Muhterem Üstaz Osman Nûri Topbaş Hz.lerinin bu ay ki Altınoluk Dergisindeki yazısından alıntıdır:
TASAVVUF: İslâm’ın kalbî hayatıdır. Allah Rasûlü’nü aşk ile yakından tanımak ve O’nun gönül ikliminden feyz almak sûretiyle İslâm’ı, Allah Rasûlü ve sahâbedeki aslî keyfiyetiyle idrâk edip tıpkı onlar gibi aşk, şevk, vecd ve güzel ahlâk ile yaşama gayretinden ibârettir. Bu yönüyle tasavvuf, her nefeste Peygamber Efendimiz’le beraberlik hâlinde olmaya gayret etmektir. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:
“
Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)
TASAVVUF: Peygamber Efendimiz’in hayatıyla hem zâhiren hem de bâtınen bütünleşebilme gayretidir. Nitekim buna muvaffak olan Hak dostları da; dînin zâhir ve bâtınını lâyıkıyla mezcederek şahsiyetlerine nakşetmiş, zühd ve takvâ yolunda kalben mesâfeler kat ederek davranış mükemmelliği*ne ve “peygamber vârisliği” şerefine ermiş bah*ti*yar* kullar*dır.
Onlar, Hazret-i Peygamber ve ashâbını görme şerefine nâil olamayanlar için örnek alınacak zirve şahsiyetlerdir. Zira Hak dostları, tıpkı nûru*nu Güneş’ten alan Ay gibi, nebevî ahlâkın güzelliklerini yansıtan berrak bir ayna mevkiindedirler. Onların hâl ve tavırlarını kalbî rikkatle seyredenler, onların âleminde nebevî ahlâkın zarif tecellîlerini müşâhede ederler.
Meselâ Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir gün ashâbına:
“–
Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm:
“–
Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” deyince Allah Rasûlü (s.a.v.):
“–(
Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız gibi yalnızca bir*birinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan mer*hamettir, bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular. (Hâkim, IV, 185/7310)
İşte bu nebevî ahlâk ile ahlâklanan Hazret-i Ömer (r.a.); “
Dicle kenarında bir koyun suya düşüp boğulsa, ilâhî adâlet bunun hesâbını Ömer’den sorar.” düşüncesiyle derin bir vicdan muhâsebesinde bulunurdu.
İslâm tarihinde beşinci râşid halîfe sayılan Ömer bin Abdülazîz (rahmetullahi aleyh) de, dâimâ bu mes’ûliyet endişesi içindeydi. Ümmet içindeki fakirlerin, gariplerin, kimsesizlerin, ilâç bulamayan hastaların, hakkını arayamayan mazlumların yardımına yetişemediği takdirde, Rabbinin bundan dolayı kendisini hesâba çekmesinden ve Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in kendisine serzenişte bulunmasından duyduğu endişe ile gözyaşları içinde kalırdı.
İşte nebevî ahlâk ile ahlâklanan bir gönül insanı, kendini yüreğinin uzanabildiği her yerde vazifeli addeder; muhtaçların imdâdına koşar; şefkat ve merhamet tevzî eder.
TASAVVUF: Bir arınma disiplinidir. Allah’tan uzaklaştıran her şeyden sakınarak takvâya erebilme yoludur. Nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir. Zira nefs; ancak büyük cihâd ile terbiye edilebilen, sırlarla dolu bir kuvvettir.
Hakîkaten nefs, iki uçlu bir bıçak gibidir; onun terbiyesi ihmâl edilirse mânevî hayata zehir saçar. Fakat terbiye ve disipline edildiğinde ise, Hakk’a vuslat yolunda kulun en kuvvetli bineği olur.
Nefis tezkiyesi, ehemmiyet ve zorluğuna binâen “
büyük cihâd” kabul edilmiştir. Bu tâbiri de Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, pek zorlu geçen Tebük Gazvesi’nden dönüşlerinde ifâde buyurmuşlardır. Bu gazvede ashâb-ı kirâm, bin kilometre gidip dönmüşlerdi. Yolculukta açlık, susuzluk gibi birçok çâresizlikler içinde kalındı. Sahâbenin âdeta şekli değişti, saçı sakalı birbirine karıştı, derileri kemiklerine yapıştı. Ashâb-ı kirâm bu hâlde iken Efendimiz (s.a.v.):
“–
Şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefsin hevâsı ile mücâhedeye dönüyoruz!” buyurdu. (Bkz. Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 73)
Tasavvuf da Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in tezkiye ve terbiyesi netice*sinde ashâb-ı kirâmın ulaştığı mânevî seviyeden nasiplenmeyi hedefleyen ulvî bir yolculuktur. Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîler elinde; nefsin terbiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.
TASAVVUF: “Îmân”ı “ihsan” gibi yüce bir ufka taşımanın diğer adıdır. “…
Dikkat edin! Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle mutmain olur (huzura kavuşur).” (er-Ra‘d, 28) âyeti muktezâsınca, her an Allah ile beraberliğin şuur ve idrâki içinde bulunmaktır.
TASAVVUF: Hayat ve kâinâta gâfilâne ve sathî bir nazarla değil, âdeta bir röntgen cihazıyla bakar gibi derûnî bir nazarla bakıştır. Bu vesîleyle her oluşun ve her hâdisenin iç yüzüne, hikmetine ve perde arkasındaki murâd-ı ilâhîye dikkat kesilen bir gönül derinliği kazanmaktır.
TASAVVUF: Teslîmiyet pınarından kana kana içe*rek her zaman ve me*kân*da Cenâb-ı Hakk’ın tak*dîrinden râzı olma ve O’nunla dost kalabilme sa*natıdır. Hayatın med-cezirleri, değişen şartları ve sürprizleri karşısında gönül muvâzenesini koruyup şikâyet ve sızlanmayı unutma ma*hâ*re*tidir.
TASAVVUF: Bir zühd eğitimidir. Esas hayatın âhiret hayatı olduğu idrâkine ererek fânî ve nefsânî arzulara gönül bağlamaktan kurtulmaktır.
TASAVVUF: Mânevî terakkîde belli bir olgunluk seviyesine ulaşmış mü’minlerin, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelerek onların ihtiyaç ve noksanlıklarını telâfîye çalışma mes’ûliyetidir.
Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanmaktır. Şefkat ve merhametin tabiat-ı asliye hâline gelmesi, Allah yolunda hizmetin bir hayat tarzına dönüşmesidir.
Hakîkaten tasavvufî terbiye ile rûhen kemâle ermiş kullar, kendi tekâmülleriyle yetinmeyip etraflarında kurtaracak başka ruhlar ararlar. Muhtaç ve muzdariplerin çilesiyle derinleşen kâmil mü’minlerin gönüllerinde âdeta bir mahşer kaynar. Bu yürek yanışı onları, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara hizmet aşkıyla doldurur. Gönüller bir rahmet dergâhı hâline gelir.
http://dergi.altinoluk.com/index2.php#sayfa=yillar&MakaleNo=d312s032m1