Mustafa Kemal ve arkadaşları nerede, şu kafa yapısı nerede?
Yargıtay başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın mütalaasını okuduğumdan bu yana nerede ise kafayı sıyıracağım.
Ve kesinlikle inandım ki, Yargıtay, bu davayı, güya eleştirdiği zihniyet daha güçlü bir şekilde iktidara gelebilsinler diye açmış!
Yoksa bu kadar basit bir algı, tarih bilincinden bu kadar yoksunluk, bu kadar sığlık, bu kadar seviyesi düşük bilgi birikimi ile nasıl böyle bir iddianame yazılır, nasıl böyle bir mütalaa verilir?
Emin Oktay’ın düzmece tarihinden sıyrılıp gelmiş birkaç slogan ve 1940’lı yıllarda başlatılan anti İslamcı projenin 60 yıl sonra düştüğü pespaye halin yüreklerinde yarattığı öfke ve hınçla boca edilmiş nefret satırları…
Sanki parti kapatmakla ilgili bir mütalaa değil, laiklik postu giydirilmiş bir din ve tarih reddiyesi... Gizlendiği mağarada ‘savaşın sona erdiğinden habersiz’ yaşamış bir askerin, haleti ruhiyesi içinde buldum sevgili savcımızı. Ve cidden acıdım.
Yoksa medeni, aydın ve demokrat bir hukuk adamı, tek partili sisteme iye özlem duysun ki! Şu kafaya, şu anlayış düzeyine bakın, şu tarih bilincine bakın…
Mütalaası, liseli bir gencin, biraz da öğretmenine yağ çekmek için çalakalem yazdığı basit bir kompozisyona benziyor. Tabii, içinde yetiştiği muhitin –belki de mahalle baskısı demek lazım- psikolojik şartlanmışlık ve nefretini muhafaza ederek.
İddianame zaten maksadını eleveriyor. Ben o tarafıyla ilgilenmiyorum. Beni ilgilendiren araya serpiştirilmiş ideolojik cümleler ve bu cümlelerin arkasındaki ruh hali. Metin, ‘gerici’ bir yafta olduğunu bas bas bağırıyor...
Düşünebiliyor musunuz bir Yargıtay savcısı, 1937’den öncesini itham ediyor. Güleyim mi, ağlayayım mı acıyayım mı bilemedim. Hukukçu olmak, tarihi bilmemenin mazereti olabilir mi?
Değilse, tamamen kanıta dayanması gereken bir hukuk belgesinin içine bu kadar nefret dolu, indi cümleleri nasıl sıkıştırabiliyor? Bakın ne diyor sevgili başsavcımız, mütalaasının girişinde:
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti, köhnemiş idari ve siyasi yapısı ile çağının gerisinde kalan, başında dinin en yüksek temsilcisi ‘halife’ sıfatını da taşıyan, teokratik Osmanlı İmparatorluğunun küllerinden doğmuş, bağımsızlığını canı ve kanıyla kazanıp, gasp edilen egemenliğini sultanın elinden almış bir ulusun vücut verdiği ‘ulus devlet’tir. Ulus, egemenlik yetkisini ilahi bir güçten değil, bizzat kendisinden alır. Ulus egemenliğinin ilahi bir kaynağı yoktur ve bu nedenledir ki laiklik, cumhuriyetin temel karakteristiğidir”
Hadi Osmanlı’nın, teknoloji açısından çağının gerisinde kaldığını kabul edelim. Osmanlının siyasi ve idari yapısıyla köhnediğini varsayalım. En azından cumhuriyeti kuran kadroyu yetiştiren devlete birazcık saygı duyar insan!
Atatürk ve silah arkadaşları uzaydan inmedi ya! Sevgili savcımızın övündüğün şu laikçi yapı, değil bir Atatürk, onun çeyreği değerinde bir adam yetiştirebildi mi ki Osmanlıya dil uzatıyor?
Atatürk’ü, İnönü’yü ve cumhuriyeti gerçekleştiren kadroyu yetiştiren devlet, o senin köhnemiş dediğin Osmanlı’dır sayın savcı. Sizler de şu muhteşem laikçi yapının eseri!
Mustafa Kemal ve arkadaşları nerede, şu kafa yapısı nerede? osmanlıdan, sultanlardan, İslam’dan ve milletin dininden bu kadar nefret, ermeni komitacılarında bile görülmüş değildir.
Tamam, ilk kurucuların korkularını anlayalım. Yeni bir devlet kurdular ve o devlet, büyük bir imparatorluğun bakiyesi idi. O imparatorluğun ruhundan korkmaları normaldi!
Size ne oluyor. Saltanat öleli bir asır geçti. Kemikleri çürüdü. Hala bu korku neden anlayamıyorum. Cumhuriyetten, çağdaşlıktan, demokrasiden kimsenin vazgeçecek hali yok beyler, yok. Ama siz yaptığınız keyfi zulümlerin dönüp size çarpacağından korkuyorsanız onu bilmem.
İnanın Osmanlı’dan ve Türk milletinin manevi değerlerinden bu kadar nefretle yazılmış bir belgeye hiçbir yerde rastlayamazsınız. Üstelik de cahilce varsayımlara bindirilmiş iddialar.
Osmanlı hiçbir zaman şeriat devleti olmadı. Bunu bütün hukuk tarihçileri bilir. Osmanlı ta baştan bire örfi hukuku esas almış ve çoklu hukuku uygulamıştır. Elbette Osmanlı hukuk sisteminin vicdan terazisi Kur’an’dır. Ama uyguladığı hukuk salt şeriat değildir.
Sayın savcı Osmanlı hukuk sistemini bugüne kadar öğrenememişse bundan sonra da öğrenemez ama bari Süha Lemi Merey’in üç ciltlik Lozan Barış Konferansı tutanaklarına baksın. Orada İsmet İnönü’nün, Lord Curzon’un İslam hukukuna yönelik ithamlarına verdiği cevabı okusun da biraz aydınlansın!
Ak Parti iyidir kötüdür, kapatılmayı hak etmiştir, etmemiştir, beni şu anda ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren şudur:
Eğer Ak Parti’yi kapatacak olanların niyeti ve zihniyeti buysa ve Ak parti de bu zihniyetin takdirine razı olacaksa yazık olur bu memlekete, yazık olur bu millete!
Bunlardaki İslam ve tarih düşmanlığı, haricilerin Yezidilere duyduğu kinden dahi beter…
Baksanıza, sayın Savcı, laikliği temize çıkaracağım diye Atatürk’ün 1928 yılından önceki yaşamını bile gericilik çuvalına tıkayıp, yok ediyor. Çünkü laiklik 1928’de yapılan bir değişiklikle Anayasaya girmiştir.
1921 ve 24 Anayasasında devletin dini İslam’dır. Ve laiklik getirildikten sonra bile, hilafet’in TBMM’nin şahsı manevisinde mündemiç olduğu benimsanmiştir. Yani hukuki anlamda Türkiye Büyük Millet Meclisi, elan, hilafete sahip çıkabilecek yegâne müessesedir yeryüzünde. Bunu böyle yapan da Atatürk’tür.
Ama sayın savcının ‘haricilik öfkesi’ ile şekillenmiş kafası, buna basmıyor. 1937’de yapılan değişiklikle belirlenen altı oku, vahi gibi bellemiş ve ondan öncesini yok sayıyor.
Bakın ne diyor: “Kurtuluş savaşı sadece yabancı işgalcilere karşı değil, onun içteki işbirlikçisi irticaya, din istismarcılarına karşı da verilmiştir”
Yani, Kahraman Maraşlılar, başörtüsüne uzanan eli kırmak için yürüyerek irticaya hizmet etmişler, öyle mi? Ve tabii savcının mantığına göre Mustafa Kemal de irticai faaliyetlerde bulunmuştur. Öyle olmasaydı, İsmet Paşa onu silip yok etmeye çalışır mıydı?
Atatürk, ilk meclisi Kur’an okutarak açmış, savaş yılları boyunca sürekli milletin dini heyecanına hitap etmiş, hutbeler okumuş, okutmuş ve hatta Kur’an mealleri yazdırmış, tefsir siparişleri vermiştir... Önder Sav’ın hafızasının idrakten aciz kaldığı Hz. Muhammed’in sözlerinin Türkçeye kazandırılması için emir vermiştir…
Demek ki, Atatürk, aleni bir şekilde dini istismar ederek, milleti irticaya peşkeş çekmiştir ki, gerçek bir laik(!) olan İsmet Paşa, iktidar olur olmaz, onun resimlerini indirerek ve onu paralardan silerek, laik cumhuriyeti irticacılardan kurtarmıştır(!)
‘Atatürk takiye yapmıştır’ diyemez herhalde sayın savcı!
Rakı içerken, halk görmesin diye tedbir alanları, ‘bırakın nasılsak, halk bizi öyle bilsin’ diyecek kadar cesur bir lidere, ‘milleti kandırmak için din - diyanetle meşgul olmuştur’ demek divanelik olur.
Acaba sayın savcı Atatürk’ün şu faaliyetlerini nereye koyacak! eminim ‘irtica!’ diyecek.
Sizi temin ederim, şu kafa ile eğer Türkiye’de bir Demokrat Parti dönemi yaşanmasaydı, 1938 sonrası CHP’si, Atatürk’ü de mürteciler safına koyardı!
Yıl iki bin bilmem kaç. Dünya nerede ise bireysel hürriyet çağının sonuna geldi, bizim kıymetli Yargıtay savcımız, tek parti dönemindeki cuntayı savunabiliyor.
Vallahi bu halet-i ruhiyedeki insanlara kızılmaz. İslam hukuku, sürekli çocuklarla meşgul olan sibyan mektebi muallimlerine -çaresiz kalınmadıkça- şahitlik hakkı vermemiştir. Çünkü reşit olmayanlarla iç içe yaşaya yaşaya onların da zamanla bir parça rüştünü kaybettiğine inanılır.
Ben de sevgili savcımızın, bir partiyi temelli kapatmak gibi azim bir işin muhakemesini yapabilecek ruhi dinginlikte ve tarafsızlıkta görmedim göremiyorum.
Çünkü öfkesi aklını örtmüş, irtica korkusu ruh sağlığını zedelemiş. Böyle bir karihadan çıkmış bir iddianame ve mütalaa ile hüküm verilemez, verilse de reşid olmaz.
Elbette savcının taraf olduğunu biliyorum ama müdde-i umuminin, iddianamesini delillere dayandırması gerektiğini de biliyorum. Saçma sapan korkulara ve niyet okumalara değil…
Allah akibetimizi hayretsin!
Mehmet Ali Bulut