Senai Demirci Köşesi

TuaNa MiNa

Paylaşımcı
Katılım
11 Eyl 2006
Mesajlar
358
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Konum
SeVDa OkYaNuSu
Kimselere Diyemedim

>Öyle çok pazarlık ettim ki Seninle ey Rabb’im. Sen çağırınca, kendime
>ayırdığım vakitlerden çalındığını düşündüm. Ezan okununca, sevdiklerimle
>geçirdiğim zamanların azalmasından korktum. Vakit girince, içim “cız” etti
>hep. Odamdan uzaklaştım, bıraktım işimi, bozdum keyfimi; öylece namaza
>durdum. Ayak diredim, “az sonra kılsam da olur!” dedim. “Az sonra”larım
>“çok sonralar”a döndü, geç kaldım, geç kalmaktan utanmadım. Sonunda
>ayaklarımı sürüye sürüye vardım huzuruna. Pazarlığımı vaktin daralmışlığını
>bahane ederek yeniden ileri sürdüm. Kaçıyordu namaz ya; o yüzden çabucak
>kıldım, selam verdim, hemen kalktım, rahatladım. Oysa rahatlığı Sana
>borçluyum. Ağrımayan her bir dişim kadar huzur borçluyum Sana. Damarlarımın
>her bir noktasında pıhtılaşmayan kanım kadar sükûnet borçluyum Sana.
>Tenimin kaşınmayan her bir
>noktası kadar rahatlık borçluyum Sana. Dişlerim ağrıyacak olsa her biri
>için harcayacağım zaman Senin. Kanım pıhtılaşıp damarlarım tıkanacak olsa,
>her defasında ızdırap ve korkuyla geçireceğim saatlerin hepsi Senin. Tenim
>her noktasında yırtılacakmış gibi acıyacak olsa, kendi kendime dar
>geleceğim huzursuz günler Senin.
>Gün oldu; usandım. Sabrımı tükettim; tükendim. Kendimi yontmaya
>heveslendim. Benden istediğin zamanı çok gördüm. Benden istediğini, benim
>için istediğini bile bile, huzurunda huzursuz durdum. Fazla buldum namazın
>rekatlarını; kısaltmak için bahaneler aradım. Günümü delik deşik etmeni,
>işimin arasına kesintiler sokmanı, hayatımın ortasına duraklar koymanı,
>uykumu bölmeni lüzumsuz gördüm. “Beni bana bırak!”larla durdum huzuruna;
>içim başka bir yerlerin türküsünü söylerken, ben seccadende, belki sadece
>bedenimle, mıhlı kaldım. Oysa Sen, dileseydin dar edebilirdin zamanı
>bana! Bir uçurumun dibine savrulmuş bir arabada çaresizce Sana yalvartıyor
>olabilirdin beni. Korkulu bir savaşın orta yerinde ateş ve kan kusan
>bombaların altında günümü de, işimi de, uykumu da, hatta rüyalarımı da
>delik deşik etmelerini takdir edebilirdin. Düşmeyen bombalar kadar, uçuruma
>savrulmayan arabalar kadar genişlik borçluyum Sana.
>İçten pazarlıktı benimkisi. Öyle içten ki kendime bile söyleyemedim.
>Gözlerimle birlikte gönlümü de secdene kilitlemeyi çok gördüm. Kendimi
>sıfırlamayı, benliğimi hiçe indirgemeyi beceremedim. Ensemde kaderin
>sıcacık nefesini hissedecek o teslimiyetin vadisine inemedim. Acelem vardı;
>alnımı koyduğum gibi kaldırdım seccadeden. Bütün benliğimle aşağı inemedim.
>İşim vardı, secdemi işime zaman kazandım. Secdeye kalbimi de sığdırmaya
>çalışmadım. Uykum vardı, secdemi sığ bırakıp uykumu derinleştirdim.
>İtirafımdır: Bencilliğimi de sırtıma alıp
>rükûlarda eritemedim. Bedenim eğilirken huzurunda, “emrolunduğum gibi
>dosdoğru olma”nın ağırlığını sırtıma almayı erteledim. “Sırası değil!”di;
>“hele dur; sonra da olur!”du. En Sevgili’ni bir gecede ihtiyarlatan emri
>üzerime alınmadım.
>Sen dileseydin, çocuğumun cılız nabızlarının eşliğinde, loş ve neşesiz bir
>yoğun bakım odasında, gözümü de gönlümü de, umutsuzca, çaresizce,
>ürpertiyle, korkuyla bir monitörün ekranına kilitleyebilirdin. Dileseydin,
>yeryüzünün sükûnetini bir anda kesip, küçücük bir duvar kıpırtısının
>gölgesinde, mini mini bir sarsıntının beklentisi içinde saçlarıma aklar
>düşürebilirdin.
>İçten pazarlık mı denir buna? Sen bilirsin Seninle ettiğim pazarlığı.
>Kendime sakladığım ve hatta kendimden de sakladığım sır bu. Dilime bile
>değdirmekten korktuğum, ağzıma almaktan utandığım öyle bir sır işte.
>Fısıldaması bile acı veriyor ya… Meselâ, uzayınca Fatiha, uzayınca sûre,
>heceler sanki özgürlüğe giden yolu taşlar gibi kestikçe, “bitmez şimdi bu
>namaz!” dediğim çok oldu. Ama içimden. Kimseler duymadı.
>Bir Sen duydun beni ey Rabb’im. Sırrımı bir Sen bildin. Kendimi lüzumsuz
>hissederken seccadenin üzerinde, dudağım anlamına yetişemediğim kelimeler
>için oynarken, Sen beni söylediğimden fazlasıyla duydun, söyleyemediğimi
>de, dile getiremediğimi de bildin. Ruhumu alıp uzaklara gittiğim halde, bir
>bedenimi bıraktığım halde huzurunda, kovmadın beni, yakınlığında tuttun.
>İtirafımdır; öyle anlatıldığı gibi özleyebilmeyi beceremedim henüz namazı…
>“Aradan çıkarmaya çalıştığım” oldu namazı. Geçiştirdim namazı. Bir
>“sorun”du çözdüm, hallettim. Selam verip sonra yaşamaya başladım… Yaşamayı
>namazın içinde aramalıydım. Namazı yaşamanın içine sızdırmalıydım oysa.
>Bilemedim.
>Kafa tuttum, ayak diredim, pazarlık ettim; ama Sen utandırmadın, yine yine
>yine huzuruna
>aldın beni. Her secdede rahmetinle okşadın alnımı. Her rükûda “aferinler”
>fısıldadın gönlüme. Her vakitte yeni bir sayfanın aklığına çağırdın ruhumu.
>Yüzüme vurmadın. Azarlamadın. Aşağılamadın. Hepten umut kesmedin benden.
>Yok saymadın. Utandırmadın.
>Pazarlık ettiğimi Seninle bir Sen bildin ey Rabb’im. Kimselere söylemedin.
>Sırdaşım Sensin, bir Sana açabilirim içimi, bir Senin beni ayıplamandan
>korkmam. Ben işte böyleyim; yine “bana ait”lerin hesabındayım. Başka kime
>söyleyeyim? Başka kimin anlayışından medet umayım?
>
>
>SENAİ DEMİRCİ
>
 

emmargah

Profesör
Katılım
17 Haz 2006
Mesajlar
3,348
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Gölgeler

Bir zamanlar göklere çok meraklı bir kral varmış. Yıldızların hareketlerini inceden inceye tetkik eder, ayın ve güneşin gökyüzündeki seyrini dakikası dakikasına izlermiş. Bilge kral halkına bir mutluluk kaynağı olsun diye, güneşin hareketlerine göre gölgesi biçimden biçime giren bir küçük heykel yaptırmış. Herkesin günün her saatinde seyredebileceği bu heykelin gölgesi güneş ışınlarının açısına göre şekilden şekile girermiş.

Sabahları heykelin dibinde kanatlarını alabildiğine açmış bir kartal gölgesi belirirmiş. Öğleye doğru kartal kanatlarını yavaş yavaş toplar bir denizlerde sevinçle zıplayan iki yunusun silüeti ortaya çıkarmış. Tam öğle vaktinde ise heykelin gölgesi iyice küçülür ve bakanlar dibinde sevimli küçük kelebeklerin gölgelerini seyrederlermiş.
Gün ikindiye eriştiğinde heykelin doğu tarafına taşınırmış gölgeler… Gündüzü böylece geçiren halk, ayın çıktığı geceler de ayrı ayrı gölgeler seyrederlermiş heykelin yanında. Bilge kral halkını mutlu etmekten memnunmuş…


Gelin görün ki, heykelin sırrını ve göklerin bilgisini kimseye açıklamaya fırsat bulamadan ölmüş... Halk krallarının peşinden hayli gözyaşı dökmüş… Ondan geriye kalan bu güzel eseri daha çok sevmişler. Sonunda bilge krallarına duydukları minnettarlığı ifade etmek için, bu heykelin etrafına kubbesi altından, kapısı gümüşten, pencereleri yakutlarla süslü bir anıt yapmaya karar vermişler.

Bu arada beklemedikleri şeyler de olmuş tabii... Anıtın duvarları yükseldikçe gölgeler artık eskisi gibi uğramaz olmuş heykelin yanına. Çok sevdikleri krallarının anısını korumaya çalışırlarken anının kendisini yok etmişler. Şaşkınca birbirlerinin yüzüne bakan halk, “Kötü bir niyetimiz yoktu!” diyorlarmış birbirlerine.

Bu öykü, birbirlerine olan sevgilerinin aralarındaki farklılıklardan kaynaklanabileceğini farketmeyen eşleri anlatıyor. Sevmeyi çoğunlukla eşimizin tamamen bize benzemesini, bizden farksız olması olarak umuyoruz. Tam tersine, hepimiz eşimizin farklılığını kabul etmeli, onu faklı olduğu için seviyor olmalıyız.

Eşimizden bize yansıyan güzellikler, ihtimal ki güneşin onun üzerine farklı ve özel biri olarak doğmasından kaynaklanıyor. Onun farklılığını yok etmeye çalıştıkça, üzerimizdeki gölgelerini sildik. Aslında kötü değildi niyetimiz. Asla kötü olmadı.


Senai Demirci
 

^diyar^

susss gönlüm!!!
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
1,742
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Yaş
40
Konum
istanbul
Ellerimiz ellerinizdedir

790089amp2si8.jpg


Ellerimiz ellerinizdedir Efendim....
Bildik ki, siz insanların en lütufkârısınız…
Bir köleyi, bir çocuğu dahi geri çevirmezdiniz.
Birnin elini tuttuğunuzda,,
elinizi tutan kimse bırakmadıkça elini bırakmazdınız.

Çölün aziz misafiri.
Suskunların kutlu sözcüsü.
Hüzünlerin sabırlı bekçisi.
Teselli yağmuru.
Huzur pınarı.
Efendimiz..
Kokunuz duyuldu önce.
Saçları rüzgârın yakasına tutuşmuş çocuklardan biri ellerini kumlardan çekip koştu.
Gözlerini yukarı çevirdi.
Yukarıların habercisinin, yücelerin gezginin yüzüne bıraktı kalbini.
Kanatlarını sessizliğin avucuna yayıveren kelebekler asılı kaldı havada.
Rüzgâr nefesini tuttu.
Kum tanecikleri gül yüzünüzün kıvrımlarına koşuştu.

Billur elleri uzandı nur ellerinize.
Eline avucuna yığdı çocuk sevinçlerinin hepsini.
Bakışlarını akıttı yüzünüze.
Gözlerinize, ta gözlerinizin bebeğine baktı Efendim.
Varlığınızın çölü gül(l)e çevirdiğini, ölümü sonsuza bitiştirdiğini bilerek b/aktı gözlerinizin içine.
Kendisinden önce kardeşlerini yutan çölün tozları/nı temizle/n/di ellerinizle yüzünden.
Nefes aldı gözlerinizle buluşunca gözleri.
Belki de delice seğirtti ardınızdan.
Siz de onu beklediniz belki; hepimizi, her şeyimizi, bütün kızlarımızı kucaklayan, yitirdiklerimizi bize yeniden vaad eden tebessümünüzle beklediniz.
Kız çocuğunun dudağında sonsuza goncalanan tebessüm gülleri açıldı.
Sizin karanlıkları dağıtan, hüzünleri silen, korkuları boğan tebessümünüze dokundu bakışları.
“Kal” dedi gözleri, “biraz kal, gitme…”
Avucunuza bıraktı avuçlarının huzurunu…
Belki birkaç adımı birlikte attınız Efendim.
Yavaşladınız.
Ki hiç acelenizin olmadığını bilirdik.

Boyu hizasında eğiliverdiniz.
Bize döndüğünüz gibi, yükseklerin en yükseği miractan iner gibi.
Bizim hatırımıza indiğiniz gibi el üstünde tutulduğunuz semâdan arzın çölüne.
Gözümüzün yaşını silmek için alkışlandığınız göklerin cezbesinden sıyrılıp bulandığınız gibi dünyanın hüznüne.
Sırf bizi sevindirmek için Yakınlık makamından uzak kalmaya razı olduğunuz gibi..
Eğildiniz Efendim, eğiliverdiniz.
Yanımıza döndünüz.
Yüzümüze baktınız.
Hatırımızı saydınız.
Nazladınız.
Kız çocuklarımıza ebedî teselliler getirdiniz deste deste .

Kucakladınız sımsıcak.
Medine’li kız çocuğunun elinden tuttunuz.
Adı kâh Hacer, kâh Maria, kâh Samaneh belki Rojda ya da Lena oluverdi.
Fıtratı İslam idi kız çocuğunun…
Onun sevincini öncelediniz; sonraya bıraktınız başkalarını.
Onu sevindirmeyi önemsediniz, bekleyenleri ötelediniz.
An dondu.
Mekan doğruldu.
Çöl dirildi.
Zaman yeniden kanatlandı bakışlarınızın göğünde.
Tebessüm ettiniz.
Küçük kız çocuklarının hatırını her şeyin önüne aldınız.
Onlar için çektiğiniz sancıları sakladınız onun gözlerinden.
Onlar için kanayan ayaklarınızı unuttunuz onun sevincinde.
Dualarınızın göğünde bir güneş gibi yükselttiniz kız çocuğu mutluluklarını. .

Ellerinizin nuruyla ışıdı kızın yüzü.
Ve kızın ışıyan yüzünden yansıyan ışığın aksi sevinç sevinç pencere önlerimize kadar taştı.
Ve kızın gözlerine nakşolan gül yanağınızın kokusu döndü dolaştı kızlarımızın yanağına bulaştı.
Şimdi, o kızın yanağından miras bir ışıltıyı ve kokuyu taşıyor kızlarımızın yanakları

Onların lüle saçlarında, ceylan titrekliğindeki iri gözlerinde, beyaz gülüşlerinde, yarım kalmış, acemi ve masum dualarında sizin tesellinizi içiyoruz her gün.
Küçük kızlarımızı seviyoruz Efendim sayenizde.
Onlar için umutlanıyorsak, sizin müjdenizle
Onları sevindirebiliyorsak, sizin hatırınıza Efendim…
Ne varsa sevgiden yana elimizde avucumuzda, mayasını sizin tebessümünüzden devşirdik Efendim.


Efendimiz,
Neden hâlâ elini tutmaktan uzak düştüğümüz kızlarımız var bizim.
Elimize tutunan yetimleri, öksüzleri ötelere öylece düşüncesizce itiverdik biz.
Kızlarımızın sımsıcak tebessümlerini soluğumuzdan buz tutmuş dipsiz kuyulara savuran buzdan heykelleriz biz.
O masum dudakların “Baba!” deyişlerini huzursuz ve telaşlı saatlerin yüzünde par(ç)alayan babalarız biz…
Şimdi, kapı arkalarında baba yolu bekleyen nazenin kız çocuklarını babasız bırakanlarla aynı şehirleri paylaşıyoruz biz.

Bir gün olsun, âh bir an olsun, kızımız tutunca elimizden, hiç bırakmamaya ahdederken biz, o bırakmadıkça onun elini bırakmamaya niyetlenirken biz, hatıranı ete kemiğe bürüyüp giyinebilir miyiz?
Nasıl olur da o billur elleri salıveririz ellerimizden nâr görüp çözülüvermiş buz gibi biz?
Niçin gözlerinizin içine büyüdüğümüz zaman da o ışıltıyla bakamayız o kız gibi biz?
Acaba biz kimlerdeniz?
Sizin tuttuğunuz eli tutamayıp itenlerden miyiz?
Ellerinizden kızlarımızın gül kokladığı Efendimiz…
Özür dileriz..
Menbaı siz olan, kızlarımızın yüzünden bize yansıyacak bir sadakalık ışıltı dileniriz…
Affımızı isteriz…


Senai Demirci
 

zübeyde

Doçent
Katılım
25 Nis 2007
Mesajlar
652
Tepkime puanı
7
Puanları
0
Yaş
35
kardeş sagol güzel di emegine saglık

Affımızı isteriz…
 

Hanne

Doçent
Katılım
3 Kas 2006
Mesajlar
1,366
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Allah razı olsun Diyar ...
 

Savm

Profesör
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
3,874
Tepkime puanı
76
Puanları
0
emeyinize sağlık kardeşimm çok güzel bir paylaşım olmuşş ...
 

BeHReM

Doçent
Katılım
2 Nis 2007
Mesajlar
618
Tepkime puanı
27
Puanları
0
Rabbine de ki: “Sen varsın. Sen âlâsın. Eksiklikten uzaksın, noksanlıktan muallâsın, kusurdan mukaddessin. Kusur bende. Benden yana eksiklik. Bende saklı acizlik. Bende bekler fakirlik. Yalnız Sana muhtaç olma zenginliğimdir secdem. Yalnız Sana kul olma şerefimdir secdem.”

“Yüzümde secdelerimin izini bırak ey Rabbim. Alnıma rahmetinin nefhasını bırak ey Rabbim. Kalbime En Sevgili’nin aşkını bırak ey Rabbim. Secdemden dirilt beni. Secdemde öldür beni. Secdemde durult beni. Secdemde doğrult beni.”

Senai abimizin güzel eserlerinden...Rabb'im namazın hakkını vermeyi nasip eylesin herkese...
 
Katılım
22 Ocak 2007
Mesajlar
1,433
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Yaş
41
Konum
ankara
O'nunlasın her zaman

O'nunlasın her zaman...Bütün internet bağlantılarından daha hızlı, Tüm kısa mesajlardan daha doğrudan, Tüm plastik kahramanlardan daha gerçek, Tüm tv dizilerinden daha dostça.
A
O varken "yalnızlık" sadeceA bir kelimedir.
O'na yakın olduğun oranda yAalnız değilsin, O'ndan uzaklığın oranında yalnızsın.Sana şefkat eden bir Rabbin var; sahipsiz değilsin.O seni ve diğerlerini şefkatle terbiye ediyor.Herkesi merhametinin kucağında ağırlıyor.O seni sevdiği için var eyledi. Seni severek var eyledi.Senin varlığından hoşnut.Senin varlığın O'na yük değil.Büyük bir ateşten küçük bir çıra tutuşturulsa ateşten ne eksilir?Yaşaman O'na ağır gelmez.Seni beslemek ve büyütmek O'na zor değildir.Senden sadece verdiklerine teşekkür etmeni istiyor.Hem böylece sana sonsuzca vereceğini de müjdeliyor.Sen ona nankörlük etsen de, üzerinden kudret elini çekmiyor.Sen onu unutsan da, sana küsmüyor.Sadece hatırlamanı istiyor. Bekliyor, sabırla bekliyor.


Senai Demirci
 

^diyar^

susss gönlüm!!!
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
1,742
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Yaş
40
Konum
istanbul
Rahman O, Rahîm O Sana şefkat eden bir Rabbin var; sahipsiz değilsin.

O seni ve diğerlerini şefkatle terbiye ediyor.

Herkesi merhametinin kucağında ağırlıyor.

Seni sevdiği için var eyledi.

Seni severek var eyledi.

Senin varlığından hoşnut.

Varlığın O’na yük değil.

Yaşaman O’na ağır gelmez.

Seni beslemek ve büyütmek O’na zor değildir.

Rabbin seni seviyor.

Rabbin senin sevdiklerini de seviyor.

Rabbin sevdiklerini sevmeni seviyor.

Rabbin sevdiklerini sevindiriyor.

Rabbin sevdiklerini sevindirmeni seviyor.

Üzülme.

Endişe etme.
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
Senai Demirci Köşesi..

Hızır’ın sırrında saklı Musâ’nın aklı/ğı

“Bir zaman, bir asker, meydan-ı harb ve imtihanda, kâr ve zarar deveranında pek müthiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki; sağ ve sol iki tarafından dehşetli, derin iki yara ile yaralı, ve arkasında cesîm bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor.
Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu haliyle beraber uzun bir yolculuğu var.”

Seni bugünden yarına taşıyan varlık geminde hiç yara olsun istemezdin. Teninde ne bir çizik olmalıydı ne bir sancı dokunmalıydı kalbine. Sürgünsün ömrünün darlığına. Sevdaların başını sokamıyor dünyanın kuytusuna. Bir tutam hırçın kırmızısın ağarmayan karanın bahtında. Nefesine dolanmış arsız çığlıklar. Sesini eşkıyalar yağmalamış; suskunun uçurumunda her hece tutunacağın son dal. Sağır gecelerin ayazında kavrulmuş iç huzurunun nazlı tohumları. Eksilmişsin. Dünyanın ölümcül dalgalarında salınıp duran huzurun iki yanından delinmiş. Suçsuz yere irtifasından edilmiş umutların. Durduk yerde kalbin güvertesinde büyüttüğün neşveler hüznün sularına batmış. Acizsin; başına geleceklere karşı dayanağın yok. Yoksulsun; elinde tuttuklarını tutmaya mecalin yok; elinden tutanları saklayacak sığınağın yok.

“...o biçare asker sensin. O iki yara ise birisi müz’iç ve hadsiz bir acz-i beşerî, diğeri elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir.”

Mûsa’nın[as] hayreti gırtlağında düğüm düğüm büyüyor: “Halkını boğmak için mi deldin gemiyi?”

* * *

Karşı kıyıya geçmeden tükeniyor varlığın. Nefesin ecele yazılı. Derin bir mezar kazıyor zaman hatıranın üstüne. Taşa çiziliyor her akşam hüsrânının resmi. Göz bebeğinde büyüttüğün hâreler sönmeye hazırlanıyor. Ayaklarının altından giderek çekiliyor kumlar; seni süzüyor boğumunda dar vakitler. Ölüme b/akıyor göz bebeklerin. Ol hikâyenin kahramanısın ki arttıkça yitiyorsun şafağın koynunda. Ak örtülere sarıyor seni saatler. Her gece seni sessizliğe kefenliyor. Gövden d/iri bir tabut gibi her daim toprağa, toprağa indiriliyor. Ensende nefesini tüketmeye kurulu o sıcak nefesi hiç eksiltemiyorsun. Akrep yelkovanla nöbetleştikçe bin akrep ısırığı yiyor ömrünü. Yırtıcı bir arslanın önü sıra nefes nefese koşar gibisin.

“...o arslan ise eceldir.”

Mûsa’nın[as] isyanı sarıyor nefesini: “Tertemiz bir canı katlettin ha!”

* * *

Hazların köşeye sıkışıyor. Lezzetlerin zevâlin uçurumuna düşüyor. Ayağının altında uçurumlar büyüyor. Yürüdüğün yerler kuyular açıyor kalbine. Yusufleyin gömleğin kanlanıyor; zaman bezirgânının elinde ucuza satılıyorsun. Ederini kimseler bilmiyor. Hiç sebepsiz, hiç zamansız bir ölüm gözlüyor yolunu. Seni ve sevdiklerini, seni ve sevdalarını darağacının gölgesine yanaştırıyor her an. Sen kaçtıkça, şah damarına daha sıkı sarılıyor vaktin urganı. Çırpınışın daha bir canlı kılıyor can hışırtısını. Can pareleniyor: tuğlaları düşüyor ömrünün. Keyfini çevreleyen duvarlar yıkılıyor. Hayal kulelerin yıkılıyor hüzünlerin vuruşuyla. Yıkılmak üzere olan bir duvarın önüne sürükleniyorsun. Gövdenin dem-be-dem toprağa yıkılıyor. Gözünün karanlığa akışını görüyorsun. Kemiklerinin toz olmuş haline şaşıyorsun.

“...o darağacı ise ölüm ve zeval ve firaktır ki, gece gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur.”

Mûsa’nın[as] şaşkınlığı çarpıyor yüzüne. Yıkık duvarın onarılmasına şaşırması gibi, kurumuş kemiklerinin yeniden hayat bulmasına aklın ermiyor: “Nasıl yaparsın bunu?”

* * *

Said Nursî’nin Yedinci Söz’ü her anına Hızır ile Mûsa kıssasının sancısını taşıyor aslında. İlk olarak, fark ediyorsun ki, Rahîm olan Rabbin bir Hızır dokunuşuyla varlık gemini acz ve fakr ile yaralamış. O yaraların sancısıyla O’nun rahmetine koşuyorsun. İkinci olarak, anlıyorsun ki, Hakîm olan Rabbin ecelini ardın sıra koşturarak, Hızır’ın dokunduğu çocuk gibi canını katle yazmış. Ecelin telaşıyla, yolcu kalmaya değil, gitmeye ayarlı olduğunu anlıyorsun. Şu dünyada bir ağaç altında gölgelenir gibi gölgelenen o kutlu yolcunun hâlini kuşanıyorsun. Son olarak, görüyorsun ki, Kadîr olan Sahibin ölümü ve ölümün beslediği ayrılıkları yıkık duvar gibi her daim gözünün önünde tutuyor. Hızır suskunluğu ile, kabrinin yıkık taşları altında, ömrünün dağınık yaprakları arasında senin için sonsuzluk sırrını saklıyor.
 

ISSIZ

Asistan
Katılım
7 Tem 2007
Mesajlar
494
Tepkime puanı
7
Puanları
0
Hoş geldin bize sevgili pişmanlık…

Hoş geldin bize sevgili pişmanlık…


SENAİ DEMİRCİ



Tenimizdeki çizik olmadan nasıl anlamıyorsak canımızın incinebilirliğini, pişmanlığın sızısı olmadan fark edemiyoruz içimizde saklı masumiyeti.
Sessizce akıp giden suyun önüne çıkan bir çağlayan yahut kaya gibi suçlarımız; vicdanımızın sessiz bekçiliğini hatırlatırlar bize, girdaplar, fırtınalar katarlar masum sandığımız hayatımıza. Kendimizi masum ve günahsız, hatasız ve kusursuz bildiğimizde kalınlaşıveren, kalınlaştıkça da ruhumuzu sağırlığa hapseden demir perdeyi yıkar günahlar. Dokunulmazlığımız üzerine kurduğumuz sırça sarayın yıkılışını haber verir içimizde yükselen “ah!”lar. Gururun kalesinin yangına verilişine denk düşer hatamızın utancını kıpkızıl yüzümüze taşıdığımız anlar. Pişmanlığın o kekremsi tadı, o akrepsi sokulganlığı utançla tanıştırır bizi. Utançla tanıştığımızda da, utanabilen yanımızla, içimizde suskunca bekleyen vicdanımızla buluşuruz ilk defa. Film gibi hani… Sevdiğimizle çarpışmak gibi köşe başında; defterler kitaplar dağılırken havada, kalpler buluşur, gözler el ele tutuşur ya. O hata; o sakarlık, o dikkatsizlik, o sürçme, o ayak kayması, o kaza, utanabilen yanımızla tanıştırır bizi. “Ah!” ettiren her günah, bağışlanmanın ve affın, rahmetin ve gufranın serin pınarlarına susatır bizi.

Hiç istemeden olmuş gibi, kaza ile değmiş gibi sokulur günah ve kirler ruhumuzun billur sularına. Paslı bir bıçak gibi bulandırıverir kalbin duru ayazmalarını. Sular üzerinde rüzgâr ürpertisi gibi, dudaklarımızda içli yakarışların kıpırtısını başlatır hatalar. Yağmurun çöllerin kumunu yarması gibi, içimizin de içinde sancılı itiraflara kuytular açar günahların darbesi. Vicdanımızın kulağının dibinde fısıltılı hesaplaşmalara çağırır bizi pişmanlıkların nefesi. Utandırır bizi. Utandırdığı gibi, utanabilir olduğumuzu da hatırlatır bize. Yüzümüz kızarır, başımız öne eğilir, mahcubiyetle kısılır gözlerimiz, belki gözyaşı dökeriz. Müşfik bir baba gibi teselli eder bizi pişmanlığımız: “Ağlıyorsun ya işte; o işi yapmayı yakıştıramadın kendine. Sen elinle ettiğinden fazlasısın. Sen bile isteye ettiğin günahtan daha yukarıdasın…”

Kucağımızda hiç durmadan ağlayan bebek gibi, habire sızlanan bir hasta gibi buluruz pişmanlığı. Ne inkar edebilir, ne unutabilir ne acısını dindirebiliriz. Bırakalım öyle kalsın! Acısın. Kanasın. Ağlasın. Sızlansın. Dağlasın göğsümüzü. Yırtsın yüzümüzü. Kendi gözlerimizin içine baktığımızda, hemen yüzünü gösterip utandırsın bizi. Bizi bize gammazlasın. Acısına ihtiyacımız var pişmanlığın. Ya hiç acıtmasaydı günah kalbimizi? Ya pişmanlığın sızısı hiç yapışmasaydı yakamıza? Kurtulmak için çırpındıkça üzerimize atılıvermeseydi pıtraklar gibi? Kıvrandıkça, kıvrandıkça yine yeniden yakalamasaydı bizi bileklerimizden?

İyi ki öyle... Kaynağı saptanamayan ağrılarda hastalara, kural gereği, ağrı kesici verilmez. Çünkü ağrısı olmazsa, hasta çare aramaz. Kıvranmazsa, ağrının odağını bulmaya yönelik zahmetlere katılmaz, katlanmaz.

Pişmanlığın da soğuk sert taşlar gibi vurması beklenir ayaklarımıza. Hiç bitmeyen kışlar gibi soğuk buzlar düşürmesi gerekir alnımıza. Firari mahkûmlar gibi köşe bucak tedirginliklere mahpus etmesi istenir bizi. İlk fırsatta, saati geri alma telaşına düşmek, takvim yapraklarını yerine yapıştırma telaşıyla yanıp tutuşmak gerek. Günahı, ömrünün son deminde ak örtülere sarılmış adamı/kadını acı bir sırla kirletmek diye bilmek gerek.

“Kim aklar beni?” diye bütün kapılardan eli boş döndüğümüzde, “illâ O” diyecek çaresizliğin dizi dibine oturtmalı bizi pişmanlığımız. Rahmetin ve gufranın dergâhında kusurluluğumuzu ve günahkârlığımızı şefaatçi bilip öylece ümitlenmeliyiz Allah’tan. Hiç koşulsuz affedileceğimiz kapının eşiğinde umutla ve gözyaşıyla oturabilmeyi öğretmeli bize pişmanlık. Kimselere diyemediğimiz sırlarımızı kabuğunda sızlanan bir inci gibi rahmetin kucağına itiverme ihtiyacını tir tir titreyerek hissetmeliyiz pişmanlık göğsümüze sarıldığında. Ne kadar çok hata etmişsek etmiş olalım, sonsuz serin bir okyanusun maviliğinde kir pasımızı kimselere göstermeden yıkayıverme umudunu göğsümüzde cılız pınarlar gibi biriktirmeyi vaat eder bize pişmanlığımız.

Sevapça hiçbir şey edemediğimizi, ettiklerimizin de bize ait sayılmayacağını aniden görebilmek demektir günahların “ah!”ları. O’ndan korkup yine O’na kaçacak denli anaç ve müşfik olan rahmeti acıyan dudaklarımızla içmeyi sadece pişmanlığımız öğretir bize..

O tatlı Şebnem Ferah şarkısı gibi, “Sil baştan başlamak gerek bazen. Hayatı sıfırlamak. Sil baştan sevmek gerek bazen. Her şeyi unutarak, yeni baştan sevmek gerek.”

Sil baştan başlama telaşıyla affın boynuna sarılırız pişmanlığımızla. Sil baştan sevildiğimizi ummak adına rahmetin kucağına bırakırız gözyaşımızı. Sancıyan vicdanımızla, utanan yüzümüzle, ağlayan gözümüzle, titreyen dudağımızla içten bir özür, mahcup bir tövbe fırsatı sunar bize pişmanlığımız. Ya hiç olmasaydı pişmanlığımız? Hiç yakmasaydı canımızı? Ağrı hissedemeyen hastalar gibi yakardık rahmete yürüyen ayaklarımızı, kırardık affı avuçlayan ellerimizi.


[email protected]
 

şehadet

Paylaşımcı
Katılım
5 Mar 2007
Mesajlar
104
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Türkiye
SENAİ DEMİRCİ
Rabbimiz, Kur’ân’da eşleri birbirlerinin elbisesi olarak tarif eder. Bizim fıtratımızı bizden iyi bilen Rabbimizin eşleri elbiseler diye tarif etmesi, hiç şüphesiz, sonsuz manalar içeriyor olmalı.



“Elbise”nin anlamı ve çağrıştırdıkları üzerinden eşimizi anlamaya çalışabilir miyiz?



Başkalarına elbisenizle görünürsünüz. Elbisenizin temizliği, sağlamlığı, rengi ve şıklığı dışarıya verdiğiniz mesajdır. Elbisenizin güzelliği ile kendinizi önemsediğinizi ve önemli olduğunuzu ifade edersiniz. Kirli, pejmürde, dağınık, sökük, yırtık bir elbise kendinize değer vermediğiniz anlamına gelir. Şu halde, “Elbisemden bana ne?” deme hakkınız yoktur. Kendinizi elbisenizle tanıtırsınız; o kimliğiniz olur, kişiliğinizi ortaya koyar. Elbisenizde olabilecek her türlü kusur, size mal edilir; kişiliğinizden kaybettir.



Eşiniz de sizin başkalarına göründüğünüz kimliğinizdir. Onu yıpratırsanız, bakımını ihmal ederseniz, perişan hale getirirseniz, önce kendinize zarar vermiş olursunuz. Kişiliğini kaybeden, özgüvenini yitiren, değer verilmeyen bir eş, sizin kendinizi böyle bir eşle yaşamaya mahkûm ettiğinizin göstergesidir. Bu da sadece eşinizi değil, kendinizi de önemsemediğiniz anlamına gelir. Elbiseniz ayıplarınızı örter. Çıplak gezmek kadar utandırıcı bir şey yoktur herhalde... Şükür ki elbise sizi hem güzelleştirir hem de bedeninizin saklamanız gereken kısımlarını örter. Bir bakıma sırdaşınızdır elbiseniz; en gizli saklı yerinize dokunur ama başkasına göstermez. İç yüzü çıplaklığınızı görür ama dış yüzünde bunu kimseye belli etmez. Hiç ummadığınız bir zamanda sökülüveren yahut içindekini gösteren bir elbise ayıplarınızı sergiler, sizi mahcup eder.



Eşler de birbirlerinin kusurlarını örtmek için vardır. Eşlerin kusur ve ayıpları, hata ve zaafları birbirine açıktır. Eşiniz, sizin hakkınızda başka kimsenin bilmediklerini bilir, sizde başka kimsenin görmediklerini görür. Elbette, bir “elbise” yahut “örtü” olarak, bu ayıpları ayıplamak için değil, örtmek, saklamak, ortadan kaldırmak için yanınızdadır. Eşinizin hata ve kusurlarını küçültüp saklamak yerine, daha da büyütüp ortaya çıkarmaya çalışıyorsanız, siz “elbise” değilsiniz. Bu yüzden eşinizi kimseyle kıyaslamayın; çünkü başkalarını sadece elbiseleri üzerinden görürsünüz; başkalarının elbiselerinin bildiğini bilemezsiniz.



Elbiseye siz değer katarsınız. İçine bir insan girdiğinde değer kazanır elbiseler. Hiçbir elbise paketinde kalsın diye dikilmez. Onu değerli kılan, bir insan bedenine uygun olması, bir insan tarafından giyilebilir olmasıdır. Bir başka deyişle, insan elbiseyi giyindiğinde, elbise de insanı giyinir. İçinde insan olan bir elbise adeta konuşur, işitir, görür, düşünür. Kendisinde kişilik olmayan bir insanı çok güzel bir elbise kişilik sahibi etmez. Elbise üzerinden sarkar, her haliyle o insana fazla geldiğini söyler.



Çoğunlukla “iyi” ve “ideal” bir eş ararız. Bu arayış kendimizin bu “iyi” ya da “ideal” eşe, “iyi” ya da “ideal” bir eş olup olamayacağımız detayını gözden kaçırtır. İyi bir elbiseyi giyinince, adam olunmayacağı gibi, iyi bir eş bulununca da, iyi bir evlilik garantisi yoktur. Öncelikle bu “iyi” eşe “iyi” eş olmanız gerekir. Sonra da iki “iyi” eş olarak “iyi” bir ilişkiyi sürdürmenin ve geliştirmenin yollarını aramanız gerekir. Eşler birbirlerinin elbisesidir; yani birbirlerini giyinirler. Aralarındaki uyum onların ilişkilerinin şıklığı için vazgeçilmezdir. Eşiniz de elbiseniz olduğuna göre, sadece onu giyinmekle değer kazanacağınızı düşünmeyin. Elbiseye sizin de katacağınız bir şeyler vardır. Ona göre yürümesini, ona göre durmasını, ona göre davranmasını bilmeniz gerekir.


Elbise sizi korur. Elbisenin örtme fonksiyonuna ek olarak koruma fonksiyonu da vardır. Elbise soğuktan, aşırı sıcaktan, kir ve tozdan vs. korur. Canınızı ve teninizi tehdit eden şeyler karşısında, elbisenize daha sıkı bürünmeniz gerekir. Aksini yapıp böylesi tehditlerden elbisenizi sorumlu tutmanız haksızlık ve akılsızlık olur.


Hayatımız pürüzsüz ve sorunsuz değildir; eşler arasında soğukluğa sebep olabilecek sayısız sorun çıkar. Çünkü hayatı olduğu gibi, olumsuzlukları da içinde olacak şekilde paylaşmaya söz verdiniz. Bu durumda, eşinize olan sevginizin ve bağlılığınızın sorunlar ortaya çıkınca yitirilmesi değil, artması gerekir. Sorunlara karşı birbirinizi desteklemek üzere bir aradasınız. Çıkan her sorunun çözümü olarak boşanmayı düşünmek, dahası sorunlara evliliğin yol açtığını düşünmek, üşüyorum diye elbiseyi üzerinizden atmaya benzer. En çok o zamanlarda lazımdır size elbiseniz; yani eşiniz. Birbirinize sıkıca sarılmadığınız sürece gelen ilk rüzgâr elbisenizi üzerinizden sıyırıverir; eşinizle uzaklara düşersiniz
 

^diyar^

susss gönlüm!!!
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
1,742
Tepkime puanı
11
Puanları
0
Yaş
40
Konum
istanbul
Hayata Düşülmüş Notlar

“Ayakkabını Çıkar”

Bir başka insana, bir başka kültüre, bir başka topluma, bir başka cinse yaklaşırken ilk yapmamız gereken ayakkabılarımızı çıkarmaktır. Çünkü yaklaştığımız yer kutsal bir mekandır. Tıpkı Musa aleyhisselâmın Tuva Vadisinde yürürken yaptığı gibi, kendi ayakkabılarımızı çıkarıp, yalın ayak olmaya, kendi elimizi göğsümüze götürüp karşıdakini anlamaya hazırlanmalıyız. Orada bir süreliğine de olsa başkası gibi yürümeye, başkası gibi davranmaya hazır olmalıyız. Onlara katılmak için değil bu; onları anlamak için. Çünkü başkalarının dünyası, tıpkı Tuva Vadisi gibi mukaddes olmalıdır. Çünkü biz o dünyaya yaklaşmadan çok daha önce, Rabbimiz orada oldu.

Biz başkalarını anlamaya çalışmadan önce, Rabbimiz onları yoktan yarattı, varlığa getirdi, rızık verdi, ihtiyaçlarını gördü, dualarını işitti. Hiç olmazsa, bizden önce onları anlayanı anlamak için ayakkabımızı çıkarmalı, elimizi böğrümüze götürmeliyiz.


“Annestezi”

Anneler yavrularının sancılarını dindirmek için ellerinde pek az şey olduğunu düşünürler. Aslında, ana yüreğinin aciz kaldığı böylesi anlar, ana yüreğinin eşsiz şefkatiyle her şeyi değiştirebileceği zamanlardır.

Araştırmalar müşfik bir ana öpücüğünün çocukta ağrı algısını azalttığına, annenin yavrusuna çektiği acıyı anladığını ve paylaştığını anlatan bu öpücüğün bir tür “anestezi” gibi etki ettiğine işaret ediyor.

Annelerin yavruları için yapabileceği bir tatlı öpücük gibi o kadar küçük ama o kadar etkili ve önemli şeyler var ki... Biz buna annenin yaptığı anestezi anlamında “annestezi” diyoruz. Siz dilediğiniz ismi verebilirsiniz.

Küçük ayrıntıların yavrunuzun hayatını bir ömür boyu etkileyeceğini hep hatırlayın lütfen.


“Şimdilik!”

Ünlü romancı DH Lawrence, “hiçbir şey için ‘bu benimdir’ deme!” diye uyarmıştı yıllar öncesinden. Sadece, “bu benim yanımdadır” dememize izin vermişti. Gerçekten de, varlığımızı zenginleştiren, yaşayışımızı derinleştiren ne varsa, hepsi hepsi zamanın akıcılığı içinde çürümeye, eskimeye, yitmeye mahkûmdur. Şu andaki hâli ne olursa olsun, üzerinde her zaman bir fanilik, geçicilik damgası taşır eşya ve insan. Buna göre, aslında hiçkimsenin “ben gencim” deme hakkı da yok gibidir; doğrusu, bulunduğu gün içinde “ihtiyar” diye tarif ettiklerinden biraz geç doğmuş olmasına borçludur gençliğini.

Ne kadar genç olursa olsun, bir başka zamanın ihtiyarıdır her genç. Öyleyse ne gençliğinizle övünün, ne de yaşlıyım diye üzülün.. Sadece zamanın size ayrılan köşesinde şimdiki ünvanınız bu! Şimdilik! Sadece şimdilik! Gençlikse zaten geçecek, yaşlılık ise o da geçecek!


Sen ‘Sen’ Ol

Herkes biliyor ki:

Herkes için her şey olamazsın

Herşeyi bir anda yapamazsın.

Herşeyi mükemmel yapamazsın.

Herşeyi herkesten iyi yapamazsın.

Sen`de herkes gibi bir insansın.

O zaman:

Kim olduğunu bil ve öyle ol.

Senin için öncelikli olanı bil ve onu yap.

Güçlü yanlarını keşfet ve onları kullan.

Başkalarıyla rekabet etmemeyi öğren.

Çünkü hiç kimse “senin gibi” olmaya çalışmayacaktır.


Anne Heykeli

Amerika’nın ünlü doğa parkı Yellowstone National Park’da çıkan bir yangın sonrası görevliler hasar tesbit çalışmaları için ormanda geziyorlardı. Görevlilerden biri bir ağacın dibinde küller içinde neredeyse kömürden bir heykele dönüşmüş bir kuş gördü. Görevli elindeki çubukla hafifçe dokundu kömürleşmiş kuşa.

Dokunur dokunmaz kuşun kanatları altından üç küçük kuş yavrusunun cıvıldayarak çıktığını gördü. Anne kuş gelen tehlikeyi farkederek, yavrularını bir ağacın arkasına getirmiş, kendisinin yanacağını bile bile onları kanatlarının altında saklamıştı. Yangın yayılmadan, çok rahatlıkla uçup oradan uzaklaşması mümkün iken, yavrularının yanında kalmayı tercih etmişti. Alevler bulunduğu yere varıp küçücük bedenini kavurmaya başladığında, hiç kıpırdamadan kalmıştı. Bedeni yanıp kavrulmuştu ama geriye hiç ölmeyecek bir “anne” heykeli bırakmıştı.


Senai Demirci
 

Demirci Mehmet

Asistan
Katılım
26 Ağu 2007
Mesajlar
330
Tepkime puanı
2
Puanları
0
"Onun için TC devletinden itibar devşirmeye çalışmadım." derken Senai kime taş atıyor,Risale okumaları isimli kitabında!!!
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
"Onun için TC devletinden itibar devşirmeye çalışmadım." derken Senai kime taş atıyor,Risale okumaları isimli kitabında!!!

kardeş biz bu bölümun kapanmasını istemiyoruz..Lütfen atişma alanına cevirme burayı..Güzelim köşeyi mahvetme..

Lütfen..Biz sana uymayacağız..
 

Demirci Mehmet

Asistan
Katılım
26 Ağu 2007
Mesajlar
330
Tepkime puanı
2
Puanları
0
kardeş biz bu bölümun kapanmasını istemiyoruz..Lütfen atişma alanına cevirme burayı..Güzelim köşeyi mahvetme..

Lütfen..Biz sana uymayacağız..

Asıl sözü şu:"Devletlülere yaranma adına ona Said Nursi'yi kasdediyor-haleflik iddiasında olmadım." Risale düşünceleri sy.16
Senai burada kime dokunduruyor?Bnu sormak suç mu?Bu yazı ona ait değil mi?
O yadı,ben okudum.Okuduğum yerde birini Said Nursi'nin yerine geçmeye çalışmakla suçluyor?Kim acaba?
 

Bîdâr

Aktifleşmemiş
Katılım
31 Tem 2007
Mesajlar
5,222
Tepkime puanı
207
Puanları
0
aç başka bi başlık orda sorgula...
 

süeda

Asistan
Katılım
23 Eyl 2007
Mesajlar
424
Tepkime puanı
9
Puanları
0
alev üşür mü birtanem?

taş katılığına yanar mı?dağ yalnızlığına ağlar mı?

ayrılığın da araya girmekten bıktığı olur mu?

yalnizlığın da canı sıkılmaz mı?

gözyaşının da gözyaşı döktüğü olmaz mı?

derdin de başı derde girmez mi?

acıyı da vurmazlar mı?

ihanete de ihanet eden hainler çıkmaz mı?

yokuşların da yorulduğu olmaz mı?

SENSİZLİK bir gün de senin yoluna çıkmaz mı??

???

senai demirci
 
Üst