Şiilikten Ehli Sünnete: Murteza Radmehr'in Hatıraları

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Pakistan’a Hicret ve Suikast Girişimleri

Hapishaneden kaçtıktan sonra

Hapishaneden kaçtıktan sonra, artık İran’da çalabileceğim tek bir kapı kalmamıştı. Bunun üzerine İran Beluçistan’ına oradan da Pakistan Beluçistan’ına geçmeye karar verdim. Bu yolculuğumun her safhası tehlike ve zorluklarla doluydu.

Pakistan’a vardığımda gidebileceğim hiç kimse olmadığı gibi, insanlarla iletişim kurabilmek için Urduca, Beluçice veya Peştuca bir tek kelime de bilmiyordum. Diğer taraftan Amerika’nın Taliban ve el-Kaide’ye yönelik başlattığı savaştan dolayı Pakistan’da çok sıkı güvenlik önlemleri vardı. Tüm bunlar ise benim için işi daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmişti.

Hangi dini medresenin kapısını okumak için çalsam beni geri çeviriyorlardı. Hatta bazı durumlarda benim camide oturup dinlenmeme bile izin vermiyorlardı. Onların dilini bilmediğim için derdimi anlatmam da mümkün olmuyordu. Bundan dolayı, günlerce Pakistan ve İran arasındaki çöllerde, dağlarda yaşamak zorunda kaldım. Bu süre içinde tek arkadaşım kurt, tilki gibi dağdaki vahşi hayvanlardı.

Pakistan ve İran sınırındaki köyleri bir bir dolaşıyordum. Bazen istihbarat güçlerinin beni takip ettikleri hissine kapılıyor, tekrar dağlara sığınıyordum. Dağlardaki vahşi hayvanlar bile istihbarat ve lanetli işkence odalarından daha güvenliydi. Böylece, günlerce zorluk içinde dolaşıp durdum.

Pakistan’da uzun bir süre kaldıktan ve dolanıp durduktan sonra İran’daki eski bir arkadaşımı aradım, ona içinde bulunduğum zor durumu sıhhi problemlerimi anlattıktan sonra adresimi vererek bana yardımcı olabilmesi için bir şeyler yapmasını istedim.

Ancak arkadaşım beni hayal kırıklığına uğrattı. Bunu neden yaptığını bilmiyorum, acaba baskı altında mıydı? İstihbarat adına mı çalışıyordu?! Ya da ona büyük bir miktar para mı verildi?! Bunların hiç birini bilmiyorum. Arkadaşım, benim verdiğim tüm bilgileri İran istihbaratına vermiş ve benim tüm anlattıklarımı onlara bildirmiş. Bunun üzerine istihbarat da üzerine düşeni yaparak bana suikast düzenlemek üzere bir grup adamını üzerime göndermişti.

Benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Bir akşam kendisine sığındığım camide namaz kılmak için abdest alırken Afganlı biri içeri girdi ve bana selam verdikten sonra: “Sen İranlı mısın?” dedi. Bana yardımcı olacak birini bulduğumu düşünerek, biraz konuştuktan sonra kendimi tanıttım ve Afganlı gence işkencelerin hediyesi olan sağlık problemlerimi, kullandığım ilaçların bittiğini haber verdim.

Afganlı genç ilaçları alabileceğimiz bir yer bildiğini söyledi. Dışarıda ticari bir taksi, birkaç yolcusuyla beraber bekliyordu ve hava oldukça karanlıktı. Bundan dolayı, arabadakileri gözlemleme imkânım olmadı. Biraz ilerledikten sonra arakmdan bir ses: “Seyyid Radmehr! Tahran’dan seni almak için geldim. Bana bir problem çıkarma ve adam gibi benimle gel…” dedi.

Arkamda duyduğum ses amcam Ferşid Radmehr’in sesiydi. Tuzağa düşürüldüğümü anladım. Bunun üzerine kaçmak için bir fırsat bulurum umuduyla onlarla kavga etmeye başladım. Bu esnada amcam elindeki bıçağı bana saplayarak şöyle dedi: “Baban dedi ki; "Eğer onu diri getiremezseniz bana onun başını getirin.” Daha sonra amcam üzerime yakıcı bir asit döktü. Amcamın bıçak darbeleri sonucu elimi yaralamış ve boynumdan ağır bir yara almıştım. Buna rağmen onlarla kavga etmeye devam ettim. Bir ara şoföre vurdum, bunun üzerine araba yoldan çıktı ve bir yere çarparak durdu. Araba durunca dışarı çıktım ve onlarla sokak ortasında kavgaya tutuştum. Sokak ortasında kavgaya tutuşunca insanlar etrafımızda toplanmaya başladılar. Bunun üzerine Urduca'dan öğrendiğim birkaç kelimeyle “Ben Sünniyim ve bunlar Şiiler, beni öldürmeye çalışıyorlar” dedim. Orada bulunan insanlar araya girerek beni kurtardılar ve onlar hemen olay yerinden kaçarak uzaklaştılar.

Oradaki insanlar beni hemen hastaneye götürdüler. Hastanede uzun süre yoğun bakımda kaldım ve yaralarım iyileşince hastaneden çıktım. Ancak bu saldırı üzerimde çok olumsuz etkiler bıraktı. Devamlı bir şekilde bayılıyordum ve sağlık durumum gittikçe kötüye gidiyordu. Sık sık sağlık merkezlerine gitsem de param olmadığı için beni pek önemsemiyor ve gerekli tedaviyi yapmıyorlardı. Uzun uğraşlar sonucu yaptırabildiğim tahlillerde beynimde tümör olduğu tespit edildi.

İran ve Pakistan Beluçistanlarında yaşadıklarım, sağlık problemlerim, içinde bulunduğum psikolojik durum, acı ve sayfalarca yazı gerektiren zor günlerdi. Bundan dolayı, bu kadarıyla yetinerek hayat hikâyemi burada bırakıyorum. Umarım Kıyamet Günü amel defterlerimiz verildiğinde bu zorlu günler yolumu aydınlatan birer nur olur ve o gün övünerek Rabbimin şu ayetlerini okurum: “Alın, kitabımı okuyun. Doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum” dedikten sonra şu safhaya geçerim: “Artık o, hoşnut kalacağı bir hayat içindedir, Yüce bir cennettedir. O cennetin meyveleri sarkmış haldedir. (Onlara) geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yiyin, için (denilir).” (Hakka: 19–24)

Devam edecek...

Gelecek bölüm: Son söz
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Son Söz

Taklidin karanlıklarına gömülenlere çağrı

Değerli okuyucu kardeşim!

Senin de gördüğün gibi, benim herhangi bir mezhep veya herhangi siyasi bir çevreyle ilişkim bulunmamaktadır. Ben, hiçbir siyasi veya mezhebi şahsiyete tâbi olmadım. Aynı şekilde benim yazdığım bu satırlar herhangi siyasi bir görüşe veya cemaatin fikirlerini kabullenmeye çağırmamaktadır. Tam tersine burada yazdıklarımın hepsi, sadece yaşadıklarımı serdetmekten ibarettir. Benim tek hedefim, tanınması gereken yüzlerin bilinmesidir. Zulme ve körü körüne taklide başkaldırarak hür bir şekilde inandıklarını yaşamak isteyen her insanın dileklerine tercüman olmaktır.

Taklidin karanlıklarına gömülmüş kardeşlerime çağrım, başlarını içine gömdükleri derin, karanlık dehlizlerden çıkarıp toplumlarındaki gerçekleri görmeleri, hakikatin takipçisi olmalarıdır. Hidayetin kapıları herkese açıktır ve ben, bu tecrübeyi yaşamış bir insan olarak yaşadıklarımı sana sunuyorum. Yaşadıklarımı bu kitapta anlatırken hedefim kesinlikle bu yolun zorluğunu sana anlatmak değil. Tam tersine hedefim, yaşadığım tecrübelerin hidayet yolunda yürüyen kardeşlerime bir meşale görevi görmesi, bu tecrübelerden ders çıkarılması ve hidayet yolunda yürüyen kardeşlerin benim gibi hamasi davranmak yerine toplumlarının gerçeklerini göz önünde bulundurarak güvenli sahile doğru ilerlemeleridir.

Şunu çok iyi kavramamız gerekir: Cennete giden yol zorluklarla doludur ve Müslüman, hidayet yolunda ilerlerken imtihan olunmak için bu zorluklarla karşılaşıp, onlara karşı mücadele etmek zorunda kalacaktır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve onunla birlikte inananlar "Allah’ın yardımı ne zaman?" diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara: 214)

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? And olsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebut: 2-3)

Bu kitabı yazdığım vakitler, elimde ilmi kaynaklar bulunmadığı için yer yer değindiğim fıkhı konuların detaylarına giremedim. Aynı zamanda yaşadığım olaylardan bahsederken birçok konuya genel manada değinmeye, bana yardımcı olan bazı şahısların ve gittiğim bazı yerlerin isimlerini vermemeye özen gösterdim. Çünkü bu kardeşlere bir zararın dokunmasından korktum.

Kitabımın sonuna gelirken yazdıklarımı şu başlıklar altında yeniden özetlemek istiyorum:

1- Doğumdan üniversiteye kadar geçen dönem

Daha önce de değindiğim gibi Şii bir ailede dünyaya geldim. Annem ve babamın her ikisi de meşhur iki doktordular. Annem kalp alanında uzman bir cerrahtı. Babam ise beyin cerrahıydı ve her ikisi de üniversitede öğretmendiler.

Babam uzun süre ülke dışında yaşadığı için, kendisini Hüseyin (r.a)’ın soyundan kabul eden annemin gözetimi altında uzun süre yaşadım. Anne tarafım Şia mezhebine ve mezhebin kurallarına sıkı sıkıya bağlılığıyla tanınıyordu.

Dini havzalarda Hücetu’l İslam mertebesine yükselene kadar okudum ve Hücetu’l İslam oluşumu simgeleyen sarığımı Feyziye Havzası'nda giydim. Bu sürece kadar Şia mezhebinin tüm kurallarına sıkıca bağlıydım. İster dini, ister modern olsun tüm derslerimde başarılıydım ve genellikle ilk sıralardaydım. Derslerimdeki başarılarımdan dolayı, öğretmenlerimin ve havza yönetiminin bana karşı özel bir ilgisi vardı. Bundan dolayı çoğu zaman yapılacak konuşmalar, ilmi araştırmalar ve münazaralarda benim ismim ilk sıralarda yer alırdı.

2- Mezhep ve akidevi düşüncelerin değişmesi

Bu kitapta, inançlarım konusunda beni detaylı bir araştırmaya iten asıl sebepten bahsettim ve Şia inancının sağlam temeller üzerine kurulmuş bir mezhep olmadığı sonucuna nasıl ulaştığıma yer verdim. Yaptığım araştırmalar sonucunda, Şia inancının bir düşünceyi yansıtmaktan daha çok, siyasi olaylardan yola çıkarak bir araya getirilmiş, İslam’la alakası olmayan bir sürü bid'at ve kişisel menfaatler üzerinde kurulmuş bir inanç şekli olduğunu anladım. Ve bu gerçekleri, uzun süren araştırmalar sonucunda fark ettim. Tüm bunları yaparken dünyevi hiçbir hedefim yoktu, tek isteğim Rabbimin rızasına nail olmaktı.

Benim bu dünyadan ayrılmadan önce Rabbimden iki dileğim var:

Birincisi; Rabbimden dileğim, değerli kardeşlerim Muhammed Rıza Musayi, Ali Rıza Muhammedî ve Aristo Radmehr’i şehitler kafilesinden yazması ve beni de şehit olarak onların kafilesine katarak hiçbir gölgenin olmadığı günde gölgesinde gölgelendirmesidir.

İkincisi; Rabbimden dileğim, başta anne-babam olmak üzere, dalaletin karanlığında yaşayan, bir sürü bid'ati din zanneden bu insanlara hidayet etmesi ve onları doğru yola iletmesidir. O’nun her şeye gücü yeter ve O, bolca hidayete erdirendir: “Allah kullarını esenlik yurduna çağırır ve O, dilediğini doğru yola iletir.” (Yunus:25)

Eğer bu dünyada biraz daha yaşamam murad edilmişse Allah’tan dileğim, bu vakti sabır, sebat, iman ve takvayla geçirmemi sağlamasıdır. Ey Allahım! Sana özlemle kavuşmayı bekleyen bu kulunu rahmetinden ve mağfiretinden esirgeme. Sen her şeye güç yetirensin.

Bana Allah yeter; O ne güzel vekildir, O ne güzel destekleyicidir…

Ve son olarak benim için birçok zorluğa katlanan Ebu Abdullah’a teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

Değerli okuyucu kardeşim!

Bu kitabımı Şii kardeşlerim, gerçeğe ulaşmak isteyen yeni nesil, bâtıl ehlinin oyunlarından yorulan ve dünyanın her yerinde din tacirlerinin oyunlarına gelmek istemeyen herkes için yazdım. Ben kendimi, hakikati arayanların hizmetine adadım. Hakikate ulaşmak isteyen, doğru yolu bulmaya çalışan kardeşlerimin yardımına koşmaya, üzerime düşen her şeyi, her zaman yapmaya hazırım.

Şu ana kadar doğru yola ulaşmak için yaptığım çalışmaları şu isimler altında kitaplaştırdım:

1- Mut’a nikâhı ve bu nikâhın Şia toplumu üzerindeki etkileri
2- Şia dünyasında Kur’an-ı Kerim’in tahrif edilişi (değiştirilmesi)
3- Ehli Sünnet ve Şia arasındaki farklılıklar
4- Ziyan olmuş bir nesil. Bu çalışma İran devriminden sonra yetişen yeni neslin inançları ve düşünceleri üzerinde yapılan bir çalışmadır.

Murteza Radmehr
Kum’daki ilim havzasında eski bir Hücetu’l-İslam
Tahran’daki Şehit Beheşti Üniversitesi'nde eski bir tıp öğrencisi ve şu an meçhul bir muhacir.

Hicri 27 – Rebiu’l-Evvel - 1423


Şehit Murtaza Radmehr’in anısına…

İşten eve geldiğimde beni kapıda karşılayan oğlum Muhammed, “Baba Mustafa amca bugün seni defalarca aradı” dedi.

Telefonu aldım ve Karaçi’nin güney tarafında oturan Mustafa kardeşi aradım. Sesimi duyunca mutlu olan Mustafa hoş bir edayla: “Ya Doktor... Yanımda çok değerli bir arkadaş var. Müsadenle sizi tanıştırmak istiyorum. Ne zaman müsait olursunuz?” dedi.

Mustafa, İran’da davet çalışmaları yapan Ehli Sünnet'ten değerli bir kardeştir. İran’da uzun bir süre hapis hayatı yaşamış, işkence altında bir gözünü kaybetmiş ve sağ ayağı işkence esnasında kırıldığı için sakat kalmış.

Mustafa kardeşle yıllar önce Karaçi’ye hicret ettiğinde tanıştık. Mustafa daha ilk görünüşte, insana Allah’ı hatırlatan, oldukça hareketli, sevgi dolu, ahlaklı, yüzünde iman ve ihlâs belirtileri olan bir insandır. Her ne kadar zorlu işkence günleri onun sol gözünü aldıysa da yüzündeki güzelliği ve iman nurunu silememiş.

Bazen onunla şakalaşarak, “Ne kadar da şanslı bir insansın, cenneti daha hayattayken garantiledin. Güzün senden önce Cennet’e gitti. Kıyamet Günü Rabbine, gözünü almak için Cennet’e girmen gerektiğini söyleyecek ve girdikten sonra da geri dönmeyeceksin. Ne olur bizim gibi garibanlara dua et” derim.

O da göğsünün tam derinlerinden gelen bir âhla gülümseyerek şöyle der: “Ah… ah… Doktor! Cennet; mehri çok fazla olan bir gelin gibidir. Dinim üzerinde sebat edebilmem için bana dua et. Kıyamet Günü gözümün beni reddetmesinden ve Cennet'in kapıları önünde gözsüz kalmaktan korkarım.”

Mustafa gerçekten de hoş bir gençtir. Onu ilk gördüğünüzde hemen kalbinizde ona karşı bir sevgi oluşur. Hicret diyarında yaşadığı sıkıntılar onu çökertememiş ve azmini kıramamış. Muhammed’le eski günlerini konuştuğumuzda şöyle der: “Bazen bu gurbet diyarında çok ciddi sıkıntılar yaşıyorum, ancak hapishane günleri aklıma gelince Yusuf (as) için kendi vatanında, kuyunun derinliklerinde, akrepler ve yılanlarla baş başa kalmasındansa uzaklarda Aziz’in evinde köle olarak yaşamasının daha kolay olduğunu anlıyorum!”

Aramızdaki ilişkiler tamamıyla dostluk asasına dayanır. Bana telefonun diğer tarafında, “Görüşmek için ne zaman müsait olursunuz?” dediğinde benimle tanıştırmak istediği misafirin değerli biri olduğunu anladım. “Buyurun! İkindi namazından sonra görüşebiliriz” dedim. İkinde namazından sonra eve geldiğimde Mustafa, zayıf ve hayâ timsali bir gençle kapıda beni bekliyordu. Onlara selam verdim, birbirimize sarıldık ve birlikte misafir odasına geçtik.

Mustafa arkadaşını tanıtarak şöyle dedi: “Kardeşim Dr. Murtaza Radmehr. Kum’daki havzalarda yetişmiş Şiilerin faal âlimlerindendi. Devlet onu bazı akidevi, tarihi olayları tartışmak ve casusluk yapmak üzere Mevlana Muhammed Ömer Serbazi’yle münakaşa etmek için göndermiş. Ancak Allah’ın yardımıyla Mevlana Muhammed’le yaptığı münakaşalar sonucunda etkilenmiş, daha önce inandığı bid'at ve hurafeleri terk ederek Ehli Sünnet ve'l-Cemaat mezhebine geçmiş.” Mustafa daha sonra gülümseyerek konuşmasına (kendi ifadesiyle) şöyle devam etti: “Allah onu şirk belasından kurtardı ve imanın güzelliğiyle mükâfatlandırdı!”

Bu arada Murtaza başını önüne eğmiş bizi dinliyordu. Gözlerinden birkaç damla yaş akmaya başlamıştı. Hafif bir sesle şöyle dedi: “Allah’a hamdolsun. Bana bağışladığı iman ve İslam nimetinden dolayı O'na şükürler olsun. Bundan daha büyük bir nimet olamaz.”

Murtaza’ya dönerek: “Hoş geldin. Seninle tanıştığıma sevindim. Neden sadece Ehli Sünnet inancını tercih ettiğini söylemiyor da eski durumunu şirkle tanımlıyorsun?” dedim.

Murtaza derin bir soluk alarak başını kaldırdı. Aldığı solukla ruhu çıkacak gibiydi. Şöyle dedi: “Doktor! Sen Şia mezhebini çok yakından tanımıyorsun galiba. Ben Şia mezhebinin okutulduğu okullarda yetiştim ve bu sonuca yaptığım çok uzun araştırmalar sonucunda ulaştım.”

Karşımdaki genç gerçekten de samimi hoş bir insana benziyordu. Sözleri hemen insan üzerinde etki bırakıyordu. Yüzünde samimiyet ve ihlâs dışında bir şey göremiyordum. Ancak ben, ağzı sütten yandığı için yoğurdu üfürerek yiyen insan gibiydim. O güne kadar birçok Şii gencin Sünni olduğunu ilan ederek Sünnilerin arasına karıştığına ve İran devleti adına casusluk yaptığına şahit olmuştuk. Bundan dolayı bu gencin sözlerine çok fazla ehemmiyet vermeyerek biraz da soğuk davranmaya çalıştım: Ona şöyle dedim:

“Bak kardeşim. Kim olduğun beni fazla alakadar etmiyor. Eğer İran adına casusluk yapıyorsan, bu senin bileceğin bir şey. Yok, eğer samimi inanmış bir gençsen Allah mükâfatını fazlasıyla verecektir. Bence hayat ihanet ve sahtekârlıkla zayi edilmeyecek kadar değerli bir nimettir. Biz bu dünyadan ayrılır ayrılmaz siyah iplik beyaz iplikten ayrılacak ve her şey gün yüzüne çıkacaktır.

Müsaade edersen sana bir nasihatte bulunmak istiyorum. Eğer dediğin gibi eski düşüncelerini bırakmış ve Ehli Sünnet inancını benimsemişsen şunu iyi bil ki, biz Ehli Sünnet olarak ne ilim ne de âlim sıkıntısı yaşıyoruz. Bundan dolayı senin dönüşünün bizim açımızdan değiştireceği bir şey yoktur.

Gerçekten iman ettiğini ve kavminin şirk içinde olduğunu iddia ediyorsan, bizden daha çok onlarla ilgilenmen gerekir ve onların sana daha çok ihtiyaçları var. Bundan dolayı ülkene dön ve kavmini şirk ve dalalet bataklığından çıkarmaya çalış. Senin asıl sorumluluğun budur.”

Genç adam başını kaldırdı ve bana baktı. Gözündeki ışıltı, sadakat ve samimiyet kalbime kadar işledi. Bir anda söylediklerimden dolayı utandım ve adama haksızlık ettiğimi düşünmeye başladım. Ancak o, hafif ve vakarlı bir ses tonuyla: “Doğru diyorsun kardeşim” dedi.

Mustafa, benim bu şekilde misafire karşı soğuk davranmama çok şaşırdı. Böyle bir davranışı benden kesinlikle beklemiyordu. Yine de havayı biraz yumuşatmak için araya girdi ve kendisini gülmeye zorlayarak şöyle dedi: “Murtaza kardeş! Sen Doktor'un kusuruna bakma. O şu an bana çok kızgın ve benden intikam alıyor. Kısa süre önce onu, Şiilikten dönüş yaptığını iddia eden bir gençle tanıştırdım. Meğer adam İran İstihbaratı adına çalışıyormuş. Bundan dolayı Doktor'un yaptıklarına kızmıyorum. Ancak ben gerçeği nerden bilebilirdim ki. Şimdi Doktor beni daha önce yaptığım yanlıştan dolayı cezalandırıyor ve haklı da. Ancak Murtaza kardeş; bu adamın kalbi okyanus gibi geniştir. Kin taşımaz. Başına gelen sıkıntılardan dolayı sarsılmaz. Sen bunu yakında kendi gözlerinle göreceksin. Birkaç gün sonra buraya tekrar geldiğimizde onu her tarafı çiçeklerle kaplı, içinde hiçbir dikenin bulunmadığı neşe saçan bir bahçe gibi bulacaksın…”

Akşam ezanı okununca misafirlerim benden izin alarak çıktılar. Onlarla vedalaştığımda Murtaza şu an okuduğunuz kitabı bana hediye ederek, “Bu kitaptakiler başımdan geçen bazı olaylardır. Kitabı okur ve benim din üzerine sebatım için dua edersen çok sevinirim. Sizden dua dışında başka bir şey istemiyorum. Umarım Allah hepimizi Cennetinde peygamberler, doğru sözlüler, şehitler ve salihlerle bir arada buluşturur” dedi. Birbirimize sıkıca sarıldık. Gencin gözlerinden yaşlar akıyordu. Murtaza’nın alnından öptüm ve “Görüşmek üzere inşallah…” dedim.

Vedalaşmak için Mustafa’ya sarıldığımda kulağıma eğilerek; “Senden bunu beklemiyordum. Senin gibi şefkat sahibi, insanların kalbine sevgi dolduran bir insan nasıl böyle bir şey yapabilir?!” dedi. Mustafa daha sonra başını kaldırdı ve yüksek sesle: “Sakın bu sözlerinle bizi kandırdığını zannetme. Cimri adam! Akşam yemeğinden kaçabileceğini mi zannediyorsun? Şunu çok iyi bil, senin yemeğini yedirmeden Murtaza kardeşimi Karaçi’den göndermeyeceğim.”

Suphanallah!... Onlara yemek ikram etmeyi tamamıyla unutmuşum. Onlardan özür diledim ve “ Eğer içeri gelip yemek yerseniz çok memnun olurum” dedim. Mustafa yüksek sesle güldü ve şöyle dedi: “Son pişmanlık fayda etmez. Bizi Karaçi’nin en pahalı lokantasına götürmediğin sürece bu cimrice davranışını affetmeyiz. Ancak bizi lokantaya götürmeden bir hafta önce haber ver de yedi gün boyunca oruç tutalım, sonra da lokantada bol yemek yiyerek sana çok zarar verelim.” Murtaza, edep ve ihtiramla gülümseyerek, “İmam Mehdi’nin cellâtları beni öldürmeyi başaramadılar, ancak görünen o ki Mustafa beni aç bırakarak bu işin üstesinden gelecek” dedi.

Daha sonra iki arkadaş ellerini birbirlerinin omuzlarına koyarak benden uzaklaştılar…

Vedalaşma anı ve Murtaza’nın yanaklarından aşağı inen yaşlar, uzun süre vicdan azabı çekmeme sebep oldu. Ona karşı soğuk davranmakla büyük bir haksızlık etmiştim ve bu beni çok üzüyordu.

Yatsı namazından sonra eşime iştahım olmadığını ve mümkünse beni rahatsız etmemesini söyleyerek çalışma odama geçtim, kapıyı kapattım ve Murtaza’nın bana hediye ettiği kitabı okumaya başladım. Kitabı okudukça her kelimede doğruluğun ve samimiyetin izini görüyordum. Bu ise soğuk karşılamamdan dolayı beni daha çok üzdü. O gece üzüntüden gözlerime uyku girmedi. Okuduğum her satırda Murtaza’nın yüzü ve yanağından aşağıya doğru akan yaşlar gözümün önüne geliyordu…

Ertesi gün Mustafa’ya ulaşarak onları akşam yemeğine davet etmek istedim. Ancak telefona cevap veren olmadı. Mustafa ikindi namazından sonra bana dönebildi ve Murtaza’nın Kuveytta’ya gittiğini söyledi.

Mustafa’yla görüştükçe onu soruyordum. Bir seferinde Kuveytta’da evlendiğini söyledi. Bir süre sonra bir çocuğu olduğunu haber verdi. Aradan uzun bir zaman geçince Murtaza ve yaşadığım olay zihnimden uzaklaştı…

Bu olaydan birkaç yıl geçtikten sonra İran’ın Zahedan şehrine gittim. Zahedan benim açımdan anılar diyarıdır. Ömrümün büyük bir kısmını bu şehirde geçirdim. Her fırsat bulduğumda eski anılarımı tazelemek, akrabalarımı ve oradaki dostlarımı ziyaret etmek için bu şehri ziyaret etmeye çalışıyorum…

Bir defasında Zahedan’daki el-Cami’ Camii'nde ikindi namazını kıldıktan sonra yerimde oturmaya devam edip dua ve zikirle meşgul olmaya başladım. Bir ara oldukça zayıf, hasta gibi görünen, yüzü sararmış birinin bana baktığını fark ettim. Adam biraz ilerledi ve yanıma oturdu. Ben hiçbir şey fark etmemiş gibi zikirlerime devam ettim. Zayıf adamın yüzünde tatlı bir gülümseme belirtisi hissettim. Dönüp kendisine baktım. Adam aşırı zayıfladığı için başı elinde olmadan sallanıyordu. Sesiz bir şekilde: “Doktor! Beni tanımadın mı?” dedi.

Adamla tokalaştım. Elleri soğuk iki odun parçası gibiydi. “Sizinle daha önce tanıştık mı?” dedim. Adam gülümseyerek, “Vallahi insanların beni tanımayacağı kadar güzelleştiğimi bilmiyordum! Rabbime şükürler olsun” dedi. Bunu söylerken ellerindeki titremeyi kontrol etmeye çalışıyordu. Benim bunu fark ettiğimi anlayınca utandı ve ellerini arkasına gizlemeye çalıştı. Biraz sustu ve daha sonra başını kaldırdı. “Ben hizmetkârınız Murtaza Radmehr! Sizi Karaçi’de Mustafa kardeşle beraber ziyaret etmiştik” dedi.

Ne olduğunu anlamadım. Sanki bir anda dünya başıma yıkıldı. İçimi kemiren, uzun süre vicdan azabı çektiğim o olay bir anda film şeridi gibi gözümün önünden geçti. O olaydan sonra uzun süre bu mü’min gençle görüşmek istemiş ancak başarılı olamamıştım. O an hızlı bir şekilde terleme ve bedenimde bir titreme hissetmeye başladım… Ayağa nasıl kalktığımı ve onu nasıl kucakladığımı bilmiyorum. Onun başını ve alnını deliler gibi öpüyordum… O anda tam olarak ne yaptığımı bilmiyorum… Bir ara birbirimize sarılarak hüngür hüngür ağladığımızı hatırlıyorum…

Namazdan sonra herkes çıktığı için camide kimse yoktu, sadece ne olduğunu anlamaya çalışan birkaç öğrenci uzakta durmuş bize bakıyordu. Bir taraftan gözlerimden yaşlar boşanırken diğer taraftan şiddetli bir şekilde titriyordum. “Kardeşim, Murteza! Sana ne oldu böyle?! Hayır… Hayır… Bu sen olamazsın. Buna inanamam. Yüzün neden böyle sararmış? Sen hasta mısın? Sana ne oldu böyle?!...”

Murtaza kendisini toparlamaya çalışarak gülümsedi ve “Karaçi’de görüştüğümüzde benim casus olduğumu düşündüğünü biliyorum. Şimdi de beni İran’da gördüğüne göre artık casus olduğuma dair içinde bir şüphe kalmamıştır” dedi. Bu sözleriyle olumsuz hiçbir şey kasdetmediği anlaşılıyordu. Tamamıyla içinden geldiği gibi doğal bir şekilde konuşuyordu. “Ne olur, o olaydan dolayı kusuruma bakma ve sana ne oluğunu söyle” dedim.

Bu esnada yanında misafir olarak bulunduğum arkadaşım gelip yüzümdeki üzüntüyü fark edince ikimizi de alarak medresedeki odasına götürdü.

Murtaza başından geçenleri anlatmaya başlayarak şöyle dedi: “Hicret diyarında hiçbir zaman kendimi rahat hissetmedim. Devamlı bir şekilde kendi kendime "Ailemi, arkadaşlarımı ve tüm halkımı dalaletten, kabirlere ibadetten, bid'atlerden uzaklaştırmak ve onlara nur ve iman penceresini açmak için bir şeyler yapmalıyım" diyordum. Sonunda İran’daki davetlerimi devam ettirmek için geri dönmeye karar verdim. Ancak İran İstihbaratı hazırlığını yapmıştı. Çok geçmeden beni yakaladılar ve Kirman’daki hapishaneye götürdüler.”

Murtaza daha sonra bu hapishanede kendisine yapılan işkenceleri anlattı. İşkenceler, vahşi cellâtların işkence yapmak için başvurdukları yöntemler kalbimize korku salıyor ve tüylerimizin diken diken olmasına sebep oluyordu. İnsanın bu kadar vahşileşebileceğini, bu kadar insanlıktan uzaklaşabileceğini tahmin bile edemezdim. Eğer Murtaza’yla görüşmesem, bu işkenceleri onun ağzından dinlemesem ve işkencenin etkisini onun üzerinde görmesem bu anlatılanlara inanmam mümkün değildi.

Kendi hemcinsini parçalamak için bu şekilde vahşi kurtlara dönüşen insan manzarasını güzümün önünde canlandırdıkça İmam Şafii’nin şu şiiri aklıma geliyordu:

"Her vakit zamanımızı ayıplarız,
aslında ayıp bizim kendimizdedir.
Kurt kesinlikle kurdun etini yemezken,
göz göre göre birbirimizi yiyoruz."

Çocukların bile saçlarını ağartabilecek bu işkenceler, bir taraftan Murtaza’nın sabrını ve onun imandan aldığı lezzeti ortaya koyarken, diğer taraftan zayıf bir insanı her çeşit zorluğa rağmen sarsılmaz, güçlü dağlara dönüştüren İslam’ın mucizevî yönünü göstermektedir.

Aslında Kirman Hapishanesi'nde sabreden ve direnen Murtaza Radmehr değil, dalalet ve sapıklığa direnen imanın gücüydü. Ne demir, ne vahşi işkence yöntemleri ve ne de başka bir şey imanın gücünü kırabilir. Küfür ve iman savaşında her zaman üstün gelecek olan imandır.

İran’da âlim, ilim talebesi ve yazarlardan tutuklanan bir çok kişinin çeşitli işkencelerden geçtikten sonra bir çeşit ilaçla zehirlendiğine birkaç defa şahit oldum. Bu ilaç uzun bir süre insana eziyet verdikten sonra onu öldürüyor. Bu zehrin verildiği insanların ilk önce bedenleri ve yüzleri sararır, daha sonra elleri devamlı bir şekilde titremeye başlar, beden yavaş yavaş zayıflar ve zehir insanı yavaş yavaş öldürür.

Murtaza zalimlerin zindanlarında işkence altında yazdığı bazı şiirleri bize okurken, gözlerindeki yaşlar da yavaş yavaş yanaklarından aşağıya iniyordu. O konuşurken odaya bir grup öğrenci daha toplanmıştı. Herkes yaşlı gözlerle Murtaza’yı dinlerken duydukları karşısında olduğu yerde taş kesilmişti.

Murtaza Radmehr’in sözlerini keserek, “Sana farkında olmadan her hangi bir iğne yaptılar mı?” dedim. Murtaza gülümsedi ve yavaşça şöyle dedi: “Allah sana rahmet etsin. Bana işkence etmeye başladıklarında kendimden geçip bayılıyordum. Her şeye rağmen çok mutluydum, bana yaptıkları işkencelerden farklı bir tat alıyordum. Vallahi, onlar bana işkence ettiklerinde kendimi Cennet'teymiş gibi hissediyordum. Benim derimi sıcak ütüyle ütülediklerinde, bana yanık yerine Cennet kokusu geliyordu ve işkenceye devam etmelerini temenni ediyordum. Akidem ve imanımla gurur duyuyordum. Beni sadece bir şey çok üzüyordu. Yakın zamanda Cennet'e gireceğimi umuyor ancak kavmimi dalalet ve sapıklık içinde bırakacağım için çok üzülüyordum. Kavmimi İslam’a davet etmem için bana fırsat verilmesini ve onların hidayetine sebep olmayı çok istiyordum."

Murtaza’ya sarıldım, onun alnını öptüm ve dedim ki: “Senin durumun Allah Teâlâ’nın Kuran-ı Kerim’de bildirdiği şu adamın durumuna benziyor: “Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin” dedi. Ona “Cennete gir" denilince. "Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını bilseydi.” (Yasin:25–27)

Ona, “Üzülme kardeşim! Allah sana şehadet nimetini bahşedecektir. Ve davetin kavmine ulaşacaktır. Hidayet ise Allah’ın elindedir. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır. Hakikate ve mutluluğa ulaşmak isteyen herkese Allah yardım edecektir” dedim.

Daha sonra ondan bana özellikle dua etmesi için ricada bulundum. Onun farklı bir dünyada yaşadığını ve yeryüzündeki vaktini tamamlamak için hayatının son demlerinde olduğunu ve şehit olarak Rabbine kavuşacağını, ancak onunla görüşen insanların ibret alması için Allah’ın onu biraz daha yaşattığına kanaat getirdim.

Murtaza’yla vedalaştıktan sonra oradaki gençlere dedim ki: “Şehit kardeşiniz Murtaza Radmehr için dua edin. Allah ona rahmet eylesin…”

Oradaki arkadaşlar bu sözlerime şaşırarak ne demek istiyorsun?” dediler. Beni aşırı bir üzüntü sardı. Sanki boğulacak gibiydim. Dedim ki: “İnna lillahi ve inna ileyhi raci’un. Allah dilediğini verir ve dilediğini alır. Muhakkak gözler yaşarır. Kalp üzülür ve Rabbimizi razı edecek şeyden başka bir şey söylemeyiz. Kardeşimiz Murtaza’yı tehlikeli bir zehirle öldürmüşler. O bu haliyle bu dünyada birkaç günden fazla yaşamaz. O insanların sergilediği barbarlığın sonucu Rabbine şehit olarak yükselecek. Allah ona rahmet eylesin…”

Orada bulunan herkes ağlamaya bağladı. Çok hüzünlü bir ortam vardı. Herkes olduğu yerde birer duvar direği gibi çakılıp kalmıştı. Akşam ezanının yükselen sesiyle ancak kendimize gelebildik.

Murteza Kuveytta’daki evine geri döndü. Onun dönüşüyle beraber evinde yeniden mutluluk ve sevinç rüzgârları esmeye başlar. Murtaza’nın yokluğunda ailesi ciddi maddi ve manevi sıkıntılar yaşamış. Ancak bu mutluluk çok sürmez. Daha birkaç gün geçmeden küçük kızı babasının yüzündeki nurun biraz daha arttığını, yüzünün biraz daha güzelleştiğini, gökyüzüne bakan gözlerinin içinin güldüğünü ancak hiç hareket etmediğini fark eder. Çocuk babasını öpmeye ve ona seslenmeye başlar, ancak hiçbir cevap alamaz. Bunun üzerine ağlamaya ve yüksek sesle bağırmaya başlar. Küçük kızın sesine yetişen insanlar şehidin ruhunu teslim ettiğini ve Rabbine yüksekliğini anlarlar…

Murtaza Radmehr, Kirman Hapishanesi'nin kendisine sunduğu şehadet şerbetini ailesine döndükten ve kızıyla vedalaştıktan sonra içti. Artık onun için Rabbinin katına yükselme, hür doğan insanları köleleştiren, onları Allah’ın müstakim yolundan alıkoyan zalimlerin zulmünü, kendisine yapılan zulmü adil mahkemeye anlatma vakti gelmişti.

Radmehr gitti… Ancak onun daveti baki kaldı ve kalacaktır…

Radmehr gitti ancak onun geride bıraktığı ruh hâlâ İranlı gençler arasında bir yerden başka bir yere gitmekte ve insanları derin uykularından uyandırmaktadır.

Murtaza Radmehr hidayet, mutluluk ve direniş tohumlarını ülkenin her tarafına, hatta dünyanın her tarafına ekerek bu dünyadan ayrıldı. Bugün ülkenin birçok yerindeki gençler, din üzerine sebat edeceklerine ve Radmehr’in davetini devam ettireceklerine dair yemin etmişlerdir.

Yarınlar Allah’ın izniyle İran semalarında hiçbir batılın olmadığı ve hidayet nurunun her tarafa yayıldığı günler olacaktır.

Seni unutmayacak ve unutturmayacağız ey şehit! Senin açtığın çığırda yürüyecek ve yolumuza sonuna kadar devam edeceğiz. Allah’ın izniyle senin davetin Kıyamet Günü'ne kadar devam edecektir.

Gözün arkada kalmasın ey tevhid, hidayet ve saadet şehidi Murteza Radmehr!

Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilakis onlar diridirler, ancak siz anlayamazsınız.” (Bakara: 154)

Dr. A. S.

- SON -

(Metinlerin tamamı http://www.nebeonline.com sitesinden alınmıştır)
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Hatırat burada bitmiştir. Ves'selam.
 
Üst