Levlake levlak lemma Halaktul Eflak - M.İslamoğlunun ''uydurma'' itirazına cevap

K

Kaçak

Guest
Aynı şeyi risaleler içinde yapmamışmıydı ?
Bu kadar ilmi reddiye yazanın , ilim yönünden sıkıntısı olmaması gerekmezmi ?
Hayırlısı bakalım ...
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Cübbeli Hocamızın daha dikkatli olmasını temenni ederiz...:)
 

Ehl-i Sünnet

Kıdemli Üye
Katılım
5 Şub 2011
Mesajlar
3,061
Tepkime puanı
139
Puanları
0
Süleyman KÖSMENE
“Sen olmasaydın!” - 1
skosmene.jpg


Muharrem Okur: “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l-eflâk’ (Eğer sen olmasaydın, eğer sen olmasaydın; Ben Kâinâtı yaratmazdım) kudsî hadîsini açıklar mısınız?”




Kâinâtın yaratılışının sebebini ve hikmetini açıklayan ibret verici ve düşündürücü bir hadîs-i kudsî. Bu kudsî hadîste meâlen, Kâinâtın Yaratıcısı Cenâ- b-ı Hakk’ın, kâinâtın yaratılmasıyla ilgili, Son Peygamber Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma hitâben: “Eğer sen olmasaydın, eğer sen olmasaydın; Ben Kâinâtı yaratmazdım” buyurduğu beyan edilir.1



Risâle-i Nûr’un muhtelif bölümlerinde bu Hadîs-i Kudsî ele alınır ve hakîkatı ile mutâbık ve muvâfık bir biçimde îzahlar serd edilir.
Kâinâtın büyük bir ağaç mânâsında göründüğünü; ağaçta çekirdekler, gövdeler, dallar, çiçekler ve meyveler bulunduğu gibi, kâinâtta da aynı kânunun cârî olmasının Hakîm isminin bir gereği bulunduğunu beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, hilkat ağacının, cismânî âlemle berâber sâir âlemlerin de numûnesini ve esaslarını içeren bir çekirdekten yapılmasının ve ağaca menşe ve çekirdek olan mânâ ve nûrun yine aynı kâinât ağacına bir meyve olarak giydirilmesinin Hakîm isminin muktezâsı bulunduğunu kaydeder. Buna göre, kâinâtın teşekkülüne çekirdek olan nûr, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın zâtında onun cismini giyerek kâinâtın en son meyvesi sûretinde tezâhür etmiştir.2



Bedîüzzaman’a göre; şu görünen büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakıldığı takdirde, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru, o kitâbın Kâtibinin kaleminin mürekkebi hükmünde olur. Eğer bu büyük âlem bir ağaç sûretinde tahayyül edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru hem çekirdeği, hem meyvesi olur. Eğer dünyâ cismânî bir canlı farz edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nûru, onun rûhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nûru, onun aklı olur. Eğer çok güzel bir Cennet bahçesi tahayyül edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nûru, onun, Hakkı îlân eden bülbülü olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nûru, saray Sahibinin dâvetçisi ve teşrîfâtçısı olur.3



Saîd Nursî Hazretlerinin bu beyan tarzı, şu hadîsin de îzâhı ve tefsîri mâhiyetindedir:
Ashabdan Abdullah b. Câbir (ra), Peygamber Efendimiz’e (asm): “Yâ Resûlallah! Allah’ın her şeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?” diye sordu.



Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm):
“Allah her şeyden evvel, senin Peygamberinin nûrunu Kendi Nûr’undan yarattı. Nûr, Allah’ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh, ne Kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne Melek, ne Semâ, ne Arz, ne Güneş, ne Ay, ne İnsan ve ne de Cin vardı!”4 “Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinâtı Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nûrundan niçin yaratmasın?” diye soran Bedîüzzaman Hazretleri, kâinât ağacının Tûbâ ağacı gibi gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makâmından, tâ aslî çekirdek makâmına kadar nûrânî bir münâsebet hattı bulunduğunu, Peygamber Efendimizin (asm) Mi'râcının o münâsebet hattının kılıfı ve sûreti hükmünde bulunduğunu, kendisinin bizzat mi’râc yolunu açtığını, velâyetiyle gidip, risâletiyle dönerek o yolu ümmetine de açık bıraktığını; ümmetinin, kalp ve ruhlarıyla o nûrânî caddede onun (asm) mi'râcının gölgesinde seyr ederek istidatlarına göre o yüksek makamlara çıkabileceklerini beyan eder.5 Sallallâhü Aleyhi Vesellem. Yarın İnşaallah devam edelim.





Dipnotlar:

1- Keşf’ül-Hafâ, 2/164. 2- Sözler, S. 531, 532. 3- Mesnevî-i Nûriye, S. 98. 4- Kastalânî, M. Ledünniye, 1/7. 5- Sözler, S. 532.
19.04.2009
 

Ehl-i Sünnet

Kıdemli Üye
Katılım
5 Şub 2011
Mesajlar
3,061
Tepkime puanı
139
Puanları
0
Süleyman KÖSMENE
“Sen olmasaydın!” - 2
skosmene.jpg


Dünkü yazımızda, bu hadîs-i kudsî üzerinde bir ifrât, bir de tefrit olmak üzere iki muhâlif görüşün bulunduğunu; Risâle-i Nûr’un ise her ikisini de reddederek, hadîs-i kudsî’yi mustakîm bir çizgi içinde yorumladığını ifâde etmeye çalışmıştık.



Bedîüzzaman Hazretleri bu hadîs-i kudsîye birkaç yönden istikamet çizerek ulaşır:
Evvelâ: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın beşere hediye ettiği nûr eşsiz ve benzersizdir. Onun nûru ile dünyânın şekli değişmiştir. İnsan ve bütün kâinâtın hakîkî mâhiyetleri o nûr tûfânı ile inkişâf etmiştir. O nûr ile görünmüştür ki; şu kâinâtın mevcûdâtı Allah’ın isimlerini okutan birer Samedânî mektup, birer vazîfeli memur, bekaya mazhar birer kıymettâr ve mânidâr mevcutturlar. Eğer o nûr olmasa idi, varlıklar külliyen mutlak fenâya mahkûm, kıymetsiz, mânâsız, faydasız, abes, karmakarışık ve tesâdüf oyuncağı mâhiyetinde evhâm karanlıkları içinde kalacaktı. İşte bu sırdandır ki, akıl sahibi bütün insanlar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın duâsına “Âmin!” demektedirler. Arştan ferşe, serâdan süreyyâya kadar bütün mevcûdât onun nûruyla iftihâr edip alâkadarlık göstermektedirler. 1



Eğer o nûr olmazsa kâinâtın da, insanın da, hattâ her şeyin de hiçe ineceğini beyan eden Said Nursî Hazretleri, böyle bedî ve eşsiz bir kâinâta, böyle eşsiz bir Zâtın (asm) lâzım olduğunu kaydeder. “Yoksa kâinât da, eflâk da olmamalıdır” diyerek hadîs-i kudsîye atıfta bulunur. 2



Bedîüzzaman Hazretleri, bu hadîs-i kudsî’yi bir de Resûlullah Efendimiz’in (asm) duâsı ile îzah eder. Zamanın ve mekânın tek ferdi sıfatıyla Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), öyle yüksek bir namazda, insanı ve bütün mahlûkâtı mutlak fenâya düşmekten, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, Cennete, ulvî vazîfeye ve Allah’ın birer mektubu olma makamına çıkarmak için, öyle umûmî bir duâ etmektedir ki, Hazret-i Âdem’den (as) Kıyâmete kadar gelen bütün kâmil ve nûrânî insanlar kendisine ittibâ ve iktidâ ederek, duâsına “Âmin!” demektedirler. Öyle umûmî bir ihtiyaç için duâ etmektedir ki, değil dünyâ ehli; semâvât ehli ve bütün kâinât dahî niyâzına iştirâk edip hal diliyle, “Oh! Evet, Yâ Rabbenâ ver! Duâsını kabul et! Biz de istiyoruz!” derler. Duâsına ve niyâzına bütün mevcûdât, semâvât ve hattâ arş vecde gelip, “Âmin! Allâhümme Âmin!” derler. 3



Said Nursî Hazretlerinin, Hazret-i Muhammed’i (asm) “Şeref-i Nev’-î İnsan”, “Ferîd-i Kevn-ü Zaman”, “Fahr-i Kâinât” ve Umûm Peygamberlerin kendisine ittibâ ve iktidâ ettiği tek şahsiyet olması gibi sıfatlarla zikredişinin 4 temelinde bu hadîs-i kudsînin bulunduğunda şüphe yoktur.
Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beşerî hayatı ile, fazl-ı Rabbânî ile tekâmül eden mânevî şahsiyetini, tavus kuşunun yumurtası ile göklerde uçan tâvus kuşu arasında kurduğu bir nisbet ile tavzih eden Bedîüzzaman Hazretleri, Tâvus kuşu gibi güzel bir kuşun yumurtadan çıkıp tekâmül ettiğini, semâlarda uçmaya başladığını; âlemde şöhret kazandıktan sonra, birisi çıkıp da yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını ve terâkkiyâtını ararsa haksızlık yapmış olacağını; binâenaleyh, Peygamber Efendimizin (asm) tarihlerce kaydedilen hayatının da bir çekirdekten ibâret ve beşeriyet şartları içerisinde geçtiğini, uzaktan yüzeysel bir nazarla onun hayatına bakan bir adamın mânevî şahsiyetini idrâk edemeyeceğini, kıymetini takdir edemeyeceğini; fakat onun beşerî hayatına ve zâhirî hallerine ince bir kışır ve nâzik bir kabuk nazarıyla bakıldığı takdirde, o kışır içerisinden iki âlemin güneşinin ve Tûbâ ağacı gibi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, feyz-i İlâhî ile sulanmış, fazl-ı Rabbânî ile tekâmül etmiş olan hakîkî çehresinin çıktığının görüleceğini kaydeder. Bir zerrenin ışığa kaynaklık edemeyeceğini, ancak o zerrenin mânâ-yı harfî ile gökteki yıldızların ışığına mazhar olabileceğini; binâenaleyh Nebî-i Zîşân Efendimizin de (asm) Rahmân-ı Rahîm’in tecellîlerine mazhar bulunduğunu belirtir. 5



Bu durumda böyle bir umûmî Mazhar için kâinâtın yaratılmış olması hiç de mübâlâğalı görülmemelidir. Çünkü Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olmasa idi, bütün maksatlar beyhûde olacaktı. Nasıl ki, anlaşılmaz ve muallimsiz bir kitap, mânâsız bir kâğıttan farksız oluyor ise, bu kâinât sarayının da, bu dünyâ menzilinin de, bu mevcûdât kitâbının da ya bir tarif edici ve muallim nezâretinde bulunması, ya da bulunmaması lâzım geldiği anlaşılmalıdır. 6 Doğrudan vahye mazhar olan bu tarif edici ve muallim ise, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başkası değildir.



Bu vesileyle; kutlu doğumuna bir kez daha ulaştığımız Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’e (asm), ümmetinin şu an alıp verdiği nefesleri sayısınca salâtü selam olsun. Âmin.





Dipnot:


1. Sözler, S. 71; 2. Sözler, S. 215; 3. Sözler, S. 70, 218; 4. Sözler, S. 71, 218; 5. Mesnevî-i Nûriye, S. 74; 6. Sözler, S. 113.
20.04.2009
 

Ehl-i Sünnet

Kıdemli Üye
Katılım
5 Şub 2011
Mesajlar
3,061
Tepkime puanı
139
Puanları
0
Süleyman KÖSMENE
“Sen olmasaydın!” - 3
skosmene.jpg



Cenâb-ı Hakk’ın, Kendi Habîbine ve Sevgili Resûlüne (asm) hitâben yapmış olduğu böyle bir iltifâtın gerçek mânâsını Cenâb-ı Hakk’a bırakmak ve O neyi murad etmişse onun hak olduğuna îtikat ve îtimad etmek, gösterilebilecek en müstakîm yaklaşım olmalıdır. İki defa “levlâke” lâfzını te’kit ve te’yid için mi kullandı, Kendi Âlî katında vâkıf olamadığımız başka mânâlarda mı sarf etti; müteşâbih bir mânâ olduğundan, bu konularda murad-ı İlâhîye teslim olmak lâzımdır. Serd edilen yorumlar birer mirsad olabilirler, hadîs-i kudsîyi anlamada birer âyine ve ölçü teşkil edebilirler; ancak bağlayıcı yorumlar yaparak, başka mütalâalara kapıları kapatmaktan kaçınmalıdır.



Risâle-i Nûr’da, “levlâke”nin iki defa tekerrürü hikmetine uygun düşeceği intibâını veren mütalâalar mevcûttur.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz’in (asm) ubûdiyeti ve duâsının ebedî saadetin ve Cennetin varlığının sebebi; risâleti ve hidâyetinin de ebedî saadete ve Cennete kavuşmanın vesîlesi olduğunu beyan eden1 Bedîüzzaman, aynı zamanda Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın “risâletinin” bu imtihân dünyâsının açılmasına sebep teşkil ettiğini, “ubûdiyetinin” de ebedî saadet yurdu olan âhiretin açılmasına vesîle olduğunu kaydeder.2 Peygamber Efendimiz’in (asm) mî'râcında velâyetiyle halktan Hakk’a gittiğini; risâletiyle de Hak’tan halka geldiğini3, yani velâyetiyle mî'râca gidip risâletiyle döndüğünü4 de belirtir.



Bu durumda Peygamber Efendimiz’in (asm) iki ciheti gönlümüze açılır: Risâleti ve ubûdiyeti. Risâleti bu dünyanın açılmasına; ubûdiyeti de âhiretin açılmasına vesîle teşkil ettiğini nazara aldığımızda, iki defa söylenen “levlâke”nin birisinin “risâleti”ne, diğerinin de “ubûdiyeti”ne işâret ediyor olduğunu söylemek mümkün olur. Bir başka ifâde ile Resûlullah Efendimiz’in (asm) risâleti hürmetine “dünyânın”, ibadeti hürmetine de “ebedî âhiretin” yaratılacağı tarzında bir yorum, hakîkat-ı hâle daha muvâfık görünüyor.



Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın, kâinâtın “ille-i gâiyesi” bulunduğunu; yani kâinât Hâlık’ının ona (asm) bakıp kâinâtı halk etmiş olduğunu belirten ve “Eğer onu îcad etmeseydi, kâinâtı dahi îcad etmezdi”5 hükmüne ulaşan Bedîüzzaman, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (asm) kâinâtın “ille-i gâiyesi” oluşunun hikmetine Otuzuncu Lem’a’da da yer verir. Burada, bu kâinâtın hulâsâsının hayat olduğunu, şuurun ve hissin hayattan süzülmüş bir hulâsâ olduğunu, aklın da şuurdan ve histen süzülmüş bir hülâsa olduğunu beyan eder. Rûhun hayatın sâfî ve hâlis bir cevheri olduğunu, sâbit ve müstakil bir zâtı bulunduğunu kaydeder.



Bu ön verilerden hareket eden Üstad Saîd Nursî, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın maddî ve mânevî hayatının, kâinâtın ruh ve hayatından süzülmüş bir özün özü olduğunu; risâletinin de kâinâtın his, şuur ve aklından süzülmüş en sâfî bir öz olduğunu kaydeder. Buna göre, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın hayatı, kâinâtın hayatının hayatıdır. Risâleti, kâinâtın şuurunun şuurudur ve nûrudur. Kur’ân’ın Vahyi ise, kâinâtın hayatının rûhudur ve kâinât şuurunun aklıdır.6



Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın maddî ve mânevî hayatı ile kâinâtın hayatı arasında böylesine “ruh-beden” ilişkisi kuran Üstad Hazretleri, ruhun ayrılışı ile bedenin çökeceği misâlinde olduğu gibi; Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın “risâlet nûrunun” kâinâttan çıkıp gitmesi halinde kâinâtın vefât edeceğini; Kur’ân’ın gitmesi hâlinde ise kâinâtın dîvâne olacağını, dünyânın da kafasını ve aklını kaybedeceğini; şuursuz kalmış olan başını bir gezegene çarpacağını ve kıyâmeti koparacağını haber verir.7



Bedîüzzaman’ın bu beyanları, hem kıyâmetin kopuşunu haber veren sahih rivâyetlerle örtüşmekte; hem de “Levlâke” hadîsini farklı bir yaklaşımla yorumlayarak, onun (asm) nûru olmadığında kâinâtın nasıl ve niçin dağılacağını ve yıkılacağını açıklar mâhiyettedir.
Kıyâmetin kopuşundan sonra da, yeni bir âlemin yaratılmasına yine Peygamber Efendimizin (asm) duâsı ve ubûdiyeti vesîle teşkil edeceği gibi, bu saadete ulaşmaya, onun (asm) dünyâda hidâyeti, âhirette şefaati–İnşaallah—vesîle olacaktır.



Cenâb-ı Mevlâ’mız, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın şefaatine cümlemizi ve cümle ehl-i îmânı nâil buyursun. Âmin! Âmin! Âmin!





Dipnot:


1- Sözler, s. 70, 217; 2- Mesnevî-i Nûriye, s. 38; Sözler, s. 72; 3- Sözler, s. 517 4- Sözler, s. 532; 5- Mektûbât, s. 191; 6- Lem’alar, s. 329; 7- Lem’alar, 329
21.04.2009
 

Ehl-i Sünnet

Kıdemli Üye
Katılım
5 Şub 2011
Mesajlar
3,061
Tepkime puanı
139
Puanları
0
Bu Hadis Lafız olarak böyle geçmese de mana olarak uydurma değildir

Âdem aleyhisselam, Arş'ta gördüğü nurun mahiyetini sual etti
Hak teâlâ buyurdu ki: (Bu nur, gökte Ahmed, yerde Muhammed denilen, zürriyetinden bir peygamberin nurudur O olmasaydı, seni de, yer ve gökleri de yaratmazdım) [Mevahib-i ledünniyye]


Allahü teâlâ yine buyuruyor ki:

(Ya Âdem, Muhammed aleyhisselamın ismi ile her ne isteseydin, kabul ederdim O olmasaydı, seni yaratmazdım) [Hakim]


Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Âdem aleyhisselam Cennetten çıkarılınca, ya Rabbi, Muhammed aleyhisselamın hürmetine beni affet diye dua etti Allahü teâlâ ise, [ne cevap vereceğini bildiği halde, cevabını da diğer insanların duyması için] "Ya Âdem, onu henüz yaratmadım Nereden bildin?" buyurdu Âdem aleyhisselam da, Arşta "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazılı olduğunu gördüm Anladım ki, şerefli isminin yanına ancak en çok sevdiğinin, en şerefli olanın ismini layık görürsün dedi Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ya Âdem doğru söyledin O bana insanların en sevgilisidir Onun hürmetine dua ettiğin için seni affettim Eğer Muhammed aleyhisselam olmasaydı, seni yaratmazdım") [Taberani]


(Allahü teâlâ, İbrahim'i halil edindiği gibi beni de halil edindi) [Mevahib-i ledünniyye]

Şu halde Peygamber efendimiz hem habibdir, hem halildir
(Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım) kudsi hadisi, Marifetname'nin ön sözünde, Yusuf-i Nebhani hazretlerinin Envar-ı Muhammediyye kitabının 13 sayfasında ve imam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ının 122 mektubunda vardır

Mektubat'ın farisi haşiyesinde, bu hadisin Deylemi'nin Firdevsi'nde bulunduğu bildirilmektedir Deylemi de, Buhari ve diğer muhaddisler gibi, meşhur ve muteber bir hadis âlimidir
Mektubat-ı Rabbaninin 3cildinde, (Sen olmasaydın Cenneti yaratmazdım), (O olmasaydı kâinatı yaratmaz, rububiyetimi izhar etmezdim) kudsi hadisleri de bildirilmektedir

Mirac'da Allahü teâlâ, Peygamber efendimize, (Senden başka her şeyi senin için yarattım) buyurunca, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem de, (Ben de senden başka her şeyi senin için terk ettim) dedi (Mirat-i kâinat) denilmektedir"
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
çok derince bir konuymuş
ben ıslanmayı sevmiym
he birde yüzme bilmem
yüzme bilsem de canım istemiyor
canım istesede yorgunum
yorgun olunca kulaç atamıyorum
 

KUZAT

Profesör
Katılım
14 Şub 2013
Mesajlar
901
Tepkime puanı
43
Puanları
0
Konum
Antalya
“Levlâke levlâke Lema halaktü’l-eflâk=Sen olmasaydın, sen olmasaydın Ben âlemi yaratmazdım” sözü İslâm ümmetinin âlimleri ekseriyetince kudsî hadis olarak biliniyor. Bu hadis-i kudsînin kaynakları vardır şüphesiz. Bu hadis-i kudsî, Suyutî’nin El-Leâli’l-Masnûa; Aliyyü’l-Kârî’nin El-Esrâru’l-Merfûa ve diğer bir eseri olan Şerhü’ş-Şifâ; Şevkânî’nin El-Fevâidü’l-Mecmûa; Hâfız Aclunî’nin Keşfü’l-Hafâ; Muhammed Said Zalûl’ün Tahkîk; İmam-ı Nevevî’nin El-Ezkâr adlı eserlerinde kayıtlıdır. Diğer yandan Mevlânâ Câmî, Ahmed-i Cezerî, Mevlânâ Hâlid, İmam-ı Rabbânî, Bedîüzzaman Said Nursî gibi nice İslâm âlimleri bu hadis-i kudsîyi eserlerine alıp tevhid inancına uygun izahlar getirmişlerdir.

Fakat bu hadis-i kudsî, kütüb-ü sitte içerisinde yer almıyor. Günümüzdeki hadis tenkitçileri için hadis diye bilinen bir sözün kütüb-ü sitte içinde yer almaması ise hadis için bir eksiklik teşkil ediyor.
Bu duyarlılığı kınamıyoruz. Kütüb-ü sitte gibi sıhhatinden ümmetçe şüphe edilmeyen ciltlerle hadis kitapları şüphesiz önemli, makbul ve sahih kaynaklardır. Hadis diye bilinen (bilhassa hadis-i kudsî olarak bilinen) bir sözün kütüb-ü sitte içinde yer alıp almadığı hususunda titizlik göstermeyi doğru algılayabiliyoruz. Bu konuda titizlik gösteren insanları akılsız olarak itham etmek şüphesiz doğru bir üslûp değildir. Buna katılamayız.
Fakat amelî hüküm ihtiva etmeyen, ümmeti yanlış amel etmeye yönlendirmeyen, tevhid ve iman esaslarına da aykırılık taşımayan bir hadîs için, kütüb-ü sitte içerisinde yer almıyor diye eleştiri dozunu şiddetlendirmeyi ve ortalığı tozu dumana katmayı da fazla abartılı buluyoruz.
O halde önce üslûbumuzu düzeltmemiz gerekiyor. Ne bu hadis-i kudsîye, kütüb-ü sitte içerisinde yer almıyor diye hücum edelim, ne de bu hadis-i kudsî için kaynak soruşturması yapanları akılsızlıkla itham edelim!

Bunun orta yolu vardır. Orta yolu şudur: Ümmet ilk asırlardan beri bu hadis-i kudsîye nasıl yaklaşmış? Ve ümmet bu yaklaşımıyla sapık yollara girmiş mi? Hadis-i kudsî diye bilinen bu söz, ümmetin istikametini bozmuş mu? Bunlara bakılmalıdır.


Ümmet bu hadis-i kudsîye nasıl bakmış ise, bizim de o pencereden bakmamızda hiçbir sakınca yoktur.

Bir defa şiddetli hadis tenkitçileri bin dört yüz yıldan beri hep var olagelmiştir. Bu tenkitçilerin çoğundan bu hadis senet itibariyle olmasa da, mânâ itibariyle geçer not almıştır. Yani bu hadîse mânâ olarak ilişen bir tenkitçi olmamıştır. Hadis tenkitçileri bu hadîsin kuvvetli bir senedi olmadığı konusunda birleşmişlerse de, bu hadîsi mânâ olarak doğrulayan ve senedi de kuvvetli olan başka hadisler ve hatta âyetlerin de bulunması bu hadîsi temize çıkarmaya yetmiştir.



Meselâ, Kur’ân, Hazret-i Muhammed (asm) için, “Vemâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn”1 buyuruyor. Şimdi düşünelim: “Âlemîn” ne demektir? Kâinât demek değil midir? Eflâk demek değil midir? “Âlemîn” sözcüğü yerine “kâinât”ı koyduğumuzda bu âyetin mânâsı: “Biz seni kâinâta rahmet olmasaydın göndermezdik!” olmaz mı? Bu âyet ile, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın Ben âlemi yaratmazdım” sözü arasında mânâca neredeyse örtüşme yok mudur?


Peki mânâsı bu denli kuvvetli bir hadis-i kudsî, kütüb-ü sitte içinde kaydedilmemiş olabilir mi? Olabilir. Görüldüğü gibi olmuştur! Kim bilir, ilk dönemlerde, çok yaygın olarak bilinen bir hadis-i kudsî olduğu için rivayet zinciri önemsenerek kaydedilmemiş; bu yüzden de, sonradan şiddetli usûller ortaya koyan kütüb-i sitte imamları tarafından ayıklanmış olabilir. Ne var ki, hiçbir kütüb-ü sitte imamı, sahih hadislerin sadece kendi kitaplarında yer alan hadislerden ibaret olduğu iddiasında bulunmamıştır! ( daha öncede arkadaşımın paylaştığı eserden)
 

ömerusta

Kıdemli Üye
Katılım
16 Ocak 2012
Mesajlar
6,913
Tepkime puanı
239
Puanları
0
bataklık sizin bulunduğunuz yerin tam ortası sinekler inekler ayetle ret edilen hadis bile olmayan sahte biryalana takılan
pislik yumağına konan sineklerde orda
ya çırpınır ALLAH c.c. hın ipine kurana sarılır kurtulursunuz yada onlarla batarsınız işte buda kader değildir insan iradfesidir
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
bataklık sizin bulunduğunuz yerin tam ortası sinekler inekler ayetle ret edilen hadis bile olmayan sahte biryalana takılan
pislik yumağına konan sineklerde orda
ya çırpınır ALLAH c.c. hın ipine kurana sarılır kurtulursunuz yada onlarla batarsınız işte buda kader değildir insan iradfesidir

hoşşşşşşşt.
 

abdullah birisi

Kıdemli Üye
Katılım
12 Mar 2013
Mesajlar
10,357
Tepkime puanı
517
Puanları
0
Konum
istanbul
"LEVLÂKE" RİVAYETİ VE "NUR-U MUHAMMEDÎ" MESELESİ

Milli Gazete - 12 Ocak 2013

Geçen hafta, "Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım" anlamındaki söz üzerinde dururken bu sözün "hadis" olarak sabit olmadığını,
ancak anlamının doğru olduğunu söyleyen alimler bulunduğunu belirtmiştim.
Ali el-Karî, el-Mevridu'r-Revî fi'l-Mevlidi'n-Nebevî isimli risalesinde[1] konuyla ilgili oldukça dikkat çekici şeyler söyler.
Evvela "Âdem su ile çamur arasındayken ben nebi idim" rivayetini zikredip, "Her ne kadar bazı Hadis hafızları, "Bu rivayeti bu lafızla bulamadık" demişse de,
[2] manası sahih tariklerle gelmiştir" der. Bu çerçevede el-Karî, "Adem ruh ile ceset arasındayken ben nebi idim" hadisini ve bu anlamdaki birkaç rivayeti zikreder.
Tam bu aşamada sorulması gereken kritik soru şudur: Hz. Âdem (a.s)'ın yaratılış sürecinin henüz tamamlanmadığı bir aşamada Efendimiz (s.a.v)'in
"nebi/peygamber" oluşu ne anlama gelmektedir?
Bu soruya "Efendimiz (s.a.v) Allah Teala'nın ilminde peygamber olduğunu anlatmak istemiştir" şeklinde cevap vermek açıklayıcı değildir.
Zira Allah Teala'nın ilminde peygamber olmak bakımından Efendimiz (s.a.v)'le diğer peygamberler arasında herhangi bir fark yoktur. O halde Efendimiz (s.a.v) bu ifadeyle daha farklı, daha "özel" bir şey anlatıyor olmalıdır.
Ali l-Karî bu soruya cevap teşkil edebilecek izahı İmam es-Sübkî'den şöyle nakleder: "Ruhlar bedenlerden önce yaratılmıştır. Efendimiz (s.a.v), "Ben nebi idim" sözüyle, ruh-i şerifine veya hakikatlerinden bir hakikate işaret etmektedir ki, onları Allah'tan ve lütfuyla muttali kıldığı kimse(ler)den başkası bilmez. Sonra Allah Teala, o hakikatten dilediği şeyi dilediği vakitte (dildiğine) verir. İşte Efendimiz (s.a.v)'in hakikati, Allah Teala'nın Hz. Âdem (a.s)'ın hilkati sürecinde ona verdiği nübüvvet vasfı olabilir ki, o hakikati, O'nun nübüvvetine hazır bir şekilde yaratmış ve ona o vakit nübüvvet vasfı vermiştir. O bu suretle nebi olmuş ve melekler ve başka varlıklar O'nun ind-i ilahîde ne yüce bir mevkie sahip olduğunu bilsin diye adı Arş'a yazılmıştır. Binaenaleyh her ne kadar o hakikatle muttasıf mübarek bedeni daha sonra yaratılmış ise de, Efendimiz (s.a.v)'in hakikati o vakitten beri mevcuttur. O'na nübüvvet, hikmet ve hakikatinin diğer vasıflarının verilmesi işi de o zaman tamamlanmıştır. O'nun kemalatı, bedeninin yaratılmasından sonraya bırakılmayıp kendisine önceden verilmiştir. Tehir edilen, O'nun bedensel oluşumu ve dünyaya en mükemmel şekilde gelene kadar temiz sulblerde ve rahimlerde nakledilmesidir –Allah'ın salat ve selamı üzerini olsun–.
"Bahse konu rivayetin, Efendimiz (s.a.v)'in peygamber olacağının Allah Teala tarafından bilindiğini anlattığını söyleyenler, yukarıda anlattığımız manaya vakıf olamayanlardır. Çünkü Allah Teala'nın ilmi bütün eşyayı kuşatmıştır. Hz. Adem (a.s)'ın hilkatinin henüz tamamlanmadığı bir vakitte Efendimiz (s.a.v)'in peygamberlik vasfına sahip olduğu ifadesinin, O'nun nübüvvetinin o vakit sabit olduğu şeklinde anlaşılması gerekir. Aksi halde Efendimiz (s.a.v)'in nübüvvetinin zikredilmesinin özel bir anlamı olmazdı. Zira bütün peygamberler Allah Teala'nın ilminde peygamberdirler!"
Daha sonra el-Karî, Sahîhu'l-Buhârî şarihi el-Kastallânî'den şu nakilde bulunur: "Bize Ebû Sehl el-Kattân'ın Emâlî'sinden bir cüz zımnında, onun Sehl b. Sâlih el-Hemedânî'den nakli olarak şöyle rivayet edildi: "Ebû Ca'fer Muhammed b. Ali'ye (İmam Muhammed el-Bâkır, E.S), "Peygamberlerin sonuncusu olarak gönderilmişken Hz. Muhammed (s.a.v) nasıl oluyor da diğer peygamberlerden önce geliyor?" diye sordum; şöyle dedi: "Allah Teala ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp, kendilerini kendilerine şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda[3] Hz. Muhammed (s.a.v), "Evet (Sen bizim Rabbimizsin)" diyenlerin ilkiydi."
Devam edecek.


[1] Yazma nüsha, 85a
[2] Burada kastedilen kişi, es-Sehâvî'dir. Bkz. el-Makâsıdu'l-Hasene, 327.

[3] Bkz. 7/el-A'râf, 172.
 

abdullah birisi

Kıdemli Üye
Katılım
12 Mar 2013
Mesajlar
10,357
Tepkime puanı
517
Puanları
0
Konum
istanbul
"LEVLÂKE" RİVAYETİ VE "NUR-U MUHAMMEDÎ" MESELESİ-2

Milli Gazete - 19 Ocak 2013

Bir önceki yazıda Ali el-Karî merhumun, "Hakikat-i Muhammediyye" konusunda İmam es-Sübkî'den yaptığı alıntıyı görmüştük. Ali el-Karî, o alıntının ardından el-Kastallânî'den iktibas ettiği ifadelerle konuyu anlatmaya devam ediyordu. Söz konusu iktibasa devam edeceğim. Ama önce İmam Takiyüddîn es-Sübkî'nin ifadeleri üzerinde bir miktar durmak istiyorum.
el-Karî'nin alıntıladığı ifadeler, İmam es-Sübkî'nin Fetâvâ'sında[1] geçiyor. Ancak el-Karî'nin, alıntıyı harfi harfine değil, bazı tasarruflarla ve muhtasar olarak aktardığı anlaşılıyor. İmam es-Sübkî'nin konuyla ilgili tesbitleri son derece önemli olduğu için olduğu gibi aktarmakta büyük fayda var.
İmam es-Sübkî, konu hakkında söylediklerini, "Hem Allah vaktiyle Peygamberlerin şöyle misakını almıştır: "Celalim hakkı için size kitap ve hikmetten her ne verdimse, sonra size beraberinizdekini tasdik eden bir Resul geldiğinde ona mutlaka iman edeceksiniz ve kesinlikle ona yardımda bulunacaksınız, buna ikrar verdiniz mi ve bunun üzerine ağır ahdimi boynunuza aldınız mı?" buyurdu. "İkrar verdik" dediler, "Öyle ise" buyurdu, "şahit olun; ben de sizinle beraber şahitlerdenim"[2] mealindeki ayet üzerine bina etmektedir.
Tefsirlerin hemen tamamında bu ayette kastedilen "Resul"ün Efendimiz (s.a.v) olduğunun zikredildiğini görüyoruz. Gerçekten de ayette, Peygamberler tarihinden bildiğimiz, okuduğumuz durumun tam tersini gösteren bu muhteva var. Normalde her peygamber (nebi), kendisinden önce gönderilmiş peygamberin (resulün) getirdiği kitap ve şeriati "ihya ve tecdid" etmek suretiyle ona tabi olurken, bu ayette, önce gelen peygamberin, kendisinden sonra gelecek peygambere ittiba ve yardım etmekle mükellef tutulduğu anlatılmaktadır. Bu sürecin, kendisinden sonra artık peygamber gelmeyecek olan "son Resul"e kadar böylece devam etmiş olması gerekir. Bir diğer ifadeyle, her peygamber, kendisinden sonra gelecek olan bir Resul'e tabi olup ona yardım etmekle mükellef olduğuna göre, bu durum son Resul'e kadar böylece devam etmiş demektir. Ve bu mükellefiyet sadece o "son Resul" hakkında söz konusu olmayacaktır. Çünkü O'ndan sonra ne bir resul ne de nebi gelecektir![3]
Burada meselenin merkezini şu nokta oluşturmaktadır: Mezkûr ayetin umum ifadesinin de açıkça ortaya koyduğu gibi, kendisinden bu ahdin alındığı peygamberler arasında Hz. Adem (a.s) da bulunmaktadır. Dolayısıyla O'nun da Efendimiz (s.a.v)'e tebeiyeti bahis konusudur.
Bu hususu akılda tutarak İmam es-Sübkî'nin söylediklerine geçelim:
"Burada Hz. Peygamber (s.a.v)'in derecesini yükseltme ve kadrini yüceltme bulunduğu açıktır. Bunun yanında, söz konusu ayet şunu anlatmaktadır: O, öbür peygamberlerin zamanında geldiği takdirde, onlara da gönderilmiş olacaktır. Bu suretle O'nun nübüvvet ve risaleti, Hz. Âdem (a.s)'dan kıyamet gününe kadar gelecek bütün mahlukata şamil olacak, bütün peygamberler ve ümmetleri de O'nun ümmeti olacaktır. Bu durumda Efendimiz (s.a.v)'in "Ben bütün insanlara gönderildim"[4] sözü sadece kendi zamanından başlayarak kıyamete kadar gelecek olanlara yönelik değildir; bilakis onlardan öncesine de şamildir.
"Böylece, "Adem (yaratılış sürecinde) ruh ile beden arasındayken ben peygamberdim" hadisinin anlamı da tebeyyün etmiş olmaktadır. Bu hadisi, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, peygamber olacağının Allah Teala'nın ilminde mevcut bulunmasıyla açıklayanlar bu noktaya vakıf olamayanlardır. Çünkü Allah Teala'nın ilmi bütün eşyayı kuşatmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in o vakit peygamber olmakla tavsif edilmesi, o vakin O'nun peygamberliğini sabit olmasını gerektirir. Bu sebeple Hz. Adem (a.s), O'nun adını Arş'ta "Muhammedun Resûlullâh" şeklinde görmüştür.
Not: Bir önceki yazıda el-Kastallânî'den alıntılanan naklin senedinde geçen Sehl b. Sâlih isimli ravinin nisbesini "el-Hindânî" olarak vermişim. Doğrusu "el-Hemedânî" olacak.
Devam edecek.

[1] Bkz. İmam es-Sübkî, Fetâva's-Sübkî, I, 38 vd.
[2] 3/Âl-i İmrân, 81.
[3] Yeri gelmişken bu ayet bağlamında bir noktaya temas edelim: Nüzul-i İsa (a.s) meselesine itiraz edenlerin gerekçelerinden biride şudur: "Hz. İsa (a.s) bir resul/peygamberdir. Efendimiz (s.a.v)'den sonra peygamber gelmeyeceğine göre Hz. İsa gelecek olsa, peygamber olarak değil, Efendimiz (s.a.v)'in ümmeti olarak gelmiş olacaktır ki, bu da "tenzil-i rütbe" anlamına gelir."
Bu, geçersiz bir delildir. Zira bu ayette peygamberlerin, kendilerinden sonra gelecek olan Resul'e iman ve yardımla mükellef tutulması nasıl "tenzil-i rütbe" anlamına gelmezse, aynı durum nüzul ettiğinde Hz. İsa (a.s) için de bahis konusudur!
[4] Fetâva's-Sübkî'de buraya düşülen dipnotta, bu rivayetin İbn Sa'd tarafından Hâlid b. Ma'dân'dan mürsel olarak rivayet edildiği zikredilmektedir. Ancak bu hadis el-Buhârî ("Mesâcid", 23), Müslim ("Mesâcid", 3) ve Ahmed b. Hanbel (I, 301, IV, 416) gibi Hadis imamları tarafından merfu-muttasıl olarak nakledilmiştir.
 

abdullah birisi

Kıdemli Üye
Katılım
12 Mar 2013
Mesajlar
10,357
Tepkime puanı
517
Puanları
0
Konum
istanbul
"LEVLÂKE" RİVAYETİ VE "NUR-U MUHAMMEDÎ" MESELESİ-3

Milli Gazete - 24 Ocak 2012

Hz. Âdem (a.s) "ruh ile beden arasında"yken, yani yaratılış süreci tamamlanmamışken Efendimiz (s.a.v)'in peygamber olması ne demektir? O süreçte Efendimiz (s.a.v)'in ne ruhu ne bedeni varlık alemine çıkarılmıştır! Böyleyken "nübüvvet" vasfının mahalli neresidir?
Konuyla ilgili olarak İmam es-Sübkî'den alıntıya revam ediyoruz:
"(…) Dolayısıyla bunun (Efendimiz (s.a.v)'in nübüvvetinin, E.S.) kaçınılmaz olarak o vakit mana olarak sabit bulunmuş olması gerekir. Bundan maksat Efendimiz (s.a.v)'in nübüvvetinin ilm-i ilahîde "ileride olacak" bir husus olarak bilinmesi olsaydı, Hz. Âdem (a.s) ruh ile beden arasındayken O'nun nebi olmasının herhangi bir hususiyeti olmazdı. Çünkü Allah Teala o vakit de daha önce de (sadece O'nun değil, E.S.) bütün peygamberlerin peygamber olacağını bilmekteydi. Bu itibarla, burada Efendimiz (s.a.v)'e mahsus bir durum bulunduğunu kaçınılmaz olarak söylemek durumundayız. Efendimiz (s.a.v), ümmetine, kendisinin Allah Teala katındaki yüce mevkiini bildirmek için ve böylece ümmeti için bir hayır hasıl olsun diye bu durumu böylece haber vermiştir.
"Eğer, "Burada Efendimiz (s.a.v)'in kadrinin nasıl olup da (diğer peygamberler için söz konusu olmayan) bir şekilde yüce olduğunu anlamak istiyorum. Zira "nübüvvet" bir vasıftır ve bu vasıfla muttasıf olan kişinin (Efendimiz (s.a.v)'in, E.S) fiilen mevcut olması ve 40 yaşına ulaşmış olması gerekir. Bu durumda nasıl oluyor da O, var edilmeden ve risaletle görevlendirilmeden önce "peygamberlik"le tevsif ediliyor? Eğer bu durumda O'nun "peygamber" olarak tavsif edilmesi doğruysa, aynı durum diğer peygamberler için de geçerli olur!" denecek olursa şöyle derim:
"Allah Teala'nın ruhları bedenlerden önce yarattığı bize bildirilmiştir.[1] Efendimiz (s.a.v)'in "… nebi idim" sözü, ruh-u şerifine ve "hakikat"ine işaret olabilir. Bizim aklımız "hakikat"leri tanımaktan acizdir; onları ancak Yaratıcı'ları ve bir de O'nun ilahî bir nurla desteklediği kimseler bilir. Öte yandan Allah Teala o hakikatlerden dilediği her bir hakikati dilediği zaman (dilediği kimseye) verir. Efendimiz (s.a.v)'in hakikatine Allah Teala, Hz. Âdem (a.s)'ı yaratmadan önce o vasfı vermiş olabilir. Şöyle ki: O'nun hakikatini, O'nun nübüvvetine elverişli/hazır şekilde yaratmış ve bu vasfı o hakikate nüfuz ettirmiştir (ifâda). Efendimiz (s.a.v) bu şekilde nebi olmuş ve ismi Arş'a yazılmıştır. Allah Teala O'nun, yüce katındaki değerini kendilerine bildirmek için meleklerine ve başkalarına O'nun risaletini haber vermiştir. Şu halde her ne kadar "nübüvvet"le muttasıf mübarek bedeni daha sonra var edilmiş ise de, Efendimiz (s.a.v)'in hakikati o vakit mevcut idi. O'nun hakikatinin, ilahî hazretten kendisine bahşedilen o yüce vasıflara sahip olması, o vakit hasıl olmuş bir durumdu. Peygamber olarak gönderilişi ve tebliğ, O'nun mübarek bedeninin –ki tebliğ vazifesi bedeninin var edilişiyle hasıl olacaktır– tekâmülünün tamamlanması için geriye bırakılmıştır. O'na Allah Teala cihetinden bahşedilen ve mübarek zatının ve hakikatinin (nübüvvete) elverişli/hazır olması cihetinden sahip olduğu özelliklerin tamamı önceden verilmiştir; bunlarda daha sonraya bırakılan herhangi bir husus yoktur. Aynı şekilde O'nun "nübüvvet" vasfına hazır olması, kendisine Kitap, hüküm ve nübüvvet verilmesi de böyledir. Sonraya bırakılansa O'nun tekevvünü ve dünyaya gelene kadar (atalarının sulbünde nesilden nesile) nakledilişidir…"
"Allah Teala bu yüce mevkii, O'na, hiç şüphesiz O'nu var ettikten sonra da dilediği gibi verebilirdi. Şüphe yok ki Allah Teala, olan her şeyi ezelde bilmektedir. Bizler O'nun bu ilmini, aklî ve şer'î deliller vasıtasıyla biliyoruz. İnsanlar bu ilmin konusu olan şey zuhur ettiğinde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in nübüvvetini, Cibril (a.s) kendisine ilk vahyi getirdiği zaman kendilerine ulaşan bilgi vasıtasıyla bildiler. Bu, Allah Teala'nın malumatı cümlesinden olarak, kendisiyle muttasıf bir mahalde kudretinin, iradesinin ve ihtiyarının eserlerinden biri olarak işlediği fiillerden bir fiildir.
Devam edecek.

[1] Rivayet tefsirlerinde, 7/el-A'râf, 172 ayetinin tefsiri sadedinde bu konudaki rivayetleri topluca görmek mümkündür. Ruhların bedenlerden 2 bin sene önce yaratıldığını ifade eden hadis çok zayıftır. İbn Abbâs (ra.)'dan nakledilen ve ruhların bedenlerden 4 binsene önce yaratıldığını anlatan rivayet ise batıl/asılsızdır. Bkz. İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâva'l-Hadîsiyye, 116.
İbnu'l-Kayyım Kitâbu'r-Rûh'ta (210 vd.) ruhların bedenlerden sonra yaratıldığı görüşünü savunmuşsa da, el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ'da, "el-Ervâh cunûdun mücennede…" rivayeti üzerinde dururken ruhların bedenlerden önce yaratıldığı görüşünün tercihe şayan olduğunu söylemiş, hatta İbn Hazm'ın, bu konuda icma bulunduğunu söylediğini nakletmiştir.
İbn Hazm'ın buradaki "icma"yla, "ekseriyetin ittifakı"nı kasdettiğini söylemenin isabetli olacağı açıktır. Zira konu hakkında ihtilaf bulunduğu malumdur.
 

abdullah birisi

Kıdemli Üye
Katılım
12 Mar 2013
Mesajlar
10,357
Tepkime puanı
517
Puanları
0
Konum
istanbul
"LEVLÂKE" RİVAYETİ VE "NUR-U MUHAMMEDÎ" MESELESİ-4

Milli Gazete - 26 Ocak 2013

İmam es-Sübkî'nin konu hakkındaki ifadelerine alıntılamaya devam ediyoruz:
"Bunlar iki mertebedir ki, ilki bürhanla bilinir; ikincisi ise gören gözlere ayandır. Bu iki mertebe arasında Yüce Allah'ın fiillerinden oluşan ve O'nun ihtiyarıyla meydana gelen vasıtalar vardır. Bunlardan bir kısmı meydana geldiğinde, bir kısmı ise daha sonra mahlukatın bir kısmına zahir olur. Yine bunlardan bir kısmı da vardır ki, mahlukattan herhangi birisine zahir olmasa da, onunla söz konusu mahal için bir kemal hasıl olur.
"Bu da ikiye ayrılır: Yaratıldığında bu mahalle mukarin olan kemal ve daha sonra hasıl olan kemal. Bunun bilgisi bize ancak haber-i sadık ile gelmiştir.
"Hz. Peygamber (s.a.v) mahlukatın en hayırlısıdır; herhangi bir yaratılmış için O'nun kemalinden daha büyük bir kemal ve O'nun mevkiinden daha şerefli bir mevki söz konusu değildir. Bu kemalin, daha Hz. Âdem (a.s) yaratılmadan önce Yüce Allah'ın dilemesiyle Hz. Peygamber (s.a.v) için hasıl olduğunu sahih haber vasıtasıyla öğreniyoruz. Allah Teala o vakit Hz. Peygamber (s.a.v)'e nübüvvet vermiş; daha sonra da O'nun kendilerinden daha mukaddem olduğunu, dolayısıyla kendilerinin de nebisi ve resulü olduğunu bilsinler diye peygamberlerden ve onların ümmetlerinden misaklar almıştır. Bu misaklarda istihlaf (sonra gönderilme, halef/halife tayini) manası da vardır. Bu sebeple ayette geçen "le tü'mimünne" ve "le tensurunne" kelimelerinde "yemin lâmı" (lâmu'l-kasem) yer almıştır. (…)
"Bu anlatılanları anladıysan öğrenmiş bulunuyorsun ki, Hz. Peygamber (s.a.v), "peygamberlerin peygamberi"dir. Bu sebeple ahirette bütün peygamberler O'nun sancağı altında toplanacaktır. Bu dünyada da öyledir. İsra gecesi onlara imam olup namaz kıldırmıştır. Eğer O, Âdem, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, İsâ (aleyhimüsselamdan biri) zamanında gelmiş olsaydı onlara da, ümmetlerine de O'na iman ve yardım etmek vacip olurdu. Allah Teala onlardan bu suretle misak almıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v)'in onlara yönelik nübüvvet ve risaleti, kendisi için hasıl olmuş bir manadır. Söz konusu nübüvvet ve risaletin semeresi (somut neticesi), onların bir araya gelmesine bağlıdır. Bunun zamanda geriye bırakılmış olması onların mevcudiyetiyle ilgilidir; yoksa Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu sıfatlarla muttasıf olmamasıyla değil. Fiilin varlığının, fiilin mahalli tarafından kabul edilmesine bağlı olmasıyla, failin ehliyetine bağlı olması arasında fark vardır. Konumuz bakımından söyleyecek olursak, burada failin ehliyetiyle ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in şerefli zatıyla ilgili herhangi bir mesele yoktur. Mesele, (O'na iman ve yardım edecekleri konusunda kendilerinden misak alınan) peygamberlerin yaşadığı zaman dilimi ile ilgilidir. Şayet O, onların yaşadığı zaman diliminde gönderilmiş olsaydı, hiç şüphesiz kendisine ittiba etmeleri vacip olacaktı. Bu sebeple Hz. İsa (a.s) zatında aziz bir peygamber olduğu halde, ahir zamanda –bazılarının zannettiği gibi bu ümmetin herhangi bir ferdi olarak değil– O'nun şeriatiyle amel eden bir peygamber olarak gelecektir.
"Evet O, ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'e ittiba edecek olması hasebiyle bu ümmetin bir ferdidir; ancak O, doğrudan Kur'an ve Sünnet'le amel ederek Hz. Peygamber (s.a.v)'in şeriatiyle hüküm verecektir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in şeriatinde mevcut emir olsun, nehiy olsun bütün hükümler ümmetin diğer fertlerine müteveccih olduğu gibi O'na da müteveccihtir. Ancak bu durumda da O aziz bir peygamberdir; bu vasfında herhangi bir noksanlık bulunması söz konusu değildir.
"Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v), O'nun zamanında veya Mûsâ, İbrâhîm, Nûh, Âdem peygamberler (hepsine selam olsun) zamanında gönderilmiş olsaydı, o peygamberler ümmetlerine yönelik nübüvvet ve risalet vasfını taşımaya devam ediyor olmakla birlikte Hz. Peygamber (s.a.v) onlara nebi ve hepsine birden resul olarak gönderilmiş olacaktı."
Devam edecek
 

abdullah birisi

Kıdemli Üye
Katılım
12 Mar 2013
Mesajlar
10,357
Tepkime puanı
517
Puanları
0
Konum
istanbul
"LEVLÂKE" RİVAYETİ VE "NUR-U MUHAMMEDÎ" MESELESİ-5

Milli Gazete - 29 Ocak 2013

İmam es-Sübkî'nin konu hakkında söylediklerini bugün tamamlamış olacağız:
"… Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v)'in nübüvvet ve risaleti diğer peygamberlere göre) daha umumî, daha şumullü ve daha büyüktür. O'nun şeriati, diğer peygamberlerin şeriatleriyle temel noktalarda ittifak halindedir. Çünkü temel hususlar (peygamberden peygambere ve şeriatten şeriate) değişmez. İhtilafın söz konuş olabileceği fer'î konularda Hz. Peygamber (s.a.)'in şeriatinin diğerlerine tekaddümü ise ya tahsis veya nesh kabilindendir. Yahut tahsis de nesh de söz konusu değildir; Hz. Peygamber (s.a.v)'in şeriati, geçmiş zamanlarda o ümmetlere nisbetle peygamberlerinin kendilerine getirdiği şeriattir. Bu (bizim içinde bulunduğumuz) zaman diliminde ve bize nisbetle de bu şeriattir. Muhatapların ve zamanların değişmesiyle hükümlerde de değişiklik olur.
"Bu açıklama, manası bize gizli kalan iki hadisin beyanını da oluşturur. Bunlardan ilki, "Ben bütün insanlara gönderildim" hadisidir.[1] Bizler bu hadisin, Hz. Peygamber (s.a.v)'in zamanından kıyamete kadar gelecek olan insanları anlattığını zannederdik. Bu açıklamayla ortaya çıkmış oldu ki, hadisteki "bütün insanlar"dan maksat, başından sonuna bütün bir insanlıktır.
"Diğeri ise, "Âdem (yaratılış sürecinde) ruh ile beden arasındayken ben peygamberdim" hadisidir.[2] Bizler zannederdik ki, buradaki "ben peygamberdim" ifadesi, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, "Allah Teala'nın ilminde" peygamber olduğunu anlatıyor. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu ifadesi, yukarıdan beri açıkladığımız veçhile, bundan daha fazlasını anlatmaktadır.
"O'nun bedeninin var edildiği ve kırk yaşına vardığı durum ile bundan önceki zamanlardaki durum arasındaki fark, tebliğe muhatap olanlar ve O'nun sözlerini duymaya/dinlemeye ehliyetleri bakımındandır; yoksa bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendisi bakımından değildir. O'nun sözlerini duymaya/dinlemeye ehil olsalardı, onlar bakımından da bir fark olmayacaktı.
"Hükümler, kimi durumlarda hükme elverişli mahal (hükmün muhatabı, E.S) bakımından, kimi durumlarda da fiil işlemek suretiyle tasarrufta bulunan fail bakımından birtakım şartlara bağlanır. Sadedinde bulunduğumuz meselede hüküm, ona elverişli mahal bakımından şarta bağlanmıştır. O mahal, peygamber tebliğine muhatap olan insanlar, onların, ilahî teklifi/hitabı dinlemeye/duymaya elverişli/hazır olmaları ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in, onlara kendi lisanlarıyla hitap eden mübarek bedenidir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bir kimse, evlilik çağındaki kızı kendisine denk birini bulduğunda onu evlendirmesi için birini vekil tayin eder. Böyle bir tevkil (vekil tayini) sahihtir. Söz konusu kişi, vekil tayin edilmeye ehildir ve vekâleti sabittir. Vekilin tasarrufu, kıza denk birisinin bulunmasıyla hasıl olacaktır. Böyle bir kişi ise ancak aradan bir müddet geçtikten sonra bulunabilecektir. Bunun böyle olması, ne vekâletin sıhhatine, ne de vekil tayinindeki ehliyete menfi anlamda tesir eder. Vallâhu a'lem."
"Hakikat-ı Muhammediyye" meselesinin izahında son derece önemli olduğu için İmam es-Sübkî'nin ifadelerini baştan sona aktarmayı uygun buldum. Önümüzdeki yazıdan itibaren Ali el-Karî'nin tesbitleriyle konuya devam edeceğiz inşaallah.

Devam edecek

[1] Hadisin tahrici daha önce geçmişti.
[2] et-Tirmizî, "Menâkıb", 2; Ahmed b. Hanbel, IV, 66, V, 59, 379…
 

abdullah birisi

Kıdemli Üye
Katılım
12 Mar 2013
Mesajlar
10,357
Tepkime puanı
517
Puanları
0
Konum
istanbul
'LEVLÂKE' RİVAYETİ VE 'NUR-U MUHAMMEDÎ' MESELESİ-6

Milli Gazete - 7 Şubat 2013

İmam es-Sübkî'nin, Ali el-Karî tarafından kısaca ve anlam olarak aktarılan görüşlerini –önemine binaen– kendi ifadeleriyle ve tam olarak aktardıktan sonra Ali el-Karî'nin söylediklerine kaldığımız yerden devam ediyoruz. el-Karî, İmam es-Sübkî'nin, daha önce geçen, "(…) Bu sebeple ahirette bütün peygamberler O'nun sancağı altında toplanacaktır. Bu dünyada da öyledir. İsra gecesi onlara imam olup namaz kıldırmıştır" tarzındaki ifadesini zikrettikten sonra sözlerini şöyle sürdürür:
"Ben derim ki: İmam Fahuddîn er-Râzî'nin, "Alemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan'ı indirenin şanı yücedir"[1] ayeti hakkında söyledikleri de bu sözleri teyit etmektedir: "(Buradaki "alemler" ifadesi) melekleri ve diğer varlıkları da kapsamına alır." Şöyle der[2]: "Abdürrezzâk, Câbir b. Abdillah el-Ensârî (r.a)'dan senedli olarak şöyle rivayet etmiştir: "Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü! Anam-babam sana feda olsun; bana Allah Teala'nın eşyayı (mahlukatı) yaratmadan evvel ilk olarak yarattığı şeyi haber ver." "Ey Câbir" buyurdu, "Allah, eşyayı (mahlukatı) yaratmadan önce, kendi nurundan senin peygamberinin nurunu yarattı. O nur, Allah'ın kudretiyle, Allah'ın dilediği gibi deveran etmeye başladı. O vakit henüz ne Levh(-i Mahfuz) ne Kalem; ne Cennet ne Cehennem; ne melek ne yer ne gök, ne güneş ne ay, ne insan ne cin vardı. Allah, mahlukatı yaratmayı murad ettiği zaman o nuru 4 parçaya ayırdı. Birinci parçadan Kalem'i, ikinci parçadan Levh(-iMahfuz)'u, üçüncü parçadan Arş'ı yarattı. Dördüncü parçayı da dört parçaya ayırdı. Birinci parçadan Hamele-i Aarş'ı (Arş'ı taşıyan melekleri), ikinci parçadan Kürsi'yi, üçüncü parçadan Cennet ve Cehennem'i yarattı. Sonra bu dördüncü kısmı da dört parçaya ayırdı. Birinci parçadan mü'minlerin gözlerinin nurunu, ikinci parçadan kalplerinin nurunu –ki bu, "ma'rifetullah"tır–, üçüncü parçadan dillerinin nurunu yarattı ki bu da "Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullâh" sözünde ifadesini bulan Tevhid'dir…"[3]
"Ben (Ali el-Karî) derim ki: Yüce Allah'ın şu kavl-i ilahîsi de bu manaya işaret etmektedir: " Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun sıfatı, sanki içinde bir çerağ bulunan bir hücredir. O çerağ bir sırça (kandil) içindedir. O sırça (kandil) de sanki bir inci (gibi parıldayan) bir yıldızdır ki, güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturulup yakılır. Onun yağı, kendisine bir ateş dokunmasa da, hemen hemen ışık verir. (Bu ışık da) nur üstüne nurdur, Allah kimi dilerse onu nuruna kavuşturur. Allah insanlar için meseller irâd eder. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir."[4]
"Ulema, Nur-u Muhammedî'den sonra ilk yaratılan şeyin ne olduğu konusunda ihtilaf etmiştir. "Allah Teala, gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene önce mahlukatın takdiratını tayin buyurdu. O vakit Arş'ı su üzerindeydi"[5] hadisinden hareketle ilk yaratılan şeyin Arş olduğu söylenmiştir.
Devam edecek

[1] 25/el-Furkân, 1.
[2] Ali el-Karî'nin bu ifadesi, İmam Fahruddîn er-Râzî'den yaptığı alıntının devam ettiğini, ancak arada bazı ifadelerin atlandığını anlatır. Burada alıntılanan ifadeleri İmam er-Râzî'nin et-Tefsîru'l-Kebîr'inde bulamadım. Bir başka eserinde geçiyor olabilir.
[3] Abdürrezzâk es-San'ânî'nin el-Musannef''ine ait olduğu söylenen bu rivayet, bu eserde mevcut değildir. Evet bu eserin baş tarafı kayıptır; henüz bulunamamıştır. Bulunabilmiş olsaydı tahkik etme imkânımız olurdu. İsa b. Abdillah b. Mâni' el-Himyerî tarafından 1425/2005 yılında "el-Cüz'ü'l-Mefkûd mine'l-Cüz'i'l-Evvel mine'l-Musannef" adıyla neşredilen bir çalışma olmuş, daha sonra, "Mecmû’ fî Keşfi Hakîkati'l-Cüz'i'l-Mefkûd el-Mez'ûm min Musannefi Abdirrezzâk" adlı kolektif çalışmada bunun "müzevver" (uydurma) bir cüz olduğu ileri sürülmüştür. Mezkûr cüzü neşreden el-Himyerî, el-İğlâk ale'l-Mu'teridîne ale'l-Cüz'i'l-Mefkûd min Musannefi Abdirrezzâk başlığıyla kaleme aldığı uzun metinde bu kolektif çalışmada kendisine yöneltilen ithamları cevaplandırmıştır. Ancak neşredilen cüzün el-Musannef'in kayıp kısmı olduğu konusu henüz netlik kazanmamıştır.
[4] 24/en-Nûr, 35.
[5] Müslim, "Kader", 16.
 

abdullah birisi

Kıdemli Üye
Katılım
12 Mar 2013
Mesajlar
10,357
Tepkime puanı
517
Puanları
0
Konum
istanbul
'LEVLÂKE' RİVAYETİ VE 'NUR-U MUHAMMEDÎ' MESELESİ-7

Milli Gazete - 9 Şubat 2013

"Bu rivayet şu hususu sarih olarak ifade etmektedir: Takdir (mahlukatın mukadderatının tayin ve yazılması) Arş'ın yaratılmasından sonra, Kalem'in ilk yaratıldığı esnada vaki olmuştur. Zira Ubâde b. es-Sâmit (r.a)'dan Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ın ilk yarattığı şey Kalem'dir. (Kalem'i yaratınca Allah Teala ona) "Yaz" buyurdu. Kalem, "Ne yazayım?" dedi. Allah Teala, "Her şeyin miktarını/kaderini yaz" buyurdu. Bunu et-Tirmizî rivayet etmiş ve sahih olduğunu belirtmiştir.[1]
"Ancak Ebû Rezîn el-Ukaylî rivayeti olarak gelen ve İmam Ahmed ve –sahih olduğu belirtilerek– et-Tirmizî tarafından nakledilen bir başka sahih hadiste suyun Arş'tan önce yaratıldığı ifade buyurulmuştur.[2] Yüce Allah'ın, "Arşı su üzerindeydi"[3] kavl-i ilahisinde de bu duruma işaret ve delalet vardır. es-Süddî müteaddit senedlerle şöyle rivayet etmiştir: "Allah Teala, sudan önce hiçbir mahluku yaratmamıştır."
"Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi, ilk yaratılan şey Nur-u Muhammedî'dir. Ondan sonra su, sonra Arş ve sonra da Kalem yaratılmıştır. İlk yaratılan şey konusunda Hz. Peygamber (s.a.v)'in nurundan başkasının zikredildiği rivayetler de vardır. Yine şöyle rivayet edilmiştir: "Allah Teala Âdem'i yarattığı zaman bu nuru onun sırtına koydu. Nur alnında parlıyordu. Sonra Allah Teala onu, mülkünün tahtına kaldırdı ve meleklerinin omuzlarına yükledi. Sonra da melekûtunun harikuladeliklerini seyretmesi için onu semavatta dolandırmalarını emir buyurdu."
"Ca'fer b. Muhammed (İmam Ca'fer es-Sâdık, E.S) şöyle demiştir: "O nur, Hz. Âdem'in başında yüz yıl durdu. Bacağında ve ayaklarında yüz yıl durdu. Sonra Allah Teala ona, bütün mahlukatın isimlerini öğretti. Sonra da meleklere, ona –tıpkı Hz. Yusuf'un kardeşlerinin secdesi gibi– ta'zim ve tahiyye (selamlama) secdesinde –ibadet secdesi değil! – bulunmalarını emir buyurdu. Hakikatte kendisine secde edilen, Allah Teala'dır. Bu durumda Hz. Âdem, kıble mesabesindedir."
"İbn Abbâs (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu durum, Cuma günü zeval vaktinden ikindi vaktine kadar devam etti." Sonra Allah Teala Hz. Âdem için, sol kaburga kemiklerinden birisinden eşi Havvâ'yı yarattı. O sırada Hz. Âdem uyuyordu. Ona "Havvâ" denmesi, hayat sahibi bir canlıdan yaratılmış olması sebebiyledir. Hz. Âdem (a.s) uyanıp da onu görünce, ondan dolayı kendisine bir sekinet geldi. Elini ona doğru uzattı. Melekler, "Yavaş ol ey Âdem!" dediler. Hz. Âdem, "Niçin?" dedi, "Allah Teala onu benim için yarattı?"
Devam edecek

[1] Ebû Dâvud, "Sünnet", 16; et-Tirmizî, "Kader", 17, "Tefsîr" (Kalem Suresi), 38 ; Ahmed b. Hanbel, V, 317.
[2] et-Tirmizî, "Tefsîr" (Hûd suresi), 13; İbn Mâce, "Mukaddime", 13; Ebû Dâvud et-Tayâlisî, el-Müsned, 147.
[3] 11/Hûd, 7.
 

abdullah birisi

Kıdemli Üye
Katılım
12 Mar 2013
Mesajlar
10,357
Tepkime puanı
517
Puanları
0
Konum
istanbul
'LEVLÂKE' RİVAYETİ VE 'NUR-U MUHAMMEDÎ' MESELESİ-8

Milli Gazete - 21 Şubat 2013

"Melekler, "Mehrini verene kadar (ona el süremezsin)" dediler. Âdem, "Onun mehri nedir?" diye sordu; "Muhammed'e üç kere salat-u selam getirmendir" dediler."
"İbnu'l-Cevzî, Salâtu'l-İhvân adlı kitabında şöyle zikreder: "Hz. Âdem, Hz. Havvâ'ya yaklaşmak isteyince, Havvâ ondan mehir istedi. Bunun üzerine Hz. Âdem, "Ya Rabbi! Ona (mehir olarak) ne vereyim?" dedi. Allah Teala şöyle buyurdu: "Ey Âdem! Habibim Muhammed b. Abdillah'a yirmi kere salat-u selam getir." Ben (Ali el-Karî) derim ki: Bir önceki rivayetteki "üç salat-u selam" mehr-i mu'accel (mehrin hemen verilen kısmı), sonraki rivayetteki "yirmi salat-u selam" sadak-ı muahhar (mehr-i müeccel/bilahare verilmesi kararlaştırılan mehir) olabilir.
"Ömer b. el-Hattâb (r.a)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: "Âdem (cennetteki yasak ağacın meyvesini yemek suretiyle) hata işleyince , "Ya Rabbi! Muhammed hakkı için beni bağışlamanı diliyorum" dedi. Yüce Allah, "Ey Âdem! Muhammed'i nasıl/nereden bildin? Ben onu henüz yaratmadım!" buyurdu. Âdem şöyle cevap verdi: "Beni elinle yarattığın ve bana ruhundan üflediğin zaman ya Rabbi, başımı kaldırdım ve Arş'ın sütunlarında "Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullâh" cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki sen, mahlukatın sana en sevgili olanından başkasını kendi isminin yanına koymazsın." Allah Teala, "Doğru söyledin ey Âdem" buyurdu, "çünkü O benim için mahlukatın en sevgilisidir O'nun hakkı için benden niyazda bulunmuş olman sebebiyle seni bağışladım. Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım." Bu hadisi el-Beyhakî, Delâil'inde Abdurrahmân b. Zeyd b. Eslem rivayeti olarak nakletmiş ve "Bu rivayetin naklinde, seneddeki Abdurrahman tek kalmıştır" demiştir.[1] Bu rivayeti el-Hâkim de rivayet ve tashih etmiş[2]; keza et-Taberânî de rivayet etmiş ve sonunda şu ilaveye yer vermiştir: "Ve O, senin soyundan gelecek olan peygamberlerin sonuncusudur."
"İbn Asâkir'in naklettiği Selmân (r.a) rivayetinde şöyle gelmiştir: "Cibrîl (a.s), Hz. Peygamber (s.av)'e inerek, "Rabbin, "İbrahim'i "halil" edindiysem, seni "habib" edindim. Benim nezdimde senden daha değerli bir varlık yaratmadım. Dünya ve içindekileri, kendilerine senin benim nezdimdeki değer ve mevkiini öğretmek için yarattım. Sen olmasaydın dünyayı yaratmazdım" buyuruyor" dedi."
Ali el-Karî’nin konuyla ilgili olarak söyledikleri burada sona eriyor. Efendimiz (s.a.v.) ile ilgili diğer şayan-ı dikkat hususlara muttali olmak isteyenler el-Mevridu’r-Revî’ye müracaat etmelidir.
“Levlâke” rıvayeti ve “Nur-u Muhammedî” meselesi hakkında şu ana kadar yazdıklarımın, bir kısım okuyucular tarafından “Tasavvuf ehlinin malum asılsız/temelsiz iddiaları” olarak algılandığının/okunduğunun farkındayım. Hemen belirteyim ki, bu algı tarzı, hakikate ulaşmak için araştırma/inceleme yapmanın önündeki en önemli engeldir. Meseleye böyle bakan okuyuculara, biraz daha sabretmelerini tavsiye edeceğim.
Devam edecek

[1] el-Beyhakî, Delâilu'n-Nübüvve, V. 489. el-Beyhakî'nin bu rivayeti naklettikten sonra söyledikleri tam olarak şöyledir: "Bu rivayetin bu şekilde naklinde Abdurrahmân b. Zeyd b. Eslem tek kalmıştır. Bu zat zayıftır. Vallâhu a'lem."
[2] el-Hâkim de bu rivayeti bu zat kanalıyla nakletmiştir. Bkz. el-Müstedrek, II, 672.
 
Üst