.
Üstte anlatıldığ gibi olan iktiza, kulluğa münafi olmadığı gibi; heva ve hevese taalluk sebebi dahi değildir. Zira, tabiatın zaruri işleri teklif dairesi dışındadır. Nefs-i emmareden gelen bir arzu dahi sayılmaz. Çünkü nefsin meyli ya fuzuli mubahlaradır; ya da şüpheli veya haram işleredir. O ki, zaruridir; onda nefsin rnedhali yoktur.
Üstte anlatılan manadan zahir oldu ki, taallukun ve taavvukun (yani yersiz alâka ve oyalanmanın) menşei, fuzuli işlerle meşgul olmaktır. İsterse, mubah kısımlarından olsun... Zira mubahın haramla yakın komşuluk nisbeti vardır. Lain şeytanın azdırması ile adımını o mubahtan kaldırdığı anda, harama basabilir. Bunun için, mubahla yetinip kalmak zaruridir. Zira, bundan adımını kaldırdığı takdirde, fuzuli mubahlara basar. Bu mana, fuzuli mubahlarda kalındığı gibi değildir; zira, onun haricine adım atan harama düşer. Bu mana yukarıda da anlatıldı.
Bazı muradların zuhuru çok kere; bir şahsın kendi nefsinde hulusu olmasına rağmen, hariçten bir sebeple de olabilir.
Bu sebeb, Rahman Zat'ın vaizi olabilir ki, o şahsı hayra koşturur. Çünkü, Sübhan Hakkın, her mümin kulun kalbinde bir vaizi vardır.
Yahut şeytan o kimseye şer ve düşmanlık bırakır. Şeytanın vaadi üzerine şu ayet-i celile vardır:
"...vaad eder, olmayacak ümitlere kaptırır. Şeytanın onlara vaadi, ancak kandırmacadır."(4/120)
Bu Fakir, bir gün, sabah namazından sonra, sükût yollu oturmuştum. Ki böyle etmek; bu Tarikat-ı Aliyye ehlinin âdetidir. Böyle edişim, kalede bu-
lunduğum günlerde idi. Tam bu sırada, bazı temenniler hatıra hücum etti. Bu hücumların sebebi ile, halâvatten alındım; bir gönül dağınıklığına düştüm. Sübhan Hakkın inayeti ile bir an sonra, tekrar gönül birliği eski haline geldi. O temennilerin dahi, hatırdan çıkıp gittiğini gördüm. Bir bulut parçası gibi idi. Onları bırakanla beraber kapıdan çıkıp gitti; hane onlardan temizlendi. O vakit bilindi ki, bu muradlar ancak hariçten gelmiştir; dahilden değildir ki, kulluğa münafi olsun.
***
Menşei nefs-i emmare olan her fesad; zati bir maraz olup öldürücü zehir durumundadır. Kulluk makamına dahi münafidir.
Hangi fesat ki, hariçten hâsıl olmaktadır; isterse şeytanın ilkası ile olsun. Bu, arızî marazlardan olup ufak bir çare ile giderilir. Bu manada, Allahu Teala, şöyle buyurdu:
"Şeytanın hilesi zayıf durumdadır."(4/76)
Belâmız, ancak nefislerimiz olup, ruhlarımızın düşmanı ve kötü arkadaşımızdır. Harici düşman, onun yardımı ile bizi istilâ eder; onun yardımı ile bizi yerimizden atar.
Eşya arasında, cehalet itibarı ile en şiddetlisi, nefs-i emmaredir. Zira, o kendi nefsinin düşmanı ve onun kötülüğünü istemektedir. Bütün gayreti kendisini helake götürmektir.
Bütün temennisi, Mevlâsı ve velinimeti olan Rabbine masiyettir. Kendisinin düşmanı olan şeytana da itaattir.
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki; zati ve arızi marazı temyiz edip dahili ve harici fesadı bilmek son derece zordur.
Çok kere nakıs bir kimse, kendi marazını zati değil, arızi sanarak kendisini kâmil zanneder. Böylece, ebedi hüsranda kalır. Bu korkudandır ki, bu sır hakkında yazmaya cesaret edemiyorum; bu mananın izharını dahi iyi görmüyorum.
On yedi sene kadar şüphe içinde kaldım. Hem de, zati fesadı anzi fesada karışık bularak. İş bu vakitte, Sübhan Hak, hakkı batıldan ayırd etti. Arızi fesatla zati fesadı da açığa çıkardı.
Bunun için, Sübhan Allah'a hamd ü şükürler olsun. Hatta bütün nimetleri için...
Bu gibi sırları izhar etmenin sebeplerinden biri, hikmetlerinden bir hikmet odur ki, kısa görüşleri ayıktırıp dikkat etmelerini temin ola ve bu gibi temennilerin varlığı harici muradların bulunması sebebi ile kâmil zatı noksan görmeyenlere. Sonra, onun bereketlerinden mahrum kalırlar.
Nitekim, kâfirlerin enbiyayı tasdik devletinden mahrum kalmaları, anlatılan sıfatların onlarda bulunmasıdır. Bunun için dediler ki:
"Bir beşer mi bize hidayet edecek?"(64/6)
Ve kâfir oldular.
Şöyle bir cümle vardır:
-Sübhan Hak, muradlar ve muktaziyat kendisinden zevale erişinden sonra irfan sahibi bir irade ve ihtiyar sahibi kılar.

Allah'ın inayeti ile bu cümle bir başka yerde tafsilatı ile anlatılacaktır. Şu vakit, böyle bir şeye müsaid değildir.
Hüdaya ittiba edenlere ve Mutabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara selâm. Ona ve âline salâtların en tamamı, selâmların ekmeli...
***
 

ziruh

Kıdemli Üye
Katılım
22 Kas 2007
Mesajlar
5,245
Tepkime puanı
1,279
Puanları
0
Mektubat-ı Rabbani - 437. Mektup


437. MEKTUP
MEVZUU: Namaz kılmaktan, Kur'an okumaktan, zikirden hâsıl olan mertebelerin yükselmesi ve güzel neticelerin beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Molla Tahir Bedahşi'ye yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm.
***
Bu tarikatın müptedi talebelerine mutlaka gereklidir ki, zikrederler. Zira, bu müptedinin terakkisi, zikir tekrarına bağlıdır. Şu şartla ki: Bu zikir, kâmil ve mükemmel bir şeyhten alına. Bu şart bulunmadığı takdirde; çoğunlukla, ebrarın virdleri kabilinden olur; bunların neticesi de sevaptır. Mukarrebine taalluku olan yakınlık değildir.
Çoğunlukla, ebrarın virdleri kabilinden olur cümlesini ancak şunun için kullandım:
Caiz olur ki, şeyhin tavassutu olmadan, Sübhan Hakkın fazlı terbiye ede... Kendisini, zikir tekrarı ile mukarrebin zümresinden kılar. Hatta, zikir tekrarı olmadan, yakınlık mertebeleri ile müşerref olması, Allahu Teala'nın veli kulları arasına girmesi caiz olur.
Anlatılan şarta gelince; ağleb, ekser itibarına ve hikmet âdet vafkına göredir.
Sübhan Allah'ın fazlı ile zikre bağlı muamele tamam; heva ilâhlarından da halâs müyesser olur ise, emmare dahi mutmainne durumuna gelir ise, o zaman, terakki zikirle hâsıl olmaz. Bu durumda, zikrin hükmü, ebrarın virdleri hükmünü alır. Bu yerde mertebeleri kat etmek; Kur'an okumaya, kanutu uzun tutarak namaz kılmaya bağlı kalır.
Daha önce zikirle müyesser olan, bu kere Kur'an okumakla müyesser olur. Bilhassa namazda okunur ise...
Hulâsa, başta ebrarın virdleri kabilinden olan zikir hükmü, Kur'an tilâveti hükmü olur. Mukarrebattan olduğu için de, başta ve ortada Kur'an tilâveti hükmü, zikir hükmü yerine geçer.
Şaşılacak bir durumdur: O vakitte, Kur'an ayetleri cümlesinden olarak; Kur'an tilâveti unvanı ile zikir tekrarı ve onda istiazeye şuru edildiği zaman üzerine öyle faydalar terettüb eder ki; kıraat unvanı ile tekrar edilmez ise, Kur'an tilâveti üzerine terettüb etmez; ebrarın amelleri gibi olur.
Her amelin yeri ve zamanı vardır. Zamanında eda edildiği takdirde güzel olur. Aksi halde, çok kere hata olur. İsterse kendi zatında iyi olsun.
Görmez misin ki, teşehhüdde Fatiha okumak hatadır; isterse Ümmü'l-kitab olsun.
Bu yolda şeyh zaruriyattan sayılır. Onun talimi dahi, önemlilerin en önemlisidir.
Bundan sonrası, kuru ot misali uçar gider.
Büyüklerden biri şöyle demiştir:
Olduğun için bidayette Ahvel; (AHVEL: Şaşı gözlü... Biri, iki gören.)
Gerek ki, seni şeyh yönete evvel...
***
 

ziruh

Kıdemli Üye
Katılım
22 Kas 2007
Mesajlar
5,245
Tepkime puanı
1,279
Puanları
0
Mektubat-ı Rabbani - 436. Mektup


436. MEKTUP
MEVZUU: Resulullah (sav) Efendimizin ashabının menkıbeleri, aralarında merhamet ve şefkatleri.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Molla Muhammed Murad Keşmiri'ye yazmıştır.
Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Muhammed, Allah'ın Resulüdür. Onun maiyetinde bulunanlar, küffara karşı çetindirler. Kendi aralarında da merhametlidirler. Onları rükû edici ve secde edici olarak görürsün. Onlar daima Allah'tan fazl-ü kerem ve rıza isterler. Secde izinden meydana gelen nişanlan yüzlerindedir.
İşte, onların Tevrat'taki vasıfları budur.
İncil'deki vasıflan da söyledin
Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gitgide onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, sapları üzerine doğrulup kalkmış bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Ta ki, bunlarla kâfirler öfkelensin. İçlerinden iman edip iyi amel ve hareketlerde bulunanlara Allah hem mağfiret, hem de büyük mükâfat vaadetmiştir."(48/29)
Üstte meal olarak anlatılan ayet-i kerimede, Sübhan Allah, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin ashabını medhetti. Ona ve diğerlerine salât ve selâm olsun. Yani onların bazısının bazısına olan tam merhametlerinden ötürü. Ki onlar, bu merhamet üzere bulunmaktadırlar.
-Rahiym lâfzı, ayet-i kerimede (Arapça aslına göre) geçen:
-"Ruhema..." lâfzının cem sığasından tekidir ki, merhamette mübalağayı tazammun etmektedir.
Aynı zamanda sıfat-ı müşebbehedir. Sıfat-ı müşebbehe dahi, istismara delâlet etmektedir. Bu da, onların merhametlerinin devamlı oluşuna işarettir.
Onların bu merhamet durumu, Resulullah (sav) Efendimizin hayatında iken ne ise, irtihalinden sonra da aynı olmuş, hiçbir değişme olmamıştır. Her ne şey ki, onların, bazısından bazısına karşı olan merhamete münafidir; kendilerinden atılmıştır. Böyle olması gereklidir, hem de daima... Bazısının bazısına olan buğuz, kin, hased, düşmanlık ihtimali onlardan atılmıştır Hem de her zaman için... Ashab-ı kiramın bütünü ki, bu beğenilen sıfatlarla muttasıf olmuşlardın
nitekim:
"Ellezine" (Onlar.)" (48/29) lâfzı, umumi ve istiğrak sığası ile gelmektedir. Bu durumda, ashabın büyükleri için ne diyelim? Zira, bu sıfatlar, onlarda daha tamam ve daha kemallidir. Hem de fazlası ile... Bu manadan olarak, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Ümmetime ümmetimin en merhametlisi, Ebu Bekir'dir."
Resulullah (sav) Efendimiz, Hazret-i Faruk sanında ise, şöyle buyurdu:
"Benden sonra, peygamber gelecek olsaydı; Ömer olurdu."
Yani nübüvvetin levazimi ve kemalâtı, bütünüyle Hazret-i Ömer'de vardır. Lâkin, Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizle nübüvvet makamı kapandığı için; bu makam devleti ile müşerref olmamıştır.
Nübüvvet levazimi arasında, halka tam rahmet ve şefkat vardır.
Sonra, o rezil hallerdir ki, şefkata ve merhamete münafi olup kin, hased, buğz, düşmanlık gibi kötü huylardan sayılır; Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbeti ile şerefyab olanlarda nasıl tasavvur edilir? Zira onlar, ümmetlerin hayırlısı olan bu ümmetin en faziletlileridir. Bütün dinleri nesheden bu din ehlinin en önde olanlarıdır.
Onların asırları, asırların hayırlısıdır. Onların sahibi dahi, resullerin ve nebilerin en faziletlisidir.
Anlatılan düşük sıfatlar, bu ümmetin en küçüğüne dahi, ardır. Şayet onlar, bu düşük sıfatlarla mevsuf olsalardı; bu ümmetin en faziletlileri olmak şerefine nasıl nail olurlardı? Ne yüzle bu ümmet, ümmetlerin hayırlısı olacak ve imanda ileri olmanın ve mal harcamakta, nefsi vermekte er davranmanın ne meziyeti olacaktır? Fazileti nedir?
Sonra, hayırlı asır olmasına ne tesiri olacaktır? Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbet faziletine ne eser terettüb edecektir?
O kimseler ki, ümmetin evliyası ite sohbette bulunmaktadırlar; bu sebeple de, anlatılan bu rezil huylardan kurtulurlar; bu durumda o cemaatta bu kötü huyların bulunması nasıl tevehhüm edilir? Halbuki onlar, Resulullah (sav) Efendimizin sohbetinde ömür tüketmişlerdir. Onun dinini teyid, şeriatına yardım ve kelimesini ilha için mal ve can harcamışlardır.
Meğer ki böyle bir tevehhüm, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin azameti ve şerefi gözden düşe ve tevehhüm edile ki, onun sohbeti, bu ümmetin bir velisinin sohbetinden daha noksandır! Böyle bir şeyden Allah'a sığınırız.
Mukarrer olan durum şu ki: Ümmet velilerden hiçbiri, o ümmetin sahabelerinden bir sahabenin mertebesine ulaşamaz; peygamberlerinin mertebesi şöyle dursun...
Bu manada Şeyh Şibli şöyle dedi:
-Ashabını tazim etmeyen, Allah'ın Resulüne iman etmiş olmaz.
***

İnsanlardan bazıları sanır ki:
Resulullah (sav) Efendimizin ashabı iki fırkaya ayrılmıştır. Onlardan bir fırkanın Hazret-i Âli ile muvafakati vardır; diğer fırkanın dahi, onunla muhalefeti vardır.
Bu iki fırkadan her birinde ise, diğerine karşı düşmanlık, buğuz, kin vardır. Onlardan bazısı dahi, iki yüzlü olarak, bazı çıkarlar düşünerek bu sıfatlarını gizlemiştir.
Yine sanmışlardır ki, bu rezil huylar ve onlarda bulunan diğer kötülükler, birinci asra kadar uzamıştır.
Anlatılan tevehhüm sebebi ile, Hazret-i Ali'nin (ra) muhaliflerini şerli anlatırlar ve onlara yakışmayan isnadları yaparlar.
İnsaf edilmesi gerek...
Anlatılan mana takdirine göre her iki fırka da taana uğratılmaktadır. Düşük sıfatlarla muttasıf bulunmaktadırlar. Bu ümmetin en faziletlileri, bu ümmetin en şerlileri durumuna düşürülmektedir; hatta bütün ümmetlerin en şerlileri!.. O ümmetin hayırlı oluşu, şerli olmaya geçmektedir!..
Hangi insafla, Hazret-i Ebu Bekir (ra) ve Hazret-i Ömer (ra) anlatılan te-vehhümie kötü olarak anılmaktadır? Din ulularına münasip düşmeyen işler isnad edilmektedir!..
Hazret-i Ebu Bekir (ra) bu ümmetin en müttakisidir. Hem de, Kur'an'ın kafi hükmü ile... Müfessirlerden İbn-i Abbas ve diğerleri birleştiler ki:
"Halbuki en muttaki, Allah katında temizlik bulmak için verendir ve ondan (ateşten) uzaklaştırılacaktır."(92/17-18) mealine gelen ayet-i kerimeler, Hazret-i Ebu Bekir sanında nazil olmuştur. Burada:
"Ey muttaki..." (92/17-18) Hazret-i Ebu Bekir'dir. Allah ondan razı olsun.
Allahu Teala ki, bir şahıs hakkında:
"En muttaki..." (92/17-18) buyurur. Yani ümmetlerin hayırlısı olan bu ümmetin en müttakisi... Şimdi düşünmek gerek: Onu tekfir etmek, fişka vardırmak, dalâlette saymak şenaat yolunda hangi hadde ulaşır!..
İmam Fahreddin-i Razi, üstte anlatılan ayet-i kerimeyi delil tutarak, Hazret-i Ebu Bekir'in en faziletli olduğunu çıkardı. Allah ondan razı olsun. Çünkü:
"En keremliniz, en muttaki olanınızdır."(49/13) mealine gelen ayet-i kerime hükmüne göre, yüce Hakk katında bu ümmetin en keremlisi olma şerefi nass-ı lâhik hükmüne göre, yine Hazret-i Sıddık'ın olan. Allah ondan razı olsun.
Eimme-i selefin isbat ettiklerine göre, ki bunlardan biri de, İmam-ı Şafii'dir; Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli oldukları üzerine sahabenin ve tabiinin icamı vardır. Allah onlardan razı olsun.
Hazret-i Ali dahi, her ikisinin daha faziletli oldukları üzerine hükmetmiştir. Allah onlardan razı olsun.
Muhaddislerin en büyüklerinden olan Zehebi şöyle anlattı:
-Bu manayı, Hazret-i Ali'den (ra) seksen küsur kimse rivayet etti.
Şia'nın en büyüklerinden olan Abdürrezzak dahi, üstte anlatılan rivayet dolayısı ile Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli olduklarına hükmetti. Allah onlardan razı olsun. Şöyle dedi:
-Hazret-i Ali'nin, Hazret-i Ebu Bekir'i ve Hazret-i Ömer'i kendi nefsi üzerine daha faziletli tuttuğu için, her ikisini de daha faziletli buluyorum. Yoksa, onları daha faziletli saymazdım. Benim için bir vebal olur ki, onu seveyim, sonra ona muhalif durayım.
Mana yukarıda anlatıldığı gibi olunca; ümmetlerin hayırlısı olan bu ümmetin en faziletlilerini, hem de Kur'an, hadis, icma ve Hazret-i Ali'nin (ra) itirafı ile noksan bilmek, onları tahkir etmek hangi insaf ölçüsünden, hangi diyanetten, zımnında bulunan hangi hayırdan dolayıdır!..
Eğer bir kimseye sövmekte hayır ve ibadet bulunsaydı, Ebu Cehil'e ve Ebu Leheb'e sövmekte olurdu. Ki bunlar matrud ve mel'undurlar. Hem de, Kur'an'ın kafi hükmü ile... Hem de, onun zımnında çok hasenat hasıl olurdu...
Kesilmeyi ve kötülüğü tazammun eden sövmenin hayırlı oluşu nerededir? Bilhassa, layık ve müstahak olmayan bir şahıs hakkında olursa. Bir şeyi, kendi yerine bırakmamak zulümdür. Bir şeyle diğer şey arasında fark vardır. Bir mevzi ile diğer mevzi arasında değişiklik vardır. Bir zulüm ile diğer zulüm arasında yine tam bir açıklık vardır.
***
HAZRET-İ OSMAN (Allah ondan razı olsun)
Hazret-i Osman Zinnureyn'in hilâfeti, sahabe-i kiramın icmaı ile sabittir. Ayrıca, o babda asırların hayırlısı olan o asırda bulunan büyük küçük, kadın erkek hemen herkesin ittifakı vardır. Bu mana icabı olarak, ulema şöyle dedi:
-Hazret-i Osman Zinnureyn'in hilâfeti üzerine olan ittifak diğer üç halifeden hiçbiri için olmamıştır.
Onun hilâfetinin başlamasında, o asır ehlinde bir nevi tereddüd vardı. Dolayısı ile o asır ehli bu madde üzerinde çok ihtiyatlı davrandı. Sonra, o hilâfet üzerinde ikdam eylediler.
***
Şunun bilinmesi yerinde olur ki,
Sahabe-i kiram, Kur'an ve hadisin tebliğcileridir. İcma dahi, onların asrına bağlıdır. Onlardan tümü veya bazısı dalâlet ve fısk ile muttasıf olur ise, dinin bütününden veya bazısından itimad kalkar. Hatemü'l-enbiya, Afda-lü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin bi'setinden gelecek fayda dahi az olur.
Kur'an-ı Kerim'i cem eden Hazret-i Osman'dır; hatta, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer Faruk'tur. Allah onlardan razı olsun.
Şayet bu zatlara taan edilir ve onlardan adalet kaldırılmış olur ise, Kur'an'a nasıl itimad kalır ve ne şeyle din kaim olur? Bu işin şenaati düşünülmelidir.
Resulullah (sav) Efendimizin ashabı tümden idalet üzeredir. Bize her ne
tebliğ etmişlerse haktır ve doğrudur.
Hazret-i Ali'nin (ra) hilâfeti zamanında vaki olan muhalefetler ve münazaralar; heva, heves, makam ve siyaset sevgisi ile olmamıştır. Elbette, ictihad ve istinbat üzere olmuştur. Onlardan birinin içtihadında hatta, istinbatı sevaptan uzak olsa dahi durum budur.
Ehl-i sünnet uleması katında mukarrer olan mana şudur:
-Mu muharebelerde ve müşacerelerde haklı olan Hazret-i Ali'dir. Muhalifleri dahi hata üzere idiler. Bu hatanın menşei içtihad olunca, sahibmi taan edilmekten ve ayıplanmaktan uzak tutulur.
Asıl maksud olan Hazret-i Ali tarafında haklılığın oluşu ve hatanın muhalifleri tarafında bulunuşudur. Ehl-i sünnetin kail oldukları mana budur. Lanet okuyup tard etmek, ziyadeden bir şeydir. Hatta zarar ihtimalini tazammun eder.
Çünkü, onlar Resulullah (sav) Efendimizin ashabı olup kendilerinden razı olmuştur. Bazıları da, cennetle müjdelidir. Bedir gazasına mensupları vardır; günahları bağışlanmıştır. Uhrevi azap kendilerinden kalkmıştır. Nitekim, sahih hadislerde şu mana gelmiştir:
"Allahu Teala, Ehl-i Bedr'e muttali oldu ve şöyle buyurdu:
-Ne isterseniz yapın, sizi bağışladım."
Onların bir kısmı da, Biat-ı Rıdvan ile müşerref olmuştur. Resulullah (sav) Efendimiz de, bu biatta bulunanlara şöyle buyurdu:
"Ağacın altında biat edenlerden hiç kimse, cehenneme girmeyecektir."
Hatta, Kur'an-ı Mecid'den anlaşılan mana üzerine ulema kaildir ki, ashab-ı kiramın tümü cennet ehlidir. Bunu şu meale gelen ayet-i kerimeden almışlardır:
"İçinizde, fetihten evvel Allah yolunda harcayan ve muharebe eden kimseler, diğerleri ile bir olmaz. Onlar derece itibarı ile fetihten sonra harcayan ve muharebe edenlerden daha büyüktür. Allah her birine Hüsna'ya vaad etmiştir. Allah her ne yaparsanız hakkıyla haberdardır."(57/10)
"Hüsna..." manası cennettir. Hangi sahabe ki, fetihten evvel ve sonra mal harcayıp muharebe etmiştir; onun için cennet vaadi gelmiştir. Dediler ki:
-İnfak ve kıtal sıfatı takyid için değildir; medih içindir.
Zira, bütün sahabe, bu iki sıfatla muttasıftır; hepsi de cennetle vaad olunmuştur.
Üstte anlatılan manalara göre mülâhaza etmek gerek. Bu büyükleri şerle ye suizanla anlatmak, insaftan ve diyanetten nasıl sayılır?
Üstte anlatılan manalar dışında şöyle bir soru çıkabilir:
Bir cemaat demiştir ki:
-Ashab-ı kiramdan bazıları, Resulullah (sav) Efendimizin irtihalinden sonra, anlatılan yol üzerinde kalmamışlardır. Makam ve riyaset talebi, hilâfet sevdası ile hak yoldan inhiraf etmişlerdir. Hazret-i Ali'den dahi hilâfeti gasb eylemişlerdir. Hatta, bu inhirafı, küfür ve dalâlet haddine varır zannetmişlerdir.
Burada anlatılanlar, bu cemaatın zannına göre, ashab-ı kirama vaad edilenlerden mahrumdurlar. Zira, sohbet faziletine nail olmak, İslâm'dan bir parçadır, islâmları söz götürünce, sohbetin tesiri ne olur?
Bunun için şu cevabı veririm:
-Üç halife dahi, cennetle müjdelidir. Allah onlardan razı olsun. Bu durum, sahih hadislerle sabit olup manevi tevatür derecesine ulaşmıştır. Küfür ve dalâlet ihtimali onlardan def edilmiştir. Ayrıca, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer ehl-i Bedir'dendir. Sahih hadislere göre de, ehl-i Bedir bağışlanmıştır. Sonra onlar, ayrıca, Biat-ı Radvan ehlidir; bunlar dahi, daha önce anlatıldığı gibi, ehl-i cennettir.
Hazret-i Osman, Bedir gazasında hazır olmamıştır. Çünkü, Resulullah (sav) Efendimiz onu, hanımı hasta olduğundan Medine'de bıraktı; o da Resulullah (sav) Efendimizin kızı idi. Kendisine şöyle buyurdu:
"Bedir ehline olan ecirden sana da vardır."
Ayrıca, Hazret-i Osman, Biat-ı Radvan'da da bulunamadı. Zira, Resulullah (sav) Efendimiz onu, Mekke'ye Kureyş'e elçi olarak göndermişti.
Amma, Resulullah (sav) Efendimiz, onun yerine kendisi ile biat etmiştir. Nitekim, bu mana meşhurdur.
Kaldı ki, Kur'an-ı Mecid, bu büyüklerin üstün şanına şehadet etmektedir; onların üstün derecelerinden haber vermektedir.
Bir kimse ki, Kur'an ve hadise karşı gözlerini kapamıştır; o kimse, bahis dışıdır. Bu manada, Şeyh Sadi (rh) şöyle dedi:
Bir şiir:
O ki durmaz Kur'an, hadis yanında;
Susman, konuşmaman haktır cevabında...
O ne biçim bir belâdır ki, vaki olur... Şayet Hazret-i Sıddık'ta küfür ve dalâlet ihtimali olur ise... Şunun için ki: Adaletlerinin varlığına, çokluk olmalarına göre, kendisini Resulullah (sav) Efendimizin makamına oturtmuşlardı.
Hazret-i Sıddık'ın hilâfetini tekzib etmek; asırların hayırlısı olan o asır ehlinden otuz üç bin kişiyi tekzib etmektir.
En azından bir dirayete sahip olan kimse, böyle bir şeye cevaz vermez.
Sonra, bir asırda nasıl bir hayır kalır ki, o asır ehlinden otuz üç bin kişi batıl üzerinde birleşmiş ve Resulullah (sav) Efendimizin makamına dalâlette kalan ve dalâlete götüren birini oturtmuşlardır!..
Allahu Teala, bu cemaata insaf versin ki, din ulularına taan etmekten dillerini tutarlar ve Resulullah (sav) Efendimizin sohbet hakkına da riayet ederler.
Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Ashabım hakkında Allah'tan korkunuz. Benden sonra, onlara garaz beslemeyiniz. Onları seven, benim sevgimden dolayı seven onlara buğzeden de, bana buğzettiği için buğzeder.
***
Bundan daha ziyade ne yazayım? En açık bedihi manaları daha nasıl açayım? Halbuki Kur'an-ı Mecid, Hazret-i Sıddık'ın medhi ile doludur. Allah ondan razı olsun. Onun hakkında Leyh suresi ve başka ayetler nazil olmuştur. Sayıya ve hesaba gelmeyecek kadar, onun faziletleri sahih hadislerle anlatıldı. Onun şemaili ve vasıfları, hatta bütün sahabe, geçmişte gelen peygamberlerin kitaplarında anlatıldı.
Nitekim, Allahu Teala, Tevrat'ta ve İncil'de vasıflarını anlattı.
Ümmetlerin hayırlısı olan bu ümmetin başı ve onların reisi, Hazret-i Sıddık'tır. Allah ondan razı olsun. Ona ki, küfür ve dalâlet iftirası atarlar; başkalarına nasıl bir itirazda bulunacaklardır? Hangi yoldan konuşacaklardır?
Bu manada bir ayet-i kerime meali:
"Allah'ım, ey semaları ve yeri yaratan, gaybı ve şehadeti bilen; ihtilâfta bulundukları şeylerde, kulların arasında hükmeden sensin."(39/46)
***
Hüdaya ittiba edenlere ve Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara selâm. Ona ve âline salâtların en tamamı, selâmların dahi ekmeli...
***
 

ziruh

Kıdemli Üye
Katılım
22 Kas 2007
Mesajlar
5,245
Tepkime puanı
1,279
Puanları
0
Mektubat-ı Rabbani - 435. Mektup

435. MEKTUP
MEVZUU : a) Allah-ü Taâlâ'nın, peygamberlerin aracılığı ile zatından ve sıfatlarından haber verdiğinin beyanı.. b) Aklın medhali bulunmayan rızaya uygun olan ve olmayan amellerin beyanı..
*
**
NOT: İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Hace ibrahim Ku badhanî'ye yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun..
Öyle Yüce Zattır ki: Bize nimet verdi; İslâm hidayeti nasib eyledi; Muhammed ümmetinden kıldı. Ona ve âline salât ve selâm olsun..
***
Peygamberler, âlemlere rahmettir. Yüce Sübhan Hak, onların biseti vasıtası ile bizim gibi, aklı noksan, idrâki kısa olanları zatından ve sıfatlarından haberdar etti..
Bizim anlayış ölçümüze göre, zat ve sıfat kemalâtına muttali kıldı.
Razı olduğu şeylerle, razı olmadığı şeyleri ayırd eyledi.
Dünyaya ve âhirete dair menfaatlarımızı, mazarratlarımızdan ayırdı.
Şayet onların mübarek vücudları olmasaydı; beşer akılları Yüce Yaratıcıyı isbatta aciz kalır; onun kemalâtını idrâkten yana da kusurlu olurdu.
Kendilerini, akıl sahiplerinin en büyükleri sanan kadim felsefeciler Yüce Aziz Yaratıcıyı inkâr etmektedirler. Akıllarının noksanlığından dolayı, eşyayı zamana bağlarlar.
Nemrud, cümle yer ehlinin sultanı idi; onun İbrahim Halil a.s. ile mücadelesi meşhurdur. O, bu mücadeleyi yerin ve semaların halikının isbatında yapmıştır. Kur'an-ı Mecid'de dahi bu mana anlatılmıştır.
Hizlanda kalan Firavun dahi, şöyle dedi:
? «Sizin için, benden başka ilâh bilmiyorum..» (28/38) Bundan başka Firavun, Musa'ya hitab ederek şöyle dedi:
? «Eğer benden başka ilâh tutarsan, seni zindana atılmışlardan ederim.» (26/29)
Bundan başka Firavun, Haman'a şöyle dedi:
? «Ey Haman, benim için yüksek bir kule yap.. Her halde ben o yollara, semaların yollarına ulaşırım. Musa'nın ilâhına da çıkaranı. Ben onu, yalancı sanıyorum.» (40/36-37)
Hülâsa..
Bu büyük devletin isbatında, akıl kısırdır; o büyüklerin hidayeti olmadan, yol bulamaz..
Vaktaki yerin, semaların, zamanın yaratanı Yüce Allah'a dair peygamberlerin daveti meşhur olup kelimeleri dahi açılıp yayıldı: Yaratıcının sübutu hakkında tereddüdü olan her vaktin sefihleri bakahatlarına muttali olup istemeden olsa dahi yaratıcının varlığına kail oldular. Eşyayı dahi, o Yüce Zat'a müstenid eylediler.
Anlatılan bu nur, peygamberlerin nurlarından iktibas edilmiş bir nurdur. Onların sofralarından istifade yollu gelen bir nimettir. Onlara salât ve selârn olsun.. Taa, kıyamet gününe kadar.. Hatta ebedlerin ebedine kadar..
Dinlemek sureti ile şair kabul ettiklerimizin durumu da aynıdır. Ki onlar enbiyanın tebliği ile bize ulaşmıştır. Onlara salât ve selâm olsun.. Bunlar şu esaslara dairdir: Yüce Allah'ın sıfat-ı kâmilesi, enbiyanın gönderilmesi, meleklerin masumiyet durumu, haşir neşir, cennetin ve cehennemin varlığı, daimî olan azap ve nimet.. Ve., bunlara benzeyen daha başkaları.. Yani: Şeriatın dili ile bize ulaşanlar.. Akıl bu gibi şeylerin idrâkinden yana da kısırdır. Onları isbattan yana da noksanı vardır. O büyüklerden, bunları duymadan yollarını bulamaz; kendi başına onların hiç birinde istiklâli yoktur.
Aklın oluş durumu, hissin oluşundan ileride olduğundan; akılla idrâk edilen hisle idrâk edilemez. Nübüvvetin oluş durumu dahi aklın ötesinde olduğundan; nübüvvete idrâk edilen akılla idrâk edilemez..
Bir kimse, marifet için aklın ötesinde bir yol isbat etmiyorsa; o kimse hakikatta nübüvvet tavrını inkâr etmekte ve bedahetle çarpışmaktadır.
Peygamberlerin varlığı mutlaka gereklidir ki:. Aklen vacib olan şükrün keyfiyetine delâlet edeler.. Yani: Yüce Sultan Mün'im Zata. O Sübhan Zat'ın katından gelen ilme ve amele mütaallik nimetlerin sahibi Mevlâ'ya tazimi izhar eyleyeler.. O tazim ki Sübhan Zatın katından istifade yollu gelmemiştir; o Yüce Zat'ın şükrünü edaya lâyık değildir. Zira, beşerî kuvvet, onun idrâkinden âcizdir. Hatta, çok kere ona tazim sayılmayan bir şeyi tazim sanır; şükürden hicve geçer.
Yüce Mukaddes Hakkın tazimini, onun zatından alma yolu nübüvvete kalmıştır; peygamberlerin tebliğine inhisar etmiştir. Onlara salât ve selâm olsun..
Evliya için olan ilhama gelince.. bu da nübüvvet nurlarından iktibas edilmiş olup enbiyaya mütabaat bereketleri ve feyizleri olarak gelmiştir.
Şayet akıl, bu işte yeterli olsaydı; akıllarını kendilerine önder eyleyen Yunan felsefecilerini dalâlet ovasında bırakmazdı. Sübhan Hakkı dahi, bütün insanlardan önce bilirlerdi. Halbuki, Sübhan Hakkın zatında ve sıfatlarında insanların cehalet cihetinden en katmerlisi bunlardır. Şunun için ki: Sübhan Hakkı fariğ ve muattal sanmışlar ve bir şeyin dışında, hiç bir şeyi ona istinad ettirmemişlerdir. o dahi icab olup ihtiyar değildir. Kendiliklerinden faal akıl yontup hadiseleri ona bağlamışlardır. O hadiseleri, yerin ve semaların yaratıcısından men etmişler Ve eseri de hakikî müessirden almışlardır. Böylelikle de sanmışlar ki: O eser, kendi yontmalarınındır.
Onlara göre malul illet-i karibenin eseridir; malulün husulünde illet-i baidenin tesirini görmezler.
Cehaletlerinden ötürü, eşyanın Sübhan Hakka istinad etmemesini o Sübhan Zat için kemal sanmışlardır. Tatili (muattal olmayı) dahi onun için tebcil zannetmişlerdir. Halbuki Sübhan Hak yeri ve semaları yaratması ile zatını övmektedir. Bu manada zatını överek şöyle buyurdu:
? «Meşrikın ve mağribin Rabbı..» (73/9)
Bu sefihler için, Hazret-i Hakka asla ihtiyaç yoklar; yani: Kendi zanlarına göre.. Yüce Hakka kesin olarak ilticaları da yoktur.
Bu durumda onlara gerekli olan, ıstırar ve ihtiyaç vaktinde akl-ı faale müracaat edip işlerinin bitirilmesini ondan tâleb etmektir. Amma, hiç bir şekilde, akl-ı faalden, kaza-i hacet talebi tasavvur edilemez. Zira, onların kanaatlerine göre o dahi bir vecibe altında ve mustar durumda olup ihtiyarı yoktur. Bu durumda şu âyet-i kerimenin hükmü geçerlidir:
? «Kâfirlere gelince, onların Mevlâsı yoktur.» (47/11)
Akl-ı faal nedir ki: Eşyanın tedbiri ve havadisin oluşu ona istinad ettirile!. Onun kendi varlığı ve sübutu hakkında dahi, bin türlü söz vardır. Zira, onun husulü ve süslü gösterilen felsefî mukaddimelere dayanmaktadır. Bu felsefî mukaddimeler dahi, İslâmî usullere göre tam değildir.
Ahmak o kimsedir ki: Eşyanın dayanağını Şanı Yüce Kadir Muhtar Zat'tan alır; anlatıldığı gibi mevhum şeye dayandırır. Hatta felsefî yontmaya dayandırılmış olmasından dolayı, eşyaya bin türlü ar ve rüsvaylık gelir.. O kadar ki: Eşya yok olmasına sevinir ve razı olur; yine de felsefî yapma ile oluşan vücuda dayanma rüsvaylığma: Yüce Sultan Kadir Muhtar'ın kudretine intisap saadetinden mahrum olma korkusundan dolayı razı olmaz..
Bir âyet-i kerime meali:
? «Ağızlarından çıkan kelime büyük oldu.» (18/5)
Bunlar, ancak yalan söylemektedirler.
Dar-ı harp kâfirleri; putlara tapma durumları olmasına rağmen, hal itibarı ile bu cemaattan daha iyidir. Çünkü, bu cemaat sıkıntılı durumlarda, Sübhan Hakka iltica etmekte ve putlarını dahi, Yüce Hak katında vesileler olma dışında bir şey yapmamaktadırlar.
Üstte anlatılanlardan daha şaşırtıcı bir durum var ki; bir cemaat bu süfehaya:
? H ü k e m a ..
İsmini takmaktadırlar.. Onların sözlerini dahi, hikmete bağlarlar. Halbuki, pek çok hükümleri, bilhassa en yüce maksad olan ilahiyata dair hükümleri, yalandır, Kur'an'a ve hadise muhaliftir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, hangi itibara göre, bunlara: - Hükema..
Itlakı yapılmaktadır. Bunlar, öyle kimselerdir ki: Katmerli cahil olmaktan başka nasipleri yoktur. Meğer ki, böyle bir şey onlara alay ve eğlence kabilinden söylene.. Yahut, âmâya göz ıtlakı kabilinden ola..
Bu sefihlerden bir cemaat, riyazat ve mücahede yollarını tercih ettiler. Amma, enbiyanın yoluna iltizam etmeden.. Sırf sofiye-i ilâhiyenin taklidine gittiler ki bunlar: Her asırda enbiyanın tabilerindendir.
Üstte anlatılan mana uyarınca, vakitlerinin saf asına aldandılar. Rüyalarına ve hayallerine itimad ettiler. Hayal keşiflerini sair hallerinde dahi kendilerine mukteda eylediler. Böylelikle, kendileri dalâlete düştükleri gibi, başkalarını da dalâlete düşürdüler.
O safayı bilemediler ki: Nefsin saf asıdır, dalâlet yoluna çıkarır; hidayet penceresi olan kalb safası değildir.
Çünkü: Kalb safası, enbiyaya mütabaata bağlıdır. Nefsin tezkiyesi ise., kalb safasına ve onu idaresine bırakılmıştır.
Kıdem nurlarının zuhur yeri olan kalbin zulmeti olmasına rağmen, nefsin tasfiyesi hükmü, gizli düşmanın yağması için yakılan bir kandildir. Yani: Lain İblisin..
Hülâsa..
Riyazet ve mücahede yolu, nazar ve istidlal yolu gibidir. Ancak, enbiyanın tasdikine mekrun olur ise., itibar ve itimad edilir.. Onlara salât ve selâm olsun., îşbu büyükler, Sübhan Hak tarafından emaneti tebliğ etmekte olup Sübhan Hakkın teyidi ile müeyyed bulunmaktadırlar. Onların muamelesi dahi, masum meleklerin nüzulü sebebi ile lâinin keydinden mahfuz bulunmaktadır.
«Kullarım üzerinde senin hiç bir tahakkümün yoktur.» (15/42)
Mealine gelen âyet-i kerime, onların nakd-i vaktidir.
işbu devlet, onlardan başkasına müyesser değildir.
Üstte anlatılan cemaata, lâin şeytanın ortaklığından kolay kurtulmak olmaz.. Meğer ki: Bu büyük zatlara mütabaat hususunda devam edile ve., onların izinde gidile.. Onlara salât ve selâm olsun..
Bir şiir:
Bir muhal iştir yürümek bu safa yolunda; Mustafa'ya olmazsa uymak Sa'di, yolunda..
Ona, bütün ihvanına salâtlar ve selâmların en üstünleri..
***
Eflatun, felsefecilerin reisidir, Îsa'nın bi'seti devletine kavuştu, ama onu tasdik etmedi. Cehaleti sebebi ile sandı ki: Kendisinin ona ihtiyacı yoktur. Böylelikle, nübüvvet bereketlerinden bir nasibe nail olamadı.
Bir âyet-i kerime meali:
? «Allah bir kimseye nur vermemişse, onun nereden nuru olsun?.» (24/40)
Diğer bir âyet-i kerimede Alla-ü Taâlâ şöyle buyurdu:
? «Gerçekten, resul kullarımıza geçmişte şöyle sözümüz vardır: Muhakkak onlar, mansur olacaklardır. Bizim ordularımız, mutlaka galiptirler.» (37/171 -173)
Şaşırtıcı bir şeydir ki: Nakıs felsefecilerinin akıl tavrı, mebde ve ma'adda, nübüvvet tavrının nakiz (bir manaya: Menfi) tarafına düşmüş gibidir. Onların hükümleri dahi, enbiyanın hükümlerine muhaliftir. Zira onlar, ne Allah'a imanı, ne de âhirete imam sağlama çıkarmışlardır.
Onlar, âlemin kıdemine kail olmaktadırlar. Halbuki sağlam icma, bütün parçaları ile âlemin sonradan yaratılmış hadis olduğuna kaildir.
Onlar, semaların yarılacağına, yıldızların dağılacağına, dağların atılacağına, ırmakların taşacağına kail olmamışlardır. Halbuki, bunların kıyamet günü olacağı vaad edilmiştir. Ayrıca onlar, cesetlerin haşrını de inkâr etmektedirler. Bütün bu halleri ile Kur'an'ın kesin hükümlerine muhalif durmaktadırlar.
Bunlardan sonra gelenler ise.. kendilerini İslâm zümresine dahil saymaktadırlar. Amma, oldukları gibi, felsefe usullerinde ele kalmaktadırlar.
Bu halleri ile; semaların, yıldızların kıdemine kail olmakta ve onların fena bulup helake varmayacaklarına hükmetmektedirler.
Bunların kuvvetleri Kur'anın kesin hükümlerini tekzib olup rızıkları dahi dinî zaruriyeti inkârdır. Keza, yakine dayalı meseleleri de..
Allah'a ve Resulüne iman ederler; amma Allah'ın ve Resulünün emirlerini kabul etmezler. Acaba, bundan daha ileri sefahet olur mu?
Bir şiir:
Felsefenin pek çoğu sefihtir yolda;
Bütün bütün, küllün hükmü: Pek çok, bunda..
Bu cemaat, bütün ömürlerini, bir âlet talimi uğruna harcamışlardır ki: Zihni düşünce ve öğrenme hatasından koruya.. Bu hususta da çok tetkikler yapmışlardır.
Vaktaki, en üstün gayeye geldiler; yani: Yüce Sultan Vacib Zat'a ait ef'al, sıfat ve zat meselelerine., duygularını kaybettikleri gibi; koruyucu âletlerini dahi zay ettiler, işte o zaman, gece körlüğüne dalar gibi dalıp dalıp gittiler. Böylece, dalâlet sahrasında kaldılar..
Şunun gibi ki: Bir kimse senelerce har b âleti hazırlar; harb zamanı gelince de, duygularını zay edip o âletleri de kullanamaz..
İnsanlar felsefe ilimlerini tamam ve muntazam zannedip onları galattan ve hatadan masun ve mahfuz zanneder.
Teslim takdirine göre: Ancak bu hüküm akıl için ilimlerde olur ki, orada istiklâli ve istibdadı vardır. Halbuki bu mana, bahis dışı olup malayani dairesine dahildir. Daimî olan âhirete taalluku yoktur; uhrevî necat dahi, onlara bağlı değildir.
Esas kelâm o ilimler üzerindedir ki: Akıl onları idrâkten yana âciz ve kusur sahibi olmaktadır. Nübüvvet tavrı onlara merbut ve uhrevî necat dahi onlara bırakılmıştır.
Hüccet'ül-İslâm İmam-ı Gazali, EL-MÜNKIZÜ MÎNED-DALÂL adlı eserinde şöyle demiştir:
? Felsefeciler; tıp ilmini, nücum ilmini mütekaddimin enbiyanın kitaplarından çalmışlardır. Resulüllah efendimize ve onlara salât ve selâm olsun, idrâkine aklın varamadığı hususî ilâçları ve diğerlerini dahi enbiyaya inzal olunan kitaplardan iktibas etmişlerdir.
Tehzib-i ahlâk (ahlâkı güzelleştirmek) Allahlık sofiyenin kitaplarından çalmışlardır. Bu sofiye dahi her asırda ve her peygamberin ümmetinde mevcuttular. Bu çalmayı dahi, kendi batıllarını revaçta tutmak için yapmışlardır.
İşte.. onlar katında muteber olan bu üç ilim de, çalınmadır.
Şimdi..
Onların ilm-i ilâhî üzerine; zat, sıfat, vacibiyet fiilleri ve Allah'a âhirete iman bahislerindeki hüsranlarını bir parça anlattım.. Keza Kur'an âyetlerinin kesin hükümlerine olan muhalefetlerini de..
Şimdi.. kala kala hendese ve benzeri ilim kaldı.. Bunların da kendine göre çeşidi ve hususiyeti vardır. Bunlar da tam ve muntazam olsalar dahi, lüzumu nedir?. Neden dolayı onlara ihtiyaç duyulur ve âhiret azaplarından hangisi onunla uzaklaşıp gider?.
Allah-ü Taâlâ'nın kuluna yüz vermemesine alâmet odur ki: Kendisini malâyani ile meşgul eder.. Her ne şey ki: Âhirette faydalı değildir; bu, malâyani grubuna dahildir.
Mantık ilmi, bir âlettir. Dediler ki:
? Hatadan korur.
Halbuki o, kendilerine, en üstün maksadda faydalı olmadığı gibi, kendilerini galattan ve hatadan da çıkarmamıştır. Durum bu olunca, başkalarına nasıl faydalı olur ve hatadan kurtarır?
Dua makamında bir âyet-i kerime meali:
? «Rabbimiz, bize hidayet eyledikten sonra, kalblerimizi kaydırma.. Katından bize rahmet hibe eyle.. Çünkü sen, hibesi en bol olansın..» (3/8)
***
İnsanlardan bazılarının felsefe ilimlerine rağbeti vardır. Felsefenin tesvilatına meftundurlar. Bu cemaatı dahi, hükema bilirler. Kendilerini dahi, enbiyaya muadil sanırlar. Onlara salât ve selâm olsun. Hatta, bunları yalancı ilimlerini önde gördükleri dahi olur. Onları doğru bilerek, peygamberlerin şeriatlarından önde görürler.
Allah-ü Taâlâ, bizi böyle kötü itikatlardan korusun.
Evet..
Bu zümreyi hükema bildikleri ve ilimlerini dahi hikmet sayınca, zarurî olarak bu belâya düştüler..
Halbuki hikmet, bir şeyi işin aslına uygun olarak bilmekten ibarettir. Amma, o ilimler ki, hikmete muhaliftir; işin aslına mutabık değildir.
Hulâsa..
Bu zümreyi tasdik etmek, ilimlerini dahi doğru bilmek, enbiyayı ve enbiyanın ilmini tekzlb etmeyi gerektirir. Onlara salât selâm olsun..
Anlatılan her iki ilim de, nakzedici iki tarafa düşmektedir; birini tasdik etmek, diğerini tekzib etmeye varır.
Mana, üstte anlatıldığı gibi olunca:
Dileyen enbiyanın yolunu tutsun; Allah hizbinden ve necat ehlinden olur..
Dileyen felsefecilerden olsun; şeytan hizbine girer ve kaybedip hüsranda kalanlardan olur..
Bu manada, bir âyet-i kerime meali:
? «.. dileyen iman etsin; dileyen küfre girsin.. Biz, zalimlere öyle ateş hazırladık ki: Onun duvarları kendilerini sarmıştır. (18/29)
Şayet feryad edip yardım isteseler, bir mai yardıma gelir ki: Erimiş bakır gibi olup yüzleri haşlar.. O ne kötü şaraptır ve ne kötü bir dayanaktır.» (18/29)
***
Hüdaya ittiba edip Mütabaat-ı Mustafayı bırakmayanlara selâm.. Ona ve enbiya-i kuramdan melâike-i izamdan bütün kardeşlerine salâtların en tamamı, selâmların dahi ekmeli..
Vesselam..
***
 

ziruh

Kıdemli Üye
Katılım
22 Kas 2007
Mesajlar
5,245
Tepkime puanı
1,279
Puanları
0
Mektubat-ı Rabbani - 434. Mektup


434. MEKTUP
MEVZUU: Müşriklerin necasetinden murad, onların batini habasetleri ve kötü itikadları olduğu; görülen necisin aynı olmadığı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Molla Maksud Ali Tebrizi'ye yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm.
Ey mahdum-u müşfik.
Hüseyni tefsirinin gönderilmesinden maksadın ne olduğu bilinmedi. Tefsir sahibi, ayet-i kerimenin manasını, Hanefi imamlarının görüşüne muvafık olarak beyan etmiştir. Necasetten dahi şirki, batın habasetini, kötü itikadı murad etmiştir.
Daha sonra:
-Bunlar, necasetlerden sakınmazlar, dediğine gelince... Bu mana, bugünlerde ehl-i İslâm'ın pek çoğunda mevcuttur.
Bu cihetten, ehl-i imanın avamı ile küffar arasında fark kalmamıştır.
Eğer necasetten sakınmamak; bir şahsın necasetine sebep olsaydı, o zaman iş zorlaşırdı. Halbuki İslâm'da zorluk yoktur.
İbn-i Abbas'tan nakledilen:
-Müşrikler, necasetin aynıdır; köpekler gibi, cümleye gelince... Bu ve emsali nakiller azdır. Din büyüklerinin çoğundan nakledilmiştir ki, hepsi de tevile ve tevcihe hamledilir.
Onlar, necasetin aynı nasıl olabilirler ki, Resulullah (sav) Efendimiz, bir Yahudinin evinde yemek yemiş ve bir müşrikin kabından da abdest almıştır. Hazret-i Ömer Faruk dahi Nasrani bir kadının kabından abdest almıştır.
Burada şöyle bir soru sorulabiliri)
"Ancak, müşrikler necistir."(9/28) mealine gelen ayet-i kerime sonradan gelip anlatılan manaları neshetmiştir.
Bunun için şu cevabı veririm:
-Böylebbir şeyin caiz olması, bu makamda yeterli değildir. Elbette ayetin sonradan nazil olduğunu isbat eylemek gerek. Ta ki, böylece nesih davası sıhhata kavuşa... Zira hasım, men'in ötesindedir. Ayetin sonradan geldiği kabul edilse dahi, haramlığı isbat eylememesi gerekir. Dolayısı ile, burada murad, batın habasetinin necasetidir. Zira, şöyle nakledilmiştir:
-Enbiyadan hiçbir nebi, bir şey irtikab etmemiştir ki; o şeyin sonu, kendi şeriatında veya başka bir peygamberin şeriatında haram çıksın veya neticede haram kılınsın. İsterse, irtikab edildiği zaman, mubah olsun.
Şarabı görmez misin? Önceleri mubahtı; sonradan haram oldu. Bundan da hiçbir nebi içmemiştir.
Eğer müşriklerin netice işleri, zahiri necasete varmış olsaydı; köpekler gibi aynı necis olsalardı, alemlerin Rabbi Allah'ın mahbubu olan Resulullah (sav) Efendimiz, onların yemeklerini yemesi şöyle dursun; onların kablarına dahi elini sürmezdi.
Anlatılandan başka, necisin aynı olan, her zaman necisin aynı olur. Bunun geçmişte mubah olmasına yer yoktur; hatta gelecekte de... Mana böyle olunca, eğer müşrikler necisin aynı olsaydı; taa başından beri öyle olmaları gerekirdi. Resulullah (sav) Efendimiz dahi ölçüsüne ve iktizasına göre başta muamele ederdi. Böyle olmadığına göre, değildir.
Sonra,
Dinde zorluk atılmıştır. Bu durumda malumdur ki, onların necasetine hükmetmek, onların necis olduklarına itikad etmek cidden Müslümanları sıkıntıya sokmanın kendisidir. Onları zorluğa ve meşakkate atmaktır.
Hanefi imamlarına minnettar olmak lâzımdır. Şunun için ki: Müslümanlara bir çıkış yolu hazırladılar ve onları haram irtikabından da çıkardılar. Onların iyiliklerini kabahat ve ayıp görüp kendilerin taan etmek şöyle dursun...
Sonra, müçtehide itiraz yeri nerede? Zira, onun hatası için dahi sevaptan bir derece vardır. Ona uymaya gelince, hatalı olsa dahi, necatı mucibdir.
Müşriklerin yemeklerinin ve içmeklerinin haram olduğuna kail olup da, onlardan içtinab edenlere gelince, bunları yiyip içmekten kurtulmak adeta muhaldir. Bilhassa Hindistan beldelerinde... Çünkü bu iptilâ oralarda daha ziyadedir.
Dini bir meselede ki, umumi belva vardır; evlâ olan, işlerin en kolayı ve en sühuletli olanı ile fetva vermektir. Amma hangi müctehidin kavli ile olursa olsun, isterse, kendi mezhebine muvafık olmasın.
Şu ayet-i kerimeler, bu manaya işarettir:
"Allah, size kolaylık murad eder; zorluk murad etmez."(2/185)
"Allah, sizden hafifletmek ister. İnsan zaif olarak yaratılmış-tır."(4/28)
Allah'ın halkına tazyik etmek, onlara eza vermek haramdır; Sübhan Hakkın rızasına münafidir.
İmam-ı Şafii'nin sıkı tuttuğu bazı meselelerde, Şafii mensupları Hanefi mezhebine göre fetva verirler. Bunun sebebi de, halka kolaylık olmasıdır. Meselâ zekât işlerinde... Şafii mezhebine göre, zekâtın verilmesi yerli yerinde olmalıdır. (Yani ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde belirtildiği üzere...) Zekâtın verilecek yerlerinden biri de, müellef-i kulubdur. Halbuki, bugün bunlar yoktur. Bunun için de, Şafii mezhebi mensupları Hanefi mezhebine göre söyle fetva vermişlerdir:
-Onlardan hangi sınıfa zekât verilecek olursa yeterlidir.
Sonra,
Şu mana dahi açıktır ki, eğer müşrikler, aynen necis olsalardı; imanla da temizlenemezlerdi.
İste üstte anlatılan manalar da gösteriyor ki, onların necis olmaları, zevali kabil olan inançlarındaki habasettir; inanç mahalli olan batına inhisar etmektedir. Batının necaseti ise, zahirin taharetine münafi değildir. Bu mana, herkese, büyüğe ve küçüğe malumdur.
Şu da bir başka manadır ki:
"Ancak, müşrikler necistir"(9/28) mealine gelen ayet-i kerime müşriklerin halinden ihbardır. İhbar ise, ne nasih olur; ne de mensuh. Zira, nesh, şer'i bir hükmün yapılmasındadır; bir şeyden ihbarda değildir.
Yerinde bir mana olur ki, müşrikler, bütün vakitlerde necis olarak ve necisten murad ise, inancın habaseti ola. Böyle olmalı ki, delillere bir muaraza çıkmaya ve onlara dokunmakta dahi bir mahzur bulunmaya. Hem de, vakitlerin hiç birinde...
"Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâl olduğu gibi; sizin yiyeceğiniz dahi onlara helâldir"(5/5) mealine gelen ayet-i kerimeyi okuduğum gün, karşılığında demiştiniz ki:
-Burada, yiyecekten murad buğday, nohut ve mercimektir.
Ehl-i örf, bu tevili kabul etmiş olsalardı, bu sıkıştırmaya hacet kalmazdı. Lakin, mutlaka insaf lâzımdır.
Bu kadar sözü uzatıp baş ağrıtmaktan asıl maksad, halka merhamet edilmesini ve umumi manada necasetlerine hüküm verilmemesi gereğini
anlatmaktır. Küffarta karışık durmaları sebebi ile ehl-i İslâmın necasetine dahi itikad edilmemesi gereğini anlatmaktır. Zira, onlarla olmaktan kaçıp kurtulmanın imkânı yoktur. Mevhum necaset dolayısı ile, Müslümanların yiyip içtiklerinden dahi içtinab edilmeye. Bu durumda, anlatılan hüccete dayanarak, her şeyden teberri etmek gerek. Böyle bir şey de ihtiyat sanılır. Halbuki ihtiyat, bu gibi ihtiyatı terk etmektir.
Bundan daha ziyade ne yazayım.
Bir şiir:
Korktum da açtım dertlerimden bazısını;
Bıktırmasın sizi çok, dedim pek azını...
Vesselam...
***
 

ziruh

Kıdemli Üye
Katılım
22 Kas 2007
Mesajlar
5,245
Tepkime puanı
1,279
Puanları
0
Mektubat-ı Rabbani - 433. Mektup

433. MEKTUP
MEVZUU : a) Yüce Hakka işaret olan zamirlere dair sorular..
b) Zahidlerin faziletleri..
c) Yüce Sultan ihsanı bol Hakkın zatını bilmesi..
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun.. Onun selâmı dahi seçmiş olduğu kullarına.
***
Şöyle yazmışsınız:
? Eşya zıllî mahiyetine göre eşya olmayıp aslî mahiyetine göre
olduğundan, yerinde olur ki; şu lafızlarla:
? O, sen, ben..
Diye işaret edilen, o asıl ola.. Durum böyle olunca, o asla yakışmayan bazı sıfatların zamirlere verilmesi nasıl doğru olur?. Meselâ şöyle demeniz gibi:
? Ben yiyorum, ben uyuyorum..
Bilesin ki,
Zilli, her nekadar aslı ile kaim ise de, lâkin zıllî sübutu, his ve hayal mertebesinde olsa dahi daima tahakkuk etmektedir. Onun zıllî hükümleri dahi daim ve bakidir.
? Ebed için yaratıldınız..
Cümlesi, anlatılan manaya şahiddir.
O zamirlere sıfatların hamline gelince., ancak zıllıyetinin mülâhazası itibarı iledir. Vücud mertebelerinden her bir mertebe için kendi başına bir hükmü vardır. Her ne şey ki, ilâhta mütelaşi ve muzmahil olur; o şey Şanı Yüce ilâh olamaz..
***
Zahidlerin faziletleri hakkında gelen kudsî hadisten sormuşsunuz.
Onun lafızlarındaki manalar açıktır. Yüce Hakkın kereminden ve faziletinden uzak sayılır ki: Bir cemaata bazı faziletler ve hususiyetler verip onlara has kıla.. Başkalarının imreneceği biçimde, onlara dereceler ve mertebeler nimeti vere..
O zatların hesabının olmayışı da, tereddüde mahal bırakmaz..
Resulüllah S.A. efendimizin ümmetinden pek çokları cennete hesapsız gireceklerdir. Bu cümleden olarak, şu sahih hadis vardır:
? «Ümmetimden, yetmiş bin kişi cennete hesapsız girecektir.» Sordular:
? Onlar kimlerdir ya Resulellah?. Bunun üzerine Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:
? «Onlar, dağlama yapmazlar; efzun etmezler; Şum tutmazlar; Rablerine tevekkül ederler.»
Bu rnakamda, büyük bir sır vardır ki: Onu açıklamakta yarar yoktur. Zira, pek çoklarının anlayışından uzak bulunmaktadır.
Eğer karşılaşmak müyesser olur ise.. hatırlatmalısınız ki: Şifahî olarak, ondan bir şemme anlatalım.
Bu sır üzerine yapılan bir işaret ikinci cüt mektuplarından birinde yazılmıştır. O mektubu bulursanız, her halde anlatılan manayı da bulmuş olursunuz.
***
Ayrıca, Sübhan Hakkın ilminden de sormuşsunuz:
? Zatının künhünü kapsamına almış mıdır? almamış mıdır?. Diyerek.. Sonra:
? Eğer kapsamına almakta ise, onun bir nihayeti olmak lâzım gelir..
Demişsiniz.
Bilesin ki,
ilim, iki kısımdır:
a) Husulî ilim..
b) Huzurî ilim..
Yüce Sultan Vacib Taâlâ'nın zatının künhüne husulî ilmin taalluku muhaldir. Zira böyle bir şey, ihatayı ve nihayeti olmayı gerektirir.
Huzurî ilme gelince.. Yüce Hakkın zatına taalluku olması caizdir. Bundan da asla nihayeti olmak lâzım gelmez..
Vesselam..
***
 

ziruh

Kıdemli Üye
Katılım
22 Kas 2007
Mesajlar
5,245
Tepkime puanı
1,279
Puanları
0
Mektubat-ı Rabbani - 432. Mektup

432. MEKTUP
MEVZUU : a) Üstün gayret sahibi olmaya teşvik.. b) Bütün nimetleri şeyhinden görmek..
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektuba, Mevlâna Emanüllah'a yazmıştır.
***
Emanüllah kardeşin mektubu ulaştı.. Hallerinden, vecidlerinden beyanla yazılan hususlar vuzuha kavuştu.
Sizden beklenen, bu işlerden daha ziyadesidir. Ve., her ne verilir ise.. onu edeple kabul gerekir.. Hatta bir nimet olarak kabul edilmelidir. Daha ziyadesi de taleb edilmelidir. Hatta üst makam dahi istenmelidir. Hem de yalvarıp yakararak kırık gönül ile.. Hem de şöyle diyerek:
? Dahası yok mudur?.
Şer'î hükümlerin yerine getirilmesine dahi tam manası ile riayet edilmelidir. Hallerin tasdiki ve istikâmeti sağlayan şeriat üzere doğruluktur.
Âlem-i misalden yazılan rüyanın tabiri, muameleye yakındır. İş, Sübhan Allah'a kalmıştır.
Sohbette çok bulunduğunuzdan, nazarınız, yücelere ulaşmıştır. Çocuklar gibi cevize ve muza kanmayasınız. Sübhan Allah, üstün himmet sahiplerini sever..
***
Kardeşimiz Hafız Mehdi Ali için vaki olan Hazret-i İsa'nın a.s. terbiyesini yazmışsınız.
Evet.. Hafız'm tarikatımızla çok bağlantısı vardır. Lâkin bilinmesi de gerekir: Surette, bu devlet, hangi mahalden hâsıl olmaktadır?. Yerinde olur ki: Hakikatta bunu şeyhine döndüre.. Ta ki: Teveccüh yönü değişmeye ve muameleye de halel gelmeye.. Her ne yandan feyiz hâsıl olur ise.. yerinde olur ki: Onu şeyhinden göre.. Zira, o cami bir mana taşır. Her ne surette terbiyesi zuhur eder ise.. hakikatta o, şeyhindendir.
Anlatılan makam, saliklerin ayaklarının kaydığı makamdır. Ayık ve zâkıf olmalı ki: Lain şeytan yol bulamaya.. Her halde şu cümleyi duymuş olacaksın:
? Bir yerde olan, her yerde olur.. Amma her yerde olan asla bir yerde olamaz..
Hafız'a benden selâm tebliğ eyle.. Vesselam..
***
 

ziruh

Kıdemli Üye
Katılım
22 Kas 2007
Mesajlar
5,245
Tepkime puanı
1,279
Puanları
0
Mektubat-ı Rabbani - 431. Mektup


431. MEKTUP
MEVZUU: Hak Teala'nın kazasına (hükmüne) razı olup sabretmek.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Seyyid Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
***
Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun. Afiyette ve belâda, darlıkta ve genişlikte.
Hakim Zat'ın fiili, hikmetten dahi değildir. Herhalde o fiili ile salâh diler.
Bu manada bir ayeti kerime meali:
"Ola ki, bir şey hoşunuza gitmediği halde, sizin için hayırlı olur; bir şeyi de seversiniz, amma o, hakkınızda şer olur. Halbuki Allah bilir, sizbilemezsiniz."(2/216)
Allahu Teala'nın verdiği iptilâya ve onun kazasına (hükmüne) razı olunuz.
Onun taatı üzerine sebat edip ona karşı masiyet işlemekten de sakınınız.
Ayet-i kerime mealleri:
"Biz, Allah içiniz; ona döneceğiz."(1/156)
"Size isabet eden bir musibet ellerinizin kazancı sebebi itedir; birçoğunu da bağışlar."(42/30)

Sübhan Allah'a tevbe ediniz. Ellerimizin yersiz kazancından istiğfar ediniz.
Sübhan Allah'tan af ve afiyet dileyiniz. Zira o, yüce Zat, affı sever. Belâdan da gücünüz yettiği kadar kaçınız. Zira, güç yetmeyen şeylerden kaçmak, peygamberlerin sünnetidir. Onlara salât ve selâm olsun.
Sübhan Allah'a hamd ü şükürler olsun.
Selâm size ve sair hüdaya ittiba edenlere. Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona ve âline salâtlar ve üstün selâmlar.
***
 

ziruh

Kıdemli Üye
Katılım
22 Kas 2007
Mesajlar
5,245
Tepkime puanı
1,279
Puanları
0
Mektubat-ı Rabbani - 430. Mektup


430. MEKTUP
MEVZUU: a) Yüce Hakkın masivası ile taallukun olmaması, b) Yüce Hak talipleri ile sohbete teşvik.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
***
Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun. Herhalde, daima, darlıkta ve genişlikte.
Süleyman ile gönderilen mektub-u şerif hediyelerle beraber ulaştı. Allahu Teala, sizleri hayırla mükâfatlandırsın.
***
O mektuba yazmışsın ki:
-Bu seferden maksud olan, husulü zor bazı maksatların husulüdür. Amma, ümitli olmalısınız. Zira, şu ayeti kerime vardır: "Hakikaten güçlükle beraber kolaylık vardır; muhakkak güçlükle beraber kolaylık var."(94/5-6) Bu manada, İbn-i Abbas (ra) şöyle dedi: -İki kolaylığı, bir zorluk alt edemez.
Sıkıntılı hallerle dolu olan hallerden neler yazayım da, onlarla dostların gönüllerini karıştırayım. Bununla beraber, belâ suretinde bize afiyet ihsan eylediği için Allahu Teala'ya milyonlarca şükürler olsun. İki zıddı bir araya getiren, iki münafi şeyi arkadaş eden yüce Sübhandır.
***
Bir gün, Kur'an-ı Mecid okuyordum; şu mealdeki ayete geldim: "De ki; babalar
ınız, oğullarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesadından korktuğunuz ticaret, beğendiğiniz meskenler; size Allah'tan, Resulünden, onun yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin... Ve... Allah fasıklar güruhuna hidayet etmez."(9/24) Bu ayeti kerimeyi okumaktan bana çokça ağlama geldi, korku bastı. Bu esnada halimi mütalaa ettim. Kendimi şöyle buldum: Bunların hiçbiri ile taallukum yoktur. O kadar ki, bunların hepsi telef olup bir hiç durumuna gelecek olsa, şeriatta yasak ve çirkin bir işin cevazı vaki olmaz. Bunların hiçbiri, o işe tercih edilmez. Kalan maksadımız o ki:
Arkadaşlar, bizimle Allah için sohbet ettiklerinden, bize gereken de odur ki, onlara ikram edelim ve onların zahir ve batın hallerinden haberdar olalım.
Bu manada şu kudsi hadis meşhurdur:
"Ya davud, bana talip olan birini görürsen, onun hadimi ola."
Yerinde olur ki, bundan sonra taliplere, öncesinden daha çok teveccüh edile. Onlardan yüz çevirmek kokusu ve iltifat etmemek görülmez ola...
İkinci olarak, şu husus da vardır ki, yazasınız, akrabiyet üzerine yazılan mektup anlaşıldı mı, anlaşılmadı mı? Eğer anlaşıldıysa, ne âlâ; anlaşılma-dıysa, tereddüd edilen yeri yazınız.
Bundan daha ziyade ne yazayım?
Sübhan Allah'tan dileğimiz; selâmetiniz, afiyetiniz, sebatınız, istikametiniz ve başarınızın artmasıdır. Akıbetinizin de güzel olmasıdır.
Vesselam...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 429. Mektup

MEVZUU: Akaid-i diniye beyanında olup şer'i ibadetlere teşviktir.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, müridlerden saliha bir hanıma yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun, öyle yüce Zat'tır ki, bize in'am eyleyip-İslâm hidayetini nasip etti. Ve bizi Seyyidü'l-enam Muhammed ümmetinden kıldı. Ona ve âline salât ve selâm olsun.
***
Bilinmesi yerinde olur ki, Sübhan Hak, mutlak surette in'am eyleyendir.
Eğer bir vücud varsa, onun yüce mukaddes Zat'ından hibe edilmiştir.
Eğer bir beka ise, onun yüce Sultan Hazreti'nden bir ihsandır.
Eğer kâmil sıfatlar ise, onun şümullü rahmetindendir.
İlim, kudret, basar, semi, nutk... (bilgi, güç, görmek, duymak, konuşmak) bütün bunlar onun şanı büyük Hazret'inden istifade yollu gelmektedir.
Nimetlerin nevileri, keremlerin sınıfları ki, haddi hesabı yoktur; hemen hepsi onun yüce mukaddes Zat'ından feyiz yollu gelmiştir.
Allah-u Teala, zorluğu ve şiddeti izale eder.
Dualara icabet edip belâları def eder.
Onun bir ismi de Rezzak olup, kullarının rızıklarına mani olmaz. Yani onların günahları sebebi ile... Bu da onun tam manası ile kâmil şefkatindendir.
Affının ve vazgeçmesinin bolluğundandır ki, Seyyiat irtikâpları dolayısı ile, kulların hürmet perdelerini açmaz. Zira, Settardır. Onları, ayıpları dolayısı ile, rüsvay etmez.
Halimdir, onları muaheze edip ceza vermekte acele etmez.
Kerimdir, kereminin şümulü, dostlara ve düşmanlara ulaşmaktan geri kalmaz.
Bütün bu nimetlerinin en üstünü, en büyüğü, en azizi, en ikramlısı İslâm'a davet ve dar-ı selâma hidayettir. Seyyidü'l-enam Resulullah (sav) Efendimize de mutabaattır. Ona ve âline salât ve selâm olsun.
Çünkü ebedi hayat, sonsuz nimetlere ermek üstte anlatılanlara bağlıdır. Yüce Sübhan Mevlâ'nın rızası dahi buna bağlıdır.
Hulâsa, o yüce Zat'ın nimeti, ikramı, ihsanı; güneşten daha zahir, aydan daha parlak, günden daha açıktır.
O yüce Zat'tan başkalarının nimeti onun kudreti ve temkini iledir. Başkalarından ihsan talebi dahi, emanetçiden emanet istemek gibidir; fakirden dilenmek gibidir.
Cahil dahi alim gibi bu manayı ikrar eder. Aklı kıt olan dahi zeki gibi bu işi itiraf eder.
Bir şiir:
Olsa dahi tenimin kıl biten her yerine;
Dil, güçsüzüm şükr için binde bir nimetine...
***
Hiç şüphe edilmeye ki, aklın bedaheti, mün'imin şükrüne ve ona tazim, tevkir etmeye hükmeder. Böylece, Mün'im-i Hakiki olan yüce Sübhan Hakka şükretmek aklın açık bedaheti ile vacip olmuştur. Ona tekrim ve tazim dahi lüzumlu görülmüştür.
Sübhan Hak, tenzih ve taksidin kemal derecesinde olup kullar dahi, son derece televvüs ve tetennüste olduklarından aradaki münasabetin dahi hiçbir şekilde olamayışından ötürü; o yüce Zat'a yapılacak tazimin ve tekrimin nerede ve ne şekilde yapılacağını bulmak zorlaşmıştır. Çünkü kullar
çoğunlukla, bazı işlerin ıtiakını onun mukaddes Zat'ına tam manası ile yapamazlar. Böyle olunca da o şey hakikatta Allah katında müstehcen olur.
Bir şeyi büyük olarak hayal ederler; amma o şey küçük oiur. Başka bir şeyi keremli bilirler; o şey de hakirdir.
Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca; yüce Hakkın tazimi ve tekrimi, onun mukaddes Zat'ından istifade yollu gelmiş olmayınca; onun şükrünü edaya lâyık, onunla kulluğunu yapmak dahi kabil olmaz.
Kulların kendilerinden sudur eden hamd, çok kere hicv olacağı gibi; övmeleri dahi ayıplama olur.
Onun Sübhan Zat'ından istifade yollu yapılan tazim, tevkir, tekrim; bizim hak şeriatımızın kendisidir. Onun geldiği zata salât, selâm ve tahiyyet...
Eğer kalben yapılacak bir tazim ise, hak şeriatta beyan edilmiştir.
Dille yapılacak bir sena ise, bu dahi orada delille gösterilmiştir.
Duyguların yapacağı ameller, fiiller ise, Şeriat sahibi Resulullah (sav) Efendimiz tarafından açıklanmıştır. Hem de tafsilatı ile...
Üstte anlatılan manaya göre, yüce Hakka şükür; kalb, kalıp, itikad olarak şeriat hükümlerinin yerine getirilmesine inhisar etmiştir. Hangi tazim ve hangi ibadet ki, şeriatın dışında yapılır, ona dayanmak kabil olmaz. Hatta çok kere, zıdları tahsil durumu ortaya çıkar. Hasene olduğu tevehhüm edilen, hakikatta seyyie olur.
Anlatılan beyan mülahaza edilince anlaşılacaktır ki, şeriatla amel etmek, aklen vacip olmuştur. Mün'im Teala'nın şükrünü eda etmek dahi, şeriat hükümlerini yerine getirmek dışında güçtür.
***
Şeriat iki kısma ayrılır:
a) İtikada bağlı olanlar.
b) Amele bağlı olanlar.
İtikada bağlı olanlar, dinin esnasındandır. Amele bağlı olanlar ise, dinin teferruatı arasında sayılır.
İtikadı yitiren, necat ehli olmaz; ahiret azabından halâsı da onun için tasavvur edilemez.
Ameli yitiren ise, durumu Sübhan Hakkın iradesine kalmıştır. Dilerse af eder; dilerse günahı kadar azab eder.
Cehennemde ebedi kalmak, itikadı yitiren içindir; dinin zaruri hükümlerini inkâr edene göredir.
Ameli yapmayan, her ne kadar azaba uğrayacak ise de; amma cehennemde ebedi kalmak, onun hakkında yoktur.
İtikada dair olan işler, dinin esasında ve İslâm'ın zaruri işlerinden olduğuna göre, zaruri olarak, onu beyan etmemiz gerekti.
Amele dair işlerde, hem teferruat hem tafsil olduğundan, onu fıkıh kitaplarına havale ettik. Amma, rağbete getirmek için, amele dair işlerden zaruri olanları bir miktar beyan edilecektir.
***
Allahu Teala, pek mukaddes zatı ile mevcuttur. Onun vücudu ise, nefsi iledir Allahu Teala, daimi mevcut olduğu gibi, daimi de olacaktır.
Onun yüce mukaddes Zatına, önceden bir yokluk yolu olmadığı gibi, sonradan dahi bir yokluk gelmeyecektir. Zira:
-Vücub-ü Vücud... (Varlımın gerekli oluşu) tabiri, Mukaddes Zat'ın en hakir hizmetçileri arasındadır.
-Selb-i adem... (Yokluk olmayışı) tabiri ise, o pek muhterem makamın en zelil temizlik işçisidir.
Allahu Teala birdir; ortağı da yoktur. Ne vücub-ü vücudunda, ne üluhiyetinde, ne de ibadet istihkakında...
Ortak ihtiyacı, ancak şu manada olur ki, Allahu Teala yeterli, müstakil olmaz ise... Halbuki, böyle bir şey noksan olup üluhiyete de münafidir. O ki, yeterli, müstakildir; o zaman ortak muattal ve abes olur. Muattal ve abes olmak dahi, üluhiyete münafi, noksan alâmetidir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; ortak isbatı, iki ortaktan birinin noksan oluşunu gerektirir. Yani ortaklığa elverişli olmadığını... Böyle bir ortaklığı isbat dahi, ortaklığının mefyini getirir; bu da muhaldir. Bu muhal olunca, Sübhan Hakkın ortaklığı dahi muhaldir.
Allahu Teala'nın kâmil sıfatları olup başlıcası şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irade, semi, basar, kelâm, tekvin... (Canlılık, bilmek, güç, dilemek, duymak, konuşmak, yaratmak) Bu sekiz sıfat için şöyle denir:
-Sıfat-ı hakikiye... (Hakiki gerçek sıfatlar)
Bu sıfatlar kadimdir. Yüce mukaddes Zat üzerine zaid olaraktan hariçte bir vücutla mevcuttur. Nitekim ehl-i hak ulema katında mukarrer olan da budur. Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Muhalif fırkalardan hiçbiri, sıfat-ı zaide varlığına kail olmadı. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat başka... Allah onların çalışmalarını şükrana layık eylesin. Hatta, fırka-i naciyeden son gelen sofiye dahi, şöyle dedi:
-Sıfatlar, zatın aynıdır.
Böylece, bu işte muhaliflere katılmış oldular. Bunlar, her ne kadar sıfatları nefyetmekten sakınsalar da; usullerine ve ibarelerinden çıkan manaya göre, sıfatların nefyi gerekiyor.
Muhalifler, kemali, sıfat-ı kâmileyi nefyetmekte sandılar. Böylece, Kur'an esaslarından akıllarına uyarak ayrıldılar. Allahu Teala, onlara doğru yolu hidayet eylesin.
Sair sıfatlara gelince... Ya itibari, ya da selbi olmaktadır. Kıdem, ezeliyet, uluhiyet gibi... Nitekim şöyle demişlerdir:
-Allahu Teala, bir cisim ve bir cisme bağlı değildir. Ne arazdır, ne de cevher. Ne haldir, ne de mahal. Ne mahduddur, ne de mütenahi. Onun ne ciheti vardır, ne de nisbeti. Denk ve benzerlik onun mukaddes zatından alınmıştır. Hazret-i ünsünde zıddiyet ve denkleşme yoktur.
O yüce Zat, babadan, anadan, çocuktan ve kadından münezzeh ve müberradır. Zira, bunların hepsi hüdus emareleri olup noksanı gerektirir.
Bütün kemalât, onun mukaddes zatı için sabit olup, bütün noksanlar hazret-i hazret-i ünsünden atılmıştır.
Hülâsa, yerinde olur ki, baştan ayağa şer ve noksan olan cümle hüdus ve imkân onun yüce Mukaddes Zat'ından atıla...
Allahu Teala, külliyatı ve cüz'iyatı bilir. Gizli sırtara da muttalidir. En küçük bir zerre dahi semalarda ve yerlerde onun ilim kapsamından çıkamaz.
Evet, bütün eşyanın yaratıcısı o Sübhan Zat olduğuna göre, yerinde olur ki, tümünü bile... Çünkü halkı, elbette halkın bilmesi gerek.
O kimseler ki, saadetten mahrum bulunmaktadırlar; sanırlar ki, Allahu Teala, cüz'iyatı bilmez. Bunu da noksan akılları ile kemal sanırlar. Nitekim, onlar akıllarının yetmezliğinden şöyle derler:
-Allahu Teala'dan, bir şeyden başka sadir olmamıştır. Bu da ondan bir ihtiyar olmadan sudur etmiştir.
Böyle bir durumu da kemal sanırlar. Bu ne cehalettir ki, cehli kemal sanırlar. İstırarı dahi ihtiyara (isteyerek yapmayı zoraki yapmaya) tercih ederler. Yine kendilerinde bulunan cehaletten ötürüdür ki, sair eşyayı, Sübhan Hakkın gayrına istinad etmiş zannederler. Kendiliklerinden bir faal akıl yontarlar; eşyayı da ona bağlarlar. Yerin ve semaların halkını da, muattal kabul ederler.
Fakir'in kanaatına göre alemde, sefahet cihetinden bu taifeden daha şiddetlisi bulunmaz. Sübhanellah... Bir cemaat dahi, bu sefihleri akıl erbabı sanıp sözlerini de hikmet saydılar. İhtimal ki, onların yalan hükümlerini işin aslına uygun sandılar.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle. Çünkü sen, hibesi en bol olansın."(3/8)
***
ALLAHU TEALA'NIN KELAMI
Allahu Teala, ezelden ebede kadar bir kelâm ile tekellüm eder. Emrini, nehyini onunla haber verir.
Tevrat, İncil, Zebur, Fürkan ve enbiyaya inzal olunan sair suhuf, hemen hepsi o bir kelâma delhalet etmektedir; ona alâmet olup onun afsilidir. Bu manada, bu vus'at ve bu uzama ile ezel ve ebed bir andan ibarettir. Yani o makam şanında... Hatta burada anın dahi yeri yoktur; an ıtlakı ancak ibarenin darlığından vaki olmuştur. O kelâm ki, bu an içinde sudur eder; tek kelimedir. Hatta bir harf, hatta bir noktadır. Burada nokta ıtlakı dahi, an ıtlakı gibi; ibarenin darlığından dolayı vaki olmuştur. Halbuki noktanın yeri yoktur. Vus'at dahi, onun zatında, sıfatında olup ne keyfiyeti, ne kemiyeti vardır. O yüce zat, zatı ile sıfatı ile; imkân sıfatlarından olan darlıktan ve genişlikten münezzeh ve müberradır.
***
ALLAHU TEALA'YI GÖRMEK
Müminler, Allahu Teala'yı şekli keyfiyeti olmayan bir unvanla cennette göreceklerdir. O rüyet ki, lâkeyfiye taalluku vardır; lâkeyfi olacaktır. (Yanı şekli belli olmayan bir işe taalluk edeni görmek, elbette şekli belli olmayan bir şekilde olacaktır.) Hatta görecek olan dahi, lâkeyfi ve lâmisli manadan yana bolca hazza nail olacaktır ki, lâkeyfi olan rüyete gücü.yete...
Sultanın ihsanını, ancak onun taşıyıcıları alabilir.
Allahu Teala, bu muammayı, havasın dahi, hası kullarına açmıştır. Bu manayı onlara inkişaf ettirmiştir. Bu derin mesele, o büyükler katında tahkike dayalı olup onlardan başkalarına da taklid yolludur.
Ehl-i sünnet dışında bu meseleye, muhalif fırkalardan hiçbiri kail olmamıştır; ister müminleri, isterse kâfirleri olsun. Anlatılan büyük zatlar hariç; hemen hepsi Sübhan Hakkın rüyetini muhal sayar.
Bu manada, muhaliflerin sahid tuttukları dahi, fesadı açık olan gaibi şahide kıyastır.
Resulullah Efendimizin sünnet-i seniyesine mütabaat nuru olmadan, bu derin meseleye iman husulü zordur. O sünnet-i seniyenin sahibine salât, selâm ve tahiyyet.
Bir şiir:
Devlet, lâyık değildir her başa ulaşsın;
Mesih yükünü her merkeb nasıl taşısın?..
Asıl şaşılacak durum şu ki: Ona imanı olmayanlar, rüyet saadeti ile nasıl mes'ud olabilirler? Zira, münkirin nasibi mahrumiyettir. Hem müminler dahi, neden onu görmesinler? Zira, şeriatte gelen bütün cennet ehline rüyet devletinin nasıl olacağıdır. Cennet ehlinden bazılarının onu göreceği, bazılarının da göremeyeceği üzerine şeriatta bir şey varid olmadı.
Anlatılan zümreye verilecek cevap Musa'nın (as) Firavun'a verdiği cevap olacaktır.
Allahu Teala, ikisinden hikâye olarak şöyle buyurdu:
"Firavun dedi ki:
-Önceki asırlarda yaşayan halkın durumu nedir?
Musa şöyle dedi:
-Onların ilmi, Rabbimin indinde bir kitaptadır. Rabbim yanılmaz ve unutmaz."(20/52-52)
Şunun bilinmesi yerinde olur ki, cennet ve cennet ötesi, bütünüyle Sübhan Hakka nisbetle müsavidir. Çünkü, onların hepsi Allahu Teala'nın mahlukudur. Onlardan herhangi bir şeyde, o Sübhan Zat'ın hululü ve temekkünü yoktur. Ne var ki, mahlukattan bazısında, yüce Sultan ve Vacib Zat'ın nurunu zuhura getirme liyakati vardır; bazısında da yoktur. Nitekim, aynada dahi, suretleri zuhura getirme liyakati vardır. Taşta ve kiremitte yoktur. Müsavatın bulunmasına rağmen değişiklik işi bu anlatılan tarafta olup, yüce Sübhan Hak katında değildir.
Bir şiir:
O ki Hak'tır, tut şu kaideyi aklında;
Ne cüz, ne kül, ne zarf, ne mazruf var şanında...
Rüyet, dünyada vaki olmayacaktır. Zira bu mahalde, devletin zuhurunda liyakat yoktur. Her kim, rüyetin dünyada vukubulacağına kail olursa, o yalancı ve müfteridir. Sübhan Hakkın gayrını Hak sanmıştır, Eğer bu devlet, bu dünya hayatında müyesser olsaydı; Musa (as) kelimüllah bu devlete en haklı olurdu.
Her ne kadar Resulullah (sav) Efendimiz, bu devletle müşerref olduysa, onun vukuu dünyada olmadı. Elbette cennete girdi; orada gördü.Cennet dahi, ahiret alemindendir. O, dünyada iken görmüş değildir. Elbette, dünyadan çıktı; ahirete geçti vs. gördü...
ALLAHU TEALA'NIN YARATICILIĞI
Allahu Teala, yerin ve semaların yaratıcısıdır. Keza, dağların ve denizlerin de...
Ağaçların ve meyvelerin de yaratıcısıdır. Madenlerin ve bitkilerin de yaratıcısıdır.
- Allahu Teala, semaları, yıldızları yaratmakla süslediği gibi; yeri dahi, insanları yaratmak sureti ile süsledi.
Eğer basit ise, Sübhan Hakkın vücud vermesi ile olmaktadır. Eğer mürekkeb ise, o yüce Zat'ın yaratmasıdır.
Hülâsa, Sübhan Allah bütün eşyayı, ketm-i ademden arsa-i vücuda getirip ihdas eyledi, henüz onlar yok iken...
Allahu Teala'nın gayrına kıdem lâyık değildir. O Sübhan Zat'tan başkası da kadim değildir.
Cümle din ehlinin icma kararı şu babda toplanmıştır: Sübhan Hakkın masivası sonradan yaratılmıştır. Hepsi de şu manada ittifak halindedirler: Yüce Allah'ın gayrı kadim değildir. Yüce Allah'ın gayrının kıdemine kail olanın da dalalette olduğuna hükmetmişlerdir. Hatta, küfrüne dahi hükmederler.
Üstte anlatılan manayı, İmam-ı Gazali Hz. El Münkızü Mined-Dalâl adlı risalesinde sarahaten anlattı. Allahu Teala'nın gayrının kıdemine kail olan cemaatın dahi küfrüne hükmetti.
O kimseler ki, yıldızların, semaların ve bunların benzeri şeylerin kıdemine kail olmaktadırlar; bunlar, Kur'an-ı Mecid hükmünü yalana çıkarırlar.
Nitekim bu manada, Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Allah, gökleri ve yeri; bunlar arasında bulunan şeyleri altı günde yaratıp sonra hükmü arşı istilâ edendir."(32/4)
Buna benzeyen Kur'an ayetleri çoktur. Kur'an esaslarına muhalefet eden sefihtir; hem de noksan akıl ile...
Bir ayeti kerime meali:
"Allah bir kimseye nur vermemiş ise... onun nereden nuru olsun?" (24/40)
Kullar, Sübhan Hakkın mahluku olduğu gibi, kulların fiilleri de onun mahlukudur. Zira, yaratmak ondan başkasına lâyık değildir. Mümkinin icadı dahi, mümkinden gelmez. Zira mümkin, kudret kusuru ile damgalıdır; bilgi noksanlığı ile muttasıftır; vücud vermeye ve yaratmaya lâyık değildir. Kulun, ihtiyari olan fiillerinde dahli ancak kendi kudreti ve iradesi ile kesbidir. Fiilin yaratılması Sübhan Allah'tan olup, kesbi kuldandır. Kulun ihtiyari fiili kulun kesbi ile yüce Hakkın yaratılmasının bir araya gelişinden vaki olmuştur. Şayet, kulun yaptığı fiilde, kesbinin ve ihtiyarın medhali olmasaydı; onun hükmü mürtaiş (bir manaya robot) hükmü gibi olurdu. Aradaki fark, his ve müşahede ile bellidir. Biz, açık olarak biliyoruz ki,-mürte-işin fiili, işinde muhtar olanın fiili gibi değildir. Kulun fiilinde, kesbinin medhal oluşu için, bu kadarlık fark yeterlidir.
Sübhan Hakkın yaratması, yaptığı fiilde kulun kasdına tabidir. Bu da, onun tam manası ile şefkatinden ötürüdür. Şu cihetten ki: Fiiline kulun kasdı taalluk ettikten sonra fiili vücuda getirmektedir. Bu manadan ötürü kul dahi zaruri olarak övülmekte, ayıplanmakta, ikaba uğramakta ve sevaba nail olmaktadır.
Sübhan Hak tarafından kendisine ihsan edilen kulun kasdı ve ihtiyarı, hem yapmak hem de yapmamak cihetine taalluk etmektedir.
Aynı zamanda, Sübhan Hak, yapmanın ve terk etmenin güzelliğini ve çirkinliğini enbiyanın dili ile anlattı. Hem de tafsilatı ile... Onlara salât ve selâm olsun. Böyle bir durumun bulunmasına göre kul, iki cihetten birini ihtiyar ederse övülmek veya ayıplamak onun için mutlak olur.
Hiç şüphe edilmeye ki, şer'i emirlerin ve yasakların uhdesinden gelecek kadar kudreti ve ihtiyarı Sübhan Hak kula vermiştir. Kudret-i kâmile ve tam ihtiyar neden lâzım gelsin; Allahu Teala ona muhtaç olduğu kadarını vermiştir.
Münkirlerin inkârı, bedahetle çarpışmaktadır. Onlarda kalb marazı vardır; bu sebeple şer'i hükümleri yerine getirmekten aciz duruma düşmüşlerdir.
Bir ayet-i kerime meali:
"Davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi."(42/13)
Bu anlatılan mesele, kelâm ilmine dair meselelerin en çetinlerindendir. Amma, onun nihayet şerhi, son beyanı işte bu yapraklara karalanandır.
Başarı ihsan eden Sübhan Hak'tır.
Ehl-i Hak ulemanın kail olduğuna iman etmek yerinde olur. Hem de uzun bahse ve mücadeleye düşmeden. Bir şiir:
Kabil değildir at sürmek her yana;
Bazen mağlubiyet lâzım insana...
PEYGAMBERLER
Peygamberler alemlere rahmettir. Onlara salât ve selam olsun.
Allahu Teala, onları halka hidayet için gönderdi. O büyüklerin vasıtası ile kullarını mukaddes zatına davet etti. Ve onları, rızasının ve ünsünün mahalli olan dar-ı selâma hidayet eyledi.
Hizlanda kalan o kimsedir ki, kerim zatın davetine icabet edip de onun devlet sofrasından faydalanmaz.
Bu büyükler, Sübhan Hak tarafından her ne tebliğ etmişlerse, hepsi gerçektir; doğrudur; ona iman etmek dahi lâzımdır.
Akıl her ne kadar hüccet ise, lâkin onun hüccet oluşu noksandır. Asıl huccet, peygamberlerin gelmesi ile hâsıl olmuştur. Onlara salât ve selâm olsun. Çünkü, onların gelişi artık özür yeri bırakmamaktadır.
Peygamberlerin evveli, Adem aleyhisselâmdır. Onların sonuncusu ise, nübüvvetlerinin hatimi Muhammed Resulullah'tır. Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin.
Bütün peygamberlere iman etmek gerekir. Onların hepsi de, doğru sözlü ve masum durumları ile bilinmelidir. Onlardan birine iman etmemek, bütününe iman etmemiş olmayı gerektirir. Zira, hepsi müttefiktir; din esasları dahi birdir.
İsa (as) inecek ve Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin şeriatına tabi olacaktır.
Hace Muhammed Parisa, Hace Muhammed Nakşibend Hz.'nin kâmil halifelerindendir. Hem alim, hem de muhaddistir. İtimada şayan bir şekilde FUSUL-U SİTTE adlı eserinde şöyle anlattı:
-İsa (as) nüzul ettikten sonra Ebu Hanife'nin mezhebi ile amel edecek; onun helâlini helâl, haramını da haram bilecektir.
***
MELAİKE-İ KİRAM
Melekler, Allah'ın mükerrem kullandır. Elçilik ve Allahu Teala'nın vahiy tebliği devleti ile müşerreftirler. Onlar her ne emir alırlarsa, ona imtisal ederler. İsyan ve Allah'ın taatından çıkmak, onlar hakkında yoktur.
Yemezler, içmezler, giymezler.
Kadınlık veya erkeklikle de tavsif edilemezler. Onlarda tevalüd ve tenasül yoktur.
İlâhi kitapların ve sahifelerin hepsi, onların tavassutu ile inmiştir. Onların, emaretlerindeki doğruluk sebebi ile mahfuz ve masum olarak kalmışlardır.
Onlara iman etmek, dinin zaruri işlerindendir; onları tasdik etmek, İslâm vaciplerindendir.
Ehl-i hak topluluğu katında; beşerin havassı, melek havassından daha faziletlidir. Çünkü, beşerin vusulü, birçok avk edici seklerin varlığı iledir; kudsiyyin olanların yakınlığı ise, meşguliyet zorluğu, halkın engellemesi olmadan kendilerine hasıl olmaktadır. Her ne kadar tesmih ve takdis kudsiyyin olanların meşguliyetidir; amma, bu devlete cihadı katmak, insan kâmillerinin vazifesidir. Bu manada Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Allah, malları ile canlan ile savaşanları, derece itibarı ile oturanlar üzerine faziletli kıldı."(4/95)
***
AHİRET HALLERİ
Muhbir-i Sadık Resuiullah (sav) Efendimizin haber verdiği kabir halleri, kıyamet, haşir, neşir şiddetleri, cennet cehennem, hepsi de haktır. Ahirete iman etmek gibi, dini zaruriyattandır. Ahireti inkâr eden yaratıcıyı inkâr eden gibi kafi olarak kâfir olur.
Kabrin daralıp sıkışması ve daha başka kabir azabı çeşitleri haktır. Bunu inkâr eden her ne kadar kâfir olmaz ise de; bid'ata saplanmış olur. Zira, meşhur olan hadisi şerefleri inkâr etmektedir.
Kabir dünya ile ahiret arasında bir geçit olduğundan; onun azabı da bir yüzü ile dünya azabına benzer. Bu da kesintiyi kabuldür. Bir başka yönü ile de ahiret azabına benzer ki; bu da onun cinsinden olduğu içindir.
Kabir azabına uğrayanların pek çoğu, sidik sıçramasından ve kalıntısından temizlenmeyenlerdir. Bir de, göz gezdirenlerdir.
***
NKİR-NEKİR
Kabirde Münkir Nekirin suali de haktır. Bu, azim bir fitne olup büyük bir
ihtilâdır.
Allahu Teala, kavl-i sabit üzere bize sebat ihsan eylesin.
***
KIYAMET GÜ
O gün, semalar yarılacak; yıldızlar dağılacak; yerler ve dağlar parçalanacaktır. Hepsi de yokluğa katılacaktır. Nitekim, bu manaları Kur'an ayetleri kesin olarak anlatmakta ve bütün İslâm fıkraları da bu mana üzerinde karar kılmaktadırlar. Bunları inkâr eden kâfirdir.
İsterse mevhum mukaddimelerle küfrüne uydurma bir yol arasın ve o uydurma mukaddimelerle de sefihleri yoldan çıkarsın.
***
KABİRDEN KALKMAK-HESAP-MİZAN-SIRAT-CENNET-CEHENNEM
Kıyamet günü, kabirden kalkmak ve çürümüş, dağılmış kemiklerin canlanması haktır.
Amellerin hesaba vurulması, mizan kurulması, defterlerin uçup ashab-ı yemin olanlara sağdan, ashab-ı şimal olanlara da soldan gelmesi haktır.
Sırat, cehennem üzerine kurulmuştur. Cennetlik oradan geçip cennete gider. Cehennemlik dahi, onun üzerinden cehenneme düşer. Bu dahi haktır.
Bütün bu anlatılanlar, mümkin işlerdir; Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz onların vukuunu haber vermiştir. Bunları kabul etmek gerek. Hem de hiç duraklamadan ve mevhum mukaddimelerde şekke düşüp tereddüde kapılmadan.
"Resulün size getirdiğini alınız?"(57/7) mealine gelen ayet-i kerime bu manada nass-ı kafidir.
***
ŞEFAAT
Salih ve hayırlı zatların; o gün, asiler ve şerliler hakkında şefaat etmeleri de haktır. Amma Gaffar Allah'ın izni ile.
Resulullah (sav) Efendimiz bu manada şöyle buyurdu:
"Ümmetimden büyük günah sahiplerine şefaatim vardır."
Hesaptan sonra, küffarın cehennemde ebedi kalması ve azapları haktır.
Müminlerin dahi cennette ebedi kalmaları ve onun nimetlerine dalmaları da haktır.
Fasık olan bir müminin cehenneme girmesi, orada bir müddet azap görmesi caiz ise de, lâkin cehennemde ebedi kalmak onun hakkında yoktur. Bir kimsenin kalbinde zerre miktar iman olsa, o kimse, cehennemde ebedi kalmaz. Onun halinin neticesi rahmet, işinin döneceği yer ise, cennettir.
***
İMAN-KÜFÜR
İmanın ve küfrün dayanağı son nefestir.
Çok kere insan, bütün ömrü boyunca bu ikisinden biri ile muttasıf olur. Amma, sonunda onun zıddı ile tahakkuk eder. Asıl itibar neticeyedir.
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra kalblerimizi kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle. Çünkü sen, hibesi en bol olansın."(3/8)
İman, zaruret, tevatür yolu ile dinen bilinenleri kalben tasdikten ibarettir. Aynı şekilde onu ikrar etmek dahi zaruridir. Meselâ yüce Yaratıcının varlığına ve birliğine iman etmek gibi...
İnzal olunan kitaplara ve sahifelere de iman etmek gerek.
Enbiya-i kirama, melâike-i izama ilâ yevm'il-kıyam iman etmek gerek.
Ahirete, cesetlerin haşrine, cennette ve cehennemde azabın ve sevabın devamına, semaların yarılıp yıldızların dağılmasına, yerin ve dağların parçalanmasına da iman gerek.
Beş vakit namazın farz olduğuna, rikât sayılarını tayine, malların zekâtının farz olduğuna, Ramazan orucuna, güç yeterse Beytüllahü'l-haramı hacca iman etmek lâzımdır.
Şarab içmenin haram olduğuna, haksız yere adam öldürmenin, ana babaya asi olmanın, hırsızlığın, zinanın, yetim malı yemenin, tevatürle sabit olan faiz ve emsali şeyleri yemenin dahi haram olduğuna inanmak dini zaruriyat arasındadır.
Mümin, büyük günah irtikâbı ile imandan çıkmaz. Amma, büyük günahları helâl saymak küfürdür; onun irtikabı ise, fısktır.
Yerinde olur ki, iman sahibi kendisini gerçek mümin bile. İmanın sübutunu ve tahakkunu dahi itiraf etmesi gerek.
İstisna kelimesini, yani:
-İnşaallah demeyi imanına arkadaş tutmamalıdır. Zira, böyle bir kelime, sekten haber verip suret cihetinden imanın sübutuna münafidir. Neticesi, müphem olduğundan son nefese dönük olarak istisnayı kullansa dahi, yine de hale bağlı durumunda şüphe meydana getirmekten geri kalmaz. Şek ve şüphe suretini terk etmek ihtiyatlı hareket etmektir.
***
HULEFA-İ RAŞİDİN
Halifelerin daha faziletli olma durumları, hilâfet tertibi sıralarına göredir.
Ehl-i Hakkın, icmaı şu mana üzerine toplanmıştır ki, enbiyadan sonra, beşerin en faziletlisi, önce Hazret-i Ebu Bekir, sonra Hazret-i Ömer'dir. Allah her ikisinden de razı olsun.
Fakirin anlayışına göre daha faziletli olmanın yüzü, menkıbelerin ve faziletlerin çokluğundan değildir. Elbette şudur: İmanda en başta olmak, mal harcamakta daha öncelik almak, herhalde nefsi vermekte evvel davranmak. Bu yapılanlar da dinin teyidi, Seyyid'ül-mürselin Resulullah (sav) Efendimizin şeriatının revaç bulması içindir.
Din işlerinde başta giden, sonra gelenlerin üstazıdır. Sonra gelen, her neye nail olur ise, başta olanın devlet sofrasından nail olur.
Üstte anlatılan üç kâmil sıfatın mecmuu, Hazret-i Sıddık'a inhisar etmiştir.
O kimse ki, imanda başta olmak, mal harcamak, nefsi vermek aralarını birleştir; işte o, Hazret-i Sıddık'tır. Allah ondan razı olsun.
Anlatılan devlet, bu ümmet içinde ondan başkasına müyesser olmamıştır.
İrtihali ile son bulan hastalığında Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"İnsanlar arasında, nefsinde ve malında bana emniyet eden Ebu Bekir b. Ebu Kuhafe'den başka kimse yoktur. Eğer insanlardan bir halil bulacak olsaydım; Ebu Bekir'i kendime halil ederdim; lâkin, İslâm kardeşliği daha faziletlidir. Ebu Bekir'in penceresinden başkasının penceresini bana kapatınız."
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Allahu Teala, beni size gönderdi; dediniz ki:
-Yalancısın...
Halbuki Ebu Bekin
-Doğrusun... dedi; malını ve canını bıraktı. Bu durumda sahibimi bana bırakır mısınız?"
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Eğer benden sonra peygamber olsaydı; elbette Ömer b. Hattab olurdu."
Emirü'l-mü'minin Hazret-i Ali (ra) şöyle dedi:
. -Ebu Bekir ve Ömer, bu ümmetin en faziletlileridir. Her kim beni onlardan faziletli görürse, müfteridir. Müfterilerin dövüldüğü gibi, kamçı ile döverim.
Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin ashabı arasında vaki olan muharebe ve münazaa, iyiye yorulmalıdır. Onlar, heva ve heves zannından uzak tutulmalıdır. Hatta, makam ve baş olmak sevdasından da, hatta rif'at ve menzilet talebinden de. Zira, bütün bu rezillikler, nefs-i emmareden gelir. Halbuki, bu büyüklerin nefisleri, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbeti ile saf ve temiz olmuştur.
Ne var ki, hilâfeti hakkında vaki olan muharebe ve çekişmelerde hak Hazret-i Ali tarafından idi. Muhalifleri ise, içtihadi sayılan hata ile hatalı idiler. Böyle bir hatadan dahi, ayıplanmaya ve taan etmeye yer yoktur. Fişka vardırmak şöyle dursun. Zira, bütün sahabe adalet üzere olup rivayetleri dahi makbuldür. Hazret-i Ali'nin (ra) muvafıkları ve muhalifleri rivayetlerde doğru olmakta bütünüyle müsavidir; itimada şayandır. Muharebe ve çekişme onların birini yaralamak için olmamıştır.
Anlatılan manadan ötürü, hepsini sevmek gerek. Zira, onları sevmek, Resulullah Efendimizi sevmektir. Resulullah Efendimize ve onlara salâtlar ve selâmlar. Çünkü Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Bir kimse, onları severse, beni sevdiği için sever."
Yine gereklidir ki, onlara buğzedilmeye... Zira, onlara buğzetmek, Resulullah (sav) Efendimize buğzetmektir. Nitekim bu manada Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Onlara buğzeden bana buğzettiğinden buğzeder."
Bu büyüklere tazim ve tevkir etmek, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimize tazim ve kevkirdir. Ona ve âline salât ve selâm olsun. Onlara tazimin olmayışı dahi, Resulullah (sav) Efendimize tazimin olmayışındandır.
Anlatılan manadan ötürü yerinde olur ki, Resulullah (sav) Efendimize tazim olacağından, onların tümüne tazim edile...
Şeyh Şibli şöyle dedi:
-Ashabına tazim etmeyen, Allah'ın Resulüne iman etmemiştir.
***
Sonra,
Üstte anlatıldığı üzere, itikadı düzelttikten sonra, mutlaka yararlı amelleri yapmak gerek.
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"İslâm, beş şeyin üzerine bina edilmiştir:
a) La ilahe illallah Muhammeden Resulullah..."(Allah'tan başka ilâh yoktur)
Bu şehadet, iman ve itikaddan ibarettir. Bu dahi, Resulullah (sav) Efendimizin tebliği ile sabittir. Nitekim, yukarıda anlatıldı.
b) "Namaz kılmak."
Bu namaz, dinin direğidir.
c) Malın zekâtını vermek,
d) Ramazan ayı orucunu tutmak,
e) Beytüllahı haccetmek.
Allah'a ve Resulüne imandan sonra, ibadetlerin en faziletlisi namazdır. İman gibi bizatihi güzeldir. Amma, diğer ibadetler böyle değildir. Onların güzelliği zati değildir.
***
NAMAZ
Tam bir taharatten sonra; bağlı ve güzel teemmül ederek namazı eda etmek lâzımdır. Yani şeriat kitaplarında beyan edildiği üzerine. Hem de hiç ara vermeden.
Namazın rükuuna, secdelerine, oturmalarına, kalkmalarına ve diğer erkânına riayet etmek lâzımdır ki, namaz kemal üzere eda edilmiş ola.
Oturmalarda, kalkmalarda, rükuda ve secdelerde sükuneti ve tumanineti elden bırakmamalıdır. Kolay tarafına kaçmamaya da dikkat etmelidir.
Namazları, ilk vakitlerinde eda etmek iyi olur. Tembellik ve cahillik sebebi ile son vaktine tehir etmek yerinde olmaz.
Asıl makbul olan kul, sırf onun emri olduğundan Mevlâsının emrine imtisal edendir. Zira, emre imtisali tehir etmek, baş kaldırmaktan ve edep dışı hareketten ileri gelir.
Farisi ibarelerle yazılan fıkıh kitaplarından birinde de sahip olmak yerinde olur. Meselâ, Tergib-i Saiât, Teysiri'l-Ahkâm gibi. Hem de her zaman. Şer'i meseleleri onlardan alıp onların muktazasına göre amel etmelidir.
Gülistan ve benzeri kitaplar, Farisi fıkıh kitaplarının yanında fuzuli şeylere dahildir. Hatta, zaruri işlere nisbetle malayaniden sayılır. Dinen muhtaç olunanları lâzım sayıp ondan sonrasına iltifat etmemelidir.
TEHECCÜD NAMAZI
Teheccüd namazı dahi, bu tarikatın zaruri işleri arasında sayılır. Onun için de çalışmak gerek. Zaruri bir durum olmadan, terk edilmemelidir.
Eğer bu iş, ilk zamanlarda biraz zor olur da, uyanmak kolay olmaz ise, hizmetçilerden bir cemaatı vazifelendirmeli ki, istense de, istenmese de uyandıralar; uykuda bırakmayalar. Birkaç gün sonra, kalkmak âdet haline gelir; o zaman zorlamaya hacet kalmaz.
Bir kimse, gecenin sonunda kalkacak ise, yatsıdan sonra, gecenin evvelinde uyumalıdır. Hem de, başka faidesiz şeylerle meşgul olmadan.. O vakit tevbe, istiğfar, iltica, tazarru, masiyetleri ve günahları hatırlamak, noksanları ve ayıpları düşünmek, ahiret azabından korkmak, daimi azabdan çekinmek için bir ganimet bilinmelidir. Sübhan Haktan af ve mağfiret dilenmelidir. Kalbe dönük olarak, şu cümleyi dille yüz kere okumalıdır:
-Estağfirullahe'l-azim, ellezi la ilahe illa hüve'l-hayye'l-kayyume ve etübi ileyhi Sübhanehu... (Hayy Kayyum olan Büyük Allah'tan bağışlanmamı diler, o Sübhana tevbe ederim)
Yine bu cümleyi, ikindi namazından sonra yüz kere okumalıdır. Abdestli veya abdestsiz olabilir. Hem de hiç terketmeden. Bu manadan olarak, bir hadis-i şerifte şöyle anlatıldı:
"Ne mutlu, amel defterinde çokça istiğfar bulunanlara."
***
DUHA NAMAZI
Eğer duha namazını kılmak da müyesser olur ise, büyük bir devlettir. Hiç olmazsa, iki rekât kılmaya çalışmalıdır. Daha çok rekâtı, teheccüd namazı rekâtları gibi on iki rekâttır. Vaktin ve halin iktizasına göre, her ne miktar eda edilecek olursa, o da bir ganimettir.
***
TESBİH DUALARI
Her farz namazının edasından sonra, Ayete'l-Kürsiyi (Bakara suresi: 255. ayet) okumaya çaba harcamalıdır. Bu manada, bir hadisi şerif şöyledir:
"Her farz namazının sonunda bir kimse, Ayete'l-Kürsiyi okursa, onun cennete girmesine ancak ölüm manidir."
Beş vakit namazın edasından sonra, şu cümleleri de okumak gerek:
a) Otuz üç kere şu tenzih cümlesini okumalıdır: Sübhanallah... (Allah Sübhandır)
b) Otuz üç kere tahmid cümlesini okumalıdır: Elhamdülillah... (Hamd Allah'a mahsustur)
c) Otuz üç kere şu tekbir cümlesini okumalıdır: Allahue-ekber... (Allah en büyüktür)
Bir defa da şu cümleyi okumak gerekir:
-La ilahe illallahü vahdehu lâşerike lehu lehü'l-mülkü ve lehü'l hamdü yuhyi ve yümiytü ve hüve âlâ külli şey'in kadir... (Allah'tan başka ilâh yoktur. Birdir, ortağı yoktur. Mülk onundur. Hamd ona mahsustur. Öldürür ve diriltir. O, her şeye kadirdir)
Böylece yüz adet tamam olmuş olur.
Her gün ve gecede yüz kere şu teşbihi okumalıdır; zira çok sevabı vardır:
-Sübhanellahi ve bihamdihi... (Allah sübhandır, ona hamd olsun)
Sabah oldukta şu duayı bir kere okumalıdır:
-Allahümme ma ashaba bi min nimetin ev biahadin min halkıke fe-minke vahdeke la şerike leke fe leke'l-hamdü ve leke'ş-şükrü... (Allah'ım, beni ve halkından birini sabaha erdiren senden bir nimettir. Birsin. Şerikin yoktur. Hamd sana, şükür sana)
Aynı duayı akşam da okumalıdır; ancak:
-Ma eshaba... (Sabaha erdiren) cümlesi yerine:
-Ma emsa... (akşamı ettiren) cümlesini kullanmalıdır. Sonuna kadar da okumalıdır. Bu manada gelen bir hadis-i şerif şöyledir:
"Bir kimse, bu duayı gündüz okursa, o günün şükrünü eda etmiş olur. Bir kimse bu duayı gece okursa, o gecenin şükrünü eda etmiş olur."
Bu dua virdini abdestli okumak gerekli değildir. Bütün vakitlerde okunabilir.
***
MALLARIN ZEKATI
Malların zekâtını vermek dahi, dinin yapılması zaruri sayılan vazifeleri arasındadır. Bunun da, eda edilmesi ve yerlerine sarf edilmesi gereklidir. Hem de isteyerek. Aynı zamanda bunu bir nimet bilmelidir.
Allahu Teala şu:
-Benim nimetimden ve ihsanımdan sayılan kırk hisseden bir hisseyi fakirlere ve çaresizlere veriniz. Ben de bunun mukabilinde size bol ecir, güzel mükâfat veririm.
Manayı ki, anlatıyor; bu küçük parçayı vermekte durmak ve onun verilmesi işinde cimrilik etmek insafsızlığın son derecesidir. Hatta isyan ve zulümdür.
Şer'i emirleri yerine getirmekte böyle bir tavakkufun, menşei, kalbi maraz olup semavi hükümlere yakinin olmamasındandır. Zımnındaki şeyleri kalben tasdik etmeden, mücerred kelime-i şehadet söylemek yeterli değildir Zira, o kelimeyi münafıklar da söylemektedirler. Kalb yakininin alâmeti odur ki, şer'i emirler, severek, isteyerek yerine getirile...
Zekâtın edası için, fakire verilen bir fülüs, bu niyetin dışında verilen binlerce sadakadan daha faziletlidir. Zira, bu farzın edası olup öbürü de, nafile iştir. Farzın edasına nisbetle, nafile olan, bir şeyden sayılmaz. Hatta, bir itibarı da yoktur. Keşke onun için, denize nisbetle bir damla hükmü olsaydı; o da yoktur.
Şeytanın aldatmacalarındandır ki, insanları zekât vermekten alır; onları nafilelere götürür; böylece, onların zekât vermesini engeller.
***
RAMAZAN AYI ORUCU
Mübarek Ramazan ayının orucunu tutmak dahi, İslâm vaciplerinden ve dinin zaruri sayılan vazifelerindendir. Bunun edasında da ihtimam göstermek gerek. Duyulmayan özürlerle, oruç yemek yerinde değildir. Oruç için, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Oruç, cehennem ateşine kalkandır."
Seferde olmak, hastalanmak gibi özürlerden; oruç yenir ve oruç tutmaya bir engel çıkarsa, bu özürler bittikten sonra, hiç ara vermeden hemen oruç tutmalıdır. Tembellik ederek, akşamların sabahların geçmesine bırakmamalıdır. Zira, kulun külli ihtiyarı yoktur. Elbette onun bir Mevlâsı vardır ki, onunla emirlerini ve yasaklarını yaparak geçinmek gerek. Necat ümidi, ancak bu şekilde tasavvur edilir. Eğer böyle yapmaz ise, asi bir kul olur ki, onun cezası, çeşitli azaplardır.
***
HACCA GİTMEK
İslâm erkânından beşincisi Beyt-i Haram'ı haccetmektir. Bunun da şartları vardır; fıkıh kitaplarında anlatılmıştır. O şartlar tahakkuk ettikten sonra, bu haccın edası vacip olur. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Hac, kendisinden önce yapılan masiyetleri yıkar."
***
Şeriatın tesbit ettiği helâle ve harama dikkat etmelidir. Sahib-i Şeriatın yasak ettiği şeylerden de imtina etmelidir. Ona ve âline salât ve tahiyyet olsun. Şer'i sınırları dahi korumak gerek.
Şayet matlub olan selâmet ve necat ise, bu tavşan uykusu ne zamana kadar sürecek? Gaflet pamuğu ne zamana kadar kulakta tıkalı kalacaktır?
Tavşan uykusundan uyandırılır, pamuk dahi kulaktan çıkarılır; amma o zaman ele geçen nedamet ve hasretten başka bir şey olmaz. Onun kıyameti de kopmuş olur.
Uyandırılmadan evvel uyanmak gerek! Zira o zaman şeriat emirleri ile amel etmek, yasaklarından da kaçınmak, ahiret azabından kurtulmak babında hiçbir işe yaramaz. Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler, kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyunuz; onun tutuşturucusu insanlarla taştır."(66/6)
***
İtikadı tashih edip şeriatın iktizasına göre yararlı amelleri işledikten sonra; vakitleri şanı büyük Allah'ın zikri ile mamur eylemek gerek. O şeriat sahibine salât ve selâm olsun. Allahu Teala'nın zikrinden dahi asla fariğ olmamalıdır.
Zahir halk ile meşgul olsa dahi, batını yüce Hakla kılmalıdır. Yüce Hakkın zikri ile de lezzet almalıdır.
Üstte anlatılan devlet, Hacegân tarikatı müptedilerine ilk adımda, kâmil ve mükemmel şeyhin sohbeti sonunda Allah'ın inayeti ile müyesser olur. İhtimal ki, bu manada size iman hasıl olmuştur. Hatta ondan bir nasip de gelmiştir; isterse az olsun.
Hasıl olan her ne ise, onu korumalı; şükrünü eda etmeli ve daha ziyadesine de ümitli olmalıdır.
Nakşibendiye Hazretlerinin tarikatında nihayetin bidayete dere edilmesi bulunduğundan; bunda hasıl olan az şey çok sayılır. Zira, salik bidayette; nihayetten haberdar olmaktadır. Amma müptedi salike düşer ki, çok olsa dahi, kendisine nasıl olanı az bula... Amma şükrünü eda etmekten de geri kalmamalıdır. Elbet, şükrünü eda etmeli; ziyadesine dahi talip olmalıdır. Zikirden asıl maksat, Sübhan Hakkın gayrına olan taallukun zeval bulmasıdır. Kalb marazı dahi, bu gayrı sayılanlardan ibarettir. Bu zeval hasıl olmadıktan sonra, iman hakikatından yana nasip gelmez. Şeriat hükümlerinin edasında dahi suhulet ve kolaylık olmaz. Bir şiir:
Ayıkın, zikredin halkın Rabbini zira; Safadır kalblere, hem gıdadır ruhlara...
***
Yemekten ve içmekten matlub olan, nefsin hazzı olmamalı; elbette, ibadete güç kuvvet husule edilmesi olmalıdır. Başta böyle bir niyet kolay olmaz ise, zorla yapmaya çalışmalıdır. Bu niyet meydana gelmesi için de, iltica ve tazarru etmelidir.
Aynı şekilde, elbise giymek niyeti dahi, ibadet ve namaz edası için tezyin olmalıdır. Bu manada varid olan ayet-i kerime şöyledir: "Her namazgah katında zinetinizi alın."(7/31) Yani güzelce giyinin.
Güzel elbise giymekten maksat, halka gösteriş olmamalıdır; zira böyle bir şey yasak edilmiştir.
Gayret edilmeli ki, cümle fiillerde, hareketlerde ve sükunlarda nazara alınan yüce Sultan Mevlâ'nın rızası buluna... Onun şeriatı ile amel göz önünde tutulmalıdır.
Bu vakitte zahir ve batından her biri, yüce Hakka müteveccih olmalı ve onun zikrini yapmalıdır. Meselâ, evvelinden ahirine kadar gafletten ibaret olan uykuyu kul murat ettiği zaman; niyetli taatın edasında gelecek tembelliği atmak olur ise, o uyku bu niyetle aynen ibadet olur. Bu uyku devam ettiği süre; o kimse taatta gibi sayılır. Çünkü, taatın edası niyeti ile uyumaktadır. Bu manada gelen bir hadisi şerif şöyledir
"Alimin uykusu ibadettir."
Üstte anlatılan manaların sizde husule gelmesini bugün sizin için zor biliyorum. Şunun için ki: Birçok engellerin hücumu vardır; âdetlere ve resmiyetlere tutunmak vardır. Bu arada nazarda olan da, şeriatın zıddı kızgınlık ve tutuculuktur (yani cahiliyet işlerine). Halbuki şeriat; resmiyetleri, yersiz âdetleri def etmek ve nefs-i emmareden gelen cahiliyet kızgınlıklarını ve burun kaldırmalarını kaldırmak için gelmiştir.
Lâkin kalb zikrine müdavemet edildiği; ara verilmeden; şartlarına riayetle beş vakit namazı kılındığı; imkân elverdiği kadar şeriatın helâline ve haramına da dikkat edildiği takdirde ihtimal ki, bu mananın güzelliği çıkar ve ona rağbet hasıl olur.
***
Bu nasihatların yazılmasından bir bsaka mana da odur ki, bu nasihatlarla amel etmek husule gelmesi dahi, en azından noksanı ve kusurları itiraf hasıl ola... Böyle bir şeyin meydana gelmesi dahi büyük bir devlettir.
Bir şiir:
Eren bulur özünden üstün devlet türü;
Ermeyene de yeter gamı, kaybından ötürü...
O halde Allah'a sığınmak gerekir ki, nailiyet olmaz; nailiyet olmadığından ötürü de gam çekilmez. Amel edilmez; amel edilmeyişinden de pişmanlık duyulmaz. Böyle bir şeyi de ancak cahil isyankâr yapar. Böyle bir kimse de, başını ubudiyet bağından sıyırmış, ayağını dahi kulluk kaydından çıkarmıştır.
***
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize katından rahmet var. İşlerimizde bizim için muvaffakiyet hazırla."(18/10)
***
Vakit, hal, zaman, mekân bir şey yazmaya müsait olmasa dahi, lâkin, kemal üzere olan şevkinizi, rağbetinizi gördüğümden zorla olsa dahi birkaç satır yazdık. Ve onları Kemaleddin Hüseyin'e teslim ettik.
Sübhan Allah, bunların iktizası ile amel etmeyi nasip eylesin.
Hüdaya ittiba edenlere selâm.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 428. Mektup

MEVZUU: Salikin kendi hallerine muttali olmayışı ve bunları müridlerin aynalarında müşahede etmenin beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlâna Ahmed'e yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Selâm, onun seçmiş olduğu kullarına...
Mektub-u şerif geldi. Onda şöyle yazmışsın:
-Ben, nefsimde, bu taife-i aliyyenin ilim, vecid ve hallerinden yana hiçbir şey "bulamıyorum. Mana böyle iken, iki talibe tarikat talimi yapmaktayım. Her ikisinden de görülmemiş haller zuhur etmektedir. Bunun tevili nedir?
Bilesin ki,
O haller ki, anlatılan iki şahıstan zuhur etmektedir; sizin hallerinizin aksi olup onların istidadı aynalarında zuhura gelmiştir. O iki şahıs, ilim sahibi olduklarından hallerini anlayıp gizli hale ilim husulü üzerine de size delil oldular. Bir ayna gibi ki, insanda bulunan gizli haller delâlet edip saklı güzelliklerini zuhura getirir.
Asıl maksat, hallerin husulüdür. Onları bilmek ise, bir başka devlettir. Bu ilim, bir cemaata verilir; bir başka cemaata da verilmez. Halbuki, her iki zümre de velayet erbabı olup kurb halinde müsavidirler.
-Bizden bilen olduğu gibi, bilmeyen de vardır, halleri bilmemekten ötürü, hüzün çekilmeye ve elem duyulmaya... Asıl yerinde olan, hallerin husulüne çalışmaktır. Hatta, halleri hal edene vusul bulmaya çalışmalıdır.
Talip tasavvutu dışında hallere dair ilim hasıl olmuyor ise, onları, taliplerin aynalarında mütalaa ile yetinmelidir; mazharlar yolundan gelene hazırlanmak gerek. Halleri vasıtasız bilmek müyesser olmasa dahi, haller hasıl olsun. Ümitvar olmalı. Tavassutsuz da hasıl olabilir.
***
Yine yazmışsın ki:
-Huzurun devamı ne şeyden ibarettir? Çoğu zaman, kalbin bu huzurdan kaydığı hissedilmektedir. Yani bazı meşgaleler arasında... Huzurun ve devamlı huzurun teşhisi gerek. Bilesin ki,
Huzur, yüce Sultan mukaddes Hak ile batının huzurundan ibarettir. Devam, bir parçası olan huzuri ilme benzer. Hiçbir kimseyi duydun mu ki, vakitlerin birinde, kendi nefsinden gaflete düşüp zühul bulmuş. Gaflet ve zühul ancak husuli ilimde tasavvur edilir. Zira, arada mugayeret vardır. Huzuri ilimde ise, huzur içi huzur vardır; hem de daima... İsterse ahmak bu huzurdan yana, cehalete düşsün, kaçsın, husul ile de, gurura dalsın...
Huzur için, devam lâzımdır. Onun ki devamı yoktur; matluba meyil olup anlatılan huzura bir benzerliği vardır. Devamı dahi zordur. Çünkü, husuli ilme benzer yanı vardır ki, devamdan yana nasibi azdır. Bir ayet-i kerime meali: "Vasıfların en güzeli Allah'ındır."(16/60) Yüce mukaddes Hakka nisbetle:
-Husuli ilim, huzuri ilim tabirleri, ancak teşbih ve tanzir kabilindendir. Allah-u Teala, insana kendi nefsinden daha yakın olduğuna göre, huzuri ilim de, husuli ilmin de kapsamı dışındadır, isterse akıl erbabı onu tasavvurdan yana aciz olsun ve nefislerinden daha yakın bulmamış olsunlar. Lâkin bu mana, ledünni ilim erbabınca açıktır; Allah'ın inayeti ile kolayca hasıl olmaktadır.
Dua makamında bir ayet-i kerime geldi:
"Rabbimiz. bize katından rahmet ver; işimizde bizim için muvaffakiyet hazırla."(18/10)
Şu da gizli kalmasın ki,
Kardeşim Seyyid'in sizin üzerinizdeki hakları çoktur; gelmek isteyişinizden de eza duymaktadır. Bunun için, onun hizmetinde bulunmanız yerinde olur. Hem de hiç duraklamadan. Ta ki, eza telâfi edile... Eğer onun izni ile gelirseniz, sıkıntılı bir durum yoktur.
İşleri, onun rızasına uygun şekilde yapmanız, onun izni ile gelmeniz uygun düşer. Bundan daha fazla ne yazayım?
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 427. Mektup

MEVZUU: Sevenin nazarında, sevilenin elem lezzeti, nimet lezzetinden daha leziz ve daha güzeldir.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına dahi selâm olsun.
Seyyid Muhammed Nu'man kardeşe malum olsun.
Anlaşılan durum şu oldu ki, nasihatçı ahbab, halâs sebeplerine teşebbüste her ne kadar çaba harcadılarsa, faydalı olmadı. Hayır, Sübhan Allah'ın yaptığındadır.
Bu işten dolayı, beşeriyet iktizası bir nevi hüzün meydana geldi. Gönül darlığı zuhur etti.
Bir müddet sonra, yüce Sultan Allah'ın fazlı ile hüzün ve gönül darlığı, feraha ve gönül rahatlığına döndü.
Has bir yakin ile bildim ki, eza vermek yolunda bulunan bu cemaatın muradı; eğer şanı yüce Hakkın muradına muvafık ise, sıkılmanın yeri yoktur; hatta gönül daraltmanın da... Hatta bu, mahabbet davasına da aykırıdır. Zira, sevilen zatın verdiği elem, verdiği nimet gibi sevilir; yani seven için... Hatta rağbet görür.
Nitekim seven kimse, onun nimetinden lezzet aldığı gibi, eleminden de aynı lezzeti alır. Hatta eleminden daha fazla lezzet alması gerek. Zira elem, nefsin muradı ve hoşlanması şaibesinden uzaktır.
Sübhan Hak, mutlak cemildir. Bir şahsın eziyetini murad ettiği zaman, yüce Hakkın bu muradı, o şahsın nazarında o Sübhan Zat'ın inayeti ile elbet güzel olmalıdır. Hatta lezzet almasına da sebep olur.
Bu cemaatin muradı dahi, Sübhan Hakkın muradına muvafık düştüğünden; hatta o yüce Zatın muradına bir pencere olduğundan, onların muradı dahi nazarda iyi olur. Lezzet almayı mucibdir.
Sevilen zatın fiiline mazhar olan bir şahsın fiili, o sevilen zatın fiilinin kendisi gibi sevilir. O işi yapan şahıs dahi, sevenin nazarında bu alâka ile sevilir.
Asıl hayret edilecek durum şu ki: O şahıstan cefa, her ne kadar ziyade tasavvur edilirse; sevenin nazarında o kadar iyi ve o kadar değerli olur. Bunun böyle oluşu da, sevilenin gazap suretini daha çok ve daha ziyade gösterdiğidir.
Ne var ki, bu tarikatın dalgınlarının işi, değişmiş ve tersine dönmüştür.
O şahsa karşı, kötülük murad etmek, onu kötülemek, sevilenin sevgisine münafidir. Çünkü, o şahsın, bu işte sevilne zatın fiiline ayna olmaktan daha ziyade bir işi yoktur. O kimseler ki, eza sadedinde zahir olurlar; sair mahlukata nazaran sevimli durumdadırlar. Bunun için, kardeşler, gönül darlığını kendilerinden atsınlar. Eza sadedinde onlara kin duymasınlar. Hatta, onların bu fiillerinden lezzet duymaları gerekir.
Evet, biz, dua etmekle memuruz. Sübhan Hak ise duayı, ilticayı, tazarruu, kendisine yönelmeyi sever.
Belânın defi için dua edip af ve afiyet dilemek yerinde olur.
Üstte:
-Gazap suretini gösterdiği dedim. Şunun için ki:
Gazabın hakikati düşmanların nasibidir. Gazabın sureti ise, dostlara aynı rahmettir.
Hakikatta, bu gazap suretini seven için o kadar menfaatler bırakılmıştır ki, onların şerhi mümkün değildir. Keza, dostlara verilen gzaap suretinde, münkirlerin dahi helaki vardır; bu dahi onların iptilâsına sebep olmaktadır. Herhalde bu manada söylenmiş olan Şeyh Muhyiddin b. Arabi'nin (sırrı mukaddes olsun) şu cümlesini duymuş olacaksınız:
-İrfan sahibinin bir himmeti yoktur.
Yani onunla bileyyeyi, def etmek isteyeceği himmeti... Böyle bir şey irfan sahibinden alınmıştır. Zira, bir irfan sahibi beliyyeyi sevilenden görür; yakinen bilir ki, bu beliyye onun muradıdır. Bu durumda onun defi için nasıl himmet sarf edebilir? Onun kaldırılmasını nasıl diler? O, her ne kadar dilinde, suret cihetinden belânın gitmesi için dua etse de; bu yaptığı dua, emrine imtisal içindir. Ne var ki o, hakikatta hiçbir şey murad etmemektedir; kendisine gelen her şeyden lezzet alır.
Hüdaya ittiba edenlere selâm...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
113
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 426. Mektup

MEVZUU: Vacibü'l-vücud Teala'nın varlığından sorulan suale cevaptır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mir Şemseddin'e yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm...
***
Kerem ve şefkat olarak gönderilen mektubun mütalaasından hoşlanıp lezzet aldım. Allahu Teala, sizi hayırla mükâfatlandırsın.
O mektuba şu hususlar dere edilmiş:
-Yüce Hakkın zatı mahiyeti ile mevcud olup veya zaid olarak mevcud olmadığına göre, vücub ve vücud itibarı olmadan Sübhan Allah'ın zatı olan Vacibü'l-Vücud arası ile mümteniu'i-vücud arasında nasıl tekabül olur? Vücuddan ve vücubdan muarra zata dahi, nasıl Vacibü'l-Vücud ıtlakı mümkün olur? Vücub vücuduna dayanan ibadet istihkakı nasıl sabit olur? Vücub vücudu olmayan zata dahi Vacibü'l-Vücud ıtlakı hangi itibara göredir?
Ey mahdum,
Bu suallerin cevabı, tafsilatı ile ikinci cilt mektuplarından birine geçmiştir. Zahir olan o ki, Fakir'in evlâdından birinin adına yazılmıştır. Onu mütalaa ederseniz, beğeneceğiniz umulur.
Hulâsa, mümkündür ki, yüce Sultan Vacip nefsi ile mevcud ola... Vücutla değil... O Hazret'e vücub ıtlakı ise, aklın ortaya attığı şeyler kabilinden-dir. Elbette, vasıfların en yücesi Allah'ındır.
Vücub-u vücud, akıl çıkarmaları kabilinden olduğu gibi, ademin imtinaı ? dahi o yüce Sultan Hazret'te aklın çıkarmalarındandır. Nitekim zat-ı baht-te, vücub-ü vücud nisbeti zahir olunca, onun mukabili olarak imtina-ı adem de husule geldi. Vücub-u vücud üzerine dağılan ibadet istihkakı nisbeti dahi böylece zuhura gelmiş oldu.
Allah vardı; onunla olan bir şey yoktur. İsterse, nisbetlerden ve itibarlardan olsun. Nisbet zahir olunca, tekabül zahir oldu.
Evvel ahir selâm.
***
 
Üst