Senai Demirci Köşesi

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Öyle karanlık ki karanlık bile görünür değil

Öyle karanlık ki bir kadının kalbi bugünlerde. Öyle bir yangın yeri ki göğsü! Tanımazsınız. Tanısanız da unutacaksınız birkaç güne kalmadan. Bizden uzaklarda. Dilini hemen anlayamayız. Anlasak da acısını kalbimize tercüme edemeyeceğiz.
Bir anne o. Gözlerini bebeğinin ışıl ışıl gözlerine kilitlemiş. Ama o ışıltılı bakışın ardında bir dert dağını büyütüyor içine doğru. Tersinden yükseliyor bu dağ; zirvesi aşağıya doğru sarkıyor. Sivrildikçe diplere uzanıyor; uzandıkça soğuyor, soğudukça dilsizleşiyor. Sadece 21 yaşında. Bebeği Jashua 14 ayını çoktan tamamladı. Annesine gülümsüyor Jashua. Annesinin yüzünden tanımsız ünsiyetler alıyor. Kıpır kıpır sevinçlere boğuluyor annesinin kucağında. Annesinin gözlerinin içine düşünce tebessümleri, anne gönlünde sevinçten çiçekler açıyor.

Bütün o sevinçleri uçuruma savuracak bir “kara” haber var gazetelerde. Gülücüklerin hepsini kirli sarı kuytularda boğuyor o haber. Bir unutuluşa doğru itilmenin gücenikliğiyle yakıyor kadını. Kalbini amansız bir vefasızlığın dizi dibinde ağlatıyor. Aklına şimdiden insafsız yabancılıkların yükünü yığıyor. Göğsünde bir vefasızlığı emziriyor. Kollarında uzaklıklar büyütüyor. Gözlerine buzdan soğuk umursamazlıklar değdiriyor.

Ne var ki? “Bunama hastalığı” alzheimer, minik Jashua’da çok erken yaşta ortaya çıktı. İngiliz anne her gün çocuğuna yeni bir şey öğretmeye çalışıyor ama nafile... Doktorlara göre Jashua, 5 yaşına geldiğinde annesini bile tanıyamayacak. Adını yıllar önce kalın tıp kitaplarında görmüştüm hastalığın: Niemann Pick sendromu. Ne kadar da huzurlu duruyordu satırlarda! Şimdi kendimi yerine koyduğum bir kadının kalbine değdirdiği can hışırtısını hissetmeye çalışırken nasıl da yırtıcı oluyor. Kitapta durduğu gibi durmuyor! (Ki Jashua geçen hafta ilk kez “anne” demiş!)

Yo yo! Niyetim ona yardıma çağırmak değil; bu çaresizliği kendimize yardım edecek bir okumaya dönüştürmek. Bu çözümsüzlüğü anlatılmaz, anlatılsa bile anlaşılmaz bir derin çözümsüzlüğün dili eylemek istiyorum: İnanmadan yaşayanların hâli, bu annenin halinden farklı değil. Yaşamlarını kopkoyu bir unutuşa, kaskatı bir yabancılığa, kapkara bir hiçliğe doğru akıtanların kalpleri Jashua’nın annesininkinden daha mahzun, daha küskün, daha kırgın..

Akıllarını kat kat sarhoşlukla sarmalamış olmalılar. Dünden gelen hüzünleri, yarından gelecek korkuları günübirlik avunmaların salıncağında uyutuyor olmalılar. Kalplerinin sonsuza uzanan emellerini yabancı yarınların avucuna kördüğüm edip bırakmış olmalılar. Burada tattıkları hayatın ötelerde salkım saçak boy verecek dal uçlarını, meyveye duracak çiçeklerini “böyle gelmiş böyle gider”lerin sıradanlığıyla buduyor olmalılar. Ömrün beklediğini, hayatın vaat ettiğini anlık, günlük, aylık, yıllık hazların sığlığına gömüyor olmalılar. Umulmadık bir tavla galibiyetinin sıcağında kalplerini saran yokluk zemherilerini örtüyor olmalılar. Coşkulu bir şampiyonluk umudunun aydınlığında sonsuz vedaların karanlığını unutuyor olmalılar. Tatlı bir emeklilik beklentisinin serinliğinde varlıklarının ucunu değdirdikleri hüzün yangınlarını erteliyor olmalılar.

Sonunda seni unutacak bir bebeği büyütmek ne kadar sancılıdır! Devamı gelmeyecek lezzetleri tatmak, en nihayet hiç olacak mutlulukları yaşamak ne çok elem vericidir! Giderek yabancılığa dönüşen bir sevdaya bile bile gönül vermek ne de yakıcıdır!

O’nu bilmemek varlığa küs ediyor insanı. Varlığı da küstürüyor. Yetimler gibi boynunu büküyor dağlar: paramparça oluyor. Başı boş serseriler oluyor yıldızlar: sönüyor, soğuyor. Yüz üstü bırakılmış yoksullara dönüşüyor özlemler, sevinçler, aşklar, akrabalıklar, dostluklar: yüzleri asılıyor. Dağların bile kaldıramayacağı yüklere dönüşüyor akıllar: ağlıyor, ağlıyor. Kanadı kırık kuşlar gibi çırpınıyor kalpler: uçamıyor, aç kalıyor.

Keşke bilselerdi ne kadar karanlıkta olduklarını da, içeriye azıcık ışık sızdığında korkmaları değil sevinmeleri gerektiğini öğretebilseydik onlara. Keşke bilseydik inanmış olarak ne büyük bir vahşetten çıkarıldığımızı, ne korkunç bir karanlıktan kurtulduğumuzu da, ışıl ışıl tebessümlerimizi bir kandil gibi sunabilseydik gözlerinin körlüğünü bile göremedikleri o karanlıklara. Keşke hep hatırlasaydık hangi yetimliklerden alındığımızı, “biz-siz” ayırımlarının topuzunu elimizden düşürüp yumuşacık bir ışığa dönüştürebilseydik bakışlarımızı. Keşke hiç unutmasaydık hangi şaşkınlıklar içinde bocalarken elimizden tutulduğunu da “bizimkiler-ötekiler” arasındaki çitleri yıkıp tatlı bir şefkat yumağı eyleyebilseydik sözlerimizi. [email protected]
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Cozutukya

Oyun oynarken en çok mızıkçılar canımı sıkardı. Bilmem her yörede öyle mi denirdi? Oyunun en coşkulu yerinde, heyecanın tavan yaptığı anda, arkadaşlardan biri birden “bıcırdı”. Cozutur, mızıkçılık eder, hiç sebepsiz oyundan çıkardı.
Sana kursağında kalmış oyun hevesi kalırdı. Dengesini kaybetmiş tahterevallinin bir ucuna yapışıverirdin. Toprak zemine çiviyle çizilmiş çizgiler üzerinde elden ele zıplayan taşlar birden soğuverirdi. Yarım kalmış oyun lezzeti buruklaştıkça buruklaşır, “bir daha asla!”larla yanıp tutuşurdun.

Gel gör ki sokakta başka çocuk yoktur. Mızıkçıdır ama arkadaşındır işte! İkide bir cozutur cozutmasına ama, her defasında yeni baştan ümitlendirir seni. “Belki bu defa olmaz.” “Yenmeye razı olduğu gibi yenilmeye de razı olur” diye taşları yeni bir heyecanla alırsın eline...

Bu yüzden, mızıkçılar için oyunun kurallarını en başında kalın seslerle söylerdik. Her tembih cümlesinin ardından başını ille de kabul anlamında sallamasını beklerdik. Sallamazsa, tekrar ederdik. Bir de, etkili olsun diye iri-kıyım olan arkadaşımıza ya da yakınlarda bulunan bir ağabeyimize/ablamıza söyletirdik kuralları. “Bıcımak yok ha!” Sonuç pek değişmezdi yine de. Ne biz ümitlenmekten bıkardık, ne de onlar oyunbozanlık etmekten...

Oyunbozanlıkla karşılaşmak, oyunda yenilmekten daha ağır gelirdi bana. Bozulmamış bir oyunda, yenilsen de belki arkadaşının mutluluğuyla sevinirsin, belki, bir dahaki sefere yenerim ümidiyle teselli bulursun. Ama oyun bozulursa, ne yenebilirsin, ne yenilebilirsin, ne sevinirsin, ne teselli bulursun. Oyunbozanlık oyunun kendisini mağlup eder. Oynama neşesini dağıtır. Çocukluğun kozasını yakıp yıkar. Öyle ki orada çocuk olarak bulunduğuna, çocukça oyunlar kurduğuna bin pişman eder seni. Oyunun yenilmesi, oyunda yenilmekten daha ağır olmalı ki, yenildiğim oyunlardan çok oyunbozanlarca bozulduğum oyunları hatırlarım.

Oyunun bir yerinde, kendilerinin de tahmin edemediği, tahmin etmese de kontrol edemeyeceği duygusal kırılmayla aniden hırçınlaşır mızıkçılar. Söz dinlemezler. Kuralları hemen unuturlar. “Bana ne! Bana ne! Oynamıyorum işte!” diye arkalarını dönüp giderler. Cozutuğu da mutlu etmez bu tablo. Bir sonraki oyunun başında yalvar yakar buluruz kendisini. Oynamaya vardırlar ama yenilmeye yokturlar. Yenilme ihtimalinden korkarlar. Sadece yenince mutlu olurlar. Öyle ki şikeyle bile yenmeye fit olurlar. Duygularını yenilebilir de olmaya değil, ille de yenmeye ayarlamışlardır. Yenilmenin içinde sakladığı o tatlı burukluğun, yenmedeki sevinci beslediğinin farkında değillerdir. Hem sonra “yenilsem de yensem de ne fark eder ki, bu sadece bir oyun” diyecek duygusal genişlikten yoksundurlar. Oysa, tek olgunlaşma fırsatları budur. Ancak yenile yenile oturturlar duygularını yetişkinliğin yörüngesine. Kendi arzuları dışında var olan, heves ve arzularını aşan daha geniş bir dünya olduğunu fark ederler. Dünyanın kendi öncelikleri etrafında dönmediğini kabullenirler. Kendileri gibi olmayanlarla, kendileri gibi inanmayanlarla, kendileri gibi giyinmeyenlerle anlaşabilecekleri, anlaşamasalar da bir arada “oynayabilecekleri” bir dünyaya yeniden doğarlar.

Mızıkçılar Allah’tan mızıkçılık edip de büyüme oyunundan da bıcımazlar. İtirazsız büyürler. Ama.. Duyguları olgunlaşmadığı için, cehaletini sloganların kaba gürültüsüyle perdelemeler. Yenilgiyi hazmedemeyince, gelsin görünmez zinde güçler üzerinden oyun arkadaşlarına korku salmalar. Oyunun kuralları zoruna gidiyorsa, gelsin “oyun öyle oynanmaz ki ama...”larla yazılmamış kurallar icat etmeler.

Doğan Cüceloğlu’nun Yetişkin Çocuklar (Remzi Kitabevi) kitabını henüz bitirmedim. En azından başlığını onlarca kez okudum. Arka kapak yazısını da neredeyse ezberledim: “Yetişkin Çocuklar, bedenen gelişmiş ama duygusal olgunluğa erişememiş insanlardır. Bu kitap, aslında bildiğimiz, fakat üzerinde düşünme gereğini pek duymadığımız bir öyküyü anlatıyor...” Aramızda okuma tembeli olanlar, hiç olmazsa, hocanın kitabının kapağına bakıp, “yetişkin çocuklardan biri de ben olabilir miyim?” diye sorabilir kendine. Öyle kolayca gözden kaçacak şey midir Türkçe’de Yetişkin Çocuklar başlıklı bir kitabın varlığı? Üstelik işine sadece kalıbını değil kalbini de koymuş, sözü dinlenir bir bilim adamının sorun ettiği bir hal bu. Koskoca yetişkinlerin yerinde ben olsam, kitabı her gördüğümde “Sakın ola ben yetişkin bir çocuk olmayayım!” diye üzerime alınırdım. Başbakan olacak da olsam huzurum kaçardı. Anamuhalefet lideri olsam da üzerime alınırdım. Anlı şanlı İstanbul Üniversitesi’nin mesut ve parlak rektörü bile olsam, o başlığı her gördüğümde kızarıp bozarırdım: “Ne yani bana da mı?” Amiral gazetesinin kendisini bile eleştiren dürüst yayın yönetmeni falan olsaydım bile, “Ben mi? Yok canım!” deyip küserdim.

Aklıma geldi birden.. Neydi o komik mızıkçılık sözleri?

“Başörtünle evcilik oyunuma girebilirsin ama hak ettiğin notu vermem sonra...”, “Körebe oynarken bezi çene altından bağlayacaksın, bana ne bana ne...”, “Beni sobelersen, çok kötü gelişmeler olabilir, demedi deme!”, “Misketimi ikide bir vurup durma, çekip giderim yoksa...”, “Üff, sıkıldım, darbe isterim, darbe isterim. Paşa amca, Paşa amca! Hüngür...” [email protected]
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Sevinmediğime sevindiğim oldu mu hiç?

O günün telaşlı saatlerine sakin bir yağmur gibi iniveren o buruk sevinci tam 15 yıldır unutamadım. İçindeyken farkına varamadığım o an’ın biricikliği çok sonraları fısıldandı kalbime. Kan merkezi önünde uzayan kuyruğun ucunda, ayağında naylon terlikle, yüzü yerde, boynu bükük bekleyen o köylü kadını son anda fark ettim.
Üzerimdeki beyaz önlüğün ayrıcalığıyla bir kenara çektim. “Çocuğum kanamaya başladı da...” Adını söylemeyi yeni yeni öğrendiği o şey reçetede yazıyordu: “Eritrosit süspansiyonu.” Lösemili çocukların uzun süren tedavileri sırasında aniden kanamaları durumunda ihtiyaç duyulan özel bir serumdu aradığı. Kuyruk uzundu. Evladının ağzından burnundan ince ince kan geliyordu. Beklemesi lazımdı. Elindeki reçeteyi alıp bankonun öbür tarafına geçtim, birkaç dakika içinde, adını söyleyemediği o şey avuçlarındaydı. Yüzündeki sevinç anlatılacak gibi değildi. Teşekkür etmeyi bile unutarak, sevinçle bir koşuşu vardı ki...

Ne kadar sürecekti ki bu sevinç? Süspansiyon hemen işe yarayacak mıydı? Yeniden kanama olduğunda yine bir süspansiyon istenirse yine kuyrukta elinden tutan olacak mıydı? Hem sonra niye çocuğuna süspansiyon almak zorundaydı ki? Milyonlarca anne, çocuğunu hastanede değil kendi sıcacık odasında yatırıyordu. Onların hiçbirinin çocuğu durup dururken kanamıyordu. Hiçbiri de kanama geçirmeyen çocuğuna süspansiyon aramak için koşturmuyordu. Günlük rutinleri içinde kan merkezine uğramak yoktu. Kuyruğa girmeleri de gerekmiyordu. Hiç olmazsa bir defalığına kuyrukta bekletilmedikleri için sevinme seçenekleri yoktu.

Uzunca bir süre, böyle bir sevinç yaşamadığım için şükretmem gerektiğini düşündüm. Hastanede kanayan çocuğuna eritrosit süspansiyonunu hiç olmazsa bir kez olsun beklemeden götürebilen bir annenin sevincini yaşamayan, yaşamak zorunda olmayan ne kadar çok anne var? Onlar o kuyrukta bekletilmedikleri için değil sadece, o kuyruğa girmek zorunda olmadıkları için sevinmeliler. Onlar kuyruktan sevinerek dönen annenin yavrusunun gözlerindeki sevinci okumadıkları için, okumak zorunda olmadıkları için de sevinmeliler.

Bir sevinci yaşamak zorunda olmamanın gizli sevinci hesaplarımızda kolay kolay yer almaz. Suskundur o sevinçler. Küskündürler. Dilsizdirler. Koşturmalar içinde başını kaldırmadan, dudağını kıpırdatmadan akıp gider.

Yine yıllar önce, biricik kızının, hücrelerindeki bir DNA parçasının eksikliği nedeniyle sadece sekiz yaşına kadar yaşayabileceğini fark eden Nevşehirli o hanım kardeşimin halini resmedemediğime yanarım. O gün bugündür, benim bile, onca yıllık tıp tahsiline rağmen adını bilmediğim o sendromu ezberlemek zorunda kalmış o annenin varlığının diğer anneler için bir şükür ölçüsü olduğunu düşünürüm. Sizin, hiç kızınızın/oğlunuzun hücrelerinin adını telaffuz edemeyeceğiniz o küçücük parçasında, hiç hesaba katmadığınız o DNA parçasının tam ve yerinde olduğunu düşünüp şükrettiğiniz oldu mu? O annenin bin ümitle çare aramaya gelip kendi elleriyle yaptığı o güzelim toprak testiler kitaplığımda hâlâ duruyor. Ama onun eşsiz acısıyla hatırlattığı o şükür borcum hâlâ daha bir testi somutluğunda dilime yerleşmiş değil.

O testilere her bakışta borçlandığım o suskun minneti, o meçhul kadının o kırık sevincinin hatırlattığı küskün sevinçleri ne zamandır Hızır Yiğit bebeğin yüzünde hatırlar oldum.

Hızır Yiğit, yukarıdaki fotoğrafta gülümsüyor. Evindeki yatağında değil Hızır Yiğit. Hastane yatağında gülümsüyor. (Benim oğlum hastanede hiç gülümsemedi; hastaneye yatmasına gerek kalmadı şimdiye kadar.) Az sonra kan almak için damarına girecek hemşire hanım tebessümle tutacak Hızır Yiğit’in kolunu. (Benim oğluma mütebbessim hemşireler uğramayacak. Damarına girilmesi gerekmiyor, çünkü az sonra üçüncü kalp ameliyatına girmeyecek!) Hızır Yiğit’in babası ve annesinin mutlulukları gözlerinden okunuyor. Az önce yurtdışında özel olarak hazırlanmış damar greftini sapasağlam cerrahlara teslim ettiler. (Benim oğlum için böyle bir mutluluğum hiç olmadı. Oğluma, adını hekim olduğum halde bilmediğim, sığır damarından yapılma o dokuyu hiç sipariş etmem gerekmedi. Kalp damarlarında bir sorun yok!) Hızır Yiğit’in babası Ömer, greft için gerekli borç parayı denkleştirdiğinde dünyalar onun olmuş gibiydi. (Ben oğluma adını ezberimde tutmadığım, ne işe yarayacağını bilmediğim, ne kadar süre etkili olacağını hesap etmediğim bir greft almak için borçlandığıma hiç sevinemedim. Öyle tuhaf bir şeye hiç ihtiyacım olmadı, borçlanmam da gerekmedi.) Ömer ve eşi Yasemin son ve dördüncü ameliyattan çıktığında, göğüslerindeki dikişlerle inleyen oğullarının yüzüne yeryüzünün en eşsiz mutluluğuyla bakıyorlar. Borçlanabildikleri için, oğullarının en hayati kalp damarı sığır damarıyla onarıldığı için. (Benim ne böyle bir sevincim oldu, ne böylesi bir sevinci eşimle dostumla paylaştığım oldu.)

Olmasın, olmasın da...

Olmayanlar için de şükrettiğim oldu mu hiç? [email protected]
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Bir reklam filminden açayım bahsi. Neyin reklamı olduğu bu yazının konusu değil ama “Ford Focus Orchestra” diye google’ladığınızda reklam hakkında esaslı bilgiler çıkıyor. Araç kapısının iç yüzeyi üzerine gitar telleri çekilmiş. Arka amörtisör takımına keman yayları gerilmiş.
Egzoz ve transmisyon parçalarıyla saksafon ve flüt gibi üflemeli sazlar imal edilmiş. Ön kaputtan davul. Arka kelebek camından arp. Direksiyon milinden bas. Vites kolu, cam sileceği, jant ve tekerlekler de enstrüman detayı olarak kullanılmış. Bunun için bir otomobil parçalanmış. Bu enstrümanları kullanan bir orkestra kurulmuş. Bu orkestra için bir senfoni bestelenmiş. Bestenin final sesini arka camın kırılması tamamlıyor.

Firma, bu reklamla diyor ki: Ürünümüzün “her parçası yeniden yorumlandı”. Sessiz ve dilsiz otomobil parçalarının bir müzik eserini yorumlayabilir olmasıyla yenilik ve incelik mesajını somutlaştırıyor. Ürüne atfettiği önemi ve özeni gözle görülür ve kulakla duyulur kılıyor. Adını tam olarak bilmediğimiz, fonksiyonları üzerinde düşünmediğimiz parçaların uyumunu dinlediğimiz müzik ahengince, gördüğümüz enstrüman uyumunca kanıtlıyor.

Müzik, filmlerde görüntünün ardındaki gizli duygu durumlarını tercüme eder. Hayatta söze dökülemeyen iç çekişlerin, itiraf edilemeyen sevdaların çığlığı olur. Dengenin sesidir müzik. Ölçünün dillenişidir. Duygunun kulağa dokunuşudur. Uyumun seslenişidir. Ahengin zevkle akışıdır. Her bir parçasından müzik enstrümanı yapılabilen bir otomobil, görünür görünmez detaylarında özenle yapıldığını, güzellikle dizayn edildiğini fısıldar bize. Sessizce ikna oluruz firmanın işi bildiğine. Esere itirazımız olamaz. Kusur ya da çatlak aramaya mecalimiz kalmaz. Otomobil parçalarının ahenkli sadece bizi mecalsiz ve itirazsız bırakmaz; o parçaları da itirazsız eyler. Her parça, hal diliyle, ustasının elinde itirazsızca yoğrulduğunu anlatmaya koyulur. Parçalarla ustanın eli arasında eşsiz bir uyum var gibidir. Hele de bir müzik enstrümanına dönüşebiliyorsa, değmeyin usta-eser ilişkisinin birebirliğine, pürüzsüzlüğüne... Ürünün her parçası, seslendirdiği müziğin ahengiyle, ustasının ustalığını onaylar: “Nasıl da ustaca yapmışsın beni!” Böylece ustasını onaylamaktan öte gider, tebrik eder. Coşkuyla alkışlar, alkışlar...

Niye reklam filmine daldığıma gelince... Anlatayım. Ben de bu yazıyı on parmağımla yazıyorum: Yani, piyano kullanıyor gibiyim. Piyano da kullanabilir, piyano da yapabilir eşsiz bir ustalık gizli parmak uçlarımda. Şimdi, beynimin kıvrımlarında düşünceler bir gerilip bir gevşiyor: Bir organik gitardan dökülüyor gibi satırlar. Notlar da notalar gibi ahenkle sıralanıyor. Bu arada kızım Zeynep (6 y.) acemice portremi yapmaya çalışıyor. Gözlerimi çiziyor, kirpiklerimi, kaşlarımı, saçlarımı. Onun ruhundan bana, benden onunkine taze bir sevgi üfleniyor her daim: Üflemeli sazlar gibiyiz. Yazıya yoğunlaştığım şu anlarda dev bir orkestra gibi çalışıyorum. Bütün gayretim parmak uçlarıma dökülüyor. Farkında bile olmadan, nefes alıp veriyorum. Her nefes içimde sessiz bir ihya ateşi yakıyor. Bana varlığını hissettirmeden atıyor kalbim. Şu anda, sağlığı sessizliğiyle ölçülen bir hayatın bestesini icra ediyorum: Kalbim bu ahenge tempo tutuyor. Uzunluğu yüzelli bin kilometreye varan damarlarımın her noktasında milyonlarca hücrenin görünmez koreografisi sayesinde diri duruyorum. Yani. Her parçam bir yaşama orkestrası. Ben ve Ustam. Öylesine uyumluyum ki, sessiz nefeslerimle, ahenkli nabzımla, pürüzsüz bakışımla, sancısız yürüyüşümle bir sone sunuyorum Yaradanım’a.. “Ne güzel görür kılmışsın beni!” diyor gözlerim. “Ne hoş görünür kılmışsın beni!” diyor yüzüm. Bir soneyim ben. Bin alkışım. ‘Usta’mın ustalığını alkışlıyor her hücrem. Yaşamam bir tebriktir beni ihya edene... Kanımın akışınca coşkulu bir tebrik. Sağlığımın sessizliğiyle orantılı sesli bir alkış...

Bu alkışlamaya “tahiyye” deniyor. Mirac diyaloğunun ilk cümlesi tahiyye. Tahiyye; miractaki Peygamber’in (asm) varlığın bu sessiz alkışını nasıl da derinden duyduğunun işaretçisi.

Tahiyye, söze dökemediğimiz, söze döksek de bilincimize taşıramadığımız o suskun tebriklerin kutlu ses bayrağı: “Nasıl bir usta, pek harika bir makineyi derin ilmi ve mucizekâr zekâsıyla yapsa, (...) o makine dahi, o ustanın istediği tarzda, tam tamına, gayet mükemmel olarak arzularını ve harika ince san’atını ve maharet-i ilmiyesini göstermesiyle, kendi ustasını lisan-ı hal ile alkışlar; aynen öyle de, kâinatta bütün zîhayat taifeleri, (...) ustasının, her şeyin her şeyle münasebetini gören ve her şeyin hayatına lâzım bütün şeyleri görüp tam yerinde ona yetiştiren Sâni-i Zülcelâlini, (...) tahiyyelerle alkışlar...”

Hiç olmazsa, bir reklam filmi çağrışımıyla yeryüzündeki dalgın varlığımızı, “Usta”mızı alkışlayan bir tahiyye enstrümanına dönüştürmeye başlayabilir miyiz? [email protected]
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Kısmette Japonca başlıklı yazı yazmak da varmış... Japonlar bunu hak etti. Çünkü, uzunca bir süredir hayâl ettiğim güzellik meğer çok uzaklarda bir yerlerde gerçekleşiyormuş...
(Sağolasın Nuri!) Japonya’da bahar mevsimi yaklaşınca, haber bültenlerinin sonunda hava durumuna benzer haberler yer alırmış: “Tomurcuk Haberleri”. Japonlar ülkenin neresinde, ne zaman, hangi çiçeğin tomurcuklanacağını ille de bilmek isterlermiş. Bizim gözlerimizi maç sonuçlarına kilitlememiz gibi, kimi Japonlar da, hangi tomurcuğun patlamasını nerede seyredebileceği üzerine kafa yorarmış. Dal uçlarıdaki yaratılış heyecanını bire bir ve canlı yaşamak isterlermiş. O yüzden işte, “Bugün falanca parkta kiraz tomurcukları çiçeklenmek üzere...” Yarın ikindiden az sonra, erik dallarında patlamalar bekliyoruz..” gibi sözler de söyleyebilirmiş TV sunucuları.

Hayal etmeye değer... Koca koca adamlar ve kadınlar borsa dalgalanmalarını, kur kıpırtılarını, politik patırdanmaları bir kenara koyuyor, yanlarına gül yüzlü çocuklarını da katıyor, termoslara çaylar, sepetlere peynir ekmek boca ediyor, “çiçek açılış”larına koşuyor. Adı da var bu tatlı seyrin: Ha-Na-Mi.. (Bu yazının başlığı yani.)

Hanami, Japonya’da bahar mevsiminin en popüler olaylarından biri. İnsanlar fevc fevc -çoluk çocuk, firma çalışanları yahut eş dost olarak- önlerinde piknik malzemeleriyle çimenler üzerine oturup bahçelerde parklarda yeni tomurcuklanan ağaç dallarını seyrediyorlar. Bu sırada yiyor, içiyor, sohbet ediyorlar. Bunlara danslar ve halkoyunları da eşlik ediyor.

Bunları yazarken, Japonya’yı yeniden keşfettiğimi fark ettim birden. Tabii ya, Japonlardan geri miyiz biz? Hıdırellez’imiz var. Nevruz’umuz var! İyi ama niye Nevruz haberleri içimizde ille de bir asayiş gerginliği çağrıştırıyor? Ülkemizde politik patırtılar öylesine baskın çıkmış ki, bahardaki yaratılışa tanık olma fırsatımız olacakken Nevruz bile, çiçekleri ezdiğimiz, kalpleri küstürdüğümüz, canlara kıydığımız, “sen-ben” kavgasına tutuştuğumuz bir tarafgirlik arenasına dönüşmüş.. Sahi, n’olmuş bize?

Dönelim Hanami’ye... Merak etmeyin orada da kavga var! Tokyo’nun en popüler mekanları Ueno Park’ta ve Aoyama Mezarlığı’nda yer kapmak için kıyasıya rekabet varmış. Bizdeki hastane, maç ve marketten ucuz elektronik eşya alma kuyruklarına benzer biçimde, bir gece öncesinden yorgan döşek gidilip oralarda yer kapılırmış. Çok merak ediyorsanız, takım elbiseli ve kravatlı bir çalışanı da, çiçeklere bulanmış bir ağacın altında uykusuz gözlerle görebilirsiniz. Kimi firmalar çalışanları adına yer kapmak için en çömez çalışanını “nöbet”e gönderiyorlarmış..

Bu yazının bana ayrılan karakter kotasından feragat ederek, derdimi fotoğrafların anlatmasını sağlayacağım. Önce haritaya bakın: Japonya toprakları üzerinde, hangi tomurcuğun tahminen nerede ve ne zaman açacağını gösteriyor. Sayılar tarihlere işaret ediyor: 3.25, Mart’ın 25’i demek oluyor. Tokyo bölgesinde meselâ, tomurcukların 28 Mart ve 31 Mart arasında açılacağı haber veriliyor. (Türkiye versiyonu ne güzel olurdu! Kaçkar’da kardelenler, Malatya’da kayısılar, Antalya’da portakallar, Terme’nin Kirazlık köyünde kirazlar....)

Diyeceğim o ki, kurumuş kemik gibi ağaçların yeni baştan, terü taze tenlerle, mütebbessim çiçeklerle diriltildiğini her bahar görmeye Japonlar kadar ihtiyacımız var. “Kemikleri kuruyup toz olmuş” sevdiklerimize ebediyen kavuşacağımız, “hiç korkmayacağımız ve hüznün de dokunmayacağı” ebedî diriliş müjdesini her tomurcukta okumaya vaktimiz yok mu? [email protected]
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Senai Demirci'nin tarikat dersi aldığını bir yerden duydum ama ne kadar doğru bilemiyorum. Eğer öyle ise Rabbim kabul etsin..
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Yıllar önceydi. Henüz iki-üç yaşlarında olan oğlum Furkan'a yeni açmış hercaileri yakından göstermek için eğilmek üzereydim ki, parkın bekçisi bir hamlede yanımızda bitti: "Çiçekleri koparmak yasak!" İrkildim..

Eğilemedim. Dokunamadım çiçeğe. Koparmadım. Zaten koparmayacaktım ki. Dahası, "Koparmazsan daha iyi olur!" demek üzereydim oğluma. "Yasssakkk!" korkusuyla değil; "Yerinde kalsın da, zikrine devam etsin.." ümidiyle koparamazdım. "Başkalarının da hakkı var o güzelliği görmeye..." hakkaniyeti bekçinin hoyrat uyarısından çok daha önce elimi çektirirdi çiçekten.

O an, kelimenin argo anlamıyla da gerçek anlamıyla da "kopmuş" oldum. Çiçeği zaten koparmayacak olan ben, çiçek kopartmaktan zorla alıkonan biriyle aynı görüntüyü verdiğim için alındım. Çiçek koparabilir adamlardan biri sanılmak ağırıma gitti. Çiçeği koparabilecek kadar eğildiğim halde bile çiçeği kopartmadığımı görebilecek kadar bekleseydi bekçi, kendimi gösterebilirdim. Sabretseydi, çiçekleri kopartabileceği halde koparmayan, bekçi görmediğinde bile çiçeklere dokunmayan bir adam da görebilecekti. Göremedi. Kaybetti. Beni de koparttı dalımdan. İrademi budadı. Tercihimi ezdi geçti.*

Adem (as) ve biz oğulları/ kızları hep cennette kalsaydık, hata etmeye fırsat bulamayacaktık. Melekler gibi. İndirilmeseydik dünyaya, günah işlemeyecektik. Şeytanın ayağımıza dolanmasına izin verilmeseydi, ayağımız hiç kaymayacaktı. Hepten "masum" kalacaktık. Öyle mi? Çiçekleri koparmak elindeyken de koparmadığını gösterme fırsatı verilmeyen benim kadar alınırdık baştan alınmış bu karara. Şike utancıyla yaşardık belki de cennette. Eli kolu bağlanmış bir adam olarak bir hazinenin başına konulduğumu düşünüyorum arada bir. Hemen yanıbaşımda elleri serbest kalır kalmaz çalmaya hevesli biri daha var. Oysa benim ellerim çözülse de çalmayacağım. Sonuçta, fiilen ikimiz de çalmıyoruz. İkimiz de "çal-a-mı-yor-uz" çünkü. Çalmıyor iken çal-a-mıyor görünmek ne kadar da ağırıma giderdi! Çalmadığımı gösterebilmem için çal-abil-iyor da olduğum bir özgürlük alanı tanınmalıydı bana.

Çalabileceğimiz yerdir dünya. Çiçekleri koparabilecek kadar eğilebildiğimiz yerdir. Sınanırız burada. Deneniriz. Elimize vurulmaz çiçekleri koparttığımızda bile. Hatta birkaç çiçeğin koparılmasını da göze alır Bahçe Sahibi. Dilerse hiç koparmamamızı garanti edebilir ama serbest bırakır bizi. Ara sıra koparsak da kopardığımız için pişman da olabileceğimiz fırsatlar tanır bize. "Hiç çiçek koparmıyor olsaydınız, çiçek koparıp da pişman olan ve bir daha çiçek koparmayacağına bile-isteye söz veren birileri olmanızı daha çok isterdim" bile diyor.

İyi ki hata yapabiliyoruz dünyada. Hata yapabilir olduğumuz yerde tanışırız kendimizle. Hata yapabilir olduğumuz halde, yapmamayı tercih ettiğimiz anda irademizle buluşuruz. Tercihimizle sıcak temasa geçeriz. Vicdanımızın titreyişini fark ederiz. İnsan yanımızla yüzleşiriz.

Tercihe izin verilmeyen yerde, baskının hükmettiği alanda "insan" yoktur. Zorlamanın ezdiği "kamusal alan"larda "insan"ın var olabilirliği de iptal edilir. Zorlayan da zorlanan da "insan" olma fırsatını ilga eder. Mecbur tutulduğumuz demde "kendi kendinelik"imizi ortaya koyamayız ki. Zorbalığın olduğu yerde, "değer" üretemeyiz ki. Zorbalık "hatadan dönmeye" fırsat tanınmaz. Hata etmeni baştan engeller. "İyi"yi "kötü"ye tercih edecek özgürlük yoksa, "iyilik" üretilemez. "Zorla güzellik olmaz." Zorla din de olmaz. "Borç"tur "din". Minnet borcu. Hiç zorunlu olmadığı halde seni yoktan var edene, hiç zorlanmadan, iç'inden gelerek, iç'ten isteyerek teşekkür edebilmen içindir bu ömür. Teşekkür de edebilsin diyedir teşekkür etmeyenlere de, teşekkür etmeyişlerine de izin verilmesi.

Rabb-i Rahîmimiz, ister istemez kulluk etmemizi istiyor değil; isteyerek ve güzellikle huzuruna gelmemizi istiyor. Baskılanmış bir "insan"ı geçerli saymıyor. İradesiyle var olmasını istiyor insanın. Baskı, başını örtmeye doğru da olsa, başını kapatmaya doğru da olsa, başını örtmek de isteyenlerin örtmek isteyemeyenlere baskı yapabileceği ihtimaliyle başını örtmek de isteyenlere doğru da olsa, güzel değildir, insanî değildir. Dolayısıyla, ve dobrasıyla "İslamî" değildir.

Diyeceğim şu ki: Kanun zoruyla laik olduğumun sanılması, "Çiçekleri kopartma!" uyarısıyla çiçeklere dokunmadığımın sanılması kadar ağırıma gidiyor. Müslüman’ım ben! Herkese ve her şeye "selâm" yakınlığı kazandıran İslam'ı bir tür taraftarlığa indirgemeye hevesli oryantalist icadı "İslamcı" etiketini üzerime yapıştırmıyorum, yakıştırmıyorum.

"Müslüman" laiklik taraftarı ya da karşıtı olmayacak kadar ilgisizdir laiklikle. Laikliğe müstağnidir o kadar. Başkalarına baskı yapmayacak kadar merhametlidir o zaten. Farklı yaşayış biçimlerine müdahale etmeyecek kadar nezaketlidir o zaten. Bana merhameti ve nezaketi kazandıran İslam'ın, İslam'dan uzakta yaşanan kabalığın ve zorbalığın önüne geçmek için konulmuş laiklikle çerçevelenmesi ağırıma gidiyor. Başkalarının hayatına laiklik zoruyla karışmadığımın sanılmasını mümin olma izzetime yakıştıramıyorum. "Yassakkk!" sesini bir daha duymak istemiyorum Sayın Rektörüm. [email protected]

* 90'lı yılların başından beri severek oturduğum Üsküdar'ın, o zamanlar, "bir Aziz Mahmud Hüdayî şehri" olduğunun da farkında değildim. O Hüdayi ki, coşkuyla zikirlerini işittiği çiçekleri koparmaya kıyamayıp ‘bir bunu suskun buldum' dediği boynu bükük kuru bir çiçeği hocasına hediye ediyordu. Keşke Üsküdar'da her çiçeğin başına "Burası Aziz Mahmud Hüdayî şehridir; çiçekler dalından koparılmaz" diye yazabilseydim.
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
O iki kara leke düşmeseydi gözlerimize, şimdi ne böyle suçlu hissedecektik kendimizi ne de bu yazıya konu olan o utanç verici körlük, o dayanılmaz karanlık apaçık görünür edecekti kendini. Objektifin ardındaki film bandına değmeseydi o iki kara leke, hiç olmamış gibi, hiç görülmemiş gibi geçiverecekti gözlerimiz olayın üzerinden. Uğramayacaktı bile oraya. Uğrayamayacaktı.

Bir şeyin “görülmediğini” söyleyebilmek için o şeyin görülmeye aday olması gerek. Azıcık da olsa ışık vurması gerek üzerine. Gözlerin dikkatini çekecek kadar lekelemesi gerek varlık sayfasını. Yokun yokluğunu göremez gözlerimiz. Var olmayana kaymaz gönlümüz. Bir şeyin “unutuldu” diye anılması için hatıra düşebilir bir varlık kırıntısı sunması gerek bize. Bir şeyin acınabilir olması için kum tanesi kadar da olsa bir hacmi olmalı. Hiç olmayanın hatırını sayamaz akıl. Hiç olmamışa acıyamaz kalbimiz. Yok olanın yokta kalışına ağlayan bir insan oldu mu hiç?

Görme eylemimiz hedefsiz gerçekleşmez. “Neyi gördün?” “Hiiiç!” mi? “Kör” derler adama. Deli bile derler. Hele bir demeye gör: “Hiçbir şeye acıyorum ben!” Acımak fiili nesne arar kendine. Ucundan görünmüyorsa bir şey, tamamına dair merakımız uyanmaz. Bir kenarından gözümüze ilişmiyorsa bir şey, gerisini görmeye gerek kalmaz. Alameti yoksa bir şeyin, görünürde değilse, sorumlu değiliz ondan. Hatırası olsun yoksa, bir defalığına bile olmuş değilse, gelip geçmiş değilse, gölgesi olsun değmemişse aklımızın ucuna, ona dair bir kaygı üretemeyiz. Yok olanın yokluğundan hayıflanmasını bilmez insan. Ancak var olan kıymık olup batar kalbimize. Görünür olunca kıyısından, belki canımızı yakabilir. Acıtır belki! Acındırır! Ama belki! Bir gerçeğin aniden çıkıveren ucu, bir varlığın gözümüze sarkan kenarı, fazlasını görmeyi borç yazar gözlerimize.

O iki kara lekeyi gözümüze fotoğrafçı Kevin Carter soktu: Somali’de Birleşmiş Milletler’in yardım kampının birkaç kilometre ötesinde, açlıktan toprağa yığılmak üzere bir çocuk ve arkasında onun ölümünü bekleyen bir akbaba. O iki kara leke, hepimizi, her zaman vicdan borçlusu kılacak acı gerçeği batırdı kalbimize. Suçlu o iki kara leke! Çünkü, bizi suçlu kıldılar. Oyunbozanlık ettiler. Olmasaydılar eğer, sayesinde Pulitzer ödülü aldığı bu fotoğrafı çektikten sonra niye ardına bakmadan çekip gittiğini sorgulamayacaktı Kevin Carter. Olmasaydılar eğer, o görüntünün en çok da kendi vurdumduymazlığını ve vicdansızlığını görüntülediğini acıyla anlamasına mahal olmayacaktı Kevin Carter’in. Olmasaydılar eğer, çocuğu oradan alıp kendini akbabanın önüne bırakırcasına aylar sonra intihar etmeye kalkmayacaktı Kevin Carter (Demek fotoğraf makinesinin namlusu da sahibine çevrilebiliyor ve öldürüyor!).

Ama oldular bir kere... Oldular ve göründüler. Ve hep görünecekler. Sadece fotoğrafçıyı değil, hepimizi rahatsız edecekler. Orada vicdan azabının ezip öldürdüğü o fotoğrafçı kadar bile var olmadığımızı görüntülüyor çünkü o fotoğraf. Bizi gammazlıyor. İçimizde merhameti en çok hak edeni, bir çocuğu, bir akbabaya sıradan bir yem edebilecek küresel adaletsizliğin, kitlesel merhametsizliğin başucuna koyuyor her birimizi. Tam da olay mahallinde görünmeyişimiz nedeniyle, fail-i mâlûmu sayıldığımız bir cinayete ortak ediyor bizi... Dahası da var: fotoğrafta annesi ya da babası görünmüyor aç (bırakılmış) çocuğun. Annesi babası da öldürülmüş belki. Yahut uzaklarda tutuluyor. Onların çocuğun yanıbaşında görünmeyişleri de bir dehşet görüntüsü! Anne şefkatinin azıcık kırıntısınca orada olsaydık, hepten eriyip gözyaşı olmaz mıydık o çocuğun başında? Erimiyoruz. Yanmıyoruz işte! Yokuz orada. Yokluğumuzu o iki kara leke sayesinde görebiliyoruz.

İçinde görünmediğimizi göremediğimiz, görünmediğimiz için de yanmadığımız ne kadar çok kara leke fotoğrafı olacaktı ama fotoğrafçılar yetişemedi. Hiç görünür olmadığı için hiç olmadığını sandığımız nice kara lekeler var yeryüzünde. Olsa bile, hep öyle oluyor diye bıkkınlıkla yok saydığımız, alışkanlığımızın yüzsüzlüğüne sardığımız daha nice taze kara lekeler düşeyazıyor yerin yüzüne. Yokuz oralarda, yokluğumuzu görecek gözden yoksunuz. Yokluğumuzu görsek de yokluğumuza yanacak gönülün yoksuluyuz. Ne kadar körüz! Ne kadar sağırız! Ne kadar merhametsiziz! Ne kadar acımasızız. Ne kadar vurdumduymazız.

Olmayan bizlerin en acınacak haline, yok oluşuna acıyıp da bizi var kılan ey Rahman; en çok yanımızda olunması gereken zamanda, anılmaya değer olmadığımız unutuş karanlığında şefkatiyle seçip yakınlığına çağıran Rahîm; olamadığımız yerlere değdir dualarımızı. Gözlerimize verdiğin o iki kara lekeyi, iki gözbebeğimizi merhamet(l)e aç! Görür kıl bizi kara lekeleri. Görünür kıl bizi kara lekeli fotoğraflar içinde. Geç kalmadan. [email protected]
 

vakiTamam

Doçent
Katılım
18 Kas 2007
Mesajlar
713
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Zorla nazik olduğumu sanman zoruma gidiyor
%28198%29.jpg

Yıllar önceydi. Henüz iki-üç yaşlarında olan oğlum Furkan�a yeni açmış hercaileri yakından göstermek için eğilmek üzereydim ki, parkın bekçisi bir hamlede yanımızda bitti: �Çiçekleri koparmak yasak!� İrkildim.. Eğilemedim. Dokunamadım çiçeğe. Koparmadım. Zaten koparmayacaktım ki. Dahası, �Koparmazsan daha iyi olur!� demek üzereydim oğluma. �Yasssakkk!� korkusuyla değil; �Yerinde kalsın da, zikrine devam etsin..� ümidiyle koparamazdım. �Başkalarının da hakkı var o güzelliği görmeye...� hakkaniyeti bekçinin hoyrat uyarısından çok daha önce elimi çektirirdi çiçekten.
O an, kelimenin argo anlamıyla da gerçek anlamıyla da �kopmuş� oldum. Çiçeği zaten koparmayacak olan ben, çiçek kopartmaktan zorla alıkonan biriyle aynı görüntüyü verdiğim için alındım. Çiçek koparabilir adamlardan biri sanılmak ağırıma gitti. Çiçeği koparabilecek kadar eğildiğim halde bile çiçeği kopartmadığımı görebilecek kadar bekleseydi bekçi, kendimi gösterebilirdim. Sabretseydi, çiçekleri kopartabileceği halde koparmayan, bekçi görmediğinde bile çiçeklere dokunmayan bir adam da görebilecekti. Göremedi. Kaybetti. Beni de koparttı dalımdan. İrademi budadı. Tercihimi ezdi geçti.

Adem (as) ve biz oğulları/ kızları hep cennette kalsaydık, hata etmeye fırsat bulamayacaktık. Melekler gibi. İndirilmeseydik dünyaya, günah işlemeyecektik. Şeytanın ayağımıza dolanmasına izin verilmeseydi, ayağımız hiç kaymayacaktı. Hepten �masum� kalacaktık. Öyle mi? Çiçekleri koparmak elindeyken de koparmadığını gösterme fırsatı verilmeyen benim kadar alınırdık baştan alınmış bu karara. Şike utancıyla yaşardık belki de cennette. Eli kolu bağlanmış bir adam olarak bir hazinenin başına konulduğumu düşünüyorum arada bir. Hemen yanıbaşımda elleri serbest kalır kalmaz çalmaya hevesli biri daha var. Oysa benim ellerim çözülse de çalmayacağım. Sonuçta, fiilen ikimiz de çalmıyoruz. İkimiz de �çal-a-mı-yor-uz� çünkü. Çalmıyor iken çal-a-mıyor görünmek ne kadar da ağırıma giderdi! Çalmadığımı gösterebilmem için çal-abil-iyor da olduğum bir özgürlük alanı tanınmalıydı bana.

Çalabileceğimiz yerdir dünya. Çiçekleri koparabilecek kadar eğilebildiğimiz yerdir. Sınanırız burada. Deneniriz. Elimize vurulmaz çiçekleri koparttığımızda bile. Hatta bir kaç çiçeğin koparılmasını da göze alır Bahçe Sahibi. Dilerse hiç koparmamamızı garanti edebilir ama serbest bırakır bizi. Ara sıra koparsak da kopardığımız için pişman da olabileceğimiz fırsatlar tanır bize. �Hiç çiçek koparmıyor olsaydınız, çiçek koparıp da pişman olan ve bir daha çiçek koparmayacağına bile-isteye söz veren birileri olmanızı daha çok isterdim� bile diyor.
İyi ki hata yapabiliyoruz dünyada. Hata yapabilir olduğumuz yerde tanışırız kendimizle. Hata yapabilir olduğumuz halde, yapmamayı tercih ettiğimiz anda irademizle buluşuruz. Tercihimizle sıcak temasa geçeriz. Vicdanımızın titreyişini fark ederiz. İnsan yanımızla yüzleşiriz.

Tercihe izin verilmeyen yerde, baskının hükmettiği alanda �insan� yoktur. Zorlamanın ezdiği �kamusal alan�larda �insan�ın var olabilirliği de iptal edilir. Zorlayan da zorlanan da �insan� olma fırsatını ilga eder. Mecbur tutulduğumuz demde �kendi kendinelik�imizi ortaya koyamayız ki. Zorbalığın olduğu yerde, �değer� üretemeyiz ki. Zorbalık �hatadan dönmeye� fırsat tanınmaz. Hata etmeni baştan engeller. �İyi�yi �kötü�ye tercih edecek özgürlük yoksa, �iyilik� üretilemez. �Zorla güzellik olmaz.� Zorla din de olmaz. �Borç�tur �din�. Minnet borcu. Hiç zorunlu olmadığı halde seni yoktan var edene, hiç zorlanmadan, iç�inden gelerek, iç�ten isteyerek teşekkür edebilmen içindir bu ömür. Teşekkür de edebilsin diyedir teşekkür etmeyenlere de, teşekkür etmeyişlerine de izin verilmesi.
Rabb-i Rahîmimiz, ister istemez kulluk etmemizi istiyor değil; isteyerek ve güzellikle huzuruna gelmemizi istiyor. Baskılanmış bir �insan�ı geçerli saymıyor. İradesiyle var olmasını istiyor insanın. Baskı, başını örtmeye doğru da olsa, başını kapatmaya doğru da olsa, başını örtmek de isteyenlerin örtmek isteyemeyenlere baskı yapabileceği ihtimaliyle başını örtmek de isteyenlere doğru da olsa, güzel değildir, insanî değildir. Dolayısıyla, ve dobrasıyla �İslamî� değildir.

Diyeceğim şu ki: Kanun zoruyla laik olduğumun sanılması, �Çiçekleri kopartma!� uyarısıyla çiçeklere dokunmadığımın sanılması kadar ağırıma gidiyor. Müslümanım ben! Herkese ve her şeye �selâm� yakınlığı kazandıran İslam�ı bir tür taraftarlığa indirgemeye hevesli oryantalist icadı �İslamcı� etiketini üzerime yapıştırmıyorum, yakıştırmıyorum.

�Müslüman� laiklik taraftarı ya da karşıtı olmayacak kadar ilgisizdir lâiklikle. Laikliğe müstağnidir o kadar. Başkalarına baskı yapmayacak kadar merhametlidir o zaten. Farklı yaşayış biçimlerine müdahale etmeyecek kadar nezaketlidir o zaten. Bana merhameti ve nezaketi kazandıran İslam'ın, İslam�dan uzakta yaşanan kabalığın ve zorbalığın önüne geçmek için konulmuş laiklikle çerçevelenmesi ağırıma gidiyor. Başkalarının hayatına laiklik zoruyla karışmadığımın sanılmasını mümin olma izzetime yakıştıramıyorum.

�Yassakkk!� sesini bir daha duymak istemiyorum Sayın Rektörüm.


Senai demirci..
 

NehiR

mütebessim :)
Katılım
16 Haz 2006
Mesajlar
2,708
Tepkime puanı
16
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Gaziantep/Konya
Ne zaman eşinizle bir sorun yaşasanız avucunuza bakın.
Sorunların olabilirliğini kabul ederseniz Çözümlerinizde hemen elinizin altında, avucunuzun içinde.... sevildiğinizden ve sevdiğinizden şüpheye düşerseniz avucunuzu açıp parmaklarınızı sayın.

Baş parmağınıza bakın önce. Size en yakın olan parmağınız. Diğer dört parmağın hareketlerini anlamlı kılan o. Gerektiğinde her parmağın yanında hazır oluyor, yardımına koşuyor. Vazgeçebilir misiniz başparmağınızdan?

Peki ya eşinizden? Size en yakın o iken kesip atabilir misiniz onu hayatınızdan? Her halinizde hemen yanı başınızda olmuşken ve olmaya hazırken, gözden çıkarır mısınız eşinizi? Hayatınızda başka her şey onun yakınlığı ile sevimli geliyor değil mi size? Bütün akrabalarınızla ilişkilerinizi eşinizin yakınlığı anlamlı kılıyor değil mi?
Şimdi de işaret parmağınıza bakın. Güzel bir şey görseniz hemen onu uzatırsınız. Beğendiklerinizi gösterirsiniz onunla. Doğru olanı onunla işaret edersiniz.

Eşinizi de onca insan arasından parmakla gösterilir bulmuyor musunuz? İlk gördüğünüzde, ilk sevdiğinizde, yüreğiniz ilk ısındığında, kalbiniz tıpkı işaret parmağınız gibi onu göstermişti size. Şimdi nasıl yalancı çıkarırsınız kalbinizin işaretini? Nasıl güvenmezsiniz kalbinizin seçimine? Hem sonra işaret parmağınızın göstermeye değer bulduğu güzel şeyler yaşamadınız mı onunla? İşaret parmağınızın göstermeye değer bulduğu doğruları paylaşmadınız mı onunla? Şimdi kesip atacak mısınız işaret parmağınızın size gösterdiğini? Elinizin tersiyle itecek misiniz kalbinizin işaret ettiğini?
Orta parmağınıza bakın şimdi. En uzunu o parmaklarınızın arasında. Yüksekte duruyor. Hepsinden öteye uzanıyor. Vazgeçebilir misiniz orta parmağınızdan? Hepsinden uzun diye lüzumsuz görürü müsünüz onu?

Peki ya eşiniz? Bütün kadınlar yada erkekler arasında kalbinizin sırlarına aşina olacak kadar farklı değil mi o? Bütün kadınlar ve erkekler arasından sizin için özel olarak sıyrılıp gelmiş değil mi? O sizin için en yüksek konumda değil mi? Sizi başka bütün erkekler ve kadınların üzerinde tutmadı mı? Vazgeçebilir misiniz ondan şimdi? Onu herhangi bir kadın yada erkek gibi görebilir misiniz?
Şimdi de yüzük parmağınıza bakın. Parmağınızı ne zamandır çevreleyen o altın yada gümüş halkayı ilk taktığınız günü düşünün. Ne kadar heyecanlıydınız değil mi? Hayatınızın kadınını yada erkeğini bulduğunuz o günü yeniden yaşayın. Tekrar bakın eşinizin gözlerinin içine. Onu kendinize biricik yapan sırrı yeniden hissedin. Eşinizin sırf size razı olması onu sizin için biricik yapmaya değmiyor mu? Şimdi yüzük parmağınızı atabilir misiniz elinizden?
Ve son olarak serçe parmağınıza bakın. Ne kadar da incecik ve zayıf değil mi? Eşinizin kalbi gibi. Size sırlarını açmış, sizin sırlarınız paylaşmış bir kalp sizin için süslenip bezenmiş paha biçilmez bir ayine gibidir. Bakınca kendinizi gördüğünüz bu ayna, öylesine kırılgandır ki, sizden gelecek küçük bir fiske parçalayıp köreltebilir onu. Özellikle size karşı savunmasızdır ve özellikle sizden gelecek darbeler onu en hassas yerlerinden çatlatabilir. Başkası karşısında bu kadar kırılgan değildir eşiniz. Tıpkı serçe parmağınız gibi... şimdi dilerseniz vazgeçin serçe parmağınızdan. Nasılsa ince ve zayıf diye koparıp atın onu elinizden. Hiç olur mu?

Senai Demirci...
 

vakiTamam

Doçent
Katılım
18 Kas 2007
Mesajlar
713
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Uyanmayı sadece gözünü açmak olarak bilen için,bir şafak vakti ne kadar da sıradandır...
Hayranlık duygusunu her gece iki göz kapağının ardına sakladığı gözleri gibi her daim uykuda bırakan için, bir gün doğumu "sabahın körü" olasıcadır...

Kulluk heyecanını avucunda tutamadığı bir kor gibi savurup söndüren için,bir seher vakti eğreti ve tanımsız bir vakitsizliktir...


Saatlerimizin kadranı güneşi görmüyor ,aydan habersiz ,göğe dargın gibi.....

Herbirimiz küskün bir coğrafyanın vadilerinde yitirmiş gibiyiz kendimizi..

Adımlarımızın gittiği yere, kalbimiz varmıyor gibi...

Gözlerimizin değdiği yere, gönlümüz dokunmuyor gibi...

Yürü ama ruhun geride kalmasın!

Öyle u/yan ki güneş senden sonra u/yansın....





alıntı..(SENAİ DEMİRCİ]​
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Çok ihmal ettik Buraları..
 

dreamer

Asistan
Katılım
3 Ocak 2007
Mesajlar
278
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Senai Demirci ağabeyle hasbihal etme fırsatı buldum geçenlerde.Kitaplarının bizlere çok şey verdiğinden,birçoğumuzun onun ve onun gibi abi ve ablalarımız sayesinde bazı farkındalıkları yakaladığından bahsederken sözümü kesti,övülmekten hoşlanmadı ve şunları söyledi:Bizler vesileyiz,siz bizi vesile kılanı düşünün ve her dem içinize bakabilmeyi ihmal etmeyin.
Allah razı olsun ondan ve onun gibi Hakk rızası için uğraşanlardan..
Selametle
 

hafsa

SABIR DOSTU
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
3,057
Tepkime puanı
335
Puanları
0
Yaş
42
Konum
KOCAELİ
Hoşgeldin Kalbimize Sevgili Pişmanlık!


pismanlik.jpg


Tenimizdeki çizik olmadan nasıl anlamıyorsak canımızın incinebilirliğini, pişmanlığın sızısı olmadan fark edemiyoruz içimizde saklı masumiyetin kırılganlığını. Sessizce akıp giden suyun önüne çıkan bir çağlayan yahut kaya gibi suçlarımız; vicdanımızın sessiz bekçiliğini hatırlatırlar bize. Girdaplar, fırtınalar katarlar masum sandığımız hayatımıza. Kendimizi masum ve günahsız, hatasız ve kusursuz bildiğimizde kalınlaşıveren, kalınlaştıkça da ruhumuzu sağırlığa hapseden demir perdeyi yıkar günahlar. Dokunulmazlığımız üzerine kurduğumuz sırça sarayın yıkılışını haber verir içimizde yükselen “ah!”lar. Gururun kalesinin yangına verilişine denk düşer hatamızın utancını kıpkızıl yüzümüze taşıdığımız anlar. Pişmanlığın o kekremsi tadı, o akrepsi sokulganlığı utançla tanıştırır bizi. Utançla tanıştığımızda da, utanabilen yanımızla, içimizde suskunca bekleyen vicdanımızla buluşuruz ilk defa. Film gibi hani… Sevdiğimizle çarpışmak gibi köşe başında... Defterler kitaplar dağılırken havada, kalpler buluşur, gözler el ele tutuşur ya. O hata; o sakarlık, o dikkatsizlik, o sürçme, o ayak kayması, o kaza, utanabilen yanımızla tanıştırır bizi. “Ah!” ettiren her günah, bağışlanmanın ve affın, rahmetin ve gufranın serin pınarlarına susatır bizi.

Hiç istemeden olmuş gibi, kaza ile değmiş gibi sokulur günah ve kirler ruhumuzun billur sularına. Paslı bir bıçak gibi bulandırıverir kalbin duru ayazmalarını. Sular üzerinde rüzgâr ürpertisi gibi, dudaklarımızda içli yakarışların kıpırtısını başlatır hatalar. Yağmurun çöl kumunu yarması gibi, içimizin de içinde sancılı itiraflara kuytular açar günahların darbesi. Vicdanımızın kulağının dibinde fısıltılı hesaplaşmalara çağırır bizi pişmanlıkların nefesi. Utandırır bizi. Utandırdığı gibi, utanabilir olduğumuzu da hatırlatır bize. Yüzümüz kızarır, başımız öne eğilir, mahcubiyetle kısılır gözlerimiz, belki gözyaşı dökeriz. Müşfik bir baba gibi teselli eder bizi pişmanlığımız: “Ağlıyorsun ya işte; o işi yapmayı yakıştıramadın kendine. Sen elinle ettiğinden fazlasısın. Sen bile isteye ettiğin günahtan daha yukarıdasın…”

Kucağımızda hiç durmadan ağlayan bebek gibi, habire sızlanan bir hasta gibi buluruz pişmanlığı. Ne inkar edebilir, ne unutabilir, ne acısını dindirebiliriz. Bırakalım öyle kalsın! ACISIN. KANASIN. AĞLASIN. SIZLASIN. Dağlasın göğsümüzü. Yırtsın yüzümüzü. Kendi gözlerimizin içine baktığımızda, hemen yüzünü gösterip utandırsın bizi. Bizi bize gammazlasın. ACISINA İHTİYACIMIZ VAR PİŞMANLIĞIN. YA HİÇ ACITMASAYDI GÜNAHLAR KALBİMİZİ? Ya pişmanlığın sızısı hiç yapışmasaydı yakamıza? Kurtulmak için çırpındıkça üzerimize atılıvermeseydi pıtraklar gibi? Kıvrandıkça, kıvrandıkça yine yeniden yakalamasaydı bizi bileklerimizden?

İyi ki öyle... Kaynağı saptanamayan ağrılarda hastalara, kural gereği, ağrı kesici verilmez. Çünkü ağrısı olmazsa, hasta çare aramaz. Kıvranmazsa, ağrının odağını bulmaya yönelik zahmetlere katılmaz, katlanmaz.

Pişmanlığın da soğuk sert taşlar gibi vurması beklenir ayaklarımıza. Hiç bitmeyen kışlar gibi soğuk buzlar düşürmesi gerekir alnımıza. Firari mahkûmlar gibi köşe bucak tedirginliklere mahpus etmesi istenir bizi. İlk fırsatta, saati geri alma telaşına düşmek, takvim yapraklarını yerine yapıştırma telaşıyla yanıp tutuşmak gerek. Günahı, ömrünün son deminde ak örtülere sarılmış adamı/kadını acı bir sırla kirletmek diye bilmek gerek.

“Kim aklar beni?” diye bütün kapılardan eli boş döndüğümüzde, “illâ O” diyecek çaresizliğin dizi dibine oturtmalı bizi pişmanlığımız. Rahmetin ve gufranın dergâhında kusurluluğumuzu ve günahkârlığımızı şefaatçi bilip öylece ümitlenmeliyiz Allah’tan. Hiç koşulsuz affedileceğimiz kapının eşiğinde umutla ve gözyaşıyla oturabilmeyi öğretmeli bize pişmanlık. Kimselere diyemediğimiz sırlarımızı kabuğunda sızlanan bir inci gibi rahmetin kucağına itiverme ihtiyacını tir tir titreyerek hissetmeliyiz pişmanlık göğsümüze sarıldığında. Ne kadar çok hata etmişsek etmiş olalım, sonsuz serin bir okyanusun maviliğinde kir pasımızı kimselere göstermeden yıkayıverme umudunu göğsümüzde cılız pınarlar gibi biriktirmeyi vaat eder bize pişmanlığımız.

Sevapça hiçbir şey edemediğimizi, ettiklerimizin de bize ait sayılmayacağını aniden görebilmek demektir günahların “ah”ları. O’ndan korkup yine O’na kaçacak denli anaç ve müşfik olan rahmeti acıyan dudaklarımızla içmeyi sadece pişmanlığımız öğretir bize..

O tatlı Şebnem Ferah şarkısı gibi, “Sil baştan başlamak gerek bazen. Hayatı sıfırlamak. Sil baştan sevmek gerek bazen. Her şeyi unutarak, yeni baştan sevmek gerek.”

Sil baştan başlama telaşıyla affın boynuna sarılırız pişmanlığımızla. Sil baştan sevildiğimizi ummak adına rahmetin kucağına bırakırız gözyaşımızı. Sancıyan vicdanımızla, utanan yüzümüzle, ağlayan gözümüzle, titreyen dudağımızla içten bir özür, mahcup bir tövbe fırsatı sunar bize pişmanlığımız. Ya hiç olmasaydı pişmanlığımız? Hiç yakmasaydı canımızı? Ağrı hissedemeyen hastalar gibi yakardık rahmete yürüyen ayaklarımızı, kırardık affı avuçlayan ellerimizi.

Senai Demirci

__________________
 

muğlakgölge

Profesör
Katılım
19 Nis 2008
Mesajlar
997
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Yaş
42
Unutmuşum,afedersin, Senai Demirci

Yalnızım, çok yalnızım.
-Hatırlıyor musun; "çok yakınım ben" demiştim sana, "çok yakın!" Senin sana olduğundan bile yakın. Kendi kendini çağırdığında ne kadar yakından duyuyorsan, ondan da yakınım. Kendinden bir şey istediğinde ne kadar çabuk cevap veriyorsan, bundan daha hızlıyım.
-Doğru. Sen hep yakınsın ama, nedense, ben uzaklardayım. Bana küsmüşsün sanıyorum.
-Öyleyse, secde et ve yaklaş! Alnına dokunacak yakınlığım. Aslında alnına yazılıdır yakınlığım. Araya benliğini koyduğun için, bencilliğini öne sürdüğün içindir bana uzaklığın.
-Yüzüm yok yakınında olmaya. Çok kusurluyum. Günah üstüne günah işledim. Sözüm yok sana sakladığım. Kirli dudaklarım. Yalanlar söyledim, boş sözlere değdi dilim.
- Pişmanlığını görüyorum elbet. İçindekileri yakıcı sızıları duyuyorum. Söylemek isteyip de söyleyemediklerini de özür olarak kabul ediyorum. Yüzünün kızarması bile kabulüm. Bilmiyor musun ki, bağışlamayı seviyorum ve seve seve bağışlıyorum.
-Biliyorum ama yine de unutup hata ediyorum. Gördüğünü göre göre, görmüyormuşsun gibi yaşıyorum. İşittiğini bile bile, işitmiyormuşsun gibi boş şeyler konuşuyorum. Sözümden dönüyorum yine. Utanıyorum. Bağışlar mısın sahiden?
-Dedim ya; bağışlamayı kendime ilke edindim. Hiçbir şeye mecbur olmadığım halde, merhamet etmeyi kendime kural diye yazdım. Affetmeyi her şeyin önüne koyuyorum.
- Ben seni hep yakar diye tanıyorum. Hemen kızıp gazaplandığını düşünerek, korkuyorum, titriyorum. Çarparsın diye keyfimce yaşayamıyorum. Gazabın da var senin.
-Rahmetim gazabımdan önce gelir. Kızmam bile rahmetimin hatırınadır. Ben yakmam seni. Sen ateşe atarsın kendini. Seni senden korumak içindir tehditlerim.
-Yine de korkuyorum. Çok korkuyorum.
-Defalarca ve en önce merhamet sahibi olduğumu hatırlattım sana. Her sözün başında. Her işin eşiğinde. Daha çok, hatırımı saymanı isterdim. Bir hatırlasana; bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey değildin. Eksikliğini kimsenin dert etmediği dönemlerde, seni var kılmak istedim. Kendi yokluğunu kendinin bile fark etmediği yıllarda, seni insan etmeye karar verdim. Şimdi seni en çok sevdiğini söyleyenlerce insafsızca çöpe atılabilecek biçimsiz bir et parçasıydın; sana yüz verdim. Sana yaptığım iyiliğini bilmeni istedim. Hep teşekkür etmeni bekledim.
-Çürüyecekmiş bedenim. Toprağa girecekmişim. Yüzüm eriyecekmiş. İsmim silinecekmiş. Dar bir yere bırakılıp terk edilecekmişim. Bu dehşet içinde nasıl teşekkür etmemi istersin?
-İlk söylemede, anlamamış olmanı anlayışla karşılıyorum, yine söylüyorum. Unutabileceğini bile bile yeniden hatırlatıyorum. Kolayca gözden çıkarılacak, leke diye silinebilecek, kirli ve isimsiz bir damlaydın; seni adam ettim. Yokluğunda seni yakıp yok edebileceğim halde, varlığından niye öç alayım, niye seni önemsiz sayayım? Senin varlığını herkes inkâr ederken ben inkâr etmediğim halde, seni niye unutulmuşluğa terk edeyim? Seni kendime muhatap seçecek kadar önemsediğim halde, niye kurumuş kemiklerini toprakta bırakayım? Seni hiç yoktan yarattığım halde, hiç sebepsiz var eylediğim halde, ikinci defa yaratmakta niye usanayım, niye vazgeçeyim?
- Keşke bunui daha sık hatırlatsan!
-Hatırlasana kuşluk vaktini. Her sabah uyandığında yeniden bulmuyor musun bedenini? Gözlerini açar açmaz, hatırlamıyor musun unuttuğunu kendini? Ayrıca, bir bak yeryüzünü ölümünün ardından nasıl dirilttiğime. Kurumuş çubukları, ölmüş dalları, soğumuş kökleri çiçek çiçek, rengarenk, terü taze tenlerle, sıcacık meyvelerle yeni baştan dirilttiğimi görmüyor musun bugünlerde?
- Unutmuşum, Rabbim, affedersin, çok affedersin. Sen affetmeyi çok seversin.

SENAİ DEMİRCİ
 

muğlakgölge

Profesör
Katılım
19 Nis 2008
Mesajlar
997
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Yaş
42
Senin Salâvatın Da Parantez Içinde Mi Kaldı?

Var edilmek bir sürprizdir, kocaman bir sürpriz! Yokluğun koynunda yokluğundan bile habersiz silinip gitmek üzereyken, hatta silinmeye bile gerek duymayan siliklik içindeyken, var edildin. Sen yoktun ve varlığın yokluğuna tercih edildi. Can verildi tenine, nefes verildi cesedine. Bir insan yüzüyle süzüldün âlemin eşiğinden içeriye. Hayat sahibi kılındın; hayat sofrasına buyur edildin. İnsan olman irade edildi. Sadece insanların çağrıldığı, insan olmayanın çağrılsa bile tadına varamayacağı eşsiz bir ziyafete buyur edildin.
Sürpriz! Varsın, hayattasın ve insansın.
Varlığın isimsiz bir taş kadar kalabilirdi.Üzerine basılıp geçilebilirdi meselâ. Kalbin olmazdı, kalbinin olmayışına ağlayacak bir kalbin bile olmazdı. Hiç yoktan hayat verildi tenine. Hayatın bir dağın adı konmamış bir yamacında yalnız yaşayan bir ağacınki kadar olabilirdi. Hiç ummadığın halde insanlık üflendi çamuruna. İnsan oldun diyelim; bir olan Rabbe “kul” olmanın sonsuz güveninden, her şeyin sahibine muhatap kılınmanın eşsiz ayrıcalığından yoksun olabilirdin. Tıpkı yanıp yakılmış bir ağacın kömürleşmiş dallarını ve köklerini bir arada tutmakla teselli devşirmeye çalışması gibi, kaybettiklerini kaybettiğinin farkında olmayan, yitirdiklerinin eksikliğini çekmeyen acı bir inançsızlığın ortasında kıvranıyor olabilirdin.

Hiç ummadığın hediyeler almak gibidir var olmak. Hiç hak etmediğin sofralara buyur edilmeye benzer yaşamak. Hiç beklemediğin bir tacı giyinmek gibidir hayatta olmak.

Bunu bilmişken, sonsuz minnettar olman gerekmez mi? Bunu bilmişken, iltifatlara boğulmuş bir adam gibi hep mahçup bir yüzle yürüyor olman gerekmez mi? Bunu farketmişken minnetini ifade etmek için telaşla koştuman beklenmez mi? Yoksa, verilenlerin hakkın olduğunu düşünüp daha fazlası niye yok diye sızlanan geçimsiz bir nankör olmaya mı adaysın? Yoksa, sana yapılan iltifatları az bulup “daha, daha, daha..” diye bağıran, asık suratlı, bir türlü memnun edilemeyen, hiçbir şeyi beğenmeyen açgözlü biri olmaya mı heveslisin?

Mümin olmak, varlık dairesine mahçubiyetle girmek demektir. Besmele, o mahçubiyetin ifadesidir; “Senin izninle buradayım ey Rahman, ey Rahîm. Burası benim hiç hak etmediğim bir yer; izin ver de içeri gireyim.” Mümin olmak, varlığa ve varlığına minnettar olmaklığındır. Besmeleden sonra “Hamd olsun Rabbine âlemlerin.” deyişimiz ondandır. Hiç yokken var edilenin hiç yoktan Var Eden’e ilk sözü “teşekkür” olmalı değil mi? “Ey Rabbim, beni hiç hesaplarımda yokken var eyledin, hiç ummadığım halde bana hayatı tattırdın, bu yetmiyormuş ki bir de bana insanlık lûtfettin. Sana borcumu nasıl ödeyebilirim?”

“Âlemlerin Efendisi” işte bu yüzden hamd telaşındadır, şükür sevdasındadır. Senin unuttuğun o sonsuz minnettarlığı her an yüreğinde yaşatır. Senin görmediğin o umulmadık iltifatlar karşısında sonsuz mahçubiyet duyar. O yüzden adı Muhammed’dir; en çok O hamd eder, en çok O şükreder, en çok O minnettardır. O yüzden en çok O övülür; varlığın güzelliğini sonsuz bir incelikle takdir eder, hayatın ayinesinde yansıyanlara en çok O hayran olur. O yüzden adı Ahmed’dir; âlemin güzelliğine eşsiz bir hayranlıkla karşılık verir. Bülbülün aşkıyla gülün güzelliğine sesten yapraklar eklemesi gibi, O da varedilenlerin güzelliğine hayranlığını ifade ederek âleme insanca hayranlık yankıları ekler. Güzellik muhatabını O’nun gözlerinde bulur; varlık O’nun hayranlığıyla dengini bulur.
Sanattan anlayana sanatın incelikleri gösterilmek istenir. Güzelliği hakkıyla takdir edenin önünde yeni güzellik pencereleri açılır. Yemeğin tadını anlayan yeni sofralara buyur edilir.
İşte bunun için O da, sonsuz teşekkürüne karşılık yine sonsuz teşekkürler gerektiren yeni sofralara buyur edilir. “Makâm-ı Mahmud” işte o sofraların adıdır, o pencerelerin önüdür, o tanıklıkların ünvanıdır. O’nun ellerine, gözlerine, gönlüne gelen lütuflar, feyizler, nimetler bize o sofradan akar, o ziyafetten taşar. O’nun minnettarlığına katılan her salâvatla, o eşsiz sofranın bir kenarına ilişirsin; o doyumsuz ziyafetten pay alırsın. Dudağına değen her salâvat, dudağına o sofranın kevser kadehini yanaştırır.

Not: Kanaatimce, Peygamberi[asm] gül remziyle anmak, bu sır yüzünden de anlamlıdır. Gülün sevindirmesinin sebebi, yanaklarından var ediliş sürprizini taşırmasıdır. Yapraklarının inceliği ve titrekliği, kokusunun ve renginin her dem tazeliği ve yeniliği, her an var edilme heyecanının izdüşümüdür. Bu yüzden olsa gerek, gördüğümüz her gül yenidir, ilk defa var edilmiş gibi sürprizdir, ilk defa gül görüyormuşuz gibi şaşırtır ve sevindirir bizi. Var edilişine şaşıranların/şaşırması gerekenlerin ne kadar çok salavat borçlu olduğunu hatırlatır. Salâvatlar bu yüzden parantez içlerinden çıkmalıdır; hayatın ortasında güller gibi diri durmalıdır.

Senai Demirci

modify_inline.gif
 

.şüheda.

depresif polyanna
Katılım
18 Mar 2008
Mesajlar
2,149
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Konum
Şehr-i Yâr
bahaneler'imiz

kadar çoğaldı ki “bana ne!”lerimiz
o kadar birikti ki bahanelerimiz.
o kadar benimsedik ki “bana dokunmayan yılan”ları “bin yaşa”tmayı,
sokakları kuşatan çaresizliği görmezden gelir olduk
vicdanlarımızın sızısını kesiverdik
haksızlıkların fotoğrafını çekerken, haksızlığa uğrayanları kendi yalnızlıklarına terkettik.
hepimiz birimiz için olamadık; içimizden çıkıp hepimiz için olmak isteyen birilerini küçümsedik, ucuz kahramanlar listesine ekledik.
“böyle gelmiş böyle gider”leri ağrı kesici gibi yutup başkalarına ağlayan yanlarımızı uyuşturduk
rahatladık, çok rahatladık
yüreğimize batacak kıymıkları geçtiğimiz yollardan temizlettik
nefsimizin iştahını kesecek görüntülerin üstünü ustaca sıvadık
yuvalarımızın duvarlarında dışarı sızdırmadığımız sevgi gölcüklerimizden bir kaç damla olsun serpemedik yoksulların üstüne
göz yaşlarımızı tükettik, gönlümüzün yağmur yüklü bulutlarını kovduk
çocukları, çocuklarımızı, çocuk yanımızı senin gibi sevmedik, senin gibi sevindiremedik
içimizde sancıyla kıvranıp duran duygularımızı itip kaktık.
yüreğimizi yakıp duran varoluş kaygılarını ciddiye almadık.
derdimizi yok sayıp deva aramadık.
sahte çarelere kanıp çaresiz kaldık
oysa sen, oysa sen
kalbimize sahip çıktın onca kötülüğün içinde
‘’vicdanınızı tahriş edeni terk edin’’ dedin de,
‘’şüpheli olandan uzak durun’’ dediğinde de,
kalbimize güvendiğini sezemedik.
hoyratlıklarımızı vicdanımızın cetveline vurduğunu göremedik


SENAİ DEMİRCİ
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Genç olma sırası kimde?

Eskişehir’deydim. Gösterdiler bana. “İşte şurası hapishanenin yeri!” Hapishane yok artık; yerinde tramvay durağı var. “Ama lise olduğu gibi duruyor.” Cumhuriyet Lisesi. Şimdi yerinde olmayan hapishanenin mazi olmuş pencereleri bir zamanlar lisenin bahçesine bakıyordu.
Hapishane penceresinin ardındaki gözler ağlıyordu. Lise bahçesinde kendilerini “19 Mayıs hareketleri”ne kaptırmış kızlar gülüyordu. Kendisi için değildi gözyaşları. Yaşlılığına dair değildi hüznü. Hapsedilmişliği umurunda değildi. Genç kızlar onun için ağlıyor değil; o genç kızlar için ağlıyordu. Ağlanacak halde olan kendisiydi oysa…

O bakış aksına geçip ben de baktım bir süre. O bakışın izdüşümünde tuttum gözlerimi. Yaşlı adamdan genç kızlara doğru yönelmiş ağlayışın yatağında tuttum kalbimi. Ben de böyle bakabilir miyim? Her şeye.. Herkese…

O gülüp oynayan genç kızların elli sene sonraki halleri görünür yaşlı adamın gözlerine.. Hesap basit: 17+50= 67. Onyedilik genç kızların elli yıl sonraki hali 60’lı 70’li bir “nine”. Güvendikleri gençlik geçip gitmiş… Sarılıp durdukları körpe bedenleri ellerinden kayıp göçmüş.. Beğenme dilendikleri bakışlar, acımayla bakıyorlar soluk yüzlerine. Nefret ve tiksintiyle dönüp geçiyorlar yanlarından. Bir de öbür ihtimal var. Yaşlı olamama ihtimali. Altmışına varmadan toprak olmak da var. Unutulmuş bir mezarda hiç önemsiz oluvermek de var. Hatırlanmaya değmeyen, hatıralara sokulmayan, şen şakrak sohbetlerden uzak tutulan bir tuhaf detaya inmek de var!

Eskişehir Hapishanesi’ndeki yaşlı Said Nursî’nin Eskişehir Cumhuriyet Lisesi’nin bahçesindeki neşeli genç kızlar için gözyaşı dökmesinin üzerinden bir değil iki 50 yıl geçti. Kendilerine ağlanan genç kızlar da, kendilerine ağlayan yaşlı adam da yeryüzünde yok şimdi. Yeryüzünde hâlâ yaşlı adamlar dolaşıyor, hâlâ daha genç kızlar ince narin bedenlerini 19 Mayıslara, sokaklara, meydanlara, plajlara, iştahlı bakışlara ayarlıyor. Gülüyorlar. Ağlamıyorlar. Gencecikler. Yaşlanmış kadınlara göz ucuyla bakıyorlar. Acıyarak çeviriyorlar yüzlerini. Sanki elli yıl sonrası gelmeyecekmiş gibi. Sanki şimdilerde yaşlı ve buruşuk yüzlü ihtiyarlar bir zamanlar kendileri gibi genç olmamış gibi. Sanki onlar da kendi gençliklerinde yaşlılara acıyarak bakmamışlar gibi. Sanki onlar da bir zamanlar acıyla bakılacak, hüzünle ağırlanacak, hemencecik toprağa konulup unutulacak, ölmesine şaşılmayacak yaşlılar olmayacakmış gibi…

Hayat bu. Yaşıyorsan, yaşamanın her haline yazgılısın demektir. Kendini bir yerine yazdırdın mı, başına getireceklerine razısın demektir. Doğdun ya, öleceksin işte. Doğup da ölmeye razı olmamak yok. Gençliğe uğradıysan bir kere, kaçarı yok; yaşlılık da bekliyor seni. Ya da toprak olmak. Şimdi yaşlı değilsen, bunun tek nedeni şimdilik yaşlılık sıranın gelmemiş olmasıdır. Gençsin, güzelsin, alımlısın, çekicisin. Kim ne diyebilir sana? Ama gel de kulağına fısıldayayım; sadece sıra sende olduğu için. Sadece şimdi. Sadece şimdilik!

Şimdilik genç olan gerçekte genç değildir. Sadece genç olma sırası kendisindedir. Genç olma sırasını savarken, kendini daha sonraki sıralardan çekip aldığını sanıyorsa, hep sıranın orasında kalacağına inanıyorsa, ağlanacak-yoksa gülünecek mi?-haldedir. Said Nursî işte bu yüzden ağlar gençlere. Orada takılıp kalanların takılıp kaldığı o zavallılığa ağlar. O andan sonrasını unutanların körlüğüne acır.

Başımız sıkıştığında, biz de o yaşlı adam gibi yapalım. Hızla çevirip zamanın çarklarını mesela bir elli yıl sonrasına atalım kendimizi. Ne Ertuğrul Özkök yazısı bizi ince ince alaya alıyor, ne Tuncay Özkan kanal satıyor. Ne kim medya patronlarınca aşağılanıyoruz ne de biz aşağılananlar ortalıkta dolaşıyoruz. Ne başörtülü kalmış, ne başörtüsünü çekemeyenler. Kapatma davası bile kapanmış. Alın saatinizi elli yıl sonrasına ayarlayın. Yazı tahtanıza, günlüğünüze 2058 yazın meselâ. Ne size hükmetmeye kalkanlar kalır orta yerde ne siz “zavallı” kalırsınız. Ne bedenlerinin körpeliğine yaslanıp ahlaksızca şehvet oyuncağı olanlara iltifat edersiniz ne de şimdiki dana gözlü iri manşetlerin dehşetine aldırışınız olur.

“Ashab-ı Kehf bakışı” diyorum ben bu bakışa. Hani sadece bir geceliğine uyuduklarını sanıp tam 300 yıl sonrasına uyanmışlardı ya. Ellerindeki para geçersizleşmişti. Kendilerini mağaraya zorlayan zalimlerin zulmü geçip gitmişti. Tanınan, beklenen, özlenen yüzleri artık tanınmazdı, yabancı oluvermişti. Evleri “başkaları”nın evleriydi. Şehirleri onlara bir sığınak sunamıyordu. “Yedi uyurlar”ın uyandıkları sabah yaşadıkları her türlü şaşkınlık, şimdilik zalim olan, şimdilik güzel ve genç olan, şimdilik ünlü ve önemli olanların her birine ebedî uyanışlar vaad ediyor. Dürtüyor onları. Uyandırıyor.

Şu anda, bugün, şimdi, çok sonraki zamanlarda geçersiz olan paralar peşinde koşturuyoruz. Bugünlerde bir zamanlar tanınmayacak, aranmayacak yüzlerin ardında duruyoruz. Bu sabah ve yarın sabah, 19 Mayıs’ta, yaşlanması kaçınılmaz gençlerin zindeliğine yaslanıyoruz. Ölüyoruz her an. Bir cenaze namazına doğru yaklaşıyoruz. Bir mezar taşına eğreti bir kazıntı olmak üzere yürüyoruz.

O “yaşlı adam”ı yaşlanacağını unutanlar ağlattı. Sadece bir kum tanesi olduğunu unutanlar zaman rüzgârının hoyrat savuruşunda. Şimdilik olduğu yerden teselli umanlar. Ama şimdilik! Sadece şimdilik!

SENAİ DEMİRCİ/ZAMAN​
 
Üst