Velilerin Hâkimi olan Hâkimet-Tirmiz -kuddise sırruh şöyle buyurmuştur:
Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtemül-velâyeden başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allahın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlânın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemün-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur.
Hatemul-Evliyâ hakkında "Sefilliğini" ortaya koyan Ebubekir Sifile'e cevab:
Ebubekir Sifil Efendi hayat sürdüğü ömrü içinde zerre miktar mahviyyetten ayrılmamış Ömer Öngüt -k.s.- Efendi için mürüvvet azlığından ve nefsani davrandığından bahsetmesi, O'nu hiç mi hiç tanımadığını gösterir. Nitekim, merhum Ömer Efendinin yazılmış ve neşredilmiş bütün eserlerinde O'nun mahviyyet ve tevazuya ne derecede önem verdiği, kitaplarının hemen hemen her sayfasında görülmektedir. Hatem-i Veli olduğunu söylemesi ona verilen bir ruhsattır ve esasen başka türlü de bir yolla da bilinmesinin ve duyulamsının da imkân ve ihitmali de yoktur.
Kâbu'l-Ahbâr en Tabiinin en güzide olanlarından bir zattır. O'nun babasının veya kendisinin evveliyatının Yahudi olması, ona asla bir noksanlık veya küçüklük vermez. Nitekim, Bilâkis, babasının elinde orjinal tevratın nüshaları bulunduğu ve Kâbu'i Ahbar'ın da verdiği haberlerin bu tahrif edilememiş Tevrat'ın ayetlerine dayandığı bilinmekte ve rivayet edilmektedir.
Ebubekir Efendi için orjinal Tevrat'ın ayetlerindeki anlatılar ve ayetler"isrâiliyât" (!) denilerek küçük görülebilir ama, hiç bir müslüman tahrif edilememiş ne Tevrttaki bilgileri ve ne de İncil'deki bilgileri asla hakir-küçük göremez ve onlara "İsrâiliyât veya nasraniyât" diyerek doğru bilgiler olmadığını iddia edemez... Böyle bir hâl kişinin, İslâm dariesinden uçup gitmesine ve dinden çıkmasına yeterli beyyinesi gayet fazla olan bir bir sebeptir. Ebubekir Efendi'nin görüldüğü gibi, böyle çok büyük bir öneme haiz bir bilgiden ve kişiyi imandan edecek hassasiyetten haberi dahi yoktur.
"Kâ'b el-Abhâr" hakkında İslâmi Tarih literatüründe şu bilgiler geçmketedir.
"""" Ka'b'ın İslâm'ı kabul etmesiyle ilgili farklı bilgiler nakledilmektedir. Bir rivayete göre Hz. Muhammed (S.A.V.)zamanında, Yemen'e giden Hazreti Ali (ra) ile görüştüğü ve bu sırada müslüman olduğu belirtilmektedir. Bir rivayete göre ise Hazreti Ebubekir'in (ra) halifeliği zamanında veya Hazreti Ömer döneminde Medine'ye gittiği, burada halifeyi bulamayınca Kudüs'e gidip halifenin huzurunda İslâmiyet'i kabul ettiği nakledilmektedir. Bu üç rivayete göre de müslümanlığı kabul ettiği açık bir şekilde belirtilmektedir.
Yahudi bir din aliminin oğlu olan Ka'b, dini bilgilerin bir kısmını babasından aldı. Ancak, babası Tevrat'ın bir kısmını yazıp, sadece bununla yetinmesini istedi ve kitaplarını bir dolaba koyup kilitledi. Ayrıca, kendisine verdiği nüshalar dışında okumaması konusunda da söz aldı. Daha sonra Hz. Muhammed (S.A.V.)'in gelişi, İslâmiyet'in her tarafa yayılmaya başlaması üzerine, babasının kendisinden sakladığı kitapları okuyarak son Peygamberin özellikleri hakkında daha geniş bilgi sahibi oldu.
Tevrat'ın henüz tahrif edilmemiş bir nüshasına sahip olan Ka'b, bu nüsha sayesinde kendi kitaplarında mevcut bulunan sahih ve uydurma haberler hakkında bilgi sahibi idi. Hangilerinin doğru veya yanlış olduğunu fark edebiliyordu. Bu bilgilere dayanarak, son Peygamber hakkında bilgi sahibi olduğundan, kendisini görmediği halde iman ettiği gibi, diğer alimleri de kabul etmeleri konusunda ikna etmeye çalıştı.
Ka'b, aralarında Hazreti Ömer'in de bulunduğu sahabelerden öğrendiği hadisleri rivayet etti. Naklettiği hadisler Ebu Davud, Darimi, Tirmizi ve Malik'in eserlerinde yer almaktadır. Kendisi sahabelerden istifade ettiği gibi, sahabe ve tabiin de kendisinin bilgi ve birikiminden istifade ettiler. Hazreti Ömer (ra), Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Abbas, Ebu Hüreyre ve Muaviye kendisinden istifade eden sahabelerdir. Ayrıca tabiinden bazıları da kendisinden öğrendikleri hadisleri naklettiler. Ayrıca bazı görüşmelerde kıssa da anlatan Ka'b, halifenin görevlendirdiği kişilerin dışında kıssa anlatmanın yasaklandığını duyduktan sonra, emre uyarak kıssa anlatmaktan vazgeçti.
Tevrat'ın tahrif edilmemiş yegane nüshasının babasından kendisine kaldığı ve bu nüshaya dayanarak yorumlarda bulunduğu belirtilmektedir. Kur'an-ı Kerim ayetleriyle ilgili yaptığı bazı yorumların hadislere uygunluğu sahabelerin dikkatini çekti ve uygun bulunanlar tasvip edildi. Son Peygamberle ilgili aktardığı bilgiler muhtelif İslam kaynaklarında zikredildiği gibi, Tevrat'tan göstermiş olduğu bazı nakiller Risâle-i Nur'da da yer almaktadır. Abdullah ibn Selâm ile Ka'bü'l-Ahbar'ın Tevrat'tan şu âyeti ilan edip gösterdikleri hatırlatılmaktadır:
"Ey Peygamber! Muhakkak ki, biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir sakındırıcı ve ümmîler için bir dayanak olarak gönderdik. Sen benim kulumsun ve sana Mütevekkil ismini verdim. Sen ne katı kalbli, ne huysuz ve ne de sokaklarda böbürlenerek yürüyen biri değilsin. Sen kötülüğe kötülükle de karşılık vermezsin. Sen affeden ve bağışlayan bir peygambersin. Eğriliğe girmiş olan halk onunla yolunu doğrultuncaya ve 'Lâilâhe İllallâh' deyinceye kadar Allah o peygamberin ruhunu almaz" (Mektubat, s. 167). Bu ayette Hz. Muhammed (S.A.V.), "Mütevekkil" ismi ile zikredilirken bir başka ayette Muhammed ismi de zikredilmektedir; "Muhammed, Allah'ın Resulüdür. Mekke onun doğum yeri, Medine hicret yeri, Şam onun mülküdür. Ümmeti ise hamd edici kimselerdir." Tevrat'ın diğer bir ayetinde de; "Sen benim kulum ve Resulümsün. Sana Mütevekkil ismini verdim" ibareleri yer almaktadır (Mektubat, s. 167-168).
Ka'b'ın güvenilirliği ve kişiliğiyle ilgili tartışmalar günümüze kadar gelmiştir. Aralarında Hazreti Ömer (ra) gibi büyük sahabelerin kendisinden istifade ettiği, öğüt ve tavsiyelerinden yararlandığı şeklindeki rivayetlerin yanında; naklettiği şeylerden vazgeçmediği takdirde, Medine dışına sürülmekle tehdit edildiği de ifade edilmektedir. İbn Mesud, rivayetlerinde yer verdiği bazı hususlardan dolayı Ka'b'ı eleştirmiştir. Diğer taraftan Ebu Derda'nın görüşünü nakleden İbn Hibban ise bilgili bir alim olduğu, geniş bilgisi konusunda ittifak bulunduğuna yer vermektedir. Ayrıca, biyografisi üzerinde çalışma yapan Zehebi, engin bilgi ve dindar kişiliğine vurgu yaparken, Ka'b'ı yalanlayıcı her hangi bir beyana yer vermemiştir. Bunların dışında başka müellifler de kendi eserlerinde Ka'b'a geniş yer vermekle, ona büyük önem ve değer verdiklerini göstermişlerdir. (M. Yaşar Kandemir; "Kâ'b el-Abhâr", TDVİA. 24. C. s. 2).
Ka'b'ın kişiliği, müslümanlığında samimi olup olmadığı, nakillerinde yer verdiği bilgiler hakkında yapılan değerlendirmeler gibi konular üzerinde hassasiyetle durulmasını ve ayrı ayrı değerlendirmeye tabi tutulmasını gerektirmiştir. Kendisinden bazı sahabelerin rivayette bulunması, İslamiyet'i kabul edişindeki samimiyetine gölge düşürecek her hangi bir değerlendirme ve menfi tavır takınma olmadığı görülmektedir. Buna rağmen, dini tahrip maksadıyla İsrailiyata dair rivayetleri sokuşturduğu şeklinde ithamda bulunmak ve bu şekilde suçlamak hakkaniyetle bağdaşmaz. İslamiyet'in kabulünden sonra, İsrailiyattan kalma bazı adet ve alışkanlıkların İslâmiyet'ten sonra da devam ettirildiği bilinmektedir. Ancak, bunların tamamını art niyetli olarak telakki etmek doğru değildir. Önemli olan, söz konusu nakilleri ve rivayetleri süzgeçten geçirmek, İslamiyet'in ruhuyla bağdaşmayanları ayıklamaktır.
Ka'b'ın, Ehli Kitap ravilerinin en güvenilir olanlarından biri olarak kabul gördüğünü hatırdan uzak tutmamak gerekir. Bununla birlikte, bazı nakillerin zamanla değişikliğe uğradığı, bazı durumlarda ifadenin yorumuyla karıştırıldığı, bazen de yorumların asıl ifade ile birleştirilerek anlaşıldığı veya aktarıldığı, bütün bunların da tamamen art niyetli yapılmadığını göz önünde bulundurmak gerekir. Ka'bü'l-Ahbar, son yıllarını, yerleştiği Humus'ta geçirdi. Bizanslılarla yapılan savaşa katıldı. 652 yılında vefat etti. Vefat tarihi olarak 653 yılı da gösterilmiştir. Ayrıca, Dımaşk'ta vefat ettikten sonra Babüssağir Kabristanına defnedildiği de nakledilmektedir."""""
Ebubekir Efendi'nin nasıl biri hakkında bühtanda bulunduğunu sanırım şimdi çok daha iyi anlamışssınızdır.
Sifil "Mürsel Hadis"in ne demek olduğunu bilmeyecek kadar câhil midir, yoksa sırf inkâr etmek için hakikati gizleyecek kadar gözünü karartmış bir kimse midir
Mürsel Hadis "Tâbiîn'in, Sahâbe'nin ismini yâd etmeksizin rivâyet ettiği" Hadis-i şerif'lerdir. Bu Hadis-i şerif'ler İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, İmâm Ahmed bin Hanbel ve daha birçok âlim tarafından sahih kabul edilmişlerdir. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe ve İmâm-ı Mâlik "Mürsel Hadis"i kayıtsız-şartsız kabul eder, yalnız Hadîs'i rivâyet eden râvînin "sika" (güvenilir) olmasını yeterli görürler. İslâm'ın ilk devirlerinde Mürsel Hadis'lerle amel edilmiştir. Hattâ İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922): "Mürsel haberi mutlak olarak reddetmek hicrî ikinci yüzyılın başında ortaya çıkan bir bid'attir." demiştir. Buhârî ve Müslim gibi mûteber Hadis'çiler eserlerinde Mürsel Hadis'lere yer vermişler, bunları delil olarak zikretmişlerdir. (Buharî, "Ezân", 95; Ebû Zehra, "Usûlü'l-Fıkh", s. 111)
Ebû Hanîfe sahih Hadîs'i reddetmek bir yana, mürsel ve zayıf Hadis'leri bile kıyâsa tercih etmiştir. (İbn Hazm, "el-İhkâm fi Usüli'l-Ahkâm", nşr.: A. M. Şâkir, Mısır (t.y.), s. 929; el-Kevserî, "Te'nîb", s. 152; Mekkî, "Menâkıb", II, 96). [Hamdi Döndüren]
Ka'bü'l-Ahbâr'ın "sika" (güvenilir) bir râvî olduğu hususunda ittifak vardır. Nevevî, İbn-i Hacer, Zâhid el-Kevserî gibi âlimler bu hakikati teslim etmektedirler. Ka'bü'l-Ahbâr Resulullah Aleyhisselâm hayatta iken imân şerefi ile müşerref olmuş, ancak Veysel Karânî Hazretleri gibi onu görmek saâdetine erişemediği için sahabe sıfatına nâil olamamış, ilmiyle müsemmâ bir şahsiyettir.
İmâm-ı Suyûtî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri gibi büyük bir muhaddisin Hadis kitabına aldığı bir rivâyete "Hadis değildir!" demek nasıl bir cür'ettir Nitekim İmam-ı Suyûtî'nin değişik Hadis kitaplarındaki, Hazret-i Mehdi'nin zuhuruna dâir rivâyet ettiği Hadis-i şerif'leri bir araya toplayarak "Kitâbu'l-Burhân fî 'Alâmeti'l-Mehdiyyi'l-Âhiri'z-Zamân" adında bir eser neşreden Ali bin Hüsâmeddîn Muttakî el-Hindî, yazdığı mukaddimede şu ifâdeleri kullanmaktadır:
"Asrın müctehidi olan Şeyhülislâm Celâleddin es-Suyûtî'nin 'Kitâbu'l-Arfi'l-Verdî fî Ahbâri'l-Mehdî' ismindeki eserini okudum. Bu kitab, Hazret-i Mehdi hakkındaki hadisleri toplayıp biraraya getirmiş... Ancak bölüm bölüm ayırmamış. Ben bu hadisleri bölümlere ayırarak tasnif ettim. Ve yine İmam Suyûtî'nin Cem'ül Cevâmi ismindeki kitabından bazı hadislerle, Ikdıddurer fi Ahbar'il Mehdiyy-il Muntazar adındaki diğer bir eserden aldığım değişik hadisleri de kitabıma ilâve ettim." ("Ahir Zaman Mehdi'sinin Alâmetleri", Gonca Yayınevi, İstanbul, 1986)
Bu zâtların "Hadis'tir." dediğine Sifil neye dayanarak "Hayır, Ka'b el-Ahbâr'ın sözüdür." diyebiliyor
Asırlardır ehl-i İslâm'ı tenvir eden bu muhaddislerin doğruluğuna ümmet-i Muhammed şâhiddir. Senin şâhidin kim..
Hazret-i Mehdî ve âhir zaman fitneleriyle ilgili yazılmış ilk ve en eski Hadis kitabı olan "Kitabu'l-Fiten ve'l-Melâhim"i derleyen Nuaym bin Hammad -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri, iki yüz bin Hadis-i şerif'i sened ve metinleriyle ezbere bilen ilk devir Hadis hâfızlarından ve muhaddislerindendir; bu sahadaki en eski rivâyetlerden olan sözkonusu Hadis-i şerif'i de eserinin Mehdî Aleyhisselâm'la ilgili olan "Beşinci bâb"ında zikretmiştir. (Bkz.: "Kitâbu'l-Fiten ve'l-Melâhim", s. 205, nşr. Süheyl Zekkâr, Beyrut, 1993)
Onun Ka'b -radiyallahu anh-den rivâyet ettiği bu Hadis-i şerif'i İmâm Celâleddin es-Suyûtî -rahmetullâhi aleyh- başta olmak üzere, Mehdi Aleyhisselâm ve âhir zamanla ilgili Hadis-i şerif'leri tasnif ve rivâyet etmeleriyle meşhur olan pek çok muhaddisler eserlerinde açıkça zikretmişlerdir.
Bunlardan bâzıları;
"Kitâbu'l-Arfi'l-Verdî fî Ahbâri'l-Mehdî":
Yukarıda da izah edildiği gibi; İmâm-ı Suyûtî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri bu Hadis-i şerîf'i "Kitâbu'l-Arfi'l-Verdî fî Ahbâri'l-Mehdî" adlı eserinin 7. Bâb'ında, "Mehdî'nin Yardımcıları" hakkındaki delillerden on üçüncüsü olarak zikretmiş ve sıhhatinin zayıflığına dâir tek bir kelime sarfetmemiştir. (Bakınız: "Kitabu'l-Arfi'l-Verdi fî Ahbâri'l-Mehdi", Cârullah Efendi, nr.: 1494, vr. 98b, 7/13)
Binâenaleyh İmâm-ı Suyûtî Hazretleri gibi, rivâyetleri herkesçe kabul görmüş büyük bir muhaddis bu Hadis-i şerîf'i sıhhatinde şüphe etmeyip, kitabında Mehdî'nin alâmetlerini bildiren haberler arasına almakta tereddüt etmezken; sen ve senin gibi câhillerin hiçbir delile dayanmaksızın bunları reddedip, kendi kendine büyüklük taslamaya ve "caka satmaya" kalkışmasının mânâsı nedir
"el-Kavlu'l-Muhtasar fî Alâmâti'l-Mehdiyyi'l-Muntazar":
Muhaddislerin en meşhurlarından olan İbn-i Hacer el-Mekkî -rahmetullâhi aleyh- in "el-Kavlu'l-Muhtasar fî Alâmâti'l-Mehdiyyi'l-Muntazar" adlı eserinde de Hadis-i şerîf'in sıhhati hakkında en küçük bir şüphe ifâdesine yer verilmediği gibi; aksine eser muhtasar bir risâleden ibâret olduğu için, bu rivâyet Mehdî'nin alâmetleriyle ilgili meşhur rivâyetler kâbilinden zikredilmiştir. (İbn-i Hacer el-Mekkî, "el-Kavlu'l-Muhtasar fî Alâmâti'l-Mehdiyyi'l-Muntazar"; 13ª yaprağı, 3. Bâb, Had. no.: 22)
"İkdu'd-Dürer fî Ahvâli'l-Mehdiyyi'l-Muntazar":
Yahyâ bin Ali el-Makdisî -rahmetullahi aleyh- de Mehdi Aleyhisselâm'la ilgili Hadis-i şerif'leri toplu bir biçimde beyân etmek maksadıyla yazdığı "İkdu'd-Dürer fî Ahvâli'l-Mehdiyyi'l-Muntazar" isimli eserinin "Mehdi'nin Zuhûrunun Alâmetleri" adını taşıyan dördüncü bölümünde; Mehdi Aleyhisselâm'dan önce gelecek ve ona zemin hazırlayacak olan bu zâtın zuhur şekline, nesebine ve mânevî ordusu olan "Bayraklılar"la biraraya gelişine işâret eden Hadis-i şerîf'i sahih ve mütevâtir haberler arasında zikretmiştir:
"İmam Mehdî Aleyhisselâm'ın zuhûruyla ilgili olarak, meydana gelecek olan alâmetleri beyân eden apaçık esaslar ve onun imamlığından önceki fitneleri, hâdiseleri ve işâretleri tâyin eden mütevâtir haberler gelmiştir. Nitekim; 'Kinde soyundan ayağı sakat bir şahsın batı cihetinden çıkıp, yardımcıları olan 'Bayraklılar'la birleşmesi' bunlardandır." ("İkdu'd-Dürer fî Ahvâli'l-Mehdiyyi'l-Muntazar"; Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr.: 1690, vr. 36b.)
Gerek Hazret-i Mehdî, gerekse onun alâmetleri hakkındaki rivayetlerin kaynağı Resulullah Aleyhisselâm'dan başkası olmadığına göre; Ka'b -radiyallahu anh- gibi güvenilir bir tabîin bu bilgiyi kendisi mi uydurmuştur İmâm-ı Suyûtî Hazretleri gibi büyük bir âlim ve diğer meşhur muhaddisler bu Hadis-i şerîf hakkında: "Mütevâtir Haber'dir." diyerek, Ümmet-i Muhammed'i tutup uydurma ve yalan bir söze mi bağlamışlardır
"Tahric" kelimesinin sözlük anlamına bakması bile kâfi iken bu iddia ile ortaya çıkması, eğer cehâletten kaynaklanmıyorsa doğrusu çok büyük bir yalan ve çok büyük bir iftirâdır! Çünkü zâten Hadis ilminde "Tahric"in mânâsı; "Resulullah Aleyhisselâm'dan gelen bir Hadis'i ilk râvîlerine dayandırıp, onların rivâyetlerinden çıkarmak"tır!..
3. Sifil bu "sefâletnâme"lerle yetinmeyerek, hesap oyunları ile Hadis-i şerif'te râvî eksikliği olduğunu iddiâ etmekte; "Bu rivayeti nakleden Ebû Nuaym hicri 229 yılında vefat etmiştir. Ka'b el-Ahbâr ise Hz. Osman -r.a.-'in hilafetinin sonlarına doğru (yani hicri 35 yılından önce) vefat etmiştir. Dolayısıyla Nuaym b. Hammâd ile Ka'b el-Ahbâr arasında 194 yıl bulunmaktadır. Söz konusu rivayetin senedinde ise Nuaym b. Hammâd ile Ka'b arasında sadece iki ravi yer alıyor." demektedir.
Sifil iki râvi ve Ebû Nuaym ile beraber, üç kişinin ömrünün 194 yıl sürmesinin imkânsız olduğunu iddia etmektedir ki, sırf inkâr için gayet mümkün bir hesabı bile mümkün değilmiş gibi göstermeye çalışmaktadır. Nitekim Ka'b -radiyallahu anh- Hazretleri de 100 yıldan fazla ömür sürmüş bir zât-ı muhteremdir.
Avamın "Hâtemü'l-Evliyâ" Hakkında
Doğru Haber Vermesi Mümkün Değildir:
Size Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Avam" diye hitap ederek gereken cevabı veriyor, bizim vermemize bile gerek yok. Çünkü siz avamsınız!..
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ'-i Mugrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı eserinde; bu hususta avâm kimselerin boş iddiâlarına değil, ancak keskin görüş ve basîret ehli velilerin sözüne itibar etmek gerektiğini haber vermiştir:
"Bil ki Allah-u Teâlâ, kendisine tâbi olunan en büyük imamı; velâyet bayrağının ve mühürünün taşıyıcısı, cemaatin ve hikmet ehlinin öncüsü olan bu kerem sahibi 'Hatm'i zikretmiş; Azîz Kitab'ının pek çok yerinde ondan haber vererek, bir ayırım ortaya koymak için, onun mertebesiyle ilgili olarak tenbihte bulunmuştur.
İmam Mehdi, kendisine tâbi olunan bir imam olduğu vakit, Peygamber Aleyhisselâm'ın ehl-i beyt'ine mensup olacaktır. İşi duyanlar kimi zaman (onu), onun sıfatı üzere bir şahsa benzetirler ve ondan dolayı onun kim olduğunu karıştırırlar.
'İsa Aleyhisselâm'a gelince; onun alâmetleri hususunda ise herhangi bir ortaklık ortaya konulmaz. Zira onun bir peygamber olduğunda hiçbir şüphe ve karışıklık yoktur.
'Hatm' ve 'Mehdi' ortaya konulduğu vakit, kimi zaman her iki velinin ikisinin birden karıştırıldığı vâki olur ve nefsin hastalıkları nedeniyle bir taassup husule gelir. Zira bu büyük işle ilgili olan şeyleri haber verebilmek, ancak keskin görüş ve basîret ehli olan için geçerlidir. Avâm'a gelince; onların sözü bizimkiyle bir değildir. Dolayısıyla onların parçaları birleştirip genişletmeleri de mümkün değildir." ("Ankâ-i Mugrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ' ve Şemsü'l-Mağrib", s. 72, bas.: Mısır, 1954.)
"Hâtemü'l-Evliyâ"nın Nesebi:
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Hatmü'l-evliyâ ile ilgisi bulunan bir kimsenin, Kur'an ve Hadis'e dayanarak bu zât hakkında kuvvetli bir çözüme kavuşacağını haber verdiği gibi; Hatmü'l-evliyâ olan zâtı diline dolayanları da "Hastalığı bol olan kimse" olarak bize tanıtmıştır:
"Onun (Hatmü'l-evliyâ'nın) ilim ve taatinin zenginliğine işâret eden kimse işâret ettiği vakit; daha önceki şerefli nüktede zikri geçen, onun en ulu nesebten oluşunu bilen kimse bilir, bilmeyen kimse bilmez. O da öyle bir kimsedir ki; işlere mülâkî olmuş ve gönlü açılmıştır, bu nüktenin tâyini sâyesinde de ondan haberdâr olur. Ona yetişmek artık ona, tıpkı saat (kıyâmet) gibi gelir. Bu hususta hastalığı bol olan kimsenin ise, onunla ilgili olarak kulağı da hastadır, buna rağmen onu diline dolamaktan da aslâ geri durmaz!
Halbuki onunla ilgisi bulunan bir kimse, bu 'Hatm' hakkında; gerek Allah-u Teâlâ'nın Kitab'ında zikretmiş olduğu sırlardan, gerek Peygamber Aleyhisselâm'dan onun hakkında vârid olan haberlerden; gerekse Azîz Kitab'a dayanarak, onun makamları ve alâmetleri ile ilgili olarak zikredilenlerle ve isimleri ve sıfatları hakkında geniş biçimde izâh edilenlerle meydana gelen işten, (onu) kuvvetli bir biçimde çözebilir." ("Ankâ'-i Mugrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ' ve Şemsü'l-Mağrib", s. 71, bas.: Mısır, 1954.)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektûbât" adlı eserinin "317. Mektub"unda: "Bu ilimlerin ve mârifetin sahibi, bu binin müceddididir. Ki bu, ona bakanlara gizli bir mânâ değildir." buyururlar.
Onu görmüyorsan, ona Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiğini de mi görmüyorsun, oradan da mı tanımıyorsun
İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinde, Hâtem'ül evliyâ olan zâtın kitaplarının Hazret-i Kur'an'la dolu olacağını, bu ilmin has bir ilim olduğunu iki asır öncesinden haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Ve bu bir kitapdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içine dercedilmiştir)." ("Kitâbu'n-Netice"; Genel, nr.: 1136, vr. 248a.)
Bütün İlâhî kitapların hülâsası Kur'an-ı kerîm'dir. Kur'an-ı kerîm'in bütün Âyet-i kerime'leri girdiğine göre "Kütüb-i ilâhiyye" bu kitaplara yayılmış demektir. Bunu da Allah-u Teâlâ başka kimseye nasip etmemiştir!
Muhyiddîn-i İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhâtü'l-Mekkiyye"nin 18. Bâb'ında yer alan bir ifşaatında, bu Hâtemü'l-velâye'nin Araplar arasından seçilecek en şerefli bir kimse ile gerçekleşeceğini haber vermektedir.
Buyururlar ki:
"Velâyet-i Muhammedî'nin Hâtem'i bu Arap soyundan bir kişidedir ki, o bu milletin en asillerinden bir zâttır." (s. 214)
Diğer bir beyanları ise şöyledir:
"İşte bu sona getirecek ve bizim beklediğimiz Mehdî değildir. Bu ancak kendi Ehl-i beyt'inden olacak birisidir." (Fütûhâtü'l-Mekkiyye)
Şeyhü'l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, husûsiyetle Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın makâmını, alâmetlerini ve ayırt edici hususiyetlerini tespit etmek için yazdığı "Ankâ'-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ'" adlı kitabındaki ifâdesine göre;
• Hâtemü'l-evliyâ' batı tarafından zuhûr edecektir. Bu, "Cüz'î Muhammedî imamlığın Hâtem'i" olan bu zâtın apaçık bir alâmetidir. (s. 15)
• O'nun "Hâtemü'l-evliyâ"lığının tasdik edici alâmeti, Sıddîk-ı Ekber -radiyallâhu anh-in halîfelerinden biri olarak gönderilmesi ve onun zikrini tâlim ve telkin etmesidir. (s. 48)
• O uzuna çok yakın orta boylu, pembe tenli bir kimsedir. Görünümü, pırıl pırıl parıldayan bir ay gibidir. (s. 75)
• En şerefli Arap soyuna ve nesline mensuptur; fakat görünüş itibâriyle daha çok Acem'leri anımsatır. (s. 75)
• Önünde neşredilmiş, açılmış bir bayrak vardır. (s. 16)
• Fesad ateşinin sönmesi, ümmetin başı ile sonunun birleşmesi gibi kâziyeler onun zuhûru ile meydana gelir. (s. 16, 18, 74)
• O'nun ilmi râsih, nasîbi yüce, Nûr'u apaçıktır; o, sırrı ve nasihati dile getirilir bir kimsedir. (s. 73)
• Tıpkı resul ve nebîlerin diliyle söylediği gibi, Allah kullarına Hakk'ı onun diliyle söyler. (s. 73)
• Allah-u Teâlâ bütün muhteşemliğine rağmen onu halkın nazarından gizler. (s. 16)
• Belâların ve hâinliklerin ortalığı sardığı fitne zamânında, ihvânı ile birlikte Hakk'a bağlılığı gözetir ve bu hususta onlara öncülük eder. (s. 22)
• O, hiç bilmezken "Hatemiyyet" mertebesiyle kemâl bulur. (s. 71)
• O'nun Hatemiyyet'i "Nûrun alâ Nûr"; yâni "Nûr üstüne Nûr"dur. (s. 15-16)
Doğup büyüdüğü memlekette, Resulullah Aleyhisselâm'ın sülâlesinden olduğunu, Şeyh Ahmed Efendi Hazretleri'nin torunu olduğunu bilenler var ve bu kimseler bugün hayattadırlar. Sen de aslını ortaya koyuver! Aslın nedir, neslin nedir Beşeriyeti tenvir için ne gibi bir faaliyette bulundun, ne gibi eserlerin var; bunları da bildir!..
Kimseye Garazımız Yoktur,
Kimsenin Küfrüne Rızâmız da Yoktur!
Sifil yalan, yanlış ve çarpıtmalarla dolu "avam" üslûbunu "ilim" kisvesi altında saklamaya çalışıyor. Şu kadar var ki görünen köy kılavuz istemez, çünkü bir söylediği bir söylediğini tutmuyor. Bir yerde "ne hizmetleri, ne de başka konulardaki görüş ve değerlendirmeleri üzerine dile getirilen hususlarla ilgileniyorum. Dikkat edilecek olursa yazılarımda bu hususlarla ilgili tek kelime etmiş değilim." diyen Sifil, hemen öncesinde lâubali bir avam üslûbuyla şunları söylüyor: "Bu ülkede "zat-ı muhterem"in "tekfir makinesi"ne uğratılmaktan sıyrılabilmiş kalburüstü kaç isim sayılabilir.. Ve "zat-ı muhterem", tekfir edip cehennem gayyasına yuvarlamadan önce..."
Bir cümlede iftirayı, kibri, lâubâliliği, hükm-ü ilâhî'yi küçük görmek gibi bir sefâleti cem etmek her câhilin yapabileceği bir iş değildir! Sifil'in kalbinde gizlediği, kalemini dolaştırmış, böylece içyüzü ortaya çıkmış.
Sifil bu sözleri ile Muhterem Ömer Öngüt'ün, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle delilli ve mühürlü; İslâm dinindeki ve vatandaki bölücülerin içyüzünü ortaya koyan eserlerini diline dolamaktadır.
Doğru sözlü olsaydın, "Başka konuyla ilgim yok." deyip de dolanmazdın. Madem bu sözü söyledin; ilmin varsa hangi Âyet-i kerime'yi, hangi Hadis-i şerif'i yersiz bulduğunu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'le ortaya koyardın.
Bir çamur attın; "Tutarsa tutsun, tutmazsa izi kalsın."
Bu ancak senin gibilere yakışır.
Küfrü söndürmek, iman kurtarmak gayesiyle yapılan bu cihadı sefil bir sözle söndürebileceğini mi sanıyorsun
Bu cihadı yapanları Resulullah Aleyhisselâm "Siyah Bayraklılar" olarak vasıflandırmıştır. Siyah bayrak Resulullah Aleyhisselâm'ın cihad bayrağıdır.
Nûr-i ilâhî'yi saçmak için, zulümâtı dağıtmak için, Hakk ile bâtılın arasını ayırmak için, Allah'lık dâvâsında bulunan putları kırmak için, Hazret-i Allah bu vazifeyi bu "Bayraklılar"a vermiştir.
Bunlar hiçbir menfaat beklemeden, kitaplardan hiçbir kuruş almadan fîsebîlillâh çalışıyorlar. Bu nûr, bu ilim sadece Türkiye'ye değil, dünyaya yayılıyor. Bu kitaplar, bu nûr Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa ve diğer birçok devletlere, tâ Avustralya'ya kadar yayıldı. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın kudreti ile oluyor. Bunu O'ndan başka kim yayabilir Bunları hiçbir tahsili olmayan bir beşerin Hazret-i Allah'ın lütuf desteği olmadan yapması mümkün müdür
Son asırda yaşamış olan velîlerden Bedîüzzaman Hazretleri "Emirdağ Lâhîkası" isimli eserinde Mehdi Aleyhisselâm'ın vazîfesinden bahsederken, Mehdî Aleyhisselâm'dan evvel gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitapların Mehdî Aleyhisselâm'a hazır bir program olarak hazırlandığına işâret ederek şöyle buyurmuştur:
"Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyyûn ve tâbiiyyûn tâunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyûn fikrini tam susturacak bir tarzda imânı kurtarmaktır.
Ehl-i imânı dalâletten muhâfaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktizâ ettiğinden, Hazret-i Mehdi'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade etmez. Çünki hilâfet-i Muhammediyye (Aleyhisselâm) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir tâife bir cihette görecek. O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.
Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şâkirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar." ("Emirdağ Lâhikası", s. 259)
Bir düşün! Allah için ne yaptın Beşeriyeti tenvir için ne gibi faaliyetlerde bulundun, ne gibi bir hizmette bulundun, ne gibi eserlerin var
Yıkılmış damın köşesinde mi kaldın..
"Bizi küfürle itham ediyor!" demek istiyorsun. Biz ancak Allah-u Teâlâ'nın beyanlarını önünüze koyuyoruz. Kur'an-ı kerim'de müslümanların birleşmelerini emreden; tefrikayı, bölücülüğü şiddetle yasaklayan pek çok Âyet-i kerime mevcuttur.
Ezcümle;
Hucurât sûre-i şerif'i: 10. Âyet-i kerime,
Mâide sûre-i şerif'i: 2. Âyet-i kerime,
Âl-i imrân sûre-i şerif'i: 103. ve 105. Âyet-i kerime'leri,
Rûm sûre-i şerif'i: 32. Âyet-i kerime,
Enfâl sûre-i şerif'i: 46. Âyet-i kerime,
Yunus sûre-i şerif'i: 19. Âyet-i kerime,
En'âm sûre-i şerif'i: 153. ve 159. Âyet-i kerime'leri,
Şûrâ sûre-i şerif'i: 13. 14. ve 15. Âyet-i kerime'leri,
Zuhruf sûre-i şerif'i: 65. Âyet-i kerime,
Enbiyâ sûre-i şerif'i: 92. 93. ve 94. Âyet-i kerime'leri,
Müminûn sûre-i şerif'i: 52-56. Âyet-i kerime'leri, dinde ayrılık yapmanın mesuliyetinin, suç ve cezâsının ne kadar ağır olduğunu beyan buyurmaktadır. Bu Âyet-i kerime'ler bölücülere hitap ediyor.
Bu hükümler Allah-u Teâlâ'nın sizin hakkınızda verdiği hükümdür, bunu beşere atfetmeyin. İlâhî hükümleri hiçe mi sayıyorsunuz Bu Âyet-i kerime'leri görmüyor musunuz Yoksa görmek işinize gelmiyor da mı bu zâta isnad ediyorsunuz
Bu Âyet-i kerime'ler Allah-u Teâlâ'nın kelâmı mı, yoksa bu zâtın beyanı mıdır
El-cevap; Allah kelâmıdır! Şu halde niçin bu zâta isnad ediyorsunuz Allah-u Teâlâ'nın bölücüler hakkında verdiği küfür hükmünü niye bu zâta atfediyorsunuz
Meğer size söylenenler Hakk sözü imiş, halk sözü değilmiş!..
Evliyaullah Hakk'ın Emri İle Konuşur,
Hakk'ın İlhamı İle Eser Neşreder;
Câhil Tabakası Kendi Zannını Ortaya Koyar,
İftira Atmaktan Çekinmez!
Sifil Hadis-i şerif'i inkâr etmekle yetinmemiş, Hadis-i şerif'te izah edilen hakikatlerin beyânını da diline dolayarak "Nefsani davranmak" iftirâsında bulunmuştur. Hatta daha da ileri giderek ve kendisine has "avam" üslûbu ile -Veysel Karânî Hazretleri'nden bahisle- "caka satarak ortalıkta dolaşmayı aklından bile geçirmemişti!" demiştir.
Be hey câhil! Bu zâtın eserlerini okumadan mı bu iftirayı yaptın, yoksa okudun da nefis putu gözlerine perde mi oldu Fincan ile deryayı ölçebilir misin
Sen öyle bir zâta, en son söylenebilecek bir isnadda bulunuyorsun ki, çok kötü bir koku yayıyorsun!..
Hatmü'l-velaye'nin zuhûruna dair bu Hadis-i şerif'i teyid ve tefsir eden altmışa yakın Evliyâullah'ın beyanı var, husûsî yazılmış eserler var. Cismî husûsiyetlerine, görünüşüne, mücadelesine, yardımcılarına, âhir zamanda geleceğine, Türk'e gönderileceğine, Arap soyundan olacağına, ancak Arapça konuşmayacağına kadar her türlü husûsîyeti tek tek ifşâ edilmiştir. Hatmü'l-velâye'nin kim olduğuna ve vazifesine dair, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde haberler ortaya çıkmıştır.
Bu hakikatleri beyan eden bir Zât-ı âlî'ye "Nefsânî davranmak" iftirâsını atmak ancak senin gibi avama yakışırdı!..
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz pek çok Hadis-i şerif'lerinde kendilerine bahşedilen ihsan ve faziletlerden, yüksek meziyetlerden sözetmişler, fakat hemen arkasından: "Bunu övünmek için söylemiyorum." buyurarak; gâyelerinin yalnızca Allah-u Teâlâ'nın lûtfunu bildirmek, öğrenmeleri gereken mühim bir gerçekten ümmetlerini haberdâr etmek olduğunu beyan etmişlerdir.
Ezcümle bu mânâya işâret eden bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Ben kıyâmet gününde bütün peygamberlerin imamı, hatibi ve hepsinin şefâatçisi olacağım. Bunu övünmek için söylemiyorum!" buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Nitekim diğer Hadis-i şerif'lerinde de "Geçmiş ve gelecek bütün insanların en hayırlısı" olduklarını, "en hayırlı nesilden vücud buldukları"nı, "kıyâmet günüde Livâ-yı Hamd'in sahibi, iman edenlerin şefaatçisi, cennete girecek ilk kişi ve bütün insanların en yücesi" olacaklarını açıkça bildirmişler; ancak bunu cehâlet ve sefâlet deryasında yüzen kara cahillerin zannettiği gibi "caka satmak" için değil, ümmetlerine hakikati duyurmak için beyân etmişlerdir.
Veysel Karânî -kuddise sırruh- Hazretleri üzerinden yaptığın çirkin iftirânın cevâbını ise, Hadîs-i kudsî'de sana bizzat Allah-u Teâlâ vermektedir:
"Velilerimden kendisine en çok gıpta edilen kişi; benim katımda derecesi ulu ve yüksek peygamberlerin derecelerinden bile daha yakın olan gizli bir kimse, Üveysü'l-Karnî'ye ve onun benzerlerine denk olan hafîfü'l-haz bir mümindir.
İşte bu onun zâhirî sıfatıdır, bâtını ise târife sığmaz!" (Hakîm et-Tirmizî, "Nevâdirü'l-Usûl", c. 1, s. 619)
Nitekim Evliyâ-i kirâm'ın önde gelenlerinden İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh Hazretleri de "Mektûbât"ında;
"Sübhânellâh! Bu Hakîr'den elinde olmayarak öyle ma'rifetler zuhûr etti ki, büyük bir topluluk biraraya gelerek çalışsalar bir benzerine kavuşamazlar!" demiş ve bunu söylerken "caka satmayı" aklının ucundan bile geçirmemişti!.. (326. Mektup)
Binaenaleyh kendini övmek ayrı, hakikati neşretmek için söz söylemek ayrı şeydir.
Nitekim insanlara nefislerini tanımaları için irşadda bulunan, eserler neşreden bu Zât-ı âlî bu hususta da şunları söylemiştir:
"Hep ilâhî vergi... Allah-u Teâlâ ezelden öyle murâd etmiş; kulda hiçbir şey yok!.. Biz bunları ilâhî bir lütuf kabul ediyoruz. Hiçbir zerresine bile lâyık olmadığımı da biliyorum. Gerek Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, gerekse Evliyâullah Hazerâtı'nın beyanlarını seyrediyorum ve bu lütuflarından dolayı Sâhib'ime şükrediyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in buyurduğu gibi; 'Bunları övünmek için söylemiyorum.' Çünkü ben 'Var' ile övünüyorum!..
'Bu Allah'ın fazl-u ikrâmıdır, dilediğine verir.' (Cum'a: 4)" ["Kalblerin Anahtarı Sözler ve Notlar", c. 10, s. 310]
Tarih boyunca zâhir ehli anlamadığı mevzularda çok zaman ehl-i tasavvufa düşmanlıkta bulunmuşlardır. Nitekim "Hatmü'l-Evliyâ'" kitabının yazarı olan Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bu kitabı yazdığı için Tirmiz'den sürülmüştü.
"Menâkıb" kitaplarının hemen hemen hepsinde bahsi geçen aşağıdaki hâdise, Evliyâ-i kirâm'ın bu gibi beyanlarını hafife alan ve onlara karşı büyüklük taslamaya kalkışan câhillere açık bir ikazdır:
Şeyh Abdülkadir Geylânî Hazretleri bir cuma günü vaaz ediyordu. Oldukça kalabalık olan vaaz meclisinde Evliyâullâh'ın büyüklerinden pek çok da zevât-ı kirâm bulunuyordu. Tam bu esnâda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in rûhâniyeti tecellî ederek: "Kul, yâ Abde'l-Kâdir! Kademî hazâ 'alâ rakabeti külli veliyyi'llâh"; yani; "Ey Abdülkadir! 'Benim ayağım bütün velilerin boynunun üstündedir.' de!" buyurdular. Hazret de bu sözü orada bulunanlara aynen tekrâr etti. Ne kadar velî varsa, hiçbiri en ufak bir itiraz emâresi dahî göstermeden: "'Alâ rakabetinâ ve 'alâ re'sinâ!"; yani: "Evet! Senin ayağın bizim başımızın ve boynumuzun üstündedir." diyerek teslimiyetlerini bildirdiler. Hattâ Şeyh Ali bin Hînî -kuddise sırruh- Hazretleri birdenbire yerinden fırlayıp, boynunu hemen Hazret'in ayaklarının altına koydu. Hazret'e Resulullah Aleyhisselâm'ın böyle emrettiği o gün orada bulunmayan diğer velilere de mânen bildirilmiş, onlar da; "'Alâ'r-re'si ve'l-ayn" diyerek, Şeyh Hazretleri'ne bağlılıklarını bildirmişlerdi.
Nitekim o tarihlerde Bağdat yakınlarında ikâmet eden Seyyid Ahmed er-Rufâî Hazretleri de, talebeleriyle sohbet ederken bu duruma vâkıf oldu; mübarek başını toprağa koyup söylenen sözü tekrarladı ve yanında bulunanlara; "Az önce Bağdat'lı Seyyid Abdülkâdir gavsiyyetini ilân etti!" diye hitap buyurdu.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri'nin bu sözünü emirsiz söylemeyeceğini bilmeyen ve içine sindiremeyenler de çıktı. Nitekim "Şeyh San'a" adlı şahıs kibirlenerek; "O büyükse ben de onun gibi büyüğüm!" dedi ve böyle bir şeyi kabullenmenin mümkün olmadığını söyledi. Onun kibirlenerek itiraza kalkıştığı Abdülkadir Geylânî Hazretleri'ne keşfen bildirildi. Hazret o anda Şeyh San'a'nın karşısında tecellî ederek; "Mâdem ki bana boyun eğmiyorsun, o hâlde bir kâfire boyun eğesin! Mâdem omuzunun üzerinde bizim ayaklarımızın olmasına itiraz ediyorsun, öyleyse domuzun ayakları omuzunun üzerinde olsun!" diye bedduâ etti.
Bu sözün üzerinden fazla bir zaman geçmemişti ki, Şeyh San'a bir Rum kızına âşık olup talip oldu. Ancak kızın ailesi bir müslümana aslâ kızlarını vermeyeceklerini söylediler. Şeyh San'a kendini kaybedip, onların teklifine boyun eğerek hıristiyan oldu. Rum ailenin şartına göre San'a, bir sene boyunca onların domuz çiftliğinde domuz çobanlığı yapacaktı. Bunu da kabul etti. Öyle zaman oluyor ki, yeni yavrulayan domuzların yavrularını alıp omuzlarında taşıyordu. Hem kâfire boyun eğip tekliflerini kabul etmiş, hem de domuzun ayakları omzunun üzerinde olmuştu.
•
Evliyâullah Hazerâtı'nın bütün iş ve icraatları Allah ve Resul'ünün emriyledir. Binâenaleyh bunları bilmeden ve anlamadan, bu beyanlar üzerinden bilmişlik taslamaya kalkışmak, kendi kendini rezil ve cehâletini ilân etmekten başka bir şey değildir!..
•
"Kalblerin Anahtarı Külliyatı"ndan olan Sözler ve Notlar serisinin 10. cildinin takdiminde Muhterem müellifin şöyle bir beyanları var:
"Her şeyin bir özü vardır, bu kitapların özü ise iki cümleden ibarettir:
'Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin.' (Mâide: 92)
Yani bununla mühürlüdürler.
Ben bir perdeden bir kabuktan ibaretim, özüm O'dur. Şu gördüğünüz kâinat da bir kabuktan ibarettir. Kâinatın da özü O'dur. O kabuğu çıkardığın zaman "Öz" kalıyor.
Elhamdülillah, kabuk olduğumu biliyorum. İçimde O olduğunu da görüyorum.
Özüm de Allah, sözüm de Allah... Herkes kabuğu görüyor. O'nu görmüyor.
İnsan da böyle, kâinat da böyle... Vücud O, mevcud O...
Burada ilmin hülâsası ortaya çıkıyor. Bütün evliyâullah'ın ilmi bu kabukta idi. Mühim olan kabuğu atabilmek.
İşte size bu ilimden bahsediliyor. Nasibi olan, nasibi kadar alacak. Bu ilim Allah-u Teâlâ'nın duyurması ve göstermesi ile kâimdir.
Biz size özü anlatıyoruz. Bu marifet, bu kitabın özüdür. Bu kitabı yazmaktaki esas gayem, bu özü bildirmektir."
"Bu ilim senin mi" diye soruluyor.
"Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bu fakire bu ilmin tezgâhtarlığını yaptırıyor. Bu ilimle hiçbir ilgim yoktur. Bu ilim has bir ilmullah'tır.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Fakirliğimle övünürüm." buyurmadı mı (Münâvî)
Biz fakirliğimizle iftihar edenlerdeniz, allâmeler başkadır."
•
Bizim beyanlarımız Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif iledir. Lâf etmeyiz. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif ile delil olmadıkça lâfa itibar etmeyiz.
Ebubekir Efendi, Kâbu'l-Ahbâr (r.a.) hakkında bu cevaba karşılık "Efendim ben kendi fikrimi değil, ulemanın görüşlerini naklettim diyerek kendisini savunma yolunu seçmiştir. Ulemanın görüşleriymiş ! Peki ya Kâbu'l-Ahbâr (r.a.) lehinde bir sürü görüş beyan eden ulema da var. Yazdıklarında onlardan neden hiç bahis yok ? Yoksa, onlar senin gözünde ulema mı değil ? Hem sonra, birçok ulema geçinen aymazın İslâm Dininde tutunmaya çalıştığını sen bilmiyor musun ? Örneğin Sadettin Taftazani denilen bir zahir alimi geçinen kişi var. Bu adam, eserlerinde bütün tasavvuf büykülerinin küfrüne kail olmuş ve bunu seslendirmiştir. Şimdi,kalkıp ta bu adamı İslâm Uleması diye mi anacacağız ? Ol zaman, M. Abduh'ların, Cemâleddin Afganilerin, İbn-i Teymiyye'nin Vasıl bin Ata'nın günâhı ne ?..
Şu bir hakikat ki, sen Ebubekir Sifil, bu Hatemu'l-Evliyâ konusunda hiç ama hiç bir şey bildiğin yok ! Hiç değilse, bilmediğin böyle bir konu hakkında işkembe konuşturma yolunu seçeceğine bilenlere danışsaydın ve konu hakkında bir çok makale ve hatta tez yazmış olan Prof.Dr. Mustafa Kara ve Prof. Dr. Salih Çift'e ait akademik araştırma ve dokumanları inceleseydin şüphesiz çok daha isabetli bir iş yapmış olurdun. Ama, bunu yapmak yerine siyanür zıkkımlanmayı tercih ettin !
Ne diyelim? Bu dünyada herkes amelini işleyecek !