Ömer ÖNGÜT'ün görüşleri:

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Katılım
8 Ocak 2014
Mesajlar
13
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok kesin ve açık olarak beyan ediyor. “Mehdiden evvel adâlet-i ilâhîyi ayakta tutacak başka kimse olmayacak .”buyuruyor.
Hâtem-i veli’nin Türkiye’de gelmesinin ve vazifelendirilmesinin sebebi; bölücüler, türemeler hep Türkiye’de türedi.
Büyük fitne Türkiye’de koptu ve Allah-u Teâlâ bu ilmi Türkiye’ye indirdi. Sonra Hicaz tarafında çok büyük fitne kopacak, Allah-u Teâlâ o zaman da Mehdi Hazretlerini gönderecek. Bugün buraya gönderdi, o gün oraya gönderecek. Yerine göre, zamana göre tayin ediyor.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. Yoksa bu bölücüler İslâm dininin hiçbir esasını bırakmayacaklardı. Hak ile bâtıl tamamen birbirine karışmıştı ve bâtıl galebe etmişti. Niçin galebe etti? Onları müslüman zannıyla çoğunluk onlara kaydı. İslâm’ı bölüm bölüm böldüler ve parsellediler, dinde şirket kurdular. Her biri kendi ismiyle bir din kurdu, dini dünyaya âlet ederek halkı alabildiğine yoldular ve soydular. Hem imandan ettiler, hem de maddelerini aldılar. “Sen çalış bana ver!” Sahte şeyhler gibi.
Fakat Allah-u Teâlâ’nın izniyle “Bu küfürdür, bunlar kâfirdir.” deyince küfürleri meydanda kaldı. Nur galip geldi, küfrün üzerini ezdi geçti.
Bu sapıtıcı imamların ve türemelerinin örümcek ağı gibi örmek istedikleri tuzakları bu cihadla bertaraf edildi.
Musa Aleyhisselâm’ın asasının sihirbazların sihirlerini yuttuğu gibi, hakikat da ortaya çıkınca sahtelerin hepsini yuttu gitti. Ancak donan dondu, imanını kurtaramadı.
Bu nurun girdiği yerde zulümât çökmeye, yok olmaya mahkumdur.
Allah-u Teâlâ dilerse nurunu yayacak, bu nur bu zulümâtı delecek, bunlara bu sahayı bırakmayacak. Buna emin olun.


 

Ahmet

Çöl Aslanı
Katılım
26 Ağu 2006
Mesajlar
2,764
Tepkime puanı
224
Puanları
0
Yaş
38
Birkaç sene evvel dayım bu cemaate takılmıştı. Bir süre sonra cihada çıkacaz demişler vermişler eline Hakikat dergisini, kapı kapı gezip dergiyi tanıtıp cihad yapacaksın demişler.
Üsküdar'da esnafları gezmeye başlamışlar. Dayım girmiş bir dükkana, selam kelamdan sonra başlamış anlatmaya: "Refah dinine mensup Mahmut efendinin mollaları şöyledir, faize helal diyen Süleymancılar böyledir, diyalogcu Fettullah kafirdir, menzilciler böyledir vs.."
Esnaf biraz dişli çıkmış, dayımı bi güzel elden geçirmişler. Eve kolu kırık, gözü mor, ayağı aksak geldi.
Sonuç ne mi? Üsküdar'a cihada giderken, eldeki namazdan oldu..
Böyle trajikomik bir anımız var işte.
 
Katılım
8 Ocak 2014
Mesajlar
13
Tepkime puanı
0
Puanları
0

Yaşanan Bunca Hadiseler, Olacak Nice Büyük Hadiselerin Habercisidir:

Hâtem-i veli’den sonra gelecek ikinci bir veli yok. Ancak Hazret-i Mehdi gelecek. Veli gelse de kendi çapında. Yani resulden sonra gelen nebiler gibi olacak. Fakat irşâda mezun değildir. Bundan sonra kimseden bir şey beklemeyin. Bu kitaplara tutunun. Çünkü bu mühürdür. Hâtem-i nebi’den sonra bir peygamber çıksa inanılır mı? Çıkar, fakat sahteler çıkar. Onlar yalancıdırlar.
Bu meyanda ortalık çok bozulacak, daha da karışacak. Çok büyük sıkıntılar olacak. Harp sıkıntıları, geçim sıkıntıları, telâşlar başgösterecek.
Dikkat ederseniz hadiseler başladı. Bu zelzeleler, yere batmalar, kılık değiştirmeler şimdiden başladı. Dünyanın birçok yerleri sallanıyor. Artık bu dalga böyle gidiyor. Bu zelzele hadisenin başıdır, sonu değil.
Öteden beri şunu duyardık: “Âhir son zamanda bina ile zinâ çok olacak.”
Binaya ne kadar önem verildi, amma o binanın içinde hep zinâ. Hiç nikâh yok. Bugün nikâh bilinmiyor, yapılmıyor, mehir zaten bilinmiyor.
Amma görülüyor ki bina da gitti, zinâ da gitti, hepsi gitti. Dün yıkanmayı kibrine yediremeyen, bugün yıkanmadan gömülüyor. Dün saraylara sığmayan bugün barakalarda sığınmaya çalışıyor. Ne ibretler var!
Onun için gün bugün ve bugünün de sonundayız. Dünyanın ömrü pek uzun değil. Fakat insanlar devrenin ucuna geldiğinin farkında değiller. Dünya ile meşgul olacak, dünyaya meyledecek zaman değil.
Ancak ihtiyacını, maişetini temin et, ebedî hayatını kazanmak için gayret et!
Zira bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan ihtiyacından fazlasını alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağir)
Haram ve nâmeşru kazançlara gelince:
“Dünya bir cîfedir, onun taliplisi köpeklerdir.”
Yani kelp olarak âhirete çıkacak. Ne oldu? Kazandı! Neyi kazandı? Ateşi kazandı!
Hâtemlikle ıslahat başladı. Birinci ıslahat nurla, hatemlikle olacak. Mehdi Hazretleri kılıçla ıslahat yapacağı gibi, İsa Aleyhisselâm da müslümanlarla hıristiyanlar arasında hakemlik yapacak ve Deccal’i öldürecek.
Bu üç vazife merdiven gibidir.
Bu nur çığır açıyor, karanlıkları deliyor. Bu çığır Mehdi Hazretlerinin zamanına kadar gidecek. Nur da yayılacak, türemeler de türeyecek. Bunlar daima birbirine karşı olacaklar.
Mehdi Hazretleri zuhur ettiği zaman, ona en çok buğz eden ve karşı gelen, imansız imamlarla türemeleri olacak. İmanları yok çünkü. İmamları var, imanları yok.
İşte Mehdi Hazretleri o zamanki fukaha ile, o zamanki imansız imamlarla çarpışacak.
Bizim bu bölücülerle cihadımız, sanmayın ki küçük bir çarpışmadır. Bütün bölücülerle karşı karşıya gelmiş durumdayız. Nasipdar olan tenvir oluyor, nasibini alıyor. Nasibi olmayan görmüyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadir:
“İşte bu yol Allah’ın hidayet yoludur. Allah kullarından dilediğini bu yola eriştirir (kime dilerse ona nasip eder).” (En’am: 88)
 
Katılım
8 Ocak 2014
Mesajlar
13
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Birkaç sene evvel dayım bu cemaate takılmıştı. Bir süre sonra cihada çıkacaz demişler vermişler eline Hakikat dergisini, kapı kapı gezip dergiyi tanıtıp cihad yapacaksın demişler.
Üsküdar'da esnafları gezmeye başlamışlar. Dayım girmiş bir dükkana, selam kelamdan sonra başlamış anlatmaya: "Refah dinine mensup Mahmut efendinin mollaları şöyledir, faize helal diyen Süleymancılar böyledir, diyalogcu Fettullah kafirdir, menzilciler böyledir vs.."
Esnaf biraz dişli çıkmış, dayımı bi güzel elden geçirmişler. Eve kolu kırık, gözü mor, ayağı aksak geldi.
Sonuç ne mi? Üsküdar'a cihada giderken, eldeki namazdan oldu..
Böyle trajikomik bir anımız var işte.
kötü bir anı.ama bu herkesin başına gelmiyor.İnsanlar bu cihada hiç bir karşılık almadan gidiyor.Ben ne zengin insanlar görüyorum.Ellerinde kitaplar insanlara bir şeyler öğretmeye çalışıyorlar.ne için?allah rızası için kardeşim.menfeat yok,herhangi bir beklenti yok.beklenti sadece allahtan...ama gel görki bu yol herkese nasip olmuyor.bende çok cemaat gezdim.ama inan hepsinde ters şeyler gördüm.kafama yatmadı.ama burası cemaat değil.burası allah ve resulunun yolu.Burda sadece ayet ve hadis var.
 
Katılım
8 Ocak 2014
Mesajlar
13
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kimlerle Mücadele Ediliyor?:

Deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla, gökkubbe altında bulunan insanların en şerirleri olan âhir zaman ulemâsı ile.
Bunlar dokuz fırkadırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sizin için Deccal’dan daha çok Deccal olmayandan korkarım.
- Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
Niçin Deccal’den daha korkunç ve daha tehlikelidir bu sapıtıcı imamlar?
Deccal resmen Deccal olarak çıkacak. İşaretleri de bellidir, doğrudan doğruya Allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm’ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kurdukları dini ayakta tutabilmek için İslâm dininin haram kıldığı hükümleri helâl saydılar. Dinlerini bu şekilde ayakta tutmaya çalıştılar ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
İşte deccal bunu yapamaz. Deccal’den beter oluşlari, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanlari hem imanlarindan soydular, aldilar, hem dünyalarini hem âhiretlerini yok ettiler.
Nitekim onlarin sapitmasi ile yoldan sapanlarin âhirette cehenneme düştükleri zaman bu sapiticilara şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime’de haber verilmektedir:
“Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz.” (Saffat: 28)
Firavun, âhirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.
Oysa Allah-u Teâlâ’nın dini İslâm dinidir. Onun hükümleri ayrıdır. Hepsi de halkı o kadar soydular ki, hepsinin trilyonları var. Trilyonlar vurdular, bankalar kurdular. Allah-u Teâlâ ile harbe tutuştular. Hazret-i Allah’a ve Resul’üne hasım kesildiler. Hem din-i mübin’e hem de vatanımıza ihanet ettiler. Hem dini hem vatanı parçalamak istediler ve bu zümreler müslümanlara karşı cephe aldılar, düşman kesildiler.
Allah’ım! Nurunla bu fitne ateşini söndür. Sapıtıcı imamlar ile İslâm’a düşman olan kâfirleri kahret ve öldür.

Evvelâ Erbakan kendi dinini ilân etti. “Hak geldi bâtıl gitti” diye ortalığı çınlattılar. Saf müslümanlar onlara kandı ve hak zannı ile saflarına geçti. Çünkü imana susamıştı.
Etrafında bir kalabalık olduğunu görünce kendilerini ilâh kabul ettiler. İmanları para oldu ve halkı da kaz gibi yoldular. Dinlerini ilân edince oraya batanların hepsi imanlarından soyundu.
Bu sapıtıcı imamlar, dinlerini ilân edip ilâhlık dâvâsında bulunduklarından din-i İslâm’dan çıktılar, onlara tâbi olup ilâh kabul edenleri de dinden çıkardılar. Hepsi iman hırsızı oldular yani imanlarından soyundular, küfre kaydılar.
Çünkü apaçık din kurdu. “Refah’tan başka Islâm yoktur.” dedi.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah katında din İslâm’dır.” buyuruyor. (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, o ise bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor ve böyle söylüyor. Bu sözü ile alenen Hazret-i Allah’a karşi geldigini resmen ilân etti.
Diger taraftan kendi dinini ayakta tutmak için: “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.” diyerek, Allah-u Teâlâ’nın dinini patatese çevirdi. Kendi dinini yüceltmek için İslâm dinini küçülttükçe küçülttü.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktir.” (Âl-i imran: 85)
Bu Âyet-i kerime onun bu beyanını çürüttü, reddetti.
Gerek din kurmakla, gerekse bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmekle bu adam Allahlık dâvâsı gütmüştür ve bu Âyet-i kerime’ler mucibince küfre kaymıştır. Çünkü bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfir olur. Bu böyledir, bunu katiyetle bilin.

Deccalden daha beter olan ikinci imam:
Bunlar da sûret-i haktan göründüler. İslâm’ın ön safında görünerek halkı avladılar. Sonra lüzumlu olan maddeyi elde edince ve etraflarında kalabalıkları görünce, kendilerinde bir güç gördüler ve dinlerini ilân ettiler, ilâh kesildiler.
Yemekli toplantılar düzenlerlerdi. Halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalatırlardı ve bu senetleri ödemeyenleri icrâ ile tahsil ederlerdi, halka bu kadar zulmederlerdi.
Yani halkı kaz yerine koyarlardı. Bütün bunların hepsi dini dünyaya âlet etmek suretiyle oluyordu. Bütün bu sapıtıcı imamlar bu şekilde yapıyordu.
Oysa Allah-u Teâlâ:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si ile onların doğru olmadığını bildirdiği halde, halk onların doğru yolda olmadığını bilemedi. Onları müslüman zannetti ve yardım etti.
Haram lokma midelerine girince, hemen Refah’tan daha çok para toplamak yoluna girdiler. Refah’tan görerek onlar da sürekli para toplamaya başladilar, para toplamada onu da çok geçtiler ve bu husustaki Âyet-i kerime’leri tamamen inkâr ettiler. O kadar para topladılar ki, nihayet arzu ettikleri noktaya gelince paralarını muhafaza edemez oldular ve koyacak yer bulamadılar. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği haramlardan birisi fâiz olduğu halde onlar banka kurdular.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.”(Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler.
Bu nur çıkınca, içyüzlerini açığa vurunca bunların soygunları bitti. Bu para toplama hırsı onları İslâm dininden rahatça çıkardı.
Bu da yetmiyormuş gibi imanlı talebeleri yavaş yavaş küfre meylettirdiler. Papazlarla anlaştılar, papazları resmen hazret olarak kabul ettiler. “Küfrü hoş görün!” diye milyonlarca müslümanı küfre kaydırdılar. Nitekim papaya yazdığı mektup ve muhtevası gazetelerde neşredildi.
Alenen Hazret-i Allah’a karşi geldi ve küfrü hoş gördü, hoşgörüyü ilân etti ve bütün müslümanlari kâfir olmaya dâvet etti.
Ona tâbi olanlar ona uydular, papazlarini hazret olarak kabul ettiler ve onlara tâbi oldular, hepsi birden küfre kaydilar.
Böylece kendilerine tâbi olanlari, o masum yavrularin hepsini küfrün kucagina attilar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Bunların vasıfları daha önce “Nurcu” iken, bu hallerinden ötürü “Nurcu” isimlerini “Narcı” olarak vasıflandırdık. Bu ismi onlara biz verdik ve artık “Narcı” olarak tanınıyorlar. Nurculuk Said-i Nursî Hazretlerinde ve onun yolunda olanlarda kaldı.
Çünkü bunlar papazlarını hazret kabul ettikleri için, bunlara nurcu demek, İslâm’a büyük bir zillet getirir.
Allah-u Teâlâ mümine izzet, kâfire ise zillet vermiştir. Bu zillete düşenlere izzet vermek, Islâm’ın izzetini yok etmek demektir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” buyuruyor. (Mâide: 51)
Küfrü hoş görmeyi, her yerde küfrün soluklanmasini ilân edince, hepsi de kabul ettiler. Onu ilâh olarak kabul edenler böylece küfre kaymiş oldu ve küfür içinde donup kaldilar.

Üçüncü bir sapıtıcı imam:
Süleymancılar kendi dinlerini kurunca: “Bizim dinimize göre fâiz helâldir.” diyerek fâizin helâl olduğunu ilân ettiler. Bu inkârlarını alevlendirerek bütün Türkiye’ye ve dünyaya duyurdular, halkı fâize bulaştırdılar.
Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmekle, din-i İslâm’dan çıkmakla kalmadılar, Hazret-i Allah’ı ve Kitabullah’ı şikâyete kalktılar.
İlk fâizin helâl olduğunu söylediler. Para, öşür ne varsa topladılar, böylece ilk çığırı açmış oldular.
Oysa fâizin azı da çoğu da İslâm dinine göre şiddetle haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadir:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.”(Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler, böylece ebedî hayatlarını kaybettiler.
Âyet-i kerime’de geçen “Harp” ifadesi, başka hiçbir tahrim Âyet-i kerime’sinde görülmez.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadir:
“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunlarin en hafifi, kişinin anasi ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-i Mâce: 2274)
Dinleri Süleymancılık, imanları para, has huyları gasp, meslekleri de dilencilik olan Süleymancılar; ellerinden gelen her türlü gasbı yaparlardı, yurtlarına aldıkları çocukları her tarafta dilendirirlerdi.
Dolayısıyla hem paralarını, hem imanlarını aldılar. İşte bunu da deccal yapamaz.
Ve hepsini birden cehenneme attılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık.” buyuruyor. (Kasas: 41)
İşte o imamlar bunlardır.

Dördüncü bir sapıtıcı imam:
Küfür diyarında İslâm halifeliğini ilân eden nankör ve sahtekâr Kaplan ve oğlu evvelâ Almanya’nın kuklası idiler, sonra şeytanın maskarası oldular.
Diğerleri gibi bunlar da para topluyorlardı ve halkı yoluyorlardı. Böylece Kaplancılık dinini yaymaya çalışıyorlardı.
Bunların hepsi hakkında kitaplar yazıldığı gibi; bu dinine ve vatanına ihanet eden nankörün hakkında da kitap yazıldı.

Âhir zaman ulemasına gelince; bunlar da sûret-i haktan göründüler. Her biri din-i İslâm’ı ifsat etmek için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda gerekse gazeteler vasıtasıyla bütün güçleri ile çalıştılar.
Bu sapıtıcı imamların kimisi imamlığını ilân etti, Allahlık dâvâsında bulunanlar da oldu.
Bunların içlerinden Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel, İskender Evrenesoğlu, Nazmi Sakallıoğlu, Refet Kayserilioğlu hakkında da “Âhir Zaman Âlimleri” adı ile bir kitap yazıldı. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle hepsine bir bir cevap verildi.
Bunların içinde kimisi “İmam benim” dedi, kimisi sahte İsa, kimisi sahte Mehdi kesildi, kimisi “Ben Dabbet’ül arz’ım” dedi, Yaşar Nuri gibi kimileri çok şiddetli ifsatçi.
Bu gibilerin fesatlarini, sahte, yalanci olduklarini ve küfre kaydiklarini ortaya koymak için her mevzuda Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat ettik.
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap veremedikleri için, onlara isnat edilen küfrü ister istemez kabullendiler.
Bu suretle İslâm dinini ortadan kaldırmaya çalışan bu dokuz muhalif fırka ortalığı kararttıkça kararttılar, müslümanları kararsız hale getirdiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalışıyorlar. Acaba Cenâb-ı Hakk’ı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Oysa Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruyor:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.’” (Tirmizî)
Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin’e yaptıkları büyük tahribattır.
Fakat bu nur-i ilâhî çıkınca zulümâtı deldi. Nur yayıldı, hem de dünyanın birçok yerlerine.
Bunların içyüzleri meydana çıktı, küfürleri meydanda kaldı. Ne cevap verebildiler, ne de tevbe ettiler, şaşırıp kaldılar.

İstanbul’dan ciltçi bir kardeşimiz soruyor.
“Siz niçin bu kitapları bu kadar ucuz veriyorsunuz? Zira biz bir kitabı iki milyona ciltliyoruz. Siz ise en güzel kâğıttan, en güzel baskı ile, cildi ile iki milyona veriyorsunuz. Bizi burada hayrete düşürüyorsunuz?”
Mecmuayı ise maliyetine veriyoruz. Bunun sebebi ve içyüzü şudur:
Allah ehli Allah için çalışır. Nûr-i Muhammedî’nin yayılması, müslümanların Allah ve Resul’ünde birleşmesi için çalişir.
Dinimizi ve vatanimizi bölmek isteyen bölücü kâfirleri kahretmek için mücadele ve mücahede eder.
Zira açiktan açiga dinimize ve vatanimiza düşman kesildiler.
Binaenaleyh, Allah ehli Allah için çalişir. Âlim nefsi için çalişir. Yazar da cebi için çalişir.
Onlar ücretlerini daha dünyada iken aldilar. Ahiret kazancini geriye attilar. Esas budur.
 
Katılım
8 Ocak 2014
Mesajlar
13
Tepkime puanı
0
Puanları
0
"Allah göklerin ve yerin nûrudur.
O'NUN NÛRUNUN MİSALİ, İÇİNDE LÂMBA BULUNAN BİR KANDİL GİBİDİR.
O KANDİL BİLLUR BİR CAM İÇİNDEDİR. O BİLLUR CAM İSE SANKİ İNCİ GİBİ PARLAYAN BİR YILDIZDIR.
Ki, ne batıda ne de doğuda bitmeyen mübarek bir zeytin ağacından (onun yağından) yakılır.
Ateş dokunmasa bile onun yağı ışık verir. Nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur.
Allah insanlara böyle misaller verir. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilir."
(Nûr: 35)
"Allah Bütün Kâinatın Nûrudur!"
Gökte Zuhur Eden Büyük Alâmet!
Allah-u Teâlâ Nûrunu İzhar Etti!

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri 28 Haziran 2010 Pazartesi günü sabahın erken saatlerinde vefât etmişler, salı günü Adapazarı Erenler kabristanındaki ebedî istirahatgâhına uğurlanmışlardır. Vefâtlarının üçüncü günü, 30 Haziran Çarşamba gecesi saat 22:00 sularında, gökyüzünde müthiş bir olay yaşanmış, Adapazarı halkının çıplak gözle seyrettiği, hareket hâlinde, parlak bir inciyi veyahut parlak bir yıldızı andıran, ışık saçan cisimler görülmüştür.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin defnedildikleri kabristan mevkiinden gökyüzüne sıra ile yükselen *on iki* kandil misali ışık bir süre gökyüzünde çıplak gözle müşahede edilmiştir.
Bu görüntüler Doğan Haber Ajansı (DHA) Sakarya muhabiri Aziz Güvener tarafından da kaydedilmiştir. Güvener parlak ışıklı cisimlerin Erenler'le Hızırtepe aralığındaki mevkiden gökyüzüne yükseldiklerini beyan etmiştir, ki burası birkaç gün önce Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin defnedildiği yerin ta kendisidir.
dha1.jpg
dha2.jpg
Kandilli Rasathanesi yetkilileri ile yapılan görüşmede bu görülen ışıkların yıldız olmadığını, bilimsel bir açıklama da getiremediklerini beyan etmişlerdir.
Aslında bu büyük hadise Nûr Sure-i şerif'inin 35. Âyet-i kerime'sinin tecellisi ve Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin en büyük bir kerameti idi. Zira hem Âyet-i kerime'de, hem Hadis-i şerif'lerde ve ayrıca birçok büyük zevâtı kiram'ın ifşaatlarında bu hadisede görülen ilâhi nûrlara dâir işaretler ve izahlar bulunmakta, Allah-u Teâlâ'nın emanetini taşıyan vekillerinin nûru "Kandil", "İnci", "Yıldız" gibi misallerle duyurulmaktadır. Nûr Allah'tan gelir, vekilinin taşıdığı nûr da Allah-u Teâlâ'ya aittir, O'nun nûrudur.
nur1.jpg
nur2.jpg
nur3.jpg
nur4.jpg
Âyet-i kerime, Hadis-i şerif ve Evliyâullah Hazeratı'nın beyanlarındaki Allah-u Teâlâ'nın nûruna dair temsiller şöyledir:
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir. O kandil billur bir cam içindedir. O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır." (Nûr: 35)
Bir Hadis-i şerif'te Cebrâil Aleyhisselâm'ın "dördüncü perdedeki yıldızı" "yetmiş bin defâ gördüm." demesi üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Allah'ın izzetine yemin ederim ki o yıldız benim!" (Muhammed el-Burhânî, "et-Tebriatü'z-Zimme", s. 100)
Evliyâullah Hazerâtı'nın beyanları da şöyledir:
Muhammed ed-Dımeşkî -kuddise sırruh- Hazretleri yukarıdaki Hadis-i şerif'e işaretle Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'a has olan bu büyük sırrın aynı şekilde Hâtemü'l-evliyâ olan zâtta da tecellî edeceğine işâret ederek:
"İşte Hâtemü'l-evliyâ da aynen böyledir." buyurdu. ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", İ.Ü. Ktp. AY, nr.: 4907, vr. 117)
Hâce Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri "on iki kutbu" ve bu kutuplardan ikisinin Hâtem-i nebî ve Hâtem-i velî olduğunu haber verdi:
"Bu ümmetin kutupları on ikidir, şu gördüğünüz âlemin burçları (yıldızları) da on ikidir. Müfred (eşsiz ve benzersiz) olanlar çoktur, zaman boyunca devâm ederler. İki 'Hatm' de onlardandır." ("Faslu'l-Hitâb Tercümesi", s. 584, trc.: A. Hüsrevoğlu)
Evliyâ'-i Kirâm Hazerâtı'ndan kimisi bu Nûr'u "Göz kamaştırıcı bir inci"ye, kimisi "Yıldız"a benzetmiş; kimisi de eşi-benzeri bulunmayan parlak ve aydınlık bir "Cevher-i yektâ", birçokları "Kandil" olarak vasfetmişti.
Şeyh-ül Ekber Muhyiddîn İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem" isimli eserinde şöyle buyurmuşlardı:
"İşte bu ilim, ilm-i billâh'ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resûl'lerden görebilenler ancak Hâtemü'n-nübüvve olan Muhammed Aleyhisselâm'ın mişkâtından (kandilinden) görürler. Velilerden görebilenler de ancak (onun mirasçısı olan) Hâtem-i velinin mişkatından (kandilinden) görürler." ("Fusûsu'l-Hikem")
Abdülgânî Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri de aynı hususa işaret etmişti:
"Kıyâmet gününe kadar her devirdeki veliler bu ilmi ancak Hâtem-i veli'nin, o zamandaki velâyet kandilinin nûrundan görebilirler." ("Cevâhirü'n-Nusûs"; s. 36)
Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle beyan buyurmuştu:
"Bir mişkâtten (kandilden) verilebilen bu ilim, ancak asâleten Hâtemü'r-rusül ve verâseten Hâtemü'l-evliyâ için hâsıldır." ("Şerhü'l-Fusûs li'l-Bosnevî"; Nâfiz Paşa, no: 536, 447. yp.)
Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle haber verdi:
"Hâtem'in mânâsıyla kastedilen; İnsan-ı kâmil olan bir âlim ve göz kamaştıran bir incidir." ("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 15[SUP]b[/SUP]-16[SUP]a[/SUP])
Seyyid Ali Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri güneşin ay ve yıldızlara olan kıyasına teşbihle şöyle tarif etti:
"Ay ve yıldızların zuhûru, ancak geceleyin kuvvetli ve şiddetli bir biçimde kendini belli eder. İşte Hâtemü'l-evliyâ'nın velîler meydanındaki muhteşem hâli de aynen böyledir." ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", Süleymâniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr.: 2794/37, vr. 535[SUP]a[/SUP])
Dâvud bin Mahmûd el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri aynı hususa işaretle şöyle buyurmuştu:
"Onlar ise, tıpkı güneş ışığının doğmasıyla gizlenen yıldızların ışıkları gibi, hakîkat-ı Muhammediyye nûrları ile zuhûr ederek değil, kendi varlıklarında nübüvvetin zuhûrunu talep etmişler; cismî tabiat makâmında ve unsurî gecelerin karanlığında tahakkuk ettikleri zaman da, ay ve yıldızların karanlık gecede açığa çıkması gibi, kendilerine has nûrları ile açığa çıkmışlardı.
İşte Hâtemü'l-evliyâ ortaya konulduğu zaman, onun velîlere nisbeti de böyle olur." ("el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 30a vr.)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Onun nûru yerin dibinden Arş'a kadar uzanır." buyurdu. (260. Mektub)
Bâyezîd-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurdu:
"İbrâhim, Mûsâ ve İsâ -aleyhimüsselâm-ın:
'Allah'ım! Bizi Muhammed'in ümmetinden kıl!' dedikleri rivâyet edilir.
Sen zannediyor musun ki, onlar azıcık bir riyâset elde etmek uğrunda Hakk'ın huzûrunda rüsvay olmayı arzu ettiler? Hâşâ ve kellâ!.. Bilâkis onlar bu ümmet içinde öyle şahsiyetler görmüşlerdir ki, bunların ayakları yerin dibinde olduğu hâlde başları A'lâ-yı İlliyyîn'i aşmış ve onlar da bu arada kaybolup gitmişlerdir." (Ferîdüddîn Attâr, "Tezkiretü'l-Evliyâ", s. 226)
Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Bâtınlar karanlıklardan sıyrılınca ayna ortaya çıkar, onda görüntü zuhûr edince onların nazar ettiği güneş, izi tâkip edilen kemâlle gece karanlığındaki ay gibi gözükmeye başlar. İşte bu, 'Fusûs Şerhi'ndeki onunla (Hâtemü'l-evliyâ ile) ilgili bir hazînedir. Allah doğruyu söyleyen ve yola hidâyet edendir!"("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 56[SUP]b[/SUP])
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri bu zâtın türbesinin altında yatan esrâr-ı İlâhî'yi şöyle tasvir etmiştir:
"Hatmü'l-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahî şefâ'ate muhtaç olmayasın!
.....
Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (sür'atli feleklerin) fevkindedir.
Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı 'azîmdir ki (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sârîdir (bütün şehirlere sirâyet etmiştir)." ("Kitâbü'n-Netice"; Genel, nr.: 1136, vr. 248[SUP]a[/SUP])
Dikkat çeken bir diğer husus; "On iki kandil"in o gece gökyüzündeki yükselişlerinde aldıkları konum ve dizilişlerindeki anlamlar incelendiğinde "Allah" ism-i celâl'inin nakşedildiği de görülmektedir. Ve bazı rumuzlar ise gizlidir.
lafzatullah1.jpg
lafzatullah2.jpg

Aslında o Zât-ı âli için kerâmet aramaya hâcet yoktur. Bilen ve görebilen için onun her hâl ve ahvâli, her sözü ve fiili apaçık bir kerâmetti. Allah-u Teâlâ ona her gün, her saat, her an içinde bir kerâmet yaratmayı vaad etmişti.
İbrahim bin Edhem -kuddise sırruh- Hazretleri'nden rivâyet edildiğine göre; Allah-u Teâlâ Yahya bin Zekeriyya Aleyhisselâm'a bu zâtı ve kendisine ihsan ettiği bu nimetlerini şöyle haber vermişti:
"Ey Yahya!
Bil ki ben kullarımdan bir kulu, niyetinden ötürü sevmeyi kendime şiâr edindim.
...
Ve diyeceğim ki; 'Müjdeler olsun sana! İzzet ve Celâl'ime yemin ederim ki, bana ettiğin nazarla senin gönlünü iyileştirip; her gün, her gece ve her saat içinde senin için bir keramet ortaya koyacağım!'"("el-Muhabbe li'l-Muhâsibî"; s. 22-23)
Bu böyledir. Ancak o bu hallerini halktan gizlemiş olsa da yakınları ve sevenleri her an bu hallere vakıf idi. Hemen hiçbir ihvanı yoktur ki gönlünde taşıdığı bir soru ile huzurlarına çıktıklarında hiçbir kelâm etmedikleri halde sanki sual etmişçesine cevabını almış olmasın. Hiçbir ihvanı yoktur ki gerek manevî, gerek hususî işlerinde onun tasarrufuna şahit olmasın.
Kendileri hiçbir zaman keramete iltifat etmediler, ilim ve mahviyet üzerinde durdular. İhvanını da bu şekilde yetiştirdiler.
Onun ihvanı arasında keramet anlatma gibi bir usül hiç olmadı. Çünkü bu zâtın kemali o kadar aşikârdı ki, keramet dinlemeye kimsenin ihtiyacı olmadı. Bu zât hep "Allah" dedi, sevenleri de o terbiye ile yetişti.
En büyük kerametleri ise bu seyyiat zamanında bu ahir zamanda istikamet üzere olması idi. Herkesin kendi zan ve hükmünü yürütmeye çalıştığı bir devirde Allah-u Teâlâ'nın hükmünü neşretti. Karıştırmaya çalışanların karıştırmalarına izin vermedi. İhvanı imanın tadını yaşadıkça, istikametin anlamını kavradıkça kendisine teşekkür etti, Hazret-i Allah'a hamdetti. İmanların yandığı bir asırda imanlarını kurtarmakla kalmadılar, iman kurtarma cihadı yaptılar. Bunların hepsi aslında onun açık bir kerâmeti idi. Nasıl ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in en büyük kerameti Kur'an-ı azimüşan ise bu zâtın en büyük kerameti de Kur'an-ı azimüşan'ın tefsiri mahiyetindeki eserleri idi.
Fakat halk ilim ve istikamete gerekli ehemmiyeti vermediği için onun bu değerini bilemediler.

Rabb'imiz Allah-u Teâlâ Hazretleri bize dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennet-i âlâ'da da; her iki "Hatem"le olmayı ikram buyursun. Bizi onların şefaatine nâil eylesin. Onlara lâyık edebi, adabı, evlâtlığı, ihvanlığı lütfetsin... Amin.

En Büyük Keramet:
Şeyh Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin (ö. 1936) talebelerinden merhûme Hacı Fatma Nine -kuddise sırrehâ- Hazretleri (ö. 1986), kendisini ziyârete gelen, Muhterem Ömer Öngüt'ün sevenlerinden İzzettin Efendi'ye, yaklaşık otuz yıl önce bu büyük ve esrârengiz sırrı ifşâ ederek haber vermiş;
"Sizin Efendiniz'in en büyük kerâmeti, vefâtından üç gün sonra ortaya çıkacaktır!.." buyurmuştu.
Hacı Fatma Nine'nin açtığı bu esrâr-ı İlâhî bugüne kadar Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ihvânı tarafından biliniyor ve bekleniyordu; fakat mâhiyetinin ne olduğu ve ne şekilde zuhûr edeceği malûm değildi. Fatma Nine'nin bu beyan kendilerine arzedildiğinde; "Benim göstereceğim beni Yaratan'dr." buyurmuşlard.
Nitekim Allah-u Teâlâ bu büyük zâtın mânevi makamına bir işaret ve onun büyüklüğüne bir delil olarak nûrunu beşeriyete izhar etti.
Hacı Fatma Nine -kuddise sırrehâ- bir başka beyanlarında şeyhi Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin doğduğu gün kurbanlar kestirdiğini, ihvanına büyük bir zâtın dünyaya teşrifini ve kendisine "Kızım sen onu göreceksin" diye müjdelediğini haber vermişti. Nitekim yıllar sonra Fatma Nine'nin ahir ömründe bu buluşma gerçekleşmiş, Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Hacı Fatma Nine'yi ziyareti ile ihvanı da bu muhtereme nineden ve sakladığı sırlardan haberdar olmuşlardı.

"Allah Göklerin ve Yerin
Nûrudur"
Allah-u Teâlâ Nûr Sûre-i şerif'inin 35. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir. O kandil billur bir cam içindedir. O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Ki, ne batıda ne de doğuda bitmeyen mübarek bir zeytin ağacından (onun yağından) yakılır. Ateş dokunmasa bile onun yağı ışık verir. Nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur. Allah insanlara böyle misaller verir. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilir." (Nûr: 35)
Nûr, Allah-u Teâlâ'nın Zâhir İsm-i şerif'inin tecelli etmesidir. Varlıklar o Nûr'un tecellisi ile vücud bulmuştur. Bütün âlemleri meydana koyan, mükevvenâtı gösteren, hakikati bildiren O'dur.
Şu gördüğün bütün bu âlem bir tabla veya bir tepsiden ibarettir. Ve fakat senin bildiğin tepsi ya tenekedir, ya da billurdur. Allah-u Teâlâ'nın tepsisi ise nurdur.
"Gökler ve yer" ibaresi Kur'an-ı kerim'de hususiyetle "Kâinat" için kullanılmaktadır. Dolayısıyla Âyet-i kerime'nin mânâsı "Allah bütün kâinatın nûrudur." demektir.
Gökleri meleklerle ve parlak yıldızlarla, yeri de kendi dostları olan nebilerle velilerle aydınlatan, nûrlandıran O'dur.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem'ini "Sirâcen münîrâ=Nûr saçan kandil" olarak vasıflandırmıştır. (Ahzâb: 46)
İbn-i Mesud -radiyallahu anh- şöyle buyurur:
"Rabb'inizin katında ne gece ne gündüz vardır. Göklerin ve yerin nûru, O'nun zâtının nûrudur."
Gökleri ve yeryüzünü aydınlatan nûrun hayret verici vasıflarının temsili şudur:
"O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir." (Nûr: 35)
Burada Allah-u Teâlâ'nın nûru, içinde lâmba bulunan bir kandile benzetilmektedir.
Mümin-i kâmil'in kalbi Allah-u Teâlâ'nın hidayeti ile nûrlanmıştır:
"O kandil billur bir cam içindedir." (Nûr: 35)
Billur cam, kudsi ruhtur.
Ruhaniyet, dünyada da kabirde de mahşerde de, onunla beraber haşrolunur.
"O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır." (Nûr: 35)
Öyle bir güzellikte ve parlaklıktadır ki bu güzelliği temsil için inciye benzetilmiştir. Çünkü burada nûr üstüne nûr olmuş, yeryüzünün yıldızları olmuştur.
Bu cam berraklık ve güzellik hususunda parıl parıl parlayan yıldızı andırmakta; yıldız da parlaklık, berraklık ve güzellikte inciye benzemektedir. Küçük cam, büyük bir yıldız haline dönüşüyor.
"Ki, ne batıda ne de doğuda bitmeyen mübarek bir zeytin ağacından (onun yağından) yakılır." (Nûr: 35)
O ağaç, Allah-u Teâlâ'nın sevdiği seçtiği kendisine çektiği kullardır. O muhabbetullah ile yanar, onun yağı feyzi ilâhiyedir. O nûr o feyz-i ilâhi sebebiyle hiçbir şey söylemese bile hâl ile beşeriyetin numunesi ve imtisali olduğu için nûr saçar. Bu beyanlarımız Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem'inin yüzüsuyu hürmetine vekillerine bahşettiği lütuflardır.
"Ateş dokunmasa bile onun yağı ışık verir." (Nûr: 35)
Öyle aydınlık ki, yağın kendisi yanmadan bile ortalığı aydınlatacak durumda.
Allah-u Teâlâ'nın bu kulları hakkında Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerde bir çok beyanlar bulunmaktadır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de:
"Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb'inden verilen bir nûr üzerindedir." buyuruluyor. (Zümer: 22)
Bu nûru Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'i ile beyan ediyor:
"Mü'min-i kâmil'in ferasetinden korkunuz. Çünkü o Azîz ve Celîl olan Allah'ın nûru ile bakar." (Münâvî)
Bunlar vâris-i enbiya oldukları içindir ki, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin tecelliyatına mazhar olmuşlardır. Yani bildirdiği kadar bilir, gösterdiği kadar görür. Hakk'ta fani olduğu zaman bunlar husule gelir.
Cenâb-ı Hakk'ı görür kendisini görmez, zira âyân-ı sâbite ile Hakk'ı tesbih eder, O'nunla ibadet eder.
Azamet-i ilâhî'nin karşısında bir zerre olarak Allah-u Teâlâ'ya ibadet, taat ve secdesini yapar.
"Kulhüvallahü Ehad" dediği zaman azamet-i ilâhi'yi görür. "Allahüssamed" yarattığı varlıkların O'na muhtaç olduğunu bilir.
Bu esrar-ı ilâhiye ne zaman tecelli eder ki âyân-ı sâbite bütün "âyân-ı sâbite"lerin Hazret-i Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu görür? Ve herşeyin Hakk ile kaim olduğunu gördüğü zaman Âyet'ül-kürsi'nin sırrına mazhar olur.
Fatiha-i şerif'te "Elhamdülillâhi, Rabb'il âlemin" derken bu sırra mazhardır. Bu ise ancak Hazret-i Allah'ın boyası ile boyandığı zaman husule gelir.
"Allah'ın boyası ile boyanın! Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?" (Bakara: 138)
Bir zerre olarak Hakk ile Hakk'ı tesbih eder. Ruh Cenâb-ı Hakk'ın lütuf tecelliyatıyla nûrlanır, nefsi ruha tâbidir. O da nûrlanmış olur, dolayısıyla vücudu da nûrlanır. Bunların hepsi husule geldiği zaman "Sirâcen münîrâ" olur. Her tecelliyat-ı ilâhi ile "Nûrun alâ nûr" olur. O artık Hakk iledir. En hoşlandığı şey Hazret-i Allah'ın hükmü olur. Onlarda arzu yaşamaz. Hayat ve vefat arasında hiç fark olmaz. Çıkacak hükm-ü ilâhî'ye peşinen teslim olmuşlardır. Bu onlara ihsan edilen lütuflardır. Hazret-i Allah'a ram olmuştur. Bütün iradesini Hazret-i Allah'a teslim etmiştir.

Semâ'daki Yıldız:
Allah-u Teâlâ Nûr Sûre-i şerif'i otuz beşinci Âyet-i kerime'de nurunu misâl ile duyururken "içinde lâmba bulunan bir kandil", "inci gibi parlayan bir yıldız" misâllerini veriyor.
Gerek bu Âyet-i kerime'de gerek Hadis-i şerif'lerde gerekse Hâtemü'l-evliyâ'yı haber veren evliyâullah Hazerâtı'nın ifşaatlarında Allah-u Teâlâ'nın kudretinin ve nurunun hep bu misallerle anlatılması ve bu misallerin yaşanan bu büyük kerametteki görüntülerle birebir uyuşması bizleri hayretler içerisinde bırakmaktadır.
Aşağıda arzedeceğimiz Hadis-i şerif'te geçen gizli srra göre; Cebrâil Aleyhisselâm'n yldz şeklinde gördüğü Resulullah Aleyhisselâm'n nûru idi ve Cebrâil Aleyhisselâm'a "O benim" buyurmuştu.
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Allah'ın ilk yarattığı şey benim rûhumdur." deyince Cibrîl hayret etmişti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Cibrîl'in bu husustaki hayretini görünce, Cibrîl'e: "Ey Cibrîl! Kaç yaşındasın?" buyurdu. Cibrîl: "Bilmiyorum! Fakat dördüncü perdede bir yıldız vardı, her yetmiş senede bir defâ çıkardı. Ben onu yetmiş bin defâ gördüm." cevâbını verdi.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Allah'ın izzetine yemin ederim ki o yıldız benim!" buyurdu.
Sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Vahiy sana nereden geliyor?" diye sordu.
Cibrîl: "Ben göklerde ve yerlerde dolaşırken bir zil sesi duyarım, duyunca Beytü'l-ma'mûr'a giderim ve vahyi oradan alıp yeryüzündeki nebî ve resullere veririm." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ona:
"Şimdi Beytü'l-ma'mûr'a git ve benim isim ve nesebimi orada söyle!" buyurdu.
Bunun üzerine Cibrîl hemen sür'atle Beytü'l-ma'mûr'a gitti ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in buyurduğu gibi isim ve nesebini söyledi. Daha önce hiç açılmayan Beytü'l-ma'mûr'un kapısı ilk defâ o zaman açıldı, Cibrîl Aleyhisselâm Beytü'l-ma'mûr'un içinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i oturmuş olarak gördü. Hayret ederek hızla yeryüzünde Resulullah'ın bulunduğu yere indi, Resulullah'ı daha önce Câbir'le konuşurken bıraktığı yerde gördü. Sonra tekrar Beytü'l-ma'mûr'a döndü, Resulullah'ı orada yine oturmuş olarak buldu. Sonra tekrar yeryüzüne indi, bu defâ yine Câbir'le konuşurken gördü.
O zaman Cibrîl Aleyhisselâm Câbir -radiyallahu anh-e:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- yerini hiç terketti mi?" diye sordu.
Câbir: "Hayır ey Arap kardeş! Bizim konuştuğumuz mevzu sen bizden ayrıldığın zamandan beri hâlâ bitmedi, konuşmaya devâm ediyoruz." cevâbını verdi.
Bunun üzerine Cibrîl, Resulullah'a:
"Eğer vahiy senden sana ise, benim aracı olmamdaki hikmet nedir?"deyince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Bu teşrî' (insanlar arasında hüküm vermek) içindir, ey kardeşim Cibrîl!" buyurdu ve ardından şu Âyet-i kerîme'yi okudu:
"Sana onun (Kur'ân'ın) vahyi bitmeden önce Kur'ân'ı okumakta acele etme ve: 'Rabb'im! İlmimi arttır!' de!" (Tâ-Hâ: 114) (Muhammed el-Burhânî, "et-Tebriatü'z-Zimme", s. 100-101)
İşte Hâtemü'l-evliyâ'nın vefâtının üçüncü günü tecellî eden muhteşem hâdise de Allâhuâlem bu büyük sırla ilgilidir.
Nitekim Muhammed ed-Dımeşkî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem"inde yer alan aşağıdaki esrârengiz ifşaatında, Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'a has olan bu büyük sırrın aynı şekilde Hâtemü'l-evliyâ olan zâtta da tecellî edeceğine işâret ederek:
"İşte Hâtemü'l-evliyâ da aynen böyledir." buyurmuştur.("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", İ.Ü. Ktp. AY, nr.: 4907, vr. 117)
Hazret'in beyanları şöyledir:
"Âdem devrinden Son Peygamber'e varıncaya kadar onlardan (peygamberlerden) ve onlara tâbî olanlardan hiç biri yoktur ki, aldığını ancak Hâteme'n-nebiyyyîn mişkâtından (kandilinden) almış bulunmasın. Zîrâ Cenâb-ı İlâhî'den meydana gelen tecellî, ilk devirlerde bile Ahmedî hakîkatin ona tecellî etmesine bağlıydı.
İşte peygamberlerin keşifleri nisbetinde nazar edebildikleri nübüvvet (peygamberlik) de ancak bu Ahmedî hakîkat sâyesinde tecellî eder. Onların idrakleri ve ona nazarları Cenâb-ı İlâhî'ye ulaşmalarını sağlar; bu hakîkatin dışında ne nazar etmeleri, ne de görmeleri mümkün olmaz. Onların meclisi ve onlardan herhangi biri için tefrik edilen herhangi bir şey, bu 'İlk Asıl' olmadıkça elde edilemez, zîrâ onların misbâhı (lâmbası) da, mişkâtı (kandili) de onun yüksek tecellîsidir. Mişkât (Kandil) olmadıkça onun ne yansıması olabilir, ne de onunla herhangi bir ilgisi bulunabilir!
Onun 'yansıması'na gelince; O'nun -sallallahu aleyhi ve sellem- mişkâtıyla (kandiliyle) kendi hakîkatinden ve 'ayn-ı sâbitesinden onlara bağışta bulunmasına benzer.
Nitekim Allah-u Teâlâ "Nûr'un temsili hakkındaki:
'O'nun nûrunun misali, içinde lâmba bulunan bir kandil gibidir.' buyruğuyla ona işâret etmiştir. (Nûr: 35)
Buradaki birleştirme, tıpkı İlâhî meclis gibi bu 'Nûr'un tümü hakkındadır.
O öyle bir sırçadır ki;
'O billur cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır.' (Nûr: 35)
O -sallallahu aleyhi ve sellem-, bu İlâhî sırla ilgili olarak Cibrîl'e:'Bu yıldız benim.' buyruğuyla cevap vermiştir. Yâni hakîkî itibârla bu tecelliyâta o mazhardır, ondan başkası bu tecelliyâta ehil değildir.
Soru ve cevap hakkındaki kıssa, Hazret'in -sallallahu aleyhi ve sellem- Cibrîl'e kaç yaşında olduğunu sormasıyla yerini bulmuştur:
'Bilmiyorum! Ancak, ben burada bir yıldız bulunduğuna muttali' olmuştum. Her yetmiş senede bir defâ ortaya çıkardı. Ben onu yetmiş defâ gördüm.'
Başka bir rivâyette onunla ilgili olarak 'yetmiş'ten sonra, iki yerde ilâveten 'bin' ifâdesi zikredilir. Allah bilendir!..
Onun (Hâtemü'l-enbiyâ'nın) yaratılışı bakımından olan varlığı ertelenmiş, geciktirilmiştir. İşte bu cevap, onun -sallallahu aleyhi ve sellem- 'Hâteme'n-nebiyyîn' olmasına kadar erişir.
İşte Hâtemü'l-evliyâ da aynen böyledir. Velâyet mişkâtına ittibâ etmekle ve kendisinden almakla bir tahsîse ermiş olan, kendilerinden daha önde olduğu diğer velîlere tasarruf ve istimdâd etmekle ilgili bu 'Rûhî evvellik' ona da verilmiştir. Âdem henüz su ile toprak arasında iken, şüphesiz ki o da velî idi. Bu cümlenin tefsîri işte budur.
Onun dışındaki velîler ise bu ilme sâhip olamadıkları için ancak velâyet şartlarını tahsil ettikten sonra velî olmuşlardır." ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", İ.Ü. Ktp. AY, nr.: 4907, vr. 115-116-117)
"On iki"deki Sır:
30 Haziran gecesi gökte meydana gelen bu müthiş hadisede dikkat çeken mühim bir husus ise bu kandil misali "nur"ların sayısının "on iki" olmasıydı. Kamera kayıtlarında görüldüğü üzere sıra ile gökyüzüne yükselen bu kandillerin sayısı on ikiye tamam olmuştu.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hulefâsından Hâce Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri iki hâtem arasındaki beraberliğe işaret eden aşağıdaki ifşaatlarında aynı zamanda kutupların sayısının "On iki"olduğunu haber vermişlerdir:
"Bu ümmetin kutupları on ikidir, şu gördüğünüz âlemin burçları (yıldızları) da on ikidir. Müfred (eşsiz ve benzersiz) olanlar çoktur, zaman boyunca devâm ederler. İki 'Hatm' de onlardandır." ("Faslu'l-Hitâb Tercümesi", s. 584, trc.: A. Hüsrevoğlu)
Hazret on iki kutuptan bahsetmekte, hatta bu on ikinin ikisinin Hâtem-i nebi ve Hâtem-i veli olduğunu haber vermektedir. Şunu iyi bilin ki onlar, Hazret-i Allah'ın nûrudur, nurunun nasıl ve ne şekil olduğu yukarıda Nûr Sure-i şerif'i otuz beşinci Âyet-i kerime'si ve izahındadır.
Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yukarıdaki ifşaatlarında husûsiyetle ümmetin "on iki kutbu"ndan sözetmiş olması arza şâyândır. Zîrâ Erenler'le Hızırtepe arasında, yâni Hâtemü'l-evliyâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin defnedildiği noktanın tam üzerinde, 22:00 sularında önce tek başına büyük bir "Nûr" kandili göründükten sonra, birbirini tâkip eden on bir ayrı Nûr kandilinin yerden göğe doğru çıktığı müşâhade edilmiş; böylece üç dakika gibi kısa bir zaman zarfında peşpeşe tam "on iki nûr"un göğe doğru yükseldiği görülmüştür.
Kadir-i mutlak olan Allah-u Teâlâ bu nur kandillerini DHA muhabirine gösterdi ve kaydedildi. Hem tarafsız ve resmi bir kanaldan belgelenmiş hem de yüksek kalitede kaydedilmiş oldu. Böylece hiçbir itiraza mahal kalmadı.
"On iki"de hikmetler var. Nitekim Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"On iki peygamber ümmetimden olmayı temenni ederler." (Veliyyüddin: 770 no. Tirmizî, 199b yaprağı)
Yine bilindiği gibi İsâ Aleyhisselâm'ın havarilerinin sayısı da "On iki" idi.

"Ölümsüzlük" Sırrına Mazhar Kutuplar;
Hazret-i Hızır ve Hatmü'l-Evliyâ:
Bu kutuplardan bahseden İsmail Hakkı Bursevî –kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbü'n-Netice" adlı eserinde kendisine hususi bir nefes üflenen seçkin zâtlardan söz ederken Hâtemü'l-Evliyâ'yı Hızır Aleyhisselâm ve diğer kutuplarla bir arada zikretmiştir.
"Bazı nüfûs-ı fâzıla'ya ki nefh vâki olur (bazı üstün nefislere üfleme vukû bulur), husus üzerine bâtınınadır (has kulların içlerinedir); gerek ol nâfih olan (üfleyen) mücerredâttan (teklerden) olsun ve gerek olmasın; Hazret-i Hızır ve Hatmü'l-evliyâ ve sâir aktab gibi. Ve bu nefh vâki olmadıkça (üfleme vukû bulmadıkça) hiçbir kimse dâire-i velâyete kadem basmaz (velâyet dairesine ayak basamaz)." ("Kitâbü'n-Netice"; Genel, nr.: 1136, vr. 200b)
Nitekim Allah-u Teâlâ bu sırrın gerçekleşeceğini, yedi buçuk asır önce yaşamış olan büyük velî Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne de (ö. 650/1252) ayrıntılarıyla bildirmiş; o da bu esrâr-ı İlâhî'yi "Hâtemü'l-evliyâ" olan zât hakkında kaleme aldığı risâlesine tüm tafsilâtı ile kaydetmişti.
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Hâtemü'l-evliyâ" hakkında hiçbir velînin işâret etmediği çok gizli sırlara yer verdiği "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye" adını taşıyan sözkonusu eserinde, Hâtemü'l-evliyâ için aslında "ölüm" diye bir şeyin sözkonusu olmadığına işâret etmiş; ebedî ölümsüz kılınan Hızır Aleyhisselâm'ı, gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indiren Allah'ın, Hâtemü'l-evliyâ olan zâtı da yüksek göğün üzerinde asılı duran bir yıldıza düşürüp, "Hayy" ism-i şerîfi ile ölümsüz kılacağını açıkça haber vermişti:
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun (Hâtemü'l-evliyâ'nın) alâmetlerindendir. O, hakîkat ve mecaz mekânıdır, en ulu mekândır; o, mülk ve akıl içindeki sevinç ve kurtuluş mekânıdır. O, hayâtın aslından tahsis edilen hayat ve ölümün indirildiği 'Hayy' ismine ulaşan 'Kazâ' mekânındaki Rabb'in ismine vâsıl olur.
Hattâ, ebedî ölümsüz olan Hızır'ı ve gâib olmayan birini Allah, korunmuş olan gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indirir. Hâtemü'l-evliyâ'ya ise hakîki hayatın ilerleyişini içirir, tâ ki ortaya çıksın ve yok olmasın, ebediyyen ölümsüz kalsın. Çünkü mülk, akıl ve ruh ona nüzûl eder, yüksek göğün üzerinde asılı duran yıldıza düşer. Havz ve Kevser'le diri olan Hızır ona doğru iner. O hem yeryüzünde Hayy -Teâlâ ve Tekaddes- ismini taşıyan Hâtemü'l-evliyâ'nın ilerleyişi, hem de O'na dönen mahlûkâtın ecel sûretinin ilerleyişidir." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206[SUP]a[/SUP]-206[SUP]b[/SUP])
Burada Hazret, ölümsüz olan Hızır Aleyhisselâm'ı ve görünmez kılmadığı herhangi bir velîyi Allah'ın, "korunmuş olan gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indirdiğini" haber vermiş; mülk, akıl ve rûhun kendisine indirildiği Hâtemü'l-evliyâ'yı ise, ortaya çıkıp bir daha yok olmasın, ebediyen ölümsüz kalsın diye hakîkî hayâtın da ötesine nakledip, "Hayy" ism-i şerîf'inin tecellîsi ile"yüksek göğün üzerinde asılı duran yıldıza düşüreceğini"ni açıkça ifşâ etmiştir.
Nitekim bu esrâr-ı İlâhî bugün zuhûr etti ve gerek Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, gerekse Hacı Fatma Nine -kuddise sırrehâ- Hazretleri'nin bu husustaki beyanlarını açıkça tasdik etti.

"Göz Kamaştıran" İnci:
İşte Evliyâ-i Kirâm Hazerâtı'ndan kimisi bu Nûr'u "göz kamaştırıcı bir inci"ye benzetmiş; kimisi de eşi-benzeri bulunmayan parlak ve aydınlık bir "Cevher-i yektâ" olarak vasfetmişti.
Şeyh Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs" isimli eserinde, "Hâtemü'l-velâye" sırrına mazhar olan zâtın ihâtâ ettiği bu nûru gözkamaştırıcı bir inciye benzeterek şöyle buyurmuştu:
"Hâtem'in mânâsıyla kastedilen; İnsan-ı kâmil olan bir âlim ve göz kamaştıran bir incidir. Mülkü; kendisiyle Hâtemü'l-velâye sırrının zuhûrlarının en yücesindeki nakşın murâd edildiği âlemdir."
"İnsan-ı kâmil 'Zât' ile mevcûd olunca, o âlemin 'Vücûd'la isimlendirilişinin, kendisinin de 'Mevcûd'la isimlendirilişinin zuhûr ettiği yerdir. Hâtem'in göz kamaştırıcı bir inciyi ihâta ettiğinde şüphe yoktur. Şu hâlde Hâtem'in ihâtâ ettiği 'İnci' nasıl olur?
Meleklerin itirazı işte buradan kaynaklanmıştır. Mülk âlemden bir cüzdür ve o, âlemin kuşatması altındadır. Onun halka yaptığı itirâz, işin aslında Hakk'a yapılmıştır. Bâtınen O'nunla tahakkuk etmiş olmak şartıyla, en üstün tahakkukun yaratılmış olanda gerçekleşeceğinde şüphe yoktur. Şu kadar var ki, bâtın onu gizlemiş ve mülkle ilgili yanlış söz de buradan meydana gelmiştir. Allah'ın hücceti işte onunla kâim olur.
Hâtem nasıl ki inciyi ihâtâ etmişse; 'Zâhir' isminin ihâtâsı da, onun 'Vücûd'la âlemi ihâtâ etmesidir. İnsan-ı kâmil'in âlemi ihâtâsına gelince; kendisindeki cevher nedeniyle tıpkı Hâtem'in inciyi ihâtâ etmesi gibi, öylece ilmi ihâtâ etmektir. Zîrâ Hâtem'in üzerindeki onun şerefi ve onun ziyâsının kuvvetidir." ("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 15[SUP]b[/SUP]-16[SUP]a[/SUP])
Onun kuşattığı bu inci vefâtı ile ortaya çıktı ve zuhûru seyredenlerin gözlerini kamaştırdı.
Seyyid Ali Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem Şerhi"nde, Hâtem-i evliyâ olan zâtla nurlarını ondan alan diğer velîlerin kâinât âleminde, ışığını güneşten alan ay ve yıldızlara bedel olacak biçimde zuhûr ettiklerini haber vererek, "Nûr"uyla göz kamaştıran Hâtemü'l-evliyâ'nın velîler meydanındaki göz kamaştırıcı hâlinin aynen böyle olduğuna dikkati çekmiştir:
"Göz kamaştıran güneşle, onun nûrunun şûleleri altında varlıklarını gizleyen, dünyevî varlıkların derinliklerine girip karar kılan, cismî tabî'at ağırlıklarının karanlık vaktinden sonra zuhûr eden parıltılarını saçan yıldızlara bedel olacak şekilde; peygamberlerin özlerinde de 'İlmu'llâh', yâni 'Allah'ın ilmi'; kendilerine nübüvvetin varlığının zuhûr etmesini talep ettiren isti'dâdlarının çokluğu nisbetinde meydana gelir. Ay ve yıldızların zuhûru, ancak geceleyin kuvvetli ve şiddetli bir biçimde kendini belli eder. İşte Hâtemü'l-evliyâ'nın velîler meydanındaki muhteşem hâli de aynen böyledir." ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem", Süleymâniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr.: 2794/37, vr. 535[SUP]a[/SUP])
İşte Allah-u Teâlâ rahmet-i İlâhî'sinin açık bir tecellîsi olarak onun bu muhteşem hâlini bugün halka alenen izhâr etti.
Dâvud bin Mahmûd el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem" adlı eserinde, peygamberlerin ve velîlerin ışığını güneşten alan ve henüz güneş yokken ortaya çıkan ay ve yıldızlara; Hâtemül'enbiyâ ve Hâtemü'l-evliyâ'nın ise, ay ve yıldızlar kaybolduktan sonra, kendi nûruyla bütün âlemleri aydınlatan parlak bir güneşe benzediğini dile getirerek şöyle buyurmuştur:
"Hâtemü'r-rusül'ün her ne kadar varlık tıyneti gecikmiş ise de, o hakîkatıyla ruhlar âleminde mevcûddu. O, mevcûdiyetinden ve bir risâletle ümmetine gönderilmeden önce zâten peygamberdi. Çünkü ezelî ve ebedî kutupların hepsinin kutbu odur. Varlıktan maksat Peygamber Aleyhisselâm olduğu için, diğer peygamberlerin nübüvveti ise kendileri adına, ancak gönderildikleri an gerçekleşmiştir.
Şu hâle göre o, âlemin özlerini ve aynı şekilde, istidâdları yönünden peygamberlerin özlerini de kendinde toplayan, şümullü bir mertebeyi kendisine hâsıl kılan bir farklılıkla, ilim husûsunda çok önceden vâredilmişti. Onlar ise, tıpkı güneş ışığının doğmasıyla gizlenen yıldızların ışıkları gibi, hakîkat-ı Muhammediyye nûrları ile zuhûr ederek değil, kendi varlıklarında nübüvvetin zuhûrunu talep etmişler; cismî tabiat makâmında ve unsurî gecelerin karanlığında tahakkuk ettikleri zaman da, ay ve yıldızların karanlık gecede açığa çıkması gibi, kendilerine has nûrları ile açığa çıkmışlardı.
İşte Hâtemü'l-evliyâ ortaya konulduğu zaman, onun velîlere nisbeti de böyle olur." ("el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 30a vr.)
Geçmişteki zevât-ı kirâm bu muhteşem sırrı o zamandan görmüş ve seyretmişti.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ifâde ettiği üzere; onun nûru yerin derinliklerinden gökyüzüne değil, aslında Arşu'r-Rahmân'a kadar uzanmaktadır:
"Onun nûru yerin dibinden Arş'a kadar uzanır." ("Mektûbât", 260. Mektub)
"Tezkiretü'l-Evliyâ"da nakledildiğine göre; Bâyezîd-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri yalnız velîlerin değil, peygamberlerin bile gıpta ettiği bir mertebe olan "Hâtemü'l-velâye" mertebesine vâris olan zâtın, ayakları yerin dibinde olduğu hâlde başı "A'lâ-yı İlliyyîn"i aşan bir kimse olduğuna işaret etmiş; bâzı "Ulü'l-azm" peygamberlerin ise bu iki mesâfe arasında kalmaları nedeniyle, kendilerini ümmet-i Muhammed'e dahil edip bu makama eriştirmesi için Allah-u Teâlâ'ya duâda bulunduklarını haber vermişti:
"Ibrâhim, Mûsâ ve İsâ -aleyhimüsselâm-ın:
'Allah'ım! Bizi Muhammed'in ümmetinden kıl!' dedikleri rivâyet edilir.
Sen zannediyor musun ki, onlar azıcık bir riyâset elde etmek uğrunda Hakk'ın huzûrunda rüsvay olmayı arzu ettiler? Hâşâ ve kellâ!.. Bilâkis onlar bu ümmet içinde öyle şahsiyetler görmüşlerdir ki, bunların ayakları yerin dibinde olduğu hâlde başları A'lâ-yı İlliyyîn'i aşmış ve onlar da bu arada kaybolup gitmişlerdir." (Ferîdüddîn Attâr, "Tezkiretü'l-Evliyâ", s. 226)
"Hâtemü'l-velâye" nûrunun gökyüzündeki bu açık müşâhadesi Hatemiyyet'le ilgili en gizli sırlardan birisi olup; bâzı zevât-ı kirâm'ın ifâdesine göre, diğer esrâr-ı İlâhî'ye nispetle eşine rastlanmamış en büyük hazînedir.
Şeyh Hüseyin bin Abdullah el-Abbâsî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs" adlı eserinde bu sırrı, "Hâtemü'l-velâyet"e gizlenen en büyük hazîne olarak takdim etmiştir:
"Bâtınlar karanlıklardan sıyrılınca ayna ortaya çıkar, onda görüntü zuhûr edince onların nazar ettiği güneş, izi tâkip edilen kemâlle gece karanlığındaki ay gibi gözükmeye başlar. İşte bu, 'Fusûs Şerhi'ndeki onunla (Hâtemü'l-evliyâ ile) ilgili bir hazînedir. Allah doğruyu söyleyen ve yola hidâyet edendir!"("el-Husûs bi-Edâti'n-Nusûs fî Şerhi'l-Fusûs", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 4480, vr. 56[SUP]b[/SUP])

Büyük Velîlerin Vefâtını Haber Veren Hâdiseler ve
Hâtemü'l-Evliyâ'nın Vefâtı Sırasında Zuhûr Eden Bâzı Hâller:
Allah-u Teâlâ, yeryüzünde âdet-i İlâhî hâricinde birtakım olaylar meydana getirerek nâdiren gönderdiği büyük velîlerin vefâtını izhar etmeyi murâd etmiş; böylece umum halka kapalı, o velîye tâbî olanlara âşikâr olan birtakım işâretleri önceden göstermiştir.
"Risâle'-i Sipehsâlâr"da yazdığına göre; Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin oğlu olan Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri'nin son hastalığı sırasında Konya'da yedi gün peşpeşe sarsıntılar hissedilmiş; Hazret halkın telâşa kapıldığını görünce: "Üzülmeyin, telâş etmeyin! Bu benim vefâtımın habercisidir. Zâhiren aranızdan ayrılsam da bâtınen sizinle berâber olacağımızdan şüphe etmeyin! Bilin ki evliyâullâh, vefât etseler bile O'nun izniyle yeryüzünde dolaşır; zor durumda kalanlara, etbâına (tâbîlerine) ve yakınlarına yardımda bulunurlar." diyerek onları teselli etmişti.
Nihâyet Hazret, evlâtlarını geride bırakarak bu fânî âlemden göçüp gitti. Vefâtından sonra talebeleri, kabrinin üzerinden üç gün boyunca parlak bir nûrun çıkıp göğe doğru yükseldiğini gördüler ve kendilerini tutamayıp gözyaşı döktüler. ("Risâle'-i Sipehsâlâr", s. 132)
Nitekim Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'mizin vefâtlarından önce de, daha önce görülmedik bir biçimde, yaz ortasında ardı arkası kesilmeyen sağnak yağmurların yağdığı görülmüş ve bu durum herkes tarafından hayretle karşılanmıştı. Nitekim naaşlarının kaldırılacağı gün de, hava aşırı derecede sıcak ve harâretli iken, cenâze namazı kılınacağı sırada büyük bir bulut kitlesi cenâze alanını tutarak, onun ihvânının üzerini sarıp namazın serin bir ortamda kılınmasını temin etmiş; Erenler'de definlerinden hemen sonra ise mübârek bedenleri kabr-i şerîf'lerine konulur konulmaz, bardaktan boşanırcasına şiddetli bir yağmurun kopup mübârek kabir topraklarını iyice ıslattığı görülmüştür.
Allah-u Teâlâ'nın bu büyük "Velî"sinin vefâtının üçüncü gününde, gece yarısı 22:00 sularında Sa'deddîn Hamevî -kuddise sırruh- ve Hacı Fatma Nine -kuddise sırruh- Hazretleri'nin önceden bildirdiği büyük hâdise zuhûr etmiş; defnedildikleri nokta olan Erenler'le Hızırtepe arasından yıldız gibi ışık saçan birtakım parlak cisimler yerden göğe doğru yükselmiştir.
Başka işaretler de zuhur etmiştir. Vefatları gecesi dolunayın çok parlak vaziyetini gören hâl ehli bu zâtın vefatından haberleri olmadığı halde etrafındakilere büyük bir zâtın vefat edeceğini duyurmuşlardı.
Yine Malatya gibi bazı şehirlerde görgü şahitleri doğu tarafından gelen büyük bir yıldız veyahut ateş topu benzeri cismin batı tarafında patlamaya benzer büyük bir ışık saçarak kaybolduğunu haber vermişlerdir.
Hâtemü'l-evliyâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin vefâtının öncesinde ve sonrasında meydana gelen bu gibi hâdiseler, herkesin canlı olarak gördüğü ve açıkça müşâhede ettiği apaçık birer delil olarak, Evliyâ-i Kirâm Hazerâtı'nın onun hakkındaki esrâr dolu sözlerini ve bu zevât-ı kirâmın ilmî ve kevnî kerâmetlerini şüpheye imkân bırakmayacak bir dille te'yid ve tasdik etmiştir.
"Allah dilediği kimseyi Nûr'una kavuşturur." (Nûr: 35)
"Allah kime nûr vermemişse onun nûru yoktur." (Nûr: 40)

Hatmü'l-Evliyâ'ya Muhabbetin Netîceleri,
O'nun ve Kitaplarının Değeri:
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinde Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın kitaplarının Hazret-i Kur'an'la dolu olacağını iki asır öncesinden ifşâ etmiş; onun boyasına boyananların ulaştıkları fazilet ve meziyeti, Münker ve Nekir'in suâlleri karşısında uğrayacakları mânevî desteği, dergâhının ve türbesinin altında yatan esrâr-ı İlâhî'yi kâmil ve mükemmel üslûbuyla şöyle tasvir etmiştir:
"Hatmü'l-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahî şefâ'ate muhtaç olmayasın!
Zîrâ bu bir muhabbettir ki, 'adâvetleri ref' eder (düşmanlıkları kaldırır).
Ve bu bir ikrârdır ki, kabirde Münker ve Nekir'i hayrette kor.
Ve bu bir intisâbdır ki, selâtîn ona reşk eyler (sultanlar ona gıpta ederler).
Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur (hikmet ehlinin aklı donar kalır).
Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zâtlar) ona meşyen ale'l-vücûh (yüzüstü sürünerek) gelir.
Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (sür'atli feleklerin) fevkindedir.
Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı 'azîmdir ki (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sârîdir (bütün şehirlere sirâyet etmiştir).
Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umûmen bunda mündericdir (İlâhî kitaplar bunun içine dercedilmiştir).
Ve bu bir kalemdir ki, onun levhi âriflerin kalpleridir.
Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz.
Ve bu bir şekildir ki, bunun netîcesine kimse ermez ve ilmî dâiresine bir fert giremez!.." ("Kitâbü'n-Netice"; Genel, nr.: 1136, vr. 248[SUP]a[/SUP])

İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu beyanlarını açıklaması ile beraber arzediyoruz:
"Hatm'ül-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın."
O onun vekili olduğu için, ona yapılan muhabbet Resulullah Aleyhisselâm'a yapılan muhabbet gibidir. O şefaat ettiği gibi, Allah-u Teâlâ'nın izniyle o da şefaat eder.
Nitekim Abdullah bin Ebi'l-Ced'a -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle buyururken işittim:
"Andolsun ki ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle Temîmoğulları'ndan daha çok kimse cennete girecektir."
Ashâb-ı kiram:
"Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?" dediler.
"Benden başka bir kimse!" buyurdu." (Tirmizî - İbn-i Mâce: 1443)

"Zirâ bu bir muhabbettir ki adâvetleri ref' eder. (Düşmanlıkları kaldırır.)"
O Hakk nâmına gönderilmiştir, Hakk'ı tebliğ eder. Ona muhabbet eden kimse, Hakk'a muhabbet etmiş olur. Ona buğz eden kimse ise, Hakk'a buğzetmiş olur. Bu buğzu kaldırmak isteyenlerin muhabbet etmesi gerekir.

"Ve bu bir ikrardır ki kabirde, münker ve nekiri hayrette kor."
Bir insan dünyada Hakk ile olursa; kabirde de Hakk iledir, mahşerde de Hakk iledir, Cennet-i âlâ'da da Hakk iledir. Sen dünyada kiminle isen, o da seninledir.
"Kim Allah için olursa Allah da onun için olur."
Vazifeli melekler kabre geldiklerinde, orada Hakk'ın tecelliyâtını gördükleri zaman hayrete düşerler.
Bu beyanlarında gizli sırlar var. Size temsilini verelim: Farz-ı muhal ki herhangi bir ifade almak için eve emniyetten bir polis geldi. Reisicumhuru orada görürse ne yapar? Bu husus ise ondan da incedir.

"Ve bu bir intisabdır ki selâtin ona reşk eyler. (Sultanlar gıpta ederler.)"
Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği ilim karşısında; sultanların olsun, profesörlerin olsun, ilimleri dışarıda kalır, buraya nüfuz edemezler, âcizliklerini itiraf ederler. Niçin? Onun ilmi ilmullah olduğu için.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri 317. Mektub'unda:
"Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da marifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi, o kabuğun özüdür." buyurmuşlardır.
Onların ilimleri zâhirîdir, ilme'l-yakîndir. Bu ilimler ise Hakk'al-yakîne âittir.

"Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur. (Hikmet sahiplerinin akılları donar kalır.)"
İlm-i ilâhî olduğu için, ilmullah olduğu için, has bir ilim olduğu için; onlar buraya nüfuz edemezler, hayret ve hayranlık içinde kalırlar.

"Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zatlar) ona meşyen ale'l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir. "
Orası Ravza-i mutahhara'nın şubesi olduğu için, o kehribarın tozları kehribara gelirler.

"Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir."
Onu nerede yatıracağını, nasıl yaşatacağını Allah-u Teâlâ bilir. Şu kadar var ki, bir nazargâh-ı ilâhî olacağı anlaşılıyor.

"Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı azîmdir ki, (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sâridir. (Bütün şehirlere sirayet etmiştir.)"
Allah-u Teâlâ'nın nazar yeri olduğu için, irşadını da yaydığı için; onun kitaplarını okuyan ona hayrandır, daha ileriye gidenler mesttir, gönüllerindeki muhabbet, onunla beraber olmayı vesile kılar.

"Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içinde dercedilmiştir.)"
Bütün ilâhî kitapların hülâsası Kur'an-ı kerim'dir. Kur'an-ı kerim'in bütün Âyet-i kerime'leri girdiğine göre kütüb-i semâviye bu kitaplara yayılmış demektir. Bunu da Allah-u Teâlâ başka kimseye nasip etmemiştir.
Nitekim Süleyman Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'ya şöyle niyazda bulunmuştu:
"Ey Rabb'im! Beni bağışla! Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver!" (Sad: 35)
Bu da mânevî saltanattır, Allah-u Teâlâ kıyamete kadar başkasına vermeyecek, artık kıyamete kadar böyle bir kitap yazılmayacak. Niçin? Devir Hâtemü'l-evliya ile kapandığı için. Üçüncü bir hâtem yok.
Nitekim Bediüzzaman -kuddise sırruh- Hazretleri "Emirdağ Lâhikası" isimli eserinde Hazret-i Mehdi'nin vazifesinden bahsederken, Hazret-i Mehdi'den önce gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitapların Hazret-i Mehdi'ye hazır bir program olarak hazırlandığını işaret etmiştir.
Buyurur ki:
"O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak."
Buradan da anlaşılıyor ki, bundan sonra böyle bir kitap yazılmayacak, bunu başkasına vermeyecek.

"Ve bu bir kalemdir ki onun levhi âriflerin kalpleridir."
Allah-u Teâlâ ona bahşettiği ilim kitaplara sığmaz, halk ondan hiçbir şey anlamaz. Fakat Ârif-i billâh olanlar onunla gönüllerine nakış yaparlar, ona karşı duyduğu aşk ve muhabbet ile yaşarlar.

"Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz."
Hakk'tan geldiği için bambaşka bir nakıştır.
Yine bu beyânında "onun boyası ile boyanan kimsenin ebedî olarak solmayacağını" beyan buyuruyor. Bu ise Cenâb-ı Hakk'ın nasipdar ettiği seçkin müride âittir. Seçkin mürid onun boyası ile boyanmıştır, onun ahlâkı ile ahlâklanmıştır; onun resmidir, benzeridir. Dünyâda durumları böyle olduğu gibi âhirette de berâber olacaklardır.
İhvan onun hâlâtını yaşarsa, onun izinden yürürse, onun mânevî elbisesini giymiş olur. O elbise de nur olduğu için solmaz.

"Ve bu bir şekildir ki, bunun neticesine kimse ermez ve ilmî dairesine bir fert girmez."
Allah-u Teâlâ desteklediğinden ötürü ne ilmine, ne irşadına, ne de icraatına mahlûkun aklı ermez. İlmi dâiresine giremeyişi; O'nun var oluşundandır ve ilminin de ilmullah oluşundandır. O ilmini Cebrâil Aleyhisselâm'ın aldığı yerden alır. O dâireye hiçbir ferdin girmesi mümkün olmadığı gibi, o ilmi anlaması da mümkün değıildir.
Muhyiddin-i İbn'ü-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu husustaki tasdikini Fusûs'ul-Hikem adlı eserinde:
"O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah'tan alır." sözü ile ifade etmiştir. (sh: 45)
Bu zevât-ı kiram Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği öyle kullarıdır ki, "Hâtem-i veli"ye neler bahşedeceğini Allah-u Teâlâ göstermiş, görerek ve bilerek konuşmuşlar; ehemmiyetini, ciddiyetini ve faziletini ibraz etmişlerdir.

Allah'ımız ahirette "Hâtem"lerinin bayrağı altında bulunma şerefine mazhar ettiği kullarından etsin, siyah bayraklılar zümresine dahil eylesin, lütuf birliğiyle haşr-ü cem etsin!.. Amin.

 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Birkaç sene evvel dayım bu cemaate takılmıştı. Bir süre sonra cihada çıkacaz demişler vermişler eline Hakikat dergisini, kapı kapı gezip dergiyi tanıtıp cihad yapacaksın demişler.
Üsküdar'da esnafları gezmeye başlamışlar. Dayım girmiş bir dükkana, selam kelamdan sonra başlamış anlatmaya: "Refah dinine mensup Mahmut efendinin mollaları şöyledir, faize helal diyen Süleymancılar böyledir, diyalogcu Fettullah kafirdir, menzilciler böyledir vs.."
Esnaf biraz dişli çıkmış, dayımı bi güzel elden geçirmişler. Eve kolu kırık, gözü mor, ayağı aksak geldi.
Sonuç ne mi? Üsküdar'a cihada giderken, eldeki namazdan oldu..
Böyle trajikomik bir anımız var işte.

Dayınıza geçmiş olsun dileklerimizi gönderiyorum...Netice itibariyle, kendi hatasından ve menfaatinden dolayı değil de hakikati tebliğ ederken Allah Rızası için dayak yemiş... Elbetteki böyle bir dayak yeme herkese nasib olmaz. Örneğin size, evel-Allah hiç kimse gelip te bir tokat dahi atmayı düşünmez! Çünkü, size bu dünyada kendinizi garantiye almış nadide zümrelerdensiniz! Dayınızı boverin, siz kendi hayatınızın tadını çıkarmaya bakın!
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Muhterem Ömer Öngüt
-kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin
Hayat-ı Saadetlerinden İnciler (38)

Hikmet Arayan Süzülüp Geçer

Bir ihvan; "Bu sene üçüncü defa Hacc'a gitsem!" diye içinden geçiriyormuş. Manâda; üçüncü defa gidip gelmiş. Bir yoldaymış, aşağısı çok uçurum imiş aşağıya düşmüş ve birisi de kendisine silâh çekmiş ve çok korkmuş.
Efendi Hazretlerimiz'e rüyâyı arz ettiğinde mübarekler şöyle buyurdular:
"Efendim, nafile ibadetlerin hepsi güzeldir. Hacc da çok güzeldir. Yalnız nafile ibadetlerin fazileti içinde bir tehlike vardır. O gördüğünüz uçurumları size arzedelim:
Şu tehlike vardır ki; Medine-i Münevvere ulemâsından Süfyân-ı Sevrî Hazretleri bir arkadaşının Hacc ziyaretine gider. Arkadaşı ikram maksadıyla oğluna "Evladım, geçen seneki değil de bu sene Hacc'tan getirdiğim tabağı getir" der.
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri; "Eyvah!.. İkisinide birden yaktınız" buyurur arkadaşına.
Bir kelime ile... Ne idi bu kelime? "Geçen seneki değil de bu sene Hacc'tan getirdiğim tabağı getir."
Yani bir kelime ile iki defa Hacc'a gittiğini ifa etmesiyle riyâ giriyor, ikisininde birden sevabı yok oluyor.
Anlatabildik mi? Bu kadar incedir riyâ...
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Riyâ; gece karanlığında kara kayanın üzerindeki siyah karıncadan da daha ince sızar."
İnsanı bu tehlikeden ancak Allah-u Teâlâ'nın nuru kurtarır, başkası kurtaramaz.
Riyâ bu kadar gizli girer ve insanın helâkına vesile olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyor:
"İbadetini riyâ ve dünyevî maksat ve hesaplardan hâlis et! O halde az bir amel senin için kâfidir." (Camius-sağir)
İhlâs her işin temelidir. İhlâs kaybolduğu zaman her şey kaybolur. Kalpte maraz oluşur. Böylece kişi tasarruf-u ilâhiden çıkar, kayar gider. Allah'ım cümlemizi muhafaza buyursun.
Biraz evvel de şu şu şu hareketler buyurdunuz. Bizim bu gibi hareketlerle ilgimiz olamaz. Bizim yolumuz hak yolu olma hasebiyle fenâ yoludur. Fâni olmak, hiç olmak ve olduğumuzu bilebilmek... Ki Hakk'ı bulabilmek için.
Şu halde bizim vazifemiz hiç olduğumuzu, yok olduğumuzu anlamaya gayret... Ondan sonraki olanlar Hazret-i Allah'ımızın bir lütfu olduğunu bilerek benimseyeceğiz. Benimsemediğimiz bir şeyi belki Hazret-i Allah bize lütfeder. Fakat benimsediğimizin hepsine riyâ girer ve uçar gider.
Ne demek istediğimizi anlatabildik mi efendim?
Nefsin benimsememesi hali husule geldikçe gidin. Fakat bu hâl gelmedikçe tehir edin. Ki tehlikeye düşmeyin."

"Efendim, Hicaz hayırlı bir yolculuktur. Fakat insan, hayat boyunca Hazret-i Allah'ın lütuf rızâsını tahsil etmek için hayırlı işlerde bulunursa, o rızâsına nâil olduğu yerdir onun Hicaz'ı... Yoksa; "Hicaz'a gittim, Hacı oldum!" Hayır, hayır, hayır.
Cenâb-ı Allah'ın râzı olduğu noktadan yürümeli. Daha doğrusu, insan O'nun yürütmesi ile yürür. Onun için insan daima şu duâyı yapması lâzım:
"Allah'ım şu mahlûkunu, değersiz ve basit mahlûkunu, râzı olduğun yerlerde yürüt..."
Bu duâyı insanın sık sık yapması lâzım.
Evvelâ kendisinin değersiz olduğunu, bildirilmesi için bilgi lâzım. İnsan hep kendini hâlâ bir şey zannediyor, hayır. Kendisi o kadar basittir, o kadar âcizdir, o kadar günahkârdır ki; bu kadar dalâlet içersinde kendisinde fazilet toplamak... Bunlar yersiz şeydir.
Bir insan evvela kendisinin; basit, değersiz, günahkâr olduğunu bilmesi gerek. Bu bilgi ancak Hakk'tan gelir.
Mamafih bu dediğimiz Fenâfillâh'tadır. Fenâfillâh'tadır bu bilgi... Ondan evvel bu bilgi insanda tam manasıyla husule gelmez. Gelir de zanla gelir.
Bu bakımdan bilinmesi lâzım gelen, insanın kendi değersizliğidir. Ondan sonra bu değersizliği muhafaza etmekle Rızâ-i Bâri'yi tahsil için gayret sarfetmeli. Bu... Hacc bu...
Ondan sonra Hazret-i Allah onu Hacc'ta yürütür, dilediği yerde de yürütür. O ayrı. Gâye Rızâ-i Bâri...
Gitmek, gitmemek mevzu olmamalı.
Git, git... Gel, gel... Budur. Yoksa "Ben gittim, ben geldim, ben oldum..." Hayır, hayır, hayır... Bunlar değil.
Giderek değildir Hakk yolunda icraat..."

"Bir insan bir işini veyahut hayatını Hakk'a havale eder de müdahele ederse, öz akıl sahipleri için çok utanç bir haldir. Neden? Hem Hakk'a havale eder hem de işe müdahele ederse, Hakk'a itimat etmemiş; kendi nefsine daha güzel güvendiğinden ve işe teşebbüs ettiğinden, orada büyük bir hataya gerçekten düşmüş olur.
Ya insan nefis putuna dayansın, veyahut Allah'ına dayansın.
Çünkü İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri onun için buyururlar:
"Tabii ölümden evvel ölünmedikçe Kuds âlemine çıkılmaz. Kuds âlemine çıkmayan dünya mabudlarına, nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz."
Demek ki oradaki müdahele nefsin müdahelesidir. Halbuki o nefsin müdahalesine uymak, puta tapmak kadar tehlikelidir.
Bu bakımdan insana gerekir ki, ahlâk-ı zemimelerden muhakkak sıyrılmalı... Ahlâk-ı zemimelerden sıyrılmadıkça, Ahlâk-ı hamide ile mütehallik olunmaz. Ahlâk-ı hamide ile mütehallik olmayan insanında icraatı nefs-i emmare üzerinedir. O ise sıfat-ı hayvânî olduğu için, elinden geldiği kadar kötülük düşünür ve yapar. Sonra, geri kalan kısmını da güya ibadetle geçirir."

"Bir kimse bütün işini Hakk'a havale ettikten sonra, mahlûka iltica ederse bu şirk olur."

"Sen Hakk'tan ayrılma da, Hakk nasıl isterse öyle olsun."

"İşlerini Hakk'a havale eden insanlar hayat boyunca hiç darlığa düşmezler; Hakk'tan gelene râzı olurlar, Hakk da bunlardan râzı olur."

"İnsanlar kendine gelmedikçe, Taksimat-ı İlâhiye'den hep şikayetçidir. Hep isyan... Buna isyan denir. Râzı olmayandan Hazret-i Allah da râzı olmaz. Râzı olandan râzı olur. Râzı olan pek az."
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Cenâb-ı Hakk'ın taksimine râzı olan kimse, kalp zenginliğine râzı olur."

"Arzu edildiği gibi olmadıkça mürid yol alamaz. Kendi arzuları gibi olsun istiyorlar."

"Maksat, hikmet ordusuna asker olmak. Bunda bir hayır varmış deyince şeytanın iğvası kayar."

"Her şeyde hikmet arayan süzülüp geçer, sebepleri arayanlar takılıp kalırlar."

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İbn-i Mes'ud -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Allah'tan ötürü birbirlerine sevgisi olanlar, kırmızı yakuttan bir kule üzerinde bulunurlar. O kulenin üzerinde yetmiş bin köşk mevcuttur. Onlar yukarıdan cennete baktıklarında yüzlerinin ışığı, güneşin dünyaya verdiği ışık gibi olur. Cennet ehli; 'Haydi onları seyredelim!' diye seyre çıkarlar. Onların üzerlerinde yeşil sündüsten elbiseler ve alınlarında da; 'Bunlar Allah uğrunda birbirini sevenlerdir!' diye yazılır." (Ramuz el Hadis)
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
İslâm Dini'ne İhânetin Kaynağı
"Küffarı, En Büyük Düşmanı Dost Bilmek"tir:


Müminleri bırakıp kâfirlerle dostluk yapmak münafıklığın açık bir delili olduğu gibi, münafıkların en bariz huy ve hususiyetidir.
Kötü âmirler:
"Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah'ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?" (Nisâ: 144)
Âyet-i kerime'sini arkalarına attılar, onlarla dostluk kurdular, onların arzu ve istekleri doğrultusunda hareket ettiler, dünyayı ahirete tercih ettiler. Makam ve mevkiye, paraya ve kadına daldılar, dünyaya taptılar. Böylece de gerek küffarın ifsadına, gerekse nefislerinin arzularına uydular ve bu necip milletin bozulmasına sebep oldular, halkı yoldan saptırdılar, vatana büyük darbe vurdular. Birçokları küfür âdetlerini benimsediler.
Cinsi ne olursa olsun küfür, İslâm'a göre tek bir millettir. Müminlerin dostu ise ancak müminlerdir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Sizin dostunuz ancak Allah'tır, O'nun Peygamber'idir. Bir de, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazlarını kılan, zekatlarını veren müminlerdir." (Mâide: 55)
"Kim Allah'ı, O'nun Peygamber'ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah'tan yana olanlardır." (Mâide: 56)

İman İle Küfür Arasındaki Hududu
Allah-u Teâlâ Koymuştur:


Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'inde Hazret-i Kur'an'ın hakikat ile dalâlet arasında berzah olduğunu beyan ediyor:
"Şüphesiz ki bu Kur'an (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür." (Târık: 13)
Allah-u Teâlâ bunu mahlûkun zannına bırakmamıştır. Bir berzah çizmiştir, hudutlarla çevirmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kendisine inanan ve Resul'ünü tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasakladıklarını terketmelerini emir buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara: 208)
İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.
"İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın şânı ne yücedir." (A'râf: 54)
Mülk O'nundur. O'ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmeye hakkı ve salâhiyeti yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir ve irade, tam tasarruf O'na âittir.
"Hüküm yüceler yücesi Allah'ındır." (Mümin: 12)
Çünkü O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'nun verdiği hükümler, belirli bir zaman ve asır ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
"Rabb'inin sözü doğruluk bakımından da adalet bakımından da tamamlanmıştır, tam kemâlindedir.
O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur." (En'âm: 115)
Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiçbirisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O'nun haber verdiği her şey gerçeğin tâ kendisidir. O'nun haber verdiği her şey adaletlidir, O'nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O'nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O'ndan daha doğru söyleyemez, hiç kimse O'ndan daha âdil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.
O'nun sözlerini değiştirebilecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.
Söz O'nun sözü, hüküm O'nun hükmü, kitap O'nun kitabıdır.
Binaenaleyh bütün insanlar ve cinler birleşerek bir araya gelseler, kasten bir Âyet-i kerime'yi inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Çünkü mahlûkun hükmü yoktur, O'nun hükmü esastır.
O'nun hükmünü kim bozabilir? O'nun hükmünden kim kurtulabilir?

Bunlar Âyet-i kerime'lere inanamazlar, Hadis-i şerif'leri zaten dinlemezler. İşte onun için Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri önünüze koyuyoruz.
Onlar ise kendi zanlarını âyet ve hadis yerine koyarlar. Bunun için de gökkubbe altındakilerin en şerlileridirler. Bunun da sebebi halkı şaşırtmalarıdır.
"Doğrusu birçokları bilmeden heva ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar." (En'âm: 119)
Kendi zanlarını hüküm yerine koymak isterler.
Bunların sözüne hem şaşmayın, hem de inanmayın! Bunların iç durumu budur, işin gerçeği budur.
Biz Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a inanıyoruz. Bunlar inanmıyorsa bize ne! Bunların imanı yoksa bize ne!
Bunlar bizim sözümüz değildir, bunlar Hazret-i Allah'ın ve Resulullah'ın beyanlarıdır, size ilâhi beyanları arzediyorum, ahmedin mehmedin sözünü değil.
Resulullah Aleyhisselâm'ın her emrine itaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır. Bu ise ilâhî bir hükümdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah Aleyhisselâm'a itaat edilmesini emrediyor ve şöyle buyuruyor:
"Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin. Eğer yüz çevirecek olursanız biliniz ki, Resul'ümüze düşen apaçık bir tebliğdir." (Teğabün: 12)
O risaletini tebliğ etmiş ve ilâhî emaneti yerine getirmiştir. Sizin kabulünüzden dolayı onun bir menfaati yoktur, yüz çevirmenizin de ona bir zararı olmaz.
Kişi ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ'nın emrine itaat etmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ'ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur. Bu hakikati böyle bilmek lâzımdır.
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Âyet-i kerime'de:
"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının!" buyuruluyor. (Haşr: 7)
Bu emr-i ilâhî'yi bizzat Allah-u Teâlâ buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Bu emr-i ilâhî'yi inkâr eden Allah-u Teâlâ'yı inkâr etmiştir. O'nu ve O'nun emrini inkâr eden de zaten dinden çıkmıştır.
Ona yapılan her türlü itiraz, bu Âyet-i kerime mucibince inkâr ve küfürdür.
Bunlarda iman yok zaten. İşte ispatı da budur.
Bunun içindir ki bunların içyüzünü dışarıya vermek mecburiyetindeyim. Ki gerçek mânâda ihlâslı bir mümin o batağa düşmesin.
"Muhakkak ki Rabb'in hududu aşanları çok iyi bilendir." (En'âm: 119)

 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Azgınları Neler Bekliyor?:
Cehennem kapıları daha önce kapalı olup, bunlar geldiklerinde ardına kadar önlerinde hemen açılır.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Oraya vardıklarında cehennem kapıları açılır.” buyuruluyor. (Zümer: 71)
Cehennemin her kapısında son derece sert tabiatlı, güçlü kuvvetli ve sayılamayacak kadar çok miktarda merhametsiz zebaniler bulunur.
Onları kınayıp azarlayarak şöyle derler:
“Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bu gününüzle yüzyüze geleceğinize dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” (Zümer: 71)
Cevaben derler ki:
“Evet geldi... Lâkin azap sözü kâfirler üzerine hak oldu.” (Zümer: 71)
Allah-u Teâlâ onların şekavetlerine hükmetti. Çünkü onlar iradelerini kötüye kullandılar. Kendilerini uyaranlara muhalefet ettiler, böyle bir felakete de müstehak oldular.
Bütün ümitlerini silip atacak bir şekilde kendilerine şöyle söylenir:
“Ebedi olarak içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından! O kendini beğenmişlerin yerleşip kalacakları yer ne kötüdür!” (Zümer: 72 - Mümin: 76)
Zebaniler onları perçemlerinden ve ayaklarından sımsıkı bağlayıp, hakaret ve tehditlerle, dağları bir anda toz edebilecek güçteki darbelerle ateşe sürerler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Suçlular simalarından tanınır, alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar.” (Rahman: 41)
Gerçekten de azgınlıklarının eseri olarak yüzlerini siyahlık, gözlerini çirkinlik kaplar. Üzüntü ve sıkıntıları son dereceye varır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kötülükle gelen kimseler yüzükoyun ateşe atılırlar.” (Neml: 90)
“Yüzükoyun cehennemde toplanacak olanlar var ya, işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.” (Furkan: 34)
Zebaniler onlara şöyle derler:
“Haydi, yalanlamış olduğunuz azaba doğru gidin!” (Mürselât: 29)
“Siz ancak yaptıklarınızın karşılığını görmektesiniz.” (Neml: 90)
Onlar o gün cehennem ateşine şiddetle ve zorla atılırlar. Zebaniler ateşe girinceye kadar enselerine vururlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün cehenneme itildikçe itilirler.” (Tur: 13)
Cehennem kafirleri son derece bir öfke ile ve uğultulu sesler çıkararak karşılar:
“Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı korkunç uğultusunu işitirler.” (Mülk: 7)
Cehennem de onları gördüğünde öyle bir ses çıkarır ki, korkmayan kimse kalmaz. Çünkü kafirlere son derece kızmakta ve nefret etmektedir. Şiddetli öfkesinden ötürü çatlayacak dereceye gelir:
Cehennem neredeyse öfkesinden çatlayacak!” (Mülk: 8)
“İşte bu suçluların yalanladığı cehennemdir!” (Rahman: 43)

(Bundan bir süre önce "Azgınları neler bekliyor?" yazı dizisindeki "Kaynar Su" ve "İrinli Su" bölümlerini nakletmiştik ...Şimid diğer bölümleri nakletmeye devam ediyoruz.)




Cehennemin Kıvılcımları:


Allah-u Teâlâ cehennemin bazı vasıflarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O ateş öyle kıvılcımlar atar ki, her biri bir saray gibidir.” (Mürselât: 32)
“Sanki o kıvılcımlar sarı sarı develer gibidir.” (Mürselât: 33)
Allah-u Teâlâ cehennemin kıvılcımlarını büyüklükte muhteşem saraylara, çokluk ve çabuklukta ise sarı develere benzetmektedir. Kıvılcımları ulu saraylar gibi olursa, o alevli ateşin durumu kim bilir nasıl olur?
Bir de bunların yukarıya doğru fırlayıp da tekrar cehennemliklerin üzerine şiddetle düşmesi, şüphesiz ki azap üzerine azap verir.
Alev alev yükselen, saray gibi, deve gibi kıvılcımlar atan cehennem, hazır vaziyette sahiplerini beklemektedir.

Allah-u Teâlâ azaba müstehak olanları tahkir etmek için cehennemin üç kola ayrılmış bunaltıcı dumanına gölge ismini vermiştir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Üç kola ayrılmış olan, fakat ne gölgelendiren ne de alevlerden koruyan bir gölgeye gidin!” (Mürselât: 30-31)
“O gün, yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 28)
Alevler yükselip de üstünden dumanlar çıktığında onun şiddet ve kuvveti üç kola ayrılır. Bu dumanın gölgesi ne gerçek gölgeliktir, ne de kişiyi alevin kucağından korur. Bu cehennemî bir gölgedir, kızgın ve bunaltıcı bir gölgedir. Nefesleri keser, insanı ateşle dağlar. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hayırlıdır. Bir gölge ki ateşin alazlamasından, alevlerinden korumuyor. Azap üstüne azap veriyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onların üstlerinde (gölgeler gibi üstüste gelmiş) ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar var.” (Zümer: 16)
Nasıl ki cennetin dereceleri varsa, cehennemin de tabakaları ve dereceleri vardır. Âsiler ateş tabakaları arasında kalırlar, ateşle her tarafları kaplanır. Onun içindir ki Âyet-i kerime’de “Gölgeler” mânâsına gelen “Zulel” kelimesi kullanılmıştır. Böylece onlarla alay edilmektedir. Çünkü ateş yakıcıdır, gölge ise insanı sıcaktan korur.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Azapların Her Çeşidi:


Cehennemlikler birbirini kovalayan, akla hayale gelmeyen öyle azaplar çekmektedirler ki, onlardan kurtulmak için alevlere sığınıp sarılırlar.
Âyet-i kerime’de:
“Bunun arkasından da daha çetin bir azap vardır.” buyuruluyor. (İbrahim: 17)
Cehennemde sayılamayacak kadar ateşten dağlar, vâdiler, nehirler, hendekler, kuyular, zindanlar, fırınlar vardır. Her birinin azabı diğerlerinden çok daha katmerlidir.
Ebu Said -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Saûd, ateşten bir dağdır. Bu dağda ebedî olarak kâfire yetmiş yıl çıkış yaptırılacak ve o kadar yıl da iniş yapacaktır.” (Tirmizi: 2702)
İnsana ateşten daha fazla azab verecek olan hayvanlar da vardır. Cehennemliklerin üzerlerine kışkırtılarak salınırlar. Katır büyüklüğündeki yengeçler, deve gibi büyük yılanlar ve akrepler onlara hiç bir zaman rahat vermezler. Göz kapaklarını, dudaklarını, vücutlarının en hassas yerlerini ısırıp kemirerek uğuldaşırlar. Zehirleri çok şiddetli ıstırap verir.
Cehennem ehli ayrıca çok şiddetli soğuklarla da azab olunurlar.
Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun hafifletilmez. Nice yorucu şeyleri yapmaya mecbur edildikleri, nice azap zincirleri taşıdıkları, cehennemin yüksek ve alçak yerlerine çıkıp indikleri için yorulurlar, takattan kesilmiş bir hale gelirler.
Azab şekilleri rast gele tekrarlanıp durmaz. Çarptırılan ceza ve azabın şiddeti, herkesin isyan ve günahlarının derecesi nisbetindedir. Hiç birinin azabı diğerinin aynı değildir. Herkes yaptığının cezasını ceker. Hazret-i Allah hiç kimseye zerre kadar bile zulmetmez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İşte böylece nankörlüklerinden ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe: 17)
Allah-u Teâlâ böyle şiddetli cezaları ancak nankör kâfirlere verir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Onlar için cehennemde bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır.
Biz zâlimleri işte böyle cezalandırırız.” (A’raf: 41)
Bunlar küfrün ve zulmün cezasıdır.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
En Hafif Azap:


Numan bin Beşir -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:


“Cehennemliklerin en hafif ceza göreninin ateşten iki nalın ile iki nalın bağı vardır. Bunlardan onun beyni tencere kaynar gibi kaynar. Hiç kimseyi kendisinden daha çok azaba uğramış göremez. Halbuki kendisi cehennemliklerin en hafif azap olanıdır.” (Müslim: 213)


Faydasız Pişmanlıklar:


Cehennem halkı, cehennemin çılgın alevleri arasında yanıp dururken, dünyada iken, ona itaat etmiş olmalarını candan arzu ederler:


“Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik derler.” (Ahzâb: 66)


Bu bölücülerin ancak cehenneme düştükleri zaman aklı başlarına gelir. İmamlarına lânet eder, kitap ve tüzüklerine pişman olurlar. Fakat kurtuluş ne mümkün! Çünkü hidayet dünyada idi.


“Ne olurdu, ben de o Peygamber’in maiyetinde bir yol edineydim.” (Furkân: 27)


O yüce Peygamber’e tâbi olup hidayet yolunu takip etseydim, böyle müthiş bir felâketle karşılaşmamış olurdum.


Amma ilâhlarınız size hiçbir fayda vermeyecek. Ağzınıza bal sürenler sizden kaçıp uzaklaşacaklar. Cehennemde onlarla itişip kakışacaksınız, fakat hiçbir netice alamayacaksınız.





Müminler cennetlerde safalar içinde yaşarlarken, kâfirler üzerlerine dökülen azapların kıskacı altında kıvranırlarken çoğunlukla “Keşke müslüman olsaydık!” demekten kendilerini alamayacaklar.


Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:


“İnkâr edenler zaman zaman temenni edecekler: Keşke müslüman olaymışlar!” (Hicr: 2)


Fakat artık teklif zamanı geçmiş, ceza zamanı gelmiş çatmış bulunuyor. Pişmanlığın fayda vermediği bir zamanda, âhiretin akıllara durgunluk veren azaplarını gördükleri zaman pişmanlık duyacaklar. Bu temennileri de kendileri için ayrıca bir azap vesilesi olacaktır.


Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:


“Yüzleri ateşte çevrildiği gün ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!’ derler.” (Ahzâb: 66)


Elden kaçırdıkları fırsatları düşündükçe hep aynı şeyleri söylerler, hep aynı temennide bulunurlar: Keşke müslüman olaymışlar!..


Kendilerinden hiç bir mâzeret kabul edilmez, çünkü hiç biri de geçerli değildir.


“O gün zâlimlere özür beyan etmeleri hiç bir fayda sağlamaz.


Lânet onlaradır, en kötü yurt da onlarındır.” (Mümin: 52)


“O gün ne oradan çıkarılırlar, ne de özürleri dinlenir.” (Câsiye: 35)


Tevbe ve itaat etmek suretiyle Rablerini râzı etmeleri de onlardan istenmez. Çünkü rızâ aramak dünyaya mahsustur. Ahirette rızâ aranmaz, aransa da yararı olmaz.


Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:


“Ey kâfirler! Bugün özür dilemeyin siz ancak işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz.” (Tahrim: 7)


Daha önce dünyada iken çok uyarılmışlar, fakat kulak asmamışlardı. Orada mazeretlerin kabul edilmeyeceği kendilerine bildiriliyordu, fakat hiç oralı olmamışlardı.


Şimdi burada sadece günahlarının cezalarını çekiyorlar. Başka bir ceza ile cezalandırılmıyorlar ki itirazları kabul edilsin.


Pişmanlığın fayda vermediği bir yerde, yine de pişmanlıklar ve hasretler içinde kendilerini kınamaya devam ederler:


“Eğer biz kulak vermiş olsaydık veya düşünüp anlasaydık, şu çılgın alevli cehennemliklerin arasında bulunmazdık!” (Mülk: 10)


İşitmişlerse de kabul etmek için işitmemiş olduklarından dolayı “Kulak vermiş olsaydık!” diyorlar. Çünkü işittiler, düşündüler; fakat tasdik etmedikleri için hiç işitmemiş ve düşünmemiş gibi oldular.


İlâhi bir lütuf olan aklını, vicdanını suistimal ederek Hakk’tan ayrılan, Hakk’ı ve hakikatı kabul etmeyen, bâtıl peşinde koşup duran kimseler, ceza günü geldiğinde işte böyle pişmanlıklara mübtelâ olacaklar.


“Ve böylece günahlarını itiraf ederler.” (Mülk: 11)


“Çılgınca yanan ateş halkı (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun!” (Mülk: 11)
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
En Kötü Âkıbet:


Münafıklar kâfirlerin en murdarı, en habisi oldukları için ebedî ikametgâhları da cehennemin en dibidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
Çünkü onlar İslâmiyet’i karıştırmışlar, ihanet etmişler, nankör olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ imansızların âkıbetini haber verirken münafıkları kâfirlerden önce anmış, âkıbetlerini haber vermiştir:
“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır.
Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)
Cehennemde her çeşit azap mevcut olduğu gibi, orada ebedî kalmaktan daha kötü bir azap tasavvur edilemez.
“Cehennem onlara yeter! Oraya gireceklerdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Mücadele: 8)
Bu ihtar-ı ilâhî, onların bu dünyada ceza görmeyeceği mânâsına değildir, lâkin ahiretteki cehennem azabı her azaptan da beter olup, hepsinin yerine yetecek derecededir.


 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri 28 Haziran 2010 Pazartesi günü sabahın erken saatlerinde vefât etmişler, salı günü Adapazarı Erenler kabristanındaki ebedî istirahatgâhına uğurlanmışlardır. Vefâtlarının üçüncü günü, 30 Haziran Çarşamba gecesi saat 22:00 sularında, gökyüzünde müthiş bir olay yaşanmış, Adapazarı halkının çıplak gözle seyrettiği, hareket hâlinde, parlak bir inciyi veyahut parlak bir yıldızı andıran, ışık saçan cisimler görülmüştür.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin defnedildikleri kabristan mevkiinden gökyüzüne sıra ile yükselen *on iki* kandil misali ışık bir süre gökyüzünde çıplak gözle müşahede edilmiştir.
Bu görüntüler Doğan Haber Ajansı (DHA) Sakarya muhabiri Aziz Güvener tarafından da kaydedilmiştir. Güvener parlak ışıklı cisimlerin Erenler'le Hızırtepe aralığındaki mevkiden gökyüzüne yükseldiklerini beyan etmiştir, ki burası birkaç gün önce Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin defnedildiği yerin ta kendisidir.


Peygamber Efendimizin muhterem çocuğu İbrahim, bir buçuk yaşında iken hicretin onuncu yılında vefat etmişti. Onun ölümü gününde güneş tutulmuştu. İnsanlar bu masum yavrunun ölümünden dolayı güneşin tutulduğunu sanmışlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:"Güneş ile ay bir kimsenin ne ölümünden, ne de hayata kavuşmasından dolayı asla tutulmaılar. Bunların tutulduğunu gördüğünüz zaman namaz kılın; Yüce Allah'a dua edin." diye buyurulmuştur.
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Mülk suresi 5: Andolsun biz, en yakın göğü kandillerle donattık. Onları şeytanlara atılan taşlar yaptık ve (ahirette de) onlara alevli ateş azabını hazırladık.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri 28 Haziran 2010 Pazartesi günü sabahın erken saatlerinde vefât etmişler, salı günü Adapazarı Erenler kabristanındaki ebedî istirahatgâhına uğurlanmışlardır. Vefâtlarının üçüncü günü, 30 Haziran Çarşamba gecesi saat 22:00 sularında, gökyüzünde müthiş bir olay yaşanmış, Adapazarı halkının çıplak gözle seyrettiği, hareket hâlinde, parlak bir inciyi veyahut parlak bir yıldızı andıran, ışık saçan cisimler görülmüştür.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin defnedildikleri kabristan mevkiinden gökyüzüne sıra ile yükselen *on iki* kandil misali ışık bir süre gökyüzünde çıplak gözle müşahede edilmiştir.
Bu görüntüler Doğan Haber Ajansı (DHA) Sakarya muhabiri Aziz Güvener tarafından da kaydedilmiştir. Güvener parlak ışıklı cisimlerin Erenler'le Hızırtepe aralığındaki mevkiden gökyüzüne yükseldiklerini beyan etmiştir, ki burası birkaç gün önce Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin defnedildiği yerin ta kendisidir.


Peygamber Efendimizin muhterem çocuğu İbrahim, bir buçuk yaşında iken hicretin onuncu yılında vefat etmişti. Onun ölümü gününde güneş tutulmuştu. İnsanlar bu masum yavrunun ölümünden dolayı güneşin tutulduğunu sanmışlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:"Güneş ile ay bir kimsenin ne ölümünden, ne de hayata kavuşmasından dolayı asla tutulmaılar. Bunların tutulduğunu gördüğünüz zaman namaz kılın; Yüce Allah'a dua edin." diye buyurulmuştur.


Ağzındaki baklayı neden gösterip yine ağzını kapatııyorsun ? Baklayı tam olarak çıkarsana ağzından ! Hem senin merhum Ömer Efendi hakkında konuşabilecek bir ilmin var mı ki, geldin bu bölümde lakırdı ediyon ?
Senin yegâne işin, yaptığın nafileleri millete anlatmak ve bundan da sevab beklemek değil miydi ?
Bence işine bak derim !
Senin, Ömer Efendi'nin görüşleri ve hayatı-mematı hakkında söz söyleme yetkin, iznin ve selâhiyetin yok ! Çünkü, O'nu zerre kadara tanımadın-tanımıyorsun !
Münasebetsizlikyapma !
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Ahmet Nickli Üyeden Alıntı
Birkaç sene evvel dayım bu cemaate takılmıştı. Bir süre sonra cihada çıkacaz demişler vermişler eline Hakikat dergisini, kapı kapı gezip dergiyi tanıtıp cihad yapacaksın demişler.
Üsküdar'da esnafları gezmeye başlamışlar. Dayım girmiş bir dükkana, selam kelamdan sonra başlamış anlatmaya: "Refah dinine mensup Mahmut efendinin mollaları şöyledir, faize helal diyen Süleymancılar böyledir, diyalogcu Fettullah kafirdir, menzilciler böyledir vs.."



Esnaf biraz dişli çıkmış, dayımı bi güzel elden geçirmişler. Eve kolu kırık, gözü mor, ayağı aksak geldi.
Sonuç ne mi? Üsküdar'a cihada giderken, eldeki namazdan oldu..
Böyle trajikomik bir anımız var işte.


:laugh:
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Ahmet Nickli Üyeden Alıntı
Birkaç sene evvel dayım bu cemaate takılmıştı. Bir süre sonra cihada çıkacaz demişler vermişler eline Hakikat dergisini, kapı kapı gezip dergiyi tanıtıp cihad yapacaksın demişler.
Üsküdar'da esnafları gezmeye başlamışlar. Dayım girmiş bir dükkana, selam kelamdan sonra başlamış anlatmaya: "Refah dinine mensup Mahmut efendinin mollaları şöyledir, faize helal diyen Süleymancılar böyledir, diyalogcu Fettullah kafirdir, menzilciler böyledir vs.."



Esnaf biraz dişli çıkmış, dayımı bi güzel elden geçirmişler. Eve kolu kırık, gözü mor, ayağı aksak geldi.
Sonuç ne mi? Üsküdar'a cihada giderken, eldeki namazdan oldu..
Böyle trajikomik bir anımız var işte.:laugh:


lakırdı virtiözü !
Gittikçe çirklefleşiyorsun farkında mısın ? Bu mtyazının hemen altında yazana tokat gibi cevabımız verilmişti. Eğer, dürüstlükten, doğruluktan ve mertlikten zerre kadara nasibin olsaydı, bu alıntını cevabımızla beraber buraya asman gerekmiyor muydu ?
Ama, siz henüz iman etmiş değilsiniz! -imanın halaveti kalplerri ize yerleşmiş değildir- Sadece müslüman olduk diyebilirsiniz ! Bu durum işte bu yamukluklarınızdan ve her şeyi gösteriş ve taassub içinde yapmanızdan kolaylıkla anlaşılmaktadır...
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
lakırdı virtiözü !
Gittikçe çirklefleşiyorsun farkında mısın ? Bu mtyazının hemen altında yazana tokat gibi cevabımız verilmişti. Eğer, dürüstlükten, doğruluktan ve mertlikten zerre kadara nasibin olsaydı, bu alıntını cevabımızla beraber buraya asman gerekmiyor muydu ?
Ama, siz henüz iman etmiş değilsiniz! -imanın halaveti kalplerri ize yerleşmiş değildir- Sadece müslüman olduk diyebilirsiniz ! Bu durum işte bu yamukluklarınızdan ve her şeyi gösteriş ve taassub içinde yapmanızdan kolaylıkla anlaşılmaktadır...

Asıl çirkeflik önüne gelene kafir damgası vurmaktır. Bu ne demek? Bırakın onları bana gel demek. Hadi ordan.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst