Markar Esayan - Erdoğan, Davutoğlu ve Meşal...

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Kafkayı senden daha iyi kimse anlatamadı bu alemde ...
Ey insanlık sakın Kafka okumayın , NFK hepimize yeter ...
Kafka yahudinin tekidir , siyonisttir ...
Dostundostu noktayı koydu ...
 

Verda

Gales
Katılım
9 Nis 2010
Mesajlar
10,917
Tepkime puanı
1,010
Puanları
0
Hayran olduğumuzu sen söylüyorsun, muhatabını kendince belirlediğin bir yere itmeye çalışıyorsun, var bu sende =) yazdıklarında haklı da olabilirsin fakat genel anlamda bakış açın tartışmaya açık dostum!..
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
İşin kötüsü yazı kafka yı övmek üzerine yazılmamış ...
Daha henüz bir makaleyi okuyup içeriğini anlama zahmetine girmeyenden Kafka gibi konumunda otorite kabul edilen birinin analizini okuyacağım ...
Ne demiş İsmail ...
Bilmemek büyük nimet , makaraya imkan sunar ....
 

ömerusta

Kıdemli Üye
Katılım
16 Ocak 2012
Mesajlar
6,913
Tepkime puanı
239
Puanları
0
yürü be kaçak seni kim tutar kafka falan takılıyon o kimdi ya bilemedük cahalız zaar
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Yahu diyelim ki Kafka okuyorum ...
Biride demezmi be bre kalas , kafka okuyonda ne bu odunluk diye ...
Hayır yazar Kafkayı sevmiş ve okumuş belli de , yazıda bir Kafka aşkı yokki ..
Gelsede buraya yazısının anafikrini anlatsa bizlere/sizlere ...
Başlıkta adı var ya ...
Gerisi önemli değil bizim için , çakış serbest ...
Arkadaşlar malumunuz üzere edebiyattan anlamam , ömrümde hiç romanda okumadım ben ...
Kafkayı gıyabında tanırım , henüz kendisi ile hemhal olmadım ...
Olacağımıda sanmıyorum hani ...
Boyum biraz kısadır benim , boyu uzunlardan dinlediğim oldukca uzun boylu oldugu ...
Hal böyleyken kendimce adamlara takılırım kısalara ...
Ben çarpım tablosunu ezbere bilemeyen , dairenin alan formulunu internetten açıp bakan bir matematik zekasına sahibim ...
O yuzden kimse kusura bakmasın ...
Kafkayı yedirtmem size ...
Hele önce makaleyi okuyun bi ...
Sonra çakışmaya girelim ...
 

nefahtü

Kıdemli Üye
Katılım
21 Haz 2013
Mesajlar
5,117
Tepkime puanı
337
Puanları
0
Konum
istanbul
kovboy filminde kasabanın meydanında silahların çekildiği sahne..
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Ulen kafka da bana kaldı ya ...
Tüü size ...

Emminin biri günlerden Cuma , gide cumaya aheste aheste ...
Eli biraz dardır , geçim telaşı sarmış dört yanını ...
Kafasıda bunla meşguldur hani ...
İmamda kalbini okumuş gibi başlar vaaza ...
Velev der bir evde namaz kılınmaz ise o evde bereket olmaz , gelen gider , giden gelmez demiş ...
Uzun uzadıya anlatmış hani ...
Emmimde dertli ya , içine oturmuş zahar demiş darlığımız bundandır ...
Yapacak başka bir şeyide yok hani , yorması lazım bir şeylere ...
Neyse eve döner sofra vakti ..
Kız kızan , gelin oğlan , torun torba toplaşır sofraya ...
Tam çala kaşık yemeğe girişilmiş ...
Tam kalkılacak ...
Durun der Emmim ...
Hele bi beni dinleyin hele ...
Bakın der , din diyanet mühimdir ezlemdi gereklidir ...
Camide hoca dedi ki , bir evde namaz kılınmaz ise , o evin besi bereketi olmazmış ...
Bundan sonra bu evde namaz kılınacak ona göre ...
Birden torun torba çıyaklamış hepisi mızırdanmış kaçışmış ...
Gelinler bebeler demiş fırlamış kalkmış ...
Kızlar davarlar demiş fırlamış ...
Oğlanlar sap saman demiş fırlamış ...
Kala kala kocakarıyla kalmışlar başbaşa ...
Hatun buna bakar bu hatuna ...
Eh demiş anam yavaşça ...
Sofrayı kaldırmakta bana kaldı gari ...
Emmim atmış kaşığı elinden ...
Bre soysuzlar , bre densizler ...
Bu yaştan sonra bu işi de bana yıktınız ya ...
Haram olsun size verdiğim emeklere ...

Hasılı baylar ve çift aa lı baayanlar ...
Kafkada bana kaldı ya ...
Size diyecek lafım yok ...
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
İşçilerimiz neden ölüyor...

İşçilerimiz neden ölüyor...Soma'da tarihin en büyük maden kazalarından birisini yaşadıktan kısa bir süre sonra Ermenek'teki 18 işçimizden müjdeli bir haber almak için endişeli bir bekleyişi sürdürüyoruz. Lakin aynı günlerde Yalvaç'tan gelen acı haberle yine sarsıldık. 25 kişilik midibüse 87 kişinin balık gibi istiflenmesi ve aracın kaza yapması sonucu 17 mevsimlik tarım işçisi hayatını kaybetti.
Dün Sayın Murat Belge bu trajedileri 'Allah kerim' ideolojisine bağlamıştı. Dönemin Başbakanı Erdoğan'ın 'Bu kazalar bu işin fıtratında var' sözünü (haklı olarak) eleştirirken, kazaları dindarların fıtratına bağlamakta beis görmemiş: 'Bize bir şey olmaz', 'Allah kerim' ve 'mukadderat!' Hepsinde yüzeysel bir dinî anlayışın etkileri olan 'felsefe'ler! Kazalarla AKP iktidarı arasında olabileceğini düşündüğüm dolaylı bağlantı işte bu ideoloji alanında ortaya çıkıyor.
Oysa bu 'kaza'lar konusunda hükümete yapılabilecek o kadar geçerli/mantıklı eleştiriler var ki. Kalkıp da başka ve bence daha kapsamlı/üstten ataerkil/otoriter bir bakış ile yaşanan şeyin nedenini dindarların ontolojisine bağlamak kadar asıl konuyu/ölümleri istismar edici bir yaklaşım olabilir mi?
3 Kasım 2002'den bir çizgi çekersek, önceki Türkiye'de, yani bildiğiniz 'laik/çağdaş/demokratik' iktidarların dönemlerinde insan mefhumunun değerler skalasında yerinin dahi olmadığını teslim etmemiz gerekir. Babam 1995'te, annem ise 2010'da vefat etti. İkisinin de ağır, uzun süreli hastalıkları oldu. 1995'te yaşadıklarımızı anlatmam mümkün değil. Vatandaşın hademe karşısında tir tir titrediği, sabahın ikisine termoslarla numara almak için sıraya girdiği günlerdi. 2010'da ise annemi özel hastanelerde tedavi ettirdik ve mezara koyana kadar para harcayamadık. Mezar kazıcı çocuk da bahşişi 'Abi yasak, işimden olurum' diye reddettiğinde 'isyan' etmiştim.
AK Parti ataerkil mi, evet. Otoriter uygulamalara kaçıyor mu? Zaman zaman evet. Ama biz biliyoruz ki bu dindarlara dair bir 'ideoloji' değil, ülkenin tüm kesimlerine sirayet etmiş, tarihsel nedenlere bağlı ortak bir karakterdir. Ben size bir gün burada özel üniversite, sol örgütler, sendikalar, STK'lar, medya ve odalarda yaşanan rezaletlerden bir kuple yazarım ve ataerkilliğin, yobazlığın, otoriterliğin ne demek olduğunu daha iyi anlarsınız. Bunu ucube bir egemenlik kavgasında dindarlara izale etmeye gerek yok.
Olayın aslı şu; toplam zihniyetimizde bir adamsendecilik var. Bunun fıtratla da bir ilgisi yok; süregelmiş devlet sisteminin bir sonucu... Devletin vatandaşını tehdit görmesi, kaynakların laik azınlığın arpalığına çevrilerek bugün Erdoğan'a savaş açmış seçkinlerin cebine faiz üzerinden akıtılması ile insanlar yıllarca sahipsiz ve sefalet içinde yaşadı. (Ataerkil AK Parti döneminde 10 yılda faiz yerine yatırıma giden korunmuş para miktarı 700 milyar lira.) İnsanlar cemaatleşerek kendilerini korumaya aldılar. Bu arada bir yolunu bulup 'yırtmak' için yollar aradılar. Bu ortak ahlakı aşındırdı ve işini bilen vatandaş tipi yarattı. Ama nedeni fıtratta bulunan hakirlikten değil, devletin vatandaşı çaresiz bırakmasıydı. Dindarı, laiki vs ile burada aynı kural işledi. Çaresizlik, 'Bize bir şey olmaz, Allah Kerim' türünden avunmalara sığınmaya yol açtı. Rüşvet devletle iş yapmanın tek yoluydu. Dürüstlük cezalandırılırdı.
Bir zihniyet en az iki/üç nesilde değişiyor. O da ancak tepede köklü bir ideolojik farklılaşma yaşanır, vatandaşın üzerindeki ekonomik/siyasi yükler azalırsa... Yoksa bin sene geçse değişen bir şey olmaz. Ama bugün ben bunun olduğunu, sürecin başladığını düşünüyorum.
Gelelim hükümetin yanlışlarına... İşte bu sorunlu zihniyetle malul bir bürokrasi/insan tipiyle (Bu kümeye Murat Belge, ben ve 77 milyon dahil) önemli bir iş yapmaya kalkıyorsunuz. Bu noktada tüm siyasi riskleri, darbe süreçlerini yüklenirken, temelde en büyük gücünüz ekonominin iyileşmesi, büyümesi ve istihdamı sürekli arttırmak. Bu şu demektir: Bir Murat 124'e 240 km hız yaptırıyorsunuz...
Her sene en az yüzde 5 büyümeniz, işsizliği düşürmeniz, ihracatı arttırmanız ve faizleri baskı altına alarak dış yatırımı çekmeniz gerekli. Enerji bağımlısısınız. Çökmüş bir altyapı devralmışsınız, zamanı durdurup her şeyi hazır hale getirdikten sonra gaza basma lüksünüz yok. Darbe süreçlerini sadece siyasi anlamda ahlaki yerde durmakla atlatamazsınız. İşsizlik yüzde 20'yi, enflasyon 30'u bulduğunda bütün büyünüz gider ve reformlar uzak bir hayal olur.
İşte hükümet bu ekonomik ilerlemeciliğe fazla abandı. Daha doğru terimle, ülke zihniyet ve altyapı olarak hazır olmadığı bir kapasiteye çıktı. Bu noktada, hükümetin bu riski öngörerek, ek önlemleri daha evvel ve hızlı alması gerekiyordu. Bunun ahlaki ve teknik iki önemli nedeni var: Bir tanesi, ülke demokratikleşirken işçilerin bu kadar kolay ölmesi hükümet üzerinde çok daha yıkıcı etki yapar. İnsanları hayatta tutmak için Çözüm Süreci başlatırken, trafik, kadın ve iş kazalarında bir içsavaş boyutunda kaybı birlikte taşıyamazsınız. Teknik neden ise, altyapı reformu ve zihniyet sıçraması yapmadığınızda, ekonomik ilerlemecilik de limitine dayanır ve duvara toslayabilir.
Bu konuda yapılacak adil eleştiri zannımca budur. Bazı aydınlarımızın fıtratında olan ataerkillik/kibir ile konuyu anlamak mümkün değil. Muhalefetin her konuyu siyasi krize çevirmeye kalkıp siyaseti dizayn etme takıntısı olmasaydı, asıl meselelerimizi daha soğukkanlı ve ortak aklı devreye sokarak tartışma/çare üretme şansına daha önce sahip olabilirdik.
İşçilerimiz bu yüzden de ölüyor.
 

Kaçak

Yeni
Katılım
21 Ara 2012
Mesajlar
8,416
Tepkime puanı
896
Puanları
0
Markar Esayan - Kelam..

Çoğunluk kendini daha iyi ifade edebildiğinde, söze daha hakim olduğunda daha iyi anlaşılabileceğine inanır. Bu çaba “iyidir”. Ama bu eğilim gizli/açık başka niyetler daha taşır ki orada işler birazcık karışır. Öyle ki, kendimizi, fikirlerimizi daha iyi anlatabildiğimizde sadece daha iyi hissetmekle kifayet etmeyiz.
Bu çabanın sonunda insanların bizim gibi düşünmesini bekleriz. Bu kendi başına kötücül bir durum değildir doğrusu. Ama konu burada kapanmaz genelde. Düşüncelerimize ikna olan insanlar bizi memnun ederken, ikna olmayanlar öfke yaratır.
Peki neden öfkeleniriz?
Sanırım “düşüncemize” çok güveniyoruzdur. Eğer herkes bizim gibi düşünürse dünya daha iyi bir yer olacaktır ve insanlık boşuna acı çekmektedir.
Eğer insanlar bize ikna olmamayı sürdürüyorsa suçu 1) Onlarda, 2) Kendimizde, 3) Kelamda buluruz.
1- İnsanlar duymak istediklerini değil de “hakikati” gerçekten merak etselerdi, bizi de anlayabileceklerdi. Ama böyle olmamaktadır çünkü insanlar ya bön, ya cahil ya da kötü niyetlidirler. “Hakikate” direnenlerin başka bir tanımı olamaz.
2- Bizler kendimizi daha iyi anlatabilseydik, anlattıklarımızı daha başarılı eylemlerle ispatlayabilseydik, tüm dünya bulunduğumuz merkeze zaten kendiliğinden çekilecekti.
3- Sorun dildedir. Dil tüm hakikati iletememekte ve biz ne kadar çaba sarf edersek edelim, aklımızda/bünyemizde olan hakikat fikri cüssesini kaybetmeden söz formuna dönüşememektedir. Dil kısıtlayıcı ve yontucudur.
İnsanlar anlaşılamamaktan hep şikayet ederler. Hayatın anlamını kendi değil de, başkaları üzerinde çalışmakta bulmaya eğilimlidirler.
Sanırım Cioran (Hitler’e epey destek verdikten sonra) şu özeleştiriyi benzer bir nedenle yapıyordu: “Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında dünya daha kötü bir yer olur.”
“Bu eğilimler korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerde doğar” diyor o...
Doğrudur, yani ihmal ettiğimiz iç dünyamızın loş derinliklerinde...
Oysa insanın tortusu dahi çok önemlidir ve kendisine ait olmalıdır.
Asıl mücadele insanın içinde olduğuna göre bu makul bir tesbittir. Çoğumuz içimizde olan bitenin bir otomatik pilota bağlı olduğunu varsayarız. İçimizde kötülük yoktur. Niyetimiz hep temizdir.
Gerçek pek öyle değildir. İç dünyamız bize zimmetlenmiştir ve bu emanete dikkat edilmediğinde varlığımız orta malı olur. Kişiye dair pek bir şey kalmaz. Kendi haline bırakılan bir çevre çürür, bozunur, çünkü evrende çürüme kanunu vardır.
Cismani ve ruhani kanunları bilmemek onlardan azade olduğumuz anlamına gelmez.
İyilik varlıksal, kötülük eylemsel/bireysel olduğuna göre, kendi haline bırakılan eylemliliğin karanlık tarafa yönelmesi bundandır.
Sokrates boşuna “Üzerinde düşünülmemiş bir hayat yaşanmaya değer değildir” dememişti.
Kelamın tamamına asla sahip olamayız. Hakikatin tamamını kapsamaya yönelik çaba seküler dünyada faşizme, ruhani alemde putperestliğe yol açar.
Hakikat arayışı, verili şartlarda, bizim mütevazı bir yerinden dahil olabileceğimiz ve ancak başka insanlarla muhabbete geçtiğimizde büyütebileceğimiz bir süreçte anlamlıdır. Diğer hakikat arayışlarını kayda alan bu had bilme durumu dünyayı daha yaşanabilir kılabilir. Demokrasinin özünde de bu çoğulcu söyleşi fikri yatmaktadır.
Üstelik çoğulculuk bile mutlaklaştırılamaz, o anda bozunmaya başlar. Çoğulculuk bir süreç oldukça değerlidir, tamam olduğunda değil, çünkü olamaz.
Demokrasilerde her şeyi bir tarafından halka zimmetlemenin iyi sonuçlar vermesinin açıklaması budur.
Birey düzeyinde huzurlu insan, her zaman haklı olamayacağını içine sindirmiş kişidir. “Yanıldığımın bana gösterilmesine, haklı olduğumu ispatlamaktan daha çok ihtiyacım var. Çünkü sürekli haklı çıktığım o yer benim cehennemim olacaktır.”
Dindarlar da dünyayı daha iyi bir yer yapamadılar ama modern çağlarda şiddetin aşkın hale gelişi, temelde had bilme konusundaki farktan ileri geldi.
Dindarlar, hiçbir zaman cenneti bu dünyada düşünmediler. Şiddet bu manada bir sınıra çarpıp durabiliyordu. Ama modernler insanoğlunun sürekli tekamül ederek nihai mükemmeliyete ulaşılabileceğine inandılar. Seküler paradigmada cennet bu dünyaya indi; tabii cehennem olarak… Çünkü Hakikati/Kelamı tamamen kapsadıklarını düşündüler.
İnsan Mars'a indiğinde veya birgün yeni bir dünya keşfettiğinde de bu temel mesele hiç değişmeyecek.
Çünkü nereye gidersek gidelim, kendimizi de oraya götüreceğiz.
Oysa insan en uzun yolculuğu kendi içinde yapar. Bu yolculuk içimizde başlamamışsa, toplarken dağıtıyoruz demektir.

Markar Esayan
 

spesifik

آزادی قید و بند
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
24,869
Tepkime puanı
4,115
Puanları
113
Konum
Hayâlistan/bul
Bazen yenilmeli insan...
Güzel bir paylaşım teşekkür ederiz...
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Mesele baraj değil, sen hala anlamadın mı?

24 Kasım tarihli yazım “Yabancı bir cisim yaklaşıyor, yine” başlığını taşıyordu...
Tecrübeli vatandaşlar olarak, bu turun son maçı olan 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde mutlu/mesut bir altı ay geçiremeyeceğimizin farkındaydık çünkü.
O cisimlerden birisi baraj manipülasyonuymuş.
Bu sürecin en önemli güvencelerinden birisi, siyaseti dizayn etmeye girişenlerin insanları (çok affedersiniz) “salak” yerine koymasıdır.
AYM, 2007’de 367 garabeti ile Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını engellemişti. Bu yarı yarıya muvaffak olmuş bir yargı müdahalesiydi. Muhtemelen liderliği “tehlikeli” bulunan Erdoğan’ın icranın başında kalarak yıpranması, siyaset dizaynlarından herhangi birisinde hal edilmesi istenmiş olmalı.
Öyle ya, Çankaya’ya çıksa yıpranmayacak ve AK Parti’nin aksadığı noktada bir kurtarıcı gibi siyasete geri dönebilecekti.
Siyaseti, dizayn girişimlerini sadece biz okumuyoruz. Milliyet’ten bir yazarımız, “felaket senaryolarından hazzetmem” diyerek “uyarıda” bulunuyordu baraj gündemlendirmesinden sadece birkaç gün önce.
“Kürtler dünyanın yükselen değeri, gözbebeğidir” girişinden sonra (Kürtlerin değeri nerede, neye göre belirleniyor acaba?) HDP’nin 2015 seçimlerine parti olarak gireceğini ifade ediyor, bunun da asla risk olmayacağı yönünde kişisel teminat veriyordu.
Çünkü bu hamle HDP için her durumda düşeş demekti. Baraj geçilirse ne ala, ama geçilmezse de misti.
Çünkü bu durumda kaos olurdu. AK Partili vekiller bile bu “milli irade hırsızlığına” isyan eder, Meclis dışı kalan Kürtler Rojava’da olduğu gibi kendi yoluna gitme kararı alır, 6-7 Ekim olayları 6-7 aya yayılır, daha da kötüsü seçim sonuçları dünya nezdinde de gayrımeşru bulunurdu.
“Çözüm Süreci’nin final yılında mı?” demeyin, Öcalan’ın son mesajından “Bu yol haritasında baraj maraj teferruat” demesini hatırlatmayın.
HDP’nin barajı aşmasına eyvallah da, üç günde 50 insanımızın öldüğü bir ayaklanma denemesinin 6-7 ay sürmesinin düşeşliğini tam anlayabilmiş değilim doğrusu. Çünkü bu binlerce (Allah muhafaza) ölüm ve içsavaş demek...
İşte bu AYM’deki baraj tartışmaları senaryoya altlık sağlamak için açıldı.
Esas mesele Çözüm Süreci ve 2015 seçimlerini HDP’yi kullanarak sabote etmek, Çözüm Süreci’nin finalini yüklenecek, yeni anayasayı yapacak ve bu anlamda bir kurucu özellik taşıyacak Meclis’i etkisizleştirmek, bunun “demokratik” gerekçesini de bir yargı kararına/tartışmasına dayandırmak...
Bu tartışmanın açılması yeterliydi. AYM’nin başvuruyu görüşmeyi reddetmesi bile önemli değil; her şartta bu senaryo hükümeti suçlu çıkaracak şekilde belli ki zorlanacak.
Teslim etmek gerekir ki, bu üst akıl kimse çok akıllıymış, ama hiç ahlaklı değil.
Ne de olsa, HDP’de “Biz halka demokratik eylem çağrısı yaptık bugün olsa yine yaparız” diyen bir “irade” var. “Öcalan’la neden görüşülüyor”, “Bizi Kürt/Alevi partisi gibi göstermeye çalışıyorlar” diyen, Dersim’e bile sırtını dönen bir CHP ile ittifakı düşünmeyi içine sindiren, Çözüm Süreci’ne bir yerinden bu statüko bekçisi partiyi montelemek için uğraşan Sayın Demirtaş da “Seçime parti olarak giriyoruz” müjdesini vermiş durumda.
Siyaset dizaynları “demokratik demokratik” hazırlanıyor günümüzde ve evet, insanları “salak” zannediyorlar, affedersiniz.
AYM’ye yapılan başvuruları sanki bu arkaplan yokmuş, teknik bir meseleymiş gibi tartışmak tuzağa düşmek demektir.
Tabii burada, hükümetin her şekilde yanlış ve hatalı olacağı bir düzenek hazırlanmış gibi. Hükümetin “barajı savunur” halde tutmak ilk senaryoya odun taşır, bu riskin öngörüleceği de öngörülüp “hodri meydan” denmesi planlanıyor olmalı...
yazının devamı için tıklayınız
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Sandık hiçbir zaman bu kadar değerli olmamıştı

7 Haziran 2015 genel seçimleri oldukça önemli...
Önce seçimlerin neden önemli hale geldiğini bir kez daha irdeleyelim.
Nazilerle epey bir muhabbetli olan CHP (İttihatçı alışkanlığı işte) savaşın son günü Führer’e savaş ilan ederek dümeni Batı’ya kırmıştı. Bir sene sonra da çok partili rejime geçerek gelecek cezadan kurtulmak için bir hamle daha yaptı.
Tamam, oy sandıkları şeffaftı, tek parti türlü hileler ve baskılarla seçimi kazanmıştı ama, en nihayetinde halk ilk tercihte CHP ile yollarını ayıracağı sinyalini de verebilmişti. CHP bu tarihten sonra bir daha seçim kazanamayacaktı.
Bu arada savaş sonrası dünya şekilleniyordu. Almanya gizli servisini CIA kuruyor, Avrupa rejimi de antikomünizm tehdidi üzerinden formatlanıyordu. Adnan Menderes’in SSCB yakınlaşması bu manada affedilemez bulundu.
Bu formatlama, tabii “demokrasi versus komünizm” mottosu üzerinden gerçekleşti. İki kutuplu dünyada medya, sivil toplum örgütleri, SSCB tehdidinin kolaylaştırıcılığında, ciddi bir parasal kaynak ve bilgi/kültür muhasarası eşliğinde endoktrine edildi veya bizzat yerel unsurlara kurduruldu.
En nihayetinde halkın önüne sandık konmuştu. Ama bunun şekli bir durum olduğu, hükümetlerin muktedir olamayacağı kısa zamanda görüldü. Menderes’in idamından sonra on yılda bir yaşanan darbeler, hiçbir zaman antidemokratik bulunup, Türkiye bugünün yüzde biri kadar dahi eleştirilmedi.
Çünkü ülkenin (ilan edilmemiş bir yarı-müstemleke olarak) kritik siyasi kararları hegemon ülkelerin arzusu yönünde alınıyordu. Kıbrıs Harekâtı dönemindeki gibi (doğru/yanlış) gibi kendi yoluna gittiğinde ise ağır şekilde cezalandırılıyordu. Ülkede yerli hiçbir şey yok gibiydi ve halk bunun farkına varamayacak bir şiddet/yoksulluk sarmalına mahkûm edilmişti.
Aslında sivil/resmi tüm kurumlarıyla bizzat devletin kendisi darbe mekaniğine dönüşmüştü.
28 Şubat’ın klasik bir müdahale olamaması çağın değişen şartları nedeniyleydi. Küreselleşme her ne kadar neo-kapitalizmin küresel boyutta pazar iştahı ile desteklenmişse de, sivil alana hareket edebileceği boşluklar sundu. Enformasyon devrimi ile bilgi tekelinin kırılması vesayetin ve tahakkümün paradoksal olarak altını oyuyordu.
Bu çatlaktan 3 Kasım 2002’de AK Parti sızdı ve iktidara geldi. Yapılan reformlar halkın iradesini merkezi bir öneme terfi ettirdi. Halkın iradesine kapalı kapılar arkasında (sandıktan çıkan sonuç ne olursa olsun) el konma girişimlerinden sonuncusu paralel devlet üzerinden yaşandı.
Burada farklı bir şey oldu. İlki Sayın Erdoğan’ın sistemi çözecek/kavrayacak akla sahip olmasıydı. İkincisi kendisini güçleneceği doğru ana kadar kamufle etmesi, üçüncüsü güçlenebilmesi ve dördüncü olarak da bu savaşı göze almasıydı.
İşin liderlik kısmı bu... Ancak halkın desteği olmadan böyle tarihi bir mücadele verilemezdi. Geçmişte yaşanan acı tecrübeler zaten halkta bir bilinç yaratmıştı. Güç dengesindeki (abartılmaması gereken) lehte değişim, medyanın çeşitlenmesi, internet vs. sayesinde siyaset dizaynları 28 Şubat’taki gibi sonuç vermedi. Erdoğan halka olayların içyüzünü anlatma fırsatını buldu.
Böylelikle, deşifre edilebilen dizaynlar demokratik bilinci inşa ederken, yapılan reformlar halkın hayat kalitesini de yükseltti. Kesintisiz 13 yıllık iktidar, sonuçların test edilebilmesi fırsatını verdi. Halk bunu gördü ve her seçimde desteğini arttırarak siyasetin önünü açtı, onu güçlendirdi. Çünkü böyle dönüşümlerde, dönüştürücü siyasi aktörün üzerinde güç birikmesi yaşanması gerekir. Yaşanan bir devrimdir ve başarı ancak muarız kadar güçlü olmayı talep eder.
yazının devamı için tıklayınız
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Demirtaş neden kaybetti?

Siyasetle iştigal edenlerin barışı doğası gereği önceleyecekleri düşünülür.

Hangi siyasetçiye sorulsa bu tesbiti tasdik eden cümleler kuracaktır. Ancak barışa nasıl ulaşılacağı, yöntemin ne olacağı ile ilgili konulara gelindiğinde, hele iş tatbikat aşamasına geçince işler biraz tuhaflaşır. Bu tuhaflık siyasetin hangi ideoloji içinde işlevselleştiğine, ona nasıl bir anlam/görev yüklendiğine bağlı olacaktır.
MHP ve CHP’nin reform sürecine olumlu katkı yapmaları önemli olurdu. Ancak Türkiye’de statükonun nasıl kurulduğu ve nasıl kendini tahkim ettiğini bilenler açısından bu partiler insanları şaşırtmıyor. Şaşırtıcı olan CHP ve MHP’nin bu konularda yapıcı bir tutum içine girmeleri olurdu. Ancak bu partilerin tarih sahnesinden çekilmeleri için zaten statükocu pozisyonlarını korumaları gerekiyor.
CHP ve MHP bu süreçlerin sonunda ya ufalanarak, ya da zamanın ruhu altında değişmek zorunda kalarak sahneden çekilecekler. Değişmeleri ise artık zaten CHP ve MHP olmamaları anlamına gelecek. Onlar için üçüncü bir yol bulunmamakta.
Bu noktada asıl ilginç olan BDP/HDP siyasi hareketinin tavırları... Kürt sorununu, diğer siyasi hareketleri bastırarak temsil etme gücüne PKK sahip oldu ve bu kabul edilmesi gereken bir olgu. BDP/HDP ise bu şiddet temelli yapının bir kurgusu olarak ortaya çıktı. Haliyle, HDP’nin sivil siyaset içinde oluşmuş normal bir parti olarak tahlil edilmesi de haksızlık olurdu. Ancak Çözüm Süreci partinin siyaset içinde işlevselleşmesinin önünü de bir nebze olsun açtı. Nitekim, son süreç Leyla Zana’nın “Kürt sorununu Erdoğan’ın çözebileceğine inanıyorum” çıkışı ile hareketlendi.
Arka planda oluşan iradenin üzerine otursa da, baskın Kürt siyasi hareketinin içinden ve sembol bir ismin bu açıklaması kaldıraç işlevi gördü, çok etkili oldu. Aynı zamanda Demirtaş türünden HDP’lilerin mazeretlerinin eskiye nazaran azaldığını da topluma gösterdi.
Ancak tabii ki BDP/HDP tek bir kişiden ve görüşten oluşmuyor; Kandil ve Avrupa kanadı gibi... Bu da hayatın doğasında var. Sorun bu çeşitlilikten ziyade, bunun tezahür etme biçimlerinde... HDP ve Kandil’in bir kısmında “şiddetin siyasetin devamı” olduğunu düşünen Stalinist/Kemalist bir damar var. Demokratlara göre ise siyaset şiddetin antitezidir.
Ama diyelim ki şiddet ve siyaset uzlaşabilir iki olgu olsun. Bu bile bazı HDP’lilerin, özellikle Selahattin Demirtaş/Aysel Tuğluk ekolünün sürecin başından beri izledikleri olumsuz pozisyonu izah etmiyor. Çünkü şiddetle, statüko ittifakıyla ilişkilendirilen bir “siyaset yapma” biçimi bile asgari düzeyde ahlak gerektirir. Bu noktada ahlak sanırım amaçlar konusunda net/dürüst olmayı ima eder. Hasılı, açıkça şöyle demeleri daha tutarlı bulunmalarını sağlayacaktır:
“Çözüm Süreci’nden hazzetmiyoruz. 30 yıllık savaşın sadece bizim hükmedeceğimiz bir bölgeyi yaratma aşamasına geldiğini, Çözüm Süreci’nin ise bu kazanımı eşitlik/demokrasi/siyaset yapma hakkı gibi bize fazla anlamlı gelmeyen önerilerle kaybetmeyi ima ettiğini düşünüyoruz. Dindar bir parti ile partner olmayı içimize sindiremi- yoruz, çünkü laikçi tek yaşam biçmine dayalı Kemalist paradigmanın Kürtçü versiyonunu savunuyoruz. Haliyle Öcalan’ın yanlış yolda olduğunu düşünüyoruz.”
Bunlar cesaretle söylendiğinde arkalarında kaç tane Kürt bulurlar bilemem. Çok olmamalı; 6-7 Ekim provokasyonu bize anlamlı bir fikir verdi sanırım. Selahattin Demirtaş’ın liderliği fiilen bitti. Daha kötüsü liderliği şiddetin artması ile orantılandı. O yüzden Ruşen Çakır’a koşarak HDP’li arkadaşlarını sanki pavyona düşmüşler gibi “Hükümetle görüşüyorlar” diye jurnallemesi boşuna değil.
yazının devamı için tıklayınız
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Erdoğan, Davutoğlu ve Meşal...

Haftasonu, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Konya, Hatay ve Gaziantep il kongrelerini izledim. Bazı izlenimlerimi sizinle paylaşmak istiyorum.
Öncelikle, Erdoğan ve Davutoğlu arasında bir sürtüşme, alan çakışmasından doğacak bir gerginlik vesaire bekleyenler bence fazla umutlanmasın. Bu konuda konuştuğum yakın kaynaklar böyle bir olasılığın bulunmadığını, gelecekte de bulunmayacağını ifade ediyorlar. Aslında Erdoğan ve Davutoğlu arasındaki uyum/muhabbet ve güvenin sağlamlığı herkesin malumu. Ancak, haziran seçimleri öncesinde muhalefetten ümidi tamamen kesenlerin, belki de son hattın da çözülmesini önlemek için böyle heyecan yaratan tevatürlerin peşinden gitmelerini anlayışla karşılamak lazım.
Biliyorsunuz, son birkaç senedir, Erdoğan ve Gül arasında bir çatlama/patlama bekleyen bir lobi vardı. Bu lobi iki siyasinin her açıklamasından, bir konu hakkında sahip oldukları her nüanstan kriz çıkarma hevesindeydiler. Öyle ki parti bu siyasilerin çatışması sonucunda zarar görecek, parçalanacak ve zayıf düşecekti.
Bu felaket tablosu beklentisinin birkaç nedeni var. İlki AK Parti’nin rakipsiz olması ve adeta kendisi ile yarışması. Aslında 12 yıldır tablo böyle ve bu nedenle AK Parti hep siyaset dışı yöntemlerle hal edilmek istendi. Muhalefet biraz siyaset yapmayı denese ve vesayet yapılarından uzak durabilseydi, bugüne değin tecrübeli ve güçlü bir anamuhalefet damarı ortaya çıkmış olabilirdi.
Paralel yapı denen grubun devleti ele geçirme girişiminde bulunması, siyasete ısınmaya çalışan CHP için büyük bir darbe oldu aslında. Birgül Ayman Güler gibi CHP’li isimlerin de itiraf ettiği gibi, CHP son ittifakını paralel yapı ile yaptı ve bu onun için altın vuruş oldu. Şu anda hala fark edilmiyor olabilir ama, bu ittifakın partiye bedeli ağır olacak. Çünkü halk bu türden ittifakları kendisine saygısızlık ve zayıflık olarak görüyor.
İzlediğim üç kongrede de en çok tezahürat “Pensilvanya” aleyhine yapıldı. Teşkilatta ve AK Parti tabanında paralel yapıya karşı büyük bir tepki var. Başbakan Davutoğlu konuya her değindiğinde en çok tezahürat bu bölümde oluyordu. AK Parti, bu noktada derdini çok başarılı şekilde tabanına anlatabilmiş. Hatta paralelle mücadelede bir zaaf olursa, gördüğüm kadarıyla bizzatihi bu durum oy kaybına neden olabilir gibi.
Başbakan Davutoğlu için emanetçi başbakan temennilerinde bulunanlara da “kötü” bir haberim var. Halk Recep Tayyip Erdoğan’a ayrı, Ahmet Davutoğlu’na ayrı bir muhabbet besliyor. Bu iki hattın, ne iki siyaside, ne de tabanda bir kısa devreye yol açması çok zor. Gözlemlediğim kadar, her şey yerli yerine oturmuş, taşlar yerini bulmuş. Davutoğlu’nun (Hoca) rahat, özgüvenli, içinde kavgası olmayan huzurlu bir kişi olduğu her halinden anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ise tabandaki yeri zaten belli. Bu geçişin nasıl olacağı 27 Ağustos kongresinden evvel belki soru işaretiydi ve açıkçası Erdoğan gibi güçlü bir liderliğin Çankaya’ya çıkışı risk olarak hesaplanıyordu.
Ancak AK Parti artık bir siyaset makinesi olmuş, kurumsallaşmasını ciddi ölçüde gerçekleştirmiş. Teşkilatta yüzde 30 kadın, yüzde 30 genç ve yüzde 30 yüksek öğretimli üye kontenjanı uygulanıyor. Bunu başarıyla yapabilmek öyle kolay bir mesele değil. Mesela, her üç ilde de eski ve yeni il başkanlarının seçildiği kongreler tek adayla ve sorunsuz gerçekleşti. Herhangi bir sıkıntı, kırgınlık vs. gözlemlenmiyor. Konuştuğum üst düzey parti kurmayları da bu konuyu teyit ediyorlar.
yazının devamı için tıklayınız
 
Üst