Âl-i İmrân/167 وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ نَافَقُوا ۚ وَقِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا قَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَوِ ادْفَعُوا ۖ قَالُوا لَوْ نَعْلَمُ قِتَالًا لَاتَّبَعْنَاكُمْ ۗ هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ أَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلْإِيمَانِ ۚ يَقُولُونَ بِأَفْوَاهِهِمْ مَا لَيْسَ فِي قُلُوبِهِمْ ۗ وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا يَكْتُمُونَ 166,167.$ İki birliğin karşılaştığı gün sizin başınıza gelenler, ancak Allah\ın dilemesiyle olmuştur ki, bu da, müminleri ayırdetmesi ve münafıkları BİLMESİ için idi. Bunlara: "Gelin, Allah yolunda çarpışın; ya da savunma yapın" denildiği zaman, "Harbetmeyi bilseydik, elbette sizin peşinizden gelirdik" dediler. Onlar o gün, imandan çok, kafirliğe yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların içlerinde gizlediklerini daha iyi bilir...
ey mustafa islamoğlu!
Allah Teala senin kalbinde gizli olan "yahudileşme temayülünü" tâ istidad-ı ezeliyenden ve teayyün-i evvelinden bilmektedir; alem-i şehadete göre "tâ ki bilelim vb.." kelimatla tabir olunmakda; o zatî, kenzî ve mahfî ilmi, sen ma'lûmun ve me'lûhun şahsında ortaya çıkarmak ve bununla da melekleri ve insanları şahitler getirmek muradı vardır..
Zât-ı Teala -hariçte- bilinmek murad (ve muhabbet) ediyor; yüce Zâtının ilmi (maluma tabi' ve mütabık olup) şehadet aleminde (hariçte) isimler ve sıfatlar tecellisiyle bit'tafsilî ortaya çıkacaktır; ve yani Allah'ın kenzen bildiği şeyler ki gayb cümlesidir;
işte onlar sâniyen bilinmek ahiri teayyünde -hariçte- gün yüzüne çıkmaktır ki -ancak- tecelli-i esma ve sıfatlar yüzündendir; yoksa ilm-i İLAHÎ -haşa- yahudi kafirlerinin iddia ettiği (ve senin kuşkuya düştüğün) gibi 'bedâ' (cehilden ilime intikal edip ona göre emir ve ceza kılmak) manasında değildir..