Sünni alim karşısında alınan yenilgi
Bu adam karşısında gerçek manada yenildiğimizin farkındaydık ve konuşabileceğimiz başka bir şey kalmadığı için dönmeye karar verdik...
İkinci gün sabah namazından sonra Şeyh, tevazu ve ihtiramla bize yöneldi. Bize istediğimiz konuda yardımcı olabileceğini, bir sıkıntımızın olması durumunda elinden gelen her şeyi yapabileceğini söyledi. Onun bu sözlerini fırsat bilerek daha önceden ittifak ettiğimiz konulardan biri olan mezhepler arası yakınlaşma sempozyumları hakkındaki görüşünü sorduk.
Şehy Mevlana konuşmasına gayet sakin bir şekilde başlayarak şöyle dedi: “Her ne kadar bu sempozyumların bazı olumlu yönleri olduğunu kabul etsem de, sempozyumları derinlemesine incelediğim zaman çok fazla ümitvar olamayacağımızı düşünüyorum. Bu alanda yapılan çalışmaların, Şia ve Sünnet Ehli arasında gerçek manada bir birlikteliği sağlaması çok zor gibi görünüyor”.
Şeyh daha sonra konuşmasına şöyle devam etti: “Her şeyden önce şunu anlamamız gerekiyor; Şiiler, Ehli Sünnet'in mukaddesatına dil uzatmaktan vazgeçmediği sürece iki mezhep arasındaki bu birliktelik gerçekleşmeyecektir. Şia mezhebi, her şeyden önce Ehli Sünnet'in inancına saldırmaktan ve sahabe hakkında ileri geri konuşmaktan vazgeçmelidir. Şia’nın bu konudaki tutumu, mezhepler arası yakınlaşma sempozyumlarına gölge düşürmektedir”.
Bu toplantıda, bir grup hoca ve öğrenci de vardı. Onlardan bazıları da ara ara sohbetimize katılarak görüşünü beyan etmeye çalışıyordu. Bunlardan biri yüzünde hiçbir korku belirtisi olmadan şöyle dedi: “Eğer İslam ülkesi olduğumuzu, bu ülkede İslami kuralları uyguladığımızı iddia ediyorsak, bana söyler misiniz, hangi hak ve fetvayla Meşhed'deki Şeyh Feyz Muhammed Camii'ni (1) yıkıp yerine park yapıyorsunuz?!”
Seyyid Fatimî bu soruya cevap vererek, caminin bulunduğu yerin İmam Rıza’nın türbesinin vakfiyesinden olduğu için yıkıldığını söyledi.
Şeyh Mevlana bu açıklamaya kızarak şöyle dedi: “Sence, insanların namaz kıldığı, Kur’an okunduğu bir yerin orada bulunması ve bu sayede İmam Rıza’nın da sevaba nail olması mı daha hayırlıdır yoksa sizin, Allah’ın evini yıkarak o yeri, Allah’ın en şerli mahluklarının uğrayarak, ahlaksızlığın en kötüsünü sergiledikleri bir yer haline getirmeniz mi daha hayırlıdır?!
Siz tüm medya organlarıyla, sabahtan akşama kadar Ehli Sünnet'in kutsal değerlerine saldırırken hangi hakla mezhepler arası yakınlaşmadan, birlikten bahsedersiniz?!
Bir taraftan birlik çağrılarında bulunurken diğer taraftan İslam devletinin başkenti olan Tahran’da, Ehli Sünnet'in tek bir camii inşa edip orada Allah’a ibadet etmelerine izin vermeyişinizi hangi makul temellere dayandırıyorsunuz?! (2)
Allah rızası için söyler misiniz? Siz tüm bunları yaparken bizim yakınlaşmamız nasıl mümkün olabilir?!
Üzerinde ittifak edebileceğimiz temel konulara, siz sabahtan akşama kadar ihanet ederken, bir araya gelmemiz nasıl mümkün olabilir?!
Birlik, yakınlaşma olarak adlandırdığınız bu güzel sözlerin, siyasi hedeflerinizi gerçekleştirmek için kullandığınız güzel cümlelerden ibaret olduğunu siz benden daha iyi biliyorsunuz…”
Bu görüşmemiz yaklaşık bir saat kadar sürdü, daha sonra Şeyh dersine gitmek için izin isteyerek çıktı. Biz ise, görüşmemize devam edebilmek için bir sonraki günün yolunu gözlemeye başladık.
Aynı günün akşamı aslında önemli olmayan ancak bizi biraz üzen bir olay oldu. Seyyid Fatimî, Şia âlimlerine has cüppesi ve sarığıyla misafirhaneden çıkınca, üzerinde uzun Arap elbisesi bulunan yaşlı bir adam, su ibriğini Seyyid Fatimî’ye uzatarak “Buyur suyunu al, sarıklı müşrik” dedi.
Seyyid Fatimî ve tüm heyetin üyeleri, bu olay karşısında çok üzüldük. Bu olayı, bize karşı işlenmiş ağır bir hakaret olarak değerlendirdik. Böyle ağır bir hakaret karşısında susmamız mümkün değildi. Yaşadığımız olay karşısında o kadar etkilenmiştik ki sabaha kadar gözlerimize uyku girmedi.
Üçüncü günün sabahında, Şeyh Mevlana’ya yaşlı adamın bize yaptıklarını haber verdik ve bize karşı yapılan bu haksızlık karşısında çok üzüldüğümüzü ifade ettik. Şeyh, bu olaya çok üzüldü ve bizden özür diledikten sonra şöyle dedi: “Bu gibi davranışlar İslam’ın ruhuna, davet şekline uymayan ve bizi hedefimizden alıkoyan yanlış davranışlardır. Ne yazık ki cehalet ve İslami terbiyenin eksikliğinden dolayı, toplumumuzda bazen hoş olmayan manzaralarla karşılaşıyoruz. Ehli Sünnet'ten kardeşlerimiz de geleneksel elbiseleriyle Şia’nın yoğun olduğu yerlere gittiklerinde, buna benzer davranışlarla karşılaşıyorlar. Onları gören bazı Şiiler onlarla alay ediyor ve onlara Ömer’in Sünnileri lakabını takıyorlar…”
Böylece Şeyh tüm heyet üyelerinden özür diledi, cahil bir insanın yaptığı bir yanlışı fazla kafaya takmamamızı rica etti. Kahvaltı yaptıktan sonra Şeyh Mevlana, sorularımıza cevap vermek için hazır olduğunu söyledi.
Arınma ayetleri ve imamların masumiyeti konusunda konuşmak istediğimiz önemli konular vardı. Yine Ali (r.a)’ın Allah Teâlâ tarafından halife olarak tayin edilmesi, Ğadir Hum’da yaşananlar ve Fatma (r.anha)’nın şehadeti konuşmak istediğimiz konular arasındaydı.
Bu oturumda, sadece arınma ayetleri üzerinde konuşmaya karar verdik. Allah Teâlâ Ahzab Suresi'nde şöyle buyurmaktadır: “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister.” (3) (Ahzab: 33)
Şeyh'ten, Ehli Sünnet ve Şia arasında uzun tartışmalara sebep olan arınma ayetini yorumlamasını istedik. Şeyh kısaca, Rasûlullah (sav)’in eşlerinin Ehli Beyt’ten olduklarını ve ayeti kerimeden bunun dışında bir mana çıkarmanın mümkün olmadığını söyledi. Arkadaşlarımızdan birisi Şeyh Mevlana’ya Ayşe (r.anha) hakkındaki görüşünü sordu.
Şeyh çok sade bir üslupla konuşmasına devam ederek şöyle dedi: “Ayşe (r.anha), Rasûlullah (sav)’in eşiydi ve Allah Teâlâ, Rasûlullah (sav)’in eşleri hakkında şöyle buyurmaktadır: “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah'ın Kitabı'na göre, (mirasçılık bakımından) birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır. Bunlar Kitap'ta yazılı bulunmaktadır.” (Ahzab: 6) Doğal olarak bu ayeti kerimeden de anlaşılacağı gibi, Ayşe (r.anha) mü’minlerin annelerinden bir annedir”.
Şeyh daha sonra, Ayşe (r.anha)’nın ailesinden bahsetmeye başladı. Biz ise o esnada oturmuş, sesiz bir şekilde onu dinliyorduk. Şeyh konuşmasına şöyle devam etti: “Ayşe (r.anha), Ebu Bekir (r.a)’ın kızıdır. Kendisine “Sıddıka” künyesi takılmıştı. Babası, Rasûlullah (sav)’in halifesi ve Ondan sonra mü’minlerin yöneticiliğini yapmış ilk insandı. Ebu Bekir (r.a), aynı zamanda Rasûlullah (sav)’in hicret esnasında mağaradaki arkadaşıydı ve Allah Teâlâ bu olay hakkında şöyle buyurmaktadır: “Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu.” (Tevbe: 40) Annesine gelince, ismi Ummu Rumman’dır. Ayşe (r.anha)’nın soy ağacı, sekizinci dedede Rasûlullah (sav)’in soy ağacıyla birleşmektedir. Ayşe (r.anha), Ebu Bekir (r.a) b. Ebu Kuhafe Osman b. Amr b. Kab b. Sad b. Teym b. Murra b. Kab et-Teymî’nin kızıdır.
Muhammed (sav)’in nesebi ise şöyledir: Muhammed (sav) b. Abdullah b. Haşim b. Abdulmenaf b. Kusay b. Murra b. Kab et-Teymî.
Rasûlullah (sav), Ayşe (r.anha)’yla evlendikten sonra kendisine şöyle dedi: “Seni rüyamda gördüm. Melek seni ipek içerisinde getirdi ve bana “Bu senin eşindir” dedi. Melek senin yüzünü açınca bir anda seni karşımda gördüm.” (4)
Havle (r.anha), Ayşe (r.anha)’yı Rasûlullah (sav) için istedi. Böylece Allah Teâlâ’nın inayetiyle Ayşe (r.anha), Rasûlullah (sav)’ın eşi oldu.
Şeyh daha sonra Ayşe (r.a)’nın ilmi ve sahabe arasındaki yeri hakkında konuşarak şöyle dedi: “Ayşe (r.anha), sahabenin önde gelen âlimlerinden ve Rasûlullah (sav)’in mirasını ümmete taşıyan en önemli şahsiyetlerden kabul edilir. Aynı şekilde o (r.anha), Rasûlullah (sav)’in eşlerinin ve bu ümmetin kadınlarının içinde en bilgilisidir. İmam Zührî, Ayşe (r.anha) hakkında şöyle demektedir: “Eğer Ayşe (r.anha)’nın ilmi toplansa Rasûlullah (sav)’in tüm eşlerinin ve bu ümmetin tüm kadınlarının ilminden daha üstün gelir.” (5)
Şeyh daha sonra Rasûlullah (sav)’in, Ayşe (r.anha)’ya verdiği değerden bahsetti: “Rasûlullah (sav), ona çok değer verir ve eşleri arasında en çok onu severdi. Rivayet edildiğine göre bir defasında Rasûlullah (sav)’e: “En çok kimi seviyorsun?” denildiğinde “Ayşe” dedi. “Daha sonra kimi seviyorsun?” dediklerinde “Babası” dedi.” (6)
Şeyh, arınma ayeti, Rasûlullah (sav)’in eşleri ve özellikle Ayşe (r.anha) hakkında iki saate yakın konuştu. Ne yazık ki benim kalemim, Şeyh Mevlana’nın ayeti açıklarken takip ettiği ilmi yöntemi, onun güzel üslubunu olduğu gibi yansıtmaktan acizdir. Şeyh sadece ayeti anlatmakla kalmamış, ayete bağlı olarak akla gelebilecek tüm detayları güzel ve ilmi bir şekilde açıklamıştı.
Bu görüşmeye gelirken sadece arınma ayeti hakkında konuşacağımıza ve başka soru sormayacağımıza dair heyet olarak kendi aramızda karar almıştık. Ancak Şeyh Mevlana’nın ilmi konuşması karşısında aciz kalmış ve kendimizi tutamayarak daha sonraki oturumlarda sormayı düşündüğümüz birçok soruyu sormaya başlamıştık.
Ben hilafet konusunu gündeme getirerek, Ali (r.a)’ın ilk halife olacağına dair kesin nasların bulunduğunu ancak, diğer üç halifenin bu nasları ve Rasûlullah (sav)’in bu konudaki vasiyetini görmezden gelerek Ali (r.a)’ın hakkını gasp ettiklerini söyledim.
Şeyh gayet sakin bir şekilde bana döndü ve “Hangi nastan, hangi vasiyetten, hangi ayrılıktan ve gasptan bahsediyorsun?!” dedi.
Dedim ki: “Rasûlullah (sav), Ğadir Hum bölgesinde tüm sahabesini topladı ve Ali (r.a)’ın elini kaldırarak “Ben kimin “mevlası” isem Ali de onun mevlasıdır…” dedi.
Şeyh dedi ki: “İyi de siz “mevla” kelimesinden ne anlıyorsunuz?”
Dedim ki: “Mevla, halife manasına gelir”
Şeyh bunun üzerine bir sürü sözlük ismi saydı, bu sözlüklerin mevla kelimesini nasıl yorumladıklarını açıkladı ve şöyle dedi: “Eğer Rasûlullah (sav), Ali (r.a)’ı kendisinden sonra halife olarak tayin etmek istiyor idiyse neden bu kadar karmaşık, bir çok manaya gelen ve insanları çıkmaza sokacak bir kelime kullansın?! Rasûlullah (sav), Arapların dilini en iyi şekilde kullanan bir insan olarak “Ey insanlar! Ben Allah’ın peygamberi olarak Ali’yi kendimden sonra halife ve veli olarak tayin ediyorum” demesin?!”
Bu sözler karşısında söyleyecek bir şey bulamadım. Arkadaşlarım, Şia kitaplarından ezberledikleri delillerle Şia mezhebinin doğruluğunu ispatlamaya ve bu konuda bildikleri her şeyi ortaya koymaya çalıştılar. Ancak arkadaşlarımın sundukları tüm deliller yorumdan öte geçmiyordu. Buna karşılık Şeyh, bu yorumlara bir bir karşılık veriyor ve bu yorumların Kur’an-ı Kerim’in hangi ayetiyle, nasıl çakıştığını bir bir anlatıyordu.
Daha sonra Şia inancında önemli bir yeri bulunan, sahabenin dinden dönmesi konusunu gündeme getirdik. Bu soru üzerine Şeyh, heyetimizin reisi Seyyid Fatimî’ye dönerek şöyle dedi: “İlim havzalarınızda başarı oranının ne olduğunu bana söyleyebilir misiniz?”
Seyyid Fatimî dedi ki: “Başarı oranımız %97–98 civarındadır”.
Bunun üzerine Şeyh ellerini kaldırdı ve şöyle dedi: “Rabbim sana hamdolsun. Yeryüzünde ne garip şeylerle karşılaşıyoruz. Bu insanlar, sahip oldukları bu bâtıl inançlara rağmen başarı oranlarının %97–98 olduklarını söylüyorlar. Buna karşılık, Allah’tan vahiy alan masum Peygamber’in hidâyetine vesile olduğu yüz binden fazla sahabenin hepsi dinden dönüyor ve geriye sadece birkaç kişi kalıyor!!”
Şeyh daha sonra şöyle dedi: “Allah rızası için ağzınızdan çıkan sözleri kulaklarınız duyuyor mu?! Sizin bu yaptığınız Rasûlullah (sav)’e ihanet, onun davet ve eğitim metodunu hiçe saymak değil mi? Rasûlullah (sav)’in yetiştirip terbiye ettiği insanların, O'nun (sav) vefatından sonra, sadece biraz dünya malı için, dinden döndüklerini nasıl iddia edebilirsiniz?!
Onlar, dünyada sahip oldukları her şeyden vazgeçmişken, bu uğurda canlarını, mallarını, siyasi konumlarını feda etmişken, hangi akli selim bu dediklerinizi doğrular?!
Onlar, bu dinin sancağını göklere yükselttiler, bu uğurda her türlü zorluğa katlandılar.
Ya Rabb! Bu insanlara ne oluyor, neden biraz düşünüp sahabeye sövmekten, onlara iftira etmekten ve onları küfürle itham etmekten vazgeçmezler?! Neden söyledikleri sözler hakkında biraz durup düşünmezler?! Vallahi, eğer biraz düşünmüş olsalar, söyledikleri sözleri gözden geçirebilseler, hakikati anlar ve söylediklerinden dolayı utanırlardı. Onlar, Kur’an’ın “Allah onlardan razı olmuştur ve onlar da Allah’tan razı olmuşlardır” ayetini hiç mi okumazlar?! Allah Teâlâ onlardan razı olduğunu söylerken, onların ileride ne yapacaklarını bilmiyor muydu?!
Eğer Allah’a, ahiret gününe inanıyorsanız ve bu insanların Rasûlullah (sav)’e ihanet ettiklerini, dinden döndüklerini iddia ediyorsanız, o zaman şu ayeti kerime hakkında ne diyeceksiniz: “Öne geçen ilk Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (Tevbe:100)
Kendilerini Şia olarak tanımlayan, Rasûlullah (sav)’in ehli beytini sevdiklerini iddia eden insanlar, yukarıdaki ayet hakkında ne söyleyecekler?! Yoksa bu ayeti yalanlayacaklar mı?
Muhacir ve Ensar, Rasûlullah (sav) vefat edene kadar onunla beraber mücadele ettiler. Ebu Bekir, Ömer, Talha, Zubeyr, Abdurrahman b.Avf… Bunların her biri, Rasûlullah (sav)’in yanından hiç ayrılmadılar…"
Bu tartışma iki saat kadar devam etti. Bu tartışma sonucunda her şeyimizi kaybettiğimizin farkındaydık. Gerçekte bir şeye sahip olamadığımızın farkına varmıştık. Sahip olduğumuz değerleri savunabilmek için sunabileceğimiz her hangi bir delil kalmamıştı. Duygularımız, savunduğumuz birçok değerin esası olmadığını bunların İslam düşmanları tarafından ileri sunulmuş, içi boş iddialar olduklarını söylüyordu.
Bu adam karşısında gerçek manada yenildiğimizin farkındaydık ve konuşabileceğimiz başka bir şey kalmadığı için dönmeye karar verdik. Bundan dolayı, Seyyid Hüseynî’yi arabayı çağırması için gönderdik.
Hiç beklemediğimiz farklı bir insanla karşılaşmış, ondan çok şey öğrenmiştik. Kendi aramızda yaptığımız konuşmalarda Şeyh hakkında şu konularda ittifak etmiştik:
1- Arınma ayeti hakkındaki muazzam yorumu
2- Yaptığımız tüm oturumlarda Şeyhin etkisiyle gayet güzel ilmi tartışmalar yapılması
3- Şeyh’in, özelde Kur’an ilimleri genelde İslami ilimlerde olağanüstü bir birikime sahip olması
4- Şeyh’in akidevi konularda çok net olması
5- Şeyh’in, tüm bunların yanında sahip olduğu züht ve takva
6- Şeyh’in, başta Fatma (r.anha), Ali (r.a), Hasan ve Hüseyin (r.a) olmak üzere Ehli Beyt’e karşı sahip olduğu muazzam sevgi.
Beluçistan’da işlerimizi bittirdikten sonra Kum’a döndük. Kum’a vardığımızda, yaptığımız geziyle ilgili kapsamlı bir raporu, bazı kasetleri havzanın yönetimine sunduk ve yaptığımız tartışmalarda başarılı olamadığımızı tüm detaylarıyla anlattık. Havzanın yönetimi her zaman olduğu gibi bize şöyle dedi: “İşte çözüm noktası burasıdır. Ehli Sünnet'in, Ehli Beyt'e ve Ali (r.a)’ın ailesine karşı beslediği kin yeni değil, tam tersine bu kinin kökeni çok eskiye dayanmaktadır. Bu gezinin belli bazı hedefleri vardı.”
Her ne kadar başarılı olamadığımızı ve beklediğimiz sonucu alamadığımızı söylesek de, onlar bu gezimizi başarılı olarak kabul ederek şöyle dediler: “Sizin elde ettiğiniz sonuçları, eğitim programını hazırlarken göz önünde bulunduracağız. Doğal olarak sizin bu gezinizin çok faydalı sonuçları olacaktır.”
Aslında bu sözler, bizi avutmaktan, içinde bulunduğumuz manevi çöküntüden kurtarmak için söylenmiş sözlerden başka bir şey değildi. Psikolojimizin düzelmesi için bize cesaret ödülü verildi. Sadece bana, bu yolculukta yaptığım başarılı çalışmadan dolayı elli bin tümen verdiler!! Ancak ne bu ödülün ne de güzel sözlerin bize bir faydası yoktu…
Havzaya sunduğumuz raporda, daha çok havza yönetimini eleştiriyor, onların eğitim metodunu ve üzerine iyice düşünülmeden hazırlanmış programlarını gözden geçirmelerini talep ediyorduk. Buna karşılık havzanın yönetimi, bu yolcululuğumuzun bir araştırma gezisi olduğunu, Şeyh Mevlana’nın zayıf noktalarını ortaya çıkardığını, Şeyh Mevlana’nın tartışmasının ilmi herhangi bir yönü bulunmadığını iddia etti.
Havza yönetimi her ne kadar bu yolculuğun başarılı olduğunu kabul etse de bizim, Şeyh’le birebir yaptığımız tartışmalarda başarısızlığımızın sorumluluğunu kendisi yüklendi. Havza yönetimine göre bizim başarısız oluşumuzun sebebi, genç oluşumuz ve bu gibi tartışmalarda tecrübesiz olmamızdı.
Her şeye rağmen kalbim bir türlü mutmain olmuyordu. Yolculuğumuzu ne zaman gözden geçirsem içimden bir ses, bu yenilgimizin hayırlı bir tarafı olduğunu, benim gerçeği görmek adına böyle bir olayı yaşamam gerektiğini söylüyordu. Yaptığımız bu yolculuğun etkileri uzun süre zihnimde canlı kaldı. Şeyh Mevlana’yla yaptığımız tartışmaları hatırladıkça, araştırma ve içinde bulunduğum durumu gözden geçirme ihtiyacı hissediyordum.
Araştırmalarıma yoğunlaştıkça, içinde bulunduğumuz yanlışları bir bir görüyor ve uzaklaşıyordum. Belli bir süre sonra, artık eski bulunduğum yerde durmadığımı, birçok yanlıştan uzaklaşarak güvenli bir sahile doğru yaklaşmaya başladığımı fark ettim. Aslında bendeki bu değişimin, çevremdeki herkesin sahip olduğu düşüncelerden uzaklaşmamın bana pahalıya mal olacağının farkındaydım. Ancak, elde ettiğim gerçeklere de göz yummam mümkün değildi…
Dipnotlar:
(1) Şeyh Musa Kerembur bu camiyle ilgili olarak bir kitap yazdı. Bu kitabı okuyan insan yaşadıkları karşısında gözyaşlarına hâkim olamaz.
(2) Tahran’da Ehli Sünnet'in sayısı elli binden daha fazladır, buna rağmen tek bir camii yapmalarına izin verilmemektedir. Ehli Sünnet'ten bir grubun camii yapmak için satın aldığı bir yer devlet tarafından ellerinden zorla alındı. Devlet aynı şekilde caminin yapımı için toplanan paralara da el koydu.
(3) Şia bu ayetteki Ehli Beyt lafzıyla sadece Ali (r.a), Fatma (r.anha), Hasan (r.a) ve Hüseyin (r.a)’ın kastedildiğini, Rasûlullah (sav)’in eşlerinin bu ayetin kapsamı dışında olduklarını iddia etmektedir. Ancak Ehli Sünnet, Ehli Beyt lafzının daha kapsayıcı olduğunu, bu kavramın aile manasına geldiğini, doğal olarak Rasûlullah (sav)’in eşlerinin de bu ayetin kapsamında olduklarını söylemektedir. Kur’an-ı Kerim'deki başka ayetler de Ehli Sünnet'in bu görüşünün doğruluğunu onaylamaktadır. Örneğin; Musa (a.s), Tur dağına çıkacağı zaman yanında ne damadı ne de torunları vardı buna rağmen “Ehline (ailesine) bekleyin dedi” (Taha: 10). Ehl kelimesini sadece damat ve torunlarla sınırlamak Kur’an’a ters düşen çok büyük bir hatadır ve ayeti kerimeden Rasûlullah (sav)’in eşlerinin kötü insanlar olduğuna ve Ehli Beyt'ten olmayacaklarına dair herhangi bir mana kesinlikle çıkmamaktadır. Allah Teâlâ onları bu ayetle kötülükten temizlemekten öte, makamlarına yakışacak bir şekilde üstün ve güzel olanı tercih etmeye çağırmaktadır. Aslında bu anlattıklarımız o kadar da karmaşık şeyler değil. Ahzab Suresi'ndeki bu ayetten önceki ve sonraki ayetleri bütüncül bir şekilde okuyan sıradan bir insan, bu söylediklerimizi kendiliğinden kavrayacaktır. Ali (r.a), Fatma (r.anha), Hasan (r.a) ve Hüseyin (r.a)’ın bu ayetin kapsamına girmesi ise Ayşe (r.anha) tarafından rivayet edilen hadisle sabit olmuştur. Bu konuda daha detaylı bilgi edinmek isteyen kardeşlerin Dr. Seyyid Abdulhadi Hüseynî’nin “Ayetu Tathir ve Alakatuha Bi-Ismeti'l Eimme" eserine başvursun.
(4) Buharî (3832 Numaralı hadis)
(5) “El-İsabe fi temyizi es-Sahabe” İbni Hacer (8/18)
(6) Buhari (3462 numaralı hadis)
Devam edecek...
Gelecek bölüm: Allah'ın Evi'ne yolculuk